Hz. Ali (r.a.) Efendimizin bir sözü vardır:
“İLİM BİR NOKTA İDİ; ONU CAHİLLER ÇOĞALTTI”
Acizane şöyle düşünüyorum: Aslında pozitif ilim-manevi ilim ayrımı suni’dir…. İlim tektir. Bu ilim bir nokta ise, muhtevası; “LA İLAHE İLLALLAH”dır….
Teknoloji ilerledikçe, manevi ilme ilişkin hakikatler, aynı zamanda pozitif ilmin de birer yansıması olarak tezahür etmekte ve her iki ilim adeta bir simetri oluşturmaktadır….
Ya da, teknoloji ilerledikçe pozitif ilim-manevi ilim arasındaki açının, giderek daraldığı düşünülebilir. Belki de zamanın bitişine yakın, yine başladığı o tek noktaya dönecektir.
Üstad Ahmet Turan ALKAN “nokta (.)” için, “geometrinin başlangıç yeri, sözün sonudur” der. Noktanın geometrinin başlangıç yeri olmasını, cahillerin onu çoğaltmasına; ve yine, sözün sonu olmasını da başladığı yere dönüşüne benzetmek mümkündür.
Dehr Sûresi 1. Âyet :
"Hel etâ alel`insâni hıynin mined Dehr ve lem yekûn şey`en mezkûra"
"Kânallahu ve lem yekûn meahu şey`a"
"Halâkallahu Ademe alâ sûreti Rahman"
"Halâkallahu Ademe alâ sûretihi"
"Ben gizli bir hazine idim; bilinmekliğimi istedim, âlemi meydana getirdim. Bilmekliğimi istedim, Adem'i meydana getirdim."
Bütün bunlar, neyin işaretleri ve şifreleri ?...
"Hel etâ alel`insâni hiynin mined dehr"
"Dehr" üzerinden öyle bir yaşam vardır ki, insan anılmazdı... Anılır bir şey değildi...
"Allah vardı, onunla bereber hiçbir şey yoktu... El'ân öyledir..."
"Allah Adem’i kendi sûreti üzere meydana getirdi. Veya, Rahman'ın sûreti üzere meydana getirdi..."
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi istedim!."
"Allah, bu yerleri gökleri yaratmazdan önce neredeydi?...
-Altında ve üstünde hava olmayan a’mâ `daydı!."
Bize ulaşan bu işaretleri, şifreleri, ister âyet olsun, ister Rasûl Aleyhisselâm açıklaması olsun, anlamak için önce bu günün ilmi düzeyinde erişebildiğimiz bir gerçeği göz önüne almak lazım...
Eğer bu gerçeği göz önüne almazsak, bu çok önemli noktayı gözden kaçırırsak, kendimizi ebediyyen belli perdelerden ve konunun mecâzî anlatımının oluşturduğu hayâl dünyasından kurtarmamıza kesinlikle imkân yoktur...
Hatırlayalım, bilincimizi örten en önemli ve kalın perde nedir?...
Beş duyu kayıtları!. Yani bilincimizin, beş duyu verileriyle bloke olarak gerçekleri değerlendirmekten perdelenmiş olması...
“İnsan üzerinden, kendisinin anılır bir şey olmadığı , Dehr içre bir Zaman geçmedi mi” (İnsan suresi-1)
“İnsanoğlu bana eziyet eder! Ey kahpe Dehr (zaman) der. Kimse Ey kahpe Dehr demesin. Şüphesiz ki Dehr Benim. Geceyi gündüze çevirenim.” (Kudsi hadis) Ayet ve hadislerde geçen “Dehr” kavramı “Mutlak Karanlık Nokta” boyutuyla ilgilidir.
Mutlak Bilincin imajında, sonsuz tasavvurların salt enerji boyutuyla enerji dalgaları biçiminde her “an” var olup yok olması ve tekrardan var olup yok olması...şeklindeki sonsuz ve sınırsız tüm boyutlarıyla evren içre evrenlerde “Nokta”ya ait ilmin Tek Bir “an”daki tasavvurudur. Ve bu “Nokta”ların sayısı da, sınırsız bir platform üzerinde sonsuzdur. Allah ismi ile işaret edilenin sonsuz “An” lardan Tek Bir “An” daki tasavvuru olan Kozmik Bilinç, dolayısıyla salt enerjinin ve evren içre evrenlerin var edilmesi, mistik dille “ Aslında tecelli, Tek Bir tecelliden ibaret olan Tecelli-i Vahiddir. İkinci bir tecelli ise, hiçbir zaman var olmamıştır. Çünkü görünen, yaşanılan, hissedilen, idrak edilen, tahayyül ve tefekkür edilen her şey bu Tecelli-i Vahidin tafsilinden başka bir şey değildir” şekliyle ifade edilmektedir.
Aslında “Mutlak Nokta” ya göre bir Tecelliden de bahsedilemez. Çünkü Tecelli bir merkezden dışa doğru yayılan, beliren, ortaya çıkan... anlamındadır ki, burada bunu anlatacak, bunun karşılığı olacak bir kelime olmadığı için zorunlu olarak ifade edilmektedir. Yoksa Mutlak Bilinmezliğe göre böyle bir şeyden bahsetmek söz konusu değildir. Aynı şey sonsuz sınırsız kavramı için de geçerlidir. Çünkü sonsuzluk ve sınırsızlık dahi onu algılayana göre mevcut olup gerçekte yine bu “Nokta” ya göre böyle bir şeyden bahsedilemez.
Ayrıca Yokluk, Hiçlik denizi demek, varlıkların kendilerine ait bireysel varlıklarının olmayışı anlamındadır. Mutlak Karanlık “Nokta” ya göre, ifade edilen Hiçlik kavramı ise, onu algılayana göre tanımlanmıştır ki, gerçekte bu “Nokta”da onun Hiçliğinden değil, ancak onun Bilinmezliğinden, Vasıfsızlığından, Anlaşılmazlığından söz edilebilir. Bu konuyla ilgili olarak Hz Ebu Bekir (r.a.) “Allah ı idrak, İdrak edilememenin İdrakıdır” derken, “Ben, Be harfinin altındaki Nokta’yım” diyen Hz Ali de “İlim Tek Bir Nokta idi, Cahiller onu çoğalttı” sözünü söyler. Buradaki Cahillik, bize göre tanımlanmış olan “bilgisizlik” anlamında olmayıp tüm ilmin düştüğü, anlamını yitirdiği “Nokta” boyutuyla ilgilidir.
Noktanın Ötesi
Kemal GÖKDOĞAN
26 Mayıs 2008
Eski Yunan filozofu Platon (Eflâtun) akademi bahçesinde yürüyerek öğrencilerine insanı anlatmaktadır. “İnsan, iki ayaklı, tek kafalı, gören, duyan ve konuşan tüysüz bir hayvandır” der. Bahçe dışından derse kulak misafiri olan Diogenes (Diyojen) hemen bir tavuk alır, tüylerini yolar ve akademi bahçesine ders halkasının ortasına fırlatır..
Nasrettin Hoca’nın hikayesi…
Pazarda bir papağan kuşu satılmaktadır. Hoca fiyatını sorar, beş altın derler. Eve koşarak gider, bir filozof kadar derin düşünen hindiyi kapar gelir. Fiyatı on altın diye bağırır. Hocam derler, bu kuş konuşuyor onun için beş altın değerinde, senin hindi beş kuruş etmez, neden on altın istersin? Hoca beklediği soruyu almıştır. O kuş konuşuyorsa bu hindi de düşünüyor, der.
Büyük İskender’e yaşadığı fıçının içinden “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen Diogenes gündüzün ortasında fenerini yakar ve bir şeyler arar. İnsanlar merak ederler, günlük güneşlik havada elinde yanan fenerle ne aradığını sorarlar. Diogenes; “İnsan arıyorum!” der.
Evet… Diogenes’in yolunmuş tavuğu; gören, duyan ve konuşan iki ayaklı, tek kafalı, tüysüz bir canlıdır. Nasrettin Hoca’nın hindisi de düşünmektedir.
Filozoflar, bilim adamları, yazarlar, düşünürler ‘insan’ için ortak bir tanımda anlaşamamışlardır. Her birisi ve her ekol insan için bir tanım geliştirmiştir. Hepsini toplar isek yine de bir sonuca ulaşamayız. Fakat en azından insanın nelerden ibâret olduğu hakkında bir bilgimiz olur.
Bu tanımları kısaca gözden geçirelim.
Filozofların yâni sadece akıl ve dış görünüme göre hüküm verenlerin tanımlarına göre: “İnsanın bedeni cansız zannedilen elementlerden oluşmaktadır. Etin, kemiğin ve kanın yapıtaşı; demir, bakır, çinko, oksijen, hidrojen ve benzeri yüz kadar maden ve gaz çeşididir. Bitkiler bedenimizdeki saç ve tırnaklara benzemektedir. Beş duyumuz, bedenimiz ve hareketliliğimiz de hayvanlara benzemektedir”.
Yüzeysel felsefenin bu tanımını yetersiz gören ve insanın başka bir boyutta yaşayacağına “vahiy bilgisi dışında” inanan filozoflar da vardır. Bunlar ruhsuz olarak tanımlanan bedene “ruh” unsurunu da dahil ederek insanın tarifine biraz daha genişlik getirmişlerdir.
İnsanın çok kısa yoldan “kesin hükümlerle” tanımlanması da yapılmaktadır.
DinDARlar… “İnsan, Allah’ın bedensel olarak yarattığı ve bedenine akıl, irade ve ruh koyup ne yapacak diye baktığı, imtihan ettiği bir canlıdır. Bundan ötesini düşünmek abesle iştigaldir” diye düşünürler.
Maddeciler… “İnsan, doğanın yarattığı doğayı gelişmiş içgüdüleriyle kullanan bir hayvandır. Ruhu yoktur. Ölünce dağılır ve yok olur. Dinciler ve ruhçular yanılgıdadırlar” diye düşünürler.
Ruhçular… “İnsan, ruh ve madde karışımı gibi görünmesine rağmen gerçekte sadece ruhtur. Ruh bir enerji türüdür. Ruh enerjik bir varlık olduğu için yok olmaz, sonsuza kadar dalgalanma ve dengelenme arasında gider gelir” diye düşünürler.
Yukarıda verdiğimiz tanımlar bizim yüzde yüz katıldığımız düşünceler değildir. Fakat içlerinde bilgimizi genişletecek fikirler de yok değildir.
DinDARların blokajlı düşüncesi, maddecilerin ve ruhçuların kişiden kişiye ve zamana göre değişen tutarsız tanımları günümüzde yavaş yavaş değerini yitirmektedir. İnsanlık gelişen ortak bilinçaltına daha uygun bir tanım aramaktadır.
İnsanlığın arayışına yüz yıllık bir süreç içinde doğup gelişen modern matematik ve teorik fizik ağırlıklı “bilimsel düşünce” cevap vermeye çalışıyor. Beyaz önlüklü, dağınık saçlı, kalın gözlüklü bilim insanlarının matematiksel hesapları ve teorik fizik formül çözümleri bizleri şu noktaya getirdi… sûfilerin binlerce yıldan beri işaret ettikleri noktaya…
“Varlık çok boyutlu tek bir yapıdır”.
Aslında şu anda geldiğimiz nokta; Hz. Âli (k.v.)’nin on dört asır önce söylediği “NOKTA”dır. O “nokta” Resulullah a.s.’ın işaret ettiği “yokluk/fakr” gerçeğidir. O “gerçek” salt ilim boyutudur… sadece “DATA” (ilim/bilgi) demek de yeterlidir.
İnsanın tanımını ararken, tanımlanamaz olduğunu anlıyoruz ve evrenin tanımına kadar sürükleniyoruz. Evreni de tanımlayamıyoruz ve evrenden salt ilim boyutuna yâni “DATA”ya kadar sürükleniyoruz.
“DATA”nın tanımını anlayabiliyor muyuz?
“Evet anlıyoruz” der isek… sürüklenecek, gidecek başka bir şey kalmaz ve düşüncemiz “blokajlanır”.
“Hayır anlamıyoruz” der isek… anlamak için sürüklenmeye, “NOKTA”yı açmaya, uzatıp “Elif” yapmaya, yay gibi büküp “B” yapmaya ve diğer harflere dönüştürmeye başlarız.
Harfleri hecelere, heceleri kelimelere, kelimeleri cümlelere, cümleleri de düşüncelere çeviririz. Ve tekrar başladığımız noktaya geri döner “İnsan Nedir” diye yine sorarız. Tekrar aynı kısır döngüye düşeriz… Hz. Âli (k.v.)’nin sesi kulaklarımızda yankılanır: “İlim tek bir nokta idi onu câhiller çoğalttı”.
Bahsedilen câhiller (???); Diogenesler, Nasreddin Hocalar, İbn Arabîler, Mevlânalar olsa gerektir. Yüz yılımızın modern matematikçileri, teorik fizikçileri de “câhiller” (???) zümresinden olup “nokta”yı çoğaltmaya devam ediyorlar.
Zannedersem “câhiller”(???) bizleri ilmin ve cehlin olmadığı… “DATA”nın da ötesindeki “ÂM”ya (*) doğru sürüklüyorlar.
Belki aradığımız tanımımız oradadır.
Belki de Hz. Mevlâna: “İnsan aradığı şeydir” diyerek bizi sürüklenmekten kurtarmak istiyor.
"Dinle!" Nokta'nın Sırrı..
Keşkül Dergisi 1. Sayı'dan alınmıştır
Yazar: Ö. Tuğrul İnançer
Hz. Mevlânâ'nın asırlardır gönüllere, dimağlara, akıllara nurlar saçan, bilgiler saçan, hakikatler öğreten Mesnevî-i Şerifi. Mesnevî-i Şerifin nasıl bir kitap olduğunu, isterseniz bir başka sohbetimizde anlatmak kaydı ile, dinlemenin ne olduğu hakkında biraz konuşalım.
Mesnevî-i Şerif, bişnev kelimesi ile başlar, yani dinle. Dinleyeyim, ama neyi? "Neyi" dinle, "Bişnev în ney çün şikayet mîküned, ayrılıklardan hikayet mîküned" veya orjinal metniyle "ez cüdâyihâ hikâyet mîküned." Dinle çün neyin nasıl şikayet ettiğini, ayrılıkları nasıl dile getirdiğini dinle.
Önce dinleme hakkında konuşalım, daha sonra "neye" geliriz. Dibacesinde, yani önsöz veya takdim yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından "bu Mesnevi kitabı Allah'ın sırlannın ve ona ulaşma yollannın öğretilmesi hakkında, sırların açıklayıcısının açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslının aslından bahseder, Allah'ın fıkh-ı ekberi, şer'-i ezharı, yani büyük bir anlayış ve parlak delilidir." diye tarif edilir. Mesnevî-i Şerif yukarda arz ettiğim gibi, "bişnev" ile başlar; dinle kelimesi ile... Bişnev, "b" harfi ile başlar dolayısıyla Mesnevî'nin başlangıcı "b" harfi iledir.
B harfi, eski yazımızda bildiğiniz gibi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir.
Denir ki, kainat Kur'ân'dadır, Kur'ân Fâtiha'dadır, Fatiha besmelededir, besmele b'de, b ise noktadadır. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan İmam Ali (kvc), "İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" buyuruyor. Hep o noktayı anlatmak için, asırlardır ilmi çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplarda o noktayı anlatmak için yazılmıştır. O nokta, ki ismini söylemek çok kolay "tevhid noktası" dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvela Mesnevi-i Şerifin emri veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lazımdır. Çünkü "olma" nın yolu, "bilme" den geçer "bilme" ise dinleme ile başlar. Yok dinleme yerine okumak olsa idi:o ellerinden öpülesi, başımıza taç edilesi öğretmenlerimizin asli fonksiyonlar kalmazdı. Herkes kitap okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hacet kalmaz, okuduğu kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile öğrenilir.
İşte Hz. Mevlânâ Mesnevî'sine "b" harfiyle başlayarak, daha ilk söz bile değil, ses, "b" sesinden itibaren bazı şeylere işaret buyurmuş oluyor. Malum, besmele bütün İslam kitaplarının başlangıç cümlesidir. Kur'ân'ı Kerim ve diğer bütün semâvi kitaplar da öyle başlar. Kur'ân'ı Kerim'de. besmelesiz başlayan bir sûre tevbe sûresidir ki o da "berâetün" kelimesi ile, yani "b" ile başlar.
Besmelenin "b" si, Sûre-i Tevbe'nin ilk kelimesi olan "berâetün" kelimesinin b'sinin noktasında gizlidir. İşte Hz. Mevlânâ böyle bir ince nükteye de işaret etmiş oluyor. Tabi bu işaretler, ancak ehline malumdur. Ve böylece Hz. Mevlânâ kendine mahsus çok özel bir tarzda besmele çekmiş oluyor. Çünkü bilinir ki, besmelesiz başlayan işin âkıbeti hayır getirmez.
Evet, dinlemek dedik, tasavvufun veya tasavvuf yolunda ilerlemenin en önemli birbirinden ayrılamayacak kadar yanyana iki şartı vardır: Hizmet ve sohbet. Hatta biraz ileri gidersek, hizmet dahi sohbetin feyzine erebilmenin bir yoludur. Sohbet ise, dinlemeyle olur, sohbetin dinlenebilmesi için, az konuşmak lazımdır. Bu da tasavvufun bir diğer tavsiyesidir. Az yiyin, az konuşun, az uyuyun; çünkü israfla geçirilecek zaman doyduktan sonra israf edilecek gıda ve layık olmayan tarzda söylenecek sözlerin israf edilmesi, genel hüküm olan "israf haramdır" kâidesince haramdır. Hüner, söylemek değil dinlemektir. Dinlemeyenler öğrenemezler, öğrenmeyenler bilemezler, bilemeyenler ise "olamazlar." Tıp, matematik, hukuk, coğrafya, ekonomi, mühendislik ve daha sayabileceğimiz bütün müspet ilimlerin tahsilinde de bu kaide aynen geçerlidir. Bununla birlikte kendilerinin dinlemeden öğrendiklerini zannedenler ise "Gör zahidi kim sahib-i irşad olayım der" beytinde anlatılan manaya düşerler.
Evet, dinlemek çok önemli olduğu için, tekrar dinlemek üzerinde durmaya devam edelim. Kur'ân'-ı Kerîm'de ki, bütün kitapların, bütün ilimlerin doğuş yeridir ve kaynağıdır. Meselâ, Tâ-hâ suresinin 13. ayetinde, Hz. Musa'ya hitap ederken Cenâb-ı Hakk, "Sana vahy olunacak şeyleri dinle" diye emretmiştir. Mesela, Nuh tufanının anlatıldığı Nuh suresinde, 7. ayette, Hz. Nuh'un davetlere icabet etmemek, yani hak olan davetine icabet etmemek için, bazı insanların, elleri ve parmakları ile kulaklarını tıkadıklarını; bunu Hz. Nuh'u işitmemek, duymamak, dinlememek için yaptıklarını ve tufanda da, işte o parmaklarıyla kulaklarını tıkayanların, helak olduklarını anlatır. Kur'ân'ı Kerîm'de A'râf suresinin 204. ayetinde, bir kat'î emirle şöyle buyrulmaktadır:
"fe izâ qurie'l qurânu" Kur'ân okunduğu zaman "festemiû" dinleyiniz "ve ensitû" ve sükût ediniz, susunuz "leallekum turhamûn" böylelikle rahmete erenlerden olursunuz. Yani rahmete ermek için, Kur'ân'ı ve hepsi Kur'ân'ın birer îzâhı olan bütün ilimî kitapları okurken ve bundan bahseden kişileri dinlerken "susunuz" emri var. Susunuz ki, iyi dinleyebileseniz. Çünkü dinleyen dinlenir, dinlemeyen dinlenmez. Tabii dinlemek için iyi bir kulağa ve anlayacak bir kalbe sahip olmak lazımdır. Biz anlamayı başka yerlere ve başka huzurlara yüklemeye çalışırken, Allah bunun böyle olmadığını, anlamanın kâlb ile olacağını beyan buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede, "Onlar ki, kulakları vardır işitmezler, gözleri vardır görmezler, kalpleri vardır anlamazlar. İşte onlar belki hayvan, belki hayvandan daha aşağıdırlar" buyurularak anlamının, idrak etmenin kalp ile olacağı beyan edilmiştir.
İşitici bir kulağa sahip olmak ise daha önde gelen bir şart. Onun için, gene Mesnevî-i Şerif de 512'nci ve 513'ncü beytlerde Hz. Mevlânâ şöyle buyruyor:
"Canu dil râ takati ân cûş nîst
Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst."
Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve bu kulakta da işitecek istidat yoksa, ben kime ne söyleyeyim?
"Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt
Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest."
Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici yol basıl olur. Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer, taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir. Evet, göz yol göstericidir, ama kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru değildir. Çok basit, bir su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda, suyun zemininde, sathında, cetveli kırılmış gibi görürüz. Halbuki, cetvel kırık değildir, biz öyle görürüz. İşte göz böylesine yanılabiliyor. Kulak, eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, işte göz gibi yanılmaktan da ârîdir ve o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Tabi bu durum, söz bir kulağından girip, diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulakları mühürlü olanlar için değildir.
Efendim, bilindiği gibi, tasavvufta ilerlemenin çok önemli iki unsuru var. Biraz evvel söylediğim gibi, hizmet ve sohbet. Sohbet o kadar önemli ki, Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunanları, bizler asırlardan beri Ashâb-ı Kiram diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerini diliyoruz. Bunun sebebi nedir? En yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber'in sohbetinde bulunup, onu dinlemenin şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, ala silsiletihim, yani elden ele bize naklettiler, eğer bizde dinlersek öğreneceğiz. Evet, dinleyelim, ama neyi? "Neyi", işte o "ney" nedir? İsterseniz, o "neyin" ne olduğunu, bir başka sohbetimizde konuşalım. Şimdiye kadar konuştuk, dinlediniz. Mevlânâ'dan ve onun kitabından, onun kutabının ilk kelimesinden bahsettik. Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi, büyük arif ve aynı zamanda büyük musikişinas olan Hüseyin Fahrettin Dede bir şiirinde şöyle söylüyor:
"Fahriyâ malûmudur erbâb-ı irfanın bu raz
lâf-ı Mevlânâ'da Zât-ı Mevlâ'dır garaz."
Şu birkaç satırda, Hz. Mevlânâ'dan, onun kitabından ve onun kitabının henüz birinci kelimesinden bahsetmiş olarak, Mevlânâ'dan bahsettik. Ama Fahrettin Dede'nin tabiriyle, ondan ve onun sözlerinden bahsetmekten kastımız, garazımız Mevlâ'dan bahsetmek, Mevlâ'yı anlatmak, Mevlâ'nın ismini tekrarlamak idi. Bu kasıtta idik ve bu kasıtta da sabit kademiz, yani ayak diriyoruz.
Hani Mevlânâ'nın, "Ben semâ ederken, bir ayağımla kâinatın merkezinde ayak direr, diğer ayağımla kâinatın bütününü dolaşırım" dediği gibi, bizde Mevlânâ'nın sözleri vasıtasıyla, onun sanatı vasıtasıyla, yüceliği vasıtasıyla Mevla'da ayak diriyoruz. ("Dinle!" Nokta'nın Sırrı..)
Çetin BAL: Hz. Ali`nin; `İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı` sözü beni her zaman çok düşündürmüştür. Gerçek ilim, insanı Allah`a yakınlaştırandır. Uzaklaştıran her ne ise, ondan uzak olmayı dilemeliyiz. Buradaki cahillik öyle bilinegelen cahillik değildir: Bu manadaki cahillik, kendi nefsinin ve benliğinin cahilliğinin hakkıyla farkında olan ve hakiki ilim sahibinin Allah(C.C) olduğunu bilenlerin cahilliğidir. Onlar öyle bildiler ki, bir mertebede bulundukları zaman tek bir bildikleri kaldı, o da Allah’tan başka bilicinin olmadığıydı.
daha allah ile cihan yoğ iken
biz onu var edip ilan eyledik
hakka hiçbir layık mekan yoğ iken
hanemize aldık mihman eyledik
kendisinin henüz ismi yoğ idi
ismi şöyle dursun cismi yoğ idi
hiçbir kıyafeti, resmi yoğ idi
şekil verip tıpkı insan eyledik...
Vahdet i vücut felsefesinden hareketle söylenen deyiş içinde derin anlamlar gizlidir. Bilmeyen anlamaz diyor Harabi. Deyişin sonundaki şu kıtalarda da açıklıyor sırrını.
Bu sözleri sanma her insan anlar
kuş dilidir bunu süleyman anlar
bu sırrı müphemi arifan anlar
çünkü cahillerden pinhan eyledik
hak ile hak idik biz ezeliden
ta ruz-i elest'te kalubeli'de
mekan-ı hüda'da bezm-i celide
cemalini gördük iman eyledik
vahdet alemini bilmeyen insan
insan suretinde kaldı bir hayvan
bizden ayrı degil hazreti süphan
bunu kur'an ile ayan eyledik
sözlerimiz bizim pek muhakkaktır
doğan ölen yapan bozan hep hak'tır
her nereye baksan hakk'ı mutlaktır
ahval-i vahdeti beyan eyledik
vahdet sarayına girenler için
hakkı hakkel yakın görenler için
bu sırrı harabi bilenler için
birlik meydanında cevlan eyledik
Bir yerde "Nokta'nın sonsuzluğu" ifadesine rast gelmiştim. Nokta ne eğilir, ne bükülür. Sonsuzluğu olduğu söylenen bir şeydir, ama en küçüktür.Ya da yanılıyor muyuz ? Bu bağlamda, hem en küçük olan, hem de sonsuz olan olabilir mi ? “Zerre küllün aynasıdır.” Nokta'dan halkaya doğru açılmak iki boyutlu bir alemi ortaya çıkarırken, Noktadan küreye doğru açılmak üç boyutlu bir realitenin oluşumunu simgeler.Noktanın sonsuz sayıdaki açılım şekli bizim farklı boyutlar dediğimiz değişik alemler olarak karşımıza çıkarlar.İç içe geçen bir arada duran bir bütünlük bu.
hz ali: "ilim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı." ve sormuşlar ali'ye, o nokta nedir? "o nokta vahdettir birliktir" der hz. Ali!
Yani Harabi'nin daha allah yok iken diye bahsettiği, insanın vahdeti birlikten uzak düşüp tanrı'yı çok uzaklarda aramasının sonucunda söylediği bir şeydir. Hani bir söz vardır ya onlar derya içredir deryayı bilmezler. Yani derya içinde olsak da derya'yı uzakta ararız. Deniz içinde göklerde denizler arar ellerimizi olmayan yerlere açarız. Harabi'nin bahsettiği budur. Kaldı ki Harabi bir mutasavvıfır. Onun allah yoktur diye bir şey söylemesi abestir. Oradaki yokluk bizim anladığımız anlamda yokluk değildir kısaca.
İmâm-ı Alî (keremullahi veche):"İlim bir nokta idi, onu câhiller çoğalttı!.." ve yine: 'ilim, besmelenin "be" harfinin altındaki noktadır..."
Buyurması ilmin menşe'inin yüceliğine işârettir...
Gerçekten, teknikte de nokta: esâs, asıl, ana ve temeldir.
Noktanın hareketinden doğru (hat: sırât-ı müstakîm), doğrunun hareketinden düzlem (satıh), düzlemin hareketinden ise hacim (3 boyut: cisim) doğar...
Nokta ilk ve anadır.
Noktanın harekesinden harfler doğar.
Harfler ise mânâ kaplarıdır.
Hareketten doğan hat ile harekeden doğan haber işin anasıdır sistemde...
Arapça'da "Elif" birinci şahsın fiildeki çekim zamiridir.
Besmelenin başındaki "Be" harfinin çıkıntısında gizlenmiştir.
"Ben, ALLAH (celle celâluhu) ismi ile (başlıyorum)..." demek olduğu aşikârdır.
Ve Ahadiyyetî, Ulûhiyyetî, Vahdaniyyetî ve Rübûbiyyetî ile Dâim, Kaim ve Hayy olan ALLAHÜ ZÜ'L-CELÂL var...
İlk halk edilen (nokta) Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)'in nuru (ruhu, özü) dür.
Bu öz ise besmelenin "Be" sinin noktası mesabesindedir.
Öyle bir sabit nokta ki tüm özlerimizde nümûnesi mevcûddur ve öyle bir nokta ki harekete geçirildiği anda herşey ondan doğar ve neticelenir. İnsanî ilmin ilk kaynağı bu noktadadır.
Zâhirde fiilin zamiri gibi olan Elif, Bâtında Ulûhiyyet varlığına delildir.
Elif ise asil bir harftir. Müstakil olup kimseyle birleşmez.
Ne var ki ALLAHÜ ZÜ'L-CELÂL, mahlûkatı (varlığı) var etmeyi kaza, kader, irade ve dilemesi (meşiyyeti) ile Celâlden Cemâle; Âzamet (zâhirî) ve Kudretten (bâtınî) ref'et ve merhâmete; Vahdaniyyetten, Ünsiyyet ve Ülfet'e tenezzül buyurunca...
Elif, Be'ye "bast" eyleyip merhamet ve muhabbet kanatlarını sermiştir.
Her varlık buna mecbur ve muhtaçtır.
Âciz, fakîr, zelil ve âlîl (yok olucu) nesne; var olmak için, elbette "VAR EDEN" in muhabbetine ve merhametine muhtaç ve mecbur kalacaktır.
Gizli Elif'in bağrında doğan Be' nin sinesindeki "Sin" harfi üç dişli olup
ALLAHÎ (İlâhî) sırdır.
Sin'in sinesindeki "Mim" ise, muhabbetin ve merhametin ta kendisi olan Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)'in hakikatidir.
Murad-ı Muhammeddir.
Menbağ-ı Muhammeddir.
"Bism" "mim" de yuvarlanıp, mümdemiç olup (dürülüp, bükülüp) enfüs-merkez-öz noktası içine sokulur.
Ve bu nokta "Devrân" edip "Be" nin altına konulur ve Rübûbiyyet tevhidinin sırrını taşır.
Muhammed (aleyhi's-selâm)'ın; tek ve eşsiz, mübârek, mükemmel ve mükerrem mürebbîlik sırrı ile, Muhammedî bilgelik sırrı olan bu nokta, tohumun (Kulluk Tohumunun) içinde mündemiçtir.
Nokta ise, bu ilâhî devrân sonucu aslından ayrıldı.
Aslın altında yerini aldı. Kulluk makamına oturdu.Gurbete düştü!...
.
"Bism"in noktaya dönüşü (devri), tohum oluşu...
Kâinâtın "DEVRÂN"ına delildir.
Her tohum bu kâinât tarlasına düşüp de can içinde can buldu mu, ağaç olup (dal-budak ve ufacık yemyeşil elleriyle duada) SEYRÂN'a geçer.
Çiçek açıp, meyve verip CEVLÂN'a geçer...
Binlerce tohum üreterek, tohumdan tohuma HAYRÂN'a geçer...
Âcizâne zevklerimizde zuhûratlar bunlardır...
Şiirlerimizdeki Devr – Seyr - Cevl ve Hayr şe'enleri de...
.
Azîz efendim İmâm-ı Alî (keremullahi veche)'nin:
"Ey insan! Senin cirmin (cüssen, cismin) küçücüktür, fakat Âlem-i Ekber (Evvel-Âhir-Zâhir-Bâtın sırları) sende tâvadır (dürülüp, yerleştirilmiştir)."
Buyurmasındaki insan, elbette prototip (ilk örnek) olan Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) dir.
Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ise;
ALLAH (İsm-i celâl) (celle celâluhu)'nun Azamet ve Kudreti karşısında : "ABDULLAH"ı olarak kulluk vasıflarını (acziyet, fakriyet, zillet ve illetini; yâni mahviyetini) ilâhî ilim, irade, idrak ve iştirak tevhidi ile ebedîyyen giyinip tenezzül ve tevâzu' ile DEVRÂN edip,
Yuvarlanıp "Nokta" (ilk=ümm=ana=halkın aslı) olarak RABB'ısı huzurunda küçüldükçe küçülüp en sonunda beyaz kağıda (var etme iradesi) İlâhî Kâlemin (Nurullah) ucu ile konulan nokta hasıl olmuştur.
Cümle hatlar (kâinât, eşyâ) ve harfler (sözler, ahdler vs.) bu noktanın evvel, âhir, zâhir ve bâtın hareketi, mârifeti ve hünerleridir.
Nakil deyince sanki nakliyatı, taşımayı çağrıştırıyor değil mi?
Allah cc’tan aldığını Resulü SAV’ e getiren Cebrail’in… gidiş gelişleri canlanıyor.
Ya da naklen yayın dediğimiz “CAN-lı Yayın”… Nakil edilen yayın…
Evet nakil CAN-lı olan HAYY olandandır… Ama bir yerden bir yere taşınıyor değildir.
Çünkü O bize şahdamarımızdan daha yakındır.Bir nakil söz konusu ise AKIL’ın şahdamarımızdan daha yakında olan bu “YER” e nakli söz konusudur.
Akıl nakile taşınacaktır…BİZ olacak BİR-leşecektir ki TEVHİD olsun…
Nakille birleşecek olan AKIL nedir?
Akılın sözlük anlamları içinde ilim ve idrak olarak ahmaklığın zıddı olmasının yanında… Mani olmak engellemek, alıkoymak ve bağlamak gibi anlamları da var…
Aklın bu bağı, engeli BEN demesidir… Bu engelleri aşmalı ki ÂŞIK (AKIL)… Aşkı ile yandığı
MAŞUK’a… NAKİL’ le bildirilene kavuşsun…
Nasıl birleşir akıl ile nakil?
Birleşmek nedir…BİR olmak değil midir? İki ayrı şey nasıl BİR olur…
"Birisi geldi; bir dostun, bir sevgilinin kapısını çaldı;
Sevgilisi; Kimsin a güvenilir er? Dedi.
Adam; Benim… Deyince;
- Git… Dedi
- Şimdi çağı değil
- Böylesine sofrada ham kişinin yeri yok.
Ham kişiyi ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, ikiyüzlülükten ne kurtarabilir?
O yoksul gitti; tam bir yıl yollara düştü… Sevgilinin ayrılığıyla kıvılcımlar saçarak cayır cayır yandı.
O yanmış-yakılmış kişi pişti, olgunlaştı… Geri geldi, gene sevgilinin evinin çevresine düştü.
Yüzlerce korkuyla, yüzlerce defa edebi gözeterek kapının halkasını çaldı; ağzından edebe aykırı bir söz çıkacak diye de korkup duruyordu. Sevgilisi;
—kapıdaki kim? … Diye bağırdı. Adam;
—A gönüller alan… Dedi,
—Kapıdaki “sensin”. Sevgilisi;
—Mademki “BEN”sin, gel içeriye gir… Dedi.
—Ev dar, iki kişi sığmıyor."(Mesnevi, c.1, sh.3068-3075)
Orada… AŞK’ta ikiliğe yer yoktur… Orası BİR’in evidir. İkilik halindeki AKIL’ın BİR-leşmek için NAKİL’le bildirilene duyduğu hayret, hasret, muhabbet… AŞK’tır.
AŞK… Muhabbet ; "Öz ve çekirdek". Meselâ kalbin içine ve özüne " HABBETÜ’ L KALB " denildiği gibi tahıl cinsinin bir tek tanesine de " HABBE " ismi verilir.
HABİB’im sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım… Buyurduğu ve “KÛN” emriyle VAR kıldığı şeydir. İlk varlıktır… İlimden DIŞA ilk yansıyandır… İLK AKIL… İLK NOKTA… ZERRE… HABBE… MUHABBET… AŞK
SAV Efendimizin “Ben ilmin şehriyim… Ali ise kapısıdır” Buyurduğu Hz. Ali Efendimiz, bu tek noktaya işaret ederek; “Ben “B” nin altındaki noktayım” buyurur. TEK NOKTA’ dan yayılan, genişleyen Kâinat… varlık…
Bundandır ki İlim. Yani “VAR” lık… Tek nokta idi… onu cahiller çoğalttı… Ben dedi, sen dedi…Bu cehalet ilmin zıddıdır… ASLI olan İLİM-le görüldüğünde her şey yine tek noktada toplanacaktır. Bu VAHDET-İ MEVCÛD noktasıdır… Tüm mevcudatın TEK-liği noktasıdır… Akıl tekrardan o ilk AN’ı görür… Yani her şeyin tekrar ilk var oluşuna… HABBE… MUHABBET… AŞK haline dönmesidir…
O zaman Akıl ile Nakil’in birleşmesi… yani “BİR” leşmesi… İKİ iken BİR olması… bir dönüşümdür… Ama Mesnevi’deki hikâyede anlatıldığı gibi Sevgili öyle hemen birleşmeyi kabul etmiyor ki… Henüz aşıkını ham görüyor… Olgunlaşmamış yani… Yanmalı, pişmeli…
İşte bunun için düşer Mecnun çöllere… Âşık olduğu Leyla için… Kavuşmak için… “BİR” leşmek için… “BİR” leşme gerçekleşince ortada ne Leyla kalır ne Mecnun…
Akıl nakil ile birleştiğinde de ortada ne akıl kalır ne nakil… İLLÂ ALLAH… Bu ana kadar LÂ İLAHE diyordu akıl… şimdi hiç olduğunu anladı… Sevgilinin aşkı ile eridi… yok oldu…
Daha önce AKIL Sevgilinin kapısında “BEN “ diyendir… BEN dediği kimdir… Sevgiliye dönüşecek olan nasıl sen olursun… Sen sen olduğun sürece nasıl ikilikten kurtulup ta SEVGİLİ ile BİR-leşebilirsin…?
İnsan aynaya bakar da; “ İşte bu gördüğüm BEN-im” der. Ben diyen ham akıl… O zaman sıkılmayı, çileyi hak ediyorsun… Sen içindekini bilmezsin de dıştaki KAB’ını sen sanarsın.. Kimsin sen? Der SEVGİLİ… Kendini bilsen bileceksin kim olduğunu… Ben dediğin için kovulursun kapıdan… içeriye alınmazsın…
Gel bende BİR olalım dercesine…Mecnun olan AKIL’ın Leyla olan NAKİL’e ulaşması gibi…
"OKU!" deniyorsa OKU-nacak bir şey “VAR” dır. Bu; “VAR” ve OKU-nacak olan şey Allah’ın İLMİ’dir… VAR-lık İLİM’dir… OKU hitabının muhatabı da AKIL’dır… Söz ehli, söz makamı nakledilmiş, yazılmış, çizilmiş bilgi edinmeyi, okumayı ifade eder.
M.Arabî Fütuhat-ı Mekkiye’ de der ki;
“Allah var idi ve O’nunla birlikte başka bir şey yok idi… Halen de öyledir.
Ne diyor buna akıl?
“Ben O’muyum?” diyor. Bunu derken bile ikilik içinde diyor; BEN-O
Sen O’musun değil misin?
Bunu bilmek için O’nu biliyor olman gerekir ki seninle aynı mı değil mi bilesin…
O’nu biliyor olsan zaten soracak bir şeyin kalmaz. Görür ve bilirsin kim kimdir…
Ama bilmiyorsan nasıl bilmediğin bir (şey olmayan) “ŞEY” ile kendini aynı sanırsın…
O’nu bilmediğin halde BEN, O’yum diyorsan… O’nu bilmediğin belli zaten de bunun ötesinde kendini bilmiyorsundur… “Kendini bilen Rabbini bilir” buyurulmuş…
Sorarsın; "O, nasıl bir şey?"
O, ne "BİRŞEY" ne de bir "ŞEY",
"HERŞEY" değil O, O'ndan her ŞEY,
Ah nasıl AKIL gerekir.
"ŞEY" olan sen, nasıl şeysin,
Sen CAN nefesli NEY'sin.
Kendin nasıl üfleyesin.
O, NEYZEN'in OL gerekir.
NOKTA nedir?
• En küçük yuvarlak çeşidi.
• Kendimi bir nokta kadar küçük hissettiğimde bakıyorum ki anlamlı bir cümlenin sonundayım.
• Sonu anlamlı bitmiş cümlelerin sonuna konan bir noktalama işaretidir.
• Her şeyin başlangıcı olan şeydir.
• Nokta cümlenin bitişi değil, yeni bir cümlenin başlangıcı demektir. Yani "nokta koydum" demek yeni bir işe başlamanın işaretidir.
• Cümle sonuna ve genelde herhangi bir duygu yoksa cümlede işte o zaman konan işaret.
• Kalemle bir kağıda bastırdığımızda çıkan iz.
• Cümleyi bitirdiğimizde, cümlenin sonuna konulan şey.
• 1'in yanına nokta (.) eklediğimizde, onu birinci diye okuruz; yani -inci anlamına gelir.
• Küçük, yuvarlak şey. Kelime bitince sonuna konan bir işaret.
• Cümle bittiğinde cümle bitmiştir ve eğer o cümlenin devamı varsa bir nefes alacak kadar dur anlamına gelir. (.) gibi bir şeydir. Genelde kalemin ucunu bir kerecik kağıda değdirip hemen çekildiğinde oluşur.
• Bazıları onun boyutsuz olduğunu iddia eder. Fakat nasıl anlayabiliriz ki?
• Son'u temsil eder. Cümlelerde son söz hep onundur.
• Cümlelerin sonuna konulan, i'nin noktası gibi olan yuvarlak yazı türü.