29 Ekim 2013

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ MAKALAT (KONUŞMALAR) BİRİNCİ BÖLÜM 2


ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ MAKALAT (KONUŞMALAR) BİRİNCİ BÖLÜM 2

Ben yolda söz söylemem. O Ermeni diyordu ki: «Ne mutlu o kimseye ki hep seninle beraberdir.» Başka bir gün de başka bir kâfir diyordu ki: «Bu senin söylediğin söze göre, bütün bu halk ve bizler hep öküz, eşek gibi dört ayaklı hayvanlardan sayılırız.» Allanın Hazreti Ömerin lisaniyle söylediği gibi, denize düşen kimse yüzmek bilmezse, el ayak oynatmazsa, aslan bile olsa deniz onun kuvvetini kırar ve öldürür. Deryanın âdeti, dirileri batırmak ve öldürmektir. Ama boğulup öldükten sonra da onu üstüne çıkarır ve ona hammallık eder. Şimdi önce onu öldürmesinde ve sonra da su üstüne çıkarmasında şu nükteye işaret vardır: Yeryüzünde yürüyen bir ölüyü görmek istiyen varsa, Ebubekr-i Sıddık'a baksın. Kara topraktan filizlenmiş, güzel, cana can katan bir su ile beslenmiştir. O deniz, Allanın kullarından bir kuldur. Eğer bütün bunlar senin için olağan şeyler değilse, bazıları sence olağan şeylerdendir. Bugün, bu saatte olmasa bile gelecek bir zamanda olacaktır. Benim vücudum öyle bir kimyadır ki, bakır üzerine dökmeye hacet yoktur. Bakırın önünde benimle beraberdir, hep altın olur. Kimyanın kemali de böyle olmalıdır.
Allahın öyle kulları vardır ki, bir kimsenin iyilik tarafına yöneldiğini görünce onun iyi olacağına hükmederler. Birinin sırtında hırka, başında külah görünce de, onun yoldan çıktığına karar verirler. Başka bir (M. 37) zümre de vardır ki, onlar Allahm celâl sıfatının nuru ile bakarlar. Bedir çenginden gitmişler, renk ve kokularını kaybetmişlerdir. O birinin hırkasını soyarsan, cehenneme yaraşır. Cehennem ondan utanç duymaz. Sonra aba altında gizlenmiş bir adam vardır ki, abasını çıkaracak olsan, cennete lâyık bir adam görürsün. Eğer bir kimse mihrapta namaza durmuş, fakat kafası dünya işleri ile meşgul ise, meyhanede zina eden adamın yaptığı iş onun işinden farksızdır. Zina edenlere dosdoğru sopa atarlar. Bunlar tövbe ederlerse, «Allah onların kötülüklerini iyi amellerle değiştirir.» (Fürkan sûresi, 70) Ama iş böyle olunca, gıybet eden kimse riyazatla hafifleşerek havada uçsa bile kurtulamaz. Eğer bir kimsede, hem iyilik libası hem de manevî olgunluk olursa o zaman nur üstünde nur olur.
Senin gönlünde kendimi evvelce gördüğüm gibi göremiyorum. Allah gönlünde bizi şirin göstersin, dua edelim. Dostlara da tavsiye edelim ki, dua etsinler. Bundan sonra işimiz bu olacaktır. Öğüt vermek mümkün olmayınca, elimizi duaya kaldıralım. «Selâm sana, Allahdan senin için mağfiret dileyeceğim,» (Meryem sûresi), buyurulmadı mı? Hazreti İbrahim'in babası oğlunu azarladı. «Bana bir daha böyle öğütler vermeye kalkışma. Eğer bu öğüt verme sevdasından geri durmazsan, seni taşlattırırım,» dedi.
Ariflerin sözünü söyledim. O derviş der ki: «Biz her vakit ariflere âşığız.» O halde, «Maruf ve maşuk kimdir?» dedim. «Bugün maşuk sensin,» dedi. «O halde, maşuk üzerine hüküm erişmez,» dedim. «Sen nasıl hükmediyorsun?» Cevap verdi: «Ben hükmü manen falan üzerine verdim, sana değil.» «Öyle ama, bir gün sen demiyor muydun ki, ben onun üzerinde bir tüy bile değildim,» dedim. «Evet orası öyledir. Ama bu daima beni sorguya çekiyor,» dedi. Her kim tyizim dostumuz olduysa, gerektir ki daha önce yaptığından fazla ibadet etsin. Ama sohbet için söylemiyorum. Sadakanın en makbulü başkaları görmeden verilendir. En az sadaka da, başkalarının görebileceği şekilde verilmiş olandır. Çünkü veren derhal onu kıskanır. Şeyhin yaptığı iş, sayılmış ceviz gibi hesaplıdır. Elbet-de fayda verir ve şaşmaz. Bazıları da bu işleri yapar, lar ama bir faydasını göremezler ve kusuru şeyhe yükletirler. Kendiliklerinden bir iş yaparlar, sanırlar ki kendilerine havale edilen işi daha çabuk başarırlar. Halbuki o çabuk başarılacak işi, yüz fersah uzaklaştırmış olurlar. Bir yavaş davranış ve aldırış etmemek, o işin başlangıcında gösterilecek bir ihmal, yüz fırsatın elden gitmesine sebep olur. Çocuk, çocukluk ettiğini bilseydi bunu asla yapmazdı.
Şiir:
Mademki nefsini bilmekte herkes gafil,
Ne olurdu bilseydim kimlerdir cahil!
Şiir:
Diyelim ki, şüpheden kurtuldun en sonunda,
Taptığın şüphe putu yerinde durmaktadır!
Kendini başkalarından üstün gören, bundan hoşlanan kimse, tıpkı, «Ölen filan kadın, teneşirde gülüyordu,» diyen zavallıya benzer. O filan kadının kendisine güldüğüne hükmeder ama bilmez ki orası gülecek yer değildir. Ben sana «Bir emir verdim niçin yapmadın?» diye sordum. Bana dedi ki: «Ben mazeretimi söyledim.» Ben o mazereti kabul etmedim, iki yüzlülük ettim, îçimden gelen bir ses bana diyordu ki, «Benim söylediğim şeyleri yapmış olsaydın ıstıraptan kurtulurdun.» Gerçi biz seni bu âlemde o elemlerden kurtarsaydık hoşuna giderdi. Ama öteki âleme yarın zevk ve neşe ile gitmene nasıl yardım edebilirdik? Herkes orada kendi ıstırabı ile kapıda kalır.
(M. 38) Şeyh, vaiz ederken biri diyordu ki: «Bu ne öğütlerdir? Mimberden bir kaç terane söyler, bir kaç curcuna çalar, ama kendi nefsine hiç öğüt vermez. Niçin kendi çocuklarına bunu anlatmıyor? Böyle yapsaydı onlar da böyle olmazlardı. Hâşâ karısına niçin bir şey söyleyemiyor.» Şeyhlik feragattir. Vaiz da, Hakkın, Hak ehli kişilerin şefaatine işaret etme li. O zaman Şeyhin vaızda söylediği sözler, taşa bile tesir eder. Hekime deseler ki: «Şu hastayı tedavi ediyorsun, ama daha önce niçin ölen babanı ve oğlunu tedavi etmedin?»
Hazreti Muhammed'e (Allah'ın selât ve selâmı üzerine olsun), dediler ki: «Niçin amcan Ebulehebi o sapkınlık zindanından aydınlığa çıkaramadın?» Şöyle buyurdular: «Hastalıklar vardır ki tedavisi mümkün değildir. Hekimin böyle bir hastayla boşuna uğraşması cehalet olur.» Hastalıklar da vardır ki, derman ve tedavi kabul eder. Onu ihmal etmek de merhametsizlik olur.
Çiftçinin biri toprağa birşeyler ekiyordu. Ona,. «Niçin evinin bitişiğindeki yerleri ekmiyorsun?» dediler. «Orası çoraktır, ekin ekilmeye lâyık değildir,» dedi. Benim o sözlerimin de hiç bir ziyanı yoktur, belki faydası vardır. Ama hangi fayda? Bir âlemde ki,, bir zümre ondan mahrum değildir. Nil nehrinin suyu bir gün Kıptiye kan görünürse, bundan Nil suyunun ne suçu var? Davut Peygamberinin tatlı sesi anlamayanın hoşuna gitmez, ona çirkin gelirse, bundan o sesin değerine bir eksiklik gelir mi?
Şiir:
Güneşin ışığına bir zarar gelir mi hiç!
Göremezse ne çıkar kör Yahudinin gözü?
Eğer bugün benim sözlerim hoşuna gitmiyorsa, bu halden sakın, sözlerime saygı göster ki sen de saygı göres:n! îman ve itikattan kendinde bulunduğunu iddia ettiğin şeyleri kuvvetlendirmiş olasın. Kendi görüşüne ve babalarının görüşüne tanıklık etmiş olasın. Önce yapmış olduğun hizmetler, göstermiş olduğun saygılar hep körlüktendi. Başkalarını da yoldan çıka rıyordun; aksine olarak edepsizlik ediyordun. Beni kötülüyor, düşürüyordun. Bu suretle kendini de düşürmüş oldun. Çünkü körlüğüne ve tembelliğine tanıklık etmiş oluyordun ki, düşkünlüğün, alçalmanın netice-.si budur.
Onu niçin bu kadar yükseltiyorlar? Ben şundan korkuyorum ki, bu saatte sen ayrılık eleminden gafil, şefkat gölgesinde hoşça uyumaktasın. Öyle bir hareket yapıyorsun ki, şefkat sona ersin. Sonra da bu hali rüyada görüyorsun, ama Şeyhi görmüyorsun. Çünkü Şeyhi görmek onun isteği olmadan mümkün değildir; ne rüyada, ne de uyanıkken onu göremezsin. Nihayet çürük bir umut kalır sende. Yani bütün umulacak şeylerden uzak kuru bir umut. Nasıl ki bir adam Allah'ın kendisine bir çocuk vermesini umar, çünkü genç bir erkektir; genç bir kadını vardır. Ama sen o umudu bu umutla nasıl karşılaştırabilirsin? Bu ilk zavallının umutsuzluğu, Şeyhin kendisine karşı beslediği şefkatin arkası kesilmesinden ileri gelmiştir. Yazıklar olsun o hastaya ki, işi Yâsin'e kalmıştır. Yani •o Şeyhten, ancak kendisiyle nifak üzere olmasından, ikiyüzlü konuşmasından, yumuşak ve tatlı sözler söylemesinden zevk duyar; bundan hoşlanır. Halbuki, korkunun bu noktada olduğunu bilmez. Ama padişahın hiddet ve şiddetle kendisine sert sözler söylemesinden korkusu yoktur. Eğer böyle sözler söylerse, o Padişahlığa yaraşan bir konuşma tarzıdır.
Şiir:
Aslanın dişlerini açık gördüğün zaman
Sakın gülüyor sanma sana, o korkunç aslandır.
(M. 39) Sen şahlardan ancak onların ikramlarını gördüğün zaman kork. Rüyada bir söz konuşuyorum. :Şeyh, onları birer birer bana anlatıyor. Yine de Şeyhi gerçeklemiyorlar. Ne sözünde, ne işinde ona inanmak istemiyorlar. Sebep açıktır, şefkatin kesilmesidir. Acaba hangi maksatla onu  gerçeklemiyorlar?  O maksadı  bir avcunun içine koysun, Şeyhten umduğu şeyi de öteki avcunun içine. Sonra bir kıyaslama yapsın! Hangisi hangisinden daha değerlidir? Şeyhin zevk dolu bir âlemi vardır.  O daima meşguldür. Müridin son haliyle meşgul olmaz mı? Böyle bir hayat içinde bu uygunluktan, bu şefkatten daha fazla ne yapılabilir? Bu,   tıpkı içlerinden biri bir Mecusî kızına âşık olan  on  sofunun hikâyesine benzer. Âşık, bütün gününü sevgilisinin  çevresinde dolanarak geçirir,  tapınakta, her yerde onu kovalardı. Mecusî kızı bir gün sordu: «Sen benim etrafımda niçin dolaşıyorsun?» Âşık halini anlattı. Sevgilisi dedi ki: «Biz kendi milletimizden başkalarını bir ejderha gibi görürüz, onlardan daima kaçınırız. Benim sana lâyık olacağıma nasıl umutlanabilirsin?»  Âşık çaresiz kaldı. Çarçabuk arkadaşlarının yanına gitti,  onlara veda  edecekti. «Hayırdır inşallah, bu ne hal?» dediler. Derviş hikâyeyi anlattı, «Artık gidiyorum,» dedi. «Bir zünnâr satın alayım, belime bağlıyayım.» Arkadaşlar, hep birden, «Biz de bunu uygun görüyoruz. On tane zünnâr alalım, hepimiz birden belimize bağlayalım. Nihayet bizler ayrı ayn vücutlarda tek bir ruh değil miyiz?» dediler. Mecusî kızı bunları görünce birlikte gelmelerinin sebebini sordu. Bunlar hikâyeyi anlattılar ve dediler ki:  «Bizim aramızda birlik ve beraberlik vardır.» Mecusî kızının gönlüne bir ateş düştü, kendi zünnârını koparıp attı, onlara dedi ki: «Ben o toplumun kuluyum. Çünkü aralarında böyle bir vefa ve bağlantı vardır. Ben bu vefayı hiç bir millette görmedim.» Kızın babası ve yakınları toplandılar, onu kınamaya başladılar. «Sen so filerin büyüsüne kapılarak nasıl kendi dinini yıkıyorsun?» dediler. Kız cevap verdi: «Benim gördüğümü siz de görseydiniz! Nice yüzlerce insan bunların âşığı olmaz mı?»
Her kimin aslında mutluluk varsa öğüt ona cila verir, onu aydınlatır. Her kimde mutsuzluk varsa, öğüt sözleri onu karartır. Aynasındaki pasları artırır. O öyle aynalardandır ki cilâlandıkça pası artar. Ancak onun zannına göre:
Şiir:
Ey can bana bir görün bitmeden son nefesim,
İşimi çabuk bitir, artık kesilsin sesim!
Bir âşık gerektir ki, bu sırrı onunla birlikte öğrenelim. O diyordu ki: «O gün kuyuya bir taş attım. Aksaray yolunun başına, o kervansarayın yanına gittik. Hatırlıyor musun?» «Ben çok iyi hatırlarım. Söylediklerini onlara helâl ettim. Maksat sen idin, benim onlarla ne işim var?»
Misafire iki kere ikram etmek gerek, ikinci defa, gitmek zamanında. Yani bu sonuncu ikram, önce ettiğin ikramın, bundan sonra da sonuna kadar devam edeceğini gösterir. Tövbe edersin ama acaba senin her gün tövbe etmek âdetin var mı?
Kardeşi ahlâksız olan adamın hikâyesi gariptir. Bu adamı her gün kötü bir iş üzerinde yakalarlar, şehrin etrafını dolaştırır, kardeşinin eşeğinin yükünü indirerek onu eşeğe ters bindirirlermiş. Kardeşi nihayet dayanamamış. Bir gün, «Kardeşim, madem ki sen daima bu kötülükte sebat edeceksin artık sana bir eşek satın almak gerektir,» demiş. Şimdi, bizimle büyükler arasındaki fark şudur ki, bizim içimiz ne ise dışımız da odur. Allah bana yabancılarla geçinebilmek için sabır ve tahammül vermiştir. Ama dost ile düşüp kalkmak (M. 40) daha uygun olur. Bir kimse belirli bir yoldan bir 'kazanç elde ederse o yola sıkı sarılır, işinde şaşıran kimsenin de bir ip ucu yakalaması iyi olur. Yani hemen tecrübe edilmiş yolu tutar ve arkadaşlarıyle dürüst geçinir. Yoldaşlarını bilgisiz ve aptal görmez ve öyle bir zanda bulunmaz.
Rebap üstadı Ebubekr, Cuha'nın şöhretini duymuştu. Bir gün her ikisi de birbirlerini gördüler ama tanıyamadılar. Her ikisi de bir adamın eşeğini, elbisesini, kesesini çalmışlardı. Malı çalınan adam, sıkıntısından boynuna bir tabla astı. «Beni soydular!» diye sızlanıyordu. Bu tablayı da çaldılar. Böylece her ikisi de birbirleriyle yoldaş oldular. Sanatlarını karşılıklı olarak birbirlerine gösterdiler. Her ne zaman biri bir elçabukluğu gösterse, öteki de aynı yankesiciliği ve elçabukluğunu gösterir ve arkadaşının hünerine karşı daha üstün gelirdi. Nihayet bir gün biri ötekine sordu: «Yahu sen kimsin? Bu kadar elçabuk-luğıınu nereden öğrendin?» «Ben Cuha'ymı,» dedi. Öteki, «Yaa! O halde doğru söylüyorsun!» Böylece gönül ehli iki derviş yoldaş olurlar. Bunlardan biri ötekine daima saygı gösterir. Çünkü emellerine bu yoldan erişmiştir, öteki onun ne söylediğini bilir ve ona çok cefa eder. Çünkü mutluluk yolunun cefaya dayanmak olduğunu bilir. O mutluluk yolunu Güneş yuvarlağından daha aydın görür ve bilir. Cefadan kaçan insan bir kör gramerciye benzer. Kör gramerci bir gün bir pislik çukuruna düşer. Biri yanına gelir, «Ver elini,» diye seslenir. Bu hitap gramer kurallarına uygun olmadığı için gramerci kızar, «Geç!» der, «Sen bizlerden değilsin.» Başka biri gelir, o da aynı şekilde, «Elini uzat!» der. Gramerci onu da aynı sözlerle savar. Böylece bir sözcükteki gramer bozukluğunu o kadar dik katle gören adam, düştüğü pislik çukurunu göremez. Bütün gece sabaha kadar o berbat yerde çöplükler içinde bekler de kimsenin elini tutmaz. Gündüz olunca biri karşısına çıkar. «Ey Eba Ömer sen pislik içine düşmüşsün!» der. Gramerci, «öyleyse tut şu elimi, sen bizlerdensin,» der. Ama adamın kuvveti yetmez; ötekinin eline yapışınca her ikisi birden çukuru boylarlar. Üçüncü bir adam, o sese kulak verir. «Bu ses filanın sesine benziyor,» der. Hakikatte onun sesini bilmez. Öteki de uyuşma yolunu tutar ama uyuşmanın ne olduğunu bilmez. Nasıl ki yine bir gramerci, şarkıcıdan bir nağme dinler elbisesini parçalar, nağralar atar. Halk etrafına toplanır. Orada bulunan kimselerle beraber kadı bu halden hayret ederler. «Bu adam böyle adamlardan değil,» derler. Zavallı şarkıcı da zanneder ki sesi adamın hoşuna gidiyor. Şarkısını tekrar eder. Gramerci yine nağralar atar, halka işaret eder, «Dinleyin ey Müslümanlar!» der. Halk, «Ona ga-yıp âleminden sesler geliyor, bize onu anlatmak, bizi uyandırmak istiyor,» diye düşünür. Geç vakitlere kadar bu hali seyrederler. Gramerci üstünü başını parçalamış, öteye beriye savurmuş, çırılçıplak bir haldedir. (M. 41) Herkes etrafına toplanır, üzerine sular ve gülsuyu serperler. Biraz sakinleşince, kadı adamın elinden tutar, halvete çeker, ona, «Canım başım hakkı için doğru söylüyorsun. Sana bu aşk ve neşe hali nereden geldi?» der. Adam cevap ver?r: ««Nasıl aklım başımdan gitmez ki! Nuh devrinden, ibrahim Peygamber zamanından Hazreti Muhammed'in kutlu çağına kadar Fi edatı isimleri cer eder, esreyle okunur. Halbuki bu şarkıcı harfi-cerden sonra gelen kelimeyi üstün okudu.» Şimdi, herkes, bozuk bir maksat uğruna bu kadar gayret sarfedeceğine, var kuvvetini ebediyet ülkesini kazanmak uğruna, hakikat yolunda har casa onun zevki ne büyük olur. O kuvvet bir serma> yedir. Nasıl ki bir kimse muhtaç olmadığı bir şeyi satın alırsa sonunda muhtaç olduğu şeyleri satmak zorunda kalır. Birinin gözünde biraz sulanma vardı, toz kaçmıştı. Aman şu gözüme bir ilâç koyun diyordu. Herkes, «Bizim işimiz var, eski pabuçlara pamuk mu tıkayacağız,» diye geçip gidiyorlardı. Ey hoca! O köhne yırtık pabuçları bir zaman hamamda giyerdim, benim dileğim budur. Demiyorlar ki, o dilek aşikârdır. Vaizin biri halka öğüt verirken onlan evlenmeye teşvik ediyor, bu konuda birtakım hadisler de anlatıyordu. Kadınlara da mimberin önüne giderek koca istemeleri için ayrıca teşvikte bulunuyor, hatta evli erkekleri arabuluculuğa, çöpçatanlığa davet ediyor, bu babta hayli hadisler naklediyordu. Kalabalık arasından biri kalktı. «Sofu vaktine bağlı bir insandır, ben garip bir adamım. Bana bir kadın gerektir ki, evleneyim,» dedi. Vaiz yüzünü kadınlar tarafına çevirdi. «Ey avratlar, aranızda bu adamı isteyen var mı?» dedi. «Vardır,» dediler. Kadının biri ayağa kalktı, «Ben varım,» dedi. «O halde ileri yürü buraya gel!» dedi. Kadın mimberin önüne yürüdü. Vaiz, «Şu halde aç yüzünü! Çünkü evlenmeden önce bir kere yüzünü görmek Peygamberin sünnetidir,» dedi. Kadın yüzünü açtı. Vaiz erkeğe dönerek, «Bak yüzüne delikanlı!» dedi. Genç, «Evet gördüm,» dedi. «Nasıl beğendin mi?» diye sordu. «Beğendim!» Vaiz tekrar kadına dönerek, «Ey hatun kişi! Dünyalıktan neyin var?» Kadın cevap verdi: «Bir eşekciğim var, su taşır. Değirmene buğday götürür, odun taşır; ben de ondan aldığım paralarla geçinirim.» Vaiz, «Ama, bu delikanlı kişizade bir gence benziyor. Onurludur. Eşek sürücülüğü yapamaz,» dedi. Tekrar kadınlara döndü: «Daha başka istekli var mı?» «Var!» dediler. O da evvelki gibi ileri yürüdü, yüzünü açtı. Delikanlı, «Beğendim!» dedi. «Pekâlâ senin neyin var?» Kadın, «Bir öküzüm var, kâh su çeker, kâh çift sürer, kâh dolap çevirir; onun kazancıyle geçinirim.» dedi. Vaiz, «Bu delikanlı onurludur, öküz çobanlığı yapmak ona yaraşmaz,» dedi ve devam etti: «Daha başka isteklisi yok mu?» «Var,» dediler. «O halde kendini göstersin.» Üçüncü bir kadın göründü. Vaiz sordu: «Çeyizden neyin var?» «Bir bağım var,» dedi. Vaiz delikanlıya döndü: «Artık bunlardan birini seçmek sana düşer,» dedi. «Hangisi daha uygun ise onu kabul et.» Delikanlı kulağının dibini kaşımaya başladı. Vaiz, «Ama, çabuk kararını ver, hangisini istiyorsun?» dedi. Delikanlı şu cevabı verdi: «Hocam ben istiyorum ki eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ yolunu tutayım.» «Evet doğru ama, sen de o kadar nazenin bir şey değilsin ki, her üçünü birden kafese koyasın!» dedi vaiz.
Hak yolunun yolcusu bir sofî yıllarca çileler doldurur, şeyhine ve başkalarına hizmet eder. Fakat umut bulutunun yağış vakti henüz gelmemiştir.
Şiir:
Her işin belirli vakti gelip çalmadıkça,
Dostların sana yâr olmasından bir fayda göremezsin!
İhtiyarlık ve umutsuzluk günleri gelip çattıktan sonra, bir gün mezarlıktan (M. 42 )dışarı çıkmıştı. Eski umutlarını hatırladı ve çok ağladı. Başının altına bir kerpiç koyarak uykuya daldı. O uykuda sofinin işi tamam olmuş, muradına ermişti. Hemen kalktı kerpici Öptü, başına koydu, onu her nereye gitse daima beraberinde taşımaya başladı. Misafirlikte, mescitte, ayakyolunda, hamamda, kırda, semâ âyininde, pazarda, hulâsa her yerde yanından ayırmadı. O lâtif ve arık derviş bütün gün o kerpici saklardı. Sordular: «Bunu niçin bir köşeye bırakmıyor, yanında saklıyorsun?» Sofî şu cevabı verdi: «Bu mezarda da benimle beraber kalacak. Çünkü ben bir şey kaybetmiştim. Yıllar yılı umutsuz kalmış, beklemiştim. Tekrar umutlarıma kavuşmuş, fakat tekrar umutsuzluğa uğramış ve böylece yüzlerce binlerce bu kararsızlık içinde çırpınmıştım. Bir gün başımı bu kerpiç üstüne koydum ve beklediğimi buldum. Nasıl ki Hazreti Peygamber, «Her kimin kendisine uğur getiren bir şeyi varsa onu yanından ayırmasın» buyurmuştur. Her ne kadar, «Beni ara sıra ziyaret et ki, sevgi artsın,» anlamında bir hadis daha vardır. Ama biliyoruz ki, bu hadis Eba hüreyre hakkında ve onun gibiler için buyurulmuştur. Çünkü bunlar Peygamberin sohbetinde edep dışına çıkmışlar, onların nazarları Hazreti Peygamberi bıktıracak bir hale gelmişti. Ama bu hadisi bilhassa Hazreti Ebubekr hakkında buyurmadılar. Çünkü onu gazalarda bile yanından ayırmak istemezler, onun gazayla meşgul olmasını arzu buyurmazlardı. Bir gün bir harp sırasında, kâfirler tarafından bir cenkçi pehlivan meydana atıldı. Müslümanlar ona karşı çıkmak istemediler. Hiç kimse buna cesaret edemiyordu. Sordular: «Sebep nedir? Âyette buyurulduğu gibi, sağlam duvarlara benzeyen îslâm fedaileri, serdengeçtiler, ölümü dileyenler nerede kaldı? Şairlerin kafiyeyi, hastanın ilâcı, mahpusun hürriyeti ve mektep çocuklarının tatil gününü aradığı gibi şerefli ölümü arayan o fedailer nerede? Bu korku ve çekingenliğin sebebi nedir? Bunlar kimden çekiniyorlar?» Cevap verdiler: «Bu can korkusundan değil, ancak meydana fırlayan o pehlivan, Ebubekr'in gözbebeği oğludur. Müslüman gaziler onun karşısına çıkmaktan utanç duyuyorlar da ondan.» Bu söz Ebubekr'in kulağına vardığı sırada o, Hazreti Muhammed'le taht üzerinde birlikte oturuyorlardı. Uzaktaki gürültünün sebebini sordular. «Senin oğlun hamle etmiştir,» dediler. Ebubekr, derhal yerinden fırladı meydana doğru yürüdü. Oğlu babasının yüzünü görünce hemen geri çekildi. Hazreti Ebubekr de geri döndü. Hazreti Peygamber mübarek ellerini Ebubekr'in omuzuna koydular ve buyurdular ki: «Ya Sıddık! Nefsini bizim için sakla!» Yani, senin nefsinin sana göre değeri yok ama bizim için büyük bir kıymeti vardır. Onu sen biz'm için koru. Sen hiç harbe girme, gazada dışarı çıkma, bizim sahbeti-mizden ayrılma. Hazreti Peygamber nasıl olur da Ebubekr'e «Beni arasıra ziyaret et,» der? Gaza, öteki müminler hakkında farzdır ama Ebubekr hakkında günahtır. Ebrar için iyilik sayılan ameller, mukarrebin yani Allah'a yakın erenler için günah sayılır. Kale, bir âsinin eline geçince onu harap etmek vacip olur. Yıkanlara da kaftan giydirmek gerekir. O kaleyi onarmak ( o sırada) hıyanet ve günah olur. Fakat kale, âsiden alınıp da Padişahın bayrakları gelince, artık kaleyi yıkmak ve harap etmek için sebep kalmaz. O zaman böyle bir hareket hıyanet olur, hatta kaleyi yeni baştan onarmak farz olur; bir nevi ibadet ve vatan hizmeti olur,
Şiir:
Zabitliğin düzeni, teşbih ile, din ile, mabetledir.
Zünnâr, küfür ve meyhane de aşkın sağlamlığını gösterir.
İman küfür, küfür de iman olmadıkça,
Hakkın bir kulu, hakkıyle müslüman  olamaz.
(M. 43) Söz ustalarının yanında, söz söylemek edebe uygun değildir. Ancak belirli bir düşünceyi anlatmak için olursa bir şey denemez. Nasıl ki parayı sarrafa götürürler, «Kalp akça varsa onlan ayır,» derler. Ama eğer sarraf âşık ise, konuşanın dostu veya müridi ise, (dostun çirkinlikleri güzel göründüğü için) kalp parası geçer akçe gibi gelir. «Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur,» derler. İşte dost da, konuşanın tatlı sözlerine âşık olur. Buna cevap olarak deriz ki: Bütün âşıklar böyle olmaz, her âşık çirkini güzel görmez. Âşıklar vardır ki, her şeyi olduğu gibi görürler. Çünkü onlar hakkın nuru ile görürler. Nasıl ki, «Müminler Allahın nuru ile bakarlar,» buyurulmuştur. O mutlu âşıklar asla başka âşıkları kınamazlar. Nasıl ki Hazreti İbrahim, «Ben, batan, kaybolan şeyleri sevmiyorum,» demişti.
Şiir:
Gelip  geçici   güzelliklere  erenlerin gönül  bağlaması imkânsızdır.
Âlemde görünen her bozukluk, hep halkın biribiri-ni taklit etmek suretiyle inanmasından, yahut taklit ile inkâr etmesinden doğar. Bir azize bir elem erişir. Bilmezler ki, o ancak taklit yoluyla aziz olmuştur. Onu takdir etmekle bir an için pek hararetli, diğer bir anda da pek soğuktur.
Mısra:
Taklit ehlini müslüman saymak nasıl olur?
Ona nasıl olur da bir elem ve ıstırap erişir? O kendi nefsinde azizin azizidir. Âlemin viran olmasına sebep olur. Nasıl ki Kuran'da «Rablerinin Peygamberine isyan ettiklerinden, onları şiddetli azap ile alıp helak etti,» (Elhâkka sûresi, 10) buyurulmuştur. Bu iyi ama şu da var ki bir kimse önce inanmış olsa bile taklit onu şüphe perdesine götürür. Nihayet perdeyi kaldırır, O itikattan vaz geçinceye kadar kalkan perdeler çoğalır ve o itikadı öldürür. Ama onun niçin öl düğünü açık söylemez ki, halkın kendi hakkındaki zannı değişmesin. Onun yeterliğine karşı beslediği güven eksilmesin. Dedi ki: «Eğer bunu açıklamazsa bu, halkı sapkınlığa düşürmek olur.» Yine dedi ki: «Nasıl açıklayabilir; onun kendine güveni kalmamıştır, îhlas ehli odur ki, itikadımı öldürdüm diye işi açıklasa da bunu yorumlar, açıklamasa da.»
Dervişin biri şöyle dedi: «Görüyorsun ki, geçen geçti. Mademki mecliste söze başlıyorsun bu ne gevelemektir? Görüyorsun ki salah, dürüstlük ancak senin dışındadır, içinde değil; yoksa benim dostum olurdun. Eğer bu makama baş koysaydın. Bu makam Öyle bir Allah erinin makamıdır ki, onun milleti ve onun yolu bütün milletlerin ve yolların en iyisidir.»
Yahudiye sorsan ki: «Hıristiyan mı iyidir, yoksa Müslüman mı?» Muhakkak, «Müslüman iyidir,» der. Bu soruyu Hırıstiyana da sorsan o da aynı cevabı verir. Bunları öğrenmek şu sebeple gerekir ki, senin doğru inançlı millet hakkındaki itikadını artırır. Bu da onun için iyi bir talihtir. Kuran'da «Herkes su içeceği yeri bildi,» (Bakara sûresi, 60) Duyurulmuştur.
Şiir:
Dosta erişmek için durmadan koşuyorum,
Ömrüm sona yaklaştı ben hâlâ uykudayım.
Diyelim ki kavuştum nihayet sevgiliye
Ya o geçen günleri ben nerede bulayım?
Hakka giden yol şu iki ihtimalin dışında değildir: Bu da, ya iç âlemini geliştirmek yoludur ki, nebilerle velîler bu yoldan yürümüşlerdir. Yahut da ilim tahsili yoludur. Bu yol da mücahade ve tasfiye yolu yani cehaletle savaş, kötülüklerden içini temizleme yoludur. Bu iki yoldan geri kalanların yeri cehennemden başka neresi olabilir?
Kuran'da, «Sizin yaratılmanız, tekrar dirilmeniz, bir nefsi yaratmak ve diri kılmak gibidir. Allah işitir ve görür,» (Lokman sûresi, 28) buyuruluyor. Bu nüktenin benzeri, hadislerde de var: «Müminler tek bir vücut gibidir,» buyurulmuştur.
Peygamberlerin, ümmetleri hak yoluna çağırmaları, onlara karşı, «Ey yabancı kişi! Surette sen benden bir parçasın, bundan niçin haberin yok? (M. 44) Ey parça gel, bütünden habersiz yaşama! Bunu anla ve bana yaklaş, benimle tanış,» demektir. Ama onlar derler ki: «Hayır, kendimi öldürürüm de yine sana yaklaşmam, seninle kaynaşmam.» Hülâsa o açık halvetlerde ne kadar ileri gitse hayâl gücü de o kadar artar bir çok hayâller görür, ileride oturur. Bu uyarlık yolunda ne kadar ileri giderlerse hakikat hakikat üstüne, tecelli tecelli üstüne gelir. Sordular: «Televvün (değişiklik) bu mudur ki, bir saat ibadetle meşgulüz, bir saat de yiyip içmekle? O, nefsin riyazatıdır. Bu da nefsin terbiyesi.» «Hayır, bu nebiler ve velîler içindir,» dedi. Kalktı ve dedi ki: «Nebiler ve velîler yemek yerken de ibadet halinde ruhlarını terbiye ederler. Nefislerini değil. Nasıl ki, cenkte geri çekilmek ileri atılmak içindir, derler. Bunda bir uygunsuzluk yoktur. Sen kendini onların kötülükleri hakkında bir zanna kaptırma! Çünkü onlarda kötülük olsaydı işte ve ibadette, hal ve keşif hususunda bir fenalıkları görülürdü. İnsaf et ki insaf seni bir mertebeye eriştirsin. Sağlığı korumak, sağlık aramaktan; günahtan korunmak da tövbe istemekten daha kolaydır.»
Bir hastalığa tutulduğun zaman hele perhizi ter-kettikten sonra sabır yolunu tutarsın. «Niçin bu kadarcık sabretmedim?» diye kendi kendine söylenirsin. O, zaman bu kadarcık sabrın neye yarar? «Bizim için sefer etmek gerekmez,» diyebilirsen bu kendi işin ve kendi maslahatın içindir, îş bu yaptığımız yolculuk meselesine varınca hoş olur. Çünkü ben sana bu yolculuğu buyurmak niyetinde değildim. Bunu kendi kendime yapayım, sizin işinizi yoluna koymak için yola çıkayım, dedim. Çünkü ayrılık ayrılık içinde pişer, yani denilebilir ki, o kadar emirler, nehiyler ne oluyor? Niçin yapmadım, bu ayrılık meşakkati karşısında o kolay şeyi niçin düşünmedim? Söylediğim sözlerde nifak, ikiyüzlülük yapıyordum. Her iki tarafın da hatırlarını koruyor, muamma söylüyordum. Halbuki açık konuşmak gerektir. Bu işin ne değeri var. Ben senin işin için elli sefer yolculuk yapayım. Yapacağım yolculuklar da sırf senin işini yoluna koymak içindir. Yoksa benim için ne fark var? Rum ülkesinden Şam'a gideyim, yahut Kabe'de veya istanbul'da olayım, aynı şeydir. Ancak şu vardır ki, ayrılık insanı pişirir, düzeltir. Bu gün düzelmiş ve pişmiş olarak kavuşmak mı daha iyidir, yoksa hep ayrılıktan pişmek mi? Kavuşma halinde pişmiş olan kimse, gözünü nereye açar? Her yerde dışarda kalan kimse, artık perdeye nasıl yol bulabilir? O daima perde içinde oturanlara benzer mi? Söylediğin şeylerden âşığın tarifini ve şahitliğini dinlemezler. Çünkü, aşkın özelliği şuradadır id, ona karşı ayıplar hüner gibi görünür. Sevenin gözü kör, kulağı sağır olur, derler. Bu mümkün müdür ki, insan hem âşık olsun hem de onda görüş ve ayırma kuvveti yerinde kalsın? Dediler ki: «Biz aşktan bunu istemiyoruz ki insan tamamiyle kendinden geçmiş ve mağlup düşmüş olsun.» Ben de dedim ki: «îmkâna karşı durmak mümkün değildir. Bu meselede metotcula-rın fikirlerini söyleyeyim ki, bunlar, iki kaziye ve üç bölümdür. Biri vacip'tir ki, hakkın kendi âlemi ve sıfatlarıdır, ikincisi muhal, yani imkânsızlıktır, iki zıddın birleşememesi gibi. Üçüncüsü caiz, yani olanak halidir ki her iki tarafa yönelebilir'. Olabilir de, olamaz da. Bu üçüncü bölüme giren herkes, kurtuluşa erer. Nasıl ki, Âdem'in dışarı atıldığı cennet, yükseklerde bir ormanın başında ve yerin üzerindeydi. Ama bu cennet, müminlere vâdolunan ve feleklerin en yüksek noktasından nişan veren cennet değildir.
Ona dedim ki: «Sen bana hep felsefeden bahsettiğimi söylüyorsun. Bir kere felsefeye başlayan sensin.» Köylünün biri tarlada çift sürüyordu. Çift demiri bir engele takıldı. Öküzler yürümeye imkân bulamayınca köylü öküzü dövmeye başladı. Ama yürütmek mümkün olmadı, öküzler yüzükoyun düştüler, övendi-re yarasından perişan bir hale geldiler. Çiftçi demirin takıldığı yeri bir daha yokladı, bir kaç taş çıkarınca demiri gördü. Meğer büyük bir güğümün kulpuna takılmış. Demirin ucunu yakaladı, ama bir türlü yerinden çıkaramadı. Her ne kadar onu yerinden kaldırmak ve kımıldatmak istediyse de bunu bir türlü başaramadı. Adama dedim ki: «Madem ki demiri yerinden çıkaramıyorsun bari bir yolunu bul da başını kopar!» Her ne kadar çabaladı ise de bir şey yapmak mümkün olamadı. «Acaba bu bir çapul mudur? içinde gümüş para saklı bir define midir?» diye söyleniyordu. Ama adamın hayali altın tarafına hiç işlemiyordu. Çünkü köylü idi. Nihayet demiri kopardı: Güğümün içi altın dolu idi. Bir avuç para çıkardı. Sevinçle avucunda tutarak baktı: «Vallah ki altındır,» dedi.
Köylü o zamana kadar düşüncesiz, gamsız bir adamdı. Çiftini sürüyor, bir iş yapıyordu. Ama o saatten sonra âlemin hayalleri, sevdalan başına toplandı. Nasıl edeyim de bu işi başarayım diye düşünmeye başladı. Filân yere mi yoksa doğruca Padişaha mı götüreyim diye bir takım kuruntularla uğraşırken, o sırada, uzakta pek sıkıntılı bir halde avdan dönmekte olan Padişahı gördü; paraları teslim etmek için bağırmaya başladı. Bu sesi işiten iki çavuş koşarak geldikleri sırada köylü, önce verdiği karardan pişman olmuştu. Adamlar, «Bizi niçin çağırdın?» diye sordular. «Bari bir su ver de içelim!» dediler. Köylü, «Şehrin, yolunu sormak için çağırdım sizi,» dedi. Çünkü onlar gelinceye kadar evvelki fikrinden vaz geçmişti. Sıkıntısını onlara açıklayamamıştı. Adamlar gülerek, «Şehrin yolunu bizden mi soruyorsun? îşte şehrin yolu şu taraftadır,» dediler. Yolu işaret ettikten sonra geçip gittiler. Çavuşlar uzaklaşınca köylü yine pişman oldu. Bu sefer gerçekten bir daha çağırdı. Çavuşlar, «Ne istiyorsun?» diye tekrar geldiler. Fakat köylü yine pişman olmuştu. «Göstermiş olduğunuz şehir yolunu unuttum da tekrar sorayım dedim; bu tarafta mı, yoksa şu tarafta mı?» dedi.
Çavuşlardan biri köylüyü dövmek istedi, öteki elini tuttu. Tekrar dönerek Padişahın yanına gittiler, oturdular. Fakat birbirlerine bakarak gülüyorlardı. Köylünün saçma sözlerinden bir şey anlayamamışlardı. Halbuki Padişah, çok öfkeliydi. Çavuşların her ikisinin de öldürülmesini emretti. İçlerinden çok yumuşak huylu biri Padişahtan aman diledi: «Ey cihan şahı! Bir kere ferman buyur ki bu gülüşmemizin sebebini sorsunlar. Allah aşkına bizi dinleyin!» dedi. Hikâyeyi olduğu gibi anlattılar. Padişah, «Eğer doğru ise gidin köylüyü buraya getirin,» dedi. Çavuşlar koştular, köylü bunları görünce korktu. «Yallah bunlar bana doğru geliyorlar,» dedi. Çavuşlar, «Haydi! Padişah seni istiyor,» dediler. Köylü kendi kendine, «Yahu, parasız olursun bir dert, paralı olursun bir dert. Ama altına kavuşup da derdin olmak daha iyi!» dedi. Bence parasız dert daha iyidir, çünkü can korkusu yoktur. Bu söz bir hikâyeden meydana çıktı. Bu insanlarla şakadan konuşmak, ciddî konuşmaktan daha uygun olur. Gerçi büyüklüğü belli olan kimsenin kendine göre bir âlemi ve bir veliliği vardır.
Şiir:
Dürüstlük bir şehirdir, ben de o şehrin sultanıyım,
Onda kendim yaşayayım, kendim öleyim, kendim korunayım.
(M. 46) Böyle bir adam şaka yaparsa bildiklere onun şakasından bir heybet gelir. Ama ciddî sözden o kadar heybet gelmez. Şüphe yok ki şakada o derece sertlik ve korkutma olmazsa daha hoş olur.
Bir köylü ile alaya başladılar, adamı çırıl çıplak soydular ki, elbisesini satsınlar. Onu ahmak yerine koyarak, çamaşırlarını ortaya attılar. Fütüvvet ehli büyüklerden her birinin, Âdem Peygambere varıncaya kadar fütüvvetleri nasıl oldu? diye sordular. Fütüvvet, Âdeme gelince nasıl oldu? ibrahim'e gelince nasıl oldu? Müminler ulusu Ali'ye gelince nasıl oldu? Her biri kendi ölçüsünde bir şey söyledi. Sıra bana gelince ne kadar ısrar ettilerse bir şey söylemedim. Söylemiyordum. Orada bir derviş vardı, başını önüne eğdi, hiç konuşmuyordu, içimden onunla konuşmak arzusu geldi bana. Dedim ki: cÂdemoğlu gerektir ki ömründe bir kere bir günah işlesin ve bütün ömrü boyunca onun pişmanlığını çeksin. Babasının geleneğine uyarak, Allahdan mağfiret dilesin. Babasına benzeyen zulmetmez,» dedim ve Âdem'in günahını ve onun özür dileyerek tövbe etmesini anlattım. Bana sordular: «İnnâ Fetahnâ' sûresinin indirilmesindeki sebep ne idi?» Dedim ki: «'Benimle ve sizinle ne yapacaklarını bilemem,' anlamındaki âyet indiği vakit onlar bu âyetin zahir mânasından başka bir mânası daha olduğunu anlayamadılar. Şu suretle söylenmeye baş laddar. Dediler ki: «Yüzünüzü öyle birine çevirin ki o kendisinin ve kavminin ne işe yaradığını bilmiş olsun. İşte bunun üzerine Fetih sûresi indirildi.» Tekrar sordular: «Bu onlara nasıl bir cevap oldu?» «Sözün gelişi böyle olur,» dedim. Sözü geçen âyetteki 'bilmiyorum' sözünde cehalet veya şaşkınlık yoktur. Belki şu mânaya gelir: Acaba bana Padişah ne kaftan giydirecek veya hangi mülkü bağışlayacak? Bir daha sordular: «Bu sözde de yine bir şüphemiz var,» dediler1. «Onun gibi bir zatın kendisine nasıl bir hilat giydirileceğim bilememesi bir noksan değil mi? Mademki ona bazı kaftanlar, ihsanlar verilmiştir kalanını nasıl olur da bilemez? Çünkü az çoğu gösterir.» «Bu, bilgisizlik değildir,» dedim. Belki, o ihsanın büyüklüğünü ve sonsuzluğunu belirtmek içindir. Nasıl ki başka bir yerde de, «Bilir misin? Geçit nedir?» (Beled sûresi, 12) ve ayrıca, «Bilir misin din günü (Kıyamet günü) nedir?» buyurulmuştur. Bu sözün hakikati onlara erişmez, ancak mânası erişir ki onların renkleri başkalaş-sm. İnsanın değişmesinde bir sebep vardır. Her ne zaman onlara anlatmak için sözü tekrarlasan, hakkında kötü düşünürler. «Sermayesizlikten, sözlerini tekrarlar durur,» dediler. Onlara dedim ki: «Bu ancak sizin sermayesizliğinizdendir yoksa benim sözlerim çok iyidir, ama size anlatmak zordur. Yüz kere de söylesem her defasında başka bir mânâ anlaşılır ve o asıl mânâ böylece el değmemiş bir mânâ olur.» îşte bu diyordu ki: «Söz meydanı çok geniştir.» Ona cevap vermek istedim ve dedim ki: «Belki mânâ alanı çok geniştir ama söz alanı çok dardır.» Onunla ancak nifak yönünden konuşuyorum. Şu sebeple ki, nifakı da bilmediğini anlasın! Ona, «Bu sözü başka bir kulakla dinle,» dedim. «Şeyhlerin sözlerini işitmiş olan kulakla dinleme! Bu sözün konuşulduğu yerde Bayezid-i Bistamî'nin ve onun, 'Kendimi takdis ederim, sânım ne yücedir!' gibi sözlerinin ne yeri var?»
(M. 47) Müslümanın biri bir gâvur kızına gönül verdi; yalvardı yakardı. Gâvur kızı, «Ben kâfirim, sen müslümansın, bu olmaz; benim dinime gir,» dedi. Adam gâvur oldu bundan sonra ona kâfir yahut Müslüman kâfir dediler. Bunun tersine olarak bir kâfir de, ay gibi güzel bir müslüman kızına âşık olmuştu. Kız, «Eğer benimle evlenmek istersen Müslüman ol,» dedi. Adam Müslüman oldu. Ona her kim, «Müslüman değildir,» derse kâfir olur, yani ona, «Bu kâfirdir,» diyen kâfir olur. Ondan niçin bahseder?
Bu gün dünya, güzel bir dilberdir. Kâfir, Allah'ı görünce âşık oldu, Müslüman oldu, ahiret oldu. Şeytanını, Müslüman etti. «Hayırlı mal hayırlı insana yaraşır,» sözü gerçeklendi. Nefis, yavaş yavaş müslüman olayım, der; artık iyi insan olayım, der. Bu, çilenin ve arıklık yolu aramanın tam kendisidir. O arıklaş-mıştır, başka çaresi yoktur, artık yaltaklanmaya başlamıştır. Nasıl ki hadisde Nefsi Mutmainne'nin yani ha-kikata kanmış olan nefsin Nefsi Levvame'den yani kendini kınayan nefisten daha hayırlı ve daha aziz olduğu buyurulmuştur. Şu halde Allah, niçin Nefsi Lev-vame üzerine yemin ediyor? Ve «Kendini ayıplayan nefisle yemin ederim,» (Beled sûresi, 2) buyuruyor da daha yüce olan Nefsi Mutmainne ile ant içmiyor? Onu bahis konusu etmek istemiyor, son derece gizli tutuyor. Nasıl ki, biri şöyle der: «Ey şah ayağının toprağı hakkı için!» Eğer onun cam aziz ise başka bir cevap söylenir. Nasıl ki şu, «Allah dilediğini rahmetine idhal eder, zalimlere de elemli azap hazırlamıştır,» (Dehir sûresi, 31) anlamındaki âyetin tefsirinde, o Şeyh, Tebriz'de diyordu ki: «Bunu cenazenin önünde ne diye söylerler?
“Ben ölmeyen o diri Allahı kutlarım. Onlar zannederler ki yüce Allah adına söylüyorlar. Halbuki Allah öyle bir ulu Allahtır ki, onun adını ölümle birlikte anarlar ve ölüye hitap ederler.” Yani öyle diri yaşayın ve öyle diri ölün ki, bir daha ölmeyesiniz! Gün ışığı parladığı zaman aramızı birleştirir. Hangi nimet vardır ki, zamane onu bulandırmasın? Şeyh diyordu ki: «Müslümanlık gerektir Müslümanlık!» Halbuki kendisinin hiç de Müslümanlıktan haberi yoktu. Müslümanlığın dış yüzünü bile bilmiyordu. Diyorlar ki: Filânın sözü serttir. Bir ay, iki ay, arka arkaya onun sözlerini dinlerler ama bir koku alamazlar. Hele bir takım başı boş sözler' de söyler o. Allah bana öyle büyük bir şey vermiştir, yahut Allahtan öyle büyük bir şey bulmuşum ki, bunu bilmiyorlar. Ne önce gelenler, ne de sonuncular bunu anlayabildiler. Halbuki biz diyoruz ki, Allah bize pek az bir şey vermiştir. Buna delil de gösteriyoruz. O, Mevlânâ'ya diyor ki: «Ben, seni seviyorum; başkalarını da senin hatırın için seviyorum.» Buna, Mecnun'un şu şiirini tanık getiriyor:
Şiir:
Onu sevdiğim için bütün  karaları seviyorum,
Onun sevgisi ile kara köpekleri bile seviyorum.
Bunu, Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'den başkaları için mi söylüyorsun? Eğer beni onun için seviyorsan çok iyi olur, benim de hoşuma gider. Onu benim için seviyorsan, niçin, «Sevilenlerin yanında sevilmeyenler de hoşa gider,» diyorsun? Bu böyledir. Sevgili razı olduktan sonra başkalarını da onunla birlikte severler'. (M. 48) Dedi ki: Dervişin birisinin bir hırkası vardı. Bu hırka kendisiyle konuşurdu. O da, hırkasıy-la meşveretlerde bulunur, ona sorular sorardı. O, Allah'ın ilâhî kanunudur, dilerse insandan başkalarını da konuşturur. Peygamberlerin mucizeleri tevatürle sabit olmuştur. Şimdi, sen ki insan oğlusun, nasıl olur da sen de konuşmazsın? Dile gelmezsin? Ancak bütün sözlerin, bazı kocakarı hikâyeleri; Arap şiirleri! Hep bu! Şimdi kendi sözlerin nerede?
«Bu, fakirlik icabıdır,» dedi. Fakirden üstün bir şeyh vardır, şeyhten üstün, kutup, kutuptan önce de falan şey. Şunları söylemek istedim: «Sen, bu fakirlikten hiç kimseye bir şey anlattın mı? Bu fakirlik mertebesi için o gafil şeyhlerden bir haber getirdin mi? Dünyanın en büyüğü, âlemin ve Âdem'in ulusu Cenabı Peygamber, 'Âdem ve başkaları benim sancağımın ardından yürürler, ben Arap ve Acemin en düzgün konuşan insanı olmakla iftihar ederim; fakirlik mertebesinin benim için bir öğünç vesilesi olması ile de öğünürüm;' buyurmuştur. Sen bu fakirlik mertebesinden ne bekliyorsun ki, onu bir şeyhden daha geri bir sıraya atıyorsun?» Ama hiç bir şey söylemedim, onun cevabı da sadece susmak oldu. Sonra dedi ki: «Eğer onlar diken gibi oldularsa içlerini ateşlemek lâzımdır.» «Nuh'a mı uyacaksın, yoksa Mustafa'ya mı?» dedim. Çünkü Nuh Peygamber, «Yarabbi, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma!» (Nuh sûresi, 26) diye yalvardı. Hazreti Mustafa (S.A.) ise, «Allahım ümmetimi doğru yola yönelt! Çünkü onlar bilmezler,» buyurdu. Bu çile dolduranlar Musa'ya uyanlardır. Çünkü onlar Hazreti Huhammed'e uymaktan bir zevk duymazlar. Hâşâ, belki de Muhammed'e uymayı şart bilmezler ise Musa'ya uymaktan da pek az zevk duyarlar ve onun yolunu tutarlar. Diyorsun ki: «Veli tek bir insandır, daima onların nazarı dünyayadır.» Yani onunla herkes beraber yürür, önünde ardında dolaşırlar. Nasıl ki, bazıları Padişahın kapısını hor görürler, ona bayağı bir süvari gözüyle bakarlar. Ama ases başının makamını daha yüce sayarlar.  Çünkü  önünde, arkasında değnekçileri vardır.
Mevlânâ Şemseddin-i Tebrizî'nin (Allah Bereketini Ebedî Kılsın) 642 Senesi Cemaziyel - Ahir Ayının Yirmi Altıncı Pazar Günü Sabahı Konya'ya Gelişi
Önce, kendi kendine kararlaştırmış olduğun bir fikirden biraz ayrılırsan, bu senin daima kararlarından döneklik ettiğini göstermez. Biri, karanlık bir gecede kalabalık bir yerden dışarı çıkmak ister; ayağına bir başkasının pabucu geçer ve bu pabucun bir tarafı yırtılır. Şimdi onun yanlışlıkla bulduğu pabucu giyip gitmesi gerekmez. Burada, özür dilemek gerçektir. Çünkü karanlık vardır. Ama herkesin de böyle bir zamanda kendi pabucunu koruması lâzımdır. Nasıl ki, köylüler dürüst insanlardır. Sofuların âdetleri gereğince herkes kendi yemeğini ayrı yer. Yemek yerken aralarında bir haksızlık olmasın, sıkılganlık yüzünden kimse aç kalmasın diye, hep teker teker" yerler.
Bir gün, bir yolculuk sırasında yemek vakti gelmişti. Herkes kendi azığının başına oturup yemeye başladı. Bu arada ansızın bir Türk atlısı çıkageldi. Türkler cesur, konusever ve 'kaynaşık insanlardır. Bunlara sordu: «Niçin ayrı ayrı yiyorsunuz? Niçin ekmeklerinizi beraberce toplu bir halde yemiyorsunuz?» Adamlar, «Bizim köyümüzün eski âdeti böyledir,» dediler. Atlı kamçısını kaldırdı, «Şimdi o âdeti koyanın da canını yakarım, onu kabul edenin de! Çarçabuk yemeklerinizi toparlayın, birlikte yiyin,» dedi. Yolcular korkularından onun dediği gibi yaptılar, yola düştüler. Köyün ihtiyarı onların diliyle, «Eğer ekmeklerinizi birlikte yedinizse, Allah kendi ekmeğim seçip yiyeni af etsin, ötekileri değil!» diyordu.
Bir zümre vardır M, seci'li, kafiyeli sözlere değer verirler. Hep öyle konuşurlar. Bir zümre, hep şiir söylerler. Bir başkası da daima nesir söyler. Bunlardan her biri kelâm'ın bir parçasını, bir dalım seçerler. Allah kelâmı ise küllî'dir, bütündür. Elini bütüne uzat ki, bütün parçalar senin olsun. Daha başka bir şey isteyip de parçaya uzanma ki, o zaman bütünün elden gitmesi tehlikesi vardır.
(M. 49) Birinin evinin kapısında, bir ağaç peydan oldu, serpildi. Gerektir ki, ev sahibi ağacın tamamını korusun; bütün dalları da onun olsun, gövdesi de. Ama eğer elini tek bir dala atarsa, ağacın gövdesi artık elden çıkar; o dalın kırılmasında tehlike vardır. Dal elden giderse kök de gider.
Dedi ki: İblis'in mânası hadis yani sonradan meydana gelmiş değildir. Her ne kadar İblis'in sureti hadis ise de, manası kadîm'dir. O dedi ki: «Bu küfürdür.» Öteki, «Hayır, küfür değil bilâkis îslâmdır. Çünkü ben, İblis'in mânası kadim'dir sözü üzerine ne söyleyebilirim? Şunu demek istiyorum ki, İblis'in varlığı ilâhî bilgide mevcuttu.» dedi. O dedi ki: «Hayır, ilâhî ilimde senin vücudun da mevcut değildi. İlâhî bilgide ancak onun bir gün var olacağı malûm idi. Her halde İblis'in mânası, onun yaratılmasından daha önce; onun suretinden evvel var idi.» Nasıl ki, Âdem oğullarının ruhları da onların suretlerinden önce yaratılmıştır. Ruhlar toplanmış ordulardır. Allah ruhlara hitaben, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» (Araf sûresi, 172) diye buyurdu. Onlar da, «Evet, Rabbimiz-sin,» dediler. Bu macera henüz ruhların birer kalıba girmelerinden önce idi. Şimdi Hazreti Mustafa (S.A.) ne buyuruyor? «İblis, âdemoğullarının damlarlarında dolaşır, damar içinde dolanan kan gibidir,» diyor. İblis sureti diye yaptıkları o çirkin resim, insanın damar larında nasıl dolaşır? İblis'in insanoğlunun damarına girmesi reva değildir. O, dervişin sözüne göre gelmez. Ama nihayet, konuşan derviş değildir. Bu mahvolmuş bir derviştir. Söz öte baştan geliyor. Nasıl ki keçi derisini tulum (gayda) yaparsın, ağzına koyar üflersin, ondan çıkan her ses artık senin sesindir; keçi sesi değildir. Gerçi keçi derisinden çıkar ama, burada keçi aradan çıkmış, fâni olmuştur. Keçiden çıkardığın sesin mânası da fâni olmuştur. Böylece o deriyi davul da yaparsın. Davul da çalarsın ondan; yine bir sos çıkar. Halbuki, hayvan sağken bu deriye vursaydın ondan ancak keçi sesi duyardın.
Beyit:
Bunu ancak akıllı kişi bilir,
Bu sesten o sese kadar kaç yıl geçmiştir?
Bu misâl zaruret yönünden söylendi. Çünkü kemâle ermiş olan derviş, Hakkın dilinden konuşur. Bugün derviş sözüne nasıl itiraz olunur. O dedi ki: «Soruyu işitmemek ve sorudan üzüntü duymak eksiklik olur.» Ona dedim ki: «Tam bir anlayışa sahip olan kimse bilir ki, bu kemâle, Allah yönünden eksiklik gelmez. Eksiklik onun sabırsızlığından ileri gelir.» Nihayet, bu 'lenterâni!' (Beni göremeyeceksin!) teranesi, Musa'nın sabırsızlığından ileri geldi. Biraz daha ağır ve sabırlı davransaydı, hem sorusuna cevap alırdı, hem de cevap veren bulurdu. Cevabı dinlemesen ve gelmezse mânâ kime gelir? Sabır dinleyene kuvvet verir. Senin bilgine başka bir bilgi daha yardım eder ki, şimdiye kadar her zor soruya karşı bir cevap söyleyesin. Bundan sonra yüz cevap söyler; o meclis de hoş olur. Dervişin gözü önünde o meclisin hayali hoş geçmiştir. Onun o topluluğa karşı ilgisi uyanır, o ilgi de etkiler yapar; yemişler verir. Nihayet bu derviş, bu taraftan bir şey öğrenmedi, onun öğrenimi öte ta-raftanmış. Allah'ın lütfü ile öte tarafın öğretilmesi bu tarafa düştü. Bu taraf sözü ile ona hangi çetin nükte ifade edilebilir? Allah, «Onu gözler kavrayamaz,» buyurdu ki, bu umutsuzluk tarafıdır. Sonra da, «O gözleri kavrar,» buyurdu. Bu da tam umut yönüdür. Görüşün hakikati Musa'ya yüz tutunca onu alaşağı etti ve bu görüş içinde boğuldu.  «Kendini bana göster,» dedi ve Allah diliyle cevap aldı: (M. 50) «Beni göremeyeceksin!» Yani böyle (dünya gözü ile) görmek istiyorsan asla göremezsin!  Bu ifade inkârda mübalâğa ve hayrettir. Çünkü sen zaten beni görmekten boğulmuş bir  haldesin.   Daha   nasıl diyorsun ki, bana görün de, sana bakayım? Yoksa biri, Musa hakkında nasıl şüpheye düşebilir? Allahın sevgilisi, onun konuştuğu  Peygamberi ki,  Kuran'ın birçok yeri onun zikriyle doludur. Nasıl ki, bir kimse bir şeyi severse onu çok anar derler. Allah da Musa'ya beni göremeyeceksin dedikten sonra, «Dağa bak!» dedi. O dağ, Musa'nın benliğidir ki, ululuğu ve sarsılmaz sebatı dolayısiyle Allah ona,   «Dağ» dedi.  Bu,  sen kendi nefsine bakarsan beni görürsün, demektir. Bu, «Nefsini bilen Rabbini bilir», nüktesine  de yakın bir sözdür. Nasıl ki, Musa da kendine baktı, Allahsını gördü, onun varlığı belirince kendisi arada hiçleşmiş oldu. Yoksa nasıl reva görebilirsin ki, Allah Musa gibi kendisiyle konuşan bir Peygamberin duasını reddetsin de ona cansız bir dağı göstersin? Musa ondan sonra: «Yarabbi! Sana tövbe ettim,» dedi. Yani seni göreyim derken içinde boğulduğum günahlardan ve seni görmek istediğimden dolayı tövbe ettim, demek istedi.
Allah erlerinin uykuları, uyku değildir. Belki de uyanıklığın tanı kendisidir. Çünkü öyle şeyler vardır ki, uyanıklıkta insana gösterilmez, inceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada gösterilir ki ona takat getirilsin. İnsan Kâmil olunca da, ona artık perdesiz gösterirler. Biri sordu: «Kuldan Allahsına giden yol ne kadarda?» Dedim ki: «Allahtan kula giden yol kadar.» Buna otuz bin yıl da dense doğru olmaz çünkü sonu yoktur, ölçüsü yoktur. Ölçüsüz bir şeyi ölçü ile ifade etmek, sonsuz bir şeyin sonundan bahsetmek imkânsızdır, bâtıl sözdür. Sonsuz bir şeyin sonu belli olan şeyden daha uzak olduğunu bilmek de yersizdir. Bütün bunlar sözün suret yönüdür. Sonsuzlukla ilgisi yoktur. Her nerede söz varsa, orada Allah vardır. Söz, bilinen o belirli güne kadar uzayıp gidecektir. Derviş söze başlayınca itiraz gerekmez ona. Evet kaide budur ki, medresede söylenilen her sözün, medresede öğrenilen her düşüncenin bahse de, tartışmaya da faydası çoktur. Ama o söz bu faydadan bu konudan uzaktır, bu bahisle ilgisi yoktur.
Adamın biri, bir dostuna Hint kılıcı getirmişti. Ona, «Bu Hint kılıcıdır,» dedi. Arkadaşı sordu: «Hint kılıcı nasıl olur?» Beriki cevap verdi: «Her vurduğu şeyi iki parça eder.» Adamcağız da ona şu karşılığı verdi: «Sofî vaktini kaçırmaz, onu tecrübe için şu dikili taşa bir vuralım, sınayalım,» dedi ve hemen kılıcı getirdi, taşa vurdu. Ama tersine kılıç iki parça oldu. Arkadaşına dönerek şöyle dedi: «Hani sen bu Hint kılıcının özelliği vurduğu her şeyi iki parça etmektir diyordun?» Arkadaşı, «Evet, kılıç Hint kılıcı olmaya Hint !kılıcı idi ama taş ondan daha hünerli imiş,» dedi. Musa, Firavundan daha kuvvetli idi. Firavun veli idi ama Musa veliden daha üstündü. Dedi ki: «O halde onun sureti ne idi?»
Hazreti Muhammed (S. A.), «Ah kardeşlerimi ne kadar özledim!» buyurdu. Sahabe: «Ey Allah resulü!» dediler. «Biz kardeşlerini mi arzuladın?» «Hayır, sizler benim dostlanmsınız,» buyurdular. «Ama senin kardeşlerin, (senden önce) gelip geçmiş peygamberlerdir ki onlar da şimdi dünyadan göçmüşlerdir,» dediler. Hazreti Peygamber, «Hayır, o kardeşlerimi de istemiyorum, ancak benden sonra gelecek olan nazenin kulları (Allah velilerini) özledim,» buyurdular.
Henüz erginlik çağına erişmek üzere idim ama tamamiyle erginleşmemiştim. Bu aşk üzerinden otuz kırk gün geçtiği halde hiç bir şey yemek istemiyordum. Biri, Hemadan şehrinde vaiz ediyordu: «Herkes Allahı, varlıklardan birine benzetiyor,» diye eleştirmeye girişmişti. Şehrin vaizi geldi, kürsüye   çıktı ve teşbih ile ilgili âyetleri sıralamaya başladı. «Rahman Arş üzerine  istila ve galebe ile hakim oldu.»  (Tâhâ sûresi,  5);  sonra yine «Allahın sizi yere geçirmeye-ceğinden emin mis'hrz?» (Mülk sûresi, 16); daha sonra «Rabbın gelip melekler sıra sıra dizildik de,» (Fecr sûresi, 22); ve yine «Üslerindeki Rablerinden korkarlar.» (Nahil sûresi, 50) gibi âyetleri kürsünün önünde okumaya başladılar. Vaiz da teşbih inancasına    sapmış kimselerdendi.    Bu âyetlerin manalarını    teşbih yönünden söylemeye  başlamıştı.  Hadisler de rivayet ediyordu:  (M. 51)  «Rabbınızı gece dolunayı seyreder gibi göreceksiniz,» «Allah Ademi kendi sureti üzerine halk etti,» «Rabbimi kırmızı bir elbise içinde gördüm» gibi çeşitli manalara gelen hadisleri gayet güzel anlatıyor, teşbih yönünden manalarını söylüyordu. «Vay o kimselere ki, Allah'ı bu    sıfatları ile teşbih etmez ve bu suretlerle bilmezler!  Onlar ibadet etseler bile yine cehennemlik    olurlar. Onların ibadetleri    kabul olunmaz,» diyordu. Bu bahs ile ilgili âyet ve hadisleri anlatırken, bir kısım halk, Allah'ın mutlak varlığını, onun mekânsızlığım da ileri sürerek sorular sordular.  Vaizin sözlerine itirazda  bulundular.  «Nerede olursanız olunuz o sizinle beraberdir,» «Ona benzer bir şey yoktur,» mealindeki âyetleri de hep benzetme yolu ile yorumladı ve bütün bunları hep teşbih noktasında birleştirdi. Tenzih yani Allah'ı noksan sıfatlardan arı bilmek hususunda çekingen davrandı. Cemaat evlerine gittiler. Bunları çoluk çocuklarına anlattılar ve hepsine şöyle tavsiye ettiler: «Allahı arş üzerinde biliniz, gayet güzel bir surette iki ayağını aşağı sarkıtmış bir halde kürsüye oturmuş, şehir vaizinin dediği gibi melekler de arşın etrafını çevrelemiştir. Her kim onda bu suretler yoktur derse onun imanı yoktur. Vay onun ölüsüne, vay onun mezarına, vay onun son haline!» Bir hafta sonra garip bir Sünnî vaiz geldi. Hafızlar, tenzih âyetlerini okudular. «Ona benzer bir şey yoktur, doğurmadı, doğrulmadı, semalar onun eliyle durulmuştur,» mealindeki âyetlerin tefsirine başladı. Teşbihçilerin derisini yüzmek gerektiğini söyledi. «Her kim teşbihten bahsederse kâfir olur, her kim suretten söz açarsa cehennemden kurtulamaz. Allaha mekân isnad edenin vay dinine vay mezarına,» dedi. Teşbihe benziyen âyetleri de hep tevil etti; birer birer yorumladı, o kadar cehennem tehdidi yaptı ve korkuttu ki, her kim suretten söz açarsa onun ibadeti ibadet değildir, imanı iman değildir, demeye getirdi. «Allanın, mekâna muhtaç olduğunu söyleyen zavallının vay haline! Vay onun sözlerini dinliye nlere!» dedi.
Sünnî vaizin bu sözlerini işitenler çok korktular, üzgün bir halde evlerine döndüler. Bunlardan biri evine geldiği zaman iftar bile etmedi, evin bir köşesine çekilerek başını bacakları arasına aldı, çocuklar gibi ağlamaya başladı. Çoluk çocuk etrafına toplandı. Fakat bunları yanından kovdu, bağırarak tersledi. "Çocuklar annelerinin yanına koştular. Kadıncağız adamın karşısına oturdu. «Efendi hayırdır inşallah, yemek soğuyor, yemiyecek misin? Çocukları dövüyorsun, beni kovuyorsun, nedir bu hal? Hep ağlıyorlar,» dedi. Adam, «Çekil karşımdan! Artık bana ilâhî sesler gelmiyor, içime ateş düştü,» dedi. Kadın ona tekrar sordu: «Kendisine umut bağladığın Allah'ı mı bir tarafa bırakıyorsun? Bu ne haldir? Sen sabırlı bir erkektin, şimdiye kadar başına bir çok çetin işler gelmişti hepsine sabrettin ve kolaylıkla atlattın. Allah'a bel bağladın; Allah da bütün o zorluklardan seni kurtardı, gönlünü hoş etti. O geçen nimetlerin şükran borcu olarak bu günkü sıkıntılarını da yine Allah'a havale et, işe boş ver ki, üstüne rahmet yağdırsın.» Bu sözler üzerine adamın yüreği yumuşadı. «Ne yapayım? Bizi âciz hale getirdiler, canımız boğazımıza geldi. Geçen hafta âlimin biri tutturdu, 'Allahı arş üzerinde bileceksiniz, onu arş üstünde bilmeyen kâfirdir, ölürse kâfir olarak ölür,' dedi. Bu hafta da başka bir âlim geldi, kürsüye çıktı, 'Her kim, Allahı arş üzerinde bilir ve böyle bir şeyi hatırından geçirirse yani onu semada tasavvur ederse o kimsenin ameli ve ibadeti kabul olunmaz. Çünkü Allah, mekândan münezzehdir,' dedi. Şimdi, bu birbirini tutmayan sözler karşısında biz hangi tarafı tutalım? Nasıl yaşıyalım? Nasıl öMim? Âciz 'kaldık!» Kadın dedi ki: «Hiç acizlik gösterme, şaşkınlık etme! Allah ister arş üzerinde olsun, ister1 arştan uzak olsun, ister bir yerde (M. 52) otursun, ister yersiz olsun, her nerede olursa olsun, yeter ki, ömrü uzun olsun, devleti sonsuz olsun. Sen kendi dervişliğini düşün, dervişlik vazifeni yerine getir.»
Arap dilinde ant içmek için kullanılan harfler üçtür: Vav, Be, Te. Her üç harf ile ant içerim ki, vallahi, billahi, tallahi, şu medreselerde tahsil görenler, hep bir mansıp sahibi olalım, bir medrese elde edelim, derler, îyi duygularla hareket etmek gerekirse bunlar o derneklerde bir yer tutmak için çabalarlar. Halbuki bunlara sormalı: Dünya lokması için ne diye ilim tahsil edersin? Bu ip insanı o kuyudan çıkarmak içindir. Yoksa yapışıp da başka kuyulara inmek için değil. Sen daima, acaba ben kimim? diye düşün. Hangi cevherdenim, niçin geldim, nereye gidiyorum? Aslım neredendir, şu anda neredeyim, yüzümü nereye çevireyim? Mevcut olmayanı anmak gıybet etmek demektir. Hazırda olanı anmak da yabancılıktır. Şimdi zikreden, Allahı anan kimse, bu halin dışında değildir. Ya hazırdır, ya gaiptir. Eğer gaip ise onu anan kimse gıybet etmiş olur, hazır ise ona yabancılık karıştırır. Nasıl ki, Sultanın önünde oturan kimse, Sultan şöyle buyurdu veya Sultan şöyle yaptı, diye bilir. Ama gıybet .ederse büyük günahlardandır. Yani gıybet, çirkinliği dolayısiyle başka günahlardan ayrı sayılan dört büyük günahtan biridir. Sözü geçen dört büyük günahın başında gıybet gelir. İkincisi bühtan (iftira), üçüncüsü kan gütme yani adam öldürme, dördüncüsü de zulüm'dür. Bunları düşman taraf helâl etmedikçe azaptan kurtulma çaresi yoktur. Padişahın gizli sırlar söyleştiği kimseye bu iltifat cismin gıdası sayılır. Ruh da, bizim nasibimiz henüz erişmedi, diye bekler. Bu bizim nasibimiz değildir, bu bizi bırakmaz, boğazımızdan yakalar. Biz nereye gidelim, nasıl kurtulalım? Bir ayranın içine düşmüşüz ama öyle bir ayran ki, ucu bucağı yok. Bir kâse içinde değil ki bir kenarı olsun. Ayrandan kurtulur, ykıe düşer; «O, baldır,» der. Her ne kadar kurtulmak için kanat çırparsa da o kadar derine gider.
Ebû Necip  (Allah onun ruhunu kutlasın), bir çetin iş dolayısiyle çileye girmişti. Bir kaç defa rüya sında, bu çetin işin, o olmadan başaramayacağım yani, filan şeyhi görmesi gerektiğini söylediler. «Onu ziyarete gideyim. Ama acaba kendisim nerede göreyim?» dedi. Bir ses geldi: «Sen onu göremezsin?» «O halde ne yapayım?» Cevap geldi: «Çileden çık, camiye gel, saflar arasında niyaz ve huzur içinde dolaş! Ola ki, o seni görür, onun gözüne ilişirsin.» Şimdi Ebû Necibin hali böyle olunca, ben şeyhsiz kalsam bile, kalmamış olurum. Ettiğim o muhalefet, başka bir itimat ile oldu, başka bir şeyi öğrenmiş oldum.
Adamın biri ölmüştü. Nevvahe (kiralık ağlayıcı) getirdiler. Ölü sahiplerinden sordu: «Merhumun hünerlerini söyleyiniz. Bilgisi var mıydı?» «Hayır,» dediler. «Zâhid, âbid bir adam mı idi?» «Hayır.» Nevvahe yüzünü kıbleye çevirerek tekrar sordu: «Fakire, fıkaraya, yoksullara, bakış görüş eder mi idi?» «Hayır,» dediler. Hülâsa her ne sordu ise «hayır» dan başka bir cevap alamadı. Sorduğu şeylerden de bir nişan bulamadı. Şöyle bir ezgi ile ağlamaya başladı: «Ey şaşkın gelip şaşkın giden zavallı!»
Bir gün dervişler, tekkede semaı bir türlü tutturamıyorlardı. Şeyh dedi ki: «Aman dikkat edin, bizim dervişler arasında bir yabancı var.» Etrafı yokladılar, «Hayır yabancı yok,» dediler Şeyh tekrar etti: «O halde pabuçları yoklayınız.» «Evet, yabancı bir pabuç var,» dediler, «öyle ise, o yabancı pabuçları dergâhtan dışarı atınız!» Dışarı attılar. Derhal semâ âyini düzene girdi. Akıl dergâha kadar yol bulur, ama evin içinde yol çıkaramaz. Orada akıl perdedir. Gönül perdedir, sır perdedir.
(M. 53) Adamın biri berbere: «Bıyıklarımdaki şu beyaz kılları ayıkla,» diyordu. Berber, adamın bıyıklarında beyaz kılların siyahtan daha çok olduğunu gördü, önce sakalını makasla keserek eline verdi ve «Artık bunu sen ayıkla! Çünkü benim işim var,» dedi.
Sen aslı yakala! Elbise, yiyecek, düşmandan korunma için seçtiğin şeyler nedir? Nasıl, «Beni, hor görüyorlar, yahut filan bana yabancı geliyor,» dersin? Sen dalı budağı bırak da asıl ve kök için ağla. Aslı düşünerek üzüntü duymaya bak! İnle, feryat et ki, o dal ve budağın filizlendiğini, ayağına serpildiğini gö-resin. Bütün büyüklenmeler, ululuklar, başkanlıklar, her fende başta gelen üstatlar, senin önünde başlarını yere koysunlar. Sen onlara hiç dönüp bakma! O zaman, onları yanından kovsan bile artık gitmezler. Ama sen bu dallara budaklara yapışırsan, aslı ve kökü elden kaçırırsın. Dallardan da bir şey elde edemezsin.
İstiyorum ki öğütler vereyim, ama kaç kez öğüt verdimse bazıları bundan hoşlandılar, bazıları da incindiler. Onların incinmeleri bana da sirayet etti ve beni içlendirdi. Dedim ki: Bir yerdeki öğüt uygun düşmez, gerektir ki tekbir çekenlere, âcizlere duaya baş-lıyalım. Ta ki, ses çıkarmadan buna yanaşsınlar. Her dalın arkasından ağlıyorsun. Nasıl ki, ayağıma kapanan bir Ahî delikanlısı, ben, «Filanın peşinde bütün varlığımı kaybettim, her işten el çektim,» dedi ve ilâve etti: «Artık umudum senin bir selâmındadır. Bunu söyle de tekrar evime döneyim. Yahut da böylece bize bir nazar eyle.» Ona dedim ki: «Ben senin söylediğin şeylerden hiç birini yapamam. Niçin onun gibi bin tanesi senin hizmet kemerini beline bağlamasın.» «O halde ne yapayım?» dedi. Ben şu cevabı verdim: «Asılla beraber olmalısın, herkesin aradığı aslı bulmalısın. Bütün asılların aslını, bütün üstatların üstadını aramalısın! Ama bir gün çürük bir dal gibi elinde kalacak aslı değil. Onu aramakta bütün gücünle çalışmalısın. Kalbine zahmet veren, seni gayeden uzaklaştıran her şeyi önemle hesaba katasın. Eğer bunu elde etmeyi kolay sayarsan gaye senin nazarında hor görünür.» Âyette, «Kör için güçlük yoktur, topala da güçlük yoktur,» (Fetih sûresi, 17) buyuruluyor. Bunları isterse, öğüt, imanlı kimse içindir. Çünkü ona nisbetle hepsi kör ve topaldır. Çünkü gören odur ve hoş yürüyüşlü olan da odur ki, Cebrail onun adımına yetişemez. Cebraile, «Gel!» der. O da, «Hayır gelemem eğer bir parmak daha yaklaşırsam yanarım,» cevabını verir (Miraç'daki rüyet ve müşahede'ye telmih ediliyor: Kabe' den (Kavseyn) sonra Ev (Ednâ) mertebesinde, Cebrail. Hazreti Muhammed'i (S.A.) yalnız bırakmış, «Daha llert gidemem çünkü kanatlarım yanar!» demişti. ). Gerçekten sağlam olan da odur. Dürüst renk ve dürüst mizaç ordadır. Bundan dolayı kendisi söyler kendisi dinler, hiç kimseyle beraber değildir.
Bu yorumlama nasıldır? Bizim cehennemimizde hep arifler, bilginler yanar. Bizim cehennemimiz böyledir. Biri vardır ki, cehennem ondan feryat eder. O cehennem geldi diye inler; cehennem de onu görünce, «Cehenneme geldi!» diye feryat eder. Cehennem müminleri arzular ve ona, «Geç ey mümin, nurun ateşimi söndürecek!» der. Hikâye ederler ki: Büyüklerden biri bir azizin mezarı başına gelir. Onun dünyadan gizlenmiş olduğunu görür. Kırk gün oturur, o mezarın başını bekler. Tâ ki, işi tamam olsun. Şimdi gel de söyle: Bu gündoğusu, feleklerin dönüşü senin düşüncene göre nasıldır? Müneccimlerin anlattıkları şeyler Kuran'ın zahirinden nasıl anlaşılır? Gel de araştıralım. (Mümin araştırıcı olur.) Bugün yıldızlar bilgisinden akla uygun olanları kabul etmek gerektir. Diyelim ki, ben şafiî mezhebindenim, Hanefî mezhebinden bir şey buldum ki, benim işim onunla daha iyi yoluna girer. Bunu kabul etmezsem inatçılık olur. Bu arif benim halimi hep bilir, işittiği her söze güler ve bunun hangi makamdan söylendiğini de bilir. O kimseyi ve her birinin makamlarını görür ve şükreder ki, Allah onu o makama bağlamamıştır. (M. 54) Ondan geçmiştir ve onun bir çok kulları vardır. Her birinden bir mana ve hikmet istemiştir, öteki arif ise herkesin halini bilir ve onlar da ona malûmdur. Bu arifi bilen başkaları da onu görür ve onda Allahdan başka birini görmezler.
Dedi ki: Dün anasının karnından çıkmış, «Ben Allah'ım!» diyor. O falandan doğmuş olan Allahdan çok üzgünüm. Allah Allahdır. Diyordu ki: Filan kimse uzun bir yolculukla filan Şeyhin şöhretine koşar. Ona varınca Şeyh sorar: «Niye geldin?» «Allah'ı aramaya,» deyince Şeyh ona şu cevabı verir: «Allah, erkeklik aletini kaldırmış, bir kancıkla birleşmiştir.» Adamı geri çevirir. Ben, «Soğuk söz söylemiş, küfür etmiştir,» dedim. O zaman ben de soğuk sözlere ve sövüp saymaya başladım, kovdum. Ama ne Necmeddin-i Kübra'yı, ne Harizm'i ne de Rey şehrini kurtarabildim. Ne üzüleyim!
Ulu Allah kendi sırrını bu kulundan esirgemedi. Hangi sırrı esirger ki? Ama dünya sırlarını kapalı olarak söyler, ondan dolayı bir korku yoktur, işte bu sebepten dolayı Hazreti Muhammed, «Ben sizin din işlerinizi en iyi bilirim; siz de dünya işlerinizi daha iyi bilirsiniz!» (Lokman sûresi, 34: Önceden bilinmesi mümkün olmayan beş şey şunlardır: 1. Kıyamet günü, 2. Yağmurun ne zaman yağacağı, 3. Ana karnındaki çocuğun cinsi, 4. insanın yarın ne kazanacağı, 5. Kişinin nerede öleceği.) buyurmuştur.
Onun da bir sebebi vardır bunun da. «Bir insan yarın kazanacağı şeyi önceden bilemez,» buyurulmuştur.
O Şeyh diyordu ki: «Filan şeyhin güzel kokusu, Allah kokusundan da üstündür.» Dedim ki: «Bu koku belki senin karından ve onun oynaşından geliyor.» Bu ne eşektir ki, eşekliği yönünden söylemiştir. Bir başkası da şöyle söyledi: «Bir gemide idim güneş gibi bir cevher parladı hemen denize baktım nerede ise gözlerimin ışığını kapacaktı. İki elimle gözlerimi kapadım.» Daha sonra temaşalardan, denizin garip hallerinden bahsediyordu. Ona şöyle dedim: «Temaşaya mı gitmek istiyorsun? Temaşa mı arzu ediyorsun? Gel benim içimi seyret! Sen hep kendi âlemini temaşa ediyor, kendi içini görüyorsun. Gel de benim âlemimi, benim içimi seyret!» Öteki de sanmıştı ki, bizim halimizde eksiklik başladı. Diyordu ki: «Bize düşman olan dostlarımızı görüyor musun? Himmetimizi nasıl kırdılar?»

Ey kara yüzlü! Himmetin ne olduğunu sen ne bilirsin? Git abdest al, namaz 'kıl tövbe et! De ki: «Kâfir idim imana geldim. Küfürden vaz geçtim.» Git otur yerinde. Pamuğunu eğirmeye bak! Sen kim oluyorsun? Erkekler içinde mert olanlar istiyorlar ki, kapıma iki desti dolusu su getirsinler. Kuran'dan üstün kitap yoktur; Allah kelâmından üstün söz yoktur. Ama bu Kuran ki toplum için gelmiştir, emirler ve yasaklarla, halka yol gösteren âyetlerinde başka zevk vardır. Allah erenlerine açıklanan âyetlerinde daha başka zevk bulunur. En doğrusunu Allah bilir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...