29 Ekim 2013

ŞEMS-İ TEBRİZİ'NİN ESERİ MAKALAT (KONUŞMALAR) İKİNCİ BÖLÜM 1

İKİNCİ  BÖLÜM
(M. 55) Pir Muhammed'e sordular: Kamil-i Tebrizî'nin hırkası Önünde ne hale geliyorsun? Tıpkı doğan pençesine tutulmuş, bir serçeye dönüyor, sonra da diyorsun ki, «Doğanı öldüreyim de kendimi kurtarayım, çünkü o kendi hesabına yaşıyor.»
«Bu zembil sözünün şerhi nedir?» diye sordu. O da şu cevabı verdi: «istiyorum ki, büyüklerin sözlerini derleyeyim; söylediğim hürmetli sözler hep onların sözleri olsun.» Nasıl ki, bazı kimseler, gündüz dilenir, gece köpeklere ziyafet çekerler. Bundan sonra da hal böyle olunca, bunu dervişlerin önüne koyarlar; kendileri yemezler, îş bu kerteye gelince de kendileri yerler. Bu, ancak işin dış yüzüdür. Bunun iç yüzü şudur:
Biri, bir şeyhe, bif mürşide gönülden bağlanır. Yahut bir dost, bir gün gider, geçmişlerden veya yaşıyanlardan, gönül sahibi olduğunu sandığı birisinden bir şey dilenir. Bundan sonra kendi nefsini de unutmaz. Yüzünü gönül tarafına çevirir, orada bir köşeye çekilir; gece yarısı kadınlardan, çoluk çocuktan ayrılarak evin bir köşesine sığınır, hıçkıra hıçkıra ağlar. Vakti gelinceye kadar yani gönül semtinden bir ışık belirinceye kadar bekler. Ansızın evvelce özlediği gönül safasını anarak, ağlayarak secdeye kapanır. Allah onun dilediği zat ile olan münasebetini tekrar tatlılaştırır. Buna kabiliyeti olmayan kimseden ise, herkes umudunu kesmiştir.
Benim insanları ıslah, yani onları yola getirme hususundaki arzum ise, daima mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılmaktır. Nasıl ki, âyette buyurulduğu gibi, tıpkı Hazreti İsa gibi tedavi umudu kalmamış olan körleri, abraşları sağaltmak isterim. Yüzümü dostluk yönüne çevireyim. Dostların yüzünü de yoldaşlık tarafına yönelteyim. Sen de işte böyle yürü!
Şimdi velilerin, sevenlerin, sevgililerin hali böyle olunca, «Son nedir?» sualine Cüneyd'in verdiği cevap şu olmuştur: «Son, başlangıca dönmektir.» Bu sözün zahir manalarından biri şudur: Sâlik, mürid, nasıl ki, başlangıçta açıkça ibadet, teşbih ve dua ediyor, bunları perde arkasında yapmıyordu; bundan sonra da kendisine bir hayranlık geldiği için artık o ibadetleri ihtiyarsız yapamaz.
Allah erlerinin iyi amelleri, ona yakın erenlerin yaramaz işleri derecesindedir. Her kim bizim dostumuz ise, önce etmiş olduğundan daha çok ibadet etmeli. Ancak dostlara, «Dün konuştuğumuz sözlerin, Bayezid'in Cüneyd'in, hattâ o rüsvaylık üstadı Hal-lac'ın sözleri ile ne münasebeti var,» demiyorum. Siz, ibadet hususundaki sözlerimi tutun! Çünkü yukarıda adı geçen kimseler Hazreti Muhammed'in (S. A.) teninde bir tüy bile olamazlar.
Ebû Sait ve o, on iki yıl ot kökü yiyerek geçinen sofî Hallac'ın tuttuğu yolda bu sözden bir koku alamadılar. Onunla bu sözü konuşurken, «Ne demek, hay hay!» derler. Mademki öyledir, bu kadarı yeter.
Âlemde bir gürültü koparıyorsun, sonra tevil için feryadı basıyorsun. Sözlerin tevili büyük bir iştir. Söyleyenin maksadını anlayabilmek de büyük bir irfan mertebesidir.
Hazreti Yusuf büyük bir Peygamberdi. Sözlerin tevilini bildiği için hem iftihar ediyor, hem de Allahya şükrediyordu. Peygamberler, onun huzuruna has-retdedirler. Ben şimdi derim ki: Mevlânâ onu hoş tutar. Ben böyle sanırım onu. Aksi halde ben nefsimde bir üstünlük görmüyorum. Benden, onun hoşuna giden bir söz çıkarsa acaba neden? Bu benim halim değil. Ancak bir gün sözden daralırsam, bana nereden geldiğini, kimin söylediğini bilmediğim bir yönden gelen sözlerden birinin yakasından yakalarım. Nereden söylerim? Allahtan. Nereye, kime söylerim? Büyük bir insana: Bu da, Mevlânâ'dır. Bu kimdir ki, ben ortada olduğum halde beni ziyarete gelir? Bana başka bir adamın evinden ziyaretçi gelir. (M. 56) îmad yahut Erşed, yahut Zeyneddin Sadaka. Ama bunlar benimle birlik olunca yahut benim ziyaretime geldikçe, onların gelişinden bir saat bile sıkılmam. Ama korkarım ki, böyle yaptığım için bana bir daha uğramazlar. Bundan dolayı onları başkalarından daha üstün tutarım.
Söz sırası Hazreti Mustafa'ya (S. A.) gelince, bir şey söyleyemem. Çünkü onun işi pek yücedir. Şüphe yok ki, Allah onu kerem denizine batınp çıkarırken mübarek bedeninden serpilen nur damlacıklarının her birinden bir nebi, bir peygamber türemiştir. Geri kalan damlalardan da Allah velileri (evliya) yaratılmıştır. Öyleyse, onları nasıl birbirine yaklaştırabilirim? Ancak en son gelen evvelkilerinden daha üstündür derim. Sonra nasıl olur da başka bir nebiyi, Hazreti Muhammed'le (S. A.) karşılaştırabilirim? Bu, bana bir ilim tahsil etmeden, akıl ve emek sarfetme-den bildirildi. Bu hal ona uymuş olmamın bereketidir. Onunla birlikte konuştuğum ilk söz de bu idi. Ama Bayezid-i Bistamî, nasıl oldu da ona tamamiyle uymayı lüzumlu görmedi? Onun gibi, «Yarabbi sana, senin şanına uygun şekilde kulluk edemedik!» demedi.
Mevlânâ bu sözün tamamım ve neticesini, kemaliyle bilir. Ama bu söz nereye kadar gider? Sonu nereye varır? Mevlânâ, içinin, ruhunun temizliğinden sarhoştu. Onun sarhoşluğu, tertemiz, katkısız bir sarhoşluktur. Ben, bu sözün zevk ve lezzetini bildim. Onun sarhoşluk yönünden söylediğini anladım. Ama bu sözün yüksek zevkinden gafil ve habersizdim. Bu söz, benim sadece sözümdür; halim değildir. Eğer halim olsaydı, bundan daha aşağı veya daha yüce olamazdı. Bu söz de böyle kararlaştı. Ama sözüm, bir zamanda da başka birinedir.
Hak zamana bağlı değildir; hak ölmez. Zamanın ne yeri var? Evet zamanla Hak ölmez. Ama sen bir isim taşıyan bir varlıksın. O isim, sana senden mi gelmiştir? Müride gerekli olan üstadına karşı çok saygılı olmaktır. «Onu, müridinden sor,» demeleri bundandır.
Bir müride sordular: «Senin üstadın mı daha iyidir yoksa Bayezid-i Bistamî mi?» «Üstadım daha iyidir,» dedi. «Ya üstadın mı iyidir yoksa (hâşâ) Hazreti Peygamber mi?» «Üstadım.» «Ya üstadın mı daha iyidir, yoksa Allah mı?» «Üstadım,» dedi. «Çünkü ben birlik ve tevhidin sırrını ondan başkasında bulamıyorum.» İşte teşbih derecesinde kalanlar için bu tevhid anlayışı böyledir. Yüksek bir seci ve teşbih sanatını aksettiren şu anlamdaki beyti okuyalım:
Beyit:
Ben, sevgilim; sevgilim de ben olmuşuz
İkimiz bir beden içine girmiş iki ruh olmuşuz.
Bu bir teşbihtir, bir benzetiştir. Ama sözü geçen müridin teşbihinden daha uzaktır. Aralarında bir bağlantı vardır ki, tevhid âlemine kadar gider.
Bana yaraşan, zahirde bizim hayatımızdaki dostluk ve kardeşlik hangi yolda ise onu korumaktır. Yoksa şeyhlik müridlik gibi ilişkiler hoşuma gitmez. Hani, üstatlığı da şakirtliği de yere batsın, derler. Bize bir söz söylemek isteyen kimse de bizim gibi olmalıdır. Böyle açık söylemelidir. Bizim veliliğimiz bahsinde bundan incinirler. Onlara, eşek, diyen zavallı taklitçi eşektir. Şimdi bana kendinden bir fazilet, bir üstünlük veriyorsun. Ben onu söylemiyorum. Benim önümde bu böyledir. Sözü yorumsuz ve açık söylüyorum. Aramızdaki ayrılığın bir sebebi varsa budur ancak. Ama o zaman sen beni anlamıyorsun! Halbuki ben buraya bir şeyler öğretmeye geldim.
Şam'a gitmek hoştur, bir nazdır. Sevgili naz eder ona katlanmak gerek. Gizlice en kötü şartlar içinde benimle olabilir misin? dedim. Şam'a gitmek hoştur, nazlanmaktır ama ben, muamele ve iş istiyorum. Ben işe bakarım. Diyelim ki, ben yüzümü ekşittim; sen de öyle ekşi yüzlü olabilir misin? Ben gülersem sen de güler misin? Benim selâm vermediğime sen de selâm vermez misin? Bana öyle (M. 57) geliyor ki, senin kendine göre, bizim âlemimizden ayrı bir âlemin var. Bir an oluyor ki, bizim yazılarımızı başkalarının yazılarıyla karıştırıyorsun! Ben senin mektuplarını yakınlarımın mektuplarıyla karıştırmam. Çünkü sen onlardan üstün olduğunu iddia edersin. Ama ben o davada değilim. Bi aralık bir şey yaz desem, ağır davranırsın.
Hazreti Ali'den (Allah ondan razı olsun), rivayet ederler; buyurmuş ki: Baki kabristanında cenaze na-mazındaydık. Hazreti Peygamber yanımıza geldi ve şöyle buyurdu: «Hiç bir erkek ve kadın yoktur ki, gideceği yerin cennet veya cehennem olduğu Allah tarafından yazılmış olmasın.» Oradakilerden biri sordu: «Acaba bu alınyazılarımızı değiştirebilir miyiz?» Buyurdular ki: «Çalışın, iyi ameller işleyin. Herkes hangi iş için yaratılmış ise o işi kolaylaştırır. Cennet için yaratılmış olanlar, cennet ehli kişilerin işlerini kolaylaştırır; cehennem için yaratılmış olanlar da cehennem ehli kimselerin işlerini kolaylaştırırlar.» Hazreti Peygamber, sonra da Leyi sûresinden şu anlamdaki âyetleri okudular: «Ama her kim, Allah yolunda vergili olur, ondan korkarsa, faziletli işleri gerçeklerse ona kolaylıklar ihsan ederiz.» Giderken, «O ne güzel kişidir ki, kendisinde bir kusur olduğu halde latifeyi sever, Allah onu günde yetmiş kere güldürür» buyurdu.
Hazreti Ali (Allah ondan razı olsun), bir şahide sordu: «Bu zina işinde nasıl tanıklık edersin?» Adam şöyle anlattı: «Eve girdim, sırt üstü yatmış bir kadın gördüm. Üzerine uzanmış bir erkekle hareket halinde idiler; nefes nefese. Ayaklarının bir çift eşek kulakları gibi birlikte hareket ettiğini gördüm. Bundan fazlada bir şey göremedim.»
Sen bir kimseden bir şey öğrendin mi? Meselâ her kim iyi konuşursa ona saygı gösterirsin; aradığım bulamamaktan, beklediğin şeyi elden kaçırmaktan korkarsın. Allah bunu sana verdi, bununla hal değişti. Eğer iş böyle peşin olmayaydı ona saygı göstermekten bu mana çıkmazdı. Ancak başkaları ile olan muamelelere uygun ikinci bir inanışa yol açardı. Ama çeşitli işlerde ben sizde bir üstünlük gördüğüm za man, sizinle gönül    alçaklığı ederek beraber kalmak isterim.
Şeyh Ebubekr (Şems'in ilk mürşidi), yanındaki fakir dervişlerle otururken vezirin adamlarından ve halktan bazı kimseler içeri girdiler. Şeyhin bunlara karşı gösterdiği saygı, dervişlere karşı gösterdiğinin yüzde biri kadar değildi. Yabancılar girmeden önce dervişlerden kimi ayakta, kimi oturdukları yerde edeple yerleşmişlerdi. Yabancı misafirden her biri içeri girdikçe, Şeyh onlarla meşgul olmaktan geri kalır, bu suretle Şeyhlik gayreti onların araya girmesiyle sönerdi.
Mademki bir sevgiliye varmak istiyorum, gerekir ki, halk şu soruyu benden sorsunlar ve desinler ki: «Onlarda gerçi bir ilim var ama neden halden hale dönerler?» Bilir misin ki, bu işlerin iç âlemi ile bir ilgisi yoktur. Çünkü kalbin ölümü bu hali baş kakıncı yapar, «Bırak ben görüyorum!» der ve hiç kimsenin sözünü dinlemez.
Bu marifet sözü, derviş deyimi herkesin dilinde dolaşır. Ama onlar bunu işitince şunu anlarlar: «Ey hoca, adını her tarafa duyurmak, şöhret yapmak gerek, yoksa marifet başka şeyle elde edilemez,» derler, îşte bu düşüncelerin utancından şu anlamdaki şiir hatıra geldi.
Şiir:
Binlerce  kurbanın  kesildiği  bir düğünde
Zavallı davulcuların ne yeri var?
Bu açık saçık şeyleri onarmaya çalışmanın ne lüzumu var? Bir zaman tam bir inanç ve gerçek bir arzu ile gelmişti. Dört defa ayağıma kapandı ve ağlıyordu. Mevlânâ'dan işitmiş yahut bizden ayrı düşen-Mevlânâ'nın halini görmüş olmak edebiyattan sayıl maz. Değersizdir. Gözün karardı senin, orada uyuma ki, karanlıkta kalmayasın! Heva ve heveslerine kapılmış kimselerle düşüp kalkma ki seni karartmasınlar. Gerektir ki, kendini yoklayasın; ta ki, sende bir de-.ğişiklik olmasın.
(M. 58) Hırkanın başlangıcından sonuna kadar devamlı bir basiret yoktur. Ben temiz kaldım. Kendilerinden zevk duymadığım o heva ve heves erbabının da temiz kalmasını isterim. Kendini daima tazele ki, sonunda Hazreti Peygamberin Ebu Hüreyre'ye buyurduğu, «Beni zaman zaman ziyaret et ki, muhabbet artsın!» hitabına uğramayasın! Eğer ondan hal diliyle bu hitabı işitirsen bir halvete çekilir hıçkıra hıçkıra ağlarsın! «Bana ne oldu, arada ne işler oldu ki, bu hitaba uğradım? Bu hitap gerçek dostlar için değildir. Başka dostlar arasında da olamaz,» dersin. Şu haline gözyaşları dökersin. Belki bir zevk ve rahata kavuşursun. «Beni zaman zaman ziyaret et» sözü, dikkat etsen de etmesen de bir kere ağızdan çıkmıştır. Bu görüşme hakkındaki mübarek hitabın sebebi şudur: Ebu Hüreyre, Hazreti Mustafa'nın (S. A.) pabuçlarını taşırdı. Başına gözüne sürerdi, sonra başına koyardı. Bu sefer de onun ayakkabılarını ayak üzeri düzeltti. Demediler ki, «Bunda bir sır vardır.» Bari ben açıklayayım: Hazreti Muhammed (S. A.) içinden güzel, dedi; önce pabuçları başı, gözü üzerine koyardı, ben de ulu Allahya feryat ederdim. Yarabbi! derdim, pabuçlarım o kadar mı değersiz oldu ki onun başı ve gözü üzerine kondu? Şimdi sen karardığın için ben de senin gözünde kararmış göründüm. Bana kararmış gözlerle bakma!
Bu ziyaret misalinden maksat, bana öyle bir gözle bak ki seni usandırmış olmayayım; beni daima taze ve yeni olarak gör, çünkü ben asla eskimem; sende eskileşme; eğer nazarında bir eskilik duygusu varsa acaba bunun sebebi nedir? diye görüşünü düzeltmeye bak, demektir.
«Acaba heva ve heves erbabı ile oturdumsa ne oldu?» diye kusuru kendinde ara. «Beni aralıklı ziyaret et!» demek, «Git, çabuk bendeki hakikati gör!» demektir. Bu görüş sana hayırlı ve faydalıdır.
Sen kendini yenile. Ben yepyeniyim. Sen kendini isbat et. Bak ben sabit ve kararlıyım. Beni sebatlı göremiyorsan bu senin sebatsızlığındandır. Ben eğer senin beni sebatlı kılman sayesinde sabit olursam, bu benim için çok kuvvetli sebat olur. Bana diyorsun ki, «Beni sabit kılarsan, melekler ayağa kalkar.» Allah sana ömürler versin! Allah vardır, demenin; onu is-bata çalışmanın Allah varlığına ne faydası var? Sen kendini var etmeye bak ki, melekler bütün gece seni övsünler. (Senin için) Allah varlığını gerçekledi desinler. Hazreti Muhammed (S.A.), «Beni görene ne mutlu. O ne mutlu kişidir ki beni göreni görmüştür,» buyurdu. Bunu yüz kere de söylese yerindedir. «Her kim beni, benim kendisini gördüğüm gibi görürse, bu takdirde o, benim gibi olur.» Bu sözcü söz söyler, anlaşılmasına dikkat eder. Şaşırtmaca yapmaz. Sözünün başlangıcı ne ise sonu da odur.
Mısra:
Her şarap içen er geç sarhoş olur.
Şarabını küp içinde saklarsa mizacı daha kuvvetli olur. Sözü anlayabildinse, telâşa düşersin, mahv olursun. Çünkü beni görürsün. Ben de Mevlânâ'yı görürüm. Öyle bir hale gelirsin ki, Mevlânâ'yı görünce, «Ne mutlu beni görene!» dersin. Ben de belki yüz kere söylemişimdir. Bende, Mevlânâ'yı görebilecek kuvvet yoktur. Mevlânâ da benim için böyle söyler. Ama bana göre dostluk, Mevlânâ'yı gördükten sonra nefsini öldürmektir. Tâ ki onu bir daha bulamadık, öldü desinler.
Bu gün şu dostlar toplantısını bir ganimet, kutlu bir fırsat sayın. Nasıl ki, o (delikanlı), «Ben istiyorum ki eşeğe bineyim, öküzü önüme katayım, bağ tarafına gideyim,» demişti.
(M. 59) Bana dedi ki: «Sen o nazenin değilsin, îlim vardır, ilimde çeşitli değişiklikler vardır. Bu çok zor fakat açık bir meseledir. Açıklıkta da değişiklikler vardır. Her ne kadar burada da o parlaklık ve açıklık varsa da, bu açıklıktaki değişiklikler de geçer, tekrar meydana gelir, însan gittikçe Mutmainne yani hakikate inanmış ve kanmış bir hale gelir; bundan sonra da erginlikten, devamlı bir iman ve vicdan huzurundan sende bir eser kalır. Artık hakikata erdin demektir.
Ulu Allahnın Fecr sûresinde Mutmainne olan nefse hitap ile, «Ey kanmış ve inanmış olan nefis! Kullarım arasına gir!» dedikten sonra bu iltifatını daha da kuvvetlendirerek «Cennetime gir!» buyurmasına belki lüzum yoktu diye düşünenler olabilir. Yani hakikatte ant içilmesi gereken nefsi Levvâme yani kendi kendini kınayan nefistir. Mutmainne olan nefis değildir. Ancak Mutmainne, levvâmeden daha aziz ve değerli olduğu için yalnız ona ant içilmiştir. Nasıl ki, Allah bütün melekleri huzurunda topladı. Onlar için bu emirden baş çevirmek mümkün değildi. Bizim de her hangi birinin gönlüne koyduğumuz ilhamı Allah 'koymuştur. Onu, o gönülde yaratan ancak Allahdır. Başkaları nasıl o kulun Allahsı olabilir? Meğerki İblis olsun.
Biri, «Ben    zikretmek istiyorum,» dedi.    Buyurdu ki: «Başkaları seni o mezkûrdan, zikrettiğin Allahdan ayırmasın.» O zaman zikir gönül zikri olur. Sadece dil ile zikir noksan sayılır.
Bayezid-i Bistamî gönülle zikrederdi. Niçin onu dil ile de söylemek istemedi. Çünkü o, manada sarhoştu, «Beni ululayın, sânım ne yücedir!» diyordu. Bu sarhoşluk halinde Hazreti Mustafaya (S. A.) uyamaz-dı. Bayezid, o cihetden öylesine bir sarhoştu ki, ayıklara uyması mümkün değildi. «Beni ululayın,» sözü bir haberdir. Herkes, haber hususunda aşağı düşmüştür.
Kuran öğreten âlimin hikâyesi malûmdur. Yedi türlü okuma tarzı öğretiyordu. Her âyet için bir dinar istiyordu. Öğrenciyle böyle sözleştiler. Âlimin sözü şu idi: «Suretler değişiktir ama mana birdir.» Mev-lânâ'dan dinlediğim şu temsili, on altı yıldan beri yadigâr olarak saklarım. Buyurmuştu ki: «Halk, bir üzüm salkımına benzer. Bu salkımdaki danelerin sayısı suret yönündendir. Nasıl ki, bu salkımı bir kâse içinde ezer ve sıkarsak artık danelerden ve sayıdan eser kalmaz.» Bu söz muamele hayatında herkesin işine yarar, îşte nefsi emmâre o arzular salkımını da gönül alemindeki güzelliği görmesi kadar hiç bir temaşa öldüremez. O, cemal âlemini görünce hemen organları gevşer; herkesi âciz bırakan bir Padişaha benzer o nefsi emmâre. Ona bir kap içinde azıcık bir zehir verildi mi, eli ayağı gevşer, bütün öldürücü sertliği o anda mahvolur.
Padişaha, altın, mal, mülk eksikliği bir ziyan vermez. Ancak iki şey zarar verir. Biri, hiç kimseye bir mangır bile sektirmemek; ikincisi de değerli mücevherlerini kendi hazinecisinden bile saklamak. Bir aralık pek yakınlarına onlardan bir ışık gelse bile sonra  yine kıskançlıkla geri döner; onun kendi mangırına bile ışığı düşmez.
Padişaha bir ibrik getiren fellâhın hikâyesi malûmdur. Fellâh ibriği Padişaha verir, Padişah da onu astırır. Eğer ibriği önce olduğu gibi vermiş olsaydı, Padişah da onu astırmazdı.
Hazreti Muhammed'in (S. A.) ışığı, bir gönüle düşerse hem seni yakar hem de kendisine inandığın üstadı. Cevher nur saçar; ister aşağısı ister yukarısı, her tarafı birden aydınlatır. Sen kim oluyorsun ki, o Mekkeli kerem sahibi gibi olasın? Eğer bir kimseye bir ışık görünmüş de tekrar görünmez olmuşsa onu inkâr etmez, onun imkân tarafını yakalar. «Bu bir ahengin yadigârıdır, bu bir hatıradır,» der. Hazreti Mustafa'dan (S.A.) hiç kimse üstün olabilir mi? O, gökteki ayı iki parçaya ayırır.
Ben Kuran'ı, sadece Allah buyurmuş, Peygamberin ağzından ifade edilmiş olduğu için büyük görmüyorum. Mademki bir kimseyi görmedin, onda nasıl tasarruf edebilirsin? Meğerki biraz yardımı olsun sana!
(M. 60) Yukarda sözü geçen fellâh, ibriğin yan tarafındaki mühürü sökmüş, içindeki sırrı anlamak istemişti. Çok ağır, dopdolu! Fellâh, acaba içindeki kurşun mu yoksa kalay mı, diye düşünmüştü, içi altındır, diye aklından bile geçirmiyordu. Çünkü fellâh idi; onun bütün tahmin ve düşüncesi aşağılık bir durumda idi.
Bu sözü yedi türlü manasıyla hatırlanın. Bu sır değildir. Sır bundan başkadır. Çünkü sır, ancak yabancılar içindir. Nasıl ki elif harfi çoktur ama başkaları içindir. Bak ki, söz kaç harftir? ikinci söz birinciyi çeker ve örter, üçüncü söz de ikinciyi çeker ve örter. Ama tekrar açıklamaya başlar, döner dolaşır ilk söze gelir. Başka biri de onun eteğinden asılır. Bu yüzbin türlü değişikliğe uğraması, renkten renge girmesi, demektir. Sana her ne söylerlerse çabucak cevabını ver. Çünkü, «Nimet bağışlayana şükretmek vaciptir,» buyurulmuştur.
Ruhum bundan önce hiç yükselemediği bir makama erişti. Artık bundan daha yüce bir makam olamaz, diyordum. O, benim ruhumda tasarruf etti, öyle yükseldi ki, tâ lütuf ve rahmet kaynağına uçurdu. Gerektir ki, orada başkaları ile konuşurken maksadının ne olduğunu bilesin. Sana lâyık olan bir şeyde ne düşündüğümü anlayasın.
«Dinde ruhbanlık yoktur!» buyurulmuştur. Bu, hep halk ile birlikte otur demek değildir. Uzaktan halkı seyret, ancak onlara, hak söz söyle, hoş ve lâtif bir dille konuş. Eğer zamanede biri gelir de, «Sözün sırrı başkadır,» derse ona, (beşer kelâmı ile) kendisinde harf ve ses olmayan kelâmın farkını sorarsın. Eğer doğru cevap verirse onun ayağına kapanırsın. Şayet, «Bu kelâmın sırrı da ne oluyor? O da yabancılar içindir,» der ve deliller gösterirse, bu hususta seni aydınlatırsa, onda heybet ululuk ve Allah kudreti görünürse, o da bizim küçük kardeşimiz olur. Ancak o, öyle bir mert olmalı ki, kendisinde bir dert, bir aşk olsun. Her türlü vehim, hayal ve tereddütleri yaksın, şüphe perdelerini yırtsın.
«Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki, aramıza ne bir kitap sahibi Peygamber, ne de Allah yakınlarından bir melek girebilir.» anlamındaki kutsî hadis de bir davet'tir, hal değildir. Yani böylece bir şey yapınız ki, bu sizin halin;z olsun, demektir. Bunlar hep dünyadır, dünyayla beraber yaşamaktadır. Nasıl ki o gün, onun pek gönlü kırık bir halde oturmuş olduğunu gördüm; çünkü o artık sultanın naibi değildi. Görevinden uzaklaştırılmıştı. Ama bu gün nasıl oturuyor? Yeni kaftanlar giymiş! Evet (geçenler unutulur). Sen o gâvurcuk değil misin ki, ben azim ve irade ile, ona Allahlık heybetini göstermek için gittiğimde, onun bütün halinin altüst olduğunu gördüm. Onun o tecelli karşısında ne coşkunluğu ne de murakabesi kalır. Hali de, sözü de hep yağmaya gider. O artık şu sözlerden başka bir şey söyliyemez oldu: «Ey güneş artık nur saçma ki, yarasaların gönlü incinmesin!» Ama güneşin işi gücü bu, elbette nur saçar. Yarasanın gözü incinir diye ışığını terk eder mi? Yine dedi ki; Gerçi yarasadan, yahut zayıf gözlülerden güneşe gam yoktur. O hep nur saçar. Ondan ancak güneşe tapanlar için korku vardır. Ola ki güneş kederlenerek (bir bulut arkasına gizlenerek) kendilerine bir yaramazlık eder, bu yüzden güneş nurundan uzak kalırlar, diye düşünürler.
Yine dedi ki: Güneşe tapan bir insan için, güneş hakkında beyle inanmak gerekir. Çünkü hiç kimsenin güneşe karşı saygısızlık göstermeye haddi yoktur. İnanan kimselerin elbette inançlarının kuvvetli olması gerektir ki, dağdan aşabilsinler. Yedi başlı aslanı görsünler, kulağına yapışsınlar, înanç kuvveti ve gün ışığı aşkı ile gam çekmesinler.
(M. 61) înanç ve aşk insanları kahraman yapar, bütün korkuları giderir. Yukanda sözü geçen kutsî hadisteki mana yani Peygamber ile Allah arasındaki ilgi bir dâvet'tir. Yoksa yukarıda söylediğimiz gibi hal olsaydı, o hal içinde, «benim» sözünün yeri olur mu idi? Beraberlik nerede? Yakın, melekler, kitapla gönderilmiş peygamberler gibi dört ayrı varlığın ne yeri olurdu? Bu sözler gerçi söz olarak söylenmiştir, birer davettir ama, hiç umutsuzluk yoktur. Bu hal eğer iki zaman içinde baki kalsaydı, ilk zaman içindeki umut olurdu; ikinci zaman için-de bir nağra atar geçersin. Öyle bir nağra atarsın ki, içinde umutlar ve gülüşler olsun.
Burada bir gülüş, bir sevinç her halde bir gamdan ileri gelmez. Her şeyin üstündeki sevinçler de böyledir. Herkesin bir sevinci vardır. Zahidin, âbidin, âlimin, velinin, nebinin birer sevinci vardır. Nihayet bu sözün sırrı öteden beri eski ise, sözdeki sırrın sırrı daha eskidir. Bu surette söz kılıncına boyun eğerler. Bir söz de vardır ki, güzeldir ama uzanır gider, umutsuzluk getirir. (Sözün en hayırlısı, kısa fakat manası geniş olan sözdür) Hazreti Mustafa'nın (S. A.) sözlerindeki güzellik bundan değil mi?
Allah zatını örten ne kadar zulmet ve nur perdeleri vardır ki, bu binlerce engeller umut bağını koparır. Bir insan bin yıl ikitap okusa bile asla Hazreti Mustafa'nın (S. A.) meşrebinde olamaz ve o okumanın kendisine hiç bir faydası dokunmaz. Eşeğe yükletilen bir çuval kitabın hayvana ne faydası olur?
Senin, aynı meşrepte dediğin kimse de seni kan-dıramıyorsa, onda o zevki tadabilecek bir meşreb yoktur. Halbuki o zevki duyabilecek bir meşreb ister. Sen onun sözlerini kendi şahsî anlayışına, yahut felsefî bilgilerine göre yorumlarsın, demektir. Bunda hangi gönül rahatlığı olur? Birlikte yaşamış n;ce kişiler vardır ki, onun halinden hiç haberleri olmamış. Şu halde onların neden haberleri vardır? Ondan bir nasip alabilmek için hangi yoldan gitseler bir şey elde edemezler. Ancak gönül alçaklığı ile, ona açıkça uymakla, onun yolundan ayrılmamak gerektir.
Görüyorsun ki, onun   huzurunda yersiz bir harekette bulunan da, bu konuda hiç bir şey    söylemez. Biri muhabbeti kırmış da tekrar muhabbet üzere olmaya çalışıyorsa,  bundan çok hoşlanırsın.

Hilaf (Tartışma) Bahsi
Tartışma bilgisi öğren! Doğrudan gerçekten usan-dınsa hilaf ilmi tahsil et.
Hilaf, değişik söz ve fikirlerin karşılaştırılması-dır. Birinin sözü yalan ise bunun tartışılmasına lüzum yoktur. Bütün sözleri doğru ise yine ortada bir uygunsuzluk ve aykırılık olmadığı için tartışma konusu olamaz. Daima, «Bu böyledir,» dersin ve asla aksine bir iddiada bulunmazsın. Eğer bir meselede doğruluk bulunduğu açıkça anlaşılıyorsa, bu hakikat kendi nefsinden zuhur etmez. Bunu sen nefsinden iddia edersin (ispata çalışırsın), îster gerçek, ister yalan olsun, tartışma ve inatlaşmanın, yersiz münakaşanın sana bir faydası olmaz. Eğer iddia doğru ise aksine düşündüğünden dolayı Allah seni sorumlu tutar; hilaf ile uğraşan kişi isterse velilerden olsun!

Duhâ Sûresi'nin Yedinci Âyetinin Mânâsı
Duhâ sûresinin yedinci âyetinde, «Biz seni yoldan sapmış bulduk doğru yola yönelttik,» Duyurulmuştur. Bunun manası nedir? Bu şu demektir: Ya Muhammedi Allah seni yolunu şaşırmış bir halde buldu, sana gerçek yol gösterdi. Bunu herkes böyle yorumladı. Hak, onu yolunu şaşırmış bir durumda buldu dediler. Nasıl ki, çoban bir buzağıyı kaybeder, o tarafa bu tarafa koşar ki onu bulsun. Belki Hazreti Muhammed (S. A.) nefsini yitirmişti. Yani o kaybettiği nefsini yine kendi nefsiyle buldu. Burada nefis anlamına gelen söz müennes (dişil) yapılamaz. Çünkü bu, varlığın kendisi olan zattır.

Ömer'in Mertebesi
Hazreti Muhammed (S. A.), Cebrail'den sordu: «Ömer'in Allah katındaki mertebesi nasıldır?» Cebrail şu cevabı verdi: «Nuh Peygambere verilen ömrün dört katı ömrüm olsaydı da sana onun faziletlerinden söz açsaydım, yine biteremezdim.» (M. 62) Hazreti Peygamber tekrar sordu: «Ya Ebubekr'e ne dersin?» Cebrail şu cevabı verdi: «Ömer, bütün üstün vasıflan ile birlikte Ebukekr'in güzel huylarından yalnız bir örnektir.»
Dedi ki: Bir kazanç ile uğraşıyorsan o bizim içindir. Çünkü günün birinde bize bir şey lâzım olursa verirsin. Şimdi gerektir ki çok kazanasın. «Filan kişinin ne hoş hali var?» dedi. «Keski benim halim de öyle olsaydı!» Ben de ona dedim ki: «Sen mademki benim dostum olduğunu iddia ediyorsun yüzüme karşı bu sözleri söylemekten utanmıyor musun?»
Dedi ki: Yani o yüce bir makam değil mi? Evet o yüce bir makamdır. Hal de yüksektir. Ama benim dostum olanlar ona razı olmazlar1. Sen bu sözünle benim karşımda şöyle bir duruma düştün: Meselâ sen, bana, «En yakın bir vezirden daha yükseksin, güzel konuşur güzel dinler, sırrımı anlar olmuşsun, ama keski Konya şahnesi olaydım! Çünkü vezir onu çok sever, ona güvenir ve inanır,» diyorsun.
Sultan naibi olan vezir, yüce himmetiyle ona emir verse ve «Ben ancak kuru bir isim ve unvandan ibaret bir kişiyim. Her işte hüküm ve karar senindir» dese, o zaman Konya şahnesi, yine yüz türlü dalkavukluklar, yer öpmeler ve yaltaklanmalarla onun huzuruna çıkmaya cesaret edemez.
Gerektir ki, zaman zaman nefis aradan çıksın da safa yüz göstersin, onda bir aydınlık belirsin. Nefis, daha ilerisine gidemiyeceği son bir noktaya varsın. O aydınlık onda geçici olsaydı, nefisten gelmezdi. Ama sen onun yolunda olursan, o bir gün gelir, sende karar kılar. Bu sözlerimizi işleri daha fazla geciktirmemek için söyledik. Şairin,
Diyelim ki, sevgilinin vuslatına ereceğim,
Anlamındaki mısra ile işaret ettiği gibi şu beyitte zayıflık görünüyor, ama hale uygunluğu bakımından çok kuvvetli, çünkü o zayıflıktan vuslat kokusu geliyor.
Ben uykudayım, ama bu uyanıklıktır.
Uyuyanlar, benim uyanık olduğumu ne bilsinler?
Dedi ki: Eğer diken varsa ona bir ateş vermek gerek. Dedim ki; «O, Nuh Peygamber'e uymaktır, Mustafa'ya (S. A.) değil.» Nuh Peygamber; »Yarab-bi! Kavmimi doğru yola yönelt, duasiyle sözün dış yönünü açıklamak istemedi. Bu çile çekenler de Musa' ya uydular. Çünkü onda biraz lezzet buldular. Bugün böyle olmak kolaydır. Böyle olursan benim işim de kolaylaşır.
Ben, iki yönü olan bir adamım. Bir taştan bir taşa el atarak, şahı kendi yerine kaçırarak mat olmaktan korurum. Şah kendi yerinden dışarda mat olmadan tekrar yerine gelir. Bu şah ise hiç mat olmaz, ama mat olan başka şahlarla kıyaslanır. Lâkin öyle evlerde saklanan mat olmuş şahlardan başkadır. O, bu sözleri söyledi ama sen hiç bir şey demiyorsun. Hakkı açıklamak için birkaç söz söylemek ve her söze yüzlerce kesin delil getirmek mümkündür. Dedi ki: Allah kulluk asasını körlerin eline verdi. Çünkü onlar kulluğun gerçek mânasına eremediler. Ola ki o asanın yardımı ile, dua ve namazdan bir koku alabilsinler. Bu niçin böyle oluyor?
Hazreti Peygamberi bütün olgunluğu ile göz önüne getir. Eğer bir kimse bütün halkı okutarak yetiştireceğine inanıyorsa, o her şeyden habersiz bir ga-vurcuktur. Öyle bir insanın hiç bir yetkisi, hiç bir şeyden bilgisi yoktur. Belki aşk yönünden buna inanıyorsa onda bir irfan var demektir.
Hazreti Peygamber, ayakları şişinceye kadar namaz kılar, «Allahu Ekber!» derdi. O halde iken    de dünyanın dışına çıkardı. Hem öylesine çıkardı ki, (M. 63) isterse yanındaki buğday yükleri ve yüz deve yağmaya gitsin! O, gönül darlığı ile ilk tekbiri kaçırmazdı. Hazreti Mustafa (S. A.) bir gün, bulunduğu    makamda Ümmü Mektum'un selâm verdiğini göremedi; ona yüzünü ekşitti, o da    kendisine özür diledi. Peygamberin böyle yüzünü  ekşitmesinden, Allah da ona ekşi yüz gösterdi. Çünkü Allah onu cennetten müjdelenmişler  arasına yükseltmişti.   Özür diledikten sonra da «Tövbe ettim,» dedi. O zaman, «Bu Allanın hoşuna gidecek bir iş değildir. İki yüz deve gönder de buğday getirsinler, onu halka bağışla!» buyurdu.

Haşr Cesetlerle mi? Yoksa Ruhlarla mı?
Felsefeciye göre ruhlar haşr olunur. O ahmaktır; ancak kendi yazdığını, kendi bildiğini okur. Yani o, her neyi bilmezse onu olmaz sanır. Ona göre kendi inancı dışında olan şeyler afettir. Bayezid-i Bistamî onun dizginlerini tutsa bile öyledir.
Bazı vakitlerde gönlüm çok daralıyor. Zaman oluyor ki, cevap verecek yerde susuyorsun. Bütün bu uygunsuz işler şuradan geliyor. Herkes bir şey söylüyor, sen cevap vermiyorsun, hep susuyorsun.
Nihayet sen evde benim ne kadar güvenli olduğumu görüyorsun, halimi biliyorsun. Dışarıdan biri bir söz söylese, «Ben bunu açıkça görüyorum,» demiyorsun. Hattâ güneşten daha parlak bir şekilde gözlerimle görmekteyim.
Dedi ki: Eğer yanlış bir söz söylersem, yahut hatalı bir iş yaparsam, Şeyhinin suretini başkalaşmış görürsün. Sana çirkin görünmeye başlar. O zaman halktan gizli olarak gece yarılarında Haktan iyi ameller dilemekten, ona yalvarıp inlemekten başka çare yoktur. «Allahım şu hali bizden gideriver, gözümüzün önündeki perdeleri uzaklaştır,» dersin. Nihayet beklediğim rahatlığı görür ve gönül hoşluğuna kavuşursun. Çünkü o geçen hal, başka renkte görünen bir perde idi. Şimdi yalvarmak gerektir ki o perde yansın da hiç kimse bizden bir fayda elde edemesin. Hiç bir şey; ne dinde, ne dünyaya ait işlerde, ne hesapta ne kitapta bir şey elde edemesin!
Onun sözlerine cevap verebilir ve diyebilirsin ki: «Mademki onda bir kudret, bir nur ve mahabet vardır, o nasıl olur da batıl şeylere inanır? Bu nasıl bir kudret ve nurdur?» Buyuruyorsun ki: «Efrad zümresinden elli Allah velisi onun dizginini çekmeye lâyıktır. Ama bir körün arkasından kim gider?»
Diyorsun ki: «Allah velilerinin nişanları vardır.» «Sen velilerin zatındaki nişanı bilmez misin?» Veliler âciz kalınca o güçsüzlüklerinden dolayı onlarda ya gönül aydınlığı hasıl olur, yahut ruhlarına bir bulanıklık gelir. Nasıl ki, îblis güçsüzlüğü yüzünden karanlıkta kaldı, melekler ise aynı sebepten aydınlığa kavuştular. Mucize böyle olur. Hakkın âyeti de öyle. Âciz kalınca derhal secdeye kapanırlar.
O, «İnsanı ilk gördüğüm zaman tanırım,» diyordu. Büyük bir hata içindedir. Önce kadı ile bir şey konuşamaz, vezir ile.de bir şey yapamaz. Sen önce yola gel ve otur. Eğer, «Senden başkalarını da senin için severim,» derse, sen bundan başkasını söyle. De ki: «Mevlânâ Şemseddin-i istiyorsan o zaman gönlüm yerine gelir. Beni ondan dolayı seversin derim.» O her ne söylerse cevap ver söylemezse sen konuşmaya başla. Seninle birlikte korkunç, sıkıntılı bir yerdeyiz. O, filan yerde otuz haydut öldürdü, otuz kişiyi de tutsak etti. Gördüğün şu adam, başı yarılmış, kanlar içinde. Ben ise  dünyayı gayet güzel sakin, güvenli gösteriyorum; gönül açıcı şiirler okuyorum. Hiç bir şeyden korkum yok. Bana soruyor: «Sen hangi şeyden hoşlanırsın? Otuz kişi gelse de ananı boğazlasa, 'Git seni de boğazlasınlar ki, ruhun parıldasın' der misin? 'Hayır, nasıl gideyim?' dersin.» O halde, gitme de otur. Bu îmad bana ne sanat öğretti? Nefsimle ilgili işlerde ne yapabilirim? (Onu) aldı ve sakalını birer birer yoldu. Artık konuşamıyor dük.
(M. 64) Buna emir gelmeden önce, «Beni döver misin?» dedi. Müritler zararlı bir iş yaptıkları zaman dövün, hattâ her saatte cezaya hazır bulundurun. Çünkü onun yaptığı işlerde, bana zararlı olduğunu tecrübe ettim. İsterse o benim ruhum olsun. Çünkü nefsim onu düşünmeden elde etmiştir. Allah beni hangi şey için yarattı? Söyleyeceğim şu ki, benden sonra damat isteme! Emanet doğru çıktı. O sözleri konuştuğum zaman yüzüm bu âlemdeydi. Bu takdirde eğer, «O âlem daha hoştur,» derlerse doğru söylemişlerdir. Şu halde o âlem nerede? Öyle ise sen niçin birlikte dışarı çıkmıyorsun diyorum.
Bir toplulukla birlikte oturuyorduk. Orada bir de Arap vardı. Ben dışarı çıktım. Allahya emanet olun dedim. Sordu: «Bana hoş geldin, sefa geldin mi diyorsun?» «Güzel!» dedim. «Benim de maksadım sizinle birlikte dışarı çıkmak ve konuşmaktı.» Yolda ona, «Gözlerim yağmur bulutu gibi ıslandı,» anlamına gelen mısraı okudum. «Niçin dışarı çıkmazsın ki, beraber konuşalım?» diyordum.
Şahap hoş bir kâfircikti. Nişabur dili konuşurdu. Derdi ki: «Bir iş yapıyorsan kendini üzme. Çünkü sen erkekten de dişiden de el çekmişsin! Ama bizim Mu-hammedimiz Mecusîdir. Kendi zatı ile varlığı vaciptir. Bir daha kurcalarsan 'Allah' dersin. Ona ne isim vermişler diye gülersin. Ondan kıl ucu kadar bir nokta kalmadı ki, açıkça görmüş olmayayım.» Onun bu apaçık inancı, hoş hali zaman zaman nedendir? «Neden böyle geveliyor?» dedim. Hiç bir şey anlayamadım; hayli araştırdım. Onun bazı kırıntılarını satan bir çömezi ki hiç kimseye iltifat etmezdi, bana yakınlık gösterdi. «Hayırdır inşallah!» dedim. Çömez bana sordu: «Sen ne yapıyorsun ki, bunların böyle inanç ve itikatını sağlıyorsun?»
Mevlânâ'ya, «Muhammed, Allanın Resulüdür,» diyorum. Gece yanıma gelince üzülüyorum. O bana, «Sus,» diyor. Şirin bir kimse var. Diyelim ki Muhammedi arayan bir cahildir o. Mevlânâ'ya, «Bari ne yaptın?» dedi. Dedim ki: «Benim, âlemde bu cahillerle bir alış verişim yok. Ben onlar için gelmedim.» O âlemde hakkı ile yol gösterenleri, parmakla gösteririm.
Kadın ve şehvetle meşgul olmak elbetde zayıf yaratılanların işidir. Aklın fetvası budur, diyorsun. Muhammed ona, «Bu akıl, fetva hususunda hiç hata etmez,» demişti. «Hayır, akıl hata etmez, hata ancak başka şeylerdir,» dedi.
İmanda tatlılık,  gelip gelip    gitmesinde değildir'.
Zeyneddin Sadakayı gördüm boş lâflar ediyordu. Başı boş bir at üzerinde yabanlara koşan, yolunu şaşırmış bir süvari gibiydi. Bu îmad ise bin kere ondan daha iyidir. Nahiv'den (Sentaks), lügattan anlar. Gidip gelmek sevgiyi arttırır, derler. Bu senin işin değil. Ey kahpe bacılı. Sen kimsin ki, Yahya'ya «veli,» dediğin için o çok ağlamıştı. Eğer (senin yerinde) ben olsaydım onun gözlerini silerdim. Çünkü o günahsızdı. Ağlamayı gerektiren de ancak günahtır. Bu veli kimdir? Kuran'da nebilere asla velî denilmemiştir. Onların benim halimden haberleri yoktur. (M. 65) Onlar, «Şam'dan kervan gelsin de yoldan haber getirsin, bekle!» derler. Sözlerimi böyle dinleyeceklerse yani yalnız tartışma ve karşılıklı konuşma yoluyla beni dinlerlerse, onlar Şeyhlerin sözlerinden, hadisten, Kuran'dan bir şey anlayamazlar. Benden de memnun kalmalarına imkân yoktur. Ama eğer benden faydalanmak veya feyiz almak yolunu seçerlerse, ki bu yol niyaz sermayesidir; kendileri için faydalı olur. Yoksa ne bir gün ne on gün, belki yüz yıl bile söyleseler biz elimizi çenemizin altına koyar dinleriz, derler.
Saklanması gerekli olan bir mücevheri, gayet kalın bir kutu içine koyarak siyah bir mendille sarmakta ve bunu on kat bir bohça içinde gizlemekte, deriler içine sarmakta hayret edilecek bir şey yoktur. Nasıl ki, Peygamber Efendimize, ruh kokusu ve ruhun güzelliği belirtildiği vakit kendi ruhunu görmüş değildi. Ruhun güzelliğinden ona bir haber erişmesi ve onun ruhu görmesi uzak bir mertebedir. Allah yoluna buradan yürümek gerektir ki, onu gözle görebilmek mümkün olsun. Hem bu hayatta, hem de dünyada Allahı görebilmek mümkündür, diyorum. Yukarda sözü geçen mücevher, her ne kadar o perdelerle gizlenmiş olsa bile onda öyle bir ışık vardır ki kendini dışarı vurur. Görüşü mükemmel olan kimseler onu dışarı vurmadan da görebilirler. Ama o ışık dışarı vurmadan bilmeyenlere, görmeyenlere hayret edilemez. Asıl hayret edilecek nokta şudur ki, ışığı açığa çıkarır, elinin içine koyarsın da yine göremez. O, ne Sokrat'ın sözünü, ne thvanı Safa hikâyeleri ile Yunan felsefesini, Hazreti Muhammed'le (S. A.) onun evlâdını; candan gönülden sevdiği çocuklarının ahvalini bilir. Öyle bir insan, toprağın ve suyun evlâdı ve Allah'ın kulu sayılmaz.
Hazreti Ömer', bir gün Tevrat'tan bir parça okuyordu. Hazreti Muhammed (S.A.), kitabı Ömer'in elinden çekti, «Bunu at!» dedi. «Eğer bunun sahibi yani Tevrat kendisi için indirilmiş olan Musa sağ olsaydı, benim de ona yüz çevirmekliğim gerekirdi, bir kahraman gelmiş, bütün bu işleri altüst etmiş; kendi kurduğu dinin nimet sofrasını açmıştır. Hiç kimse onun yolunda rızıksız ve nasipsiz kalmamıştır. Nasıl olur ki Muhammed'in (S. A.) devrinde Musa'dan söz açılsın. Bundan    maksat şudur: Allahın    yol gösterdiği, kendisine rızık ve nimet verdiği bir kimse henüz Allahı görmek hususunda bir şüphesi olanlara körlüklerini göstersin; tâ ki Allahı da bilsinler, kullarını da! Bir Rus bile bu kapıdan girer, bizi görür, iman getirirse, bize yüzünü çevirirse,  şüphe yok ki, bu şeyhlerden çok, bizden faydalanır. Çünkü o, kendiliğinden dolmuştur. O gibilerin sermayesi niyaz, yalvarmadır; zamaneden bir rüzgâr esmiş onları dağıtmıştır.
Şeyh Muhammed, Seyyid ve arkadaşlarının haline gülüyor ve diyordu ki: «Bütün vücudum Allahyla dolmuştur» sözü ne sözdür? Ben de gülüyordum. O zannetti ki, kendisini desteklediğim için gülüyorum. Halbuki ben onun haline gülüyordum. Sen kendi kendini göremiyorsun. O uykuda idi, rüya görmüştü, diyordun. Nişaburlu Şahap, arkadaşlar arasındaydı. Bu Şahab'ın Şeyh Şehabattin'den üstün tarafı vardır. Şeyh Necib'in mürididir. O Hallaç, onun Şeyh Şehabettin'in müridi olduğunu boşuna mı söylemişti?
Şahap, bir gün rüyasında bir dağ başına doğru koşuyor. Bir kadın da arkasından kendini kovalıyor, dağın başına gelince oradan aşağı doğru koşmaya başlıyor. (M. 66) Kadın parmaklarını dudaklarına götürerek, «O öldü!» diyor. Medreseye geliyor, erken erken kapıyı vuruyor. Şeyh Şehabettin ölmüş diye onlar işi büyüttüler. Şeyh Muhammed, gizlendi. «Bu şeytandı,» dediler. Gündüz olunca geldi gördü ki, kitaplar arasında başını eli üzerine koymuş olduğu halde gülümseyerek can vermiş. Şeyh Muhammed, onun gözlerini ve sakalını öperek veda etti ve gitti. Mecliste-kiler, «Hayır, o ya hızır idi yahut da bir melek! Geçip gitti!» dediler. Zamanenin işaretlerini taşıyordu ise, buna şaşmamalıdır.

Kuran Okuyanlar
«Nice okuyucular vardır ki, Kuran onlara lanet eder,» buyurulmuştur. Burada okuyucular (tilâvet edenler) kelimesi nice veya birçok manasına gelen Arapça rubbc ile birlikte söylenmiştir. Ama bu bütün okuyucular için değildir. Şu halde başka okuyanlar, hafızlar da vardır ki, bunlar Kuran okumanın uzmanıdırlar. Allahın has kulları ki, Kuran'ın yedi türlü manasına aşinadırlar. Çünkü Kuran'ın yediye kadar sayılan, zahiri, bâtını, hattâ batının batını manası vardır. Ama bu yedi mana lâzım değildir. Bunlardan her biri, halkın âdet ve anlayışına göre değişir. Halk bunlardan başkasını ve daha ötesindeki manaları da bilir. Bu onun işidir. Kuran'ın yedi türlü manasını veya yüz bin türlü manasını bilmek başka bir hak vergisidir; bir lütuftur. Hakkı arayan onun has kulu olan kimseler, sevgiliye vaktinde nasıl nazlanır? Bu mertebenin üstünde öyle bir mertebe daha vardır ki, en seçkin kulların mertebesidir. Kuran'da onların bahsi geçmez ama işaret vardır. O gibilerin, sözü geçen Kuran okuyucuları ile bir ilgileri yoktur. Onlar ne o bölükten ne de bu bölüktendir. Allahın özel ve seçkin kullarıdır onlar. Bundan önce de onlardan bahsetmiştim. «Sana göre de bu mana böyledir, öyle değil mi?» dedim. «Sen zahmet etme, burada bir zorluk yoktur. Bana, suya gitmek zor geliyor,» dedi. Kırlar karlarla örtülü. Acaba su lâzım olur mu? Buyurdu ki: Her ne olursa olsun insan oğlu önceden yapacağı şeyi düşünmeli ve sonuna kadar bunu yapmaya karar vermelidir. O zaman zorluk kalmaz her şey kolaylaşır. Bu eski bir kanundur. Kış, evet, bahar yerine kış gelseydi, «Eyvah, bu ne haldir?» derdin. Ben böyle düşünmemiştim. Bu kanun değildir. Babadan dededen kalma âdete göre yaz mevsiminden sonra güz gelir, güzden sonra da kış.

Kadınlar Hamamına Giren Erkek
Adamın biri kadınlar hamamına gider, soyunur çırçıplak olur. Kendince şöyle düşünür: Olsa olsa kadınlar saç ve sakalımı yolacaklar, beni dişleriyle ısıracaklar, tas ve taraklarla dövüp söğdükten sonra da şahneye teslim edip dönecekler. Ama hiç düşünmemişti ki, erkeklik organlarım kessinler. Şüphesiz o uğursuz saate kadar susmuştu. O saat gelip çatınca, feryadı bastırdı, şöyle dedi: «Ben öyle düşünmüştüm ki, bana itibar eder hatırımı sayarsınız. Belki kadın 'milleti bana karşı şefkatli davranırlar, gönlümü alırlar.» Bugün eğer böyle olacağını düşünmüş olsaydım bu işe hiç yanaşmaz böyle bir harekete karar vermezdim. (M. 67) Beni dört defa kadının karşısına çıkarsalar bile bana çok zor gelmezdi. Ben oraya gitmiye bilirdim, beni oraya götürmek için belki de bulamazlardı. Eğer o zaman başkaca kurnazlık yollarına sapsaydım, mevsim kışa rastlar, bahar olmazdı şehirde gizlenir, ses çıkarmazdım ancak iki ay sonra benden haber alırdınız. Çünkü kış, birbirinden ayrı düşmüş dostların bir araya gelmeleri için uygun bir fırsattır. Artık, «Ben su kenarında dolaşmaya gidiyorum,» diye bahane uyduramazsın. Dışarı çıktığın zaman bakarsın ki bahar kışa dönmüştür. Ama bir kimse beni iyice tanırsa, kışı bahara döner. Bana karşı her kim doğru ve dürüst davranırsa benden ona çok rahatlık ve esenlik erişir; benden daha kuvvetli yaşar. Nihayet benim hatırıma gelmeyen şeyler onun hatırına gelir.
Bu bahiste yüzlerce Ebubekr'e, kemancıya, Çuha' ya çömezlik yapmak gerek. Ama bunların kuvvetlerinin derecesi ne olduğunu, işi nereye vardıracaklarını anlamadan niçin yapayım bu işi?
Yüce Allah kendi has kullarından bile gizlediği sırlar hazinesinden saçtığı parlak ışıklarla sizi aydınlatsın.

Kaç Türlü Sarhoşluk Var?
Sarhoşluk dört türlüdür, derler; sarhoşları bu dört sınıf içinde toplarlar.
Diyelim ki, sen İmad'sın, senin davan Allah'ı görmek bahsidir. Sen tomruk koltuğunda zavallı tutsak. Nasıl lâyık görürsün ki, bir derviş bu babdaki âyeti tefsir etsin de Musa, Allah'ı gördü diyebilsin? Yani Musa o baygınlık halinde belki Allah'ı göremedi, ama Kuran'da «Mutlaka göremedi,» demiyor. Yani Musa o durumda senden daha yetersizdi. Bu hal nasıl oluyor? Ve ben diyebilirim ki, Musa o baygınlık hali içinde Allah'ı gördü. O, niçin sana gelsin, sen niçin ona gelesin. O, âlimdir, vaizdir, araştırıcıdır. Ben ise Şeyhim, olgun kişiyim. Onun bilgisi onun için pek yetersiz bir hünerdir. O, doğrudan doğruya Hakkı aramaktadır. Sen ise tezvirde, sahtecilikte Şeyhsin. Dünyayı isteyen, tekkeyi bekleyen, armağan kabul eden bir insansın. Halbuki o bütün bunlardan el çekmiştir. Hele şu saatte, sen îmad sayılırsın. Çünkü ondan sözler aktarıyorsun.
Sen sor ki, ben de cevap vereyim. Hele başkaca ne söylüyorsan gel de söyle. Ben ondan söz aktarırsam; ben, ben değilim demektir. Şimdi söyle: Başka neler aktarıyorsun? Bugün onlar ne işe yararlar? Ne dine ne de dünyaya yarayan soğuk ve donuk şeyler. (Bunlara karşı) bir bahane uydurur, «Biraz dolaşacağım,» dersin.
Halvette sana onlardan uzaklaşmak mı düşer yoksa onlara serden ayrılmak mı yaraşır? Siz bizdensiniz biz de sizdeniz. Halbuki onlar bizden, biz de onlardan değiliz, Allah için! Onların saçı sakalı var, benim henüz sakalım yok. îşte burada Mevlânâ ile son görüşmemiz böyle oldu. Mevlânâ bizden çekiniyordu. Yanlız kaldığımız zaman ona iki üç gün kadar üst üste halvetde buluşmak gerekli olduğunu söyledim. Bana kesin olarak söz verirsen, bunun nasıl olacağını anlatayım, dedim.
Güneş bütün âlemi aydınlatır. Benim ağzımdan çıkan sözler ise pek parlak görünmekle beraber, siyah perdeler altındadır. Bu güneş, onların arkasında kalmıştır. Yüzleri göklere dönüktür. Halbuki yerlerin de, göklerin de ışığı ondandır.
(M. 68) Güneşin yüzü Mevlânâ'ya dönüktür. Çünkü Mevlânâ'nın da yüzü güneşe karşıdır.
Kuran'da ulu Allah, «Bizim yolumuzda savaşanlara yollarımızı gösteririz,» (Ankebut sûresi, 69) buyurmuştur, îşte bu âyet, bu nükteye işarettir. Yukarıda sözü geçen âyetin başı ve sonu o sebepten dolayı biribiriyle ilgilidir. Maklub'dur (devrik'tir).
Önce sorudan maksadın ne olduğunu anla da ona; göre cevaba davran! Değişik ve çok kolay sorular önce zor gibi gelir ama sonra hatırlatmaya yarar. Senin söylediğin, «Ondan başka ilâh yoktur,» sözündeki o, kimdir? Kime işarettir? Biri diyor ki: Bu, o camide bir mimberdir; başka biri bu sözü bu açıklıkla söyleyemiyor. Hazreti Muhammed (S.A.), türlü işaretli sözler söylemiştir. Ama bu kadar çıplak ve açık konuşmamıştır. Bu asla söylenemez de. Çünkü sözleri anlayacak olan halktan biri de benim. Halk içine girmiş, onlarla kaynaşmış töreler sünnet olamaz. Eğer benden sonra benim kardeşim gelir derse, bu, nöbetleşme mertebesinde en küçüğü gelir demektir. Bir gün nöbet sırası gelince hep sevinç, neşe ve hoşluk olur. O gün raks, haraket ve gülme günüdür. Eğer bugün, «Nöbet yoktur,» derlerse vazgeçelim. Dağları taşları delip geçen bizim sözümüzdeki o çalkantıdan efendimiz nasıl yoksun olsun? O Şeyh Ebubekr (Sellebâf), sizin beş öğüdünüzü dinleseydi bir daha sizi dinlemeye takat getiremezdi. Bir kere onun cinsinden olmak gerektir. Bugün pek aşağılık gördüğüm bu kimseler, bir gün gelecektir ki, güzellikte şimşek gibi gözlerinin önünden geçecek. Sen bu görüntü karşısında, «Bize de bakınız ki, nurunuzdan biz de aydınlanalım!» diyeceksin. Ama hiç faydası olmayacak, size, «Artık geri dönünüz,» diyecekler.

Dağdaki Zâhid
Bir dağda bir zâhid yaşıyordu, ama o artık insancıl bir zâhid değil, belki dağ adamı olmuştu. Adamcıl bir kişi olsaydı, fehmi ve vehmi olan Allah bügis:ne kabiliyetli insanlar arasında yaşardı. Dağda ne yapardı bu? O bir toprak idi ki, taşa doğru yöneldi. İnsanoğlunun taş ile ne işi, ne ilgisi var?
İnsanlar içinde yaşa ama tenhada daima Allah ile halvetde ol; hep tek başına kal. Ama Hazreti Peygamberin, «İslâmda rahiplik yoktur,» buyurduğunu unutma! Bu, bir bakıma rahipliği yasaklayan bir tavsiyedir.
Dağdan ayrılıp da insanlar arasına karışanları halk, parmakla gösterilen birer ilim ve marifet adamı sayar. Sözü geçen hadisin başka bir mânâsı da, evlenmemenin, kadından ayrı bir hayat yaşamanın Müslümana yasak olduğudur. Hele kadın al, bekâr yaşa, bu nasıl olur? Yani gönülde olan, hoşa giden her şeyden uzak yaşamak ne demektir?
Her sene bütün şehir halkı ve Padişah, dağdaki zâhidin ziyaretine gider, o da halkın kendisine karşı böyle sevgi ve bağlılık göstermesinden hoşlanırdı. Öyle bir hale gelirdi ki, artık başka hiç bir şeye karşı istek ve arzu göstermezdi. Yemekten içmekten büsbütün kesilmişti. Bir gün garip bir derviş, bir aziz oradan geçiyordu. Ona sordu: «Yahu, bayram değil, Nevruz değil bu toplantı nedir?» Zâhid cevap verdi: «Divane misin? Mecnun musun?»
Şiir:
Anlamaz Leylâ yazık âvâre Mecnun halini,
Halini Mecnun'un ancak sadece Mecnun bilir.
(M. 69) «Sen divane misin?» deyince, misafir derviş, «Böyle söyleme!» dedi. Zâhid, «O halde tövbe ettim, hakkını bana helâl et!» diyerek dervişin ayağına kapandı. Misafir derviş, kendi kendine, «Senin bu sözünden bana bir zevk kokusu geldi,» dedi. Bu, tövbenin, gönül alçaklığının bereketinden hasıl olan bir zevk idi. Zâhid, «Bu dağda bir Allah adamı var da onun ziyaretine geliyorlar,» dedi. Mevlânâ'nın buyurduğu gibi, eğer sözü kudretimizin kemâliyle söylesek bu insana daha hoş gelir. Gönülden, ruhtan, mânâdan ibretle söylenen sözler daha hoştur. Ama bazan da aldatmacadır. Yoksa susayım daha iyi! Cevap verdi: «Eğer susarsan konuşman da daha aydınlık olur. Çünkü sükutta, hem sessizliğin ışığı, hem de konuşmanın faydası gizlidir.»
Yüz bin rahmet senin o hatırana olsun ki, bütün âlem asla o hatırdan geçmez; hiç bir tarafa da iltifat etmez. Bu saat benim âlemimde onun hatırı böyledir. Benim düşüncemde de, zahirde işimin doğruluğunu anlarım. Derviş Padişahın huzuruna gitti, selâm verdi. «Benden bir söz dinle,» dedi. Padişah dervişin tatlı konuşması üzerine atının dizginini çekti, gönlü kabardı, atından indi, kendi kendine, «Bu derviş her ne isterse vereyim. Mal, mülk, hatta en güzel kızımı bile istese feda ederim ona ve hatta nikâhlı karımı bile istese boşayarak kendisine sunayım,» dedi. Sonra, hemen sordu: «Ey derviş benden ne dileğin var? Her ne istiyorsan söyle hemen vereyim. Pek tatlı bir nefesin var.» «Evet,» dedi derviş, «hoş nefes dervişlik gereğidir. Sen benimle bir kaç söz konuştun. Benim sözüm senin sözünle öylesine tatlılaştı ki, seni atından indirdi ve öylece bana boyun eğdin! Eğer beni dinlemek şerefini esirgemezsen, söz senin varlığınla tamam olur.»
Ey Şah! Halk içinde olduğun halde bir saat olsun halkı kendinden uzaklaştır. Tâ ki, Şah, dervişin ziyaretine gitti desinler. Hem öyle bir eve gidelim ki, orada Şah hangisi, derviş hangisi belli olmasın.
Bu bir hikâye değildir. Bu sözdür ama onu asla seninle konuşmak istemem, ancak sen çok merhametlisin. Hani o gün bana, «Senden bir şey istediğime pişmanım,» demiştin. Seninle kıl keçe üstünde bile oturmak hoştur. Ama bu bir ödünçtür, borç değil. O geçen günler bir şey değildir. Biribirini tutmayan şeylerde ya bir taraf yalandır, ya öteki taraf. Eğer o taraf yalan ise şu halde benim tarafımı tutarsın. (M. 70) Bazan o âlemden, bazan öteki âlemden acayip sözler anlatırlar. Ariflerden, büyüklerden bir şeyler naklederler. Şu âlimden bir şey işitir hayret ederler. Yani bu âlem halkının işi, hep bu aşağılık ve bilgisizlik yüzündendir. Henüz zayıf sözleri öğüt yoluyla mı söylerler? Yoksa sen henüz bu noktada mı kalmışsın, burada kalma derler. Bu saat tamam oldu, ne söylesin? Her kim olursa olsun mimberin üzerinden verilen bu emirlerin karşısında cevaptan âciz kalır. Geçmişi hatırlatmak istemem diyorsun; onlara faydalı olan filân mesele hakkında söylüyorum yoksa mecburî bir iş değil. Zaman zaman emri terkediyorsun. Zorluk olmazsa o başka! Bugün zorluk olunca, kadı bile mahkeme kapısından geri dönüyor. Allah, peygamberlere, velilere göstermedik zorlukları bana gösterdi, diye şikâyetlenme! Sen emri yerine getirmekte kusurlusun. Sen umuyorsun ki ömür boyunca bu böyle olacaktır. Halbuki emirler, yerine getirilmesi mümkün ve senin de ona elverişli olduğun için gelmiştir. Ama bugün sen emri yerine getirecek güce sahip değilsen, nasıl emre uyabilirsin? Hazreti Peygamber bile emrin ağırlığı karşında, «Hud sûresi ve buna eşit emirler, beni ihtiyarlattı,» buyurmuştur. Eğer, «O emirlere uymakta Peygamber için çok fayda vardı,» diyorsan; sana da hiç bir zararı yoktur. Çünkü, «Yazık olsun bana dersin.» Ama o hayıflanma öğünmekten daha aşağı bir çene kavaflığıdır.
O  cömert yeni müslüman için, «Tövbe etmiştir,» demeğe gönlüm razı olmuyor. O derece düşkünlük ve kırgınlık, kendini aşağı görmek gerekmezdi ona. Onların hepsini duygusuz bir kesek parçası sanırsın. Benim karşımda da o korkuyu duymazlar, benimle birlikte oldukları zaman da. Ancak onları yola getirmek maksadı ile yedi başlı aslan masalım nasıl anlatayım? O sözler kimin kaderini değiştirmeye yarar? Sana vehim ve korku gelir. «Aman, o ben olmayayım!» dersin. «Hayır sen değilsin,» diyorum. Benden ve senden sonra gerçek bir istekli gerektir ki, o öğütlerin etkisi görünsün. Bugün her ne kadar bu emirler başkalarına zor gelse bile, en uygun olan cihet hiç bir emrin sana çetin gelmemesidir. Bayezid, benim sohbetime dayanamaz. Ne bir gün, ne beş gün. Ama bir kimseye ki gönlüm yönelmiş, sohbeti hoşuma gitmiştir, onunla öğüt bahsinde konuşurum. Bir şeyde ki kök ve temel vardır, iyi bakarsan kolayca görebilirsin. Sana hoş gelir o temaşa. Bunun sebebi şudur: Eğer siz geniş ölçüde bir dünya adamı olsaydınız, size başkalarının yardımı gerekmezdi. Ancak böyle  değilseniz bu yardım gerekli olur. Bu saatte Peygamberin şafaatindeki sırrı anlayabilirsiniz.
Gece yarısından sonra yüzümü onun tarafına çevirdim. Umduğuna kavuşmuş bir umutsuz gibi, bende bir umut belirdi. Ama sen, «Senin yanında konuşmak bana haramdır,» demiştin. Evet bizim yanımızda söz haramdır, ama izinsiz olursa. (M. 71) Eğer benim iznimle olursa o zaman konuşmak helâldir.
Ayaz, Sultan Mahmud'a bir kere sövmüştü. Ama Sultan onu öldürmedi. Çünkü Sultan daima, «Nerede o kurban ki, Ayaz'ın ayakları altında keseyim,» derdi. Bunlar gibi bin tanesi bile, onun yolunda ölmeye lâyık değildir. Sultan Mahmud, Ayaz'ın aylığını kesti. Bu imanın sırrıdır, ruhun azığıdır. Ancak onun nasibi olan sevgideki sıcaklığın, ondaki zevkin arkası kesildi. Kezervanî, Hocendî'den daha güzel vaiz ederdi. Daha tatlı ve sıcak konuşurdu. Meselâ her hangi biri için, «Ben ona inanırım,» derdi; bu olgun bir gençtir, böyle söylemez, böyle düşünmez; O, Mevlânâ'nın sustuğu gibi susmaz, belki ona uygun cevap verirdi. Allah hakkı için onun gibi bin tanesi Mevlânâ'nın bir tüyüne bile değmez. Bütün fenlerde, Allah'a yemin ederim ki Hazreti Musa bile onun dengi olamaz. Mevlânâ, yaradılıştan hazırcevaptır. Karşısındakini susturur, bütün bu olan biten şeyler sana benim tarafımdan ve hep senin susman yüzünden olmuştur. Ne güzel bir iftira bu! Aydınlatıcı bin doğru sözden daha parlak, daha hoş, daha kutlu. İmad sözümü dinlemedi, acele etti. Zaten çok defa inanarak dinlese bile soğuk davranırdı. İşte onda ilk defa görülen bu eğilim, ömründen bir gün dahi kalsa, her hangi bir şeyi anlayabilmek için onu tevil etmesinden, yorumlamak istemesindedir.
Ona bir gün sordum: Tebriz'den ne zaman çıktın? O zahir ehli kişilerden, yani tahkik ehli olmayan zahir ulemasından kimseyi görmedin mi? Bunları sormaktan maksadım, o zahir ehli kişiler, bir gün suyu azalır diye denize acırlar. Onun hangi deniz olduğunu anla! Ona cevap verirsin. Çünkü sen ona inanırsın. Bu cevapta dolayı onun ululuğu seni sarar. Ama senin cevabın onları doyurmaz ve etkilemez. Çünkü sen ululama ve yüceltme yolunda beni anmazsın. Her hangi bir şey hakkında bu sözü kapalı söylemek gerektir. Bu söz, tulumdan sızan su gibi akar gider, dersin.
Batın bahsi bütün bunların dışındadır. Ben kendi halimde devam edip gitmekteyim. Asla bu halden daha ileri geçmem. Ben, nasıl olur da senin beni düşündüğün gibi zaman zaman seninle birlikte geçirdiğimiz o âlemi anmam? Sen de bilirsin ki, her ikimiz de aynı şehirdeniz. Bana dedi ki: «Sen şüphe yok ki, Haktan sarhoş olarak geldin, ama şaraptan sarhoş olanlar gibi değil.» «Evet, ben gerçi içtim. Fakat halk içinde iki kadeh içip de sarhoş olanlar da vardır, binlerce kadeh boşalttığı halde, yüzü kıpkırmızı oluncaya kadar içip de ayık kalan, kendi çevresini bilen, aklı başında insanlar da vardır,» dedim ve kendi kendime, «En iyisi, bu bahiste karşındaki 'hayır' demeden sen de itirazı kes, 'evet' deyiver,» diye düşündüm.
«Ey iyisi bu bindiğimiz eşek; bize bağlı kaldıkça ona bir şeyler gerek,» dedim. Onlar için tek başına kalmaktansa, bir yabancı ile birlikte olmak daha hayırlı görünür. Halkın yabancısı sanır ki, bu kısaltmalar tamahkârlıktandır. Ant içerim ki kardeşlerimiz beni bilselerdi, çok güzel ve tatlı olurdu.
Hazreti Ali buyurmuştur ki, erkeklik üç yerde belli olur: 1. Savaşta, 2. Kadın koynunda yatakta, 3. Aldanmamak için alışverişte. Halbuki Hazreti Ali'nin cömertliği yanında hazinelerin beş para değeri yoktur. Fakat o bunu öğüt olarak söyler geçer. Ben de sözü özetleyerek söyler geçerim. Açık konuşurum ve geçmiş büyüklerin ruhlarını hasretle anarım.
Sizinle bir sır konuşurum ki, bunu ne Mevlânâ ne de daha önce gelip geçmiş büyükler işitmiştir. Çünkü son yetişenler arasında Hazreti Muhammed'den (S.A.) sonra Allaha da iftira edenler, onların söylemediklerini söyleyenler vardır. Şu halde işitmediğin şeyi konuşma. Önce söze başlayıp da bu söz açıklandığı ve neticede filân kişinin buna karşı olduğu meydana çıkacaktır. Eğer önceden böyle vaiz etmeseydi, seni hiç kimse bilmeyecekti. Ama işin sonunda, «O büyük âlimdir, üstün bir zattır,» diyeceklerdir.
Mevlânâ hararetli konuşmadığı zaman da onu severler. Fakat onda «(o zaman için) fesahat (düzgün konuşma) neşesi yoktur,» derler. Ama daha sıcak konuşmaya başladı mı, o vakit onun gerçek değeri anlaşılır; sözlerindeki tatlılığa, gençler de yaşlılar da âşık olur. Onu severler. Onun benden ve benimle beraber olduğunu bilirler; benim onların inandığına inanmadığım yoludaki sözümün mânasını da anlarlar.
Mevlânâ bu dereceye inmiştir. Lâkin biliyorum ki, bende de bir hal var. Ben buna bakmıyorum ve bizi kınayanlara karşı asla aldırış etmem. Bu bencilliktir. Şüphesiz ben bunu söyleyince sen de aynı şeyi söylüyorsun, ikimiz de bu konuda birleşiyoruz. Ama bana gelince, daha söylemediğim şeyler kat kat fazladır. Bu noktadaki kuşkularım sonsuzdur. Bundan dolayı sözü çok özetliyorum, konu dışına da çıkamıyorum. Bazan vaz geçiyorum, söze yalvarıyorum. Beni şüpheli duruma düşürme diyorum. Allahı arayanlardan hiç bir talip yoktur ki, aradığı yolda olgunlaşmış olmasın. Talip isteğinde kemale ermiş, aranılan sevgili sevilmek bahsinde henüz olgunlaşmamış ise, o kararsızdır. Ama sevgili, sevilmek bahsinde olgun hale gelmişse, her ikisi birbirleriyle anlaşmış ve kaynaşmış demektir. Bu bakıma göre, ariften daha üstün bir şey yoktur. Ama (diğer bakıma göre) ondan da üstün bir şey vardır.'
Diyelim ki, bir vezir vardır. Sultanın her halinden anlar. Huyunu, mizacını, öfkelendiği ve hoşlandığı şey leri bilir. Bunu kimseye sormadan kavramıştır. Ama o vezir bütün bu yakınlığı ile beraber canından güvenli değildir'. Çünkü nice vezirlerin boynu vurulmuştur.
Ayaz (Gazneli Sultan Mahmud'un gözdesi), canından güvenli idi, rahattı, hiç bir şeyden korkusu yoktu. Bir suç işlediği, her hangi bir şeyi kırıp döktüğü, yahut üstünü başını ıslattığı, elbisesini yemek dökerek kirlettiği zamanlarda bile suçluluğuna rağmen sultanı oyalar, onu bütün gün neşelendirir, eğlendirirdi. Sultan da onun bütün zararlı işlerini hoş görürdü. Çünkü Ayaz, çok sevimli ve sevgili bir çocuktu. Vezir, onun bütün bu zararlı hareketlerini bildiği halde nasıl olur da ona göz ucu ile bakabilirdi? Çünkü, Sultan binlerce kelleyi onun uğruna feda ederdi.
Sultan, vezire bir sır emanet ettiği zaman, onu hiç kimseye açıklamamasını tembih etmeye bile lüzum görmez, vezir de bu sırrı saklamakta çok dikkatli davranır, onu mezara kadar götürür.
Hazreti Muhammed'le birlikte otururken Musa'yı görmek istersen aldanırsın, isa'yı görmek de böyledir. O, avların en büyüğünü avladı. Ama Musa'yı görsey-din onu Hazreti Muhammed'den bulurdun. Ne zaman onun adı üzerinde sana bir şeyler söylerler ve onun gayretinden bahsederlerse, onu Hazreti Muhammed (S.A.) söylemiştir. Eğer Tevrat'ı okur da onun vasfını o kitaptan dinler ve Hazreti Muhammed'i (S.A.) dilersen, Hazreti Musa'nın bin kere: «Yarabbi ne olurdu o Peygamberliği bana vermeseydin, yahut bir zaman yerimde oturup da onun dış görünüşünü görebilmek için biraz geciktirseydin!» dediğini görürdün. O halde gel sen ve ben altı ay efendimizle birlikte oturup ah ve feryad edelim. (M. 73) Dünyada gönül açıcı Yasin sûresini dinle, Dünyadan konuşanları dinleme. Ben ya sadığım şehirden ayrıldım. Kendi kendime, «Yürü! Kendi âlemine bak!» dedim.
Bana sordular: «Ne iş yaparsın? Bu âlemden sana haber verdiler mi? Bunu gördün mü?» «Elbette gider görürüm,» dedim. Bu yola geldiğim zaman, «İşte senin âlemin,» dediler. Bu âlemden ne anladın? Sana bir bilgi vermediler mi? Yine dedi ki: Siz o âleme lâyık değilsiniz, o hamam külhanından vazgeçiniz. Ama burada senin bana tarif ettiğin bir ülke olduğunu gördüm. «Orada ne işin var, anlat bize!» dedi. «Bu âlemi sen bilmiyor musun?» dedim. «Nasıl bilmem; sen de bilirsin,» dedi. «Ama ben bilmiyorum,» dedim. O halde yürüyelim ki gözün, gönlün açılsın. Burada ne bekliyoruz? Ergeç her topluluk bu kabir tarafından geçer. Şüphe yok ki dünya, etrafında ateş yanan bir kabirdir, içindekilerin iyi yanabilmesi için onları yumuşatır.
Kezervanî dedi ki: «Allanın bir kulu vardır ki, başına bir hal geldiği vakit kabirler üzerine yüzüstü kapanır ve başı yerden kaldırılıncaya kadar öylece kalır.» Bu kimse bir belâya uğradığı vakit, «Bu adam zayıftır, güçsüz ve biçaredir,» dersin. Ama nasıl diyebilirsin ki, bu adam, Hazreti Muhammed'e (S.A.) ümmet olmaktan vazgeçti de Nuh Peygamber'in ümmeti oldu. Dedi ki: «Gerçi peygamberlere uymak vaciptir.» «Düşün bir kere,» dedim. «Bu caiz olur mu? Sonra 'Benim cevabım bu değildir,' dersen, sorduğun soruları düşün bir kere; benim cevabımı düşünme korkunçtur,» dedim. Güldün ve dedin ki: «Cevabını düşündüm, onun için bende bir korku belirdi.»
Bunu benim hamlığıma verirsin. Çok konuşmak isteği ancak sözü manâlı ve düzgün söyleyince hoşa gider. Çünkü istek fazla olunca söze perde olur. Ama bu hep böyle oluyor.
Bir kâğıt düşün ki bir yüzü sana, öteki yüzü de sevgiliye dönüktür. Yahut her yüzü bir başkasına çevrilmiştir. Kâğıdın sana dönük olan yüzünü okuyabilirsin, ama asıl dosta ve sevgili tarafına dönük olan yönünü okumak gerek.
Hep pişirdiğini yeme. Ekşimiştir, soğuktur, mideni de üşütür. Senin için tatlılık ekşilikten daha iyidir. «Ah, ah, ah!» diye ağlayan hoş ağlar, ama «ha, ha, ha!» diye gülen öyle gülmez. Daha ne kadar, «ha, ha, ha!» diye güleceksin? Öyle gülmek sana göz ağrısı getirir. Üç kere, «Haykanko Kokor» (Bu   sözlerin   hangi   dilden  olduğunu  ve  anlamını  öğrenemedik (Ç.)) söyle. Sana konuşmak gerekse böyle yaparsın, ama bizim o sağır kediciklerimize bunun ne faydası olur? Halep'deki halk arasında yazacak bir şeyler, yeni bir haber yok mu? Senin için düşünecek, üzülecek ne sebep var ki! Orada benim yerimde, benim gibi bin tanesini bulursun.
Bana şimdi Ebu Said Ebül Hayr'dan şu anlamdaki bir beyti nakletmek gerekiyor:
Beyit:
Çok utanmaz, açık saçık insanlardı, hep böyle idiler.
Adlarını söylerler, rezil olurlar,  büyüklerini de  rezil ederlerdi.
Bu yol çok acayip ve gizli bir yoldur. İşte şahneler oturmuş size, «Yol bu yol değil, asla buradan geçmeyin,» diyorlar.
(M. 74) Altı yön de Allah nuru ile aydındır. Zavallı felsefeci, yedi feleğin dışında kalmıştır. Uzayda, boşluk içinde görünen her şeyin elbette bir hakikati, gerçek bir tarafı vardır. Nasıl ki Kuran'da, «Dağları yeryüzünün kazıkları yapmadık mı?» (Nebe sûresi, 7) buyurulmuştur. Bu âyetteki sözü geçen kazıklar, ne dağlar, ne de taşlardır. Ancak bunlar birer birer zikredilmiştir. Görmez misin ki bu dağlar yerlerinde dururken semânın cadın kurulmuştur. Ama eğer bunlar yerin kazıkları olsaydı o çadır havada nasıl kurulurdu? Ben, «ulu Allah Mevlânâ'ya uzun ömür versin!» diyeyim; sen de, «Âmin!» deyiver. Allah onu bize, bizi de ona bağışlasın. Hepimize de uzun ömürler versin! Âmin!
Her kim için, «Allah uzun ömürler!» versin diye dua ederlerse, sen de «Âmin!» deyiver.
Yüce Allahm, âlemin Doğusundan Batısına kadar, o testi su ile dolmuştur. Dediler ki; Duacı ile bu dualar nereye sığar? Bu kap su ile dopdolu iken, o su göndermiştir. Beni andın mı hiç? Ant içerim ki sen beni anlayamadın. Eğer anlasaydın, bütün vücudundaki organlar titrer, kalbin çarpar, sarsılırdın, içinden gelen bir ses sana: «Bu, Velidir! Bu, yeri ve göğü, aralarındaki varlıkları yaratan yüce Allah dostlarının en güçlüsüdür!» diye haykırırdı ve, «Bu, işte burada hazır olan velidir!» derdi.
Bu sevgili dost işte şurada oturan kişidir. Şüphe yok ki, sevgili neredeyse, seven de oradadır. Ama bu gafletde bir sebep vardır. Lâkin bu derecede değil. Ben, senden daha korkuncum. Bundan önce benimle birlikte olduğun zaman yaptığın hizmetlerden utanırdım. Şimdi ise hiç çekinmiyorum. Çünkü arifle bulunmak hoş şeydir. O beraberlik benlik davasından uzaktır.
Hazreti Peygamber, «Yarabbi biz sana senin ululuğuna yaraşan ölçüde 'kulluk edemedik!» buyurdu. Bayezid-i Bistamî ise, «Kendimi kutlarım şanım ne yücedir!» diye öğündü. Her çağda tek bir gerçek vardır. Lâkin şeyhin gerçek müridi daima kendisi ile birlik olandır. Üst tarafı rüzgarla gelen, esinti ile savrulan tozlar gibidir. Ama sen üzülme! O biricik dost sen ol! Çünkü o günahkârlardan binlerce gerçek dost arasında ancak bir tane bulunur ki, yabancı sayılmaz, perde arkasına alınabilir. Yolculuk bittiği zaman o, ışıklı aklının nuru ile kanadı dünyayı yakan bir melek gibidir. Ama nerede o gerçek dost?
Şu şehvetler çamurunda iyiyi kötüyü seçebilen o er nerede? Bıyıklarını yolsan bile dudağını kıpırdatmaz. Konuşulmaya, şakalaşmaya lâyık bir kişidir o. Halk arasında onun sözleri, «Bu, filân zatın sözüdür,» diye söylenir. Çok kere kendisinden faydalanırlar, onunla çok kere doğru yolu bulurlar. Onların sözünde hak âleminden bir koku vardır. Öyle bir zatın nefesi şüphe yok ki cennet nefesidir. Belki de Hak nefesidir. Dilerseniz, ona, halkın en azizlerindendir deyiniz. Ey Hakka yakın kardeşler. Bu erenlere saygı gösteriniz!
Meclistekilerden biri, «Evet,» dedi. Öteki atıldı: «Ne demek 'evet,' 'eyvallah' de; 'öyledir* deyiver.»
Biz Allahın gönderdiği o biricik dost olmak davasında değiliz; sevilen, kat kat faydalı olanlardan da değiliz.
Mevlânâ dedi ki: «Üç şeye mânâ verilemez. Bunlardan biri gönül hoşluğundaki korku, ikincisi huzur alemindeki korku, üçüncüsü de gereği gibi menfaat eksikliğidir.»
Gerçek Allah adamı, kapısından geçen köpeğe bile cevap vermekte saygı gösterir. Heybet, ululuk konusuna gelince; bendeki irade kuvveti, heybete üstün gelir. İkincisi; düşünceli, ağırbaşlı hareket eder; her iki tarafı da korur. Yer uygunsuz, oradakiler kabiliyetsiz olunca o yerde konuşmak zulümdü!. Kitaplar bu ko nuda bir şey söylemez, belki H söyler. Lâkin H de bu konuda konuşmaz ancak benim çağımda ve zamanımda bunu birçokları yalanlar. Biri benim yanımda esrar içmeye, yalan söylemeye tövbe etti ama şimdi unuttu.
(M. 75) Dün bana komşu cariyeler getirdiler. Yüzümü onlardan saklayarak dedim ki, eğer H'yi birlikte getirseydiniz biz de Allah'a yakın meleklerin kapışmak istedikleri nohut daneleri saçardık. O danele-ri sana şefaat dilemek için getirdiler. «Bize o varlıktan bir bilgi ver,» derler. Kendilerine Allah katından bilgi verilmiş olanlar, başka bir deyimle İlmiledün erbabı iki bölüme ayrılırlar. Biri o ilimde perişan bir sel gibi akar gider. Onlar ilim yolcularıdır. Bu toplum içinde ancak bir kaç kişi söz söyleyebilir. Sende suret ve mânâ yönünden düzgün bir hal var derler. Kendilerinde belirli bir hal görmediğim ve evvelki bölümün karşı cihetinde yer alan bir bölüm daha vardır ki, bütün Allah dostları, veliler, peygamberler bunlarla buluşmak, yüzlerini görmek arzusundadırlar. Bir kimse ki, bu noktada yüz velinin bile bir peygamberin ayak tozuna değişilemeyeceği inancında duraklamıştır, umulur ki o, başlangıçta da öyledir. Bir kimse ki son inancı bu noktaya gelmiştir, onun sonu nereye varır?
Bir kimse ki, Kuran'ın Allah kelâmı, hadisin Peygamber sözü olduğuna gönülden inanmıştır, ondan ne umulur? Başlangıcı böyle olursa onun son durağı nereye varır? Gerektir ki o bunları küçük yaştayken öğrenmiş olsun. Ama o, bu daracık yerde mi kalmak? Hak âlemi çok geniş bir alandır. Bazılarına göre bu konu son derece sade ve basittir. Ama çok zor, çok çetindir. Bazılarına göre de çok kolay ama o kadar kolaydır 'ki, bu kolaylıktan ötürü hayrette kalmışlardır. Bu bahiste söz söyleyenler şu noktada duraklamışlardır :
Hadiste, «Kuran'ın yediye kadar zahirî, batini, batının batını manaları vardır,» buyur ulmuştur. Bu manalardan zahirî manayı âlimler, batini manayı veliler, batını mana içinde gizli olan manasını da Peygamberler bilirler. Ama o üçüncü derecedeki manayı Allahtan başkası bilemez. O halde ademoğlu bundan nasıl faydalanabilir? Hadislerdeki sırlar da Kuran'da olduğu gibi çoktur. Nasıl ki, yüce Allah (Necm sûresinin ll'nci âyetinde), «Onun Miraçta gördüğü gerçek tecellileri, kalbi yalanlamadı,» buyurmuştur. «Kulaklar duymadı, gözler görmedi,» nüktesindeki mana da şüpheli kalmıştır. Eğer Kuran'da esrar olsaydı neden o, her gün Kuran'daki kesin hükümleri okuduğu halde kendinden geçmiyordu? Halbuki o, esrara dair tek bir kelime işitse kendinden geçerdi ve o fitneler de açığa çıkardı. Bundan dolayıdır ki, Beyazid (Bistamî), öyle anlaşılıyor ki bir takım kapalı sözleri ile kendi sırlarını söylemek istemiştir.
Hazreti Peygamber, kapalı söz konuşmadı. Sahabeler adına nakledilen öğütlerde de açıklamayı gerektirecek üstü kapalı bir söz yoktur. Nasıl ki en olgun kişiler de onların hallerine dair bir şey söylememiştir. Onlar kendilerini apaçık göstermişler, bu suretle tanıtmışlardır. Allah dostu gerçek veli ise kapalı ve gizli kalmıştır. Hazreti Muhammed (S.A.), onları görmek arzusu ile yanıp tutuştu. Ama kendilerini görmeğe fırsat elvermedi. Ancak onların hasretini terennüm etti. Bayezid'in bundan haberi olaydı, asla «ben» sözünü ağzına almazdı. Nasıl ki o, son zamanda «zün-nar» istemişti. Hakîm Senâîciğin son günleri, Seyyid Burhaneddin'den, Seyyid Burhaneddin'in son günleri Mevlânâ'dan daha mı iyiydi? Senâî'nin hoşça bir hali, Burhaneddin'in geniş bilgisi vardı. Bunları görüyorsun, îmad ve başkaları gibi geçmiş gitmiş olanların yüzlercesini de göz önüne getir. Nasıl ki buğday çuvalından alınacak bir avuç örnek, çuval içindeki binlerce buğday tanesinin niteliğini gösterir. Nihayet onların hepsi de bu cinstendir.
(M. 76) Yüzünde yüz bin safa ve evliyalık nuru parlıyan bir veli, sözü geçen erenlerden birini bir çöl ortasında görse ve içinden o bildiği velinin bu olduğunu sezmiş olsa, derhal başı araya gider, helak olur. Bütün hali alt üst olur,    damdan düşer ayağı kırılır. Ama o toplu anlayışın manası ondan uzaklaşır; imanı gider donuk bir hal alır. Meğer ki o, velinin diled ği kimse olsun! Çünkü o kimse, artık Allah'ın da dilediği has kullardan biri demektir. Soruyorsun: «Şeytan o makama erişir mi?» «Evet    erişir.» Çünkü Şeytan, Allah ile konuşmak mertebesine ermiş olan Musa'nın haline erişti ki, o yüzden, Hızır, Musa'ya, «Sen benimle birlikte   bulunmaya sabredemezsin!»    dedi. Çünkü Musa, soru sormakta acele etti. Acele ise Şeytandandır. Ama başka yönden onun makamına asla erişemez. Çünkü onun gibi yüzlercesi Musa'nın ayak tozuna erişemedi.
Mevlânâ izin vermez ki ben işimi göreyim. Bana bütün âlemde öyle bir dost gerektir ki, onu bütün isteklerinden yoksun bırakayım; onu dinleyeyim ama isteğini yerine getirmeyeyim.
Siz benim dostum değilsiniz. Siz nerede, benim dostluğum nerede? Bu ancak Mevlânâ'nın bereketiyledir. Benden bir söz işiten herkes, zaman zaman beni dinliyenler de bir şey konuştuğum vakit dikkatle dinlemelidir.
Sen bir İbrahimsin ki, kitapla geldin. Ama beni bir öğretmen olarak görüyorsun. Çok kerre görülmüş Bir kimse, tanımadığı yabancı bir kapıda da hizmet eder. «Bu yabancı kapı hangisi?» diyeceksin. Halk ile konuştuğum vakitlerde dikkatle dinlersen anlarsın ki, onların sözleri hep kapalı sözlerdir, esrar doludur'. Halk ile konuşmaktan beni vaz geçirmek istiyenler, bu açık sözden, «Kolaydır,» diyenler benden ve benim sözlerimden hiç bir şey anlamamış olanlardır. Onlar benden hiç bir nasip alamazlar. Çünkü bir çok sırlar o toplum içinde konuşulan sözlerde saklanmıştır.
Büyük bir sır vardır ki, gayret yönünden ancak bir lâtife arasına karıştırılarak söylenebilir. Seni başkaları göndermeden önce kendi arzunla ziyarete gelmek yaraşır. Aşk böyle olur. Eğer bu sefer gidersem beni bulabilir misin? «Eğer,» diyorum; bunu kesin olarak söylemiyorum. Bu şarta bağlı «Eğer» den bahsetmek dosta çok zor gelir. Eğer, meğer, keski, zannedersem gibi sözler hep böyledir.
Fahreddin-i Razî'nin bir çömezi ölürken insaf yönünden şu anlamdaki beyti söylemişti:
Beyit:
Aklın varacağı son durak ayak bağıdır.
Bilginlerin   çok çalışmalarının  sonucu da sapkınlıktır.
Sonra şu anlamdaki mısrada da:
Ruhlarımız, bedenlerimizden ürkmektedir,
 deniliyor.
Nefisten ve nefsin isteklerinden uzak kaçanlara o anda bir sır açıklanır. Onlar mahrum kalmazlar. Şu anlamdaki beyte de bakınız:
Beyit:
Nice yüksek dağlar var ki, tepeleri yüce ve sivri şerefelerdir,
O tepeler, zamanla aşınır ama dağ yine dağ olarak kalır.
(M. 77) Bu sözden âlemin başlangıcı olmadığı manası sezilmektedir. Meğer ki bu dağlardan maksat Allah kulları olsun! Ama onun maksadı bu değildir. O bundan uzaktır. O bu işin adamı değildir.
Mevlânâ'ya gelince; onun, bu saatte dünyanın hiç bir yerinde eşi ve benzeri yoktur. Bütün fenlerde, temel bilgilerde, din bilgisinde, gramer, sentaks, mantık ilimlerinde en büyük uzmanlarla kuvvetle konuşur, tartışır. Onlardan daha üstün, onlardan daha zevkli, onlardan daha güzeldir. Gerekirse, gönlü isterse üzüntüsü engel olmazsa, konunun tatsızlığı buna sebep olmazsa, hepsinden daha yetkili konuşur. Ben akıl yönünden bilinmesi gerekli bu bahislerde yüz yıl çalışsam ondaki ilim ve hünerin onda birini elde edemem. O kendisini bilmez sanır ve öyle zanneder. Benim önümde, beni dinlerken; nasıl anlatayım ayıptır söylemesi, babasının önüne oturmuş iki yaşında bir çocuk, yahut Müslümanlığa dair hiç bir şey işitmemiş dönme bir Müslüman gibi öylesine utangaç bir hal alır.
Bir sabah erkenden o mana âleminden konuşuyordum. Dedi ki: «Bu kulak, kulak olalı bu nükteyi işitmemiştir.» Çok etkilenmişti.
Bir kerre de Pir, Mevlânâ'nın yanında idi. Ona, Seyyid Burhaneddin'in hüccetini anlattı. «Ona, Mevlânâ'ya ve bana hüccet delil olamaz,» dedi. Benim maksadım armut istemek değil. Biri benim huyumu bilseydi ne iyi olurdu. Benim maksadım ona teselli vermektir ki, o sayede sükûna kavuşsun. Bugün kurt masalı gibi sözlerin; yeşil, 'kırmızı hayallerin modası geçmiştir. Bugün bunlar ne işe yarar? Bunlar b:rer aldatmacadır. Bunu nasıl bilmem? Bunlar ancak nefis ve murakabeyi sükûna kavuşturmak içindir. Bunların başka bir işe yaramadığını mı sanırsın? Düşünüyorum da öyle değil!
Ev boştur ama kimse gelmiyor. Düşünürsem bana ne hizmetler ettiler. Uykudan uyanırken gül şerbeti yastığımın üzerine konurdu. Dostum yanımdadır, ama susmuştur. Söz söylerken de havadan, sudan bahsetmez. Bütün yorumlamalarda büyük adamdır o. Eğer sende aşk ve sevda galip ise, ona baktığın zaman sana bambaşka bir deniz görünür. Sende aşk galip ise, Allanın da galip olduğunu anlarsın. Dağ gibi büyük bir adam. Senin hakkında ben güzel bir deyim bilirim.
Hazreti Ebubekr, söz yorumlardı. Sade bu yorumlama değil, söylediği her şey yorumladığı sözün anlamına uymasa bile Allah onu doğruya çıkarırdı. Hazreti Muhammed (S. A.), hem söz yorumlardı hem de Hazreti îsa gibi körleri ve abraşlı hastaları tedavi etmek kudretine sahipti.
(M. 78) Hazreti Muhammed'in (S. A.), yüz binlerce propagandacısı vardır. İsa bütün çömleklerin tuzunu önceden koymuştur. Ama Hazreti Muhammed (Ş. A.), tuzu sonradan katmıştır ve Peygamberlerin sonuncusudur. Başka bir deyimle Peygamberlik kapısını kapayan, onu mühürleyen zattır. Bir tuz saçan (lezzet veren) biri gerektir. Ama Mısır tuzu gibi olmamalıdır o tuz. Sen beni serbest bırak da kendim söyleyeyim. Ondan sorma, sana ben söylüyorum. Başka bir saatte daha iyi söylerim, daha tatlı konuşurum. Çünkü bu sohbet, o günahı işlemeden tatsız düşer. Ama o halin niyeti ile diyorum ki: Yazık ki aşk, ayrılık gününde de bedenimi sırsıklam etti. Yalnız alçak gönüllü olanlar benimle dostluk kurabilirler. Gerektir ki o alçak gönüllülük ve o kulluk duygusu, günah işlememek eğilimini artırsın. Bu güne kadar haram'dan perhiz ediyorsan, bundan sonra helâl'dan da perhiz yaraşır sana. Ama bu tutum sana yorganı sattıracak dere ceye kadar gelirse, hoş olmaz. Onlar öyle yaparlar ki H'yi benim gönlümden soğutsunlar, isterler ki bu gidişle benden bir şey koparsınlar. Yahut, «Ona verdiğin değer akla uygun değildir, başka bir baha biçsey-din iyi olurdu,» diyerek buna benden başkasının hüküm vermesini isterler. Onlara dedim ki, «Ondan hoşlanıyorum. O, ne bu cihandan ne o cihandandır.» Bu gönül hoşluğu ve sevinç ancak senin varlığınladır. Dedi ki: O, bu cihan halkından başkadır. Ancak bunlardan o cihana utanç gelir. Ama kendisinde hiç utanç duygusu olmayan kimseye göre, o cihan bu cihana geliyor. Öyle bir insan için altı yön de Allah nurudur. Ama gizli değildir ki, öyle bir kimsede de gönül hoşluğu yoktur.
Benim, hiç kimseden dünya ile ilgili bir isteğim yoktur. Bende ancak Hazreti Peygamberin armağan kabul etmesi âdetine uygun davranışta bulunmak arzusu vardır. Senin içi altın dolu şu kalede yüz binlerce altın ve gümüşün olsa da onları başına saçsan, ben aşağıdan senin yüzüne bakarım. Eğer alnında bir nur, göğsünde bir niyaz ışığı göremezsem, o altın ve gümüşler bana göre bir gübre yığınından başka bir şey değildir.
Bende bir tamah varsa sadece Mevlânâ yeter bana. Unutmayın ki, siz hep kendi mektubunuzu okudunuz hele dostun mektubundan da bir şeyler okuyun. Size bu daha faydalı olur. Bütün bu sıkıntılarınız, sizin hep kendi mektubunuzu okuyup da sevgilinin nâmesini okumamanızdan ileri geliyor. O hayal, ilimden, marifetten doğuyor. O hayalden sonra da başka bir ilim ve marifet vardır. O ilim ve marifetin de başkaca uzun hayalleri vardır. Bunlardan daha kısa, ayrı bir yol daha vardır ki, hiç bunlara benzemez. Ama o kestirme yolun da adını kötüye çıkardılar. Ona başka bir ad bulmak gerekiyor, îyi bir kanun konulmuştur. (M. 79) Bir gün yanar bir gün yanmaz. Ama en iyi kanun hiç kimseden bir para istememektir ki, alanın hatnnı dünya tarafına çekmesin. O tarafa dönüp bakmasın. Ancak şimdi benim pişmanlık duyduğum bir nokta var: Keski binlerce altınım olsaydı da onun uğruna feda etseydim, diyorum. Bu, tıpkı şuna benzer: Bir kimsenin evler, ambarlar dolusu çömleği olsa da bunlardan biri eksik olsa, ne lâzım gelir? Sahibinin gönlünde bunları sarfetmekten başka ne arzu olabilir? Bunun gibi belki yüz defa sayıklayanlar olmuştur. Ah ne yazık şimdi Emir sağ olsaydı bize ne büyük bağışlarda bulunurdu! O, hep kendisinden dilediğim şeyi vermek isterdi! diye hasret çekenler vardır.
Dünkü gün, dedi ki: Bediuddin, Allah cemalidir. Ondan bir görünüştür. Bu söz onu kayırma yönünden doğru görünür.
Mevlânâ dedi ki: Ben Bediuddin'i bu güne kadar seviyordum, ama bu gün gördüm ki O da niyaza, bir takım isteklere kapılmıştır. Allah hakkı için ona inanırdım. Şimdi sanki kıyamet kopmuş, gizli âlem açığa çıkmıştı. Evet ant içerim ki gizli âlem açıktır, perde aralanmıştır. Ama bu, gözleri açık olanlara göredir. Bundan sonra bana kazanç haramdır. «Bunu ancak onun ayakları altına saçmak için isterim,» diyen o adama dedim ki: «Öyle ise senin onunla görülecek bir işin vardır. Bana bu hususta hayır demekle sözümü kabul etmiyorsun. Eğer senin maksadın onu yüceltmek ise, onu ululamak benim sözlerimi kabul etmemekle olmaz. Gerektir ki emrimi kırmayasm. Senin bu yaptığın, evvelce sana anlattığım Ayaz ve kadeh hikâyesini andırıyor.» O zaman unuttum buraya kadar benimle birlikte gelmişti. «Elbette ben çıplağım, bulduğum her cinsten elbiseyi bana giydir,» dedi.
İmad dedi ki: «O söylediği söz, sentaks yönünden doğru değildir. Sentaks bilgini Sibeveyh de bu konuda pek az bilgiye sahiptir.» Ben o kadar demiyorum. Ancak şunu soyuyorum: Bu hal, Hazreti Muhammed'e (S. A.) uymak hususunda, «Yarabbi beni Ahmed'in ümmetinden kıl!» diye dua etmekle, «Yarabbi beni Hazreti Muhammed'in ümmetinden kıl!» demek arasında mana bakımından eşitlik olamayacağını anlatır. Çünkü burada değişik bir mana vardır. Bu duayı eden kimse, onun makam ve mertebesini istiyor, onun cemalini özlüyor demektir. Yani başka bir deyimle, bu sözde hiç cehennem arzusu yoktur. Onun en ufak işareti budur. Bu değişiklik nisbete göredir. Sen bu aslı kurmaya bak ki, sana hiç bir zorluk olmasın. O sofa yüksektir denildiği zaman bu yükseklik tavana göre değil, tabana göredir.
Mevlânâ'ya açık söyledim: Ben onların önünde konuşurken sözlerimi kendilerine anlatamıyorsam bari sen anlat onlara. Benim ulu Allahdan bir fermanım mı var ki, o aşağılık uydurma şeyleri onlara anlatayım. Ben işin aslından, temelinden bahsediyorum, onlara zor geliyor. Halbuki ona benzer başka bir asıldan bahsederken de sözün üstünü örttükçe örterim; kapalı konuşurum. Tâ ki sonunda her söz başka sözün üstünü kapatsın.
(M. 80) Hak bahsinde Mevlânâ hiç kapalı konuşmaz. Çünkü onunla çok derinlere daldım, ona her şeyi açıktan açığa anlattım. Bu nasıl olur? Mevlânâ konuşmaya başlayınca kabul ederler, özür dilerler, dervişçe başlarını eğer giderler.
Şimdi, «Fakr mertebesi tamam olan ancak Allahdır,» gibi binlerce beyhude sözlere gelelim. Yani «Fakr tamam olunca Allah yüz gösterir, onu bulur ve görürsün,» sözünde küfür yoksa, bu sözün manası o değilse, seninle Hıristiyan arasında ne fark olabilir? Nihayet Hazreti İsa, Hallacı Mansur'dan da Bayezid'den de, ötekilerden de daha lâtif bir zat idi. Şu halde Hıristiyanı «İsa Allahdır veya Allah'ın oğludur,» dediği için kınamak neden? Halbuki sen de aynı şeyi söylüyorsun. Şu halde, «Fakr tamam olunca Allah'ı bulursun,» sözünün manası, «Her kimin nefsi ölürse, Şeytanı da ölür; kötü huylardan temizlenerek Allaha kavuşur,» sözündeki mana gibidir. Ama bu kavuşma hâşâ Allahın zatına kavuşmak değil, belki onun yoluna girmektir. Kul, Allahın kendisine kavuşmadığını, ancak Allah yoluna girdiğini anlar. Aksi halde Allah yolundan sapmış olur. Sonra onun nefsi de dirilir, Şeytanı da! Allah yolunun nuru ile Allahın zatının ruhunu ayıramayan, daima karanlıktadır ve körleşmiştir.
Yüce Allah'ın nurdan yedi yüz perdesi, yahut nurdan yedi yüz örtüsü vardır; bunlardan biri açılsa, hem dünyayı, hem içindekilerin! yakar, denildiği vakit o hangi perdedir" ki, yavaş yavaş kalkınca zat nuruna varılabilir, zatdan parlayan ruha erişilebilir? sorusu hatıra gelir.
Abdest üzerine abdest almak, doğuşta, yaratılışta temiz ve abdestli olanın üzerine nur üstüne nur iner. O, iki defa abdest almış demek değildir. O, benim okumadığım bir meseleden bahsetti, İzzeddin onu kabul etmedi, yalanladı. Nasıl olur da, «Evet ben onu okudum,» diyebilir? Mevlânâ'dan bir işaret aldım; sandım ki Mevlânâ da bunu anlatmak istiyor. (Kendi kendime) «Bugün Mevlânâ da o türlü sözler söylüyor ki ben şimdiye kadar asla bahsetmedim,» dedim. Sana güvenerek söyledim ki, sen hem kadıya, hem de adalet bakanına karşı savunasın. O demiştir ki: «Eğer benden bir şey götürmez ve gelmezse onun kuvvet ve kudretini hiçe indiririm. Bu tıpkı şuna benzer: Bir köle var mıdır ki, Sultana karşı, «Sen ki Padişahsın, meclise gel de seni göreyim,» diyebilsin; bu nasıl olur? Biz bu nefsi ne Aksaray'dan, ne de Kaymaz Kervansarayından getirdik. Eğer sen bu fikirde isen, Halep' te oturmuş, bir ülkeden başka bir ülkeyi seyrediyorsun demektir.
Zavallı ihtiyar! Başında bu teslim taşı ve aramızda bu yakınlık olmasaydı. Hele senin, «On beş seneden beri sende bu ne sabır» deyişin yok mu; bunda azıcık bir samimiyet kokusu olmakla beraber taşınca yüz bin misli artar. Bu hal ve sözler bir soru sormak maksadı ile değildir. (M. 81) Ancak bu da hakikatte bir soru olabilir. Yani iş böyle olunca hemen cevap vereyim. İyi dikkat edin ki, sual daima cevap cinsinden olur. Mevlânâ ona lâyıktır. Bana dost olan bir kul, onun bütün sıfatları ile vasıflanmış olur. Bu takdirde onun kahrı da, sabrı kadar sonsuz olur. Sen onun sabrını başkalarının sabrı ile karşılaştırdığın için ondaki bu sabır, sana çok görünüyor. Ama onun sabrını bir de Allah’ın sabrı ile karşılaştır. On beş sene çok kısa kalır. Ne on beş sene ne bin sene!
Allah'ın misk ve amber kokusunu andıran, her zaman burunlarda tüten bir kokusu vardır. Ama hiç misk ve amber kokusuna benzer mi o? Allah tecelli etmek, yani kendini kuluna göstermek isteyince o koku önceden duyulur. İnsanı mest eder, baygın hale getirir. Böylece, o sözün de arkası kesilmez. Hazreti Muhammed (S.A.) buyurur ki: «Ey Hıristiyan! Sen İsa'yı tamyamadın, bari beni tanı. Eğer onu tanımış olsaydın beni daha çok tanırdın!» Bugün Hazreti Peygamberi, bütün peygamberlerin sonuncusu olarak anlatırlar. Derler ki: Onun «Her kim benim nefsimi bildi ise Rabbimi de bildi,» ve ayrıca «Kendi nefsini bi len Allahsını da bilir!» buyurması utancından mı ileri geldi? Onun, «Her kim nefsini bildi ise,» sözünü, herkes nefsinden habersizlikle yorumladı. Akıllı kişiler kendi kendilerine dediler ki: «Bu alçak, murdar, azgın ve karanlık nefisciğimizi tanıyoruz; ama bundan, Allah'ı bilme marifeti elde edilebilir mi?» Sırra erenler onun ne dediğini anladılar. Kendi kendime dedim ki: Benim için yemenin, içmenin, uyumanın ne yeri var? Ulu Allah beni bu iş için mi yarattı? Benimle hiç bir aracı olmadan konuşmaz mı? Ben ondan bir şeyler sor amam. O da bu yemenin, uyumanın ne olduğunu söylemez. Acaba ben körükörüne yiyip içmek için mi geldim bu âleme? Eğer iş böyle olsa ve ben onunla karşı karşıya konuşup anlaşabilseydim, şu yiyip içtiğimden dolayı buraya nasıl geldiğimi, nereye gideceğimi, beni kurtaracak olanın kim olduğunu; sonumun nereye varacağını anlar ve kaygısız yaşardım. Bu, akıl yönünden nasıl olur? dedim; yüzümü ona çevirdim. Nasıl ki bir annenin âlemde bir tek çocuğu vardır. Çok güzel, yakışıklı bir yavru! Elini yanan ateşe sokmuştur. Bunu gören anne nasıl yerinden fırlar ve çocuğunu nasıl kaparsa, Hak kokusu da beni öylece ateşten kaptı.
Kadı Şemseddin'in dediği gibi, nasıl olur da Yusuf'un o cihanı aydınlatan güzelliğine gölge düşer, onun gül renkli yanakları solar? Bu ilim kızmadıkça o ilimlerdeki soğukluk anlaşılmaz. Sıcaklık soğukluğa, soğukluk sıcaklığa karışır.
Bu sözümüz Mevlânâ'ya değildir. O, bu türlü insanlardan değildir. (M. 82) Kuran'da, «Semadaki bulut dağlarından dolular yağdırır, onu dilediğine isabet ettirir, dilediğine ettirmez,» (Nur sûresi, 43) buyurulmuştur. İşte Kuran'da bulduğumuz bir deyimdir bu. Başkalarının başına gelen her kötülük yorumlanırken, Allah yolunun yolcuları hakkında iyilik olarak yorumlanır.
Allahın güzel isimlerinden biri de Mürid'dir nihayet bu müridin bir M ura d'ı olacaktır. Onun bir adı da Talib olunca bir Matlub'u olmak gerektir. Biri sordu: «Bu herkes için midir? Nihayet ben de önce talip idim.» Dedim ki: «Herkes talip değildir, o talepten âlem halkı üzerine bir ışık düşse hiç kimse takat getiremez hepsi yanar, mahvolur gider.» Bu taliplerden biri Musa Peygamberdir. Dağda, Allahdan bir iz aradı; kendinden geçti, geri döndü. Şu halde rastgele herkes nasıl matlub yani aranan kişi olabilir? Manası pek lâtif olan şu beyitdeki nükteye asla itirazın yeri yoktur. Şair:
Bizi şehrimizden  kovarlarsa ne çıkar?
Şehir dışındaki kırlar bizimdir,
 demiştir.
Allah başarı verirse, ben de öyle bir yere gideceğim ki, hiç ses seda gelmesin oraya. Çeşitli yönlerden esen rüzgârlar birbirini kovalasın. Ben bir şey okuyayım, onların kulaklarına üfleyeyim; sen de oraya kulaklarını tutasın.
Senedi, .dayanağı olan kişinin gönlü şendir, arkası kuvvetlidir, hiç bir şeyden gam yemez.
«Şeyh İbrahim burada olaydı,» dedim, «bana iftiharla hizmet eder, gönül hoşluğu ile yoldaşlık yapardı.» Diyorlardı ki: «Biz de hizmet için kalmıştık, ama sen kendinden geçmiş unutmuşsun.»
Şimdi kapalı bir sırrı açıklıyorum. Diyordum ki: «Siz bir konak ilerden gidin ki, ben de arkadan geleyim.» Onlar bundan başka manalar çıkararak, «Sen bizimle beraber olmaktan rahatsız mı oluyorsun?» di yorlardı. Ben kendi kendime «Siz her vakit kendinizle cenkleşiyorsunuz, nefisleriniz dipdiri. Yol işidir bu,» dedim. Dediler ki: «Eğer şunu yap bunu yapma gibi sözler size ağır geliyorsa, bu şundan bundan konuşma ne oluyor? O kadar niyazlarımızı da mı boş lâf sanıyorsunuz?» Ancak ben İsrar ediyordum: «Ben sizin peşinizden gelirsem arada bir konak farkeder. Hem acemi mekkâreci (hayvan sahibi) beni ne tanır. Ona ben teklifsizce hükmederim, onunla istediğim gibi pazarlık ederim. Bu işten bir o anlar, bir de hayvanı. Ben hayvandan iner bir köşede dinlenirim.» «Hiç olacak bir şey mi bu!» dediler. «Biz bir menzil ileri gidelim de sen on menzil geri kalasın!» O zaman gözümün rahatsızlığından bahsettim. Şimdi bu benim elimde değil, bu gaip âleminden gelen bir engeldir. Siz gidin! Bana yalnız Mevlânâ'mn mektubu kâfidir. Bana gönderdiği oğlu (Sultan Veled) dedi ki: «O zaman Mevlânâ bana ne der? Bana, 'Behey ahmak, behey eşek, behey apdal akılsız! Ben seni gönderdim ki, o zatı geüresin. Mademki sen de gittin, (M. 83) onu buldun, sana gözünün ağrıdığını söyledi; o zaman sana yaraşan orada beklemek, ona hizmet etmek, iyice afiyete kavuşuncaya kadar orada kalmaktı,' demez mi?» Delikanlının bu sözlerinden anladım ki o güzel bahaneleri ona Mevlânâ öğretmiştir. O sözleri, o alçak gönüllüğü Mevlânâ öğretmiştir. O sözler, o incelik o lâtif cevaplar hep Mevlânâ'mn öğretmesi ile olmalıdır ki, bana bu hususda olağanüstü bir ilgi gösterdi. Bundan daha üstün bir sözün misalini söylesem bilgisiz halkın kafasına girmez. O anladı ki, kendi sözünü henüz karısı bile kavrayamadığı gibi oğlu da anlayamaz! Ne güzel sıfatlar ki hiç biri ötekiyle çelişmez; bu onunla, o da bununla uyuşma halindedir. O sıfat, bu sıfatı artırınca bu da ötekini artırır. Bir aralık bir sıfat ötekilerden ileri geçse bile yine aralarında düzenlik ve adalet bulunur.
Şimdi sen diyorsun ki: Bu karanlık sözlerden benim sorduğum şeylere bir karşılık gelmedi. Onun kapısında karanlık ne oluyor? O aynı zamanda nefsin pusu kurduğu bir yerdir. Nasıl ki Attar buyurdu: «Yüz yıl gece gündüz çile doldursan, perhizler yapsan bile, senden, o günde, ne bu çileyi, ne de bu halveti sorarlar. Sen ilerisini düşün, oraya bak! Bu istiyor ki o düğümleri kendine engel saymayasın. Mademki o engel oluyor, o halde bu ayrılığın sebebi nedir?»
Bir gün gelecek ki, «Haber, gözle görmek gibi değildir,» nüktesi açıklanacak. O gözle görmek, sana göredir. Onlara dedi ki: Bir işin seninle ilgisi yoksa bırak onu. Yolculukta sana yük olur, ölüm korkusu vardır onda. Çünkü bu yolculukta bir çok perdeler kapanır.
Sana deseler ki: Elinde bulunan yüz altım ya bana ver, yahut da birlikte kadıya gidelim. Sana, o yüz altını bana vermek mi daha hoş gelir, yoksa «Hayır bu bana lâzımdır,» mı dersin? İşte asıl maksat budur. Eğer hayır bana gerekmez diyorsan o da der ki: «Sen, bizim aradığımız, bizim matlubumuzsun. Sizin gelmenizden başlıca umudumuz bize yardım etmeniz, şu veya bu dileğimizin yerine getirilmesinde bize yararlı olmanızdır.» îşte bu söz hiç yorum götürmez.
Biri der ki: «Filan zatın oğlu, Tebriz'li bir yabancının arkasından niçin yürüsün? Horasan toprağı, Tebriz toprağına mı uyruk ve bağlı olsun?» O sofuluk ve safa ehli olmak davasındadır. Onda bu kadar akü yoktur ki toprağa itibar olmadığını anlasın.
Bir İstanbullu, «Mekke bu âlemden, madde âlemindendir; iman ise öteki âlemden yani mana âlemindendir,» dese, burada Mekkeliye düşen vazife İstan bulluya uymaktır. «Vatan sevgisi imandandır,» hadisinde Hazreti Muhammed'in maksadı nasıl Mekke sevgisi olabilir ki, Mekke bu âlemdendir, iman ise bu âlemden değildir. Şu halde iman konusundan olan şeyler bu âlemden değildir; öteki âlemdendir. Nasıl ki, «İslâm garip olarak başladı, garip olarak da geri dönecektir,» hadisinde de maksat aynıdır. Mademki İslâm gariptir, o başka âlemden gelmiştir; nasıl Mekke'ye mahsus olabilir? Bunun sadece Mekke'ye ait olacağını söyleyenler sevginin ilk basamağında kalmış olanlardır.
(M. 84) Bu anlayıştan kurtulmak da çok zordur. Bu sevgi sarhoşluğundan kurtulmak için çok koşmak gerek. Bundan sonra da ruh âleminin sarhoşluğu gelir. Ruh, henüz görünmemiştir, ama sarhoşluğu büyüktür. Nasıl ki, Allah erleri son derece sarhoşluklarından ona bakamazlar. Peygamberler de böyledir. Söze başlarken onun hatırına âyetten, hadisten başka hiç bir şey gelmez. Ona şundan bundan işitilmiş sözleri aktarmak da utanç verir. Meğer ki halka bir konuyu anlatmak için olsun. Aşkın bu ikinci mertebesinden geçmek zor ve çetindir. Ancak ulu Allah, tek yarattığı sevgili kullarından birini gönderir de ona ruhun iç yüzünü gösterirse, onu hak yoluna yöneltir, maksadına eriştirir.
Allah yolunun sarhoşluğu üçüncü mertebede de belirir. Bunda da büyük sarhoşluk vardır, ama ayıklığa yakındır. Çünkü her neyi, odur sanırsa, Allah onu, o şüphenin dışına çıkarır. Bundan sonra da dördüncü mertebe gelir. Bu da, doğrudan doğruya Allahdan sarhoş olmaktır. Bu mertebe, kemal mertebesidir. Bundan daha sonra da ayıklık ve akıl mertebesi gelir.
Aşkın yorumuna gelince; önce bilmelidir 'ki, aşk deyince, kadın, altın, dünya sevgisi gibi şeylerden söz etmek istemiyoruz. Belki, bu sevgi sarhoşluğu azalır korkusu ile dünya çevresinde dolaşmak da gerekmez. Pek çok rahiplerde de bu aşk sarhoşluğu vardır. Bundan dolayıdır ki içlerindeki duyguları açığa vururlar.
İmad ve onun gibiler aşk sarhoşluğunda olgun kişilerdi. Onlarda ruh sarhoşluğundan da bir 'koku vardı; ona yol bulmuşlardı. Evhad (Kirmanî), aşkın son mertebesine daha yakın idi. Firavunun sihirbazları aşkda tamam olmuşlardı. Şüphe yok ki onlar, ruh kokusu almışlardı. Ama Firavun, aşkda tamam değildi. O mantıkçı idi; o yolun adamı idi. Sihirbazlarda bir hüner vardı ki, bu Firavunda yoktu. Seyyid'de (Burha-neddin) ruh kokusu, ruh sarhoşluğu fazla idi. Mev-lânâ'nın da, onun da bilgileri çoktu. Ama o sarhoşluk hiç bir şey ile ilgili değildir.
O Şeyh Ebûbekr'in (Sellabâf) sarhoşluğu, Allahdandı. Ama o sarhoşluktan sonra gelen ayıklık onda yoktu. Bu nokta, bana ilim yönünden bildirildi. Bu kulun kendi saadeti de belli oldu, ama yakın ve kesin değildi. Has kullarından birini gönderdiler ki, ona saadetini yakın olarak öğretsin, onu okşayıcı eliyle terbiye etsin. O azıcık kendi hakkında uygunsuz sözler söylerdi; kendini incitir ama Allah'ı nasıl incitebilir? Onların ağızlarından böyle sözler nasıl çıkabilir? Meğerki Allah'ı bilmemiş olsun. Nasıl ki Hakîm Senâî şu anlamdaki mısrada: «Ey taptığı Allahlar, Allah'ı inciten zavallı!» diyor.
Hadiste, «Benim Allah ile öyle bir vaktim olur ki aramıza ne en yakın bir melek ne de kitapla gönderilmiş bir peygamber girebilir,» buyurulmuştur. Bu onun tertemiz ruhu, kitapla gönderilmiş peygamber ise onun tertemiz bedenidir. Mademki melek ile peygamber araya giremiyor, bu perdeyi açmak kimin haddine düşmüştür? Bu Tebriz'li oğlundan başkası bu konuda konuşamaz.
(M. 85) Bu, Hazreti Muhammed'in (S. A.) makam ve hal mertebesi değildir; bu davettir. Bu konuda bir çok sözler söylenmiştir. Sözü geçen hadisteki mana, nasıl Hal deyimi ile ifade edilebilir? Ben de diyorum ki bu, onun Hal mertebesi değildir.
Bir insan ki hakkı aramaktadır, talep davasında-dır. Sevgi ve heves çevresinden dışarı çıkar, ruh kokusuna erişir. Bu davacılardan bazıları acaba gerçek midir, değil midir; şüphelenirsek bakarız. I^.ğcr onun eğilimi dünya işlerine daha çok dönük ise yalancıdır; sadece kuru davacıdır. Bu söz her ne kadar sıcak bir sözdür, ama benim açıklamak istediğim sözün sıcaklığı yanında soğuk ve donuk kalır. Bugün burada biz ve siz varız. Zannediyoruz ki, kıyamet günleri gelmiştir. Dervişte, Allah kullarında, öyle bir inanç var ki, sanki bu saat kıyamet saatidir, son gündür.
Bir gün, Eba Yezid, mimber üzerinde şu sözleri «oyuyordu: «Ben, içinde söz konuşulan (tartışılan) bir meclis istiyorum. Yoksa bu tahta mimberdc konuşmaktan ne çıkar?» O sırada bir kadın ayağa kalktı yüzünü ona çevirdi. Vaiz hemen, «Otur ey avrat!» dedi. Kadın atıldı, «Ey şeyh! Ey kuru davacı! Biliyorsun ki, şu senin halin ilk defa Jeğil! Her ne kadar sözün doğrudur, ama sen kimsin? Bu sözler mademki senin sözlerin değil, bu iş senin işin değil; kıyametin belirtisi odur ki heybetten ve siyasetten erkekle kadını ayırmak mümkün olmasın. Her ikisi birbirine karışmış olsun.» dedi. Eba Yezid sustu.
Bu âleme seyir ve temaşa için gelmiştim. Her harf siz, işaretsiz sözü, her sessiz kelâmı dinliyor; bu taraftan da sözler işitiyordum. Diyordum ki, «Ey harf-siz söz! Sen söz isen söyle, bunlar nedir?» «Bana kalırsa bu oyuncaktır,» dedi. «O halde, beni oyuncak için mi gönderdin?» dedim. «Hayır, sen istiyorsun ki, her şey kendi arzuna göre olsun. Suda, toprakta bir yerin olsun da, ben bilmeyeyim ve görmeyeyim,» dedi.
Şimdi her sözü işitiyor, ibretle her tarafa bakıyor, her sözün derecesini anlıyorum.
Hazreti Peygamber Aleyhisselâm şöyle buyurmuştur: «Bir din bilgini bir gün bir sokaktan geçse, o sokaktan kırk gün Şeytan geçemez.» Burada, Peygamberimiz sadece bilgin demiyor din bilgini diyor.
İsa'ya. Allah'ın oğludur diyenler, onun birleşme yolu ile Allahdan kopmuş olduğunu söylemezler. Belki o, çeşitli doğuş örneklerinden bir örnektir. Diyelim ki, bu söz filandan çıkmıştır. Bu, bilinen manada doğmuş demek değildir.
Sultanı görmekte benim için bir zarar yoktur. Ama onun için bu şeyhleri görmekte ve emirlerle konuşmakta fayda vardır. Onlar eğer Allanın has kulu iseler, bir havuzdan veya ırmaktan demiyorum, denizden bile geçseler etekleri ıslanmaz. (M. 86) Ama bunlar onlardan değildir. Bunların etekleri ıslanmak değil, belki baştan ayağa suya batar; boğulur giderler, işte bu sebeple, sultanlara onları görmekten ancak ziyan gelir. Çünkü onlardaki yetenek ve iş yapmak ar/usu, o din vurguncuları yüzünden kapalı kalır. Mademki bizde de bir eğilim var, bu doğuştaki beraberliktendir. Nasıl ki herkesin kendisi ile birlikte doğan bir Perisi veya Şeytanı vardır, derler, tnsan onu sever ve fazla sevgisinden bir eser bırakır; bir şeyler koparır. Bir kimse vardır ki, bizden uzak kaçar, ama başka biri de bizimle sohbete, dostluğa lâyıktır. Bizim hoşnutluğumuzu ister sırasında, ferman senindir, der. Ama onun gösterdiği bu bağlılıktan bizden razı olmadığı sezilir. Her ne kadar, ferman senindir dese bile yine bizden hoşlanmadığı anlaşılır; bu yüzden duraklamalar görülür onda. Başka bir yorum: Âleme gelen herkesin kendisi ile birlikte gelen bir yoldaşı vardır. Bazılarına hevesler, sevgiler yoldaş olur, bazılarına da aşk. Aşk, denildiği gibi, ezelden beri vardır. Ama ruh hakkında fikir ayrılığı başgöstermiştir. Bazı filozoflar, ruh ezeldendir, kadîm'dir, diyorlar. Bazıları da sonradan yaratılmıştır görüşünü ileri sürüyorlar. Yani önce yoktu sonradan var oldu. Hele ruhlar topluluğu daha sonradır. Hadisde, «Ruhlar toplanmış ordulardır,» buyurulmuştur. Ama bu topluluk da çeşitlidir. Meyhane düşkünlerinin de bir topluluğu vardır, bozguncuların da. Biz ancak ruhla ilgili olan o topluluktan bahsedeceğiz. «Allah bilgisi her şeyi kaplamıştır,» dediğimiz zaman, bu toplulukta Allah vardır. Nasıl ki âyette, «Allah takva ehli kişilerle beraberdir,» (Nahil sûresi, 128) ve ayrıca, «Allah bizimle beraberdir,» (Tövbe sûresi, 41) buyurulmuştur.
Şu hale göre Tatarlar, ilk yaratılışta bizimle birlikte (aynı topluluk içinde) tanışmış olsalardı bu gün ve bu saatte de bizimle birlik olur, barışık yaşarlardı. Böylece îmad ile o H'ye Allah, «Topraktan ve sudan yarattığım âlemde bir Halife yaratacağım, sizi de o toprak ve su âleminin Halifesi olan zatın soyundan üreteceğim,» diye hitap etti. Onlar, «Yarabbi! Biz bu topluluk âleminde seninle birlikte rahat ve mutluyuz. Korkarız ki sonra dağılalım, bu mutluluktan uzak kalalım!» dediler. Tanrı buyurdu: «Ben biliyorum, siz bu sözü itiraz ve edepsizlik yönünden söylemediniz. Ancak bana sığındığınız için, topluluğunuzun dağılmasından korkuyorsunuz. Halbuki benim gücüm her şeye yeter, benim kudretimde eksik bir taraf yoktur. Ben sizi yine toplarım, hep birbirinizle;. hep bir arada, aynı kılıkda yeniden yaratırım!»
Hiç şüphe yok ki, şu âlemin yaratılışında bir maksat ve sebep vardır. Bir mutlu kimse vardır ki, bu sarayın içi dışı, onun için döşenmiştir. Geri kalan ne varsa onun uyruğu, onun kölesidir. Her şey onun içindir. Bu kâinat (M. 87) binası onun için yaratılmış, o bu kâinat için yaratılmamıştır. Nasıl ki, bir zenginin aziz bir konuğu vardır, onun şerefine güzel bir konak yaptırmış, döşemiştir. Sonra o başka bir yere göçmüştür. Bu konak boş kalır mı hiç? Aradığımız Allah yolunun yolcuları vardır. Ama onu akıl aracılığı ile arayanlar, bulmak istiyenler asla yol bulamazlar. Meğer ki, aradığı zat doğrudan doğruya ona yolunu göstersin. Bu yolcu isterse bütün âlemi ayağına çeksin, her yana ve her yöne başvursun, bilgiyi kendisine kılavuz edinsin ve kendinden daha üstün, daha yetkili ve gerçeğe susamış bilginlerle düşüp kalksın. O aradığı sevgili kendini göstermezse, şüphe yok ki hiç bir şey elde edemez.
Allah yolunun bilgisi mücahede ile, çalışmakla da elde edilemez. Bir kimse bu bilgiye ermek için yerde, gökte durmadan uğraşsa bile eli boş kalır. Karanlığa gömülür. Meğer ki Allah bilgisine ermiş erenlerden birinin eteğine yapışsın da onunla birlikte çalışsın. Zaten, o Allah velisinin arzusu da bu maksadı gerçekleştirmek değil midir?
Bugün, size, aradığınız o Allah adamı, benim dersem, Mevlânâ bizden uzakta mı kalır? Onun için ne mutluluktur ki, aradığını bulmuş, ona erişmiştir. Yoksa aksilik aksilik üstüne olurdu. Bugün size vereceğim öğüt şudur: Önümüzde bir gün var ki, o güne Tegabün yani Kıyamet günü derler. O gün, «Ah, biz ne yaptık!» demenin hiç bir faydası olmaz. Ama Kıyamet bu saatte faydalıdır. Hazreti Peygamber buyurmuştur: «Size gelecek olan o zatın yüzünün rengini hatırmızda tutun. O, gam vaktinde bana sevinç verecektir.» Bulunduğunuz topluluk derin bir uykuya dalmıştır. O evde, sende hoş ve yüksek bir hal vardı, yüzün kızarmıştı. Sarhoşluk ediyordun. Ben de sana, «Şimdi sarhoşluk etmenin yeri var mı?» diyordum. O sırada oraya, beni ziyaret için başka bir cemaat geldi. Ben önlerine çıktım, gelmesinler diye oyaladım, îmad da onlarla beraberdi.
Sultan o kişidir ki, Sultan olduğunu bilir. H, nefsine düşkün bir sofudur, isterse gelir isterse gelmez. Geciken vaatler unutulur derler. Âşıkın hali böyle değildir, îşe önceden başlamak gerektir. Bu günün işi, yarına bırakılmamalıdır, îşe başlarken de Allahdan yardım dilemelidir. Artık bundan daha açık söz, bundan daha beyaz yoğurt olamaz. Kadı işaret yolu ile şöyle demiştir: «Diken asla yenilmez, kendin de yiyemezsin.»
Şeyh ibrahim'e dedim ki: «Bu tatsızlık hep senden mi?» Onu kendime muhatap ettim. Ahvalin ne olduğunu zaten biliyor-dum. O kimdir ki, onun gönlüne perdeler çekilsin. Ona bizim âlemimizden bir hayal, o hayalden de başka bir hayal doğsun.
(M. 88) Ben bu mânâları öylesine söylüyorum ki, Hazreti Peygamber Aleyhisselâm bile bu kadar açık söylemez. Gerçi bu onun güçsüzlüğünden değil, belki onun bu sözü "fazla uzatmak ve incelemek için yeterli vakti olmadığındandır. Çünkü o çok meşguldü. Ama benim için o mânâyı olduğu gibi, açıkça söylemekte hiç bir engel yoktur. Ben her ne kadar kendimi sözle oyalamaktaysam da, o mânâ bana şu beyitten geliyor'.
Beyit:
İşlediğim günahtan nereye kaçsam bilmem,
Her günahın ardından karşıma gufran gelir.
Nasıl ki Kuran'da, «Rabbiniz size güzel bir şehir verdi. O çok yarlıgayıcı bir Allahdır,:» (Sebe sûresi, 15) ve «Ya Muhammedi Biz senin için aşikâr bir fetih ve zaferin yolunu açtık, bundan önce ve bugüne kadar gelip geçmiş günahlarını yarlıgamak ve sana nimetlerini tamamlamak için Allah seni en doğru yola yöneltti,» mealindeki âyetler bu gufran'a işarettir. Peygamber Aleyhisselâm, içki içmezdi, onun günahı ancak şu sözdeydi. O buyurdu ki: «Gufran senden daha eksik ve güdük değildir. Sen ne zaman dilersen, bu günahı işle ve söyle.» Bu, Peygamber i^in, görünüşte bir nevi ayrılma ve uzaklaşmadır, diyebilirsin. Ama onun bu uzaklığından binlerce yakınlık doğar. Hazre-ti Peygamber, bu nükteyi daha tatlı söyleyebilirdi. Ancak daha fazla açıklayamazdı. Çünkü o açık beyanın halka bir faydası olmaz, belki yalnız -anlayışı yüksek olanlara faydalı olurdu. Böyle olmasaydı o zaman iş çığırından çıkar neticesine takat getiremezdi. Ama onun dostları, bu tatsız görünen korkutucu sözlerinde de, tatlı sözlerinde de, yüz bin lezzet bulur, son derece hoşlanırlardı. Ebubekr mest olur, Ömer'e bambaşka bir hal gelir, Ali keskin kılıç karşısına göğüs gererdi. Onun ö tatsız (korkutucu) gibi görünen sözlerinden o kadar kuvvet alır ve o derece beslenirlerdi.
Bazılarının aradıkları şey arzularına uygun olarak karşılarına çıkar. Bazılarına da, ölüm sırasında yüz gösterir. Bazıları da, onu arama yolunda can verir giderler. Ama bu yolda dileğine kavuşma hevesiyle öimek de büyük bir iştir.
Önce senin bir işin yoktu. Ayağımıza el uzattın. Bugün mademki gidiyorsun hiç olmazsa kendine meşgul olacak bir iş buldun, kârın bu oldu.
Hazreti Ayşe bir rüya görmüştü. Onu Hazreti Peygambere anlatmayı unuttu. Eğer o rüyayı Peygambere söyleseydi, asla o evden dışarı çıkmazdı. Semadan beş yüz kere vahiy gelse bile! Bütün peygamberlerin, ve velilerin özledikleri bir sevgili, kavuşmak için çırpındıkları bir dilekti bu. Bu öyle yüce bir Allah Peygamberi, öyle ulu bir zat olduğu halde, böyle zatları niçin özlüyordu? «Ah! Kardeşlerime bir kavuşabil-seydim!» diye hep onları sayıklardı.
Bu bir kaç meseleden ancak en kudretli Peygamberlerin haberleri oldu. Bir gün, onları yakından yahut uzaktan görmek bunlara nasip oldu. Ama geri kalanlardan bir kısmının onlardan haberleri olmadı, bir kısmı da onları görüp, görüşmek mutluluğuna ereme-diler. Mevlânâ'ya dedim ki: Bu konuyu destekleyici bir kaç söz söyle. Meclistekilerden biri gitti ama yine gelir bir şeyler dinlemek ister. (M. 89) Mevlânâ'da gerçi konuşmak arzusu yoktu, sözünü bitirmişti. Ancak emrimi yerine getirmek için şu bir kaç sözü söylemeye ve şu öğütleri vermeye başladı:
İblis, sizinle çok savaşlar yapar. Bundan sonra öyle görünüyor ki, size vesvese (kuruntu) vermekte zorluk çekecektir. Onu görmekten, sözünü dinlemekten çok zahmet çekeceksiniz ki, size bir ziyan vermesin.
Hazreti Peygamber şöyle buyuruyor: «Ulu Allah'a kırk sabah içten ibadet edenlerin kalbinden hikmet kaynakları fışkırır, lisanından dökülür.» Bu kırk sabah, müminin gönlünün anahtarıdır. Yoksa yüz bin sabahın bile ona faydası olamaz.
Şeytan, Yahya'ya, İsa'ya gizlice secde etti. Bu nedir? Korkudan, umutsuzluktan ileri gelen iman makbul değildir, derler. O halde Allah'a gerçek iman hangisidir?
Gerçek iman, bu cihanın renklerine boyanmadan, o cihanın nakışlarını görenlerin ve o ilâhî âlemin seslerini işitenlerin imanıdır. O halde Firavun için neden öyle olmadı? Onun imanının da kabul olunması gerekirdi. Madem ki son nefesinde, tek kelime ile imanlı gitmek mümkündür. Firavun da öyle olmalıydı. Kuran' da bu konuda üç kereden başka müsamaha yoktur. Nasıl ki şöyle buyurulmuştur: «O kimseler ki, önce iman ederler, sonra kâfir olurlar, sonra yine iman ederler ve tekrar inkâr  ederler, küfürlerini artırırlar.  Allah onları yarlıgamaz,  doğru yola da yöneltmez.»  (Nisa sûresi, 135). Allah, kâfirin küfründe devam ve ısrar etmesini istemez. Belki iki defa imandan uzaklaştığı için üçüncü defasında kâfir olmuştur. Onun geçmişteki küfrü imandan artık bir dereceye varmış, yani küfrü imandan üstün gelmiştir. Küfrün o kadar fazla gelmesi onun imandan yoksun kalması sonucunu doğurmuştur.  Ama  eğer işin öteki tarafını anlatırsam, ortada hiç bir şey yokmuş gibi olur.  «Kuran'daki bu müjdelerden, korkutmalardan,  ürkütmelerden hangisini dilersen onu yap; hangi gidişte ve yolda yürümek istersen yürü;   nihayet ömür   bakımından,   şeriat yönünden iman sözü dile gelince, mümin olarak gidersin,» demek, halka cesaret vermek ve onu ölüme götürmektir. Kuran'a aykırı konuşmaktır. Bu yolda konuşmalar, şu cihetten doğru değildir ki, neticesi halkı uyutmak, onları gaflete sürüklemek, işinden gücünden alıkoymak  olur.   Zaten  halk,  tarife  sığmayacak  kadar tembeldir. Halk, bu «Her ne istersen yap!» sözünü işitince, «son nefeste bir kelime ile anadan yeni doğmuş gibi olursun, mümin olarak gidersin,» sözüne güvenir. Evet, filân zat görünüşte kâfir olarak gitmiştir ama gerçekte o imanla gitmiş olabilir. Hatta o zat üçüncü defasında dil ile inkâr etse kâfirdir. Ama hakikat yo-nünden o, gerçek   mümin   olabilir.   Çünkü   hakikatte, âyette bildirilen, «Küfürlerini artırırlar,» yolundaki açık ifadenin dışındadır. Ama, «Bu ne biçim şeriattır "ki, halkın mahvolmasına sebep oluyor?» denirse, biz de deriz ki: Onları bu gibi korkutucu öğütlerden güvenli bir halde bırakmak, yüz bin kere daha korkunçtur. Bu, onları kuyuya düşürmektir. Eğer bu yolda yürür, bu yolda savaşır ve gece gündüz uğraşırsan, gittiğin yol doğrudur, gerçektir. Ama niçin başka birine bu yolu göstermiyorsun, onu tavşan uykusuna yatırıyorsun? Yoksa bu işte taklitçi misin? Yoksa doğru yol bu değil midir? Gel söyle bu nasıl olur! Onunla konuşmanın ne yeri var?
(M. 90) Yetmiş yıllık bir Mecusî'ye bu yol üzerinde, o aranan kutlu varlığın nazarı ilişse; ona, hoşuna gidecek ufacık bir sevgi gösterse, o Mecusîde Mecusîlikten eser kalmaz. Her işi Müslümanlık olur.
Meclisten biri, «Ben, Şemseddin onun velisidir, diyorum,» dedi. «Hayır! Bu bana iftiradır,» dedim. Şemseddin her kime küfür ederse, sövüp sayarsa ve sövülen kimse onu işitmiş olursa; işte o kimse veli olur. Bu çok bir şey değildir. Çünkü ayrılmak istiyor, ayrılacaktır. Ancak bu bir gün gezmek için pazara çıktığımız bir zamanda olacaktır.
Sordum: Şeyhe ne lâzımdır? .Ne eksiği vardır onun? Benim sofîliğimde bir noksan var mı? Gömleğim bile yok! Evet, söyle, söyle! Sofilerin edeplerinden, terbiye örneklerinden hiç bir şey geri bıraktım mı? Bugün tenimde gömleğim bile yok. Yolda aşırdılar. Ama sofîye, safaya ne eksiklik verir bu. «Pek güzel! Bu sofî değil, dinin en dürüst konuşan adamıdır (Fasihuddin),» dedi. «Nasıl istersen öyle say!» dedim. Ben sözü doğru söylerim.
Bir gün bir kapıcı sordu: «Sen kimsin?» «Bu biraz zor soru, hele bir düşüneyim, kıçına zahmet ver, bir otur da kim olduğumu sana anlatayım,» dedim. «Bundan önce büyük bir zat gelmiş geçmişti. Adı Âdem idi, işte ben onun oğullarmdanım.» Arkadaşlarım, «Onu biz" ayırdık, gidince söyleriz,» dediler. Sordular: «Hangi tekkeden geliyorsun?» Ben daha önce onların ne diyeceklerini düşünmüştüm, hep onu araştırıyordum içimden. Biri, «Gel, bu lokma helâldir sana,» dedi. «Biri ben isem, bu lokma bana haramdır,» dedim. İkinci günü hırkamı giyinmiş şeyhin huzuruna çıkmıştım, o saatte iyi bir sofi idim. «Gel sofî budur,» dediler. Şeyh sordu: «Nereden geliyorsun?» «Pencereden,» dedim. «Nereden geleceğim?» Sordum: «Siz Sultanı seyretmek için dışarı çıkmadınız mı?»
«Biz hakikat ve şeriat sultanının hizmetindeydik. Gazneli Sultan Mahmud çağındaki Şeyh Ebül Hasan Harrakanî'nin, o büyük zatın günlerine erişemedik,» dediler ve Şeyhin hikâyesini şöyle anlattılar: Sultan Mahmud uyanık ve Hak sever bir padişahtı. Bir gün niyaz yolu ile Şeyhin huzuruna, onu ziyarete geldi. Ama Şeyh ona i'azla iltifat etmedi. Sultan şöyle dedi: «Kuran'da, 'Allaha, Peygambere, sizden emir veren ulularınıza itaat edin,' (Nisa sûresi, 60) yolundaki öğütler, Allah fermanı değil midir?» Şeyh cevap verdi: «Ey islâm padişahı! Bize ilk önce bu âyette ferman buyu-rulan, 'Allaha itaat edin!' hitabı o kadar zevk ve hayranlık verdi ki, henüz Resul âlemi var mıdır yok mudur anlayamadık. Üçüncü mertebeye nereden geçelim?» Sultan Mahmud bu sözleri işitince ağladı; elleri titreyerek Şeyhin elini tuttu ve öptü.
Yine anlatırlar: Sultan Mahmud, havada uçan bir Hüma kuşu görmüştü. Hemen emir verdi, «Bütün ordu yürüsün! Belki o sizin üstünüze konar ve siz'n olur,» dedi. Herkes sağa sola koşmaya başladı. O sırada, Ayaz gözden kaybolmuştu. Sultan sordu: «Ayaz'ım gitmedi mi? Belki Hüma'nın gölgesi onun da üzerine düşer.» (M. 91) Etrafına bakınırken Ayaz'ın sırtı boş duran atını gördü, bir inilti işitti sebebini anlamak için atından indi. Bir de ne görsün: Ayaz atının altında; hem başı açık hem de feryat ediyor. Sultan sordu: «Sen ne yapıyorsun orada? Niçin Hüma kuşunun gölgesini aramaya gitmedin?» Ayaz şu karşılığı verdi: «Benim Hüma kuşum sensin, aradığım gölge de senin gölgen-dir. Ben Hüma gölgesini senin gölgene erişmek için ararım. Nasıl olur da şimdi seni bırakır da onu ararım?» Sultan Mahmud, onu şefkatle kucakladı. Her ikisinin gölgesi biribirine karıştı. Öyle ki, nice bin Hüma'nın gölgesi onun gölgesine erişemedi.
Sultan, Allah gölgesidir, derler. Ama Allah'ın âlemi nur içinde nur, lezzet içinde lezzettir, kudret içinde kudrettir, kerem içinde keremdir. Bu gördüğümüz gölge âlemi ise, hep dünyadır; hep kötülük, çirkinlik, fânilik ve zevksizlik âlemidir. O nasıl olur da Allah gölgesi olabilir? Evet, eğer ortada bir Şah var da onda şahlığın mânâsı parlamakta ise, bu çok iyi bir şeydir. Ağaca karşı duyulan ilgi ve sevgi nihayet onun meyvesi içindir. Meyvesiz ağaç ancak yakılmaya yarar.
Suret çok iyi olabilir ama mânâ ile birlik olursa. Yoksa suretde söylenen sözlerin mânâ ile bir ilgisi olmazsa neye yarar? Mevlânâ'nın sözlerini anlayabilmek için çok dikkat gerektir. Çünkü bunlarda büyük bir şaka ve lâtife kokusu vardır. Bu bir büyü gibidir. Diyerimki, iki kişi yan yana oturmuştur; ikisinin de gözleri açık ve parlaktır; gözlerinde ne bir kıl, ne de bir çapak ve toz vardır. Bunlardan biri, bir şeyler görüyor ama öteki hiç bir şey göremiyor. Evet, gönül ehli erenlerin sözleri hoştur. Bunlar, belki öğretmek için konuşmazlar ama o sözlerden çok şeyler öğrenmek mümkündür. O ilim ve hikmet üstadı buyurur ki:
Kendi bilgisi ve hüneriyle dolu olan bir insan, içi su ile dolu bir testiye benzer. Ona, «içindeki o acı suyu dok de, seni bu tatlı ve temiz su ile dolduralım,» derler. O can bağışlayan suyun bir damlası bile insanın yanaklarını kızartır, sağlık esenlik getirir. Sende safra, kara kan, balgam gibi anormal ifrazlar varsa, başkaca ne gibi rahatsızlık izleri varsa bunları giderir. Ama o anormal ifrazların biriktirdiği şeyleri dökmek, onu temizlemek için yedi defa temiz su ile yıkamak gerektir. Yoksa bozuk su ile yıkarsan temizlenmez. O ancak sözü geçen tatlı su ile temize çıkar, însan eğer bu testiyi yıkar tatlı su ile tekrar doldurursa, görenler, «Şimdi onu boşaltırken gördüğüm hali doldururken göremiyorum,» derler. O kerem sahibi de, «Eğer sen beni kerem sahibi olarak görüyorsan, doğrudur. Ben kerem sahibiyim, bağışlayıcıyım, sözümde gerçeğim,» der. O halde gerektir ki, bu cihet o kimse tarafından önceden bilinmiş olsun. Yoksa hiç durmadan içindekini boşaltıncaya kadar gecikirse, bu mânâları henüz bilmediğinden geç kalmış demektir". Şüphe yok ki o kendi benliği ile doludur. Su ile dolu midenin, tekrar soğuk su içmek için nasıl iştihası olmazsa, ondaki benlik duygusu da onun yüzüne ve gözüne yüz türlü perde çekmiştir. Beni gören bir kimseye bu söz nasıl tesir eder?
(M. 92) Mevlânâ şöyle dedi: Senin avcunda, ağaçlar, bağlar, bahçeler görüyorum. Cana can katan derya gibi geniş, berrak su görüyorum. Öyle ağaçlar var ki kökleri çok derinde demiyorum, ama dalları Sidretül-Müntehâ'yı geçmiş, gölgeleri, yeşillikleri pek hoş. Bunu onlar göremiyorlar.
Aşkta, bir sır ve neşe var ki, onu ancak şehvet düşkünü olanlar arar. Öyle âşıklar da vardır ki sır ile çok uğraşmazlar. Allah buyuruyor ki: «Eğer halk benim böyle olduğumu bilseledi, her taraftan bana yönelir, beni konuşur, beni dinler ve benden hoşlanırlardı.» Ben bu sözleri, cimrilik yönünden söylemiyorum. Ancak seni mazur göstermek, senin temizi'ğini anlatmak için söylüyorum. Bu bana bir bahanedir. O, onlardan değildi. Şimdi pişman oldu, gidiyor. Onlardan utandığı için tekrar geliyor. Onun tarafı, sana her zaman, benim tarafımdan daha güçlü idi.
Bu ilimlerin en kolayı, pislikten temizlenme (is-tinca) ilmidir. Fıkıh yani din bilgisinin dalları da ondan daha zordur. Hele fıkıh metodu daha da zordur. Kelâm metodu ondan da çetindir.
Derler ki: Felsefe ve ilahiyat bilgisi, eğer kılıç korkusu olmasa peygamberlerle pençeleşmektir. Bunlar kendi yollarının doğruluğunu ispat etmek için saçma fikirler yürütürler. Eflatun ve onun izinde yürüyenler derler ki: Eğer herkes bizim gibi olsaydı Peygamberlere lüzum kalmazdı. Bu da saçma sözdür. Eflatun işitti ki, biri ilâç kullanmadan toprağı altın yapıyor; sen de onun gibi yaparsan onun kardeşi oluyorsun. Bugün, mademki bunu yapmaya gücün yetmez ve onu kendinden üstün görüyorsun, o halde niçin ona uymayı gerekli görmüyorsun?
Bugün bütün hikmet ehli kişilerden, bütün filozoflardan daha filozof insanlar var. Bu keramet sahibi de, onlardan daha filozoftur. Çünkü bu topluluktaki-ler, o konuda boş sözler söylerler, onu inkâr ederler, onların bunu kavramasına imkân yoktur.
Mucizeler, kerametlerden daha güçlüdür. Çünkü, Peygamber ne zaman isterse mucize gösterir. Keramet sahipleri ise bunu yapamaz. Her hangi bir kul, eğer bütün peygamberlerin, «Yarabbi! Beni Muhammed ümmetinden kıl!» diye imrendikleri o büyük zatın ümmetinden ise, onların hepsinden daha akıllı ve daha filozof sayılır. Şu halde, siz madem ki böyle bir kimsen'n sohbetine eriştiniz, aklınızı kullanıp o uyanıklıktan niçin bir nasip almayasınız? Sonra ileride işlerinizde size hiç bir pişmanlık getirmeyen; «Keski şöyle yapaydık!» demenize meydan vermeyen o bilgi sizde neden hasıl olmasın? (M. 93) Şu halde, sizden hanginiz onun sohbetinden nasip almak istersiniz? Bu sözler ki, onun sohbetindeki en aşağı derecede öğütlerdir. Bunlardan hiç biri sizi etkilemezse, daha yüksek bir sohbeti nasıl umarsınız? (Sultan önce tahtında yerleşir sonra süslenmeye bakar) Halbuki bütün kuvvetler sendedir senin kuvvetlerinden başkaları da güç kazanır. Nasıl, «Ben güçsüzüm,» diyebilirsin? Evet büyüklük odur ki, büyüklüğünün kuvvetinden dolayı kendini güçsüz görür. Şimdi artık susunuz! Siz beni kendi hakkımda inançsız yapıyorsunuz. Ben eğer sizin sandığınız gibiysem, bu, her büyüklükten daha iyidir. Böyle değ'lsem hiç olmazsa akıllıyım. Benim bu uyanık ve akıllı oluşum, ancak sizin Hak yolcusu olduğunuza inanmış bulunduğum içindir.
Hekimin karşısına gelen bir hasta, «Ey hekim! Bendeki istiska (siroz) hastalığına bir ilâç ver,» dese gerektir ki, başka bir istekte bulunmasın. Ancak ilâç istemeye baksın. Tatlı su aramak için gelen susamış bir adamın önüne ekmek, yahut şekerli helvalar getirseler, o da yese; adam susuzluk davasında yalancıdır. Nasıl ki, açlıktan bahs edeni denemek için önüne berrak bir tatlı su getirseler, o da bunu içse açlık davasında yalancıdır.
Siz bu kadar tatlı konuşuyorsunuz; Sultanın ve başkalarının hikâyelerini anlatıyorsunuz, ben de bir noktaya işaret edeceğim. Haccac'ın (Bin Yusuf) hikâyesini anlatacağım size. Mevlânâ'ya döndüm ve dedim ki: Bir gün Haccac, sıcaktan terlemiş bir insan gibi, kış gününde dışarı çıkmıştı. Dışardaki soğuk onu öylesine çarpmıştı ki,  nerdeyse donacaktı. Mevlânâ'ya işaret ettim, bir söz söyle dedim. Mevlânâ, bu sırada pek dalgın bir halde idi. Ama sözümü dinledi ve konuşmaya başladı. Bu sırada Haccac hikâyesi bitti. Birden hali değişti. Gariptir ki, ansızın gözlerinden yaşlar boşandı. Ona emir ve cevheri kırma hikâyesini anlattım. Dostlar hakkında duadan başka bir şeyle meşgul olmadım. «Allahm!  onları koru ki, Hazreti Peygamberin sünnetini yerine getirsinler, ona uysunlar!» diye yalvardım. Nasıl ki Kuran'da, «Yarabbi! Sen kavmimi doğru yola yönelt!  Çünkü onlar bilmezler,» diye yalvaran   ulu  Peygamber de Allahdan yardım dilemişti.
Mevlânâ seni nasıl çilede oturtabilir ki! Ona: «Ey mürit! Rüyanda ne gördün? Müridinin halinden haberi olmayan Şeyhi gördün mü? Yani Şeytan sana ne kuruntu verdi? Ben de onun çömeziyim, söyle de bari onun işini tamamlayayım,» deyince ondan öylesine uzaklaşırsın ki, bir daha Allah yolunda beraber yürüyemezsin.
Bu cennet sonradan yaratılmıştır. Bir yer ki orada ancak yaratılmış varlıkların yüzleri görünür; o yer yaratılmışlarla beraberdir. Ancak bu nükteyi anlayabilmek için bir başlangıç gerektir ki onun çevresini kavramak kolaylaşsın. (M. 94) Ona ebedîdir diyorum, ama ezelîdir demiyorum. Hem ezelî hem ebedî olan biri varsa, o .da ancak Allahdır.
Sana cennet ehli kişilerin niteliklerini anlatayım. Ayrıca cehennem ehli olanların nişanını da söyleyeyim. Allah, yaydan fırlayan bir ok gibi şu âlemi yarattığı günden; beri, her gün her an kapılar açıp kapamaktadır'. Bu öyle sınırsız bir çabuklukla olmaktadır ki, insanın aklı durur. Her kimi, güzel huylu, güzel yüzlü görürsen; açık sözlü, geniş gönüllü ise, herkese hayır dua ederse öyle bir insanın konuşmasından insana gönül hoşluğu gelir. Bu âlemin sıkıntılarını, darlıklarım sana unutturur; için öylesine açılır ki, küfür bile etse gülersin. Belki öyle bir tevhitten bahs edince Siraceddin gibi dışından göz yaşı dökersin ama içinden yüz bin neşe duyar, kahkahalarla gülersin.
Biri de vardır ki, kan içer; yüzünde, sözünde insana sıkıntı veren bir soğukluk vardır. Sözlerinde öyle tiksindirici bir ifade vardır ki, onda neşeli bir insanın konuşmasındaki sıcaklığı bulamazsın. İşte öyle bir insan, Şeytan'dır, cehennemliktir.
Şimdi her kim bu sırra erdi ise ona göre davranır, yüz bin Şeyhe iltifat göstermez. Öyle bir insan ölümden niçin korksun? Sadece başa nerede değer verirler? Hayvan başı ile, insan sırrı ve aklı ile diridir. Her kim yalnız başı ile (akılsız kafası ile) yaşarsa, ölüm ona olsun. Ama sırrı ve aklı ile yaşayanlar Allahın kerem sahibi olarak yarattığı insanlardır. Nihayet, sır denilen o Allah vergisi, bu-başa ve külaha nasıl sığar? Mademki burada barınamıyor ben ne yapayım? Ama sırrı mertçe korumak gerektir.
Mevlânâ dedi ki: Biz sizi yalanlamıyoruz, ancak Muhammed Aleyhisselâm dininde taklitçi olmayalım. Bize henüz bir şey görünmedi. Bir doğuş yok. ikiyüzlülük, 'kancıklık etmediler. Şimdi açıkça gördüğümüz şeyleri taklitsiz kabul ettik. Mademki bu konuda senin taklitçin olduk, bilinmelidir ki, onun dışında başkalarının taklitçisi olmayacağız.
Siraceddin, sakallılardan, gençlerden, Zeyneddin-i Tursî'den ve başkalarından birçoklarını dolaştı. O dolaşmanın bereketidir ki, kendisini bu mevkiye yükselttiler.
Şimdi bizde de ilim var ama o büyük zat bunu kesin olarak bilmez. Halbuki ben şimdi halkın anlayışına göre konuşabilirim.
Teravih namazı için, «Bu güzel bir bid'attır,» yani sonradan eklenmiş bir ibadettir buyurur. Onun gönlüne göre bu artık bozulmaz. Halbuki bid'at ancak âşıkların canını dinlendirir. Bu ne demektir?
Bütün Yahudi milleti onu gizlice çağırdılar, halvette dediler ki, bir daha böyle edepsizlik etme. (M. 95) O halde, «Vergilerinizi kaldırayım,» dedi. «Olamaz,» dediler. Kendiliğinden kalkıp gitti. Derler ki: Bundan sonra ustanın üst tarafında dükkân tutma. Allahm! Şu savaş ve uğraşmalar sona erdikten sonra buyuruyorsun ki, «Bu âlem bu aynanın arkasındadır.» Evet,'ben o aynadaki Celâl (ululuk) nuru görüyorum. Şimdi, «Artık bende kuvvet ve kudret kalmadı, meğer ki sen kudret ve kuvvet veresin yarabbi!» diyoruz. Allah da, «Evet ama sen kendinden bir azıcık kımıldanmaya bak ki, ben de sana güç ve kuvvet vereyim!» buyuruyor. Evet kımıldanıyoruz, şu çetin yerden kurtulmak için ne zorluklarla el ayak çırpıyoruz. Ey ulu Allahm!
Hacamatçı, küçük çocuklardan kan almak için onlara nasıl ceviz, kuru üzüm gibi yemişler vererek önce avutur ve duyacakları acıyı unutturmak için ok-şar, sonra neşterini saplarsa; ululuğu en yüce olan Allah da kulunu bu türlü işlerle uğraştırarak önce cemâlini gösterir sonra aynayı kırar. O zaman, gönül ehli erenler Hak ehli olurlar; garip bir şaşkınlık içinde kalırlar.
Sen, hemen hükmü değiştirilmiş olan Kafirûn süresindeki, «Sizin dininiz sizin, benim dinim benimdir,» anlamındaki mensuh (hükmü geçersiz kılınmış) âyeti okuyadur. Nihayet sen de bir din bilginisin; niçin değişmedin? Bir gün benden böyle ayrılmadın mı? Onun yolu ne olduğunu anlayabilmek için, bir gün şeyhliği de, ululuğu da baştan atmak gerekiyor. O, Hazreti Muhammed'in (S.A.) candan, gönülden evlâdıdır. O, ulu Allah'ın besleyip yetiştirdiği bir Şeyh olmuştur. «Allahm beni en güzel edeple yetiştirdi,» anlamındaki hadiste işaret buyrulan edep, onun niteliğidir. Onun seçkin evlâtları da öyledir. Şimdi gel konuşalım! Ba­na sor bir kere, benim emrimi kaç kere dinledin? Ni­çin yerine getirmedin? Söyle ki anlatalım. Bu tıpkı Kuran'da işaret buyrulan, meleklerin, «Ulu Allah! Biz seni takdis ve teşbih ederiz. Bizim bir bilgimiz yoktur. Ancak sen bize ne öğretmişsen onu biliriz. Şüp­hesiz sen hikmet sahibi, en iyi bilensin!» (Bakara sû­resi, 32), demeleri gibidir. Bu ne demektir efendi? Sen bundan, onun ne söylediğini anladın mı? Biri anladı, dedi ki: «Bu anlayışın iki yönü vardır.» Boşboğazın biri beni dinlemeye gelir, söz benden ürker ve kaçar sanki. Başka biri de vardır ki, sözlerimdeki mâ­nâların zevk ve lezzeti içinde mest ve baygın bir hale gelir. Hatta o sözleri tekrarladıkça aynı zevki duyar. Mevlânâ da kaç kere bu manalara işaret etmedi mi? Bu konuşmalardan herkesin başka bir mana çıkarmasını önlemek ve işleri geciktirmemek için bu noktaya değinmişti. Siraceddin'e hal diliyle söylediği bir şiirin şu anlamdaki mısralarında der ki:
Bir gün belki sevgiliye kavuşacağım,
Amma o geçip giden ömrü nerede bulacağım?
Ama bütün zaman gitmiş değildir. Giden gitmiş­tir. Bu saat hasret içinde geçmektedir. Ancak, burada geçen zaman bir iş uğrunda geçiyorsa artık her sefe­rinde boşuna geçiyor diye pişmanlık gösterilmesi gerekmez. (M. 96) Bu iş hesabı değil, işsizlik hesabıdır. Mademki bir iş baştan tutulmuştur, pişmanlık öyle­sine gerektir ki, sonunda pişmanlığa da tövbe edilsin. Bundan dolayı öyle bir iş ile uğraşmalıdır ki, sonucu yeter derecede lâtif olsun. Onların sözlerinden sana soğukluk gelir, o söz senin çileni soğutursa nihayet dı­şarı, buradan dışarı acele çıkar gidersin. Başlangıçtaki gidişe göre, çileye göre bu düşüncelerden kurtulursun. Ama, nasıl olur da öyle aydınlık bir gidiş böyle söğüdü, diye meraklanırsın. Bunu kabul etmezsen sonunda kendini aynı kuruntuya kaptırırsın.
Evet beş vakit namaz farzdır; bunu aşikâr olarak kılarsın. Yolun ayrı da olsa, onun farz oluşundan do­layı açıkça kılarsın. Geceden sonra kadını uykuda bı­rakır, oğlunu kuru üzümle avutur, kızını cevizle oyalar, sabaha kadar namaz kılabilirsin. Bu helâldir. Haz­reti Muhammed'in (S.A.) dini böyledir. Ezan okunan yere de gider, halvette de kalırsın. Manevî dalgınlıktan dolayı müezzinin sesini duymadınsa, kaçacak delik aramaktansa Allah gölgesine sığınmak daha uygundur. O zaman bütün soğukluklardan, ölümlerden güvenlik bulur Hakkın sıfatlariyle süslenmiş olursun. Daima diri, varlıkları ayakta tutan o yüce Mevlânın varlığını anlarsın, ölüm seni uzaktan görse ölür; çünkü ilâhi bir hayat bulursun. Bu yolda yürümek sessizce olmalıdır ki, kimse duymasın.
Bu ilim medresede kazanılır mı? Bu, belki altı bin yılda yani altı kere Nuh Peygamber ömrü boyunca da elde edilemez. O yüz binlerce tahsilin, belki kulun bir gün, bir an için Allah huzurunda olması kadar değeri yoktur. Allah kullarından bir kul, Eflatun'un bütün bil­gilerini yok ederek onu bomboş bir hale getirmek gücüne sahiptir, bunu yapabilir. Ancak bir gün onunla yavaş yavaş konuşur anlaşırsa, «Bu adam büyük bir filozoftur!» diyebilir. Çünkü Eflatun hem filozof, hemde bilgindir. Nihayet peygamberlerle tartışır. Boş söz değildir bu. Onlar da bu işte bir lezzet bulmuşlardır; isterler ki peygamberlerin vazifelerini kendileri yapsınlar. Nasıl olmaz diyebilirler, o bizim kardeşimizdir. «Bizi o bilir,» derler ve bir tekmede onun aklın altüst eder, onu bomboş bir hale getirirler. Bu imkânsız mıdır?
Hazreti Muhammed (S.A.), iblisin suretinin nasıl olduğunu görmek arzusunu duydu; ama gördü ki hepsinin üstünde Allah var, artık onda nasıl olur da ib­lisin suretini görmek arzusu kalır. Bunu böylece söylersem başağrısından kurtulursun. (M. 97) Çünkü îblis, manevî bir surete bürünmek isterse, seni Allahdan soğutacak bir surette görünür. Gönlünü ona kapalı tuttuktan sonra da sana bir daha şeytan sevdası gelmez, ama yine de güvenme kendine. Birinin kapısından dışarı çıkar, onun suretinde karşına gelebilir ve seni soğutur.
Süleyman-ı Tirmizî dedi ki: Bari din adamlarının sözlerini söyleyiniz. Bunlar ki, her zaman mimberlerde öğüt verir seccade üstünde otururlar, Muhammed (S.A.) dininin yol kesicileri, vurguncularıdırlar. Bayezid'in seccadesinde kurulur, Şakik-i Belhî'nin mimberinde konuşurlar. Kime öğüt verirler? Oradaki cemaata mı; cemaat nerede? Kalkar çarh vurursun.
Mevlânâ, tuğrak yemeğini yemiyor, ama helva yiyebilir. Gel sen de üzül buna, birlikte konuşalım. Bütün bunlar bir terazi, bir denge meselesidir. Yoksa yemekten önce bugün meydana atılan mesele üzerinde konuşmak gerekiyorsa, o işten maksat ya yapmak ya da yapmamaktır, yahut her geçen zamanın nasıl geçtiğini düşünmek konusudur.
Sohbet sana ziyan vermez, ama Allah'ın has kullarının sohbetini kaçırmak sana ziyan verir, iyi olmaz. Bunun bir misalini anlatayım: Diyelim ki, yanımda duran bir külhancı bana bir iğne batırdı, aynı yere Şah da bir iğne batırdı. Bu, iğne batırılan yerdeki acıların birbiri ile kıyaslanmasıdır. Yoksa iğneyi batıranların birbiri ile ölçülmesi değil. Biri dedi ki: Bel ki böyle bir Padişahın ayağına batırdığı iğnelere karşılık olarak zamanenin kemendi vurulur da boşuna giderse, gerektir ki, bundan hoşlansın. Geri dönmeyen her şey geçip gider. Sen ancak kendine gerekli olan şeye bak. Böyle bir zamanda sana şu hikâyeyi anlatmalıyım. Gerçi bunu birçok kere tekrarladım. Hikâye şudur:
Horasanlı Ebû Müslim'in Halifelik makamına oturttuğu Mansur'u kandırdılar, dediler ki: «Seni bu defa o makama oturtan Ebû Müslim günün birinde dilerse oradan uzaklaştırabilir, bir başkasını oturtur. Şimdi onu temizlemek gerek. Bunu yapmak için de bir çare var. Ebû Müslim seni ziyarete geldiği zaman kılıcını eline verir, hareketine dikkat edersin. Kılıcı elinde oynatıyor mu? O zaman, sorarsın, Halife karşısında kılıç oynatanın cezasının ne olduğunu kadıdan sorarsın. Kadı buna karşı, 'Onu öldürmek gerektir,' der. Bu sana cevap ve hüccet olur. 'Yolda onu yakalayın, öldürün!' dersin.» Halifeye dediler ki: «Kadı nın o sözü senin sorduğun meselenin cevabı değildi ki bunu gerçekleştirmeye imkân olsun.» Halife, «Evet, öyle ama günün birinde Halifeyi bu makama ben getirdim, ben onun memuru olamadığım gibi başkaları da onun memuru olamazlar diyebilir ve nihayet ben bir gün ölürsem o yine ayaklanır,» cevabını verdi. Mansur Halifeye her ne kadar, «Sen bu işten vazgeç!» dedilerse de, halife işi bitirdi. Sonradan pişman olmuştu ama iş işten geçmişti.
(M. 98) Burada dostluktan çok hilafet kaygısı hâkim olmuştur. O şey ki gereklidir, ister bana ait olsun, ister olmasın yapılmalıdır. Çünkü bugün yapılmasa belki yarın da yapılmaz. Senin geç kalmış olman da maksadı ayağa düşürür. «Bunda zorluk vardır,» dersem, «Biz bunu teselli ve aldatmaca olsun diye söyledik,» deme. işin gerçek tarafı sözü apaçık söylemektir. Buna ne engel var? O peygamberlere yaraşan nifak (ikiyüzlülük) gibidir ki, onlar bunu çok güzel yaparlar. Ama, o sözden doğacak menfaat sade sana aitse, sözü söylemektense hiç söylememek daha uygun olur.
Bir gün birisi bana dedi ki: «Ben, senden daha çok Mevlânâ'nın öğütlerinden faydalanıyorum.» Ben de buna karşı dedim ki: «Dostlar topluluğunu bir araya getirelim, onların anlayacağı bir bahsin yorumlanmasını yapalım.» Bundan maksat, cemaat aldatmak değil, ilmî bir fayda sağlamaktır. Nasıl ki, Kuran'da Yusuf Peygamber, Allah'a. yalvarırken, «Yarabbi! Bana mülk verdin, söz ve rüya yorumlamayı öğrettin,» (Yusuf sûresi,101) anlamındaki âyette işaret olunan bu yalvarmayı ona öğreten kimdir? «Semaların ve yerin yaratıcısı,» buyrulması da ona özel bir yoldan öğretilmiştir.
Genel yoldan da yine âyette, «Onun yorumlanmasını ancak Allah ve ilimde çok ileri olanlar bilirler,» denildikten sonra, «Beni Müslim olarak öldür!» diyor. Tuhaf değil mi? Bu açıklamadan sonra Yusuf hangi Müslümanlığı istiyor? Sonra da, «Beni, salihler topluluğuna kat!» diyor. Hangi Salihler? Her peygamberde salihlik vardır ama her salihde peygamberlik yoktur. Bu, «Allahm! Beni peygamberlikten nasipsiz kılmadın; velilerden de nasipsiz etme, ruhumu onlara eriştir!» demektir. Eğer böyle olmasa idi, hem îslâmda, hemde   salihlere   karışmak   yolunda   sebat   etmek   ister miydi?
Emir terk olunamaz. Şüphe yok ki, bu fakirin emrinde de faydalar vardır. Bu emirle maneviyat kapıları açılır. Fakir, dünyaya, onun nimetlerine, onun süslerine göz dikmez; o tavsife sığmayan bir devlettir. Şüphe yok ki, zengin çocuklarından, dünya nimetlerinden faydalanmış olanların bir şeye ihtiyaçları yoktur. Onlar, onun peşinden koşmazlar, ama onlarda yumuşaklık ve büyük bir hoş geçinme isteği vardır. Aşırı davranırlarsa o zaman fesat çıkar; onlardan nefislerinde üzüntü duyarlar ve üstünlüklerine yaraşmayan bir şey bekleyenler, nefislerini dünyadan ayıramazlar. Onlar asla tövbeye de yanaşmazlar. Dünya heveslerine kapılırlar. Onların Kuran'da: «Seni sapkınlıkta buldu, doğru yola yöneltti,» (Duha sûresi) anlamındaki hidayetle de ilgisi yoktur. Hepsi sapkınlık tarafına kaçtılar. Şeytan seni azdırınca sen kendinden hidayet yoluna girebilir misin? O seni azdırınca senin halin sana Cebrailin erişmesinden daha hoş görünür. Belki sadece Allah kuluna karşı olan yardım ve gayreti ile seni bu yoldan çevirir..
(M. 99) Benim nefsim bana öyle uysallık gösterir ki, Önüme yüz binlerce helva ve kebap getirseler, gerçekten isteğim bile olsa, başkalarının can attıkları o yemeklere asla dönüp bakmam. Vaktinde ona vereceğim arpa ekmeği, vakitsiz vereceğim kebaptan daha hoştur. O kapalı kaldı.
Hikmet ehli bilginlere göre küçük âlem, insanın yaratılışında gizlidir. Büyük âlem de, bu bizi çevreleyen âlemdir. Peygamberlere göre de, dıştaki bu âlem, küçük âlemdir. Büyük âlem, insanoğlunda gizlidir. Şu halde sen de bu âlemden, insanlık âleminden bir örneksin. Neden sen de bana bir armağan vermiyorsun? Mademki sen bir yadigâr alıyorsun, sen de bana bir yadigâr ver ki, bir vakit seni anayım, öyle dostlar tutalım ki, onların arzusu ile yürüyelim. Onlar da o saygısızlığı göremiyorum ki, ona göre hüküm verelim. Onlar öyle dostlar olmalı ki, bu ötekinden daha kuvvetlidir diyebilelim.
Şiir:
Seni, incinirsin diye gönlümde saklayamam,
Alçalırsın korkusu ile gözümde de tutamam,
Seni gözümde, gönlümde değil canımda saklayayım ki
Son nefesimde bana son yar olasın.
Senin aşkında, benden başka kimse sebat gösteremez. Benden başka hiç kimse çoraklığa tohum ekmez. Düşmana da, dosta da seni kötülemek istiyorum ki, seni benden başka hiç kimse sevmesin.
Âşık, bir vakit, o kötülemekten sevgiliye bir zarar gelmemesini ister. Onu incitmemeyi düşünür. Ama ona bir elem ve ıstırap gelecekse, vay o güne! Ben Allahtan altın isteyeceğim, o da hemen verecek; bu para ile bir köle satın alacağım, ona bilgi öğretecek, kendimi oyalayacağım. Evet, Allah altınlar verir. Yahut istemesem de verir. Bana veriyorsun ve diyorsun ki, «Bu para ile bir değirmen satın alacaksın onu benim için al; senin hesabına döndüreyim.» Değirmen taştan ve demirdendir. Bu ise etten, deriden, sinirden ve damardan yapılmıştır. Ayrıca bunun canı ve hayatı vardır. Eğer sen vermezsen ben kendim dönerim. Bu yüzden her gün bana birçok itirazda bulunurlar; onun üç beş kuruş kazanması bundan daha faydalı idi, derler. Çocukluğumda benim iştahımı kaçıran işte bu söz olmuştur. Aradan üç dört gün geçtiği halde hiç bir şey yemiyordum. Sade halk sözünden değil Hak sözünden bile ürküyordum; sebep yokken yemekten içmekten kesilmiştim. Babam, «Oğlum ye!» dedikçe ben, «Bir şey yiyemiyorum,» diyordum. Artık zayıflıyordum, kuvvetim o dereceye varmıştı ki, istesem pencereden kuş gibi dışarı uçarım, dedim. Bunda keramet var ama sana açıklamak istemiyor, dediler. Mucizeyi inkarcılığa karşı gösterirler. Sen eğer tam manası ile inkarcı değilsen, sana bu açıklanmaz. İsteyene açıklanır. Bu bir topluluk içinde olur. Bir köşecikte değil; etrafımızda bir insan topluluğu var. O tek bir kimse olsa idi sözleri kuru davadır derlerdi. (M. 100) İşin kötü tarafı Mevlânâ bana dün, «Bahaeddin onlar ile birlikte oturduğu için senin sözünü soğuk karşıladı,» dedi. Bana gönül vermedi ki, Bahaeddin'e sadece «Bahaeddin» diyeyim. «Mevlânâ Bahaeddin,» demek böyle dostlar için teveccüh sayılmaz, bunu gönül istemiyor. O ok atmayı bilmez; bununla beraber ilmini, usulünü iyi bilir. O isterse iş başka olur. Elbette başka şey istemiştir. O ulu Allah'ın vatanını, müminin sevgilisi ve dileği olan o kutsal yeri (Kabe'yi) istemiştir. Ama denilemez ki, mutlaka onu dilemiştir. Eğer bir şey istemişse bunu istemiştir derler.
Şimdi Mevlânâ'nın «İncindim,» dediği meseleden söz açayım. «Mevlânâ'nın sözlerinden Şems çok faydalanıyor,» demişler. Evet bana şu yönden faydası var ki, bu surette bize yardımcı olur, bana bazı işaretlerde bulunur. Ama o işaretler size değil, yalnız banadır. Onun hitabı da size değildir. Görüyorsunuz ya, beni bir garip olarak nasıl buldu; nasıl rahata, huzura kavuşturdu! Şu halde Mevlânâ kimin Mevlânâsıdır? O bir kimseye bir isim koyarsa (kimi tutarsa) asla ondan vazgeçmez. Gece görmüş olduğu her rüya, sabah namazından önce gerçekleşir; ikinci namaz vaktine kadar tesiri devam ederdi. Bunun âdet halini almaması için yürekten gelen bir gayretle uğraştım. Bu nasıl şeydir? Bu başka bir namaz mı sayılır?
Bahaeddin bir aralık, dalından koparak yere düşen bir sonbahar yaprağı gibi ayağıma kapandı. Bu hal, bir kere, iki kere değil, hayli zaman sürdü. Rengi toprak gibi olmuştu. Bir gün şöyle bağırdı: «Mev-lânâ'nın önünde oturan Şemseddin sen misin?» «Evet benim,» dedim. Yanımda oturdu. Bulunduğumuz küçük kervansarayın ufacık bir odasından ona sesler geliyor, «Nerdesin, nerdesin?» diyorlardı. Şimdi bu kadar yeter...
Herkes bilir ki, Tekkede, cansız bir varlık bile yedi aydan fazla bana tahammül gösteremez. Medresede beni dinleyenler divane olurlar, ama akıllı kimseleri niçin deli etmeli? O zaman, onlarla konuşmaya imkân olmaz. Ancak şu var ki, ben sofî olayım, olmayayım bu dergâh temiz insanların yeridir. Onlarda satın almak, pişirmek kaygısı yoktur. Cansız varlıkların da ayrılma ve birleşmeleri vardır. Ancak onların iniltileri duyulmaz. Nasıl ki, Kuran'da da, «Hiç bir varlık yoktur ki, kendine mahsus dili ile Allah'yı övüp ululamasın,» (îsra sûresi,44) buyrulmuştur. «Ama biliyorum ki, ben buraya oturmak için gelmedim. Hazırlanın da artık beraberce gidelim,» dedi Bahaeddin. Ben, «Bugün hazırım,» diyordum, sonra vazgeçiyordum. «O hücreye her gelişinde hiç eli boş gelmiyorsun,» diyordu. (M. 101) Ben de ona, «Sen böyle bir şeyleri düşünme,» dedikçe o, «Hoşuma gitmiyor!» diyordu.
Bir gün de, Aksaray'da Hacı Ebûbekr'den ödünç bir şeyler almak istiyordu olmadı. «Eli boş nasıl gidebilirim?» dedi. Ben, «Vazgeçtim,» dedim. O halde, «Dostlara himmet için yararlı bir iş yap,» dedi. Evet, üç kere selâvat getirin ve Alla Hümme Salli Âlâ Muhammedi deyin. Başka ne yersin? Ne pirinç, ne pirinç, ne et, ne et... Zehra diyordu ki: «Burada dervişin neler yaptığı, senin yaptığın ve başından geçenler Mevlânâ katında bilinmektedir.» Derviş o mertebeye ne ile geldi? Onun işi, hep hayırdır.
Biri satranç öğrenmek için altı bin kere oynamıştı. Toprak üstüne oturmuş bugün de oynuyordu, önce ruhlardan iki tanesini çıkarıyor, sonra da piyadeleri atıyor; böylece her gece bir Mağripli ile üç parti oynuyorlardı. Atı ve ruh'u çıkarırdı, ben de ayakta seyreder sonra otururdum.
Akıllı ve insanoğlu olan odur ki, hep kendi mektubunu okumasın; arada dostun mektubunu da okusun. Senaî ne güzel söylemiştir dedi Mevlânâ:
Her türlü aşırı isteklerden, cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin.
«Bu güzel!» dedim. Bu cevabım hem Mevlânâ'ya hem de Senaî'ye idi. Yoksa istese idi, ayağı yanık Şerife de cevap verirdik. O, Seyrül-ibad kitabının sonlarında Senaî'ye verilen bu cevabı soğuk bulmuştur. Onun gönülden haberi yoktur. O kalp, o gönül nerede? O aşağılık adama öğüt vermişler, nefsini pislikten, cimrilikten, kötü huylardan temizle ki, cehennemden kurtulasın, demişler ama kalp ve gönlün niteliklerinden söz etmemişler.
Yüce Allah, «Yerler ve gökler beni kavrayamadı, ama ben mümin bir kulumun gönlüne sığdım,» ve ayrıca, «Müminin kalbi, Allah'ın iki parmağı arasındadır,» ve yine, «O, sizin kalbinize bakar,» gibi kudsî hadislerle kalp mertebesine işaret buyurmuşlardır. Şu halde, «Aşırı isteklerden ve cimrilikten arınmış bir kalp göreceksin,» diyen Senaî'nin bu sözü üzerinde çok düşündüm, hatırımı zorladım; bu mananın belgesini bulayım dedim. Mevlânâ, Senaî'nin şu anlamdaki beytini de okudu.
Beyit:
Ey Senaî gel bu âlemde kalenderler gibi yaşamaya baki
O, temizlikten dem vuran kuru davacının gözlerine toprak saç!
(M. 102) işte kuru davacıların yoksunluğu, onun habersizliği bundandır. Nasıl ki, Bayezid, ömrünün son gününde zünnar istedi. Şahadet getirdi. «Şahadet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur, şahadet ederim ki, Muhammed Allahın elçisidir,» dedi. Şimdi burada iki görüş vardır. Bazıları onun Müslüman olarak öldüğünü bazıları da, kâfir gittiğini söylerler. Bir kimse bu saatte iman getirebilir ve, «Ey ulu Allahm,» der, «sen öyle bir kerem sahibisindir ki, bir kâfir senin hakkında yetmiş yıl uygunsuz sözler söylese de son vaktinde yine sana dönse ve iman getirse kabul edersin,» diyebilir. Hazreti Muhammed'e ümmet olmak nerede? Hazreti Muhammed nerede? Ona hem surette, hem manada uyabilmek nerede? Yani nerede bir ışık ve aydınlık görürsen Muhammed onun göz nuru olur; onun gözü de Muhammed'in gözü olur. Sabır ile daha başka niteliklerle süslenmiş olur. Bırak başka sıfatları, sabır'la ve daha güzel vasıflarla bezenmiş olur.
Şeyh nedir? Müridin varlığı nedir? Ancak yokluk değil mi? Zaten, mürid yok olmadıkça mürid olamaz.
Hamamda iki adam, birisine bir emanet bıraktılar. Bunlardan biri yıkanıp çıktı; bıraktığı çantayı istedi ve alıp hamamdan gitti. Biraz sonra arkadaşı çıktı. Hamamcı, «Para bendedir, ancak o arkadaşı getir de al paranı!» dedi.
Ben şimdi hak erenlerden, halktan gizli yaşayan o topluluktan söz açmak istemiyorum. Onlar böyle imkân buldular, böyle yaşadılar, geçip gittiler. Ben de dedim ki: Mevlânâ'dan başka hiç kimse ile konuşmayayım, yalnızca Mevlânâ ile sohbet edeyim. Şimdi gel de kulağına söyleyeyim; ben bir iş yapmak istiyorum. Ama Allah engel olursa beni dinlemez. Bizi gören kimse, ya Müslümanın Müslümanı, ya da zındığın zındığı olur. Çünkü bizim manamıza erememiş olanlar ancak dış yüzümüzü görürler; ibadetlerimizde dış görünüşü bakımından eksiklik bulurlar. Çünkü onun himmeti yücedir, bu ibadete de ihtiyacı kalmamıştır sanırlar. Âlemlerin gerçekten bağlılık sebebi olan iba-det'ten uzaklaşırlar. Bir kere benim arzuladığım şey, senin dediğin gibi değildir. Sen diyorsun ki, «Arzu edilen hep odur, onu inciten bir şey var ama eli ona erişemez.» Bu Sunnîlerin mezhebi, uygulamada Mutezile mezhebine daha yakındır. Mutezile mezhebi de, felsefeye yakındır. «Kardeşi için kuyu kazan, içine kendi düşer,» derler. Bu nasıl bir inançtır? Ben ki dervişlik yönünden geliyorum, bu yol bütün korku ve tehlikelerle dolu olduğu halde yine de yüce Allah'ın koruduğunu görürsün.
(M. 103) Bu saatte sen bir dervişle berabersin. Bu nasıl korku ve kötü düşüncedir ki, bu toplum Allah'a, «Öküz çobanı Ahmet,» derler. Onları terbiye eden nedir? Şüphe yok ki bu dünyada onlar palaslarım boyunlarına asmış; o faydasız azap içinde, o bilgisizlik ve karanlık âlemde mezarlarının kıyısına kadar sürüklenip giderler; mezar kıyısından sonra da, acaba Allah o kulunu cehenneme kadar naz ve nimet içinde mi yaşatır? Diyelim ki, ben bir aralık kötü elbise giydim; bu benim arzumladır, yoksa benim hakkımda Allah'ın dilediği hep lütuf içinde lütuftur; kerem içinde keremdir. Ancak şu var ki benim -lâyık olduğum şey yerine göre lütuf da olabilir, kahır da Ama lütuftan üzülüyorum ben. Bana her dört günde biraz gevşeklik, bir uyuklama hali gelir. Biraz sonra da bu hal geçer. O zaman bir lokma bile yutamam. «Sana ne oldu?» derler. «Bana hiç bir şey olmadı, öyle birinin divanesiyim ki, üstümü başımı yırtarım. Sana gelirsem senin elbiseni de yırtarım.» «Bir şey yemiyor musun,» derler. «Hayır yemiyorum.» Bugün yarın, o bir gün, başka bir gün de...
Hemşeri nedir ki, benim babamın bile benden haberi yok! Kendi şehrimde bile garibim. Babam bile bana yabancı. Gönlüm ondan ürküyor. Öyle sanıyorum ki, üstüme yıkılacak; bana güzellikle söz söylerken bile beni dövecek, evden kovacak sanıyordum ve kendi kendime diyordum ki: Eğer benim manevî varlığım, onun manasından doğmuş olsaydı, gerekirdi ki, bendeki mana onun yavrusu olsun; onunla uyuşsun, anlaşsın ve olgunlaşsın. Kümes tavuğunun altına konmuş bir kaz yumurtasıyım sanki. Gözlerimden yaşlar boşanırdı.
Şeyh, hadis anlatıyor, filan hadis bilginleri ki böyle kimselerin içeride ve dışarıda kırk tane yetiştirmesi vardır; bunlar ya divane, yahut sevdalıdır, diyordu. Kulak verdim, benim halim o hal değildi. Diyordum ki: Sen bizim babamızsın. Nasıl oluyor da bizi götürmelerini uygun buluyorsun? Beni gizlice divane ediyorsun, kafamı bozuyorsun ben ne yapabilirim?
Mevlânâ Celaleddin, sanki beni şu zevk ve istekler âleminden ateşe sürüklüyor. Ancak, beni bağlamak için zincir getiren o zata niyaz için nasıl gideceğim, diye düşünüyorum.
İki sevgili arasındaki davranış nasıl olursa, ben de, sana öylece gelip boynuna sarılıyorum. Başka ne .yapabilirim? Bu niyaz ile elde edilirse, demek ki, Hakkın iradesi dileğimize göre açıkça belirmiştir. Çünkü murat yani istek iradeden pek gizlidir. Murat, iradeyi bilir, ama irade muradı bilmez. Şu halde, o ne yaparsa Allah iradesi ile yapar. Onun için, işlerine hiç kimsenin karışamayacağı o sevgilinin yaptığı her şey, iradeye uygundur. O her ne yaparsa iradeye göre yapar. Her ne işlerse, iradeye uygun düşer. Bir kimseyi gördüğü zaman, onun doğuştaki halini, son durumunu, yaşantısı boyunca hangi duraklardan geçeceğini de görür; ama asla o işleri yapmayan, Allah buyruğunu tutmayan kimse, nasıl olur da onun aksini yapabilir? O bir yerde umut ışığı görürse belki uyanık davranır. Nasıl ki, Şeyhin nazarı ona erişmiştir dersin. Öyle bir insanın işi o yüzden tamam olur. O, bu halin Şeyhden ve kendisi tarafından olduğunu sanır. Böyle bir Şeyhin etkisi nasıl olur? Bakarsınız ki, onda hiç bir seyir ve sülük yoktur. Şeyh de kendisine bir şey söylememiştir. Burada Bayezid'e hıyar tarlası hikâyesini anlattılar. Dediler ki: «Adam hiç karpuz yemedi.» Dedi ki: «Ben, Peygamberin karpuzu nasıl yediğini bilmediğim için yiyemem.» İşte Peygambere uygun davranış burada hem suret, hem mana yönündendir. Peygambere uygun davranışı surette korumak gerektir. Şu halde bu uygunlukta hem sureti, hem de manayı korumayı nasıl ihmal edebilirsin? Hazreti Mustafa, (Allah'ın Selât ve Selâmı üzerine olsun), şöyle buyurmuştur: «Yüce Allahm! Biz sana karşı, senin ululuğuna yaraşan şekilde kulluk edemedik.» Bayezid ise, «Kendimi kutlarım, şanım ne yücedir!» diyor. İş böyle olunca bir kimse, Baye-zid'in bu sözüne bakıp da, onun hali Hazreti Muhammed'in (S. A.) halinden daha kuvvetli olduğunu sanırsa çok ahmak ve bilgisiz sayılır. Eğer şeriatın gerçek yönünü araşan, evet şeriat da vardır, tarikat da! Şeriatın hakikati kandil gibidir. Kandilin maksat ve manası ise, bir yere gideceğin zaman sana ışık tut-masıdır.
Ona dosdoğru güvenebilirsin. Ona fitil takarsın havadan asarsın, onunla çevreyi görürsün. Ama bir yola gitmezsen onun sana ne faydası olur? Hep yerinde duran bir ışıkla hakikata nasıl erebilirsin? Gerektir ki, hakikate eresin! Tarikat yolundan yürüyesin! Diyelim ki, bu testi çorak bir su ile doludur. Sana, «Bu ırmak suyudur,» diyorum. «Ver bana,» diyorsun. Veriyorum. Ama, «Bunu o acı sudan tamamıyla boşalt,» diyorsun...
Sıcaklık soğuklukla, soğukluk sıcaklıkla birliktedir. O işler soğumadıkça bu iş kolaylaşmaz. Bu söz sona ermiş değildir. Ama uykuyu kaçırmıyor. Uykum kaçsın diye başımı sana dayadım.
Şu su ve toprak âleminin ötesinde gayb alemindeki dağın arkasında Yecuc ve Mecuc'lar (M. 105) gibi birbirimize karışmıştık. Ansızın oradan, bize, «ininiz aşağı!» sesi geldi. Oradan bu aşağılık âleme indik. Uzaktan, karanlık ve yokluk âleminde bir varlık belirdi. Uzaktan, kentler, ağaçlar henüz görünmüyordu. Bu âlemi hiç görmemiş çocuklar gibiydik; yavaş yavaş yaklaşdıkca, dane ve tuzak belâsı, derece derece gözümüzün önünde belirmeye başladı. Daneye kavuşmanın zevki, tuzağa düşmenin zorluklarına üstün gelmeseydi bu âlem, bu varlık da meydana gelmezdi. Söylendiğine göre, Âdem, uzaktan bir taş gördü ki, heybetle kendisine doğru geliyordu. Sevgisi ayaklandı ve ona doğru koştu.
Dedim ki: Onların ululaması, saygısı ancak elli kişiyedir (!) Birisi sizin hakkınızda kadıya veya başkasına bir nafaka davası açmıştı. Hattâ adınızı bile söylememiştir. Çok kere kadı hevadan hüküm verir ve der ki: «Sözüm onun kız kardeşi içindik. Ona nafaka ver!» Bu sana borç sayılır. Benim korkum sizin gönlünüzü kırmaktır. Derler ki, bir şeyi almakta çirkinlik olduğunu, onun değiştirildiğini görürsen üzülürsün. Şer yoluna gitmek insanın hoşuna gider. Bu işte sebat etmek de ona ferahlık verir. Ama kadının hevadan hüküm vermesi bilinemez ki! O çok kere ancak şeriat üzerine hüküm verir. Fakat bazen de hevadan, yani keyfine göre karar verir. Buna karşı tedbir alırız. Ama o zamana kadar da iş işten geçmiş olur. Bu hep böyledir.
Sarayda bir Padişah vardır. Padişaha giden yol kapıdan geçer. Yani ona saygı göstermek için gelenler çok yüksek olan sarayın yan duvarlarından giremezler. Allah korusun! O duvarlardan atlamak isteyenler düşerler. Her şeyi mubah gören saygısızlar da ancak kapıda 'kalırlar. Bazı kimselerin kullukta nasıl davranacakları hakkındaki kuşkuları büyüktür. Dedim ki: Bu eksik bir düşüncedir. Başka bir cevap daha var, ama burada söz tehlikelidir. Bu sözü çok dikkatle dinleyin. Kapı dışından gelenlerin sultan sarayına mutlaka kapıdan girmeleri gereklidir. Ama Padişahın bazı has kulları da vardır ki, onlar zaten hep içerdedirler. Bu çetin bir konudur. Burada büyük tehlike vardır. Hazreti Muhammed (S.A.) zaten has kullardandır. Kulluk vazifesini tamamiyle yerine getiriyordu. Yine cevap olarak deriz ki: Hazreti Peygamber, kullukda tam kuvvet ve kudret kazandığı zaman bile ondan kulluk manası asla eksilmez ve daima daha güçlü olurdu. Kulluğun yüksek zevkini tadardı. O kapıda olduğu vakit kendini içerde görür, içerde iken de kendini yine içerde bulurdu. Ama başkalarında bu cihet zayıf idi; o mana, onlarda eksik kalıyordu. Nasıl ki, Ebû Said (Ebül Hayr), Ebû Ali (Sina) için bu nasıl adamdır? demişti. Bir şeyler yaptı ama yapmamış sayılır. Ben ve Mevlânâ, her ne kadar iş zamanında kasıtlı olmayarak ibadet vaktini geciktirmekteyiz. Buna razı değiliz. Bunları gizlice kaza ediyoruz.  Hele  Cuma  günleri  Namaza   gitmesem gönlüm daralır. (M. 106) Niçin onun manasını bu mana ile birleştiremedim diye üzülürüm. Burada gerçekten bir üzüntü olmasa bile yine üzülüyorum. Ama bir kul ki, ibadet ederken ansızın ilâhî hidayet onu cezbetmiştir. Hem ilk önce şu öğüdü hatırlayın ki, benim sözlerimde tekrarlamak, yeniden anlatmak yoktur. Ne desem ona uymak yaraşır. Her ne oldu ise o hep bizim sözlerimizi tekrar etmekten oldu. Sözü hiç tekrar etmeyin. Eğer birisi, söyleyin de bari hoşça, cana yakın ve tatlı sözlerden bir şeyler dinleyelim ne olur? diye İsrar ederse, eski konuştuklarımı tekrar edemem. Eğer sana gerekli ise, git dinle! Sözün sırası gelince onu ben bilirim. O zaman söyleyeceğim. Ama uygun görmezsem hiç söylemem.
Hoca Ebubekr (Sellebaf) bizim pirimizdir. Gel ki sana öpücük vereyim. Eğer şu saatte onu Kadıya götürseler bizim lehimizde söyler. Ona bizden dinlediklerini anlatır. Kendisine, «Niçin buna tanıklık ediyorsun?» derlerse, şu cevabı verir: «Ben ademoğluyum. Babam bir yanlışlık yaptı, Şeytan onun yönünü kesti. Sen de benim yoldaşlığımı kabul etmezsen alçalırsın, lanete uğrarsın. Meğer bizim gözlerimiz körmüş. O sizden uzak olsun,» deyiniz. Bir hadis vardır. «Ulu Allah, varlıkları, onların niteliklerini yaratmayı, geçimlerini, yaşantı sürelerini belirtmeyi bitirdi,» anlamındadır. Bu doğrudur ama Kuran'da da, «O her gün yeni bir haldedir,» anlamına gelen bir âyet vardır ki, bunun, sözü geçen hadise uygun düşmesi için açıklanması gereklidir. Burada, o her gün kulunun haliyle ilgilenmektedir, yani ezelden ebede; başlangıcı olmayan zamandan, sonsuzluğa kadar böyledir. Nasıl ki kul da hep onun halindedir. O da böylece kulunun halinden ayrılmaz.
Dün gece iki üç kere sizi andım. Bana bir yufka yüreklilik, bir ağlama hali geldi. Hoylu Muhammed bana, «Şemseddin, ben Sadettin'in yanında idim Ku-ran'daki, 'Cinleri ve insanları yarattım ki, bana kulluk etsinler,' anlamına gelen âyeti yorumluyordu.» dedi. Ondan sordum: Bu Allah'ın hiç bir niyaz dileği yok mudur? Diyorlar ki, hiç dünyaya gelmeseydim bu yaratılan varlıkların bana göre bir yaban eşeği kadar değeri olmazdı. Şu halde bu nasıl dileksizlik olur; ona ne demeli? Bu yüzden de, söylediklerin gerçeğe uygun düşmüyor. Sadettin güldü. Ona dedim ki: «Bu işe gülmek gerektiğini bildiğim için ben de gülüyorum.» Bana, «Bu gece bizimle birlikte kal,» dedi. «Burada ne yapalım?» dedim. «Beynimi kurutuyorsun, müridleri de kuru kafalı yetiştiriyorsun, daha ne olsun!» dedim. «Bari gideyim bir çorba içeyim.» «Git!» dedi. Karar verildi. O istiyordu ki, senin bir zındık olduğuna fetva versin. Ona ne güveniyorsun?
(M. 107) «Ne diyorsun?» dedim. Bana, sen küfürdesin diyenin önünde ayağa kalkarak el bağlamak gerektir. O, zahirde göründüğü gibi değildir. Ben de, böyle sanıyor ve korkuyordum ki, önce beni Şahnenin önüne çıkarır astırırlar. Bu ondan değildir, o bizimledir. «Eğer bana gelirse koyver gitsin,» dedi. Ama ben korkmayan ancak Allahdır, diyemedim, îş verir, anlamaz, sorar: Allah nasıldır?
Mevlânâ Celâleddin, «Ona sus dedim hele,» dedi. «Ama benim derimi yüzerler, ben onunla bir şey konuşamam.» «O halde şimdi konuşma,» dedi. Dedim ki: «Şu kadehi eline al, sana secde edeyim.» Onu öyle bir durumda gördüm ve dedim ki: «Kadehi ben çekiyorum, sen sus hiç konuşma.» Hoşuna gitmedi, dedi ki: «Aydınlığı kızıl altında arıyorsan dibi kurşun çıkar.»
Şemseddin diyordu ki: Bu bilgelerin hiç bir değeri yoktur. Hep, biziz biziz diye bıyık burup dururlar. Bizim bu Şahap da ahmaktır. O da, ben şöyleyim böyleyim diye bıyık burar. O şey ki yoktur, sen kim oluyorsun? Şirin bir zındıkcık! Şems'in sözünü başkalarından işitiyorum; bana hiç gayret gelmiyor. Ben bilmiyorum. Ben onun baş tarafını alıyorum sana geliyorum. Mevlânâ Celâleddin, bendeki büyük korkuyu altüst eder diye korkuyorum. Dua ediyordu. Erkekliğin devamlı olsun, bu buğanın kıçı sıkıdır. Ben yüz türlü çareye başvuruyorum. Allahm diyorum kendi kendime üç dört gün kadar vezirin tekkesine gideyim bari. Ama büyük ziyan olacak.
Gazneli Sultan Mahmud'un, Hindistan savaşına giderken büyük bir çadırı vardı. Onu kurmak için çok güçlü seksen kişiye ücret verirdi, ikindi namazına doğru birisi çıkageldi, «Ben bu çadırı tek başıma kurayım,» dedi. Sabah namazından önce çadırı kurdu. Ama Padişahın yüzü ekşidi, o güzel huylu Sultan Mahmud, öfkeden yaratılmış bir insan olmuştu. Vezir korkusundan hiç bir şey söyleyemiyordu. Ağzını açsa, bin kelle bir pula giderdi. Böylece yapılan iş boş değildir. Âlemde bu kadar büyük iş yoktur. Fakat bütün bunlar bir nişan veya dilek uğrunda yapılmıştır. Bunda dilekten hiç bir nişan yoktur.
Alemde, o Mansur (Hallac) kendini bir şüpheye kaptırdı. O Bayezid de, ölümü sırasında cesaretsiz davrandı.
(M. 108) Derler ki: Büyükler ki ömürlerinin sonunda tam bir inançla ona yüz çevirdiler, o sevgili nerede? Halis inkarcılar nerede? Yol o cihetten ruh yönüne gider. Bu cihet ise saliklerin yürüdüğü yoldur. Salikler o yoldan giderler.
Bu iş medreseye gelmez, başka bir yönden de anlatılamaz. Bu dünyayı görüyorsun; bir yılın durumu bile onlara soğukluk veriyor.
Hazreti îsa da, böylece bu dünyadan, farenin kediden kaçışı gibi kaçtı. Yiğit gerektir ki, yedi başlı arslanla oynaşsın da gam yemesin. O ticaret kervan-sarayındaki alış verişten elde ettiği yetmiş çuval ipek ile, köle ve cariyeleri bıraksın da her şeyden el çeksin. Bilmiyor musun ki, onu kim yarattı? Başkaları da her biri birer kurban keser, onların o kurbanda rızıkları yoktur. Ama ben onların lokmasını yerim.
Ramazan boyunca, namazdan önce birer kurban keserlerdi. Biri dedi ki: «Bir sorayım, siz kurbanı kimin için kesiyorsunuz? Ben imamlık ediyorum ama görmedim.» Öteki cevap verdi: «Yallah, imam efendi, birlikte yiyelim diye sizi çağırmayı düşünmüştüm, ama beni başka birisi çağırdı, meşgul idim,» dedi. Acaba onları niçin dövmediler?
Humus yolunda, o kılavuz kaçmadı. Herkes malını önüne kattı; hep ilk kervanın önünde olanı soymuşlardı. Büyük bilginler böyle ölü gibi, uyuklar gibi söz söylemekten uzaktırlar. Ancak rüyada Peygamberi görenlerin hali başkadır.
Beyit:
Dedim ki dikensiz bir gül koparayım,
Yahut yâr! olmayanın yâri olayım.
Yüzünü ekşitti, sözlerimden incindi. Nasıl ki yukarıda sözü geçen Sultan Mahmud o güzel huyluluğu ile hep öfke ve hiddet kesilmişti; ne vezirin, ne devlet adamlarından hiç kimsenin onunla konuşmaya cesareti yoktu. O sırada vezirin gözü Ayaz'a ilişti. Onun gülümsediğini gördü; hemen yanına koştu ve sordu: «Durumun ne olduğunu biliyor musun?» Ayaz, «Evet, nasıl bilmem,» «O halde bu ne iş?» Ayaz cevap verdi: «İş, Şahın buyurduğu gibidir.» Vezir dedi ki: «Bu adam bir iddiada bulundu, iş istediğinden daha iyi oldu. Padişah o adam yokken de aynı kerem sahi-. bi Padişahtır. Adamın bu hüneri göstermesinden sonra da yine o Padişahtır. Bu değişme neden?» Ayaz: «Evet, orası Öyle ama Şah öyle buyurmuştur. Şaha şöyle dedi: 'Ey âlemin Şahı! Şu hali görüyorsun, işin içyüzünü açıkla;' Sultan şu cevabı verdi: 'Kul efendiye nasıl emir verir?' Bugün onun Padişahı odur.»
(M. 109) Gönlüm hoş oluyor. Biliyorum ki beni bir daha Kadıya götürmeyeceksin. Mademki iş böyledir bu kadarcık yeter.
Ama çabuk söylemiyorsun. Diyorsun ki: Lokmayı böylece ağzına koy; avcuna da yavaşça kuru üzüm doldurayım! Sarhoşum; avucun dolduysa dökmeyesin. Elini iyi tut! Bu üç oldu! Hey! Sana su da getirerek yardım edeyim. Ey Asım! Eğer onlara bir şeyler sorarsan susturursun, sen de onlara cevap vermezsin. Sadettin-i Hamavî, ona niçin cevap vermedi. Ama o nerede siz neredensiniz? Onun yazılarında benim sözüm üzerine akla uygun bir cevap varsa ve bu kendi kafasından ve gönlünden doğmuşsa, yerindedir. Ama eğer bana zorluk çıkarırsa hem Şeyhlerin sözünden hem de benden bir nasip bulamaz. Eğer hiç konuşmasa, kendisine yararlı çok büyük faydalar elde eder. Ah işte sen de böyle yap! Ah güzel nasıl olur? Ben onun kulağına söylerken sen de işittin ah diye bağıramıyorsan, bir ah çek bari!
Sen, başlangıcı bu nükte olan o işleri bana anlatmıyorsun. Siz bunu arzuluyorsunuz, hiç hayır demiyorsunuz. Ama hep su içer gibi bilmem diyorsunuz.
Şeyhden faydalanmak için iki soru sordum: karşılık vermedi. Acaba bizi, o vereceği cevabın faydasından yoksun mu gördü? Yoksa onu kavrayacak kadar yeterli olmadığımızı mı sandı. Yahut da onu bilmek bize kısmet değil miydi?
Dedi ki: Onun âdeti değildir; böyle soruların cevabını vermez, ancak sırası gelir, neşelenirse söze başlar ve konuşur. Görüyorsun ki, konuştukları, hep şundan bundan aktarma ve yapmacık şeylerdir. Ya bir hadis, ya bir hikâye yahut bir şairin şiirini anlatır. Kendinden bir söz konuşmaz. Kendi doğuşlarından bir şeyler anlat, bir cevap söyle, diyorum! Ama, o hal diliyle konuşuyor. Nasıl ki şu duvar, sana «Benden ne ses bekliyorsun?» der. Kinişe bu duvardan bir ses çıkacağını umar mı?
«Bu mana .açıktır,» dedi. «Sen niçin hücrede açık şeyleri konuşmuyorsun?» «Ben, kulaklarımı tutmak istiyorum, işitmek istemiyorum», dedi. Eğer o sağ olsaydı ben ondan bir şey dinlemezdim. Çünkü onları senden işitti. Burada bilginin, kitabın ne yeri var? «Nefsini öldürdün mü?» dedim; çünkü ölmek tekrar karanlığa düşmemek demektir. Sende o zevk sürekli olmalı, eğer sürekli ve sonsuz değilse bütün bu haliyle diyorum ki, «Nefis ölmüştür!» diyelim. Ama kendisi yavaş yavaş ölür.
(M. 110) Şimdi bu öyle bir kimsenin yardımına bağlıdır ki, Allah onu da bir sebebe bağlamıştır. Ama, o önceden Allah'a dönmüşse, akla gelen ilk sebep budur. Şu halde o kimse gelir, seninle onun arasında yerden göğe kadar çekilmiş bir duvar bile olsa, o yardımcı aradan o duvarı kaldırır, bir tekmede o engeli yıkar. Bundan önceki duvarları nasıl yıktığını da öğretir sana! Şimdi senin işin onun yardımına bağlı olunca, bu sonuna kadar sürüp gider. Onun bu ilk yardımlarından sonra da, Allah cezbesi gelir. Allanın kazasına boyun eğmek sana ne kazandırır? Onun işlerine razı olmak gerektir. O her ne yapar ve söylerse boyun eğersin; başka bir şey yapmazsın ki, o da yardımını kesmesin! Bir şey ki yardımı artırır ona karşı saygı ve sevgi çoğalır. Biz ölçtük, biçtik, içtik; bardaklar testiler devirdik! Öyle ki, elimizden kepçe de kâse de bıktı! Saki herkesi bıktırdı, ama o saki de ancak bir kişiden yıldı, elinden âciz kaldı.
Devamlı şarap, şüphe yok ki aklı kaçırır. On kadehle sarhoş olmasan on iki kadehle olursun. Diyelim ki bir küp dolusu içtin, bitirdin; başka bir küpten içersin. Sonra da batmanla içer, evde ne varsa tüketirsin. O zaman şarapçı sana der ki: Bu meyhane boşandı ise şehirde meyhane çoktur; oralara git. Bunlar söz müdürkü söylüyoruz? Yoksa bir küp dolusu şarabı kim içebilir? Yüz kişi bile içemez. Ama âlemde asla işitilmemiştir ki, içkiye düşkün bir adam şarabını döktüğü zaman daha ayıktır. Yahut her kim çok sarhoş olur, gırtlağına kadar içerse daha ayıktır. Bu böyle olunca, kimdir o aklı başında olan ayık ki, aynı zamanda bir cihanı ve âlemi akıllandırsın? îş-te bu şaşılacak bir haldir. O yiğidi görmez misin ki ilâhî şaraba kanmış olduğu halde hep elinde şarap tutmaktadır! Varlığı baştan başa şarap olmuştur, îş-te o yiğit geldi. İşte görmüyor musun, o şarabı baş aşağı getiren Pîr geldi, içimize düştü! Ama onun düşmesi, bin kere kalkışından daha hayırlıdır.
Allah'a ant olsun ki, bizim kapıp kaldırdığımız o yiğidi, Allah yine bizden kapacaktır. N;hayet senin karşına yolda perdeler çekildi. O Şeytan, Allahdan başkasından gelmiş ise ö yok demektir. Şeytan senin karşına çıkamaz; bunu iyi bil!
Görüyorsun ki seni nasıl kaptım, dostlarımızdan biri hatırıma geldi; düşmanlarımızdan demiyorum. Düşmanlarımızdan, deseydim, o, dostlardan olurdu.
(M. 111) Mevlânâ'nm sözü yerindedir. Buyurmuştu ki: O kime söğerse velî olur. O sırada hatırından geçti ki, sen geldiğin zaman biz de, o geldi, diye konuşuyorduk. Gerekmez ki, bizim sözümüzü kessin. Ben dedim ki: Burada o kadar kuvvet var ki, onları tek renge boyayalım. içinde kıyam ve rükû gibi farzlar bulunmasa bile Allah ile birlikte olursan canına kuvvet gelir. Tenin aradan gider, gözün akan suya döner.
Kabristana gittiğin zaman ölülere saygı göstermek, onlardan bir şey istemek vacip değildir. Ancak ölülerin halinden sormak diriler üzerine vacip olur. Kabristandan geçerken, «Selâm sana ey müminler yurdu!» dersin. Eğer biri dese ki, «Sen ölü müsün? Diriler ölüyle konuşmaz. Onun sesi bu âlemde değildir. O başka bir âlemden gelen bir sestir. Bundan dolayı bana ne buyuruyorsun, ne yapayım şu âlemde?» Bunun işle ne ilgisi var? Çok söz eşek yükü gibidir, derler. Bu bellidir ama sözden de iş anlaşılır. Ama gerektir ki, söz hem öğretici, hem de açık olsun. Konuşurken tatlı, güzel ve zevkli konuşmalı. Söz, kuru ve tatsız olmamalı, söz ne kadar açık olursa o kadar parlak düşer. Zaman zaman hoşa giden bir sözün aksini bile söyleseler yine ona zevksiz bir sözdür diyemeyiz. Söz vardır ki, her tarafa çekip çevirebilirsin. Nasıl ki, «Minareden atlarken yarı yolda pişman oldu!» dediğin zaman sözünü kesmiyorum, «Söyle ama olacak şey değildir,» demiyorum. «Sende bir kuvvet varsa söylediğin sözler bana çok çekici gelir,» dedi. Ona sordum: «Artık ne cazibe arıyorsun? Her ne söylüyorsan dinliyorum, onu doğruluk yönüne çekiyorum, zevk alıyorum.»
Hazreti Peygamberin, «Yarabbi! Bize eşyayı olduğu gibi göster,» anlamındaki duasının içyüzünü anlamayanlar şu taş ve kesek âleminde rahat yaşarlar. Ancak gözü açık olanlar Allah âleminde seyirci olurlar. Meğer senin de kulağın ve aklın bu yolda değil mi? «Evet evet!» dedi. Tâ bugüne kadar yüzlerce askıda kalmış konulara değindik. Burada sana kim engel oldu? Her yolda hevesle senin sohbetine koştum. Senin sohbetinin niteliğini soranlara, «Ben onun meclisine Kayseride uğradım,» dedim. Şeyhin lütfü ve keremi bana erişti, onun bir işareti ile bana tımarlar bağlandı. Ancak geldiğim zaman o meclise yaraşan nitelikler bende henüz eksikti. Sen gittikten sonra beni yalnızca yanına (M. 112) çağırdı, dedi ki: «Ben ona karşı gösterdiğim gönül alçaklığını senin için gösterdim. Artık bunu yapmama sebep yok, niçin yapayım?» Derler ki: Müslümanlık gerektir. Evet Müslümanlık gerekse ona çalışmalı, yoksa aldatıcı akıldan ne çıkar? Boş sözler değil mi? «Evet,» dedim. Müslümanlık da keskin düşünceden doğmuştur, çok iyidir. Allahın seçkin kulları yok mudur ki, Müslümanlar arasından yetişmiş olmasın ve yine aynı Müslümanlıktan onlara bir korku gelmesin? Hepsi küçük yaşlarından beri Müslümanlıktan başka bir işe çalışmamışlardır, çalışamazlar da. Her ne kadar Müslümanlıktan ve Müslüman olmaktan kaçınsalar da, Müslümanlık onların yüzlerinden okunur.
Başlarını sallarlar, «Evet, evet!» derler. Ben de başımı sallarım, derim ki: Böyle aşırı davranışların ne değeri var? Eğer onu şarap alçalttıysa, şarabın etkisi altında kalır, söz söyleyemez; söylerse de belli olur, hiç anlaşılmaz, onun başı da belâya girmez. Ancak o kimse ki, susmak yüzünden, alçalmıştır, o, şaraba dayanamaz, onun ışığından ve kokusundan anlamaz. Onun başı kendiliğinden tehlikededir. Hallacı Mansur da bunlardandır. Ama.işte bu Hallaç o yüzden şaraptan yüz çevirdi. Bunun âlemde bir yankısı yoktur. Ama âlemde onun sözünü de hiç kimse söylemedi, işte Hallaç garip kişi oldu. Bu âleme geldi, gördü ve gitti. Ama ötekilerden belki daha yüz bin kişi var.                                                                           
Önce ona bütün yolları kapadım. Ben şimdi söylenmiş (gevelenmiş) sözleri dinlemek istemiyorum. Sana kulak veriyorum, senden yeni sözler istiyorum; senin sözlerin nerede? Evet kulaklarım hoşlandı. Ama kulakları hoşlanan o topluluk da, bu yüzden kavga çıkarırlar. Eğer burada bir düşman olsaydı hemen şimdi öldürürüz derler. Mademki, aramızda düşman yok birbirimizle mi vuruşalım? Ama kıyasıya vuruşmayalım ki, bir yerimiz kırılmasın; kimse ölmesin, birbirimizin yüzünü mosmor etmeyelim dedim.
Ama o, «Hiç inkâr etmedi,» dedi. Ben de, «Etti!» dedim, hem de manevî inkârda bulundu. Semâm hakkını vermedi, onu tamamiyle anlamadı, işte bu inkârdır. Yoksa sen önceden bana bu sözü dinlemekten utanç gelmiyor dememiş miydin?
Büyük Mevlânâ'nın (Sultanûl-Ulemâ) sözünü yazıyorum: Buyuruyor ki: «Eğer Hakkı göremiyorsan nasıl secde ediyorsun? Allahdan daha büyük birisine mi secde ediyorsun? Nihayet, yazılması küfür sayılan bu sözde bir tutarsızlık var mı? Kuran'da, «De ki, eğer deniz Allah yaratıklarını yazmak için mürekkep olsaydı, o yaratıkların sayısı bitmeden denizin suyu biterdi, isterse denize bir kat daha yardımcı gelsin!» buyurulmuştur. Bazıları bu konuda korkmadan çok açık konuşmuşlardır. Yusuf ve Zeliha hikâyesinde nasıl gizlilik olabilir? (M. 113) Ancak o sırrın sahibi eğer onun açıklanmasını dilerse açıklar. Yoksa o sır var olduğu müddetçe sır olarak kalır. Bilmeyenlere göre sır yoktur, onlar?, göre her şey açıktır. Nerede o insan ki, içinde bir sırrı olmasın; bir sır ki, Yahudilere ve. Mecusîlere kadar gelmiş, okuyan çocuklara kadar ulaşmıştır. O nasıl sır olabilir?
Evet, sır olur, ama nasıl olur Kuran'm farz kıldığı şey nasıl sır olarak kalabilir? Evet sır olur ama Kuran'm açıkça yapılmasını farz kıldığı bir şey sır değildir. O değişik renkli de olamaz. Sır, nasıl değişik renkte olabilir? Hele sözdeki himmet hep sürekli olursa.
Kuran'daki nâsih ve mensûh bahsine gelince, bunlar nasıl kadîm olabilir? Va'd ile Va'id de öyle değişik değil mi? Bu, anlayıştaki eksiklikten ileri gelir. Nâsih, mensûh gibidir. Va'd de Va'id gibidir. O cihet bu sözlerle anlaşılmazsa bunu başka bir deyimle buyurdu ki, bu sözü kapayalım.
Her gün kendi sözümü tutmuyorum. Nasılki Senâî, o kişinin attığı kerpiçleri kuvvetli şiirleri ile parçaladı; onun ayağına vurdu. O zaman adam, «Hey, hey! Ne yapıyorsun?» dedi. Senâî şu cevabı verdi: «Sana şiirlerini çürütmek, harap etmek galiba güç geliyor.» «Sen niçin benim şiirlerimi değersiz buluyorsun?» Adam, «Yoksa sen Senâî misin?» dedi ve ayağına kapandı. O hilaf yani tartışma bilgisi okuduğundan dolayı tartışmacı olmuştu. Ama bu sözümden onda bir muhabbet belirdi. «Artık onun sözlerini kırmadım,» dedi. Sen de kendi benliğinden kurtulduğun zaman ona dön; o sana dönünce sen de dönüverirsin. Böylece susarsın. «Ama sonra ne yapayım,» dedi. Dedim ki: «Sen de kalkarsın alnına on öpücük, yüz öpücük kondurursun, tartışma böyle olur.»
Bu soru yalnızca Reşidüddin'den mi yoksa herkesten midir? Gel ey katıksız ruh! Biz saman altından yürüyen su muyuz acaba? Nasıl ki, su samanın altından yavaş yavaş yürürken samanın haberi olmaz. Saman, ansızın havada toz duman olur bir hamlede uçup gider. Ama su kalır yerinde. Senin olduğun yerde dost meydandadır. Aslanı avlamak için ona karakulak denilen bir hayvancık gösterirler. Onu görmeden aslan tutulamaz. Sofî de sürünerek olgunlaşır. Şaha-beddin (Sühreverdi-i Maktul) Allah zatı ve zat ötesi hakkında söz söyledi.
Gönlüm Nasiruddin'i istiyor. Ziya'ya şöyle demişti: «Karım Allah yoluna gitmiyor.» O da, «Onlar uyumaktadır, uyku çekiyorlar gerektir ki biz uyandıralım, denetleyelim,» dedi. Bir kere Şeyh Ebubekr'e murakabe sırasında dedim ki: «Ondan yoksun kaldık.» Dedi ki, «Onun müridini görüyorsun ya!» Bu sözü aynen Şeref de, Ebubekr'den nakletmişti. Bir aralık, «Eğer bu bulguru yemek sizde gaz yapıyorsa ben gaz yapan şeyler yiyorum. Bunu inkâr etmiyorsun ya!» dedim. «Hayır,» dedi. «O halde neyi inkâr ediyorsun?» Onu yapmayayım da ne yapayım? (M. 114) Ev birdir, kışın bin türlü zorlukla yaşıyorum. Zaman zaman kırlara çıkıyorum ne kadar zorlansam bir ses çıkmıyor ancak burada korkudan damarlarım altüst oluyor da-ralıyorum ve bende gaz toplanıyor. İstiyorum ki, o saatte bir leğen çalayım da ses arada kaybolsun. Şimdi de böylece farz et, tâ ki bana o utandırıcı hal gelmesin.
Ant olsun ki, senin yüzünü görmek bizim için mutluluktur. Hazreti Muhammed'i (S. A.) görmek dileyen kolayca gitsin Mevlânâ'yı görsün. Rüzgârla dalgalanan çimenler gibi kendini zorlamadan onun önünde eğilsin. Bunun aksine davranmak isteyen de dilediği gibi yaşar.
Mevlânâ'yı bulan ne mutludur! Ben kimim? Ben bir kere buldum, ben de mutluyum. Eğer inancında kuşkun varsa, o, en kestirme yoldan kuşkularını giderir. Biz şüphemizden dolayı bunu istiyoruz ki, bir zaman ondan hoşlanasın; bir zaman da sana soğukluk gelsin. Bu bir iş hesabı değildir, dostluk hesabı da değ Idir. Bu yol o tarafa giden kestirme yoldur. Mev-lânâ'ya karşı günün hayırla geçsin, gecen saadetle! demenin manası nedir?
Bir gün biri sordu: «Âyetteki, 'Allah'ı erken sabahlarda gece gündüz teşbih et,' diye buyurulmasının manası nedir? Ona şu cevabı verdim: «Yazı öğrenmeye çalışan bir çocuk, ancak sözlerin alt tarafını anlar, sen de böylece sözü altından anlıyorsun. Şu halde burada fark nedir? Mademki sen bir gerçeğe eremiyorsun o da kendi çalışması yönünden bir mertebeye erişemez. Buradaki fark acaba ne olabilir?»
Dedi ki: «Gece şu demektir ki, bir bulut gelir, karşına bir perde çeker.» Nasıl olur ki bir velînin müridi onu yetmiş kere görebilsin? Kitapla gönderilmiş Peygamber bile o mertebeye erememiştir. Dedi ki: «Bütün bilginlerce açıkça bilinmektedir ki, her Peygambere bir özellik verilmiştir, İbrahim'e dostluk Musa'ya kelâm (konuşma), Hazreti Muhammed'e (S. A.) rüyet yani Allah cemalini görme ve çeşitli arkadaşlar edinme hasleti verilmiştir.» Dedi ki: «Bunu söyleyen Ayşe midir? Yoksa onlardan bir topluluk mu?» Hatta Ayşe demiştir ki, bunu Muhammed'in (S.A.) söylediğini sananlar kâfir oldular, İbni Abbas dedi ki: «Ey Ayşe bize hayz (aybaşı) meselelerini anlat.» Ama o kimse ki, kendiliğinden, velilik ve peygamberlik, kendini görmektir, derse bu yalnız bilgisiz halk tarafını korumak içindir. Bunu ancak başka sözlerle ifade ederler. (M. 115) Her ne kadar nurların coşup taşması, ilâhî doğuşlar ve buluşlardan açıkça bahsetmezler. Bugün o bir gerçektir. Bütün bilginlerin birleştikleri bir nokta vardır: Velî, nebinin mertebesine erişemez, çünkü velînin yahut velînin müridinin gördüğü şey, nebiden niçin gizli kalsın? Âyette: «Bu dünyada kör olan ahirette de kördür,» buyurulmuştur. Mevlânâ'nın mektubunda yazdığı bu söz çok düşündürücü ve heyecan vericidir. Taş bile olsa o taşlığıy-la kendiliğinden kımıldanır, harekete gelir. Hazreti Peygamber buyurdu ki: «Zamanınızda size Rabbin:z-den gelen kokular vardır. Ancak siz ondan yüz çevireceksiniz.» Bana öyle geliyor ki, bu hadisi, bu sözü ve tercümesini halka anlatasın, bunun manasını yo-rumlayasın! Görünüyor ki, bu güzel kokular Allah yakınlığına ermiş öyle bir kulun nefesidir ki, saadet kimyası odur. Yoksa ne o kitap, ne o kimya, ne o saadet bununla ölçülemez. Bu kimyadan (iksirden) bir zerre, bakırla dopdolu yüz binlerce ambara konsa hepsi de halis altın olur. O halde, o Allah erinin nefesi nerede? diye sorarlarsa!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...