Özgünlük ve ayrı yaşam, müslüman cemaat için bir zorunluluktur.
İtikat ve düşüncesinde, ibadetinde ve hatta kıblesinde farklı ve ayrı olmak zorundadır.
Bu konuların her biri - söz konusu özgünlük ve ayrılık açısından - aynı derecede önemlidir. Belirli ve ayrı bir kıbleye yönelen müslüman cemaatin, bu yönelişin anlamını kavraması gerekiyor.
Çünkü "kıble" mücerred bir mekandan veya cemaatin namazda yöneldiği bir yönden ibaret değildir. Mekan veya yön, sadece bir semboldür...
Ayrı ve özgün bir yaşamın sembolüdür...
İslâm cemaati, kişilik ve hedefiyle, mekan ve değerleriyle farklı olmak zorundadır. Bugünkü İslâm ümmetiyse, tüm yeryüzünü kasıp kavuran çeşitli cahiliye ideolojilerinin, cahili hedeflerin, insanların zihnini meşgul eden cahili değerlerin ve tüm dünya milletlerinin yücelttiği değişik cahili bayrakların egemen olduğu ortamlarda yaşamaktadır.
Öyleyse bugünkü İslâm ümmetinin ayrı olmaya ihtiyacı vardır. Egemen cahili şahsiyyetlerden ayrı olan özgün şahsiyetiyle ve bu şahsiyyete uygun değer ve hedefleriyle ayrı olmaya ihtiyacı vardır.
Düşünce tarzı, özgünlüğü ve şahsiyetine yaraşır, kendisine has bir bayrağın gölgesinde yaşamak zorundadır. Sadece Allah'ın adını dalgalandıracak özel bir bayrağın...
"De ki: Benim yolum şudur: Ben ve beni izleyen mü'minler apaçık bir delille (ileriyi görerek)Allah'a davet ediyoruz. Ve biz Allah'ı tenzih ediyoruz. Ve ben müşriklerden değilim." (Yusuf: 108)
Benim biricik yolum budur. Eğrisi büğrüsü olmayan, şek ve şüpheden uzak olan dosdoğru yolum budur. Apaçık delilini göstererek Allah'a davet ediyorum.
Biz, Allah'tan bir hidayet ve nur üzereyiz. Yolumuzu çok iyi biliyoruz. Basiret, bilgi ve sağduyuyla bu yolu izliyoruz. Benim yolum budur. İsteyen uysun. İstemeyen varsa, ben gene bu dosdoğru yolda yürüyorum.
Bu ayrılış, Allah davetçileri için bir zorunluluktur. Kendilerinin başlı başına bir ümmet olduğunu ilan etmek zorundadırlar. Akidelerini paylaşmayan, yollarını izlemeyen ve önderliklerine uymayan herkesten ayrı bir ümmet...
Ayrı ve cahiliyeye karışmadan yaşamak söz konusudur. Bu dinin sahipleri, cahiliye toplumuna bulaşmış gitmişken bu dine çağırmaları yeterli değildir. Çünkü bu davetin kayda değer bir şey ifade etmesi mümkün değildir, öyleyse daha ilk andan itibaren cahiliyeden tamamen ayrı olduklarını ilan etmeleri gerekiyor. Kendilerine özgü bir toplum olarak ayrılmaları gerekiyor. Temel dayanağının özgün bir akide ve unvanının İslâm önderliği olması gereken bir toplum...
Yani davetçiler kendilerini, cahiliye toplumundan, önderliklerini de cahiliyenin önderliğinden ayırmak zorundadırlar.
Çünkü cahiliye toplumuyla beraber ve karışık kalmaları, cahiliye önderliğinin gölgesinde yaşamaya devam etmeleri, inançlarının taşıdığı tüm iktidarı alıp götürecektir. Davalarının doğurabileceği tüm etkileri silip kaldıracaktır. Yeni davanın sahip olabileceği tüm cazibeyi çekip götürecektir.
Bu, sadece müşrik bir ortamda ortaya çıkan Peygamberi davet alanının bir hakikati değil, cahiliyenin insanlık hayatına egemen olduğu her alandaki davetin hakikatidir.
Yirminci yüzyılın cahiliyesi, gerek temel dayanakları açısından ve gerekse ayırıcı özellikleriyle, İslâm davasının - tarih boyunca - karşılaştığı diğer cahiliyelerden farklı olan bir cahiliye değildir.
Bu bakımdan cahili toplum ve şartların içine karışma yoluyla, kaypak tavırlarla ve hileli yollarla bir şeye kavuşabileceklerini; yani bu yollarla İslâm'a davet ederek bir yere varabileceğini zanneden kimseler, bu akidenin doğal özelliğini kavrayabilmiş değildir. Gönüllere nasıl girilebileceğini anlamış değillerdir.
Ateist doktrinlerin adamları bile, kendilerine özgü unvan ve düşünceleri; apaçık ortaya koyarlarken İslâm davetçileri karmaşık mı kalacaklardır?
Hala kendilerine has olan unvanı, yöntemi ve cahiliyyenin yolundan tamamen ayrı olan yolu ilan etmeyecekler midir?
İnsanlık sadece iki kampa (hizbe) ayrılmaktadır.
- diğeri de şeytanın Hizbi.
Ve sadece iki bayrağa ayrılmaktadır.
- diğeri de batılın bayrağı.
- ya Allah'ın hizbinden olur,
- ya da şeytanın hizbinden.
- Allah'ın hizbinden olan, hakkın bayrağı altında yaşar.
- Şeytanın hizbinden olan ise batılın bayrağı altında yaşar.
Bunlar, birbirinden tamamen ayrı, birbirine karışmayan ve bir arada kaynaşmayan iki sınıftır.
Aralarında hiç bir soy birliği, hısımlık ve akrabalık yoktur. Ne aile, ne vatan, ne ırk ve ne de milliyet bu kimseleri birbirine bağlayamaz. Çünkü söz konusu olan akidedir. Sadece akidedir.
Kim Allah'ın hizbine katılıp hakkın bayrağı altında yaşarsa, o ve bu bayrağın altında yaşayan herkes Allah yolunda kardeştirler. Renkleri, yurtları, aşiretleri ve aileleri ayrı bile olsa kardeştirler. Çünkü onlar, "Allah'ın Hizbini" meydana getiren akide bağında buluşmuşlardır.
Akidevi bağ gerçekleşince diğer tüm farklılıklar bu "vahdet bayrağının" potasında eriyip gider. Şeytana yenilip batılın bayrağı altına giren kimseyi ise, Allah'ın Hizbine bağlı olan birine bağlayacak hiç bir bağ yoktur. Çünkü bu, tam bir ayrılış meselesidir.
Allah'ın Hizbiyle şeytanî hizbin birbirinden tamamen ayrılığı...
Özgün ve ayrı bir yaşamı olan kampa nihaî olarak katılma meselesidir. Akide dışındaki her tür engel ve cazibeden uzaklaşma meselesidir.
Mü'minlerin bağlı oldukları temel ve değişmez ilke budur. Başka bir deyişle gönüllerdeki imanın hassas ölçüsü budur:
"Allah'a ve Resulü'ne muhalefet eden kimseleri - babaları veya oğulları da olsa, kardeşleri veya aşiretleri de olsa - seven; Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan bir kavim göremezsin. (Böyle bir sevgiyi beslemeleri mümkün değildir.) İşte Allah kendisini (bu sevgiden alıkoyan) kimselerin, gönlüne iman koymuştur. Onları kendi katından bir (iman) ruhuyla desteklemiştir. Ve Allah onları içinde ebedî kalacakları altında ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır, İşte Allah'ın Hizbi olanlar bunlardır. Dikkat edin! Felaha kavuşanlar, sadece Allah'ın Hizbi olanlardır." (el-Mücadele: 22)
Yüce Allah, hiç bir kimseyi iki kalb ile yaratmamıştır.
Hiç bir insanın bir tek kalbde iki sevgiyi barındırması mümkün değildir.
Allah ve Resulünün sevgisiyle, Allah ve Resulü düşmanlarının sevgisi bir arada barınamaz. Ya iman, ya da imansızlık...
İkisi bir arada mümkün değil barınamaz.
Müslümanın soyu, köklü ve uzun bir geçmişe dayanmaktadır. Müslüman - zamanlar boyunca uzanıp gelen - bir örneğin ürünüdür. Bundan dolayı o, engin bir deneyim birikimine sahiptir. Kendi kişisel deneyiminden de, içinde yaşadığı kuşağın deneyiminden de daha büyük bir deneyim birikimine sahiptir.
"İbrahim ve onunla beraber olanlarda hiç şüphesiz sizin için güzel bir örnek vardır. Unutma ki, onlar kavimlerine: "Biz, sizden de, Allah'ı bırakıp tapındıklarınızdan da uzağız. Biz sizi inkâr etmişizdir. Sizinle bizim aramızda ebedî bir düşmanlık ve nefret baş göstermiştir. Bir tek Allah'a iman edeceğiniz ana kadar sürecek bir düşmanlık ve nefret..." (el-Mümtehine: 4)
Bu, zaman süreci boyunca gelip geçen Allah'ın dinine inanmış ve Allah'ın bayrağı altında yaşamış kimselerin kafilesidir. Bu kafile, yapılması gerekeni yaparak gelip geçmiştir. Bu, inanmış kimselerin, kendi kavimlerinden, kavimlerinin mabutlarından ve bu mabutlara tapınmaktan uzaklaşmalarıdır. O da, kafir kavimlerini reddedip Allah'a iman etmekten ibarettir. Kavimleri, sadece Allah'a iman edinceye kadar aralarında ebediyyen sürecek bir düşmanlık ve buğuz söz konusudur. Bu, bir kesin ayrılıştır. Akide ve iman bağı kesildikten sonra geriye başka hiç bir ortak bağ bırakmayan bir ayrılıştır...
Evet ilahî hayat sistemi, açık ve kesin bir şekilde şunu ortaya koyuyor:
Müslüman, dinini alay konusu edinen kimseleri bırakmak zorundadır. Bunun hem sözle, hem de eylemle gerçekleşmesi lazımdır. Dinine gereken vakar ve saygınlığı vermeyen; yani dinini itikat ve ibadet olarak, ahlak ve davranış olarak, düzen ve kanun olarak hayatına esas almayan kimseler bırakılmalıdır.
"Dinlerini alay ve oyun konusu yapan kimseleri bırakın." (el-En'am: 70)
O halde bu dinin prensip ve kanunlarını alay ve eğlence konusu olarak dillerine dolayan kimseler bırakılmalıdır, örneğin İslâm akidesinin temel ilkelerinden olan "gayb'ı" alay ve eğlenceye alanlar...
Bu dinin temel rükünlerinden olan zekattan, küçümseyici ifadelerle söz edenler...
Bu dinin hayat prensiplerinden olan ahlakı, iffeti ve hayayı ilkel tarım toplumlarının veya feodalizmin yahut da burjuvazinin birer üstyapı uzantıları olarak niteleyenler...
İslâm'ın öngördüğü evlilik hayatını ve bu hayatın temel ilkelerini red ve inkar edenler...
Allah'ın kadın için - iffet ve namusunu korumak için - koyduğu teminatları "zincir" olarak tanıtanlar...
Ve en önemlisi; yani her şeyden önce ve her şeyden sonra Allah'ın insanlık hayatındaki mutlak egemenliğini inkâr edenler...
İnsanlığın siyasal, toplumsal, ekonomik ve yasal hayat yönlerindeki ilâhî hakimiyeti reddedip "İnsanlar - tüm bu alanlarda - Allah şeriatiyle kayıtlı olmadan kendi kendilerine düzenler kurabilirler" diyen kimseler...
Evet bunların tüm'ü, hiç kuşkusuz dinlerini alay ve eğlence konusu yapmaktadırlar. Rabbimiz, tüm bu kimselerden ayrılıp ilişki kesmemizi emrediyor. Allah'ın dinini tebliğ dışında onlarla hiç bir ilişki kurmamamızı emrediyor.
"İbn-i Huveyz Mindad diyor ki:
"Allah'ın ayetlerine dalıp karıştırmaya çalışan kimselerin - mü'min veya kafir olsun bu kimselerin - meclisi terkedilir ve kendilerinden uzaklaşılır."
Fakih arkadaşlarımız, düşman topraklarına, kilise veya havralarına girmeyi, kafir ve bidatçilerIe oturup kalkmayı, dostluklarına inanmayı, söz ve tartışmalarını dinlemeyi de yasaklamışlardır.
Bidat ehlinden kimisi Ebu İmran en-Nehaî'ye:
"Benden bir tek kelime dinle" demişse de o yüz çevirip:
"Senden yarım kelime bile dinlemem" demiştir.
Ebu Eyyûb es-Sicistanî'den aynı tavır naklolunmuştur.
"Allah, bid'at sahibini seven kimsenin amelini boşa çıkarmış ve İslâm'ı da onun kalbinden çıkarmıştır. Kızını bir bidatçıyla evlendiren baba onunla "sıla-i rahmi" kesmiş demektir. Bidat sahibiyle oturan kimseye hikmet bilgisi verilmemiştir. Allah, bidat sahibine buğzeden kimseye - umarım ki - mağfiret eder."
Ebu Abdullah el Hayık'ın Hz. Aişe'den rivayet ettiğine göre Resul-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Bid'at sahibine saygı duyan kimse, hiç şüphesiz İslâm'ın yıkılması konusunda yardımcı olmuştur."
Tüm bunlar - henüz Allah'ın dininden kopmamış - bidat sahibiyle ilgilidir. Yani hakimiyeti bizzat eline alarak ilahlık davasında bulunan kimsenin derecesine varmayan bidatçiyle ilgilidir.
Bu ilahlık iddiasını destekleyen kimselerin durumunu ise varın siz kıyas edin. Çünkü bu, artık bir bidatçının bidatı değildir. Bu, bir kafirin küfrü veya bir müşrikin şirki olup çıkmıştır.
Yani selef-i salihinin sözünü etmediği bir durumdur. Çünkü kendi zamanlarında böyle bir şey yoktu. Çünkü İslâm'ın yeryüzünde egemen olduğu ândan itibaren - müslüman olduğunu iddia eden hiç bir kimse - ilahlık iddia edecek bir seviyeye düşmemiştir.
Yüce Allah mü'mini, birer kul olmaktan öteye geçmeyen kimseleri güven ve danışma konusu yapmaktan sakındırmıştır.
Defalarca acı deneyimlerden geçtik, ama gene de ayılmıyoruz.
Değişik giysiler altındaki hile ve tuzaklar defalarca ortaya çıkarıldı, ama gene de ibret almıyoruz.
Düşmanın dili, defalarca çözülüp kin ve nefret kustu, ama biz gene de ayılmıyoruz.
Tüm bunlara rağmen onlara göğsümüzü açıyoruz. Onlardan yol ve hayat arkadaşları ediniyoruz. Bu yaranma veya daha doğru deyimiyle bu ruhsal çöküntü o hale geldi ki, akidemiz konusunda da onlara yaranmaya çalıştık, öyle ki akidemizden söz edemez olduk. Hayat sistemimiz konusunda da yarandık; çünkü hayatımızı İslâmî esaslara göre düzene koymadık. Tarihimizin ve belirli tarihsel özelliklerimizin çarpıtılmasında da bu yaranma söz konusudur. Müslüman atalarımızla bu tetikte bekleyen düşmanlar arasında geçen savaşları anlatamaz hale geldik.
İşte bundan dolayı da Allah'ın emrine muhalefet eden kimselerin cezasına çarptırıldık. Zayıfladık, aşağılandık ve alçaldık. Düşmanımızın bekleyedurduğu bitkinliğe yakalandık. Oysa ki Allah'ın kitabı ortada durmaktadır. İşte o, bize de öğretiyor. İlk İslâm cemaatine öğrettiği gibi...
Düşmanın hile ve tuzaklarını bozmak için, bize karşı besledikleri amansız kinlerinden sakınmak ve gönüllerinden eksik olmayan kötülüklere karşı korunmak için bize sesleniyor Kur'an:
"Ey İman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyiniz. Çünkü onlar, sizi ifsad etmek için hiç bir şeyden sakınmazlar. Şiddetli sıkıntılara düşmenizi isterler. Size olan öfkeleri ağızlarından taşıp dökülmektedir. Kalblerinde sakladıkları kinleri ise daha büyüktür." (Ali İmran: 118)
Öyleyse sabredip direnelim. Güçlü oldukları zaman onlara karşı duralım.
Hile ve tuzaklara başvurdukları zaman bu desise ve planlarını bozalım.
Çöküşe, yıkıma ve aşağılanmaya hayır!
Beklenen şerlerinden sakınmak için varsa sempatilerini kazanmak için akidemizden taviz veremeyiz. Ne tümünden, ne de bir kısmından hiç bir taviz veremeyiz.
Ama herşeyden önce sadece Allah'tan korkmalıyız. Takva ve ilahî mürakebedir en başta gelen. Takva ki, ilâhî hayat sisteminde yaşamayan ve Allah'ın kopmaz ipine sarılmayan hiç bir kimsenin kalbine yerleşmez.
Kalp, ne zaman Allah ile bağlılık sağlarsa hiç kuşkusuz o zaman kendi gücünden başka tüm güçleri alt edecektir.
Kararlılığı da arttıracak bu güçlü bağlantı; yenilgi ve teslimiyete de meydan vermeyecektir.
Allah ve Resulü'ne düşmanlık yapan kimselere karşı hiç bir sevgi de beslemeyecektir.
Kurtuluş ve yüceliği, onlarda aramayacaktır. Onlara yaranmaya çalışmayacaktır.
Allah'ın kopmaz ipine sarılma ve bağlılık...
Sadece Allah'ın ipine sarılan ve tüm hayatlarında Allah'ın gönderdiği nizamı uygulayan müslümanlar; tarihleri boyunca izzetli ve galip yaşamışlardır. Yüce Allah onları, düşmanlarının tuzak ve desiselerinden de korumuştur. Son ve yüce söz de onların sözü olmuştur.
Ama bu dinin düşmanlarına sarılan, onların görüşlerine başvuran, onlardan sırdaş, dost, yardımcı ve danışman edinen müslümanlar ise - tarih boyunca - hezimete uğramışlardır. Allah'ın üzerlerinde yazdığı hezimete...
Ve aşağılanıp gitmişlerdir. Şurası şüphesizdir ki, Allah'ın yeryüzünde gözle görülür bu kanunu görmeyenlerin gözü; zillet, aşağılık ve yenilmişlikten başka hiç bir şeyi görmeyecektir.
"Büyük Kuvvet'in" işe müdahelesi, sürekli olarak cahiliyyeden ayrılıştan sonra gelir.
Müslümanların - Allah kendilerini kurtarmışken - kavimlerinin dinine dönüş yapmayı reddetmelerinden sonra gelir.
Kendileriyle ve önderliği kendisine has olan özgün İslâm cemaatlarıyla tamamen ayrı bir güç haline gelmelerinden sonra gelir.
Akidelerine dayanarak kavimlerinden ayrılmalarından sonra gelir.
Yani bir tek milletin - inanç, hayat sistemi, önderlik ve cemaat olarak - iki ayrı ümmet haline gelmesinden sonra gelir.
Bunu iyice kavramak zorundayız. Çünkü nihaî darbeyi vuracak, mü'minleri tehdit eden tağutları yıkacak, mü'minlere yeryüzü iktidarını sağlayacak, zafer ve iktidar konusunda peygamberlere verilen va'di gerçekleştirecek olan "Büyük Kuvvet'in" müdahelesi; yukarıdaki şartlar oluştuktan sonra tahakkuk eder.
"Rableri onlara; "Zalimleri kesinlikle helak edeceğiz. Zalimleri helak ettikten sonra da, hiç şüphesiz yeryüzüne sizi yerleştireceğiz. Bu (zafer), huzurundaki (hesaptan) ve azap vadimden korkanlar içindir." diye vahyetti." (İbrahim: 13-14)
Müslümanlar cahiliye toplumuna karışmış haldeyken, cahili şari, konum ve teşkilatların içindeyken, cahiliyeden kopup ayrılmamışken, hareketli ve bağımsız bir cemaat olamamışken ve bağımsız bir İslâmî önderlik meydana getirmemişken ilahî, müdahelenin gerçekleşmesi asla mümkün olmayacaktır.
Yeryüzünün en büyük fitnesi, kulların içinden ilahlık iddiasıyla ortaya çıkan kimselerin bu hakkı fiilen kullanmalarıdır.
İnsanları bölük pörçük gruplara ayıran bir fitnedir bu...
Çünkü görünürde bir tek millet veya bir tek toplum olarak görünen bu insanlar gerçekte biri birlerinin köleleri olmuşlardır.
Kimisinin elinde vurucu, Allah'tan gelen hiç bir şeriate bağlı olmayan bir iktidar gücü varken; kimisi de bu hakkı ele geçirebilmek için fırsat kollayıp durmaktadır.
İktidardakilerle iktidara göz dikenler bundan dolayı birbirlerini kırıp geçirmektedirler. Bu kavganın gereği olarak insanlar bölük pörçük gruplara ayrılmaktadırlar. Ama birbirinden tamamen ayrılmayan, soyutlanmayan ve kopmayan gruplara...
Bugünkü dünya, tümüyle bu acıyı çekmektedir. Bu sonu gelmez ve yavaş yavaş seyreden acıyı...
İşte bu durum bizi dünya üzerindeki müslüman topluluğun tutumunu düşünmeye götürmektedir. Müslüman topluluğun, etrafını saran cahiliyeden kopup ayrılması bir zorunluluktur.
Cahiliyye; ilâhî şeriatın tek başına egemen olmadığı, ilahlık ve egemenlik hakkının sadece Allah'a bırakılmadığı tüm konumlardır, tüm yönetim ve tüm toplumlardır.
Müslümanların, etraflarını saran cahiliyeden ayrılması bir zorunluluktur. Çünkü müslüman topluluk; cahiliyede kalmaktan yana tavır koyan, cahiliyenin düzen, hüküm, ve kanunlarını, değer ölçü ve yargılarını kabullenen uluslardan kopup ayrılan başlı başına bir ümmettir.
Müslüman topluluk, inancı, bilinci ve hayat sistemiyle cahiliye halkı ve kavminden kopup ve ayrılmadığı sürece yeryüzünde kesinlikle rahat edemez ve acılardan kurtulamaz.
"Allah sizi değişik (görüşlerdeki) gruplara ayırıp kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya da kadirdir."(el-En'am: 65)
Şu halde Allah, - koruma sağlayacak - bir "İslâm yurdunun" kurulmasına izin verinceye kadar bu acılar sürüp gidecektir.
Müslüman grubun bu sıkıntılardan kurtulması, kendisinin bağımsız bir "İslâm ümmeti" olduğunun şuuruna varmasına, etrafını cahiliyenin sardığını bilmesine ve saffına katılmayan herkesin cahiliye ehli olduğunu anlamasına bağlıdır.
Ayrıca akide ve hayat sistemi konusunda kavminden ayrılmasına ve tüm bunları yaptıktan sonra Allah'tan - en hayırlı hakim olarak - kendisiyle kavmi arasında hak hükmü vermesini dilemesine bağlıdır.
Eğer bu ayrılık gerçekleşmezse, eğer bu soyutlanış meydana gelmezse, Allah'ın -ayette buyurduğu - cezaya uğramayı hakkedecektir. Toplumdaki gruplardan herhangi birine dönüşecektir. Başka gruplarla karmakarışık, özgün yapısını ortaya koymaktan uzak ve etrafındaki insanlar tarafından bile tanınmayan herhangi bir grup...
Bu durumda da Allah'ın bu sürekli ve büyük azabına duçar kalacaktır. Hem de Allah'ın va'dettiği fethe kavuşmadan...
Şurası da kesin ki, "ayrılma" ve "soyutlanma" müslüman topluluğa bir takım zorluk ve fedakarlıkları yükleyecektir. Ne var ki, bu zorluk ve fedakârlıkların; karışmışlıktan ve cahiliyeden ayrılmamışlıktan ileri gelen acı ve işkencelerden kesinlikle daha şiddetli ve daha büyük olmayacaktır.
Cahiliyedeki kavmiyle beraber ve cahiliye toplumuyla iç içe yaşamaktan ileri gelen sıkıntılardan daha büyük olmayacaktır.
Peygamberlerin önderliğini yaptığı tevhid davası tarihine başvurduğumuzda kuşkuya yer vermez bir kesinlikte göreceğiz ki; Allah'ın fetih ve yardımı, peygamberlerin ve yanlarındaki mü'minlerin zaferine ilişkin ilâhî va'din gerçekleşmesi, söz-konusu "ayrılma" meydana gelmeden bir tek kere bile vaki olmuş değildir.
Müslüman topluluk akidesi ve hayat sistemi uğrunda, yani dini uğrunda kavimlerinin cahili akide ve dininden, yani cahiliyenin hayat sisteminden tamamen kopup ayrılmadıkça bir kere dahi gerçekleşmiş değildir.
İstisnasız tüm tevhid davalarında ayrılık noktası ve yol ayrımı olagelmiştir.
Bu davanın değişmez bir yolu vardır. Allah'ın salat ve selamı üzerlerine olsun tüm peygamberlerin zamanlarında olup bitenden başka bir yolla asla gerçekleşemeyecektir.
"Kudretimizi ispat konusunda ayetleri nasıl da (değişik değişik şekillerde) tekrarlayıp durduğumuza bak da (düşün.) Olur ki, onlar (durumlarını) anlarlar." (el-En'am: 65)
Allah'tan bizi, tekrarlanaduran ilahi kudret delillerini anlayanlardan eylemesini diliyoruz.
|