19 Ekim 2013

1 - Velâ ile Müsamahayı Biribirinden Ayıramama

1 - Velâ ile Müsamahayı Biribirinden Ayıramama
Kur'an-ı Kerim, İslâm akidesine ilişkin büyük bir tehlikeye karşı bizi uyarmaktadır. Yolumuzda gizlenen büyük bir tehlikeye karşı...
Kur'an-ı Kerim' in bu direktifi, aşağıdaki ayet-i kerimede olanca açıklığıyla ortadadır:
"Ey iman edenler! Yahudi ve hıristiyanla dost edinmeyiniz. Çünkü onlar, birbirlerinin dostudur. Sizden kim onları dost edinirse, muhakkak ki onlardandır. Allah, hiç şüphesiz zalim kimseleri sevmez." (el-Maide: 51)
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse; Allah da sevdiği ve kendilerinin de Allah'ı sevdiği, mü'minlere karşı mütevazi, kafirlere karşı ise şiddetli, Allah yolunda savaşan ve hiç bir kimsenin kınamasından korkmayan başka bir kavim getirecektir." (el-Maide: 54)
Görülüyor ki, bu Kur'an, müslümanı bir bilinç eğitiminden geçirmektedir. Gerçek düşmanını kendisine tanıtmaktadır. Bu düşmanıyla karşılıklı olarak giriştiği kavganın gerçek mahiyetini anlatmaktadır. Bu, bir akide kavgasıdır.
Çünkü akide, müslümanla tüm düşmanları arasındaki temel davadır.
Düşman, her şeyden önce akidesi ve dini için müslümanla savaşmaktadır.
Bu dinmez düşmanlığın asıl nedeni, Allah'ın dinine karşı isyanlarıdır. Allah'ın dini istikametinde yürüyen herkesten nefret etmelerinin nedeni budur:
"Ey ehli kitap! Bizden; Allah'a, tarafımıza indirilen ve bizden önce indirilene iman ettiğimizden, bir de çoğunluğunuzun fasıklar olmanızdan başka bir nedenle mi nefret ediyorsunuz?" (el-Maide: 59)
Demek ki bu, bir akide davasıdır. Demek ki düşmanlığın asıl nedeni de bu inançtır.
Bu ilahî metodun ve bu metodtaki temel buyrukların değeri, muhakkak ki çok büyüktür. Çünkü bu ilahî metodta son derece önemli olan iki husus vardır.
Gerek iman şartlarının gerçekleşmesinde, gerek müslüman şahsiyyetin yetişmesinde ve gerekse İslâm cemaatinin hareket düzeninde aynı ölçüde önemli olan iki husus...
- Biri; Allah'a, Resulü'ne, İslâm'a ve bu esaslara dayalı müslüman cemaate samimiyetle bağlılık...
- Diğeri de, savaşın ve bu savaştaki düşmanın tabiatını bilmek...
Bir kere müslümanla, İslâm'ı bayraklaştırmayan diğer kampların birbirinden tamamen ayrılması düşüncesi; kalplere yerleşmedikçe İnsanların gerçekten inanmış olması mümkün değildir.
İslâm akidesini taşıyan kimseler, eğer bu düşünceyi taşımıyorlarsa hiç bir, şey ifade edemezler. Yeryüzünde hiç bir şey de gerçekleştiremezler. Çünkü Allah'a, Resulü'ne ve mü'min önderliğe bağlılıklarının netleşmesi şarttır.
Düşmanın gerek niteliğini, kavganın neden ve özelliklerini tanımaları şarttır. Tüm düşmanların kendilerine karşı birlik olduklarına inanmaları şarttır. İslâm cemaati ve İslâm akidesine karşı açılan savaşta düşmanın kimisinin kimisine dost olduğunu bilmeleri Şarttır.
"Kafir ve dinsizlere karşı, bizimle ehl-i kitap arasında ortak bir yolun bulunduğunu" sanmak, büyük bir aptallıktır. Affedilmez bir gaflettir. Çünkü onlar, -müslümanlara karşı açılan savaşta - kesinlikle kafir ve dinsizlerin yanındadırlar.
Gerek zamanımızda, gerekse tüm zamanlarda bizden bazı saf kimseler, bu derin anlamlı gerçeklerden gafil yaşamaktadırlar. Kur'an'ın öğretilerini ve tüm tarihsel öğretileri unutarak materyalizm ve dinsizliğe karşı - din ehliyiz diye - elimizi ehl-i kitap kimselerin eline verebileceğimizi düşünen bu kimseler, gerçekten gafildirler.
Çünkü bugünkü ehl-i kitap, dün kafir müşrikler için:
"onların yolu, İman edenlerin yolundan daha doğrudur" (en-Nisa': 51) diyen aynı ehl-i kitaptır.
Bugünkü ehl-i kitap, dün Medine'de kafirleri müslümanların aleyhinde kışkırtan, onlara arka çıkıp yataklık eden aynı ehl-i kitaptır.
- İkiyüz sene boyunca ardarda haçlı seferlerini düzenleyen, aynı ehl-i kitaptır.
- Endülüs'te korkunç katliamlar düzenleyenlerdir.
- Filistinli müslümanları yurtlarından kovup yerlerine yahudileri yerleştirenlerdir.
- Materyalizm ve dinsizlikle dayanışma içinde bulunanlardır.
- Dünyanın her yerinde; Habeşistan'da, Somali'de ve Eritre'de müslümanları kırıp geçirenlerdir.
- Yugoslavya'da, Çin'de, Türkistanda, Hindistan'da ve her yerde İslâm düşmanı materyalizm, dinsizlik ve Budizm'le işbirliği yapanlardır.
Tüm bu olup bitenlerden sonra aramızdan çıkan bazı kimseler, kalkıp bizimle ehl-i kitabın arasında işbirliği olabileceğini sanmaktadırlar.
Bizimle bu kimselerin arasında dinsizlik ve materyalizme karşı bir yardımlaşma ve dostluk kurulabileceğini sanmaktadırlar.
Bu zannı besleyen kimseler, kesinlikle Kur'an-ı Kerim'i okumuyorlar. Yahut okuyorlarsa, Kur'an'da geçen ve aynı zamanda İslâm'ın bir özelliği olan "müsamaha" yla velayeti birbirine karıştırıyorlar.
Bu yüzden de - Kuran sakındırdığı halde - bizimle ehl-i kitap arasında bir velayet olabileceğini sanıyorlar. Aslında bu kimseler İslâm'ı hissederek yaşamıyorlar.
İslâm'ı, ne Allah'ın insanlardan başkasını kabul etmeyeceği bir akide olarak yaşıyorlar, ne de dünya üzerinde yepyeni bir pratik hayat sistemini kurmayı amaçlayan yapıcı bir hareket olarak algılıyorlar. Yani İslâmî hayat biçimiyle günümüzdeki ehl-i kitaba karşı koyacak nitelikte bir hareket...
Tıpkı dün karşı durduğu gibi bir hareketle...
Bu tavrı sürdürmek bir zorunluluktur. Çünkü takınılması gereken doğal ve biricik tavır budur. Allah'ın çağrısı, yeryüzünün herhangi bir yerinde kurulacak her İslâmî cemaate yöneliktir. Kıyamet Günü'ne değin geçerli olan bir davettir bu. Çünkü bu çağrı, "iman edenler" özelliğini taşıyan herkese yöneliktir.
Hiç kuşkusuz Kur'an, akide savaşını veren bir müslümana gerekli olan şuurlanmayı vermek ve İslâm'ın bayrağı altında yaşamayan kimseleri, tamamen birbirinden ayırdetmek için inmiştir.
Bu ayrılış, ahlakî nitelikteki hoş görüyü yasaklamamaktadır. Çünkü hoşgörü, müslümanın daimi sıfatıdır. Sözünü ettiğimiz "ayrılışın" yasakladığı şey, kafirlere velayet beslemek sorunudur. Çünkü müslümanın kalbinde, Allah'ın, Resulü'nün ve mü'minlerin velayetinden başka bir velayet barınamaz.
Şuurlanma ve ayrılma...
Bu iki şey, müslüman için vazgeçilmez nitelik taşıyan hususlardır. Her yerdeki ve her kuşaktaki müslüman için vazgeçilmez...
Bu, bir "yol ayrımıdır." Bu konuda müslümanın aklında hiç bir bulanıklık bulunamaz.
Çünkü müslüman, İslâm'ın hayat sistemini izlemeyen herkesten ayrılmak zorundadır.
İslâm'ın bayrağını yüceltmeyen herkesten ayrılmak zorundadır. Eğer bu ayrılış gerçekleşmişse, harekete geçebilir.
Yani ilk hedefi, yeryüzünde biricik bir hayat nizamını kurmak olan büyük İslâm hareketinde anmaya değer bir eyleme geçmesi, bu ayrılıştan sonra mümkündür. Çünkü kurulacak bu pratik hayat nizamı, tüm hayat sistemlerinden ayrı bir nizamdır. Tüm hayat görüşlerinden tamamen ayrı olan biricik bir düşünceye dayanmaktadır.
Bir kere müslüman kesinlikle; tereddüt ve kararsızlığa yer vermez bir kesinlikle inanıyor ki, bağlı olduğu din, biricik dindir. Allah'ın, insanlardan başkasını asla kabul etmeyeceği dindir. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risaletinden sonra kabule şayan yegane dindir.
Gene müslüman, kesinlikle inanıyor ki, Allah'ın hayat için gönderdiği bu sistem; eşsiz ve biricik bir hayat sistemidir. Onun yerine başka bir nizama sarılmak, müslüman için imkansız olan bir şeydir. İnsanlık hayatının; - başkasına değil - sadece bu biricik nizama dayanmadıkça düzene girmesi ve istikamette yürümesi mümkün değildir.
Eğer bir müslüman bu ilahî hayat sistemini kurmak için olanca gücüyle çalışmazsa, Allah'ın onu affedip bağışlaması ve amellerini kabul etmesi söz konusu değildir.
Ayrıca bu sistemi tüm hayati yönleriyle, yani gerek itikadı ve gerekse toplumsal yönüyle ikame etmek gerekir. Müslüman, bu konuda hiç bir çabadan kaçınamaz. Onun yerine başka bir hayat sistemini - bir ayrıntısında bile olsa - kabul edemez. Onu ne itikadı, ne toplumsal ve ne de kanunî planlarda başka hiç bir hayat sistemiyle karıştıramaz. Aralarını bulamaz. Tabi ki Allah'ın - bizden önceki şeriatlerden olduğu halde - bıraktığı itikadı düşünce ve hükümler müstesnadır.
İşte müslümanı hareket alanına iten şey bu kesin inancıdır. Bundan başkası değil...
Çünkü o, bu kuşkuya yer vermez kesin inancıyla ilahî hayat sistemini yeryüzünde yerleştirme zorluklarına katlanabilir. Allah'ın insanlardan kabul ettiği bu sistemi gerçekleştirme yolunda durmadan çalışması bu kesin inancıyla mümkündür. Pek çok kere insanı takattan düşürecek kadar ağırlaşan acılara göğüs germesi, yoldaki zorluklan yenmesi, kurulu tuzakları atlatması, küfrün inatçı direnişini kırması ve ağır görevleri yüklenmesi bu kesin inancıyla mümkündür.
İslâm, küfür saflarının ayrılması, gerçeğini, "semavî din sahiplerinin yakınlaşması" adına veya "müsamaha" adına bulandırmaya kalkışanlar, hiç şüphesiz yanılgı içindedirler.
Dinin ne demek olduğunu, hoşgörünün ne demek olduğunu bilmiyorlar. Çünkü Allah'ın katında din, son dinden başkası değildir.
Hoşgörü ise, itikadî düşünce ve toplumsal düzende değil, kişisel ilişkilerde söz konusudur. Demek ki, başka tür düşünen kimselerin amacı, müslümanın kesin inancını bulandırmaktır.
Allah, İslâm'dan başka hiç bir dini kabul etmez.
Müslümanın görevi, ifadesini İslâm'da bulan İlahî hayat nizamım kurmaktır. Müslüman, bundan başka bir hayat düzenini kabul edemez. İlâhî sistemde - yüzeysel bile olsa - tadilat yapılmasını kabul edemez. Çünkü bu, müslümanın kesinleşmiş inancıdır. Başka tür düşünenler, hiç şüphesiz bu kesin inancı bulandırmaktadırlar.
Kur'an-ı Kerim, aşağıdaki ayetlerle bu kesin inancı ortaya koymaktadır:
"Allah katında yegane din, muhakkak ki İslâm' dır." (Al-i İmrân: 19)
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bu kesinlikle ondan kabul edilmeyecektir." (Al-i İmrân: 85)
"(Ehli kitabın) Seni, Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından yüz çevirtmesinden sakın." (el- Maide: 49)
"Ey iman edenler! Yahudi ve hırıstiyanları veliler edinmeyiniz. Çünkü onlar, birbirlerinin velileridir. Sizden kim onları veli edinirse, muhakkak İd, onlardandır." (el-Maide: 51)
Son söz, Kur'an-ı Kerim'indir. Müslüman, insanların bulandırmasına ilgi duyamaz. Bu kesin inancı bozmalarına kulak veremez.
Gerek İslâm ve gerekse - hiç bir şeyle İslâm üzere bulunmadıkları halde - müslüman diye tanınan kimseler, kafirlerin saldırısından hiç bir zaman kurtulabilmiş değillerdir. Yeryüzünün dört bir bucağında halen devam eden bir savaştır bu. Kendilerine ve akidelerine karşı düzenlenen bir savaş. Yani Yüce Allah'ın"Onlar, birbirlerinin velileridir" sözünü doğrulayan bir savaş...
Şuurlu müslümanların Rablerinin öğüdüne satılmalarını, kesin emir ve yasaklarını dinlemelerini gerektiren bir savaştır bu...
Allah ve Resulü'nün dostlarıyla, Allah ve Resulü'nün bayrağını yüceltmeyen tüm düşman kampların birbirinden tamamen ayrılmasına ilişkin ilâhî buyruğa sarılmalarını gerektiren bir savaştır bu...
İslâm, hiç kuşkusuz müslümana, akide esasına binaen, diğer insanlarla ilişkiler kurmasını emreder.
Müslümanın düşünce ve hareketinde düşmanlık da, dostluk da akide için yapılabilir...
Bundan dolayı da yardımlaşma anlamındaki bir velayet, müslümanla müslüman olmayan arasında kurulamaz. Çünkü müslüman ve kafirin, akide konusunda yardımlaşmalarına imkân yoktur. Karşılarındaki güç - örneğin - dinsizlik bile olsa işbirliğine imkan yoktur. Yani - bizden bazı saf, bazı Kur'an okumaz kimselerin düşündüğü gibi - müslüman, dinsizliğe karşı bile olsa kafirle işbirliği yapamaz. Sonra hiç mümkün olur mu, bu işbirliği ve yardımlaşma?
Aralarında üzerinde yardımlaşılacak ortak bir temel bulunmayan kimseler, nasıl olur da işbirliği yapabilirler?
Kur'an'ı okumayan ve İslâm'ın gerçeğini tanımayan bazı kimselerle, aldanmış bazı kimseler tüm dinleri,"din" olarak düşünüyorlar.
Tüm dinsizliğin de "dinsizlik" olduğunu düşünen bu kimselere göre:
"dindarların dinsizliğe karşı işbirliği yapmaları mümkündür. Çünkü dinsizlik, tüm dinleri reddediyor. Her tür dindarlıkla savaşıyor" diyorlar.
Ancak İslâm'a göre durum böyle değildir. İslâm düşüncesinde ve İslâm'ın tadına varan müslümanın anlayışında mesele böyle değildir.
Şunu da söylemek gerekir ki İslâm'ı, hem bir akide ve hem de İslâm nizamını kurmak için bir akidevi hareket olarak anlamayan kimseler, İslâm'ı tadamazlar.
İşte bundan dolayı bu mesele İslâm düşüncesinde ve müslümanın anlayışında daha başkadır. Apaçık ve belirli bir düşüncesi vardır. İslâm'ın bu konuda.
Evet yegane din, İslâm'dır. İslâm'ın kabul ettiği başka hiç bir din yoktur. Çünkü Yüce Allah:
"Allah katında yegane din, İslâm'dır" ve
"Kim İslâm'dan başka bir din ararsa bu, kesinlikle ondan kabul edilmeyecektir" diye buyurmaktadır.
Öyleyse bizimle başkalarının arasında bir dindarlık cephesi kurulamaz. Dinsizliğe karşı duracak bir dindarlık cephesi söz konusu olamaz.
Çünkü ortada bir tek din vardır; o da İslâm'dır. Diğer tarafta da dinsizlik vardır; O da İslâm dışı her şeydir.
- Artık bu dinsizliğin aslı semaviymiş;
- Tahrifata uğramış veya eski halini koruya gelen putperest bir inançmış,
- Yahut din namına her şeyi reddeden bir ateizm imiş, bunlara bakılmaz.
Bunların hepsi kendi aralarında ayrı nitelikler arz edebilirler. Ama İslâm'ın nazarında hepsi düşmandır. Çünkü hepsi de İslâm'a aykırıdır. İslâm'la aralarında bir ittifak veya velayet mümkün değildir.
"De ki, ey ehli kitap! Siz (din diye) hiç bir şeyin üzerinde değilsiniz..." (el-Maide: 68)
İşte son söz budur.
Bu konudaki Allah'ın buyruğu budur.
Demek ki kitap ehline, ehl-i din diye hiç bir itibar kalmamıştır. Ve müslüman da, Allah'ın hükmünden başka hiç bir şeyi kabul edemez.
"Allah ve Resulü bir konuda hüküm verdikten sonra, mü'min erkek ve kadının kendi İşlerinde hiç bir seçim hakkı kalmaz." (el-Ahzab: 36)
Allah'ın kelimesi, en son kalandır. Hiç bir şey; hiç bir durum ve şart bunu değiştiremez.
Müslümanın görevi, kitap ehlini İslâm'a davet etmektir. Tıpkı dinsiz ve putperestleri davet ettiği gibi...
Müslümanın onları davet etmesinin de bir tek esası vardır. O da, bu kimselerin üzerinde bulunduğu hali din olarak kabul etmemektir. Ve onları "din" e davet etmektir.
Bu gerçek olanca açıklığıyla gün ışığına çıkmalıdır. Çünkü İslâm'ı din olarak kabul etmeyen kimselerle dinin yerleşmesi amacıyla bir işbirliği veya yardımlaşma içine girmek, müslümanın akidesi açısından bir mantıksızlık demektir.
Şu halde İslâm'ın nazarında sorun, tamamen itikadı ve imanî bir sorundur. Aynı zamanda hareket isteyen bir hayat sisteminin sorunudur.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...