"""İSLAMİYET BÜTÜN FEN KOLLARINDA..""""
ilm ve ahlâk üzerinde, her çesid çalısmagı ehemmiyyetle emr etmekdedir. Bunlara
çalısmak, farz-ı kifâye oldugu, kitâblarda yazılıdır. Hattâ, bir islâm sehrinde, fennin
yeni buldugu bir âlet, bir vâsıta yapılmayıp, bu yüzden bir müslimân zarar görürse,
o sehrin idârecilerini, âmirlerini, islâmiyyet mes’ûl tutmakdadır. Hadîs-i serîfde,
(Ogullarınıza yüzmek ve ok atmak ögretiniz! Kadınların, evinde iplik igirmesi ne güzel
eglencedir) buyuruldu. Bu hadîs-i serîf, harb için lâzım olan her çesid bilgi ve âleti
edinmegi, hiç bos durmamagı ve fâideli eglenceleri emr etmekdedir. Bunun içindir
ki, bugün, bir islâm milletinin, atom bombası, sun’î peyk yaparak müslimânlıgı
dünyâya tanıtması farzdır. Yapmaga çalısılmazsa, büyük günâh olur.
Müslimânların bilmesi, ögrenmesi lâzım olan bilgilere (Ulûm-i islâmiyye) müslimânlık
bilgileri denir. Bu bilgilerin kimisini ögrenmek farzdır. Kimisini ögrenmek
sünnet, bir kısmını ögrenmek de mubâhdır. Islâm bilgileri, baslıca iki büyük kısma
ayrılır: Birincisi (Ulûm-i nakliyye)dir. Bunlara (Din bilgileri) de denir. Ehl-i sünnet
âlimleri, bu bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan, Onlar da Resûlullahdan ögrendiler. Din bilgileri
de ikiye ayrılır: Zâhirî ilmler ve bâtınî ilmler. Birincilere, (Îmân bilgileri) ve
(Fıkh bilgileri) veyâ (Ahkâm-ı islâmiyye), ikincilere (Tesavvuf bilgileri) veyâ (Ma’rifet)
denir. Îmân bilgileri ve ahkâm-ı islâmiyye bilgileri, mürsidlerden, akâid ve fıkh
kitâblarından ögrenilir. Ma’rifet, kalblere, mürsidlerin kalblerinden akar, gelir.
Islâm bilgilerinin ikinci kısmı (Ulûm-i akliyye)dir. Canlıları ögretene (Ulûm-i
tıbbiyye), cansızları ögretene (Ulûm-i hikemiyye) denir. Semâları, yıldızları ögretene
(Ulûm-i felekiyye), Erd bilgilerine (Ulûm-i tabî’ıyye) demislerdir. Ulûm-i akliyye,
matematik, mantık ve tecribî bilgilerdir. Bunlar, his organları ile duyularak,
akl ile incelenerek, tecribe ve hesâb edilerek elde edilir. Bu bilgiler, din bilgilerinin
anlasılmasına ve onların tatbîk edilmesine yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar.
Bunlar, zemânla artar, degisir, ilerler. Bunun içindir ki, (Tekmîl-i sınâ’ât,
telâhuk-ı efkâr iledir) buyurulmusdur. Bunun ma’nâsı (San’atın, fennin, teknigin
ilerlemesi, fikrlerin, deneylerin birbirlerine eklenmesi ile olur) demekdir.
Nakl yolu ile edinilen bilgiler, ya’nî din bilgileri çok yüksekdir. Aklın, insan dimâgı
gücünün dısında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zemânda, kimse tarafından degisdirilemez.
Dinde reform olmaz sözünün ma’nâsı da budur. Akl ile elde edilen
bilgileri, islâmiyyet yasaklamamıs, sınırlamamıs, ancak, bunların nakl bilgileri
ile birlikde ögrenilmesini ve sonuçlarının ahkâm-ı islâmiyyeye uygun, insanlara fâideli
olarak kullanılmasını, zulm, iskence, felâket vâsıtası yapılmamasını emr etmisdir.
Müslimânlar, birçok fen vâsıtası yapmıslar ve kullanmıslardır. Pusula 687
[m. 1288] de kesf edildi. Igneli tüfek 1282 [m. 1866] da ve top 762 [m. 1361] de kesf
edildi ve Fâtih tarafından kullanıldı. Islâmiyyet, islâma karsı olanların, islâm ahlâkını
bilmiyenlerin, ilm sekline sokdukları, ders, vazîfe adını verdikleri ahlâksızlıkların,
uydurma târîhlerin, islâmiyyete yapılan iftirâların okutulmasını, ögrenilmesini
yasaklamakda, zararlı, kötü propagandalardan kaçınılmasını, fâideli, iyi bilgilerin
ögrenilmesini istemekdedir.
Islâmiyyet, fâideli olan her ilmi, her fenni ve her tecribeyi emr eden bir dindir.
Müslimânlar, fenni sever, fen adamının tecribelerine inanır. Fekat, fen adamıyım
diyen fen taklîdcilerinin iftirâlarına, yalanlarına aldanmaz.]
Kâfirler ellerinden gelirse, müslimânları ezer, imhâ eder. Veyâhud, müslimânları,
kendi uydurdukları yola sokarlar.
[Nitekim masonların [m. 1900] senesi ictimâ’ına âid zabtların yüzikinci sahîfesinde,
(Dindârlara ve ma’bedlere galebe çalmak kâfî degildir. Asl maksadımız, dinleri
yok etmekdir) yazılıdır.
Bunlar, kitâblarında ve konusmalarında, din düsmanlıklarını açıkca ve hayâsızca
bildiriyorlar. Ilmden, fenden haberleri olmadıgı için, çocukca seyler söylüyorlar.
Meselâ, eski insanlar câhil imis, tabî’at kuvvetleri karsısında âciz, zevallı kalarak,
hayâlî seylere inanmıslar. Uydurdukları seylere tapınarak, yalvararak, kü-
– 25 –
çüklüklerini göstermisler. Hâlbuki, bugün atom asrındayız. Tabî’ate hâkim olup
istedigimizi yapıyoruz. Tabî’at kuvvetleri hâricinde birsey yokdur. Cennet, Cehennem,
cin, melek, eski insanların uydurdugu seylerdir. Gidip gören var mı? Görülmiyen,
tecribe edilmiyen seylere inanılır mı, diyorlar. Dinsizlerin bu sözleri, târîhden
de haberleri olmadıgını gösteriyor. Târîh boyunca, her asrda gelen câhiller, kendilerini
akllı, bilgili, eski insanları câhil sanmıs. Âdem aleyhisselâmdan beri, her
asrda gönderilen dinleri, eski câhillerin sözleri diyerek bozmuslar, inkâr etmislerdir.
Kur’ân-ı kerîmin birçok yerinde, kâfirlerin böyle sözleri bildirilmekde ve cevâb
verilmekdedir. Meselâ Mü’minûn sûresinin otuzuncu âyet-i kerîmesinden
sonra, (Nûh aleyhisselâma inanmadılar. Onları suda bogduk. Ondan sonra yaratdıgımız
insanlara, içlerinden Peygamber gönderdik ve Allahü teâlâya ibâdet ediniz.
Ibâdet edilecek, Ondan baskası yokdur. Onun azâbından korkunuz! dedik. Dinlemiyenlerden,
öldükden sonra tekrâr dirilmege inanmıyanlardan, dünyâ ni’metlerini
bol bol vermis oldugumuz birçogu, bu Peygamber, sizin gibi yiyip içiyor. Kendiniz
gibi bir çok seye muhtâc olan birine inanırsanız, aldanmıs, ziyân etmis olursunuz.
Peygamber, size ölüp, kemikleriniz çürüyüp, toz toprak oldukdan sonra, tekrâr
dirilerek kabrden kalkacaksınız diyor. Hiç böyle sey olur mu? Ne varsa, ancak
bu dünyâdadır. Cennet, Cehennem, hep buradadır. Bu dünyâ böyle gelmis böyle
gider. Öldükden sonra, bir dahâ dirilmek yokdur, dediler) meâlindeki âyet-i kerîmeleri
gönderdi. Komünist memleketlerde, milletin dînini, ahlâkını yıkmak
için, mekteblerde ögretmenler ve askerlikde de subaylar, çocuklara, kızlara, askerlere,
Allah var olsaydı görürdük. Istedigimizi isitir, verirdi. Benden seker isteyiniz,
hemen isitir, veririm. Ondan isteyin, bakın vermiyor. O hâlde yokdur. Ananız,
babanız câhildir. Eski, örümcek kafalıdır. Onlar gericidir. Siz ise, aydın kafalı,
ilerici gençlersiniz. Sakın öyle hurâfelere inanmayın! Cennet, Cehennem, melek,
cin uydurma seylerdir diyorlar. Böyle yalanlarla, gençlerin dînini, îmânını, baba
ocagından almıs oldukları edeb ve hayâlarını yok etmege çalısıyorlar. Zevallı
yavruları aldatıp, kendi alçak istekleri, zevkleri, kötü kazancları ugruna, gençleri
fedâ ediyorlar. Cenneti, Cehennemi kim görmüs, görülmiyen seye inanılmaz, diyerek
his uzvlarına tâbi’ olduklarını bildiriyorlar. Hâlbuki, hayvanlar, his uzvlarına
tâbi’ olur. Imâm-ı Gazâlî buyuruyor ki, (Insanlar, akla tâbi’ olur. Insanların
his uzvları, hayvanlardan geridedir. Insan, kedi, köpek kadar koku alamaz. Karanlıkda,
onların gördügü gibi göremez. Sonra, herseyde, göze nasıl inanılır ki, çok yerde
akl, gözün yanlısını çıkarmakdadır. Meselâ göz, günesi pencere içinden görüp,
pencereden küçük sanıyor. Akl ise, dünyâdan da büyük oldugunu söylüyor). Bu
kâfirler acabâ, biz gördügümüze inanırız, günes dünyâdan dahâ büyük olur mu diyerek,
akla inanmıyorlar mı? Hayır, burada onlar da, müslimânlar gibi akla inanıyor.
Görülüyor ki, insanlar, dünyâ islerinde, hislerine degil, akllarına uyarak, hayvanlardan
ayrılmakdadır. Bunlar, âhıretdeki seylere inanmayız diyerek, his organlarına
baglı kalıyorlar da, niçin akla uymuyor, burada da, insanlık derecesine
yükselmek istemiyorlar? Islâmiyyet, insanların tekrâr yaratılıp, sonsuz yasıyacaklarını,
hayvanların ise, kıyâmetde hesâblasdıkdan sonra, yok olacaklarını bildiriyor.
Insanlara ebedî hayât va’d ederek, hayvanlardan ayırıyor. Bu kâfirler
ise, hayvanlar gibi, ebedî hayâtdan mahrûm kalmagı begeniyorlar. Bugün, fabrikalarda
binlerce ilâc, ev esyâsı, sanâyı’ ve ticâret maddeleri, elektronik âletler, harb
vâsıtaları yapılıyor. Bunların çogu, ince hesâblardan, yüzlerce tecribeden sonra elde
ediliyor. Bunlardan birine dahî, kendi kendine var oldu diyorlar mı? Bunların
bilerek ve istiyerek yapıldıklarını söylüyorlar ve hepsinin bir yapıcısının bulunması
lâzımdır diyorlar da, canlılarda, cansızlarda görülen ve her asrda, dahâ yenileri,
dahâ inceleri kesf edilen ve çogunun yapısı henüz anlasılamayan milyonlarca
maddenin ve hâdisenin kendi kendilerine tesâdüfen var olduklarını söylüyorlar.
Bu iki yüzlülük, koyu bir inâddan veyâ açık bir ahmaklıkdan baska ne olabilir?
Rusyada bir komünist mu’allim, ders arasında, (Ben sizi görüyorum. Siz de be-
– 26 –
ni görüyorsunuz. O hâlde, biz varız. Karsıdaki daglar da var. Çünki, bu dagları da
görüyoruz. Yok olan sey görünmez. Görülmiyen seye var denilmez. Bu sözüm, bir
fen bilgisidir. Ilerici, aydın olan kimse, fen bilgisine inanır. Gericiler, bu varlıkların
bir yaratıcısı oldugunu söylüyorlar. Bu yaratıcının var olduguna inanmak yanlısdır.
Fenne uygun degildir. Görülmiyen seye var demek, gericilikdir) der. Bir türkmen
çocugu söz istiyerek: (Bunları akl ile mi söylüyorsun? Sende akl olduguna inanmak,
bunları akl ile söyledigini kabûl etmek fenne uygun degildir. Çünki, aklın olsaydı,
görürdük) der. Mu’allim, bu haklı söze cevâb veremeyip, maglûbiyyetinden
hâsıl olan öfke ile, çocukcagızı, tekme tokat dershâneden dısarı atar. Çocuk bir dahâ
hiçbir yerde görülememisdir.
Bugün, dünyâdaki kâfirler, iki dürlüdür: Birincisi (Kitâblı kâfirler), ya’nî yehûdîler
ve hıristiyânların az bir kısmı olup, bir peygambere ve bunun Allahü teâlâdan
getirdigi kitâba ve öldükden sonra dirilmege, âhıretdeki sonsuz hayâta inanıyorlar.
Ellerindeki bozuk kitâba Allah kelâmı diyorlar.
Ikincisi, (Kitâbsız kâfirler) ya’nî (Müsrik)ler olup, herseyi yapan bir Allah bulunduguna
inanmıyorlar. Tas, agaç, günes, yıldız ve insan, inek gibi ba’zı mahlûklarda (ülûhiyyet
sıfatı) bulunduguna inanıyorlar. Bu inkârcılardan bir kısmı, kanûn ile, devlet
baskısı ile, zulm, iskence ederek, ibâdet etmegi, dîni ögretmegi yasak ediyor. Bir kısmı
da, insanlık, iyilik duygularını oksayıcı sözlerle, herkesi, zevk, safâya daldırıyor.
Ma’neviyyâtdan, din bilgilerinden mahrûm bırakıyorlar. Düzme hikâyeler, yalan
örnekler göstererek, milyonlarca insanı aldatıyor, din câhili yetisdiriyorlar. Bir tarafdan,
medeniyyetden, fenden, insan haklarından bahs edip, bir tarafdan da, insanları
hayvanlasdırıyorlar. Ingiliz câsûsları, böyle yapıyor. (Ingiliz Câsûsunun I’tirâfları)
kitâbını ve (Fâideli Bilgiler) kitâbının 27.ci sahîfesini ve devâmını okuyunuz!
Avrupa ve Amerika milletlerinin çogu hıristiyandır. Yehûdîlerin ve hıristiyanların
bir kısmı, kitâblıdır. Yeni astronominin kurucusu Kopernik, Fraynburg sehrinde
papas idi. Ingilterenin büyük fizik adamı Bacon, Fransisken tarîkatinde, papas
idi. Meshûr Fransız fizikçisi Paskal, papas olup, fizik ve geometri kanûnları kesf
ederken, din kitâbları yazmısdı. Fransanın en büyük basvekîli olup, memleketine
Avrupa birinciligini kazandıran, meshûr Risliyö, papas olup, ruhbân sınıfında
ileri derece sâhibi idi. Meshûr Alman doktor ve sâ’iri Siller de, papas idi. Bugün,
bütün dünyâca büyük felesof tanınan, Fransız fikr adamı Bergson, kitâblarında,
maddîcilerin hücûmlarına karsı, rûhânîleri müdâfe’a etmisdir. (Madde ve hâfıza)
ve (Din ve ahlâkın iki kaynagı) ve (Su’ûrun vergileri) kitâblarını okuyanlar dîne,
kıyâmete seve seve inanır.
Amerikanın büyük felesofu William Ceyms, Pragmatisme mezhebini kurmus, (Dînî
tecribeler) ve diger kitâblarında, îmânlı olmagı övmüsdür. Bulasıcı hastalıklar,
mikroblar ve asılar üzerinde bulusları olan, Fransız doktoru Pasteur, cenâzesinin
dînî merâsim ile kaldırılmasını vasıyyet etmisdi. Nihâyet, ikinci cihân harbinde dünyâyı
idâre eden, Amerika Cumhûrreîsi F.D.Ruzvilt ile Ingiliz basvekîli Çörçil,
dindâr idi. Ismini hâtırlayamadıgımız dahâ nice fen ve siyâset adamları hep, yaratana,
kıyâmete, meleklere inanan kimselerdi. Inanmıyanların, bütün bunlardan dahâ
akllı oldugunu kim iddi’â edebilir? Bunlar, islâm kitâblarını görüp okumus olsalardı,
iyi müslimân olurlardı. Fekat papaslar islâm kitâblarını okumagı, hattâ el
sürmegi yasak etmisler, büyük suç saymıslardı. Insanların dünyâ ve âhıret se’âdetine
kavusmalarına mâni’ olmuslardı. Ikinci kısmda yirmialtıncı maddeye bakınız!
Imâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Müslimânlar, âhırete inanıyor. Kitâbsız
kâfirler, inkâr ediyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birsey kazanmaz,
müslimânlar da, zarar etmezdi. Fekat, kâfirlerin dedigi olmayınca, sonsuz
azâb çekeceklerdir). Islâm âlimleri, sözlerini isbât etmekde, inanmıyanların hücûmlarına
akl, ilm ve fen ile cevâb vermekdedir. Müslimânlar, sözlerini isbât etmeseydi
dahî, kıyâmet inkâr olunabilir mi idi? Sonsuz azâbda kalmak, bir ihtimâl
bile olsa, bunu hangi akl kabûl eder? Hâlbuki, âhıret azâbları, bir ihtimâl degil, mey-
– 27 –
dânda olan hakîkatdir. O hâlde, inanmamak, aklsızlık oluyor.
Islâm dînini bilmiyenlerin ba’zısı ise, milletin saglam îmânını, ilme ve akla dayanarak
bozamıyacaklarını, islâma hücûm etdikçe, kendi yüz karalarının meydâna
çıkdıgını görerek, hîle, yalan yoluna sapıyor. Müslimân görünüp ve müslimânlıgı
begenici ve medh edici yaldızlı yazılar yazıp, fekat, bu yazıları ve sözleri arasında
müslimânlıgın esâs ve temel mes’elelerini, sanki müslimânlık degilmis gibi
ele alıp kötülüyorlar. Okuyucuları ve dinleyicileri bunlardan sogutmaga ve ayırmaga
çalısıyorlar. Allahü teâlânın emr etdigi ibâdetlerin vaktlerini, mikdârlarını
ve sekllerini uygunsuz görerek, böyle olacagına, söyle olsaydı, dahâ iyi olurdu diyorlar.
Ibâdetlerin rûhlarından, içlerinde saklı bulunan inceliklerden, fâidelerden
ve kıymetlerden haberleri olmadıgı için, bunları basît ve ibtidâî fâidelere âlet sanarak,
sanki düzeltmege yelteniyorlar. Birseyi bilmemek, insanlar için kusûr ise
de, anlamadıgına karısmak, ayrıca pek gülünç ve acınacak bir hâl oluyor. Böyle câhilleri,
akllı sanarak, sözlerini dinleyen ve inanan müslimânlar ise, bunlardan dahâ
zevallı ve dahâ ahmakdır. Müslimân ismini tasıyan böyle sinsi kâfirlere (Yobaz)
denir. Zemânımızdaki yobazlardan bir kısmı da, (Evet, islâmiyyet iyi ahlâkı emr etmekde,
insanları olgunlasdırmakdadır. Fekat, islâmiyyetde sosyal hükmler, âile ve
cem’ıyyet hakları da vardır. Bunlar ise, o zemânın sartlarına göre konmusdur. Bugün
milletler büyümüs, sartlar degismis, ihtiyâclar artmısdır. Bugünkü, teknik
ve sosyal ilerlemeleri karsılayabilecek yeni hükmler, kanûnlar lâzımdır. Kur’ânın
hükmleri bu ihtiyâcları karsılayamaz) diyorlar. Böyle sözler, islâm hukûkunu bilmiyen,
islâm bilgilerinden haberi olmayan câhillerin bos ve yersiz düsünüsleridir.
Islâmiyyet, adâleti, zulmü, insanların birbirlerine karsı, âile ve komsuların birbirlerine,
milletin hükûmete ve birbirlerine karsı haklarını, vazîfelerini, suçları açıkca
bildirmis, bu degismez kavramlar üzerinde, temel hükmler kurmusdur. Bu degismez
hükmlerin, hâdiselere, vak’alara tatbîkını sınırlamamıs, örf ve âdetlere göre
kullanılmasını emr etmisdir. (Mecelle)nin 36. cı ve sonraki maddelerinin (Dürer-
ül-hükkâm) serhinde diyor ki, (Zemânın degismesi ile, örf ve âdete dayanan
ahkâm degisebilir. Nassa, delîle dayanan ahkâm, zemânla degismez. Hükm-i küllî
degismeyip, bu hükmün hâdiselere tatbîkı, zemânla degisebilir. Ibâdetlerde, Nass
ile bildirilmis olmıyan bir hükmü anlamak ve bildirmek için, umûmî âdetler delîl
olur. Âdetin umûmî olması için Eshâb-ı kirâm zemânından kalma ve müctehidlerin
kullanmıs olmaları ve devâmlı olmaları lâzımdır. Mu’âmelâtdaki hükmler için,
bir beldenin, Nassa muhâlif olmıyan âdetleri de delîl olur. Bunları, fıkh âlimleri anlıyabilir).
Allahü teâlâ islâm dînini, her memleketde, her yeniligi ve bulusu karsılayacak
seklde kurmusdur. Islâm dîni, yalnız sosyal hayâtda degil, ibâdetlerde bile
tolerans, müsâmaha göstermis, insanlara serbestlik vermis, baska sartlar ve
zarûretler karsısında, ictihâd hakkı tanımısdır. Hazret-i Ömer ve Emevîler zemânında
ve koca Osmânlı imperatorlugunda, kıt’alara yayılan çesidli milletler toplulukları,
bu ilâhî hükmlerle idâre edilerek, basarıları, sânları, târîhlere ün salmısdır.
Gelecek zemânlarda, büyük, küçük her millet de, islâmiyyetin bildirdigi, degismez
olan güzel ahlâka sarılacagı, bunları uygulayacagı kadar, râhata, huzûra,
se’âdete kavusacakdır. Islâmiyyetin bildirdigi sosyal ve ekonomik ahlâkdan, ahkâmdan
ayrılan insanlar, milletler, sıkıntıdan, ızdırâbdan, felâketden kurtulamamıslardır.
Geçmis milletlerde böyle oldugunu târîhler yazmakdadır. Gelecekde de,
elbette böyle olacakdır. Târîh, tekerrürden ibâretdir. Müslimânlar, millî birlik ve
berâberlige çok ehemmiyyet vermeli, memleketlerinin kalkınması için maddî,
mânevî çalısmalı, din bilgilerini iyi ögrenmeli, harâmlardan sakınmalı, Allaha ve
devlete ve kullara karsı olan vazîfelerini, borçlarını yerine getirmelidir. Islâmın güzel
ahlâkı ile bezenmeli, kimseye zarar vermemelidir. Fitne, ya’nî anarsi çıkarmamalı,
vergilerini ödemelidir. Dînimiz, böyle olmamızı emr ediyor. Müslimânın
birinci vazîfesi, nefsine, seytâna uymayıp ve kötü arkadaslara, azgın, âsî kimselere,
anarsistlere aldanmayıp, kanûna karsı suçlu olmakdan, Allahü teâlâya karsı da
– 28 –
günâh islemekden sakınmakdır. Allahü teâlâ kullarına üç vazîfe verdi: Birincisi,
sahsî vazîfesidir. Her müslimân, kendini iyi yetisdirecek, sıhhatli, edebli, iyi huylu
olacak, ibâdetlerini yapacak, ilm ve güzel ahlâk ögrenecek, halâl lokma kazanmak
için çalısacakdır. Ikinci vazîfesi, âile içindeki vazîfesidir. Zevcesine, ana-babasına,
çocuklarına, kardeslerine olan haklarını yapacakdır. Üçüncü vazîfesi,
cem’ıyyet içindeki vazîfeleridir. Komsularına, hocalarına, talebesine, âilesine,
emrinde olanlara, hükûmete ve devlete, bütün vatandaslara, dîni ve milleti baska
olanlara karsı vazîfeleridir. Herkese iyilik etmesi, eli ile, dili ile kimseyi incitmemesi,
kimseye zarar vermemesi, hiyânet etmemesi, herkese fâideli olması, devlete,
hükûmete, kanûnlara karsı, hiç ısyân etmemesi, herkesin hakkını, vergilerini
hemen ödemesi lâzımdır. Allahü teâlâ, hükûmet, devlet islerine karısmayı emr etmedi.
Hükûmete yardım etmegi, fitne çıkarmamagı emr etdi.]
O hâlde müslimânların Allahü teâlâdan hayâ etmeleri, sıkılmaları lâzımdır. Hayâ
îmândandır. Müslimânlık hayâsı zarûrî lâzımdır. Kâfirleri ve kâfirligi ve islâmiyyete
uymıyan hangi inanıs, hangi nazariyye, hangi teori olursa olsun, hepsini yanlıs
bilmek ve zararlı olduguna inanmak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, kâfirlerden cizye
almagı, ya’nî vergi vermelerini emr buyurmusdur. Bundan maksad, onları tahkîrdir.
Bu hakâret, o derece te’sîrlidir ki, cizye vermek korkusundan, kıymetli elbise
giyemezler, süslenemezler. Hakîr ve sefîl yasarlar. Cizyenin gâyesi, kâfirlerin
hakâret ve rüsvâlıgıdır. Müslimânlıgın izzet ve serefini göstermekdir. Zimmî,
müslimân olursa, cizye vermesi sâkıt olur. Bir kalbde îmân bulunduguna alâmet,
kâfirleri sevmemekdir. [Sevmemek kalble olur. Onlarla ve herkesle iyi geçinmeli,
kimseyi incitmemelidir.
Ancak, zarûret ve ihtiyâc îcâbı, geçici isbirlikleri yapılabilir ise de, bu, kalb ile
sevismek olmamalı ve zarûret bitince, sona ermelidir.
Süâl: Kimseye sû’i zan etmemeli, kötü gözle bakmamalı, kâfir oldugunu gösteren
isine, sözüne degil, îmânı oldugunu gösteren isine ve sözüne bakmalıdır. Îmân
kalbde bulunur. Kalbde îmân oldugunu Allah bilir. Baska kimse bilemez. Kalbinde
îmân bulunan kimseye kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Müslimânlıgı açıkca kötülemiyen
herkese müslimân gözü ile bakmak, onu sevmek lâzımdır, deniliyor. Bu
söz dogru mudur?
Cevâb: Kimseye sû’i zan etmemeli sözü yanlısdır. Bunun dogrusu (Müslimâna sû’i
zan etmemeli)dir. Ya’nî, müslimân oldugunu söyliyen ve küfre sebeb olan bir sözde
ve isde bulunmıyan kimsenin bir sözünden veyâ isinden hem îmânı oldugu, hem
de îmânsız oldugu anlasılırsa, îmânı oldugunu anlamalı, dinden çıkdı dememelidir.
Fekat bir kimse, dîni yıkmaga, gençleri kâfir yapmaga ugrasır veyâ harâmlardan birinin
iyi oldugunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için ugrasırsa, yâhud
Allahü teâlânın emrlerinden birinin gericilik, zararlı oldugunu söylerse, buna
kâfir denir. Müslimân oldugunu söyler, nemâz kılar, hacca giderse, (Zındık) denir.
Müslimânları aldatan böyle iki yüzlüleri müslimân sanmak, ahmaklık olur.]
Hak teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yirmisekizinci âyetinde kâfirlere
Neces ve doksanbesinci âyetinde Rics ya’nî pis buyurdu. O hâlde, müslimânların
yanında, kâfirlik pis ve asagı olmalıdır. Ra’d sûresinin ondördüncü ve Mü’min sûresinin
ellinci âyetlerinde meâlen, (Bu düsmanların düâları netîcesizdir. Kabûl olmak
ihtimâli yokdur) buyuruldu. Müslimânlardan, Allahü teâlâ râzıdır ve Peygamberi
“sallallahü aleyhi ve sellem” râzıdır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusmakdan
dahâ büyük ni’met olmaz.
Îmân ile küfr birbirlerine zıd oldugu gibi, âhıret de, dünyânın zıddıdır. Dünyâ ve
âhıret bir araya getirilemez. Âhıreti kazanmak için, dünyâyı [ya’nî harâmları] terk
etmek lâzımdır. Dünyâyı terk etmek, iki dürlüdür: Birisi, bütün harâm olan seyler
ile berâber, mubâhları da, ya’nî günâh olmayan lezzetlerin çogunu da bırakıp, yasamak
için zarûrî olan mikdârını kullanmakdır. [Ya’nî tenbel ve issiz olarak oturup
– 29 –
da, dünyânın zevk, keyf ve eglencelerine dalmak yolunu bırakarak, her dürlü zevk
ve lezzetinden vazgeçip, bütün zemânını, ibâdet ile ve müslimânların râhatları ve
islâm dînini bilmiyenlerin, dogru yola kavusmaları için lâzım olan ilmî ve teknik üsûlleri
ve vâsıtaları, en ileri ve en üstün seklde yapmak ve kullanmakla geçirmek ve
durmadan çalısmakdır ve dünyâ zevkını böyle çalısmakda aramak ve bulmakdır. Eshâb-
ı kirâmın hepsi ve büyüklerimizin çogu, böyle idi. Dünyâyı, bu söyledigimiz seklde
terk etmek, pekâlâ ve pek fâidelidir. Tekrâr edelim ki, bundan maksad, islâmiyyetin
emr etdigi seyleri yapmak için, bütün râhatı ve zevkleri fedâ etmekdir.]
Ikincisi, dünyâda harâm ve sübheli seylerden kaçıp mubâhları kullanmakdır. Bu
kısm da, hele bu zemânda, çok kıymetlidir.
O hâlde, islâmiyyetin harâm etdigi seylerden kaçınmak, her müslimân için lâzımdır.
Yediyüzseksendokuzuncu [789] sahîfeye bakınız!
[Bunların harâm olmasına ehemmiyyet vermiyen ve kaçınmaga lüzûm görmeyen,
ya’nî Allahü teâlânın yasak etmesine aldırıs etmeyen veyâ bunları begenen,
ne güzel diyen (Kâfir) [Allaha düsman] olur. Bunlar Cehennemde, sonsuz kalacakdır.
Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyyet verip, kabûl edip de, nefsine
maglûb olarak, aldanarak, bunları yapan ve sonra akllarını toparlayıp pismân
olanlar kâfir olmaz ve îmânlarını gayb etmezler. Böyle kimselere (Âsî) ve (Fâsık)
[kötü kimse] denir ve (Günâhkâr) denir. Bunlar, günâhları sebebiyle, belki Cehenneme
girip cezâlarını çekerse de, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar, çıkıp Cennete
kavusacaklardır.]
Allahü teâlânın mubâh etdigi, ya’nî müsâ’ade etdigi seyler pek çokdur. Bunlarda
bulunan lezzet, harâmda bulunanlardan, fazladır. Mubâh kullananları Allahü
teâlâ sever. Harâm kullananları sevmez. Aklı olan, dogru düsünebilen bir kimse,
geçici bir zevk için, sâhibinin, yaratanının sevgisini teper mi? Zâten, harâm olan
seylerin sayısı pek azdır. Bunlarda bulunan lezzet, mubâhlarda da vardır.
[Dünyâ, ednâ kelimesinin müennesidir. Ya’nî, ism-i tafdîldir. Masdarı, dünüv veyâ
denâetdir. Birinci masdardan gelince, çok yakın demekdir. (Biz en yakın olan gökü,
çıraglarla süsledik) âyet-i kerîmesindeki dünyâ kelimesi böyledir. Ba’zı yerde
de, ikinci ma’nâ ile kullanılmısdır. Meselâ (Denî, alçak seyler mel’ûndur) hadîs-i
serîfinde böyledir. Ya’nî (Dünyâ mel’ûndur) demekdir. Alçak seyler, cenâb-ı Hakkın
nehy-i iktizâî ve nehy-i gayr-i iktizâîsidir. Ya’nî, harâm ile mekrûhlardır. Su hâlde,
Kur’ân-ı kerîmde, zem edilen, kötü denilen dünyâ, harâmlar ve mekrûhlardır. Mal
kötülenmemisdir. Çünki, cenâb-ı Hak mala hayr adını vermekdedir. Bu sözümüzü
isbât eden vesîka, bütün mahlûkların ve insanlıgın üstünlükde ikincisi olan Ibrâhîm
halîl-ür-rahmânın malıdır. Yalnız yarım milyonu sıgır olmak üzere, davarları, ova ve
vâdîleri dolduruyordu. Görülüyor ki, islâmiyyet dünyâ malını kötülememekdedir. Ibrâhîm
peygamberin bu kadar zengin olması, sözümüzü isbât etmekdedir.]
12 — Harâm islememek ve bütün ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmek, çok kolaydır.
Kalbi bozuk olana güç gelir. Evet, birçok isler vardır ki, saglam insanlara
kolaydır. Hastalara ise güçdür. Kalbin bozuk olması, islâmiyyete temâm inanmaması
demekdir. Bu gibi insanlar, inandım dese de, hakîkî tasdîk degildir. Lâf ile
tasdîkdir. Kalbde hakîkî tasdîkın, dogru îmânın bulunmasına bir alâmet, dîn-i islâm
yolunda yürümekde kolaylık duymakdır.
13 — Allahü teâlânın feyzleri, ni’metleri, ihsânları, ya’nî iyilikleri, her ân, insanların
iyisine, kötüsüne, herkese gelmekdedir. Herkese mal, evlâd, rızk, hidâyet,
irsâd ve selâmet ve dahâ her iyiligi fark gözetmeksizin göndermekdedir.
Fark, bunları kabûlde, alabilmekde ve ba’zılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır.
Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, kullarına
zulm etmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düsünceleri,
çirkin isleri ile kendilerine zulm ve iskence ediyorlar) buyurulmusdur.
– 30 –
Nitekim günes, hem çamasır yıkayan adama, hem de çamasırlara, aynı seklde,
parlamakda iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamasırlarını ise beyâzlatır.
[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı seklde parladıgı hâlde, elmayı kızartınca tatlılasdırır.
Biberi kızartınca acılasdırır. Tatlılık ve acılık hep günesin ısıkları ile ise
de, aralarındaki fark, günesden degil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara
çok acıdıgı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden dahâ çok acıdıgı
için, dünyânın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cem’ıyyetin ve milletin
her zemânda ve her islerinde nasıl hareket etmeleri lâzım gelecegini, dünyâda
ve âhıretde râhat etmeleri ve se’âdet-i ebediyyeye kavusmaları için, islerini ne
yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldigini, Kur’ân-ı kerîmde bildirdi.
Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüsleri ile bulup, milyonlarca
kitâb yazarak, bütün dünyâya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları islerinde
bası bos bırakmamıs, islâmiyyetin girmedigi bir yer kalmamısdır. Demek
ki, islâmiyyeti dünyâ islerinden ayırmak mümkin degildir. Islâmiyyeti dünyâ islerinden
ayırmaga kalkısmak, islâmiyyeti ve müslimânları yeryüzünden kaldırmaga
çalısmak demek olmaz mı?]
Insanların, âhıretdeki ni’metlere nâil olmamaları, Ondan yüzçevirdikleri içindir.
Yüzçeviren, elbette birsey alamaz. Agzı kapalı bir kap, Nisan yagmuruna elbette
kavusamaz. Evet, yüzçeviren birçok kimsenin, dünyâ ni’metleri içinde
yasadıgı görülüp, mahrûm kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlara dünyâ için
çalısmalarının karsılıgını vermekdedir. Yalnız dünyâ için çalısanlara verdigi
dünyâlıklar hakîkatde azâb ve felâket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, istidrâc
olarak, ya’nî Allahü teâlânın aldatarak, ni’met seklinde gösterdigi musîbetlerdir.
Nitekim, Mü’minûn sûresi, ellialtıncı âyetinde meâlen, (Kâfirler, mal ve
çok evlâd gibi dünyâlıkları verdigimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım
mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmadıkları
ve dîn-i islâmı begenmedikleri için, onlara mükâfât mı ediyoruz, diyorlar?
Hayır öyle degildir. Aldanıyorlar. Bunların ni’met olmayıp, musîbet oldugunu
anlamıyorlar) buyurdu. Kalbleri [gönülleri] Hak teâlâdan yüzçevirenlere
verilen dünyâlıklar, hep harâblıkdır, felâketdir. Seker hastasına verilen tatlılar,
helvalar gibidir.
[Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvetdir. Elektrigin aküde, pilde
bulunması gibidir. Rûh [can] ise, bedenin her yerinde bulunur. Kalb, nefse uyup,
küfr veyâ günâh yapmak isteyince, Allahü teâlâ, bu kula acırsa, küfr ve günâh islemesini
istemez. O da, yapamaz. Acımazsa, islemesini ister ve yaratır. Karsılıgını
da verir. O hâlde insanın azâblara, felâketlere sürüklenmesine sebeb, kendisidir.
Kalbinin islâmiyyete uymayıp, nefsine uymasıdır.
Süâl: Allahü teâlâ, nefsi yaratmasaydı, insanlar onun aldatmasından kurtulurdu.
Kimse kötülük yapmaz, herkes Cennete giderdi. Iyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bu dünyâda, her mahlûkda, herseyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı,
hem de kahr, gadab sıfatı tecellî, zuhûr etmekdedir. Su, insanların, hayvanların
ve nebâtâtın yasamaları için, temizlik için, yemek, ilâc yapmak için lâzım oldugu
gibi, denizde binlerce insan bogulmakda, sel suları evleri yıkmakdadır. Soguk
su içen, hasta olmakdadır. Ates, ekmek, yemek pisirmek için, kısın ısınmak için
lâzım oldugu gibi, içine düseni yakmakdadır. Elektrik, çok yerde isimize yaradıgı
hâlde, yangına sebeb olmakda, insana çarpınca, hemen öldürmekdedir. Her ilâc,
bir derde devâ oldugu hâlde, fazlası zararlı olmakdadır. Hersey de böyledir. Nefs
de bunlar gibidir. Hem fâideli, hem zararlı tarafları vardır. Nefsin yaratılması, insanların
yasaması, üremesi ve dünyâ için çalısmaları ve âhıret için cihâd sevâbı kazanmaları
içindir. Allahü teâlâ, nefsi böyle nice fâideler için yaratdı. Fekat, nefs,
tegaddî ve tenâsül lezzetlerine doymaz. Allahü teâlâ bütün insanlara merhamet ederek,
acıyarak, nefse hâkim olup, zararlı arzûlarını önlemeleri için, akl da yaratdı.
– 31 –