02 Eylül 2013

T A M I L M I H Â L SE’ÂDET-I EBEDIYYE İKİNCİ BÖLÜM

T A M I L M I H Â L
SE’ÂDET-I EBEDIYYE
Besmeleyle baslıyalım kitâba!
Allah adı, en iyi bir sıgınakdır.
Ni’metleri sıgmaz ölçü hisâba
Çok acıyan, afvı seven bir Rabdır!
(Se’âdet-i Ebediyye) kitâbını yazmaga, Besmele ile baslıyorum. Dünyâda bütün
insanlara acıyarak, fâideli seyleri yaratıp göndermekdedir. Âhıretde, Cehenneme
gitmesi gereken mü’minlerden dilediklerini, ihsân ederek, afv edecek, Cennete
kavusduracakdır. Her canlıyı yaratan, her vârı, her ân varlıkda durduran, hepsini
korku ve dehsetden koruyan yalnız Odur. Böyle bir Allahın serefli ismine sıgınarak,
bu kitâbı yazmaga baslıyorum.
B I R I N C I K I S M
1 — Cenâb-ı Hak, hepimizi dünyâ ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her
bakımdan en yüksegi ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya “sallallahü aleyhi ve
sellem” tâbi’ olmak se’âdetiyle sereflendirsin. Çünki cenâb-ı Hak, Ona tâbi’ olmagı,
Ona uymagı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden
ve bütün âhıret ni’metlerinden dahâ üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine
tâbi’ olmakdır ve insanlık serefi ve meziyyeti, Onun dînine uymakdır. [Sünnet
kelimesi, üç ayrı ma’nâya gelir. Burada, (Ahkâm-ı islâmiyye) demekdir.]
[Ona tâbi’ olmak, ya’nî Ona uymak, Onun gitdigi yolda yürümekdir. Onun
yolu, Kur’ân-ı kerîmin gösterdigi yoldur. Bu yola (Dîn-i islâm) denir. Ona uymak
için, önce îmân etmek, sonra müslimânlıgı iyice ögrenmek, sonra farzları edâ
edip harâmlardan kaçınmak, dahâ sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak
lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymaga çalısmalıdır.
Îmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir. Îmân edenlerin,
farzları yapıp harâmlardan kaçınması lâzımdır. Her mü’min, farzları yapmaga
ve harâmlardan kaçınmaga, ya’nî müslimân olmaga me’mûrdur. Her mü’min,
Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem”, malından ve cânından dahâ çok sever.
Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmakdır. Bir
mü’min, bütün bunlara tâbi’ oldukdan sonra, mubâhlarda da, ne kadar Ona uyarsa,
o derece kâmil ve olgun bir müslimân olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, ya’nî
sevgili olur.
Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” söylediklerinin hepsini begenip kalbin
kabûl etmesine, ya’nî inanmasına (Îmân) denir. Böylece inanan insanlara,
(Mü’min) denir. Onun sözlerinden birine bile inanmamaga veyâ iyi ve dogru oldugunda
sübhe etmege (Küfr) denir. Böyle inanmıyan kimselere (Kâfir) [Allah düsmanı]
denir. Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde, yapılmasını açıkca emr etdigi
seylere, ya’nî bu emrlere (Farz) denir. Yapmayınız diye açıkça men’ ve yasak et-
– 17 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:2
digi seylere (Harâm) denir. Allahü teâlânın, açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” yapılmasını övdügü, yâhud devâm üzere yapdıgı,
yâhud yapılırken görüp de mâni’ olmadıgı seylere (Sünnet) denir. Sünneti begenmemek
küfrdür. Begenip de yapmamak suç degildir. Onun begenmedigi seylere
ve ibâdetin sevâbını gideren seylere (Mekrûh) denir. Yapılması emr olunmayan
ve yasak da edilmeyen seylere (Mubâh) denir. Bu emr ve yasakların hepsine
(Ahkâm-ı ilâhiyye) veyâ (Ef’âl-i mükellefîn) ve (Ahkâm-ı islâmiyye) denir.
(Ef’âl-i mükellefîn) sekizdir. Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm,
mekrûh, müfsid. Yasak edilmis olmıyan, yâhud yasak edilmis ise de, islâmiyyetin
özr, mâni’ ve mecbûriyyet tanıdıgı sebeblerden birisi ile yasaklıgı kaldırılmıs olan
seylere (Halâl) denir. Bütün mubâhlar halâldir. Meselâ, iki müslimânı barısdırmak
için yalan söylemek halâl olur. Her halâl mubâh olmıyabilir. Meselâ ezân okunurken,
alıs veris, mubâh degil, mekrûhdur. Hâlbuki halâldir.
Îmânı ve farzları ve harâmları ögrenmek, bilmek de farzdır. Otuzüç farz meshûrdur.
Bunlardan dördü esâs olup, nemâz kılmak, oruc tutmak, zekât vermek ve
hac etmekdir. Îmân ile berâber bu dört farz, islâmın sartıdır. Îmân edip de ibâdet
edene, ya’nî bu dört farzı yapana (Müslim) veyâ (Müslimân) denir. Dördünü birden
yapıp da, harâmlardan kaçınan, tam müslimândır. Bunlardan biri bozuk olur
veyâ hiç olmazsa, müslimânlık bozuk olur. Dördünü de yapmıyan, mü’min olsa da
müslimânlıgı tam degildir. Böyle îmân, insanı yalnız dünyâda korursa da, âhırete
îmânla gitmek güç olur. Îmân, muma benzer, (Ahkâm-ı islâmiyye) mum etrâfındaki
fener gibidir. Mum ile birlikde fener de, (Islâmiyyet)dir ve (Dîn-i islâm)
dır. Fenersiz mum çabuk söner. Îmânsız, islâm olamaz. Islâm olmayınca,
îmân da yokdur.
(Din), insanları se’âdet-i ebediyyeye götürmek için Allahü teâlâ tarafından
gösterilen yol demekdir. Din ismi altında insanların uydurdugu igri yollara din denmez,
dinsizlik ve kâfirlik denir. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin
senede, bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara bir din göndermisdir. Bu Peygamberlere
“salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” (Resûl) denir. Her asrda, en temiz bir
insanı Peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmisdir. Resûllere tâbi’
olan bu Peygamberlere de, (Nebî) denir. Bütün Peygamberler, hep aynı îmânı söylemis,
hepsi ümmetlerinden aynı seylere îmân etmegi istemislerdir. Fekat, dinleri,
ya’nî kalb ile, beden ile yapılması ve sakınılması lâzım olan seyleri baska baska
oldugundan, islâmlıkları, müslimânlıkları da ayrıdır.
Îmân edip de kendini ahkâm-ı islâmiyyeye uyduran müslimândır. Ahkâm-ı islâmiyyeyi
kendi arzûlarına, keyflerine uydurmak istiyen kâfirdir. Bunlar bilmezler
ki, Allahü teâlâ, dinleri, nefsin arzûlarını, keyflerini kırmak ve taskınlıklarını
önlemek için göndermisdir.
Her din, kendisinden önce gelen dîni nesh etmis, degisdirmisdir. En son gelen
ve her dîni degisdirmis, dahâ dogrusu dinlerin hepsini kendinde toplamıs olup, kıyâmete
kadar hiç degismiyecek olan din, Muhammed aleyhisselâmın dînidir. Bugün,
Allahü teâlânın sevdigi, begendigi din de, bu ahkâm ile kurulmus olan Islâm
dînidir. Bu dînin bildirdigi farzları yapanlara ve harâmlardan kaçınanlara Allahü
teâlâ, âhıretde ni’metler, iyilikler verecekdir. Ya’nî bunlar, sevâb kazanır. Farzları
yapmıyanlara ve harâmlardan kaçınmıyanlara, âhıretde cezâlar, acılar vardır.
Ya’nî böyle kimseler, günâha girer. Îmânı olmıyanların farzları kabûl olmaz. Ya’nî
bunlara sevâb verilmez. Farzları yapmıyan mü’minlerin, sünnetleri kabûl olmaz.
Ya’nî bunlara sevâb verilmez. Bunlar Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem”
tâbi’ olmus olmaz. Bir kimse, bütün farzları yapıp da, bir farzı özrsüz terk ederse,
bu borcunu ödemedikçe, bu cinsden olan hiç bir nâfile ibâdetine ve sünnetine sevâb
verilmez. (Miftâh-un-necât)daki (Yâ Alî, insanlar fedâil ile mesgûl oldukları
zemân, sen farzları temâmlamaga çalıs!) ve imâm-ı Gazâlînin (Dürret-ül fâhı-
– 18 –
re) kitâbının üçüncü faslı sonundaki (Allahü teâlâ, kazâya kalmıs nemâz borcu bulunan
ve harâm elbise giyen kimsenin [Nâfile] nemâzını kabûl etmez) hadîs-i serîfleri,
bunu açık olarak bildirmekdedir. (Miftâh-un-necât), Hakîkat kitâbevi tarafından
basdırılmısdır. Mubâhlar iyi niyyet ile güzel düsünceler ile yapılınca,
insan sevâb kazanır. Kötü niyyetlerle yapılırsa veyâ bunları yapmak, bir farzı
vaktinde edâ etmege mâni’ olursa, günâh olurlar. Farzlar yapılırken, kötü niyyetler
karısırsa, borc ödenmis, cezâdan kurtulmus olunur ise de, sevâb kazanılmaz.
Belki günâh da olur. Harâm isliyenlerin farzları ve sünnetleri sahîh olur. Ya’nî borclarını
ödemis olurlar ise de, sevâb kazanmazlar. (Hadîka)da, (Bid’at sâhiblerinin
ibâdetleri kabûl olmaz) hadîs-i serîfini anlatırken buyuruyor ki, (Günâhlardan sakınmayan
müslimânların ibâdetleri sahîh olsa da kabûl olmaz). Harâmlar iyi niyyet
ile yapılsa da, mubâh olamaz. Ya’nî harâmlara hiçbir zemân sevâb verilemiyecegi
gibi, özrsüz harâm isleyen herhâlde günâha girer. Harâmdan iyi niyyet ile, ya’nî
Allahü teâlâdan korkarak sakınan, vazgeçen sevâb kazanır. Baska bir sebeb ile harâm
islemezse, sevâb kazanmaz. Yalnız, günâhından kurtulur. Harâm isleyenlerin,
(Sen kalbime bak, kalbim temizdir. Allahü teâlâ kalbe bakar) demeleri bosdur. Fâidesizdir.
Müslimânları aldatmakdır. Kalbin dogru ve temiz olmasına alâmet, ahkâm-
ı islâmiyyeye yapısmak, ya’nî emrlere ve yasaklara uymak oldugu (Mektûbât)
ın birinci cildinin otuzdokuzuncu mektûbunda uzun yazılıdır. (Sir’at-ül-islâm)ın
246. cı sahîfesinde ve (Hadîka)da, takvâyı anlatırken diyor ki, (Harâmların iyi niyyet
ile yapılması, bunları harâmlıkdan çıkarmaz. Iyi niyyet, harâmlara ve mekrûhlara
te’sîr etmez. Bunları tâ’at hâline çevirmez).
(Mir’ât-ül-mekâsıd) kitâbı, yetmisüçüncü sahîfede ve Ibni Âbidîn “rahmetullahi
aleyh” abdestin niyyetinde ve (Milel-Nihal) tercemesi, ellidördüncü sahîfesinde
diyor ki, amel, ya’nî is üçe ayrılır: (Ma’sıyyet) ya’nî günâh olan isler. Bunlar, Allahü
teâlânın begenmedigi seylerdir. Allahü teâlânın emr etdigi seyi yapmamak veyâ
yasak etdigini yapmak ma’sıyyetdir. (Tâ’at) ya’nî Allahü teâlânın begendigi
seylerdir. Bunlara (Hasene) de denir. Tâ’at yapan müslimâna (Ecr) ya’nî (Sevâb),
ni’met, iyilik verecegini va’d buyurdu. Üçüncüsü (Mubâh) ya’nî günâh veyâ tâ’at oldugu
bildirilmemis olan islerdir. Yapanın niyyetine göre, tâ’at veyâ günâh olurlar.
Günâhlar, niyyetsiz veyâ iyi niyyet ederek islenirse, günâh olmakdan çıkmaz.
(Ameller, niyyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i serîfi, tâ’atlara ve mubâhlara niyyete
göre sevâb verilecegini bildirmekdedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için
baskasını incitse veyâ baskasının malı ile sadaka verse, yâhud harâm para ile
mekteb, câmi’ yapdırsa, bunlara sevâb verilmez. Bunlara sevâb beklemek, câhillik
olur. Zulm, günâh, iyi niyyet ile islenirse, yine günâh olur. Böyle isleri yapmamak
sevâbdır. Bilerek yaparsa, büyük günâh olur. Günâh oldugunu bilmiyerek yaparsa,
müslimânların çogunun bildigi seyleri onun bilmemesi, ögrenmemesi de günâh
olur. Dâr-ül-harbde dahî olsa, islâm bilgilerinin sâyı’, ya’nî yaygın oldugu yerde,
cehl özr olmaz, günâh olur.
Tâ’atlar, niyyetsiz veyâ Allah için niyyet ederek yapılınca, sevâb hâsıl olur.
Tâ’at yaparken, Allahü teâlâ için yapdıgını bilse de, bilmese de kabûl olur. Ya’nî
sevâb hâsıl olur. Bir kimse Allahü teâlâ için yapdıgını bilerek tâ’at yaparsa, buna
(Kurbet) denir. Kurbet olan isi de yaparken sevâb hâsıl olması için niyyet etmek
sart degildir. Sevâb hâsıl olması için, Allah rızâsı için niyyet etmek lâzım olan tâ’ate
(Ibâdet etmek) denir. Niyyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur. Bununla,
hadesden tahâret hâsıl olup nemâz kılınır. Görülüyor ki, her ibâdet kurbetdir
ve tâ’atdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, vakf, köle âzâd etmek ve sadaka ve hanefî mezhebinde
abdest almak ve benzerleri yapılırken sevâb hâsıl olmak için, niyyet lâzım
olmadıgından, kurbetdirler ve tâ’atdırlar. Fekat, ibâdet degildirler. Tâ’at veyâ
kurbet olan bir is yapılırken, Allah için niyyet edilirse, ibâdet yapılmıs olur. Fekat
bunlar, ibâdet olarak emr olunmadı. Allahü teâlâyı tanımaga yarayan fizik, kim-
– 19 –
yâ, bioloji, astronomi gibi bilgileri ögrenmek tâ’atdır, kurbet degildir. Çünki kâfir,
Allahü teâlânın varlıgını, bunları ögrenirken degil, ögrendikden sonra anlar.
Tâ’at, kötü niyyet ile yapılırsa, günâh olur. Güzel niyyetlerle tâ’atın sevâbı artdırılır.
Meselâ, câmi’de oturmak, tâ’atdır. Mescidin, Allahü teâlânın evi oldugunu
düsünerek, Allahü teâlânın evini ziyâreti de niyyet ederse, sevâbı dahâ çok olur.
Nemâz kılmagı beklemek için de niyyet ederse ve dısarda gözü, kulagı günâh islemesin
diye de ve mescidde i’tikâf ederek âhıreti düsünmegi de, mescidde, Allahü
teâlânın adını zikr etmegi de, orada emr-i ma’rûf ve nehy-i münker etmegi, ya’nî
va’z etmegi de, va’z dinlemegi de, yâhud Allahü teâlâdan hayâ ederek edebli olmagı
da niyyet ederse, her niyyeti için ayrı sevâblara kavusur. Her tâ’atda böyle
çesidli niyyetler ve sevâblar da vardır. Ibni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, hacca vekîl
göndermegi anlatırken de, bunları ta’rîf etmekdedir.
Her mubâh, iyi niyyet ile yapılınca tâ’at olur. Kötü niyyet ile yapılınca, günâh
olur. Koku sürünen, iyi giyinen kimse, dünyâ lezzeti için veyâ gösteris yapmak,
ögünmek için veyâ kendini kıymetlendirmek için, yâhud yabancı kadınları, kızları
avlamak için sık giyinirse, günâh islemis olur. Dünyâ lezzetini tatmak için olan
niyyetine azâb verilmez ise de, âhıret ni’metlerinin azalmasına sebeb olur. Baska
niyyetleri için azâb görür. Bu kimse, sünnet oldugu için koku sürünür, sık giyinirse,
câmi’e saygı için, câmi’de yanına oturan müslimânları incitmemek için, temiz
olmak için, sıhhatli olmak için, islâmın vakârını, serefini korumak için niyyet
edince, her niyyeti için ayrı sevâblar kazanır. Ba’zı âlimler buyuruyor ki, her mubâh
isde, hattâ yimede, içmede, uyumada ve halâya girmekde bile iyi niyyet etmegi
unutmamalıdır. Insan, mubâh bir ise baslarken, niyyetine dikkat etmelidir.
Niyyeti iyi ise, o isi yapmalıdır. Niyyeti, yalnız Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır.
Hadîs-i serîfde, (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize
ve amellerinize bakar) buyuruldu. Ya’nî, Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz
elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb ve ikrâm vermez.
Bunları ne düsünce ile, ne niyyet ile yapdıgına bakarak, sevâb veyâ azâb verir.
O hâlde, her mü’mine önce lâzım, birinci farz olan sey, îmânı, farzları, harâmları
ögrenmekdir. Bunlar ögrenilmedikce, müslimânlık olamaz. Îmân elde tutulamaz.
Hak borcları ve kul borcları ödenilemez. Niyyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez.
Düzgün niyyet edinilmedikce, hiçbir farz kabûl olmaz. (Dürr-ül-muhtâr)daki
hadîs-i serîfde, (Bir sâat ilm ögrenmek veyâ ögretmek, sabâha kadar ibâdet etmekden
dahâ sevâbdır) buyuruldu. (Hadarât-ül-kuds) müellifi, doksandokuzuncu sahîfede
diyor ki, (Imâm-ı Rabbânîden (Buhârî), (Miskât), (Hidâye), (Serh-i Mevâkıf)
kitâblarını okudum. Gençleri ilm ögrenmege tesvîk ederdi. Önce ilm, sonra tarîkat
buyururdu. Benim, ilmden kaçındıgımı, tarîkatden zevk aldıgımı görünce, hâlime merhamet
ederek, kitâb oku! Ilm ögren! Câhil sofu, seytânın maskarası olur, [Rütbetülilmi
a’ler rüteb] ya’nî, rütbelerin en üstünü, ilm rütbesidir buyurdu).
Ihlâs ile, ya’nî Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavusmak ve sevâb kazanmak
niyyeti ile, farzları, sünnetleri yapmaga ve harâmlardan ve mekrûhlardan kaçınmaga,
ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmege (Ibâdet etmek) denir. Niyyetsiz,
ibâdet olamaz. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” tâbi’ olmak için,
önce îmân etmek, sonra ahkâm-ı islâmiyyeyi ögrenmek ve yapmak lâzımdır.
Îmân etmek, Ona tâbi’ olmaga baslamak ve se’âdet kapısından içeri girmek demekdir.
Allahü teâlâ Onu, dünyâdaki bütün insanları se’âdete da’vet için gönderdi
ve Sebe’ sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü
aleyhi ve sellem”! Seni, dünyâdaki bütün insanlara ebedî se’âdeti müjdelemek
ve bu se’âdet yolunu göstermek için, beseriyyete gönderiyorum) buyurdu.]
Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, Ona uymaksızın,
birçok geceleri ibâdetle geçirmekden, katkat dahâ kıymetlidir. Çünki, (Kaylûle)
etmek, ya’nî ögleden önce biraz yatmak âdet-i serîfesi idi. Meselâ, Onun dî-
– 20 –
ni emr etdigi için, bayram günü oruc tutmamak ve yiyip içmek, Onun dîninde bulunmayıp
senelerce tutulan oruclardan dahâ kıymetlidir. Onun dîninin emri ile fakîre
verilen az bir sey ki, buna zekât denir, kendi arzûsu ile, dag kadar altın sadaka vermekden
dahâ efdaldir. Emîr-ül-mü’minîn Ömer “radıyallahü anh”, bir sabâh nemâzını
cemâ’at ile kıldıkdan sonra, cemâ’ate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı
dediler ki, geceleri sabâha kadar ibâdet ediyor. Belki simdi uyku basdırmısdır.
Emîr-ül-mü’minîn buyurdu ki, (Keski bütün gece uyuyup da, sabâh nemâzını cemâ’at
ile kılsaydı, dahâ iyi olurdu). Islâmiyyetden sapıtmıs olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede
edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir
ve hakîrdir. Eger bu çalısmalarına ücret hâsıl olursa, dünyâda birkaç menfe’atden
ibâret kalır. Hâlbuki, dünyânın hepsinin kıymeti ve ehemmiyyeti nedir ki, bunun
bir kaçının i’tibârı olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesden
dahâ çok çalısır ve yorulur. Ücretleri de herkesden asagıdır. Ahkâm-ı islâmiyyeye
tâbi’ olanlar ise, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile mesgûl olan mücevherciler gibidir.
Bunların isi az, kazancları pek çokdur. Ba’zan bir sâatlik çalısmaları, yüzbinlerce
senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi sudur ki, ahkâm-ı islâmiyyeye
uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok begenir.
[Böyle oldugunu kitâbının çok yerinde bildirmisdir. Âl-i Imrân sûresi, otuzbirinci
âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Onlara
de ki, eger Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini
istiyorsanız, bana tâbi’ olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi’ olanları sever) buyuruldu.]
Islâmiyyete uymıyan seylerin hiç birisini Hak teâlâ sevmez, begenmez. Sevilmeyen,
begenilmeyen seye sevâb verilir mi? Belki cezâya sebeb olur.
2 — Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı kerîmde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed
aleyhisselâma itâ’at etmenin, kendisine itâ’at etmek oldugunu bildiriyor. O
hâlde, Onun Resûlüne “sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Ona itâ’at
edilmis olmaz. Bunun pek kat’î ve kuvvetli oldugunu bildirmek için, âyet-i kerîmede
(Elbette muhakkak böyledir) buyurdu ve ba’zı dogru düsünmiyenlerin, bu
iki itâ’ati birbirinden ayrı görmelerine meydân bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ
sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerîmelerinde meâlen, (Kâfirler, Allahü
teâlânın emrleri ile Peygamberlerinin emrlerini birbirinden ayırmak istiyorlar.
Yehûdîler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed aleyhimesselâma
inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, Ona, hâsâ,
Allahü teâlânın oglu diyor. Bu inanısları ve dinleri kıymetsizdir. Onların hepsi
kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hâzırladık) buyurarak,
bunlardan sikâyet etmekdedir.
3 — Se’âdet-i ebediyyeye kavusmak için, müslimân olmak lâzımdır. Müslimân
olmak için, hiçbir formaliteye, müftîye, imâma gitmege lüzûm yokdur. (Makâmât-
i mazheriyye) onikinci faslında diyor ki, (Allahü teâlâya ve Resûlüne ve Onun
Allahü teâlâdan getirdiklerinin hepsine inandım. Allahü teâlânın ve Resûlünün
dostlarını severim ve düsmanlarını sevmem demek kâfîdir. Her bilgiyi delîl ile isbât
etmek, ya’nî Kur’ân-ı kerîmdeki veyâ hadîs-i serîflerdeki yerlerini göstermek, âlimlerin
vazîfesidir. Her müslimâna lâzım degildir). Ibni Âbidîn de, (Kâfirin nikâhı) bahsi
sonunda, böyle buyurmakdadır. [Îmâna gelen yaslı adamın sünnet olması sart degildir.
Hiç olmasa da olur denildi. Çünki sünnet, avret yerinin görünmesi için özr olmaz
diyenler de vardır. (Hadîka)da ve (Berîka)da diyor ki, (Müslimân olan yaslı adam
ve hastalar, sünnetin acısına dayanamazlarsa, sünnet edilmezler.) Doktor Necmüddîn
Ârif beg, 1343 [m. 1925] de Istanbulda basılan (Amelî Cerrâhî) kitâbında diyor
ki, (Yehûdîler çocuk yedi günlük iken, müslimânlar, herhangi bir zemânda sünnet
yapar. Sıhhî fâidesinden dolayı Avrupa ve Amerikada birçok hıristiyanlar da, kendilerini
ve çocuklarını sünnet etdirmekdedir.) Sünnetin nasıl yapılacagı, bu kitâbda
ve Sinop meb’ûsu doktor Rızâ Nûr begin (Fenn-i hitân) kitâbında uzun yazılıdır.]
– 21 –
4 — Bütün insanlara önce lâzım olan sey, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin kitâblarında
bildirdikleri gibi, bir îmân ve i’tikâd edinmekdir. Peygamberimiz Muhammed
aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur’ân-ı kerîmden murâd-ı ilâhîyi anlayan,
hadîs-i serîflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmetde
kurtulus yolu, bunların gösterdigi yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve
Onun Eshâbının “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” yolunu kitâblara geçiren,
degisdirilmekden ve bozulmakdan koruyan, (Ehl-i sünnet) âlimleridir.
5 — Dört mezhebde ictihâd derecesine yükselmis olan müctehidlere ve bunların
yetisdirmis oldukları büyük âlimlere (Ehl-i sünnet) âlimleri denir. Ehl-i
sünnetin reîsi ve kurucusu, (Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit) ve iki
imâm, Ebû Mensûr Mâ-türîdî ve Ebül-Hasen-i Es’arîdir.
6 — Hakîkate varmıs Evliyânın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî
“rahmetullahi aleyh” diyor ki, (Eger Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde,
imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi teâlâ aleyh” gibi bir zât bulunsaydı,
bunlar yehûdîlige ve hıristiyanlıga dönmezdi).
7 — Bu büyük imâmın ve yüzlerce talebesinin ve bunların da yetisdirdigi binlerce
büyük insanın yazdıgı milyonlarca kitâb, Peygamberimizin yolunu, bütün dünyâya
dogru olarak yaymıs, tanıtdırmısdır. Simdi, internet denilen âletler vâsıtası ile,
dünyânın her yerinde islâmiyyet çok kolay ögrenilmekdedir. Bugün islâm dînini,
duyamıyacak, hür dünyâda bir sehr, bir köy ve bir kimse kalmamısdır. Islâmiyyeti
isitince, dogru olarak ögrenmek istiyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edecegini va’d
buyurmusdur. Bugün, dünyâ kütübhânelerini doldurmus olan bu kitâbların ismlerini
bildiren fihristler mevcûddur. Meselâ, Kâtib Çelebînin (Kesf-üz-zunûn) kitâbında,
onbesbine yakın kitâb ve onbin kadar müellif ismi vardır. Bu kitâb, iki cild
olup, arabîdir. Bagdâdlı Ismâ’îl pâsa, bu kitâba, iki cild zeyl, ya’nî ilâve yazmısdır.
Bu zeyllerde, onbine yakın kitâb ve müellif ismi vardır. Kesf-üz-zunûn, 1250 [m.
1835] de, üstde arabî, altda latince tercemesi olarak, Leipzigde basılmısdır. Dahâ
önce 1112 [m. 1700] de fransızcaya terceme edilmisdi. Hemen yine o târîhde Mısrda
da basılmısdı. Son olarak, iki zeyli ile berâber 1360-1366 [m. 1941-1947] arasında
Istanbulda arabî basılmısdır. Kitâblar, elifbâ sırası iledir. Dördü de me’ârif kütübhânelerinde
satılmakda idi. Ismâ’îl pâsanın (Esmâ’-ül-müellifîn) ismindeki
arabî, iki cild kitâbı, 1370 ve 1374 [m. 1951 ve 1955] de Istanbulda basılmısdır. Bu
iki kitâbda, Kesf-üz-zunûn ve zeyllerindeki kitâbların müellifleri, elifbâ sırası ile
yazılmıs ve her ismin yanında, yazdıgı eserleri bildirilmisdir. Bugün, bütün dünyâda
mevcûd, yalnız arabî islâm kitâblarını ve yazarlarını ve her memleketde hangi
kütübhânelerde ve numarasını gösteren, çok istifâdeli ve kıymetli bir kitâb da, 1362
[m. 1943] de Leiden sehrinde basılmıs olan, Carl Brockelmannın (Geschichte der
Arabischen Litteratur) ismindeki almanca kitâbıdır. Osmânlı devletinde yetismis
âlimlerin hâl tercemesini bildiren (Sakâ’ik-ı Nu’mâniyye) kitâbının sâhibi, Tasköprü
zâde Ahmed efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Miftâh-us-se’âde) kitâbı,
besyüze yakın çesidli ilmi ta’rîf ve îzâh edip, her ilmde yazılmıs kitâb ve bunları
yazanlar hakkında bilgi vermekdedir. Islâm âlimlerini ve eserlerini tanıtan bu
kıymetli kitâbı, oglu, Kemâleddîn Muhammed, arabcadan türkçeye çevirmis ve
(Mevdû’ât-ül-ulûm) ismini vermisdir. (Mevdû’ât-ül-ulûm), [1313] senesinde, Ikdâm
gazetesi matba’asında basılmısdır. Piyasada mevcûddur. Bu kitâbı okuyan, anlayıslı
ve insâflı bir kimse, islâmiyyetin yirmi ana ilmini ve bunların kolları olan, seksen
ilmi ve bu ilmlerin âlimlerini ve herbirinin yazdıgı kitâbları görerek, durmadan,
yılmadan yazan, islâm âlimlerinin çoklugu ve herbirinin, ilm deryâsına dalmakdaki
mehâretleri karsısında, hayrân kalmakdan kendini men’ edemez.
[Bu kitâblarında tabî’iyyecilerin ve maddîcilerin sözlerini ve müslimân olmıyanların
islâmiyyete sokmak istedikleri uydurmaları delîller ve tartısmalar ile red
ederek hepsini susdurmuslar, din düsmanı olan zındıkların hâzırladıkları fitne ve
– 22 –
fesâd ateslerini söndürmüslerdir. Ayrıca, kötü maksadlarla Kur’ân-ı kerîme yanlıs
ma’nâlar vermege, bozuk tercemeler yapmaga kalkısanların yüz karalarını
meydâna çıkarıp, bir tarafdan îmân edilmesi lâzım gelen seyleri birer birer ve açıkça
yazmıslar, bir tarafdan da, bütün dünyâda olmus ve kıyâmete kadar olacak her
vak’a ve hareketin ahkâm-ı islâmiyyesini, pek dogru olarak, insanlıgın önüne
koymuslardır.
Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin “rahmetullahi teâlâ aleyh” dersinde hâzır bulunan
talebesinden sekizyüzden fazlasının ismleri ve hâl tercemeleri kitâblarda yazılıdır.
Bunlardan besyüzaltmısı fıkh ilminde derin âlim olarak söhret bulmus, içlerinden
otuzaltısı ictihâd makâmına yükselmisdir.]
8 — Her bid’at sâhibi, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde ma’nâları açık olmayan
i’tikâd bilgilerinde, yanlıs te’vîl yaparak, yanlıs ma’nâ çıkardıgı için, hak yoldan
ayrılmısdır. Hâlbuki, Peygamberimiz “aleyhisselâm” buyurdu ki, (Kur’ân-ı kerîmden
kendi aklı ile, kendi düsüncesi ve bilgisi ile ma’nâ çıkaran kâfirdir). (Berîka)
ve (Hadîka)da, dil âfetlerinin ellincisini okuyunuz! Nemâzdan, îmândan
haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin,
yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır.
9 — Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden çıkarılan ilmler içinde, kıymetli
ve dogru olan, yalnız (Ehl-i sünnet) âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir.
Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilmleri, Eshâb-ı kirâmdan ögrendi. Bunlar da,
Resûlullahdan ögrendiler. Her mülhid, her bid’at sâhibi ve her câhil, tutdugu yolun,
Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i serîflere uygun oldugunu sanır ve iddi’â eder. Bu
hâlde, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden çıkarılan her ma’nâ, makbûl ve
mu’teber degildir.
10 — Ehl-i sünnet âlimlerinin, o büyük ve dindâr insanların bildirdikleri i’tikâddan,
îmândan kıl kadar ayrılanların, kıyâmetde azâbdan kurtulmaları imkânsızdır.
Böyle oldugu akl ile, Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i serîfler ile ve din büyüklerinin
(Basîretleri) ile ya’nî kalb gözleri ile görmeleri ile anlasılmakdadır. Yanlıslık ihtimâli
yokdur. Bu büyüklerin kitâblarında bildirdikleri dogru yoldan kıl kadar ayrılanların
sözleri ve kitâbları, zehrdir. Hele dünyâlık toplamak için, dîni âlet
edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akllarına geleni yazan zındıkların
hepsi, din hırsızıdır. Bu kitâbları ve mecmû’aları okuyanların îmânlarını çalarlar.
Bunlara aldananlar, kendilerini müslimân sanıp nemâz kılar. Hâlbuki,
îmânları çalınmıs, gitmis oldugundan nemâzları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl
olmaz ve âhıretde ise yaramaz.
Dinlerini dünyâya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, (Câhiller, ahmaklar,
dünyâdaki zevk ve lezzetlere kavusmak için, dinlerini, îmânlarını verdi. Âhıretlerini
satıp, dünyâyı, sehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtulus yolunu bırakıp,
helâke kosdular. Bu alıs verislerinde birsey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve
kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etdi) olan onaltıncı âyet-i kerîmesi gönderildi.
11 — Iki cihân se’âdetine kavusmak, ancak ve yalnız, dünyâ ve âhıretin efendisi
olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmaga baglıdır. Ona tâbi’ olmak için,
îmân etmek ve ahkâm-ı islâmiyyeyi ögrenmek ve yapmak lâzımdır. Kalbde dogru
îmânın bulunmasına alâmet, kâfirleri düsman bilip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik
alâmeti olan seyleri yapmamakdır. Çünki islâm ile küfr, birbirinin aksidir, zıddıdır.
Birinin bulundugu yerde, digeri bulunamaz, gider. Bu iki zıd sey, bir arada bulunamaz.
Bunlardan birisine kıymet vermek, digerini hakâret ve kötülemek olur. Allahü
teâlâ, sevgilisi olan Muhammed aleyhisselâma, huluk-ı azîm sâhibi olan, çok merhametli
olan Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâm düsmanları ile cihâd
ve muhârebe etmegi ve onlara sertlik göstermegi emr ediyor. Demek ki, islâm
düsmanlarına sert davranmak huluk-ı azîmdendir. Islâmiyyetin izzeti ve serefi,
küfrün ve kâfirlerin hakîr ve zelîl olmasındadır. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden,
– 23 –
müslimânları tahkîr etmis, alçaltmıs olur. [Hak teâlâ, Âl-i Imrân sûresinde kâfirlere
kıymet verenlerin ve küfre tâbi’ olanların aldandıklarını ve pismân olacaklarını beyân
buyurarak meâli, (Ey benim sevgili Peygamberime “sallallahü aleyhi ve sellem”
inananlar! Eger, kâfirlerin sözlerine aldanıp da, Resûlümün “sallallahü aleyhi ve sellem”
yolundan ayrılırsanız, kendilerine müslimân süsü veren din düsmanlarının,
ya’ni zındıkların uydurma ve yaldızlı sözlerine kapılarak, îmânınızı çaldırırsanız, dünyâda
ve âhıretde ziyân edersiniz) olan yüzkırkdokuzuncu âyet-i kerîmeyi gönderdi.]
Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düsmanı ve Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve
sellem” düsmanı olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın düsmanlarını sevmek ve onlarla
kaynasmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine “sallallahü aleyhi
ve sellem” düsman olmaga sürükler. Bir kimse, kendini müslimân zan eder. Kelime-
i tevhîdi söyleyip, inanıyorum der. Nemâz kılar ve her ibâdeti yapar. Hâlbuki,
bilmez ki, böyle çirkin hareketleri, onun îmânını ve islâmını temelinden götürür.
[Kâfirler, ya’nî Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” bildirdigi islâm dînini
begenmiyenler, zemâna, asra ve fenne uymuyor diyenler ve mürtedler, müslimânlarla
ve müslimânlıkla, açıkça ve alçakça alay ediyor, müslimânları asagı görüyorlar.
Müslimânlıgın dısında kalmak, keyflerine, sehvetlerine ve içlerindeki kötü
isteklerine uygun geldiginden, müslimânlıga gericilik, îmânsızlıga, dinsizlige asrîlik,
münevverlik ve ısıklı yol diyorlar. (Mürted) demek, müslimân evlâdı oldukları
hâlde, müslimânlıkdan haberleri olmadıgından ve hiç bir din âliminin kitâbını
okumadıklarından ve anlamadıklarından, yalnız bir lutfe, bir teveccühe ve
dünyâlıga kavusmak için ve akıntıya kapılmıs olmak için, müslimânlıgı begenmiyenler,
terakkîye mâni’dir diyenlerdir.
Bunlardan ba’zısı, temiz yavruları aldatmak için (Islâmiyyetde hersey “mis” ile
bitiyor. Söyle imis, böyle imis diye, hep mısa dayanıyor. Bir sened ve vesîkaya dayanmıyor.
Diger ilmler ise, isbât edilip, bir vesîkaya dayanmakdadır) diyorlar. Bu
sözleri ile, ne kadar câhil olduklarını gösteriyorlar. Hiç de, bir islâm kitâbı okumamıslar.
Islâmiyyet ismi altında, hayâllerinde, birseyler tasarlayıp, din bu düsüncelerden
ibâretdir sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, hayâllere tapınan, hıristiyanlardır. Birkaç
yehûdînin ortaya çıkardıgı, heykellere, taslara tapınıyorlar. Hâlbuki müslimânlar,
peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselâma tâbi’ olmakda, haber verdigi,
mi’râc gecesinde görüp konusdugu ve hergün Cebrâîl ismindeki melek vâsıtası ile
haberlesdigi bir Allaha ibâdet etmekdedir. Bunların, islâmiyyetden ayrı ve uzak gördükleri
ilmler, fenler, vesîkalar, senedler, hep islâm dîninin birer su’besi, dallarıdır.
Meselâ liselerde okunan bütün fen bilgileri, kimyâ, bioloji kitâbları, ilk sahîfelerinde,
(Dersimizin esâsı, müsâhede [gözetleme], tedkîk [inceleme] ve tecribedir) diyor.
Ya’nî fen derslerinin esâsı, bu üç seydir. Hâlbuki, bu üçü de, islâmiyyetin emr
etdigi seylerdir. Ya’nî, dînimiz, fen bilgilerini emr etmekdedir. Kur’ân-ı kerîmin çok
yerinde, tabî’atı, ya’nî mahlûkâtı, canlı ve cansız varlıkları görmek, incelemek
emr edilmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, birgün Peygamberimize
“sallallahü aleyhi ve sellem” sordu ve: (Yemene gidenlerimiz, orada hurma agaçlarını,
baska dürlü asıladıklarını ve dahâ iyi hurma aldıklarını gördük. Biz Medînedeki
agaçlarımızı babalarımızdan gördügümüz gibi mi asılayalım, yoksa, Yemende
gördügümüz gibi asılayıp da, dahâ iyi ve dahâ bol mu elde edelim?) dediler. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bunlara söyle diyebilirdi: Biraz bekleyin! Cebrâîl
“aleyhisselâm” gelince, ona sorar, anlar, size bildiririm. Veyâ, biraz düsüneyim.
Allahü teâlâ, kalbime dogrusunu bildirir. Ben de, size söylerim, demedi ve (Tecribe
edin! Bir kısm agaçları, babalarınızın üsûlü ile, baska agaçları da, Yemende ögrendiginiz
üsûl ile asılayın! Hangisi dahâ iyi hurma verirse, her zemân o üsûl ile yapın!)
buyurdu. Ya’nî tecribeyi, fennin esâsı olan tecribeye güvenmegi emr buyurdu.
Kendisi melekden anlar veyâ mubârek kalbine elbette dogar idi. Fekat, dünyânın her
tarafında, kıyâmete kadar gelecek müslimânların, tecribeye, fenne güvenmelerini
isâret buyurdu. Hurma agaçlarını asılama kıssası (Kimyâ-i se’âdet)de ve (Ma’rifet-nâme)nin yüzonsekizinci sahîfesinde yazılıdır.
– 24

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...