FUSÛSU-L HİKEM
ALTINCI BÖLÜM
Her kim, İdris/İlyas’ın hikmetini anlamak isterse –ki Allahu Teala onu iki oluşumda
oluşturdu [inşa]; Nuh aleyhisselam’dan önce nebiydi, daha sonra göğe yükseltildi ve
daha sonra da resul olarak (yeryüzüne) indi; böylece Allahu Teala (biri nübüvvet ve
diğeri de risalet olmak üzere) iki farklı menzili onda birledi– aklının hükmünden
şehvetine inerek mutlak hayvan olsun (yani, eşyada tasarruf konusunda aklı karşı-
gelici olmayıp, rahmanî varidata teslimiyet gösteren hayvan gibi olsun), öyle ki,
insanlar ve cinlerin dışında kalan herbir yürüyücü’nün [dabbe] keşfettiği şeyi
keşfedebilsin. Ve böylesi bir keşf sırasında, hayvaniyet makamını gerçeklediğini bilir.
Hayvaniyet makamının iki alameti vardır. Birisi, (sözünü ettiğimiz) bu keşiftir,
böylece kabirde kimlerin azaba uğradığını ve kimlerin nimete eriştiğini görür; ölü bir
kimseyi yaşıyor olarak, susan bir kimseyi (kelimat-ı ruhaniyye-i melekutiyye ile)
konuşuyor olarak, oturan bir kimseyi de (manevi ve hayalî hareket ile) hareket
ediyor olarak görür. Ve hayvaniyet makamının ikinci alameti ise dilsizliktir, öyle ki,
bir kimse gördüğü bir şeyi söylemek istese buna güç yetiremez — işte bu
durumdadır ki hayvaniyet makamında (tümüyle) gerçeklenir. Dilsizlik olmaksızın
kendisinde bu keşfin ortaya çıktığı bir izleyicimiz vardı — bundandır ki, hayvaniyet
makamını (tümüyle) gerçekleyemedi. Allah beni bu makama yerleştirdiğinde
[ikame] hayvaniyet makamını tümüyle gerçekledim. Görüyor ve gördüğüm şeyi
söylemek istiyordum, ama buna güç yetiremiyordum. Dolayısıyla, konuşamayan
dilsizlerle aramda fark bulamıyordum.
Bizim bu söylediğimiz şeyi gerçekleyen kimse, tabii madde olmaksızın, saf
[mücerred] akla geçer. Dolayısıyla, tabii suretlerde zahir olan şeylerin asılları olan
birtakım şeyleri müşahede eder. Böyle olunca, bu hükmün (yani, tabii suretlerde
zahir olan çeşitli hükümlerin) tabii suretlere nereden zahir olduğunu (yani, değişmez
aynlardan zahir olduğunu) deneyimleme yoluyla (yani, zevk ilmiyle) bilir. Eğer
tabiatın Rahman’ın Nefesi olduğunu keşfedecek olursa, kendisine büyük bir hayır
bağışlanmış demektir. Eğer, bizim sözünü ettiklerimizle yetinecek olsa bile aklına
egemen olan marifetin bu kadarı kendisine yeter ve bu kimse, arifler arasına katılır.
Ve deneyimleme yoluyla [zevkan], “Onları öldüren siz değilsiniz, Allah öldürdü
onları” [Enfal Suresi, 8/17] ilahi kelamını bilir — onları ancak demir, vuran
(müminler) ve bu suretleri yaratan öldürmüştür. İşte “öldürmek” ve “atmak” bütün
bunlarla birlikte ortaya çıktı. Böylece, arif olan kişi, şeyleri, asılları ve suretleriyle
müşahede eder ve böylece marifeti eksiksiz olur. Ve eğer Nefes’i (yani, Rahman’ın
Nefesi’ni) de müşahede edecek olursa, yalnızca marifeti eksiksiz olmakla kalmaz,
aynı zamanda da kâmil bir kimse olur. Görenin, görülenin ta kendisi [ayn] olduğunu
görerek, gördüğünün ancak Allah olduğunu görür. Bu kadar yeter — Allah başarıya
erdirici ve doğru yola ileticidir.
LOKMAN KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ İHSANİYYE İlah, (Kendisi için) rızık irade etmeye meylettiğinde
Varoluşun [kevn] bütünü onun gıdasıdır
Ve eğer ilahi meşiyyet bizim için rızık irade etmeye yönelirse
Meşiyyetin gereğince, O bizim (değişmez aynlarımız) için gıdadır
O’nun meşiyyeti iradesidir
Öyleyse deyin ki: meşiyyetle iradeyi diledi
Böylece irade, meşiyyetin dilediğidir.
Meşiyyet artmayı (varetmeyi) ve azalmayı (yok etmeyi) irade eder
Ama, O’nun meşiyyetinden başka meşiyyet yoktur
İşte bu, ikisi (meşiyyet ve irade) arasındaki farktır, iyi anla
Ve bir yönden bakıldığında her ikisinin de ayn’ı birdir.
Allahu Teala, “Biz Lokman’a hikmeti verdik” [Lokman Suresi, 31/12] ve “Hikmet
verilen kimseye hiç kuşkusuz büyük hayır bağışlandı” [Bakara Suresi, 2/269]
buyurdu. Dolayısıyla Lokman, Kur’an’da belirtildiği üzere ve Allahu Teala’nın
şehadetiyle büyük bir hayır sahibidir. Ve hikmet kimileyin dile getirilir ve kimileyin
de dile getirilmez. Lokman’ın oğluna söylediği şu sözler, dile getirilmiş olan
hikmettendir: “Ey oğulcuğum! İnsanın rızıkları ve amelleri bir hardal tanesi kadar
bile olsa, o amel ve rızık tanesi ister bir kayanın içerisinde olsun, isterse göklerde
veya yerde olsun Allah onu ortaya çıkarır [ihzar]” [Lokman Suresi, 31/16]. Bu
hikmetin dile getirilmiş bir hikmet olması, Lokman’ın Allahu Teala’yı, (habbeyi)
ortaya çıkarıcı kılmasıdır — ve Allahu Teala bunu Kitabı’nda (Kur’an’da) onaylamış
ve bu sözü, söyleyene geri çevirmemiştir.
Ve dile getirilmemiş [meskûtün anha] hikmete gelince, hal karinesi ile bilinen bu
hikmet, tanenin kim için ortaya çıkarıldığının (Lokman tarafından) söylenmemesidir.
Lokman bu hikmeti söylemedi ve “Allah onu senin için veya senden başkası için
ortaya çıkarır” demeyerek, ortaya çıkarılmayı genele ilişkin kıldı — yani,
bakan/düşünen [nazar] kimsenin, Allahu Teala’nın, “O göklerde, yerde Allah’tır”
[En’am Suresi, 6/3] sözüne bakması/sözünü düşünmesi için, tenbih olarak, ortaya
çıkarılanı göklerde ve yerde kıldı.
Lokman, dile getirdiği veya dile getirmekten geri durduğu şeyle, Hakk’ın (her şeyin
değil de) her bilinen’in ayn’ı olduğunu haber verdi; çünkü “bilinen,” “şey”den daha
kapsamlıdır. Dolayısıyla da, (“bilinen,” şey’iyyetin olmadığı taayyün-i evvel
mertebesinde yalnızca Hak tarafından bilindiğinden, insanlar için) bilinmezlerin en
bilinmezidir.
Bundan sonra, Lokman, kendi oluşumu bu hikmetle kâmil olabilsin diye, bu hikmeti
eksiksiz kıldı ve onu eksiksiz bir şekilde aldı. Böylece, “Allah Latif’tir” [Lokman
Suresi, 31/16] dedi. Latif oluşu ve lütfundandır ki O, kendi ismiyle adlandırılan ve
kendi sınırıyla sınırlı [mahdud] olan şeyde, bu şeyin ayn’ıdır. Ve bu şey için, isminin
delalet ettiği şey denir. Dolayısıyla, ona “gök,” “yer,” “kaya,” “ağaç,” “hayvan,” “melek,” “rızık” veya “yiyecek” denir. Ve (bütün bu) şeylerin herbirinden ve
herbirinde zahir olan, bir-olan-ayn’dır [ayn-ı vahid]. Öte yandan, Eş’ariler şöyle
derler: “Bütün alem cevher bakımından benzeşiktir.” Dolayısıyla alem, tek bir
cevher’dir [cevher-i vahid]. Ve bu bir-olan-cevher, bizim “bir-olan-ayn” dediğimiz
şeyin aynısıdır. Eş’ariler daha sonra, “(tek cevher) araz yoluyla kendi içerisinde
farklılaşır” dediler. Bu da bizim “(bir-olan-ayn) ayrışabilmek için, suretler ve
nisbetler yoluyla çoklaşır ve birbirinden farklılaşır” sözümüzün aynısıdır. Suret, araz
veya mizaç yönünden, “Bu, öbürü değildir” denir. Ve cevher yönünden, “Bu,
öbürünün ta kendisidir” denir. Bundandır ki, her suret ve mizacın tanımında
cevherin ayn’ı içkindir [ahz]. Dolayısıyla biz şöyle deriz: “Cevher, Hak’tan başka
değildir.” Ve cevher olarak adlandırılan her ne kadar Hak ise de, kelamcılar, bu
cevherin, keşf ve tecelli ehlinin mutlak kıldığı Hakk’ın ta kendisi olmadığını
zannederler. (Yani, ‘cevherin ayn’ı başka, Hakk’ın ayn’ı başkadır’ deyip, iki ayn isbat
ederler.) İmdi, işte bu, O’nun “Latif” olmasının hikmetidir.
Daha sonra Lokman, Hakk’ı “O, Habîr’dir” [Lokman Suresi, 31/16] –yani, deneme
[ihtibar] yoluyla ortaya çıkan ilimle bilir– diyerek nitelendirdi. Ve bu ilme şu ayette
işaret edilmiştir: “Biz sizi deneriz, ta ki … bilelim” [Muhammed Suresi, 47/31]. Ve bu
ilim, deneyimleme [zevk] ilmidir. Hak Teala, işi ne ise o olarak bilmekle birlikte,
Kendisini bir ilimle bilgileniyor olarak niteledi. Ve Hak Teala’nın Kendisi hakkında
kesinlediği bir şeyin inkarı sözkonusu olamaz. Böylece Hak Teala, mutlak ilim ile,
yetilerle kayıtlı olan deneyimleme [zevk] ilmini birbirinden ayırdı.
Ve Allahu Teala, Kendi nefsinin, o kulun yetilerinin ta kendisi [ayn] olduğunu
bildirdi: “Ben onun işitmesi olurum” dedi — ki bu, kula ilişkin bir yetidir. Ve “dili,
eli ve ayağı olurum” dedi — ki bunlar, kulun uzuvlarındandır. Allahu Teala,
kulunun yetileri olduğunu söylemekle kalmayıp, aynı zamanda uzuvları da
olduğunu belirtti — ve kul, bu uzuvlar ve yetilerden başkaca bir şey değildir. İmdi,
(Hak kulun yetileri ve uzuvları olunca) kul olarak adlandırılanın ayn’ı Hak’tır. Ama
bu, kulun, efendinin ayn’ı olduğu demek değildir. Çünkü nisbetler, zatlarıyla
birbirinden ayrışıktır. Ama bu nisbetlerin, Kendisine mensub oldukları Hakk’ın
Zatı’nda ayrışıklık yoktur. Çünkü, varlıkta bütün nisbetlerde O’nun ayn’ından
başkası yoktur. Böylece O, nisbetler, izafetler ve sıfatlar sahibi olan Bir-olan-ayn’dır.
Lokman’ın, oğluna öğüt verirken, Allah’ı “Latif” ve “Habîr” İsimleri’yle
adlandırması, Lokman’ın hikmetinin kemalat derecesini gösterir. Ama eğer, “Allah,
Latif ve Habîr’dir” [Lokman Suresi, 31/16] demek yerine, “Allah, Latif ve Habîr idi”
(yani, “Allah ezelde kendi zatında Latif ve Habîr olduğu gibi, şimdi de öyledir”)
diyecek olsaydı, sahip olduğu hikmet çok daha kusursuz ve apaçık olurdu. Ve
Allahu Teala, Lokman’ın sözünü –bu söze herhangi bir şey eklemeksizin– olduğu
gibi aktardı. Her ne kadar Lokman’ın, “Allah, Latif ve Habîr’dir” [Lokman Suresi,
31/16] sözü Allah’ın sözü ise de, Allahu Teala bilir ki, eğer Lokman, sözünü (dile
getirilmemiş bırakmayıp) tam söyleseydi, elbette ki, “Allah, Latif ve Habîr idi” derdi. Lokman’ın, “Hardal tanesi ağırlığınca olsa bile..” [Lokman Suresi, 31/16] sözüne
gelince: Burada sözü edilen tane, bir kimseye gıda olan bir şeydir. Ve bu (gıda ile)
beslenen, Allah’ın, “Kim zerre kadar bir iyilik yapmışsa onu görecektir ve kim zerre
kadar kötülük yapmışsa onu görecektir” [Zelzele Suresi, 99/7-8] sözündeki
“zerre”den başkası değildir. Dolayısıyla bu zerre, beslenen’in küçüğüdür; ve bir
hardal tanesi de besinin küçüğüdür. Eğer beslenenler arasında, zerreden daha küçük
bir şey olsaydı, Allahu Teala elbette ondan söz ederdi. Nitekim, Allahu Teala, “Allah
bir sivrisinekle misal getirmekten çekinmez..” [Bakara Suresi, 2/26] buyurdu. Sonra,
varlıkta sivrisinekten daha küçük bir şey olduğu ilahi ilimde sabit olduğundan, “..ve
onun ötesindeki ile” [Bakara Suresi, 2/26] sözünü ekledi — ve bu (“ötesindeki” olan),
küçüklükte (sivrisinekten daha küçük bir mahluk) demektir. Bu da, tıpkı Zelzele
Suresi’ndeki ayet gibi Allah kelamıdır. İmdi, bunu bil. Ve biz biliriz ki, zerreden daha
küçük bir şey olsaydı, Allahu Teala, ağırlığı, abartmalı bir ifade olarak kullandığı
zerreye özgü kılmazdı. Ama en doğrusunu Allah bilir.
Lokman’ın, oğluna küçültme kipiyle (“oğulcuğum” biçiminde) seslenmesine gelince:
Bu küçültme, rahmettir. Merhametinden dolayı, oğluna, kendisini mutluluğa
eriştirecek ameller işlemesini öğütledi. Ve, Lokman’ın, “Allah’a şirk koşma!..”
sözüyle oğlunu şirkten sakındırması ise, şundan dolayıdır: “..Şirk en büyük
zulümdür” [Lokman Suresi, 31/13]. Ve (bu durumda) mazlum olan, makamdır (yani,
ayn-ı vahid’den ibaret bulunan uluhiyet makamıdır); çünkü bu makamı, bir-ayn
[ayn-ı vahid] olduğu halde, bölünebilirlikle nitelemiştir. Ve O’na şirk koşan kimse,
O’na O’nun ta kendisini [ayn] ortak koşmuş olur — ve bu da en büyük cehalettir. İşi
ne ise o olarak bilmeyen ve işin hakikatini bilmeyen kişi, bir-olan-ayn’da [ayn-ı
vahid] suretler birbirinden farklı olduğunda, bu birbirinden farklılığın bir-olan-ayn
içerisinde olduğunu bilmeyip, bu makamda (yani, ayn-ı vahid makamında) olan bir
sureti diğer surete ortak koşar. Ve herbir suret için bu makamdan bir parça [cüz]
ortaya çıkarır (yani, o Bir-olan-ayn’ı suretlere göre parçalara ve kısımlara ayırır).
İki şeyin ortaklığı sözkonusu olduğunda, iyi bilinir ki, bir şeyi ortak kılındığı diğer
şeyden ayıran; ortak kılındığı diğer şeyi, onun kendisinden ayıranın aynı değildir.
(Yani, belli bir ortaklaşalık noktası dışında, ortak olan şeylerin sadece kendilerine
özgü olan yanları vardır.) Böyle olunca, aslına bakılırsa varlıkta ortaklaşalık
sözkonusu değildir. Çünkü aralarında ortaklaşalık olduğu söylenen iki şeyin herbiri
kendine özgü bir paya sahiptir, (birinin sahip olduğu paydan diğerinin nasibi
yoktur). Bunun sebebi ise, paylaşımsız ortaklıktır [şirket-i müşa’a]. Ve her ne kadar
paylaşımsız ise de, ikisinden birinin kullanılması [tasrif] paylaşımsızlığı ortadan
kaldırır. “İster ‘Allah’ deyin, ister ‘Rahman’ deyin..” [İsra Suresi, 17/110] — işte bu
(ayet), meselenin (yani, ortaklaşalık meselesinin) ruhudur. HARUN KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ İMAMİYYE
Bil ki, Harun aleyhisselam’ın varlığı, “Biz ona rahmetimizden, kardeşi Harun’u nebi
olarak bağışladık” [Meryem Suresi, 19/153] ayetinde belirtildiği gibi, rahamut
hazretindendi. Dolayısıyla Harun’un nübüvveti rahamut hazretinden oldu. Harun
yaş itibarıyla Musa’dan ileri, Musa da nübüvvet itibarıyla Harun’dan ileriydi.
Nübüvvetinin rahmetten olmasındandır ki Harun, kardeşi Musa’ya –babasını değil
de annesini anarak– “Ey anamın oğlu!” [Meryem Suresi, 19/153] diye seslendi.
Çünkü rahmet, annede babadan daha çok vardır; eğer annede bu rahmet olmasaydı,
çocuğu yetiştirmeye sabredemezdi.
Sonra Harun, (kardeşine) “Sakalımı ve saçımı tutma!” ve “Düşmanlarımı güldürme!”
[Taha Suresi, 20/94] dedi. Bütün bu sözler (Musa’nın öfkesini yatıştırmaya yönelik
olduğundan, Musa için) rahmet nefeslerinden bir nefestir. Bunun (böyle olmasının)
sebebi, elinden yere attığı levhalara yeterince dikkatli bakmamış olmasıydı. Eğer
yeterince dikkatli bakmış olsaydı, bu levhalarda “Hüda” ve “Rahmet” (yazılı
olduğunu) görürdü. Hüda, kendisini öfkelendiren işin nasıl olup bittiğinin ve
Harun’un bu işte hiçbir suçu olmadığının beyanıydı. Rahmet ise Musa’nın kardeşine
yönelikti — (eğer levhada yazılanı görseydi) kendisinden yaşlı olan kardeşinin
sakalını kavminin gözü önünde çekiştirmezdi. Dolayısıyla bu (yani, Harun’un
sözleri), Harun’dan Musa’ya yönelik bir merhamet oldu. Harun’un nübüvveti
Allah’ın rahmetinden olduğu için, ondan ancak böylesi bir söz çıkar.
Sonra cenab-ı Harun, Musa’ya şöyle dedi: “Senin bana, ‘İsrailoğulları arasına ayrılık
soktun’ diyerek, beni aralarındaki ayrılığın sebebi olarak görmenden korktum”
[Taha Suresi, 20/94]. Çünkü, İsrailoğulları arasında, buzağıya tapma konusunda
ayrılık çıkmış; kimileri Samirî’ye uyup, onu taklit ederek buzağıya taparken, kimileri
de ne yapmaları gerektiğini Musa’ya sormak üzere buzağıya tapmaktan geri
durmuşlardı. İşte, Harun aleyhisselam, onlar arasındaki bu ayrılığın kendisine nisbet
olunmasından korktu.
Ve Musa, işin hakikatini Harun’dan daha iyi biliyordu. Çünkü Musa, Allah’ın, hiç
kimsenin Kendinden başka bir şeye kulluk edemeyeceğini hükme bağlamış olduğu
[kaza] ve ancak O’nun hükmettiği şeyin ortaya çıkabileceği konusundaki ilminden
dolayı, buzağıya tapanların (gerçekte) neye kulluk ettiklerini biliyordu. Musa’nın,
kardeşini ayıplaması, kardeşinin inkarı ve anlayamamasından dolayı idi. Arif odur
ki, Hakk’ı her şeyde müşahede eder ve O’nun her şeyin ayn’ı olduğunu görür.
Böylece Musa –yaşça ondan daha küçük olsa da– kardeşini eğitiyordu.
Ve Harun’un kendisine söylediği şeyleri söylemesinden sonra Musa, Samirî’ye
dönerek şöyle dedi: “Amacın neydi, ey Samirî?” [Taha Suresi, 20/95]. Yani, “(İlah’ı) buzağı suretine özgü kılarak, ne diye insanların mücevherlerinden bu buzağıyı
yaptın da, malları yönünden onların kalbini çeldin?” dedi. (İnsanın kalbi, malının
bulunduğu yöne eğilimli olduğundan) İsa aleyhisselam İsrailoğulları’na şöyle dedi:
“Ey İsrailoğulları, her insanın kalbi malının bulunduğu yöndedir. O halde siz,
malınızın gökte olduğunu farzedin ki, kalpleriniz gökte olsun.” Mala, “mal”
denilmesi, tabiatı gereği kalplerin ona kulluk etme eğiliminde olmalarından
[“tumilu”] dolayıdır. Ve kalbin mala duyduğu gereksinimden dolayı, mal kalbin en
çok istediği şeydir.
Ne var ki, suretler kalımlı değildirler. Ve eğer Musa buzağıyı yakmaya
davranmasaydı, bu buzağı sureti (zaten) kaçınılmaz olarak ortadan kalkacaktı. Ve
Musa’da, (buzağının Allah’tan) başka-olmaklığı (düşüncesi) baskın geldiği için,
buzağıyı yakarak, bu suretten arta kalan külleri denize savurdu ve Samirî’ye “İlahına
bak!..” dedi. Tenbih yoluyla eğitmek için, buzağıyı “ilah” olarak adlandırdı, çünkü
buzağının ilahi tecelli mahallerinden bir parça olduğunu biliyordu. Ve şöyle dedi:
“..Biz onu elbette yakarız” [Taha Suresi, 20/97].
İnsanın hayvaniyeti, hayvanın hayvaniyetini teshir ettiğindendir ki, insan hayvan
üzerinde tasarrufta bulunur — buzağıya gelince, onun aslı hayvan değildir,
dolayısıyla hayvana göre daha fazla teshir edilebilir. Hayvan olmadığından, iradesi
de yoktur ve bundandır ki, tümüyle, kendisinde tasarruf eden kimsenin hükmü
altındadır. Hayvan ise, irade ve garaz sahibi olduğundan, kimileyin, kimi
yönlendirimlere ayak diremesi sözkonusu olur. Hayvan, irade ve garazını gösterme
kuvveti bulacak olursa, insanın kendisinden istediği şeye kafa tutar. Eğer böylesi bir
kuvveti kendisinde bulamayacak olursa veya insanın garazıyla hayvanın garazı
uyuşacak olursa, kendisinden istenen şeyi boyun eğerek yerine getirir.
Aynı şekilde, insan da, Allah’ın (mal ve ilim ile) yücelttiği benzerine (yani, başka bir
insana), ondan bir mal ummasından dolayı boyun eğer. Bu mala bazı durumlarda
“ücret” denilir. Ve Allahu Teala, şöyle buyurmuştur: “Biz onların kimisini, kimisinin
derecelerinden üstün kıldık — kimisi kimisine uyup peşinden gitsinler diye” [Zuhruf
Suresi, 43/32]. İnsan, benzerine (yani, başka bir insana) ancak hayvaniyeti yönünden
boyun eğer, insaniyeti yönünden değil; çünkü benzer olan iki şey (birbirlerinden
başka oldukları için) birbirlerine zıddırlar (ve birbirine zıd olan iki şey arasında biri
diğerine boyun eğmeklik sözkonusu olamaz). Mal ve mevki yönüyle mertebesi
yüksek olan, insaniyeti yönünden teshir eder. Ama diğeri, ya korkusundan ya
hırsından dolayı, hayvaniyeti yönünden onun emri altına girer — insaniyeti
yönünden değil. O halde kendisine, benzeri olan boyun eğmiş değildir. Hayvanlar
arasında, uyuşmazlıktan dolayı ortaya çıkanı (yani, birbirleri arasındaki didişmeleri)
görmez misin? Bunun böyle olması, benzer olmalarından dolayıdır ve benzer olanlar
birbirlerine zıddırlar. Ve bundandır ki, Hak Teala, “Allah kiminizin derecesini
kiminizinkinden üstün kıldı” [En’am Suresi, 6/165] buyurdu. Böylece, birinin
derecesi diğerininkiyle aynı değildir. Dolayısıyla emir altına alma, derecelerin farklılığından ortaya çıkar.
Ve iki türlü emir altına alma [teshir] vardır. İlki, emir altına alınan kimseden bir şey
istenmesiyle olan bir emir altına almadır ve emir altına alan kimse, emri altına aldığı
kişiyi emri altına almasında kahirdir. Bu durum –her ne kadar insan olmaklıkta
birbirlerinin benzeri iseler de– efendinin kölesini emri altına alması gibidir. Ve
sultanın uyruklarını emri altına alması gibidir ve –her ne kadar birbirlerinin benzeri
iseler de– sultan uyruklarını, derecesinin üstünlüğüyle emri altına alır.
Ve ikinci tür, hal olarak emir altına almadır. Ve bu, uyrukların, kendilerini zulme
karşı savunan, onları koruyan, düşmanlarıyla savaşan ve onların mallarını ve
nefslerini muhafaza eden sultanı emir altına almaları gibidir. Sultanın yaptığı bütün
bu işler, uyrukların sultanı (hal ile) emir altına almasıdır. Aslına bakılırsa bu,
“mertebenin emir altına alınması”dır. Ve bu mertebe (yani, sultanlık mertebesi)
sultanın bütün bu işleri yapmasını gerekli kılar. Böylece, bazı sultanlar kendi nefsleri
için çalışırken, kimisi de işin hakikatini bilerek, kendi mertebesi yönünden
uyrukların emri altında olduğunu bilir ve uyrukların kadrini ve hakkını bilir. Arif
olan böylesi bir sultana Allahu Teala, işin hakikatini bilen alimlere verdiği mükafatı
verir. Ve Allahu Teala, kullarının yapıp etmelerinde [şuun] (tecelli ediyor)
olduğundan, (kulları için yapılanlara) karşılık vermek Allah’ın üzerine düşer. Ve
bütün bir alem, emir altına alınabilir olduğundan söz edilemeyecek olan Hakk’ın
Zatı’nı emir altına alır — ve O, şöyle demiştir: “O her an bir iştedir” [Rahman Suresi,
55/29].
Musa’nın buzağının üzerine varmasının (ve onu ortadan kaldırmasının) tersine,
Harun’un buzağıya tapanları –buzağının üzerine vararak, ona tapmaktan– fiilî
olarak alıkoymaya güç yetirememesi, Allah’a herbir surette ibadet edilmiş
olunabilmesi için varlıkta bir hikmet olarak zahir oldu. Ve her ne kadar bu suret,
kendisine ibadet olunduktan sonra ortadan kalkacak da olsa, ortadan kalkması ancak
kendisine ibadet eden tarafından uluhiyete büründürüldükten sonra olur. Ve böylece
her şeye ilah veya emir altına alıcı olarak ibadet edilmiş olur. Ve akıl sahibi bir kimse
bunun böyle olmasındaki kaçınılmazlığı bilir. Ne var ki, alemdeki hiçbir şeye, bu şey
kul indinde yüceliğe [rifat] bürünmedikçe ve kulun kalbinde (yüksek) bir derece ile
zuhur etmedikçe ibadet edilmez. Bundandır ki Hak, Kendini “derecenin yükseği”
olarak değil de, “derecelerin yükseği” [Mü’min Suresi, 40/15] olarak adlandırmakla,
bir-olan-ayn’da [ayn-ı vahid] dereceleri çoğalttı. Çünkü Allahu Teala hiç kuşkusuz,
birbirinden farklı birçok derecelerde ancak kendisine kulluk edilmesini ve her
derecenin, kendisinde O’na ibadet edilen bir ilahi tecelli mahalli olmasını hükme
bağladı [kaza].
Ve kendisinde (Hakk’a) kulluk edilen en büyük tecelli mahalli hevadır. Nitekim Hak
Teala, “hevasını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü?” [Casiye Suresi, 45/23]
buyurmuştur. Gerçekte heva, kendisine kulluk edilenlerin en büyüğüdür. Çünkü bir şeye ancak onun sebebiyle kulluk edildiği halde, ona ancak kendi zatı ile kulluk
edilir. Hevaya ilişkin olarak şöyle diyorum:
Heva hakkı için, heva hiç kuşkusuz hevanın sebebidir
Eğer kalpte heva olmasaydı, hevaya kulluk edilmezdi.
Allah’ın eşyaya ilişkin ilminin ne kadar kâmil olduğunu ve hevasına kulluk eden ve
onu ilah edinen kimsenin ilmini nasıl eksiksiz kıldığını görmüyor musun? “Allah
onu ilim üzere dalalete düşürdü” [Casiye Suresi, 45/23] buyurdu. Ve dalalet,
hayrettir. Ve (ilmi) eksiksiz ve kâmil kılan bu hayrettir.
Hak Teala gördü ki: Kul ancak kendi hevasına ve hevasının taatına boyun eğmesi
nedeniyle kulluk eder. Ve kul, kendi hevasının –kendi hevalarına kulluk eden
kişilerde olduğu gibi– kulluk etmesini emrettiğini ve Allah’a kulluğunun bile
hevadan olduğunu görür; çünkü, o kulda mukaddes olana yönelik heva olmasaydı –
ki bu heva sevme iradesidir– Allah’a kulluk etmez ve O’nu başkasına tercih etmezdi.
Ve yine, alemdeki suretlerden bir surete kulluk edip onu ilah edinen kimse, bu sureti
ancak heva ile ilah edinmiştir. Kulluk eden kimse, hiçbir zaman kendi hevasının
egemenliğinden kendini kurtaramaz.
Sonra, Hak Teala gördü ki: O kulluk edilenler, kulluk edenlerle değişir. Bir şeye
kulluk eden, bir başkasına tapan kimseyi kafirlikle suçlar. Ve az biraz kavrayış sahibi
bir kulluk edici [abid], hevanın birliğinden ve tek-olmaklığından [ahadiyet] dolayı
hayrete düşer — çünkü, bu heva bütün kulluk edenlerde bir-olan-ayn’dır [ayn-ı
vahid]. Böylelikle Allahu Teala, (tafsilî varlıkta bu hallerin böyle olduğunu gördüğü
ve sınama -ihtibar- ilmi ile bildiği için) böylesi bir kimseyi dalalete (yani, şaşkınlığa)
düşürür. Yani, her kulluk edenin ancak kendi hevasına kulluk ettiğini ve –meşru
olan bir şeye uysun veya uymasın– o kulu kullukta kullananın kendi hevası
olduğunu bilmesi, bu kimseyi hayrete düşürür.
Kâmil olmuş bir arif, kendisine kulluk edilen herbir mabudun, Hakk’ın bir tecelli
mahalli olduğunu gören kimsedir. Böyle olduğu içindir ki, onların hepsi, (kulluk
ettikleri şeyleri) kendilerine özgü olan isimleriyle “taş,” “ağaç,” “hayvan,” “insan,”
“yıldız,” “sultan” olarak adlandırmanın yanısıra, “ilah” olarak da adlandırırlar. Ve
uluhiyet bir mertebedir ki, kulluk edici olan, bu uluhiyetin kendi mabudunun
mertebesi olduğunu tahayyül eder; halbuki bu mabud, bu özgül tecelli mahallinde
bu mabuda kulluk edici olanın görüşüne göre gerçekten de Hakk’ın tecelli
mahallidir. Bundan dolayıdır ki, bazı arifler, cehaletlerini gösteren şu sözü söylediler:
“Biz onlara ancak bizi Hakk’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz” [Zümer Suresi, 39/3]
dediler ve tapındıkları şeyleri “ilahlar” olarak adlandırdılar. Hatta şöyle dediler:
“Muhammed bu ilahları tek bir ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şeydir” [Sâd
Suresi, 38/5]. Gerçi onlar, (tek ilah olan) Hakk’ı inkar etmediler, ama suretlerin
çokluğu ve uluhiyetin bu suretlere nisbet edilmesi ile sınırlı bir anlayışa sahip
olduklarından, (Resul’ün daveti karşısında) şaşkınlığa düştüler. Ve Resul (sav) geldiğinde onları –bu suretlerin taşlardan yapılmış olduklarını bilmelerinden dolayı–
“Biz onlara ancak bizi Hakk’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz” [Zümer Suresi, 39/3]
sözleriyle itikat ettikleri ve kendilerince isbat ettikleri ve şehadet ettikleri ve
görünmeyen tek İlah’a davet etti. Ve putlara tapanlar bu suretleri gerçekten bu
suretlere özgü olduklarını bildikleri isimlerle (yani, “taş,” “ağaç” ve saire olarak)
adlandırıyor olduklarından, “Onları isimleriyle anın!” [Ra’d Suresi, 13/33] sözüyle,
putlara tapanları, bu suretlere tapmaktan alıkoyacak delil ortaya kondu.
Ama işi ne ise o olarak bilenlere gelince, onlar, putlara tapanların, bu suretlerin
aynlarına kulluk etmeyip, yalnızca bu suretlerde farkına vardıkları tecelli sultanının
hükmüyle bu suretlerde Allah’a kulluk ettiklerini bilmekle birlikte, kendilerine
kulluk edilen bu suretleri zahirde inkar ederler. Çünkü onların ilim mertebeleri,
iman ettikleri resulün hükmü doğrultusunda, vaktin hükmüne uymalarını gerekli
kılar ki, onlar bu nedenle “müminler” olarak adlandırılmışlardır. Ve onlar, vaktin
kullarıdır. Ve (şeylerde) tecelli eden Hakk’ı bilmeyen inkarcı, bunu (yani, Hakk’ın
şeylerde tecelli ettiğini) bilmez; ve resullerden, nebilerden ve vârislerden olan kâmil
bir arif böylesi (cahil) bir kimseye karşı bunu (yani, Hakk’ın şeylerde tecelli ettiği
gerçeğini) örter. Böyle olunca, (bu arif kişi) vaktin resulünün bu suretlerden uzak
durmasından dolayı, vaktin resulüne uyarak ve Allah’ın “Ey resulüm! De ki: Eğer
Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin” [Âl-i İmran Suresi, 3/31] sözü
gereğince Allah’ın kendisini sevmesini istediğinden dolayı onlara (bu cahil
kimselere) o suretlerden uzak durmayı emreder.
Ve Resul, kendisine muhtaç olunan, icmal yönünden bilinen ve müşahede
olunmayan İlah’a davet etti. Ve, “Gözler O’nu algılayamaz..” –ama şeylerin
aynlarındaki latifliğinden ve yayınımından dolayı– “..O gözleri görür” [En’am
Suresi, 6/103]. Gözler O’nu göremez, tıpkı kendi şekillerini ve zahirî suretlerini
yöneten ruhlarını göremedikleri gibi. Dolayısıyla O Latif’tir. Batınlar ve zahirlerden
Haberdar’dır [Habîr]. Ve haberdar olma [hibret] deneyimlemedir [zevk] ve
deneyimleme ise tecellidir ve tecelli suretlerdedir. Böyle olunca (Hakk’ın tecellisi
için) suretler kaçınılmazdır. Ve (suretlerde tecelli etmek için) Hak kaçınılmazdır. Ve
Hakk’ı gören kimsenin kendi hevasıyla O’na kulluk etmesi kaçınılmazdır — eğer
anladıysan. Ve yol Allah’a varır.
MUSA KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ ULVİYYE
Musa’dan dolayı çocukların öldürülmesindeki hikmet; kendisinden dolayı öldürülen
herbir çocuğun hayatının, ona yardım olarak dönmesidir. Çünkü herbiri Musa
olduğundan (yani, Musa’dır diye) öldürüldü. Ve bunda (yani, öldürülmüş
olmalarında) bilgisizlik sözkonusu değildir. Hiç kuşkusuz onların herbirinin hayatı
Musa içindi, yani onun uğruna hayatlarından oldular. Ve bunlar kendi (aslî) fıtratları
üzere zahir olmuş hayatlardı; nefsin istekleriyle [araz] lekelenmiş olmadıklarından
fıtrat üzereydiler. Ve Musa, Musa’dır diye öldürülenlerin hayatının toplamıydı, ve (dolayısıyla) bu öldürülenlere ruhani istidatları ölçüsünde verilmiş olanların hepsi
Musa’da vardı. Ve kendisinden önce hiç kimsede gerçekleşmemiş olan bu durum,
Allah tarafından Musa’ya özgü kılındı [ihtisas-ı ilahi]. Musa’nın hikmetleri çoktur, ve
bu bölümde –inşaallah– ilahi emirle bana verilmiş olanları ortaya koyacağım. Ve
yukarıda sözünü ettiklerim, Musa’ya ilişkin olarak bana anlatılarak öğretilenlerin
ilkidir.
Musa, çok sayıdaki ruhların toplamı olarak doğmakla, (öldürülen çocuklardaki)
bütün faal yetileri kendinde topladı. Çünkü, küçük büyüğü emir altına alır. Çocuğun
kendine özgü bir şekilde büyüğü nasıl çekip çevirdiğini görmez misin? Ve büyük,
kendi üstünlük konumundan çocuğun düzeyine inerek onunla oynar ve onunla
çocukça konuşur. Ve çocuğa, onun aklına göre görünür. Ve o, bilmeksizin çocuğun
emri [teshir] altındadır. Çocuk onu –sıkıntıya düşmemek için– kendi
yetiştirilmesiyle, korunmasıyla, işlerinin görülmesiyle meşgul kılar. Bütün bunlar
küçüğün büyük üzerindeki fiilleridir ve bunun böyle olması, (küçüğün sahip olduğu
ruhani) makamın kuvvetinden dolayıdır, çünkü küçüğün Rabbine olan ahdi
yenicedir, çünkü yeni olmuştur. Ve büyük Allah’tan uzaktır ve Allah’a yakın olan,
Allah’a uzak olanı teshir eder, tıpkı sultana yakın olan seçkin kimselerin uzak
olanları teshîr etmeleri gibi.
Allah’ın Resulü, yağmur yağarken [nüzul] başını açar ve bunu yağmurun Rabbine
olan ahdinin yeni olmasından dolayı yaptığını söylerdi. Ve bu Nebi’nin, Allah’a
ilişkin marifetini nasıl üstün, yüce ve apaçık kıldığına bak! Böylece yağmur,
insanlığın en üstün olanını Rabbine yakın olmaklığıyla teshir etti. Ve bu yağmur,
Nebi’ye gelen Elçi’nin vahiyle inmesi [nüzul] gibiydi ve Nebi’yi, bizatihi haliyle (hal
diliyle) davet etti. Ve Resul (sav), yağmurun Rabbinden getirdiği şey kendisine isabet
edebilsin diye ona kendisini açtı. Eğer kendisine isabet edecek olanda ilahi bir fayda
olmasaydı, kendisini ona açmazdı. Bu risalet, Allah’ın kendisiyle herşeye hayat
verdiği suyun risaletidir. Öyleyse anla!
Ve Musa’nın sandığa konup suya bırakılmasının hikmetine gelince: “Sandık,” onun
beşer olmaklığıdır [nâsut] ve “su,” onun bedeni vasıtasıyla kendisinde ortaya çıkan
ilimdir ve böylesi bir ilmi bahşeden; düşünsel kurgulama, his ve hayal yetileridir —
ve bütün bunlar (yani, düşünsel kurgulama, his ve hayal yetileri) ve bunun benzeri
olan şeyler insanın nefsinde ancak unsurlardan oluşan bedenin varlığıyla ortaya
çıkar. Ve nefs bu bedende ortaya çıktığında ve bedeni çekip çevirmek ve onu
yönetmekle emrolunduğunda, Allah bu yetileri nefs için birer araç kıldı, ki bu
araçlarla nefs, kendisinde Rabb için sekinet olan bu “sandığın” yönetilmesinde
Allah’ın bu yetilerden murad ettiği şeye (yani, Hakk’ın ve halkın varlığını ve
aralarındaki irtibatı bilmeye ve eşyanın hakikatini görmeye ve idrak etmeye)
ulaşabilir. Ve bu yetiler sayesinde kendisinde çeşitli ilimler ortaya çıkabilsin diye
sandıkla suya atıldı. Ve (bu şekilde) Allah, bedeni yöneten ruh her ne kadar
hükümran olsa da, bedeni yönetmesinin ancak bedenle olduğunu Musa’ya bilinir kıldı. Onu, “sandık” olarak işaret edilen bu “beşer olmaklık”ta bulunan bu yetilerin
sahibi kıldı.
Allah’ın alemi yönetmesi de böyledir; alemi ancak alemle veya onun suretiyle
yönetir. Çocuk kendisini doğuranın var etmesine dayanır [tevakkuf]; sebep olunan
şeyler sebeplere dayanır; koşula dayanan şeyler koşullara; sonuçlar sebeplere;
delillendirilenler delillere; gerçeklenenler kendi hakikatlarına dayanır. Ve alemdeki
bütün bunlar Hakk’ın alemdeki yönetmekliğidir, ve Allah alemi ancak alemle
yönetir.
“Veya onun suretiyle..” deyişimize gelince: Bununla demek istediğim, alemin
suretidir. Ve bununla kastettiğim de Allah’ın adlandırıldığı Güzel İsimleri ve
vasıflandırıldığı yüce sıfatlarıdır. Bize, Allah’ın adlandırıldığı tek bir İsmi
erişmemiştir ki, bu İsmin anlamını ve ruhunu alemde görmemiş olalım. Aynı şekilde,
Allah alemi, ancak alemin suretiyle yönetir. İşte bu nedenledir ki Peygamber
Efendimiz; Zat, Sıfatlar ve Fiiller olan İlahi Hazret’in bütün vasıflarını cem eden
İnsan’ın yaratılışına ilişkin olarak, “Allah Âdem’i, Kendi suretinde yarattı” demiştir
— ve Âdem’in sureti, İlahi Hazret’ten başka bir şey değildir. Ve Allah, (Hazret-i
İlahiye’nin numunesi olan) bu şerefli numunede, yani İnsan-ı Kâmil’de, İlahi
İsimler’in toplamını ve ayrıntılanmış [münfasıl] büyük alemde (suret olarak İnsan-ı
Kâmil’in) kendisi dışında olan bütün bu İsimler’in hakikatlarını varetti; ve Âdem’i
alem’in ruhu yaptı ve suretinin kemalinden dolayı onu ulvi ve süfli şeyleri emri
altına alıcı kıldı. Öyle ki, alemde kendi hamdıyla Allah’ı övmeyen tek bir şey
olmadığı gibi; aynı şekilde, kendi suretinin hakikatını onlara bahşetmiş olmasından
dolayı, bu İnsan’ın emri altında olmayan tek bir şey yoktur. Allahu Teala şöyle
buyurdu: “Gökte olanları ve yerde olanları ve onların içerisindekileri sizin emrinize
verdik” [Casiye Suresi, 45/13] — ve alemde ne varsa, İnsan’ın emri altındadır. Bunu
bilen kimse İnsan-ı Kâmil’dir, cehaletinden dolayı bunu bilmeyen ise insan-ı
hayvan’dır.
Musa’nın bir sandık içerisinde suya bırakılması, görünüşte helak olması iken,
zahirde ve batında ölümden kurtulmasıydı, ve Musa –tıpkı nefsin cehalet
ölümünden ilimle dirilmesi gibi– diri oldu. Yüce Allah’ın dediği gibi, “Biz onu
dirilttik..” –yani ilimle dirilttik– “..ve ona, kendisiyle insanların arasında yürüdüğü
nur verdik..” –ve bu (nur) hidayettir– “..O, karanlıklar içerisinde olan kimse gibi
midir?..” –ve bu (karanlıklar) dalalettir– “..ve o, onun (yani, dalaletin) dışına
çıkamaz” [En’am Suresi, 6/122] yani, sonsuza dek hidayete eremez; çünkü gerçekte
emrin (yani, ilmin) kendi içerisinde bir sonu yoktur ki, orada durabilsin. Hidayet
olunmaklık İnsan’ın hayret’e hidayetidir ve böylece (övülesi hayrete hidayet
olunmuş) bir kimse (durabileceği bir son olmadığındandır ki), emrin (yani, ilmin)
hayret olduğunu bilir. Hayret (durmanın yokluğu sebebiyle olduğu içindir ki),
kıpırdanma ve harekettir, ve hareket hayattır ve onun sükûnu ve ölümü yoktur —
dolayısıyla (hayat olan hayret), içerisinde yokluk [adem] barındırmayan varlıktır [vücud]. Ve su da (tıpkı ilim gibi) hayat verici olup, yeryüzü [arz] onunla hayat
bulur. Ve O’nun “kıpırdanır..” sözü, yeryüzünün hareketine; O’nun “..kabarır..”
sözü, yeryüzünün yüklenmesine; ve yine O’nun “..herbir güzel çiftten bitirir” sözü,
yeryüzünün –ancak kendisine benzeyeni, yani kendi gibi tabii olan şeyi–
doğurmasına işaret eder [Hac Suresi, 22/5]. Böylece, yeryüzünden [arz] doğan ve
ondan zahir olan şey ile birlikte, yeryüzü [arz] için, ikilik [şef’iyyet] demek olan çiftolmaklık [zevciyyet] ortaya çıktı. Benzer şekilde, İlahi İsimler’in hakikatlarını talep
eden ve Hak’tan zahir olan alemden dolayı, Hakk’ın varlığı için, çokluk [kesret] ve
İsimler’in “O şöyledir ve böyledir” diye sayılması ortaya çıktı [sabit]. Böylece, (tek
olan Hakk’ın varlığı) alemle birlikte iki [mesna] oldu; ve çokluğun tekliği
[ahadiyetü’l-kesre] buna (yani, tek olan Hakk’ın varlığına) aykırıdır. Hak Teala,
gerçekte, zatından dolayı tek ayn [ahadiyyetü’l-ayn] idi; tıpkı zatından dolayı tek
ayn [ahadiyetü’l-ayn] olan heyulani cevher gibi. Ve heyulani cevher, zatıyla
yüklendiği ve kendisinden zahir olan suretler ile çoktur [kesîr]. Hak da Kendisinden
zahir olan tecelli suretleriyle böyledir (yani, çoktur). Böylece Hak, akledilebilir olan
tek-olmaklık [ahadiyet-i ma’kuliyyet] ile beraber, alem suretlerinin tecelli mahalli
oldu. Allahu Teala’nın, kullarından dilediğine özgü kılarak bildirdiği bu ilahi
öğretimin ne kadar güzel olduğuna bir bak!
Firavun’un ailesi onu suda, ağacın yanında bulduğunda, Firavun ona “Musa” adını
verdi. Kıptîce “mu” su ve “sa” da ağaç demektir. Bu şekilde, onu içinde bulunduğu
şeyle adlandırdı. Çünkü sandık suda ağacın yanında durmuştu. Ve (Firavun)
Musa’nın öldürülmesini istedi. Bunun üzerine, karısı (Asiye) Musa’ya ilişkin olarak
konuştu. Ve Firavun’a söylediği sözde, (kendisine ilham olunan) ilahi konuşma ile
konuştu. Çünkü, Aleyhi’s-selatü ve’s-selam’ın, o ve İmran kızı Meryem için,
erkeklerinki gibi kemale sahip olduklarını teyid eder biçimde bildirdiği üzere, Allahu
Teala onu kemal için yarattı. Musa’ya ilişkin olarak Firavun’a, “O, benim ve senin
için göz aydınlığıdır” [Kasas Suresi, 28/9] dedi. Böyle olunca, onda ortaya çıktığını
söylediğimiz kemal ile, “gözü” Musa’yla aydınlık oldu. (Aynı şekilde) suda
boğulurken, Allah’ın bahşettiği iman sayesinde, Firavun’un da gözünün aydınlığı
oldu. Allah onun canını, içerisinde hiç kir kalmamış bir şekilde tertemiz olarak aldı,
çünkü İslâm önceden olanları siler. Ve ilahi rahmetten hiç kimse ümidini kesmesin
diye, Allah Firavun’u, dilediğine inayet ettiğine ilişkin bir ayet kıldı. Çünkü Allah’ın
rahmetinden ancak kafirler ümit keser. Eğer Firavun ümit kesenlerden olsaydı,
imana gelmezdi. Böylece Musa, Firavun’un karısının kendisi hakkında söylediği gibi
oldu, ki şöyle demişti: “O benim ve senin için göz aydınlığıdır, onu öldürme!
Yakında bize faydası dokunur” [Kasas Suresi, 28/9]. Ve böyle de oldu. Her ne kadar,
o sırada, Firavun’un mülkünü ve ailesini kendi elleriyle yıkıma uğratacak olan nebi
olduğunu bilmiyor da olsalar, Allah onlara Musa ile fayda verdi.
Allah, Musa’yı Firavun’dan koruduğunda, Musa’nın annesi, (oğlunun öldürülmediği
haberini alınca) kalbindeki üzüntüden kurtulmuş olarak sabahladı. Daha sonra,
Allahu Teala kendi annesinin memelerine yönelmesi için, ona süt-nineleri haram kıldı. Böylece, annesinin sevincini eksiksiz kılmak için, Musa’yı annesine emzirtti.
Şeriat ilmi de böyledir. (Musa’nın ancak annnesinin memesinden süt emerek
beslenmesi gibi, her nebinin ümmeti de ancak kendi şeriatlarının ilmiyle ruhlarını
beslerler ve diğer nebilerin şeriatları o ümmete haram kılınmıştır.) Allahu Teala şöyle
buyurmuştur: “Sizden herbiriniz için Biz bir şeriat ve minhac getirdik” [Mâide
Suresi, 5/48] — ve buradaki “min-hace” sözü, geldiği kaynağı anıştırır bir şekilde
“ondan geldi” demektir. Tıpkı bir ağaç dalının ancak köküyle beslenmesi gibi, bu
kaynak onun (yani, bir nebinin ümmetinden olan kulun) gıdası oldu. Böylece, bir
şeriatta yasaklanan şey, diğer bir şeriatta helal kılındı — yani, surette helal kılındı.
Bununla demek istediğim, (helal kılınan) o şeyin işin aslına bakılırsa, geçmişteki
(haram kılınmış olan) şeyle aynı olmadığıdır, çünkü o, yeni bir yaratılıştır ve tekrar
yoktur. Bundandır ki biz sana tenbih ettik. Buna, Musa’nın süt emmesinin
yasaklamasıyla işaret edilmiştir. Çünkü, onun annesi gerçekte onu emzirendir, onu
doğuran değil. Doğuran anne onu emaneten taşıdı, böylece çocuk ondan doğdu ve
istemsiz olarak annesinin hayız kanıyla beslendi. Bu, çocuğu üzerine minnet etmesin
diye böyledir. Çünkü eğer çocuk bu kanla beslenmeseydi ve bu kan, kendisinden
çıkmasaydı, onu öldürür ve hastalanmasına neden olurdu. Böylece, bu kan ile
beslenmekle, cenin’in annesi üzerinde minneti sözkonusudur. Çünkü çocuk, bu
kanla beslenmekle, annede kaldığında ve dışarı atılmadığında veya cenin tarafından
besin olarak alınmadığında, annesine gelebilecek olan zarardan korudu. Halbuki
emzirenin durumu farklıdır, çünkü süt vermekle çocuğun hayatını ve varlığını
sürdürmesini dilemiştir. Kendisini doğurandan başka bir kadının, onu doğuran
üzerinde bir üstünlüğü olmasın ve çocuğunun eğitimiyle gözü aydın olsun,
kucağında onun büyümesine şahid olsun da üzülmesin diyedir ki Allah, Musa’nın
emzirilmesini, kendisini doğuran anneye vermiştir.
Ve Allah Musa’yı (kendi beşer olmaklığı olan) sandığın sıkıntısından kurtardı. Musa,
her ne kadar tabiatın dışına çıkmadıysa da, Allahu Teala’nın ilahi ilimden kendisine
verdiği şeyle tabiat karanlığını yırttı. Ve Allah, başına getirdiği [mübtela] şeye kendi
nefsinde gösterdiği sabır gerçeklensin diye, onu birçok ortamlarda sınadı.
Allahu Teala’nın Musa’nın başına getirdiği [mübtela] ilk şey, Allah’ın verdiği ilhamla
ve onun sırrında verdiği güçle [tevfik] –kendisi bunun böyle olduğunun bilincinde
olmaksızın– Kıbtî’yi öldürmesidir. Ama, Rabbinin emri gelinceye kadar beklememiş
olmakla birlikte, onu öldürmüş olmaktan sıkıntı duymadı. Çünkü nebi, kendisine
bildirilinceye kadar, (yaptığının) bilincinde olmadığından dolayı, batında
masumdur. Ve işte bundandır ki, Hızır ona çocuğun öldürülmesini gösterdi. Musa
çocuğun öldürülmesini doğru bulmadı ve kendisinin Kıbtî’yi öldürmüş olduğunu
hatırlamadı. Bunun üzerine Hızır ona şöyle dedi: “Bunu kendiliğimden yapmadım”
[Kehf Suresi, 18/82]. Bu sözle, Musa’yı kendi mertebesinden, yani Kıbtî’yi İlahi
Emir’le öldürmüş olduğundan haberdar etti — çünkü nebi, bunun bilincinde olmasa
bile, (nebi olmaklığıyla) işin aslında yaptıklarında masumdur