FUSÛSU-L HİKEM
YEDİNCİ BÖLÜM
Hızır ona geminin delinmesini de gösterdi. Bu, zahirde helak ve batında ise
gasbedicilerin [gasıb] elinden kurtulmaktır. Ve Hızır bunu, Musa’nın kendisini dört
bir yandan saran suya bırakıldığı, ve zahiri helak ve batını kurtuluş olan sandığa
nazire olarak yaptı. Ve annesi, gasbedici [gasıb] Firavun’un, Musa’yı elinden zorla
alıp, onu kendi gözleri önünde öldüreceği korkusuyla bunu yaptığında, Allah böyle
yapmasını, kendisi bunun bilincinde olmaksızın, ona vahy etti. Ve Musa’yı (günün
birinde) emziriyor olacağı içine doğdu. Ve (eğer yanında kalacak olursa) Musa’nın
öldürüleceği korkusuyla, onu sulara bıraktı. Ve atasözünde denildiği gibi, “Göz
görmeyince gönül katlanır.” Dolayısıyla, Musa’nın başına gelecekleri kendi gözüyle
görme korkusuyla korkmadı, ve ona ilişkin olarak gözün görmesinin üzüntüsüyle
üzülmedi. Ve günün birinde Allah’ın onu kendisine geri vereceği yolundaki hüsn-ü
zan kendisinde baskın çıktı ve kendisindeki bu zanla yaşadı. Ve ümit, korku ve
üzüntüye karşıttır. Kendisine ilham olunduğunda, “belki de bu, Firavun’un ve
Kıbtîler’in helakının kendi eliyle olacağı resuldür” dedi ve bu zanla yaşayıp mutlu
oldu. Ve bu zan, işin aslında (kendisine ilham olunmuş bir) ilimdir.
Daha sonra Musa, peşine düşüldüğünde, zahirde korktuğundan, ama mânada
kurtuluşu sevdiğinden [hubb], kaçarak orayı terketti. Ve gerçekte hareket, her zaman
için, sevgidir [hubb] ve bundan ibarettir; hareketi görenin (hareketin sevgi olduğuna)
perdeli olması, hareketin sebebi olarak başka şeyler görmesidir ve hareketin sebebi
bunlar değildir. Çünkü, gerçekte hareket, alemin, sükun içerisinde bulunduğu
yokluktan [adem] varlığa [vücud] hareketidir. Böylece, alemin varlığından ibaret
olan hareket, sevgi [hubb] hareketidir. Ve Resulallah (sav), “Ben gizli bir hazineydim,
bilinmeye muhabbet ettim” sözüyle hiç kuşkusuz buna işaret etmiştir. Bu muhabbet
olmasaydı, alem kendi ayn’ında zahir olmazdı. Böylece, alemin yokluktan [adem]
varlığa [vücud] hareketi, Yaratıcı’nın sevgisinin [hubb] varlığa doğru hareketidir. Ve
kendisinde yokluğun değişmezliğini [sübut] müşahede etmiş olan alem de aynı
şekilde, kendini varlık olmaklığında müşahede etmeyi sever. Ve onun değişmez bir
yokluktan her bir yönden varlığa hareketi, Hak’tan ve kendinden doğru bir sevgi
hareketi oldu. Ve kemal kendisi için sevilir. Ve Hak Teala’nın Kendisine ilişkin ilmi,
Kendisi alemlerden gani olduğundan dolayı, ancak Kendisine aittir. Ve O’nun için
geri kalan şey, alemin aynları olan bu aynlardan ortaya çıkan hâdis ilimle, ilim
mertebesinin tamamlanmasıdır. Ve alemin aynları varolduklarında, kemal sureti,
hâdis ve kadim ilimle zahir olur. Dolayısıyla, ilim mertebesi iki yön ile kâmil olur.
Aynı şekilde, (alemin aynları ile birlikte) varlık mertebeleri de kâmil olur. Çünkü,
kimi varlıklar ezelî olduğu halde, kimisi de ezelî değildir. Ezelî olan varlık, Kendi
nefsiyle varolan Hakk’ın varlığıdır. Ve ezelî olmayan varlıklar ise, değişmez alem
suretlerindeki Hakk’ın varlığıdır, ve bu varlıklar hâdis olarak adlandırılırlar, çünkü
bunların kimisi, kimi diğerlerine zahir olur. Böylece O, alem suretlerinde Kendini
zahir kılar ve varlığı kemale erdirir. Böylece, alemin hareketi kemale duyulan
sevgiden oldu. Bunu anla!
Görmez misin ki O, alem olarak adlandırılanın ayn’ındaki etkilerinin zuhurunun yokluğundan dolayı İsimler’de olan şeye (yani, darlık ve sıkıntıya), İlahi İsimler’den
nasıl Nefes verdi. Ve böylece rahat, Hak için sevilen oldu — ama bu rahata ancak
ulvi ve süfli suretlerin varlığıyla erişti. Ve hareketin sevgi için olduğu kesinlendi,
öyle ki, oluşta [kevn] sevgiye nisbeti olmayan bir hareket yoktur. Ve bunu alimlerden
kimisi bilir, kimi alimler ise nefslerine egemen olan görünürdeki yakın-sebeple
örtülmüşlerdir.
Kıbtî’nin öldürülmesinden sonra Musa’da korku görüldü, ama bu korku,
öldürülmekten kurtulmaya sevgi duymasıydı. Böylece korktuğu şeyden kaçtığında,
aslında Firavun’dan ve onun yapacaklarından kurtulmaya duyduğu sevgiyle kaçtı.
İşte bu nedenledir ki, o anda, kaçışının sebebi olarak, görülen en yakın sebebi
söyledi. Gösterdiği bu yakın sebep (yani, korku) beşerin bedensel sureti gibidir ve
kurtulmaya duyulan sevgi, bedeni yöneten ruhun, bedeni içermesi gibi, bu yakın
sebebi içerir.
Nebiler, hitaplarının genele yönelik olmasından ve kendilerini işiten alimlerin
anlayışlarına güvendiklerinden dolayı zahir diliyle söz söylerler ve genelden (yani,
genel anlayış düzeyinden) başkasına itibar etmezler. Nitekim Resul (sav), sadaka
vermeye ilişkin şu hadisinde bu mertebeye işaret etmiştir: “Kendisinden daha fazla
sevdiklerim olduğu halde, Allahu Teala’nın ateşe atacağından korktuğum kimseye
veririm.” Dolayısıyla, kendilerinde tamah ve nefsani tabiat egemen olan aklı ve
basireti zayıf kimselere itibar etti. Böylelikle resuller, ilim olarak getirdikleri ne varsa,
daha derinine inemeyenler kaftan [hil’at] (yani, zahirî ifade) düzeyinde
anlayabilsinler diye, bu ilmi en alt düzeydeki anlayışa bürüyerek getirdiler. Böylesi
kimseler, “bu ne kadar güzel bir kaftan!” derler ve bunu anlayışın son noktası olarak
görürler. Öte yandan, hikmet incilerini bulmak için derinlere dalan incelikli düşünce
sahibi kişi, “Bu kimse (yani, peygamber) hangi sebeple sultan tarafından bu kaftana
layık görüldü?” der. Ve kaftanın değerine ve onun giysiler arasındaki derecesine
bakar ve buradan, bu kaftana büründürülmüş olanın değerini bilir. Böylelikle,
kendisinden başkalarınca benzerine erişilmemiş olan bir ilme erişir. Resuller ve
nebiler ve onların tahkik ehli vârisleri, alemde ve kendi ümmetleri arasında bu
mertebede olan kimseler bulunduğunu bildiklerinden, ifadelerinde hem seçkinlerin
[havas] hem de avamın anlayabileceği zahir dili ile konuştular. Ve seçkinler, avamın
anladığını ve bundan fazlasını anlarlar ve bundandır ki, onlara “seçkin” denmesi
yerinde olur ve böylelikle bununla avamdan ayrılırlar. Böylece, ilimleri tebliğ edenler
(yani, resuller, nebiler ve vârisler), bu zahir diliyle yetindiler. İşte Musa’nın, “Ben
sizden, selamet ve afiyeti sevdiğim için kaçtım” değil de, “Ben sizden, korktuğum
şey dolayısıyla kaçtım” [Şuara Suresi, 26/21] demesindeki hikmet budur.
Ve Musa (Mısır’dan kaçıp) Medyen’e geldiğinde, (Şuayb aleyhisselam’ın çocukları
olan) iki genç kız gördü. Ücretsiz olarak onların hayvanlarını (kuyudan su çekerek)
suvardı ve sonra ilahi gölgeye sığındı. Ve şöyle dedi: “Ey Rabbim, doğrusu bana
indireceğin her hayra muhtacım” [Kasas Suresi, 28/24]. Böylece suvarma işiyle, Allahu Teala’nın kendisine bağışlamış olduğu hayrı birledi ve nefsini, hayrın Kendi
indinde olduğu Allah’a muhtaç olmaklıkla niteledi. Hızır, Musa’ya duvarı ücretsiz
olarak yeniden-örmeyi gösterdiğinde, Musa ona böyle yapmasından (yani, duvarı
ücretsiz örmesinden) dolayı itiraz etti. Bunun üzerine Hızır, Musa’ya ücret
almaksızın hayvanları suvarmış olduğunu hatırlattı. Hızır, buna benzer başka şeyler
de gösterecekti, ama (Musa’nın sabırsız olmasından dolayı) bunlardan sözetmedi.
Bundandır ki, Resulallah (sav), ikisi arasında geçenlere ilişkin olarak Hızır’ın (daha
başka şeyler de) anlatması için Musa’nın sessizliğini koruyup itiraz etmemiş
olmaklığını temenni etti. Bununla, Musa’nın yapmış olduğu şeyi (yani, Kıbtî’yi
öldürmüş olmasını), buna ilişkin bir ilmi olmaksızın yapmış olduğu bilindi. Çünkü
ilmi olsaydı –Allah’ın övgü ve doğrulamayla şehadet ettiği Hızır’a– kendi yapmış
olduğu şeylerin benzerini yapmış olmasından dolayı itiraz etmez, Hızır’ın bu yapmış
olduklarını inkar etmezdi. Ama Musa, Allah’ın övdüğü ve kendisini tabi kıldığı
Hızır’ın şart koştuklarını unuttu [gaflet] — ama Allah’ın emrini unutmuş isek, bu,
Allah’ın bize rahmetinden dolayıdır. Eğer Musa, bunu (yani, Hızır’ın ilmini) bilseydi,
Hızır ona, “bilmediğin şeye..” [Kehf Suresi, 18/68] yani “deneyimlemediğin şeye..”
demezdi. Ve bu, “Ben senin deneyimlemediğin bir ilme sahibim; aynı şekilde sen de
öyle bir ilme sahipsin ki, ben de onu bilmem” demeye gelir. Ve bu şekilde Hızır,
adaleti gözetti.
Ve Hızır’ın Musa’dan ayrılmasındaki hikmet, Allah’ın Resul hakkında, “Resul’ün
getirdiğini alınız ve onun sakındırdığından sakınınız” [Haşr Suresi, 59/7] buyurmuş
olmasındandır. Resulün ve risaletin değerini bilen ehlullah –yani, Allah’ı bilenler– bu
söz karşısında durdular. Ve Hızır, hiç kuşkusuz, Musa’nın resul olduğunu biliyordu.
Böyle olunca, resule karşı edebin gereğini yerine getirmek için, ondan geleni
gözetmeye başladı. Musa Hızır’a, “Eğer bundan sonra sana bir kez daha bir şey
soracak olursam, benimle arkadaşlık etme” [Kehf Suresi, 18/76] diyerek onu
kendisiyle arkadaşlık etmekten sakındırdı. Ve Musa üçüncü kez itiraz edince, o
zaman, Hızır ona, “İşte bu, seninle benim aramda ayrılıktır” dedi [Kehf Suresi,
18/78]. Ve Musa onu vazgeçirmeye çalışmadı ve ondan kendisiyle arkadaşlığı
sürdürmesini istemedi. Çünkü Musa, Hızır’ı kendisiyle arkadaşlık etmekten
sakındıran kendisindeki risalet rütbesinin değerini biliyordu — böylece, Musa sessiz
kaldı ve ayrılık gerçekleşti.
İmdi sen, bu iki kişinin ilimde nasıl bir kemale sahip olduklarına ve ilahi edebin
gereğini nasıl yerine getirdiklerine bak! Hızır’ın Musa’ya, “Ben, Allah’ın bana
öğretmiş olduğu öyle bir ilme sahibim ki, sen onu bilmezsin ve sen de Allah’ın sana
öğretmiş olduğu öyle bir ilme sahipsin ki onu da ben bilmem” diyerek, Musa
karşısında kendi durumunu kabullenişine ve gözettiği adalete bak! Ve Hızır bu
sözleriyle, onun mertebesinin yüceliğini bildiği ve kendisi böylesi bir mertebeye
sahip olmadığı halde, “Sen deneyimleyerek kavramadığın şeye nasıl
sabredebilirsin?” diyerek incitmiş olduğu Musa’nın gönlünü aldı. Ve bu (üstünlük
kıyaslaması nisbeti), Muhammed (sav) ümmetinde, hurma ağaçlarının aşılanması hadisesinde zahir oldu. Resulallah (sav) ashabına, “Siz dünya işlerini benden daha
iyi bilirsiniz” buyurdu. Hiç kuşkusuz, bir şeyi bilmek, bilmemekten iyidir — ve
bundandır ki Allahu Teala, Kendini, “O her şeyi bilendir” [Bakara Suresi, 2/29]
sözüyle övdü. Resulallah (sav), ashabının dünya işlerinde kendisinden daha bilgili
olduğunu kabullendi, çünkü kendisinin dünya işleri konusunda enine boyuna bir
ilmi yoktur. Çünkü dünya işlerini bilmek bunları deneyimlemeyi [zevk] ve
yaşantılamayı [tecrübe] gerektirir. Ve Resul (sav) bunun ilmiyle uğraşmadı. O,
önemlilerin en önemlisiyle uğraştı. İmdi, seni en büyük edebden haberdar kıldım.
Eğer nefsini bu edebe uyarlayacak olursan, bundan fayda bulursun.
Ve Musa’nın, “Rabbim bana hüküm verme kudreti bağışladı..” sözünden kastedilen
halifeliktir ve “..beni kitap getiren peygamberlerden kıldı” [Şuara Suresi, 26/21]
sözünden kastedilen ise risalettir. Ve her resul, halife değildir. Halife, kılıç ve
hükümranlık sahibidir, ama resul böyle değildir — kendisine gönderilmiş olan
neyse, ancak onu bildirir. Eğer bunun için savaşır ve onu kılıçla korursa, bu kimse
hem halife hem de resuldür. Nasıl ki her nebi, resul değilse; her resul de halife
değildir — çünkü resullere mülk ve bu mülk üzerinde hükmetmeklik verilmemiştir.
Firavun’un Musa’ya, (“Alemlerin Rabbi nedir?” diyerek) Allah’ın mahiyetini
sormasındaki hikmete gelince: bu soruyu cehaletinden dolayı değil, ama Rabb’i
tarafından resul olarak gönderildiğini iddia eden Musa’nın bu konuda doğru
söyleyip söylemediğini sınamak için sordu. Firavun resullerin sahip oldukları ilmin
mertebesini bilen bir kimseydi, öyle ki, onun cevabından iddiasında doğru olup
olmadığını çıkarabilirdi. Ve orada hazır bulunanlardan dolayı çifte anlamlı bir soru
sordu; böylelikle kendisi sorduğu soruya aldığı karşılıktan Musa’nın doğru söyleyip
söylemediğini anlayabilecekken, orada hazır bulunanlar bunu anlamayacaklardı. Ve
Musa cevap verdiğinde, işin hakikatını bilenlere göre cevap verdi. Bunun üzerine
Firavun, kendi konumunu korumak için, Musa’nın kendisine sorulan soruya cevap
vermediğini gösterdi. Ve anlayışlarının kıt olmasından dolayı, orada bulunanlar için
Firavun’un Musa’dan daha bilgili olduğu besbelli oldu — çünkü Musa Firavun’a
mahiyetten farklı bir cevap verdi. Ve görünüşe göre bu, kendisine sorulan sorunun
cevabı değildi. Ama Firavun, hiç kuşkusuz, Musa’nın ancak bu şekilde cevap
verebileceğini biliyordu. Ve ashabına, “Size gönderilen resulünüz gerçekte delidir”
[Şuara Suresi, 26/27] yani, “Benim kendisine sorduğum sorunun cevabı ona
örtülüdür. Çünkü o şeyin (yani, Hakk’ın zatının) bilinmesi asla tasavvur edilemez”
dedi (ve böylece halkına karşı daha alim olduğunu gösterirken, Musa’nın risalet
davasında doğru söylediğini –onlar anlamaksızın– tasdik etti).
Mahiyete ilişkin bir soru, hakkında soru sorulan ve kendi nefsinde bir hakikat üzere
olması gereken şeyin hakikatine ilişkin bir soru olduğundan, yerinde bir sorudur.
Cins ve ayrımdan [fasıl] oluşan tanımlar, kendisinde başkalarıyla ortak nitelikler
taşıyan her şey için geçerlidir. Ama cinsi olmayan bir şeyin (yani, Hakk’ın), başkaları
için sözkonusu olmayan bir hakikat üzere olması gerekir. Dolayısıyla, soru ehl-i Hakk’a, doğru ilme ve akl-ı selime göre doğrudur. Ve bu sorunun cevabı da, ancak
Musa’nın Firavun’a verdiği cevap olabilir. Ve Musa’nın, Zat’ın tanımını soran
kimseye O’nun fiillerinden cevap vermesinde büyük bir sır vardır. Bu şekilde, Zat’ın
tanımını –alem suretlerinde zahir kıldığı veya alem suretlerinden Kendisini zahir
kılan– Kendi sıfatıyla aynı kıldı. Ve şunu demeye getirdi: “Eğer kesin bilgi sahibi
iseniz –o zaman bilirsiniz ki– O, ulvi olandaki –ki bu semadır– ve süfli olandaki –ki
bu da arzdır– alem suretlerini Kendisinde zahir kılan veya bu suretlerin kendisiyle
Zahir olandır.” (Bu cevap üzerine) Firavun, ashabına dönerek, “O hiç kuşkusuz
delidir” [Şuara Suresi, 26/27] dedi — ki bunun anlamını yukarıda açıklamıştık. Ve
sonra, Musa kendi ilahi ilimdeki mertebesini Firavun bilebilsin diye ve onun bunu
anlamış olduğunu bildiğinden sözlerine şunu da ekledi: “O, doğunun ve batının..” –
yani, zahirin ve bâtının– “..ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir” [Şuara Suresi,
26/28]. Böylece O, “her şeyi bilendir” [Hadîd Suresi, 57/3]. “Eğer aklederseniz..”
[Şuara Suresi, 26/28] sözü de, “Eğer kayıtlayıcı iseniz..” anlamına gelir — çünkü akıl,
kayıtlamadır.
Musa’nın verdiği ilk cevap, kesinlik sahiplerinin [ehl-i yakin] cevabıdır — ki onlar
keşf ve varlık ehlidir (yani, onlar, Hakk’ın bir olan varlığını her şeyde ve kendi izafi
varlıklarında müşahede edenlerdir). Bundandır ki Musa, “Eğer kesinlik sahibi
iseniz..” dedi [Şuara Suresi, 26/24] — yani “eğer keşf ve varlık sahibi iseniz, size
şuhudunuzda ve varlığınızda kesin kıldığınız şeyi bildirdiğimi anlarsınız; yok eğer
akıl ve kayıtlama ehli olup, aklınızın size verdiği delillerle Hakk’ı özgülleştirirseniz
[hasr], buna karşılık olarak ben de size ikinci cevabımı veririm.” Böylece Musa,
üstünlük ve doğruluğunun Firavun tarafından bilinebilmesi için, bu iki vecih ile
zahir oldu. Ve Musa, ona vereceği cevabı hemen anlayacağını veya anlayabilecek
durumda olduğunu biliyordu. Bunun sebebi, Firavun’un “mahiyet”i sormuş
olmasıdır ve Musa, “nedir?” sorusunun (yani, cins ve ayrımdan oluşan) bildik
terimler üzere olmadığını bilmesindendir ki, Firavun’un bu sorusuna cevap verdi.
Eğer Musa, bundan başka bir şey anlamış olsaydı, sorusunu hatalı bulurdu (ve bir
cevap vermezdi). Ve Musa, hakkında soru sorulanı, alemin ta kendisi [ayn] olarak
ortaya koyunca, Firavun da kendisine aynı dil (yani, tevhid dili) ile seslendi — ama
orada bulunanlar bunu anlamadılar. Ve Firavun Musa’ya şöyle dedi: “Benden
başkasını ilah edinecek olursan, ben seni hapsedilmişlerden kılarım” [Şuara Suresi,
26/28]. Burada (“hapis” “zindan” anlamındaki) “sicn” sözcüğünde bulunan “s” harfi
artık-harftir [harf-i zaid]. Böylece bu artık-harf kaldırıldığında Firavun’un sözü şöyle
bir açılım kazanır: “Seni örterim [“cenn”]. Çünkü sen, benim bu şekilde bir söz
söylememi haklı çıkaran bir cevap verdin. Eğer bana, ‘Vaadettiğin şeyle (yani, beni
hapsedilmişlerden kılacağını söylemekle) cehaletini açığa vurdun; ayn bir olduğu
halde (ikimiz arasında) nasıl ayrım gözetebilirsin?’ diye soracak olursan, sana şöyle
derim: Ben sadece ayn’ın mertebeleri arasında bir ayrım gözetiyorum. Ayn
ayrımlaşmadı ve kendinde bölümlenmedi. Ve ey Musa, şu anda benim rütbem bilfiil
sana tahakküm etmektedir. Ve ben ayn itibarıyla senim, ama rütbe itibarıyla senden
başkayım.” Musa, Firavun’un söylediklerinden bunları demeye getirdiğini anlayınca, “Sen buna
güç yetiremezsin” diyerek ona hakkını verdi. Ve Musa’nın üzerinde güç sahibi
olması ve gücünün etkisini Musa’da zahir kılması, Firavun için kendi rütbesinin
göstergesiydi. Çünkü Hak, zahirde Firavun’un rütbesindeydi. Ve bundan dolayı da
Firavun, bulunulan mecliste, Musa’nın zuhur ettiği rütbe üzerine tahakküm etme
gücüne sahipti. Ve Musa, Firavun’un kendisine yönelik saldırısına engel olan şeyi
(asasını) göstererek, ona, “Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?” [Şuara Suresi,
26/30] dedi. Firavun ise buna karşılık olarak ancak, “Eğer sözünün eri isen onu getir”
[Şuara Suresi, 26/31] diyebildi; çünkü kavminden aklı kıt kimselerin karşısında
insafsız görünmemek istiyordu. Eğer böyle yapmayacak olursa, kavmi kendisinden
(kendisinin ilah olduğundan) kuşkuya düşecekti. Ki onlar Firavun’un aşağıladığı
[ihanet] bir topluluktu. Ona itaat ediyorlardı ve hiç kuşkusuz dalalet içerisindeydiler,
yani, Firavun’un zahir diliyle (“Ben sizin yüce rabbinizim” diyerek) iddia ettiği
rablığını, doğru akıl yürütmenin [akl-ı sahih] vardığı sonuçla inkar edebilecekleri bir
akıldan yoksundular. Çünkü, akıl için sınır vardır. Keşf ve kesinlik [yakin] ehlinden
olanlar bu sınırı aştıkları zaman, akıl ehli olanlar bu sınırda dururlar (ve daha ileriye
gitmezler). Ve Musa, bundan dolayıdır ki, (Firavun’un sorusuna karşılık olarak) hem
kesinlik sahiplerinin [mukın] hem de ancak akıl sahibi olanların kabul edebileceği
cevabı verdi.
Ve Musa, asasını yere attı. Ve, Musa’nın davetine uymaktan sakınmasında,
Firavun’u Musa’ya karşı asi kılan şeyin (yani, kendi nefs-i emmaresinin) sureti olan
bu asa, birdenbire herkes tarafından görülen bir yılan oluverdi. Böylece çirkin olan
isyan [masiyet] itaate, yani güzelliğe dönüştü. Nitekim Allahu Teala, “Allah onların
kötülüklerini değiştirerek güzelleştirir” [Furkan Suresi, 25/70] buyurmuştur —
değiştirir, yani hükümde. Ve hüküm, burada, bir-olan-cevherde [cevher-i vahid]
birbirinden ayrışık aynlar olarak zahir oldu. Böylece o, aynı zamanda hem bir asa
hem de apaçık bir yılandır. Ve o, apaçık bir yılan olması itibarıyla yılanları, ve asa
olması itibarıyla da asaları (yani, büyücülerin asalarını) yuttu. Ve böylelikle
Musa’nın delili [hüccet] Firavun’un asalar, yılanlar ve ipler suretindeki delilleri
üzerinde zahir oldu. Büyücülerin ipleri olmasına karşılık, Musa’nın ipi yoktu ve ip
“tepecik” demektir. Yani onların gücü Musa’nınkine nisbetle yüce dağlar
karşısındaki tepecikler gibidir.
Büyücüler bunu görünce, Musa’nın sahip olduğu ilim mertebesini anladılar ve
bunun, gerçekte hayal ve zan barındırmayan hakiki ilimle ayrıcalıklanmış bir beşerin
sahip olabileceği bir kudretle olabileceğini gördüler ve böylece, “Alemlerin Rabbine,
Musa ve Harun’un Rabbine” [Şuara Suresi, 25/47-48] yani Musa ve Harun’un davet
ettikleri Rabb’e iman ettiler — ve bunu orada bulunanlara tam da bu şekilde ifade
ettiler, çünkü biliyorlardı ki, Firavun kavmi, Musa’nın davetinin Firavun’a
olmadığını bilmektedir. Ve Firavun, kılıç zoruyla halife olup, örf-i şer’ide zor kullanan biri de olsa, tahakküm
konumunda zamanın sahibi olduğundan, “Ben sizin yüce rabbinizim” [Naziat
Suresi, 79/24] dedi — yani, “her ne kadar belli bir bakımdan herkes birer rabb ise de,
benim sizin üzerinizde tahakkümümün zahir olmasıyla bana verilen şeyden dolayı
bütün bu rabblerin en yücesi benim” dedi. Ve büyücüler Firavun’un kendilerine
söylediği bu sözün doğru olduğunu bildiklerinden, onu inkar etmediler. Ve onun bu
sözünü doğrulayarak şöyle dediler: “Sen ancak bu dünya hayatında
hükmedebilirsin. O halde, ne hüküm vereceksen ver; devlet senindir” [Naziat Suresi,
79/24]. Ve böylece Firavun’un, “Ben sizin yüce rabbinizim” sözü doğrulanmış [sahih]
oldu. Ve her ne kadar, Hakk’ın ayn’ı ise de, suret Firavun içindir. Ve Firavun’un batıl
suretinde Hakk’ın ayn’ı, büyücüleri, ancak böylesi bir sebeple erişebilecekleri
mertebeye ulaşmaları için, ellerini ve ayaklarını keserek astı. Çünkü, sebeplerin
ortadan kalkmasının hiçbir şekilde yolu yoktur ve bu, sebepleri gerekli kılanın
değişmez aynlar olmasından dolayı böyledir — ve bu değişmez aynlar varlıkta ancak
suretler yoluyla, yani şeylerin kendi değişmezlikleri içerisinde kendilerinde
bulundurdukları ne ise ona göre biçimlenen suretler yoluyla zahir olurlar. Bundandır
ki, “Allah’ın kelimelerinde değişme yoktur” [Yunus Suresi, 10/65]. Ve Allah’ın
kelimeleri, mevcud aynlardan [ayan-ı mevcudat] başka bir şey değildir. Böylece,
değişmezliklerinden dolayı Allah’ın kelimelerine önceden olmaklık [kıdem] nisbet
olunurken; varlıkları ve zuhurları dolayısıyla da onlara sonradan olmaklık [hudüs]
nisbet olunur. Bu tıpkı bir kimsenin, “Bugün bize bir adam veya bir misafir
çıkageldi” dediğinde, bu adam bugün çıkageldi [hadis] diye, bu adamın
çıkagelmesinden önce bir varlığı olmamasının gerekmemesi gibidir. Aynı şekilde
Allahu Teala, yüce kelamında –ki bu kadîm bir kelamdır– şöyle buyurdu: “Onlara
Rabblerinden yeni bir kelam gelse [kelam-ı muhdes] dinleyip, hemen alaya alırlar”
[Enbiya Suresi, 21/2]. Ve yine şöyle buyurdu: “Onlara Rahman’dan yeni bir kelam
gelse, ondan yüz çevirirler” [Şuara Suresi, 26/5]. Ve rahmet, ancak rahmetle gelir ve
rahmetten yüz çeviren azaba yönelir ve azap da rahmetin yokluğundan başka bir şey
değildir.
Ve Allah’ın, “Yunus kavmi müstesna, azabımızı gördüklerinde iman etmeleri
kendilerine bir fayda vermez; Allah’ın kulları hakkında süregelen adeti budur”
[Yunus Suresi, 10/98] sözüne gelince: bu söz, azabı görenlerin imanının kendilerine
ahirette fayda vermeyeceğine işaret etmez. Yüce Allah’ın bundan murad ettiği şey,
onlardan azabın bu dünyadayken kaldırılmayacağıdır. Böylelikle, Firavun iman
ettiği halde azaba uğradı. Eğer, eceli geldiğinde ölümünün kesin olduğunu bilen bir
kimsenin içinde bulunduğu durumda olsaydı, bu böyle olurdu. Ama, hal karinesi,
Firavun’un öleceğinin kesin olduğunu bilmediğine işaret eder. Çünkü, müminlerin,
Musa’nın asası ile denize vurmasıyla, denizde açılan kuru yol üzerinde
yürüdüklerini gördü. Ve Firavun iman ettiği sırada, helak olacağının kesin olduğunu
bilmiyordu — tıpkı, ölüm anında bulunanların tersine, ölümün kendisine
dokunmayacağını uman kimseler gibi. Dolayısıyla Firavun, ölümün değil,
kurtuluşun kesin olduğunu düşünerek, İsrailoğulları’nın inandığına inandı. İmdi, kesinlik sahibi olduğu şey (yani, kurtuluş) gerçekleşti — ama dilemiş olduğundan
farklı bir şekilde. Allah onun nefsini ahiret azabından kurtardı ve bedenini korudu
— ve O, buna ilişkin olarak şöyle buyurmuştur: “Ardından gelenlere bir delil olsun
diye bugün seni bedeninle kurtaracağız” [Yunus Suresi, 10/92]. Çünkü, eğer Firavun,
suretiyle görünmez olsaydı, kavmi “O gizlendi” diyebilirdi. Ama, bilinen suretiyle
ortaya çıkınca, ölmüş olduğu bilindi. Böylece kurtuluşu, hem (ruhunun beden
karanlığından kurtulmasıyla) duyumsal olarak hem de (ruhunun ahiret azabından
kurtulmasıyla) manen genel oldu. Kendileri için ahiret azabı sözü [kelime] zorunlu
[vacib] olanlar, kendilerine bütün ilahi ayetler verilse bile, bu azabı görmedikçe iman
etmeyenlerdir. Öyleyse, Firavun bu sınıftan değildir. Ve bunun böyle olduğu
vahyedilen Kitap’ta apaçık olarak belirtilmiştir. Böylece, biz deriz ki, onun (imanı)
hakkındaki iş Allah’a aittir. Çünkü halkın geneli onun isyankarlığı [şekavet]
konusunda hemfikirdir — halbuki, bu konuda dayanabilecekleri hiçbir delilleri
[nass] yoktur. Firavun’un halkına gelince, onlar hakkındaki hüküm başkadır — ama
bundan söz etmenin yeri burası değildir.
Ayrıca şunu bil ki, Allahu Teala ölmek üzere olan bir kimsenin canını ancak,
kendisine (o anda) gelen ilahi haberi doğrulayan bir mümin olarak alır. Bundandır
ki, ani ölüm ve habersizken öldürülmek kötü bir şey kabul edilmiştir. Ani ölüm,
nefesin verilmesi ve alınamaması demektir — işte ani ölüm budur ve bu, ölmek
üzere olan bir kimsenin durumundan farklıdır. Habersizken öldürülmek de tıpkı ani
ölüm gibidir — farkında olmaksızın arkasından boynu vurulur. Ve bu şekilde
öldürülen bir kimse (öldürüldüğü anda) içinde bulunduğu hal neyse o şekilde, kafir
veya mümin olarak ölür. Bundandır ki, Resulallah (sav), “İnsan bulunduğu hal ne ise
o şekilde öldüğü gibi, hangi halde öldüyse o şekilde haşrolunur” buyurmuştur.
Ölmek üzere olan kimseye gelince: Bu halde olup da şuhud sahibi olmayan kimse
yoktur ve (o anda) gördüğü neyse ona iman eder ve ancak bu hal üzere (yani,
gördüğü şeye iman etmiş olarak) ölür. Çünkü (yukarıdaki Hadis’in Arapçasında
geçen) “kane” (yani, “oldu”) varlıksal bir kelimedir [harf-i vücudî] ve zaman ile
ilişkilenmesi ancak hal karinesi yoluyla olur. O halde, ölmek üzere olduğunu bilerek
ölen kafirle, yukarıda açıkladığımız şekilde ansızın ölen veya habersizken öldürülen
kafir arasında ayrım gözetilir.
Ve Allah’ın ateş suretinde tecelli edip Musa’yla (ateş suretinde) konuşmasının
hikmetine gelince: Musa ateş arıyor olduğundan, kendisine yönelsin ve yüz
çevirmesin diye, bu talep ettiği şeyde tecelli etti. Eğer peşinde olduğu şeyden başka
bir suret içerisinde tecelli etseydi, özel olarak talep ettiği şeye vargücüyle yönelmiş
olduğundan, bundan yüz çevirirdi. Ve yaptığı şeye ilgisinden dolayı yüz çevirseydi,
Hak da ondan yüz çevirirdi. Ama Musa, arınmıştır ve (Hakk’a) yakındır. Ve her kim
O’na yakınsa, o kimseye kendisi farkında olmaksızın, aradığı şeyin suretinde tecelli
eder.
Musa O’nu ateş olarak gördü — bu aradığı şeydi. Ama o İlah’tı, Musa bunu bilmedi.
HALİD KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ SAMEDİYYE
Halid bin Sinan’ın hikmetine gelince: Davetinde Berzah Nübüvveti’ni zahir kıldı.
Berzah’ta olanları, ancak ölümünden sonra bildireceği iddiasında bulunarak,
berzahtaki hükmün, dünya hayatının sureti üzere olduğunu haber verebilmek için
ve böylece bütün resullerin dünya hayatlarında haber verdikleri şeylerin
doğrulukları bilinsin diye, gömüldüğü yerden geri çıkarılmasını, kendisine soru
sorulmasını emretti.
Halid’in böyle yapmasındaki amacı, bütün bir alemin, resullerin getirdiği şeye iman
etmesi ve böylelikle, rahmetin bütün bir alem üzerine olmasıydı. Çünkü o, hiç
kuşkusuz, nübüvvetinin, Muhammed’in (sav) nübüvvetine yakın olmasıyla
şereflendirildi ve, Allahu Teala’nın Efendimiz’i “alemlere rahmet olarak” [Enbiya
Suresi, 21/107] gönderdiğini biliyordu. Kendisi bir resul değildi ve tebliğ ile
görevlendirilmemiş olsa da, Muhammedî risalette bu rahmetten bol bol nasib
alınmasını diledi. Dolayısıyla, yaratılışa ilişkin ilmini artırmak için (berzah’ta) bundan
(yani, bu genel rahmetten) nasib almayı diledi. Bundandır ki (yani, bu hal kendisinin
nasibi olmadığındandır ki), kavmi onu zayi etti. Ve Nebi (sav) onun kavmini “zayi
oldular” biçiminde nitelendirmedi; tersine, dilediği şeye erişmesinin önüne geçtikleri
için, kendisine ilişkin olarak “onu zayi ettiler” biçiminde bir nitelendirmede
bulundu.
O halde, acaba Allahu Teala onu niyetinin mükafatına eriştirdi mi? Tersi
düşünülemeyecek bir şekilde, hiç şüphesiz onun için niyetinin mükafatı vardır.
Burada anlaşmazlık ve şüphe bu mükafatın niteliğine ilişkindir — şöyle ki, acaba
temenni edilen bir şeyin olmasıyla elde edilecek olan mükafatla, temenni edilen bir
şeyin olmaması durumunda elde edilecek olan mükafat denk olur mu, yoksa bunlar
birbirlerine denk değil midir?
Şeriatta bunların denk olduğunu teyid eden birçok hüküm vardır. Örneğin, cemaatle
namaz kılmak için gelip de namaza yetişemeyen kimseye, cemaatle namaz kılmış
olanların kazandığı mükafat verilir. Aynı şekilde, yoksul olup hayırlı bir iş yapmak
için servet ve mal sahibi olmayı dileyenlere de, o hayırlı işi yapanların dengi bir
mükafat vardır. Yine de, ötekiler için hem niyetlerine hem de amellerine karşılık bir
mükafat vardır — bunlar niyetleriyle amellerini birlemişlerdir.
Ve Nebi (sav), niyetlerini gerçekleştirenlerle, niyetlerini gerçekleştiremeyenler için
kesin bir hüküm ortaya koymadı. Ama görünüşe bakılırsa, bu ikisinin (kazanacağı mükafat) arasında denklik yoktur. Ve bundandır ki, Halid bin Sinan, niyetiyle amelini
birleştirerek, bu ikisinin mükafatını alabilmek için, (berzahta olanları) bildirmeyi
istedi.
MUHAMMED KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ FERDİYYE
Bütün bir insan türünde varolanların en kâmili olmasından dolayı, onun hikmeti
tek’lik [ferdiyyet] oldu; ve yine bundan dolayı, iş onunla başladı ve onunla sona erdi.
Âdem henüz suyla balçık arasındayken, o Nebi’ydi; unsursal oluşumuyla da Son
Nebi oldu.
Üç, tek olanların [efrad] ilkidir; ve, bu tek olanların ilkinden (yani, üçten) birbiri
ardınca çoğalan diğer bütün tek olanlar ise, (bu tek olanların ilki olan) üçün
açılımlarıdırlar [teferruat]. Bundandır ki, (yani, teklerin –bireylerin– ilki olmasından
dolayıdır ki) O, Rabbine ilk delildir. Ve kendisine, Âdem’in adlandırdığı bütün (ilahi)
kelimelerin [cevami’ül-kelim] verilmiş olmasıyladır ki, (bu kelimelerin –yani Bir’in
şuunatının– üç asıldan dallanıp budaklanmasına istinaden sahip olduğu) kendi
üçlüğünde [teslis] delile benzeşik oldu. Ve onun kendisi, kendinin delili oldu. Ve
Muhammed’in (sav) hakikatı, üçlü bir oluşum olmasından dolayı ilk tekliği
[ferdiyyet] ortaya çıkardı. Ve o, varlığın aslı olan muhabbete ilişkin olarak, bu
üçlüğünden dolayıdır ki, “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi..” dedi. Sonra
kadınları ve güzel kokuyu andı ve namazın gözünün aydınlığı kılındığını söyledi.
İlk olarak kadınları andı ve namazı en sona bıraktı. Bu, kadının kendi ayn’ının
zuhurunun aslında erkeğin bir parçası olmasından dolayıdır; ve bu, insanın Hakk’ın
zuhurunun bir kısmı olması gibidir. İnsanın kendini bilmesi Rabbini bilmesinden
önce gelir ve Rabbini bilmesi, kendini bilmesinin sonucudur. Böylece O, “Kendini
bilen Rabbini bilir” demiştir. Dilersen, bilmeye ve erişmeye güç yetirilemeyeceğini
[acz] söyleyebilirsin, çünkü O’nun bilinmesine ilişkin olarak böyle söylemek
yerindedir [caiz]; veya, dilersen, O’nun bilinebilir olduğunu söylersin. Bunların
ilkine göre, eğer kendini (gaybî hakikatı itibarıyla) bilmediğini biliyorsan, gerçekte
Rabbini bilmiyorsundur. Ve ikincisine göre de, eğer kendini biliyorsan, o halde,
Rabbini biliyorsundur.
İmdi, Muhammed (sav) Rabbine en açık delil oldu ve alemin herbir parçası kendi aslı
olan Rabbine bir delildir, öyleyse anla! Ve ona ancak kadınlar sevdirildi ve o da
kadınlara şevk duydu [müştak] — ki bu, bütünün [küll] kendi parçasına [cüz] şevk
duyması türündendir. İmdi o, bu haber ile, Hakk’ın bu unsursal oluşuma ilişkin
olarak, “Ve ona ruhumdan üfledim” [Hicr Suresi, 15/29] sözündeki işin aslını Hak
tarafından zahir kıldı. Sonra Hak, Kendi nefsini insana kavuşmaya güçlü [şedid] bir
şevk duyuyor olarak nitelendirdi ve kendisine şevk duyanlar hakkında, “Ey Davud, Benim onlara duyduğum şevk daha da güçlüdür [şedid]” dedi. Ve O’nun bu şevki,
katışıksız ve mahrem bir kavuşma [lika-i hâs] içindir. Çünkü Resulallah (sav),
Deccal’a ilişkin bir hadisinde, “Ölmedikçe, hiçbiriniz Rabbinizi göremezsiniz” dedi.
Böyle olunca, bu şekilde (yani, böylesi yeğin bir şevk duyuyor olmakla) nitelenene
(yani, Hakk’a) şevk duyulması kaçınılmazdır. Dolayısıyla da, Hakk’ın bu yakın
olanlara (yani, kendisine şevk duyanlara) –kendilerini görüyor olmakla birlikte– şevk
duyuyor olması apaçık bir durumdur [sabit]. Böylece Kendisini görmelerini arzu
eder [muhabbet] — ki onları bundan alıkoyan dünya makamıdır. İmdi, O’nun
(Davud’a yönelik) bu sözü, tıpkı –biliyor olduğu halde– “ta ki bilelim” demesinde
olduğu gibidir. Öyleyse O, ancak ölümle birlikte varlık bulacak olan bu özgül sıfata
(yani, Kendisinin müşahede olunmaklığına) şevk duyar. Ve onların O’na duydukları
şevk ancak ölümle diner. Ve Hak Teala, buna ilişkin olarak şu tereddüdünü dile
getirdi: “Mü’min bir kulumun canını alırken tereddüt ettiğim kadar hiçbir şeyde
tereddüt etmem. Ben onu incitmekten duyduğum nefret ölçüsünde o da ölümden
nefret eder; ama Bana kavuşması kaçınılmazdır.” Böylece O, ölümü anarak onu
(mü’min kulunu) kederlendirmemek için “ölmesi kaçınılmazdır” demek yerine, ona
Kendisine kavuşma müjdesini verdi. Resul’ün, “Ölmedikçe, hiçbiriniz Rabbinizi
göremezsiniz” sözündeki gibi, insanın Hakk’a kavuşması ancak ölümle birlikte
olduğu içindir ki, Allahu Teala “Bana kavuşması kaçınılmazdır” dedi. Ve Hakk’ın
duyduğu şevk, bu nisbetin (yani, ölüm sırasında ortaya çıkan görme nisbetinin)
varlık bulması içindir.
Sevgili beni görmeyi nasıl da arzuluyor
Ama benim duyduğum arzu daha da çok
İkimiz de elemliyiz, ama kavuşma vakti henüz gelmedi
Ben sızlanmaktan şikayetçiyim, O da öyle.
O, insana Kendi ruhundan üflediğini söyledi; böylece, O’nun duyduğu şevk ancak
Kendisine’dir. Kendi ruhundan olmasıyla, onu Kendi suretinde yarattığını görmez
misin? İnsanın oluşumu bedendeki, “karışımlar” [ahlat] olarak adlandırılan dört
unsurdan oluştuğu için; bedende bulunan rutubetten dolayı, O’nun üflemesi, nefste
bir tutuşma meydana getirdi. Böyle olunca, oluşumu dolayısıyla, insandaki ruh, ateş
oldu. Bundandır ki, Allahu Teala Musa’yla, ancak ateş suretinde konuştu; ki, (ateş
aramak için yola çıkmış olan) Musa’nın peşinde olduğu da bu ateşti. Eğer insanın
oluşumu (katışıksız bir şekilde) tabii olsaydı, ruhu nurdan olurdu. Allahu Teala,
“üfleme” biçimindeki örtük ifadeyle, bu ruhun Rahman’ın Nefesi’nden geldiğine
işaret eder. Ve bu Nefes’in üflenmesi sonucunda da, insanın ayn’ı zahir olur.
Bundandır ki, Kendisine ruh üflenenin (oluşumundaki unsurların) istidadından
dolayı, tutuşma nur değil de, ateş oldu. Dolayısıyla, insanı insan kılan şeyde (yani,
kendisine üflenen ruhta), Hakk’ın Nefesi bâtın oldu.
Sonra Allahu Teala, onun kendi sureti üzere olan ve ona iştiyak duyan bir diğer
kişiyi ortaya çıkardı ve buna “kadın” adını verdi. Ve kendi sureti üzere zahir olduğundandır ki, kadına iştiyak duydu — bu, kendi nefsine duyulan iştiyaktır. Ve
kadın da, ona şevk duydu — bu da, kendi yurduna duyulan iştiyaktır. İmdi, ona
kadın sevdirildi, çünkü Allah Kendi sureti üzere yarattığını sevdi ve bundan
dolayıdır ki, güçleri [kadr] ve menzilleri azim ve tabii oluşumları yüce olduğu halde,
nuranî melekleri onun önünde secde ettirdi. İmdi, ilişki buradan ortaya çıktı ve suret,
ilişki yönünden en büyük, en yüce ve en mükemmel olandır. Bu, çift [zevc] olmadır,
yani Hakk’ın varlığının kutupsallaşmasıdır [şef] — tıpkı bir kadının, varlığıyla,
erkeği kutupsallaştırması [şef] gibi. Böylece Hak, erkek ve kadın üçlüsü zahir oldu.
Kadın, kendi aslı olan erkeğe nasıl iştiyak duyduysa, erkek de, kendi aslı olan
Rabbine iştiyak duyar. Böyle olunca, Allahu Teala, Kendi sureti üzere olanı nasıl
seviyorsa, Rabbi ona kadınları sevdirdi. Ve sevgi, ancak varlığının kendisinden
olduğuna [tekevvün] yöneliktir. Hal böyle olunca, erkek, varlığının Kendisinden
olduğunu [tekevvün], yani Hakk’ı sever. İşte bu nedenledir ki, “bana sevdirildi”
demiştir ve duyduğu sevgi, sureti üzere olduğu Rabbine ilişkilenmiş olduğundan,
“severim” dememiştir — hatta kendi hanımına sevgisinde bile. Çünkü hanımını –
Allah’ın kendisini sevmesi vasıtasıyla– ilahî hallenimden [tahalluk-ı ilahî] dolayı
sevdi.
Bir erkek, bir kadını sevdiğinde, ona kavuşmak ister, yani aşkın amacı olan
kavuşmayı diler ve insanın unsursal oluşum suretinde eşlerin birleşmesinden daha
büyük bir vuslat yoktur. Ve bundandır ki, şehvet bütün bir bedenine yayılır. Ve
bundan dolayı, kendisine gusletmesi emrolundu. Böylece, şehvetin ortaya çıkışıyla
kadındaki hiçliğe erme [fenâ] genel olduğu için, temizliğin de genel olması gerekti.
Allah, kulunun Kendisinden başkasında haz bulabileceğini [iltizaz] sanmasını
kıskanır, böylece O, kulunu, Hakk’a dönebilsin ve hiçliğe erdiği [fenâ] kadından
doğru Kendisine bakabilsin diye gusülle arındırır; çünkü kadında gördüğü O’ndan
başkası değildir.
Erkek, Hakk’ı kadında müşahede ettiğinde, (Hakk’ın kadında edilgin bir tarzda
zuhur etmiş olmasından dolayı) O’nu (zuhurunun) edilgin [münfail] olmaklığında
görür. Öte yandan Hakk’ı, kadının kendinden zuhur etmiş olması (yani, kendinden
bir parça olması) dolayısıyla, kendi nefsinde müşahede ettiğinde, O’nu (Hakk’ın
kadındaki-kendinde etkin bir tarzda zuhur etmiş olmasından dolayı) etkin [fail]
olmaklığında görür. Ne var ki, O’nu, kendisinden olanın [mütekevvin] suretini
aklına [istihzar] getirmeksizin müşahede ettiğinde, O’nu doğrudan Hak’tan edilgin
[münfail] olmaklığında görür. Ne var ki, erkek Hakk’ı en eksiksiz ve en kâmil olarak
kadında görür [şuhud], çünkü bu şekilde Hakk’ı hem etkin [fail] olmaklığında hem
de edilgin [münfail] olmaklığında müşahede eder. Öte yandan, Hakk’ı yalnızca
kendinde müşahede ettiğinde, O’nu ancak edilgin olmaklığında görür [şuhud].
Bu nedenledir ki, Resul, Hakk’ın kadınlarda kâmil bir şekilde görülmesinden
[şuhud] dolayı, onları sevdi [muhabbet]. Hak, hiçbir zaman maddeden soyut olarak
sonsuza dek müşahede edilemez, çünkü O, Kendi Zatı’nda alemlerden ganidir. Hakk’ın görülmesi bu yönden olanaksız olup, bu ancak maddede sözkonusudur ve
Hakk’ın kadınlarda [nisa] görülmesi [şuhud], Hakk’ı görmenin [şuhud] en azim ve
en kâmil olanıdır. Ve en büyük kavuşma [vuslat] da cinsel birleşmedir. Ve bu, Hak
Teala’nın, Kendi Halifesi kılmak ve böylece onda Kendi nefsini görebilmek için
Kendi suretinde halk ettiğine yönelik ilahi yönelime benzer. İmdi, ona şekil verdi,
onu düzgün kıldı, ve ona Kendi Nefesi olan ruhundan üfledi. Böyle olunca, onun
zahiri halk ve batını da Hak’tır. Bu nedenle Allah, onu (yani, ruhu) bu bedeni
yönetmeklikle nitelendirdi. Ve Allahu Teala varlığı semadan yönetir ve sema, arza
nisbetle yücedir ve arz ise erkânın aşağısı olduğu için aşağıların en aşağısıdır.
Resul (sav), kadınları “nisa” olarak adlandırdı ve “nisa” tekili olmayan çoğul bir
sözcüktür. Bundan dolayı, “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: kadınlar [nisa]..”
buyurdu, “kadın” [mir’e] demedi. Böylelikle, varlıkta kadınların [nisa] erkeklerden
sonra gelmelerine riayet etti. Gerçekte “nüset,” “geciktirme” demektir. Allahu Teala,
“Geciktirme küfürde aşırı gitmektir” [Tevbe Suresi, 9/37] buyurdu ve veresiye, yani
“geciktirerek” satmak da böyledir. Böylece, “kadınlar” demiştir. Onları sevmesi
ancak mertebelerinden dolayıdır ve onlar edilginlik [infial] mahallidirler. Kadınların
erkeğe nisbeti, Tabiat’ın (Küllî Nefs’in) Hakk’a olan nisbeti gibidir — ki Hak, iradî
yönelim ve İlahi Emir’le, alemin suretlerini Tabiat’ta (Külli Nefs’te) açımlamıştır. Ve
bu iradî yönelim ve İlahi Emir, unsursal suretler aleminde eşlerin birleşmesi [nikah],
nurani ruhlar aleminde himmet ve manalar aleminde çıkarım için öncüllerin
düzenlenişidir.
O halde herkim kadına bu sınır içerisinde sevgi [muhabbet] duyacak olursa, bu ilahi
sevgidir. Her kim kadınlara tabii şehvet yoluyla sevgi duyacak olursa, bu şehvetin
ilmi onda eksik kalır. Bu kimseler için sevgi duydukları kadın, ruhtan yoksun bir
surettir; her ne kadar bu suretin gerçekte bir ruhu olsa da, hazzın kime olduğunu
bilmeksizin, eşine veya başka bir kadına yalnızca ondan haz almak için dokunan kişi
açısından (bu yöneldiği suretin ruhu) yoktur. Böylece, bu kimse nefsini (kendi
nefsinin ilahi zuhur mahallerinden bir mahal olduğunu ve ilahi sevgi ile haz aldığını
ve Hakk’ın kadında etkinlik ve edilginlik ile müşahede olunduğunu) bilmez, tıpkı
başka birinin –kendisi ona söylemedikçe (yani, ona “ben kadınlara yönelik sevgide,
ilahi sevgiyle haz alırım” demedikçe)– bilmediği gibi. Nitekim, (ariflerden biri) şöyle
demiştir: “Benim aşık olduğumu düşünmekte haklılar; öyle ama, kime aşık
olduğumu bilmiyorlar.” Bunun gibi, (arif olmayan) bir başkası da, hazza sevgi duyar
ve sonuçta haz aldığı mahalle, yani kadına sevgi duyar — ama, meselenin ruhu
kendisinden örtülü [gaib] kalır. Eğer bilseydi, kimden zevk aldığını ve zevk alanın
kim olduğunu bilirdi; ve kâmil olurdu.
Nasıl ki kadınlar, Hak Teala’nın, “Erkeklerin onlar üzerinde bir dereceleri vardır”
[Bakara Suresi, 2/228] sözünde belirttiği gibi, erkeklerden daha alt bir derecede
bulunuyorlarsa, erkekler de kendilerini Kendi sureti üzre yaratan [inşa] Hak’tan –
O’nun sureti üzre yaratılmış olsalar bile– daha alt bir derecededirler. İşte bu dereceyledir ki, Hak, erkeklerden ayrışık oldu ve bununla alemlerden gani ve ilk
eyleyici [fail-i evvel] oldu. Çünkü suret (yani, bu bağlamda, taayyün-i evvel
mertebesi) ikinci eyleyicidir [fail-i sani]. Dolayısıyla Hak için sözkonusu olan
evveliyet, suret için sözkonusu değildir. Böyle olunca, aynlar, mertebeler halinde
birbirinden (belirli niteliklerle) ayrıştı. Ve (aynların hakikatlerini bilen) her arif kişi,
Hak sahibi olan herbir şeye (yani, herbir ayn’a) hakkını verdi. İşte bunun içindir ki,
Muhammed’in (sav) kadınlara sevgisi, Allah’ın sevdirmesiyle oldu. “O, her şeye
halkını verdi” [Taha Suresi, 20/50] — ve bu da onun (yani, o ayn’ın) Hakk’ının ta
kendisidir. O halde, bu Hakk’ı her şeye ancak hakettiğince verdi — ki hakeden de,
bunu kendi zatıyla hak etti.
Ve (Resulallah kendisine sevdirilen şeyleri anarken) kadınları öne aldı, çünkü
kadınlar edilginlik mahallidirler. Nitekim (dişil nitelikte olan) tabiat (da) kendisinden
suret ile varolan şeylerden önce gelir. Ve tabiat gerçekte ancak Rahmanî Nefes’tir.
Çünkü Nefes, heyulanî cevherde, özellikle (de) yıldızlar aleminde yayındığı için, ona
alem suretlerinin yücesi ve aşağısı [ala ve esfel] üflendi. Fakat Rahmanî Nefes’in
nurani ruhlar aleminde ve arazlarda yayınımına gelince, buradaki yayınım başkadır.
Sonra, Resulallah (sav) bu (“Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi..”) hadisinde dişil
olanı eril olana üstün [galib] kıldı — ve bu şekilde kadınlara ihtimam gösterdi.
Böylece “üç” derken ancak dişil çoğulluk için kullanılan “selas” kelimesini kullandı.
Ne var ki (saydığı üç şey, yani “kadınlar,” “güzel koku” ve “namaz” kelimelerinden)
biri, yani “güzel koku” [tîb] kelimesi erildir ve Araplar’ın adeti her zaman için eril
olana öncelik vermektir. (Dolayısıyla –Arapça’nın bu temel kuralı göz önünde
bulundurulursa– Resulallah’ın “selas” yerine, eril olana öncelik vererek “selase”
demesi gerekirdi.) Örneğin, Arapça’da “Fatmalar’la Zeyd çıktılar” denildiği zaman,
fiil dişil olarak değil, eril olarak söylenir; yani erkeğin tek ve kadınların birden fazla
olmalarına karşın, fiil yine de dişil değil, eril olarak kullanılır. Halbuki Resul,
Arap’tır (ve dolayısıyla Arapça’nın bu kuralını bilmediğinden değil, başka bir şeye
işaret etmek için, bilerek böyle kullandı). İmdi Nebi (sav), kadınlara yönelik
sevgisinin kendi nefsinin bir tercihi [ihtiyar] olmadığına işaret etti. Böylece Allah,
ona bilmediği şeyi öğretti. Ve (kadınların, insan türünün varlığının aslı olduğu ve
edilginlik mahalli olduğunu öğretmesiyle ve bu şekilde kadınları sevdirmesiyle)
Allahu Teala’nın ona verdiği lütuf çok büyük oldu. Resulallah’ın (sav) dişili eril
olandan üstün tutması işte bu nedenledir. Resulallah (sav) hakikatleri nasıl bilmekte
ve her şeyin hukukunu nasıl gözetmektedir, bir bak!
Daha sonra, son söylediğini (yani, namazı) dişil olmaklığı itibarıyla ilkine (yani,
kadınlara) benzer kılarak, bu ikisinin arasına eril olanı (yani, güzel koku anlamına
gelen “tîb”sözcüğünü) koydu. “Kadınlar”la başladı ve “namaz”la bitirdi ve bunların
her ikisi de dişildir ve (eril bir terim olan) güzel koku bunların arasındadır — tıpkı
(iki dişil arasında bulunan) kendi varlığında olduğu gibi. Çünkü erkek, kendisinden
zuhur ettiği Zat ile (ki bu dişil bir terimdir) kendisinden zuhur eden kadın arasında bir yerdedir. Böylece o, biri gerçekten dişil ve diğeri itibarî olarak dişil olan iki dişil
ayn arasındadır. Böylece, “nisa” gerçekten dişil, “salat” kelimesi ise itibarî olarak
dişildir. “Güzel koku”ya gelince, bu kelime, bu ikisi arasına, Âdem’in, her şeyin
Kendisinden varolduğu Zat ile, mevcudiyeti (Âdem’in) kendisinden olan Havva
arasında olması gibi, (eril olarak) yerleştirilmiştir. İmdi, eğer dilersen (Âdem’in
varlık sebebi) “sıfattır” dersin, ve eğer dilersen (ilahi) “kudrettir” dersin — ki her
ikisi de (zat gibi) dişildir. Böylece, hangi mezhepten olmak istersen ol, ancak dişil
olanı önde gelir bulursun. Hatta, alemin varlığında Hakk’ı “sebep” [illet] olarak ele
alanlar için bile bu böyledir — çünkü “illet” kelimesi de dişildir.
Ve Resulallah’ın (sav) güzel kokuyu anmasındaki ve bunu kadınlardan sonra
anmasındaki hikmete gelince: Bunun hikmeti, kadında yaratılış [tekvin] kokusu
olmasından dolayıdır. Çünkü, atalar sözünde denildiği gibi, “Kokunun en güzeli
sevgiliyle kucaklaşmadadır.” Muhammed (sav) (bütün bir taayyünatın mebdei
olarak) katıksız bir kul olarak yaratıldığında, hiçbir zaman efendilik peşinde olmadı
— (ilahi tasarruflar için) edilgin [münfail] olmaklığıyla, (uluhiyet hazretinde) secde
edici ve (rububiyet kapısında) kıyamda durucu olmaktan başka bir şey yapmadı. Ve
Allahu Teala ondan (yani, taayyün-i evvel olan bu hakikat-ı Muhammediye’den)
yaratacağı [tekvin] şeyi (yani, bütün bir mükevvenatı) yarattığında [tekvin], ona
etkin olmaklık rütbesini ve (varoluşun) en güzel kokuları olan Nefesler aleminde
etkide bulunmaklığı vermiştir. Bundandır ki ona güzel koku sevdirilmiştir. İşte
bundan dolayı, güzel kokuyu, kadınlardan sonra anarak Hakk’ın, “O, derecelerin
yükseğidir” [Mümin Suresi, 40/15] sözüyle ortaya koyduğu derecelenmeyi gözetti.
Çünkü Hak Teala Arş’ın üzerine Rahman İsmi ile oturmuştur. O halde, Arş’ın ihata
edip de ilahi rahmetin isabet etmediği hiçbir kimse yoktur. “Rahman Arş üzerine
istiva etti” [Nur Suresi, 24/26] ve Arş her şeyi içerisine alır ve Arş’ın üzerine oturmuş
olan Rahman’dır. İmdi, alemde Rahman’ın hakikatı ile rahmetin yayınımı
gerçekleşir. Biz bundan hem bu kitapta hem de Fütühat-ı Mekkiye’de söz ettik.
Hak Teala, güzel kokuyu (“tîb,” aynı zamanda iyilik ve temizlik anlamına da gelir)
Hz. Ayşe’nin masumiyetini beyan eden Kur’an ayetinde, kadın ve erkek arasındaki
nikaha ilişkin olarak kullanılmıştır: “Habis kadınlar habis erkeklere, habis erkekler
habis kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler temiz kadınlara
yaraşırlar. Onlar (yani, Resulallah’ın eşleri) kendileri hakkında söylenenlerden
berîdirler” [Nur Suresi, 24/26]. Hak Teala temiz [tayyib] olanların kokularını güzel
kıldı. Çünkü söz nefestir ve nefes de güzel kokunun ta kendisidir. Böylelikle nefes
söz biçiminde ağızdan çıktığında, tayyib olan kimseden tayyib ve habis olan
kimseden de habis olarak dışarı çıkar. İlahi Nefes olmaları itibarıyla, bütün nefesler
tayyibdir. Övülesi [mahmud] ve yerilesi [mezmum] olmaları itibarıyla da tayyib ve
habistirler. Sarmısak hakkında Resulullah Efendimiz (sav), “Ben sarmısağın
kokusunu kerih görürüm” buyurdu, yoksa, “Ben sarmısağı kerih görürüm”
buyurmadı. Böylece, bir şeyin ayn’ının kerih olduğundan söz edilemez, ancak ondan
zahir olan şeyin kerih olmasından söz edilebilir. Ve çirkinlik [kerahet], bir şeyin örfe uygun olmamasında, tabiata uygun olmamasında, bir maksada uygun olmamasında,
Şeriat’a uygun olmamasında veya bir şeyin kemal düzeyinden noksanlık derecesine
düşmesindedir. Bu sebepler dışında bir şeyin kerih görülmesi sözkonusu değildir.
Az önce ortaya koyduğumuz gibi, İlahi Emr habis ve tayyib olmak üzere ikiye
ayrılmasıyla, Resulallah’a (sav) habis şeyler değil, tayyib olan şeyler sevdirildi. Ve o,
meleklerin habis kokulardan tiksinti duyduklarını söyledi; insanın unsursal
oluşumunda kötü koku bulunduğundan dolayı –ki insan kokuşmuş çamurdan
yaratılmıştır– melekler insanın tabiatını kerih görürler. Öte yandan, benzer bir
şekilde, pislik böceği de, mizacı gereği, gülün kokusundan rahatsız olur — halbuki,
gülün kokusu güzeldir. Benzer şekilde, manen ve suret olarak pislik böceğinin
benzeri bir mizacı olan kimseler hakkı işittiklerinde, ondan rahatsız olurlar ve
batıldan hoşlanırlar. Hak Teala onlar için, “Onlar ki, batıla inandılar ve Allah’ı inkar
ettiler” [Ankebut Suresi, 29/52] buyurmuştur. Ve Hak Teala onları, hüsranda olan
kimseler olarak nitelendirdi: “İşte onlar nefslerine yazık eden hüsran ehlidirler”
[Ankebut Suresi, 29/52]. Çünkü habis’i, tayyib’den ayırdedemeyen kimse idraktan
yoksundur.
İmdi, Resulallah’a (sav) ancak tayyib olan sevdirildi — ki varlıkta ancak tayyib olan
vardır. Ve alemde yalnızca tayyib olanı bulup, habis olanı bilmeyen bir mizacın
varlığı düşünülebilir mi yoksa düşünülemez mi diye sorulacak olursa, biz böyle bir
şey olmaz deriz. Çünkü biz kendisinden alemin zahir olduğu asılda –yani Hak’ta–
böyle bir mizac görmedik. İmdi, biz Hakk’ı kerih görür ve sever bulduk — ve
“habis” kerih görülen ve “tayyib” ancak sevilen şeydir. Ve alem, Hakk’ın sıfatı
üzeredir. İnsan ise iki suret (Hakk’ın ve alemin sureti) üzeredir. Dolayısıyla alemde
herşeyde ancak tek bir şeyi (yani, yalnızca habisi veya yalnızca tayyibi) idrak eden
bir mizac bulunmaz. Olsa olsa, bir şeyin deneyimleme ile habis ve deneyimleme
olmaksızın (yani, uzaktan görünüş itibarıyla) tayyib olduğunu bilmekliğiyle, habis
olandaki tayyib olanı idrak eden bir mizac bulunur. Böyle olunca, ondaki tayyib
olanın idrakı, ondaki habis olanı duyumsamaktan onu alıkoyar. Ama bunun olması
azdır. Ama alemden, yani kevn’den habisliğin kaldırılması hiç kuşkusuz sahih
değildir. Ve habis ve tayyibde Allah’ın rahmeti vardır. Ve habis, kendi açısından
tayyibdir ve tayyib olan şey onun açısından habistir. Dolayısıyla varlıkta, bir yönüyle
belli bir mizaç için habis olmayan hiçbir şey yoktur — ve bunun tersi de böyledir.
Ve kendisiyle tekliğin [ferdiyyet] kusursuz hale geldiği üçüncü şey namazdır.
Bundandır ki, Resulallah (sav), “Benim göz aydınlığım namazdır” buyurdu. Çünkü
namaz müşahededir ve böylece Allah ile kul arasında bir münacattır. Allah şöyle der:
“Beni anın, ben de sizi anayım” [Bakara Suresi, 2/152]. Namaz, sahih bir hadiste
belirtildiğine göre Allah ile kulu arasında, bir yarısı Allah’a ve diğer yarısı da kula ait
olmak üzere, ikiye bölümlenmiş bir ibadettir:
“Ben kıraati iki kısma ayırdım; yarısı bana aittir, yarısı da kuluma. Kulum neyi istiyorsa, kendisine istediği şey verilmiştir. Kul, ‘El-hamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn”
(Hamd alemlerin Rabbine aittir) deyince; ‘Kulum bana hamdetti’ derim. ‘ErRahmânirrahîm’ deyince; ‘Kulum bana senâda bulundu’ derim. ‘Mâlik-i yevmiddin’
(din gününün sahibi) deyince; ‘Kulum beni yüceltti ve ululadı’ derim. ‘İyyâke
na’budü ve iyyâke nesta’in’ (yalnız sana kulluk eder ve yalnız senden yardım dileriz)
deyince; ‘Bu benimle kulum arasındadır, kuluma istediğini verdim,’ derim. ‘İhdina’ssırâte’l-müstakîm sırâtellezîne en’amte aleyhim gayr’il-mağdûbi aleyhim ve le’ddâllîn’ (bizi doğru yola ilet, o yol ki, kendisine nimet verdiğin kimselerin yoludur,
gazaba uğrayanların ve dalalete düşenlerin değil) deyince; ‘Bu da kulumundur,
kuluma istediğini verdim’ derim.”
Allahu Teala namazın ilk yarısını nasıl ki Kendisine ayırmışsa, diğer yarısını da
kuluna ayırmıştır. Buradan, Fatiha Suresi’nin namazda okunmasının niçin zorunlu
kılındığı anlaşılır; bunu okumayan, Allah ve kulu arasında paylaşılan namazı eda
etmemiş olur.
Ve Hak ile kul arasında münacat olduğu için, namaz zikir olur. Ve Hakk’ı zikreden
kişi, hiç kuşkusuz Hak’la birlikte olur; ve Hak da O’nunla birlikte olur. Çünkü sahih
bir kudsi hadiste Hak Teala şöyle dedi: “Ben, beni zikreden kimseyle birlikteyim.” Ve
bir kimse, görüyor olarak, zikrettiği kimseyle birlikte olursa, onu müşahede eder.
Müşahede ve görüm [rüyet] budur; ama görüyor olmayan kimse müşahede edemez.
İşte namazda bu görümün var olup olmadığına bakarak, kul kendi manevi
mertebesini bilebilir: Eğer O’nu müşahede etmezse, iman yoluyla O’nu
görüyormuşçasına ibadet etsin ve münacatı sırasında O’nu, yöneldiği doğrultuda
[kıble] tahayyül etsin ve Hakk’ın kendisine vereceği cevaba kulak versin.
Kendi iç alemine ve kendisiyle birlikte namaz kılan meleklere imamlık ettiğinde –ki
sahih bir hadiste belirtildiğine göre, namaz kılan kişinin arkasında melekler namaza
durduklarından, namaz kılan herkes imamdır– bu kişi için resul rütbesi hasıl olur ve
bu rütbe Allah’ın vekili olmaktır [niyabet]. “Semi Allahu limen hamideh” (Allah
hamdedeni işitir) dediğinde, kendi nefsine ve arkasındaki meleklere, Allah’ın işitmiş
olduğunu haber verir ve kendisiyle birlikte orada bulunanlar, “Rabbena ve lekel
hamd” (Ey Rabbimiz, hamd sana mahsustur) karşılığını verirler. Çünkü hiç
kuşkusuz Allahu Teala, kulunun diliyle, “Semi Allahu limen hamideh”
buyurmuştur. Öyleyse namazın rütbesinin yüceliğine ve namaz kılanı nereye
götürdüğüne bir bak! Ne var ki, namazında müşahede mertebesine erişememiş olan
kişi, namazın gayesine ulaşamamıştır. Çünkü Kendisiyle münacatta bulunduğu
Hakk’ı görmediği için onda göz aydınlığı ortaya çıkmamıştır. Eğer namazda Hakk’ın
kendisine verdiği karşılığı işitmeyecek olursa, bu kişi (Hakk’a) kulak verenlerden
değil demektir. Ve işitmediği ve görmediği için Rabbinin huzurunda olmayan kişi,
asla namaz kılıcı değildir. Bu kimse, müşahede eden ve kulak verenler sınıfından
değildir. Ve namaz gibi –devam edildiği sürece– kişiyi kendisinden başka şeylerle meşgul
olmaktan alıkoyan bir ibadet yoktur. Ve namazdaki Allah’ın zikri, namazın
içerisinde yer alan söz ve hareketlerden daha büyüktür. İnsan-ı Kâmil’in namazdaki
halini Fütühat-ı Mekkiye’de betimlemiştik. Allahu Teala Kur’an’da, “Namaz insanı
taşkınlık ve kötülükten alıkoyar” [Ankebut Suresi, 29/45] buyurmuştur. Çünkü
Allah, namaz kılan kimseye namazdan başka herhangi bir şeyle meşgul olmayı
yasakladı. “Ve Allah’ın zikrinden daha büyük bir şey yoktur” [Ankebut Suresi,
29/45] — yani, namaz sırasında, kulun dileyişine karşılık verdiğinde, Hak Teala’nın
bu kulunu zikretmesi ve ona senâ etmesi, kulun Hakk’ı zikretmesinden daha
büyüktür, çünkü büyüklük [kibriya] Hakk’a aittir. Böylece Hak Teala şöyle der: “Ve
Allah sizin işlediğiniz şeyi bilir” [Ankebut Suresi, 49/45] ve “o kimse, müşahede
ediyor olarak kulak verdi” [Kaf Suresi, 50/37]. Ve kulun, Hakk’ın seslenişine kulak
vermesi, namaz sırasında Allah’ın kulunu zikretmiş olmasındandır.
Varlık, ancak akılla kavrayabileceğimiz hareketten ortaya çıktığında, bu hareket,
alemi yokluktan varlığa taşıdı ve namaz bütün hareketleri kendinde topladı. Ve
alemde üç (tür) hareket vardır. İlk hareket, dikey harekettir ve bu, namazdaki kıyam
halidir. Diğeri yatay harekettir ve bu da namazdaki rüku halidir. Ve üçüncü de aşağı
doğru harekettir ve bu da namazdaki secde halidir. İmdi, insanın hareketi dikeydir;
hayvanların hareketi yataydır; ve bitkilerin hareketi aşağı doğrudur. Minerallerin ise
kendiliklerinden bir hareketi yoktur. Taşın hareket etmesi, bir başkasının kendisini
hareket ettirmesiyle olur.
Resulallah’ın (sav), “Namaz benim gözümün aydınlığı kılındı” sözüne gelince;
kendisi bunun böyle olmasını kendini nisbet etmedi, çünkü Hakk’ın namaz kılana
tecellisi, namazı kılandan değil, Hak’tan gelir. Gerçekte, eğer Hak bu sıfatı (yani,
tecelli ve şuhudun kendi tarafından vuku bulmasını) Resul’e Kendisi zikretmiş
olmasaydı; Kendisinden ona tecelli olmaksızın namaz kılmasını buyururdu. Ama
eğer tecelli Hak tarafından bağış [imtinan] yoluyla olduysa, o halde Resul’ün
müşahedesi de aynı şekilde Hak tarafından bağış yoluyla olmuştur. Bundandır ki,
“Namaz gözümün aydınlığı kılındı” demiştir. Ve bu (gözün aydınlığı), Sevgili’nin
müşahede edilmesidir ve “göz aydınlığı” [kurre] “karar bulma” [istikrar]
sözcüğünden türer: Böylelikle sevenin gözü, geri kalan hiçbir şeye gözü kaymaksızın
(Sevgili’nin görümüne) takılıp kalır. Bu nedenledir ki, Hak Teala namazda sağa sola
bakmayı kuluna yasaklamıştır [nehy]. Çünkü namaz sırasında sağa sola bakmak,
kulun kıldığı namazdan Şeytan’ın çaldığı bir şeydir; bununla, kulu Sevgilisini
müşahede etmekten alıkoyar. Eğer Hak, sağına soluna bakınan bir kimsenin
(gerçekten) Sevgilisi olsaydı, bu kimse (sağına soluna bakınmak yerine) namazında
bakışını kıbleden ayırmazdı. Ne var ki insan bu özel ibadette Hakk’ı müşahede edip
etmediğini nefsinin haline bakarak bilir. Çünkü insan kendi nefsini bilir. Ve bir kimse
nefsinde olanlara dış görünüşten dolayı mazeretler getirse bile, nefsini mazur
gösterdiğini ve onun hakkında doğruyu söylemediğini bilir. Çünkü hiçbir şeyin
kendi nefsini bilmezliği sözkonusu değildir. Çünkü bir kimse, kendi halini deneyimler.
Ve “namaz” olarak adlandırılanın bir diğer bölümlenişi daha vardır. Hak Teala, bir
yandan Kendisine namaz kılmamızı buyurdu ve bir yandan da bizim üzerimize
namaz kılıcı [musalli] olduğunu haber verdi — böylece namaz bizden ve O’ndandır.
İmdi, O namaz kılıcı olduğunda, ancak Ahir İsmi ile namaz kılıcı olur. Böyle olunca
Hak, kulun varlığından sonra gelir. Ve O, kulun kıblesinde kendi düşünsel
kurgulamasıyla veya taklit yoluyla tahayyül ettiği Hak’tır. Ve bu itikat edilen ilah,
herbir kişide varolan istidadın farklı olmasından dolayı çeşitlenir. Nitekim Allah’ın
bilinmesi ve arifler hakkında sorulan soruya Cüneyd-i Bağdadi –Allah’ın rahmeti
onun üzerine olsun– şöyle demiştir: “Suyun rengi, kabının rengidir.” Ve bu, durumu
bütün açıklığıyla ortaya koyan bir cevaptır. İşte bu Hak, bizim üzerimize namaz
kılıcı olan Hak’tır.
Namaz kılıcı [musalli] biz olduğumuzda ise, (önce Hakk’ı tahayyül edip, ondan
sonra namaz kıldığımızdan) bizim için Ahir İsmi ortaya çıkar ve bu İsimde
gerçekleniriz. Kendisinde bu İsim ortaya çıkan kişinin halinden daha önce söz
etmiştik. Bundandır ki, O’nun indinde, halimizce oluruz ve O da bize, ancak bizim
O’na ilişkin olarak getirdiğimiz suret üzre bakar. (Ve namaz kılanın, Ahir isminde
gerçeklenmesinden dolayıdır ki, ona “musalli” adı verilmiştir.) Çünkü (Arapça’daki)
“musalli” kelimesi, “yarışta öndekinden bir sonra gelen” demektir.
Ve Hakk’ın, “Her şey salâtını ve tesbihini bilir” [Nur Suresi, 24/41] sözü, her şey
Rabbine ibadette sonradan gelme rütbesini ve istidadı ölçüsünce O’nu tenzih ettiği
tesbihini bilir, demektir. İmdi, Halim ve Gafur olan Rabbine hamdetmeyen hiçbir şey
yoktur. İşte bundandır ki biz, alemin, kendini oluşturan parçalarıyla tek tek
ayrıntılanımlı olarak Hakk’ı nasıl tesbih ettiğini anlayamayız. Ve, “Kendi hamdıyla
O’nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” [İsra Suresi, 17/44] ayetinde bir mertebe
vardır ki, burada geçen “kendi hamdıyla” sözündeki belirsiz zamir, tesbih eden kula
işaret eder. Yani o şey, Allah’ı kendine mahsus hamd ile tesbih eder, demek olur.
Böyle olunca “kendi hamdıyla” sözündeki zamir, şeyin kendisine ait olur ve bu söz
“kulun üzerine olduğu senâ ile” anlamını kazanır. Nitekim, itikat edenin ancak itikat
ettiği İlah’a senâ ettiğini belirtmiştik. Ve o, nefsini, itikat ettiği İlah’a raptetmiştir. Ve
işlediği ameller, kulun kendisine döner. Öyleyse, ancak kendi nefsine senâ etmiş
olur. Çünkü hiç kuşkusuz sanatı öven kimse, sanatçıyı övmüş olur. Çünkü sanat
eserinin güzel olması veya güzel olmaması, gerisingeri sanatçıya döner. Ve, itikat
edilen ilah, onu kendi tahayyülünde oluşturan kimsenin oluşturduğu bir şeydir.
İmdi, itikat ettiği şey üzerine senâsı, (sonuçta) kendi nefsi üzerine senâsıdır. Ve
bundan dolayı, kendi itikadından başka olanları yerer. Ve eğer insaf etseydi, böyle
olmazdı. Bu özgül mabud’a sahip olan kişi, kendinden başkalarının itikadına
itirazından dolayı, Allah hakkında itikat ettiği şeyde hiç kuşkusuz cahildir. Çünkü,
eğer Cüneyd-i Bağdadi’nin, “Suyun rengi, kabının rengidir” sözünü anlasaydı, her
itikat sahibinin itikatını teslim eder, ve Allahu Teala’yı her itikatta ve her surette bilirdi. Ne var ki mabud’u kendine özgü kılan, zan üzredir, ilim sahibi değildir.
Bundan dolayıdır ki, Allahu Teala, “Ben kulumun zannı üzereyim” buyurdu. Bu söz,
Allah’ın kuluna ancak kulunun itikat ettiği surette zahir olduğu anlamına gelir — kul
ister mutlak kılsın ister kayıtlasın, bu böyledir.
İmdi, itikat edilen ilah, sınırlılığa sahiptir. Ve bu sınırlılığa sahip olan ilah, kulun
kalbine sığan ilahtır. Çünkü, mutlak ilah, hiçbir şeye sığmaz. Çünkü o, şeylerin ta
kendisidir ve nefsinin ta kendisidir. Gerçekte, bir şeyin kendi nefsine sığdığı ya da
sığmadığı söylenemez. İyi anla! Ve Allah doğruyu söyler, doğru yola iletir.