FUSÛSU-L HİKEM
BEŞİNCİ BÖLÜM
YUNUS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NEFSİYYE
Bil ki, hiç kuşkusuz Allahu Teala bu insan oluşumunu ruhuyla, bedeniyle ve nefsiyle
kâmil bir şekilde Kendi suretinde yarattı. Ve bu insan oluşumunun çözülmesi, bu
insan oluşumunu yaratandan başkasının elinde değildir. Bu çözülme, ya O’nun eliyle
olur –ki her zaman için bu böyledir– ya da O’nun emriyle olur. Allah’ın emri
olmaksızın bunu üzerine alan kişi hiç kuşkusuz kendi nefsine zulmetmiş, Allah’ın koyduğu sınırları aşmış ve Allahu Teala’nın mamur kılınmasını emrettiği şeyin
yıkımına yönelmiş olur.
Bil ki, Allah’ın kullarına şefkat göstermek, Allah yolunda gayret göstermekten daha
yakışık alır bir şeydir. Davud aleyhisselam, Beyt-i Mukaddes’i inşa etmeyi dileyip,
onu defalarca inşa ettiyse de inşaatı biten bina her seferinde yıkıldı. Bu durumu
Allahu Teala’ya şikayet edince, Allahu Teala ona şöyle vahyetti: “Benim bu evim kan
döken bir kişinin iki eli üzerinde ayakta duramaz.” Davud şöyle dedi: “Ya Rabb, ben
senin yolunda kan dökmedim mi?” Hak Teala şöyle buyurdu: “Evet, ama onlar
Benim kullarım değiller mi?” Davud şöyle dedi: “Ya Rabb! Bu ev benden olan bir
kişinin iki eli üzerine inşa edilsin.” Böylece Allahu Teala Davud’a, bu evin, oğlu
Süleyman tarafından inşa edileceğini vahyetti.
Bu hikayeyle anlatılmak istenen, bu insan oluşumunun korunmasıdır — ve hiç
kuşkusuz bu insan oluşumunun korunması onun yıkıma uğratılmasından daha
iyidir. Sen Allahu Teala’nın, din düşmanlarının hayatta kalmaları için cizyeyi ve
barışı farz kıldığını görmez misin? Ve O, “Eğer onlar barışa meylederlerse, sen de
onlarla barışa meylet ve Allahu Teala’ya tevekkül et” dedi [Enfal Suresi, 8/61]. Sen
üzerine kısas vacib olan kişiyi görmez misin? Öldürülenin yakınları bir araya gelip
de bunlardan biri diyete razı olduğu veya öldüreni bağışladığı ve diğerleri ise katilin
öldürülmesini istediklerinde, Hak Sübhanehu, bağışlayan kişiyi nasıl gözetmekte ve
bu kişiyi, bağışlamayan diğer kişilere nasıl yeğlemektedir? Dolayısıyla, kısas yoluyla
öldürmek olmaz. Ve görmez misin ki, Resulallah (sav), katilin kısas yoluyla
öldürülmesine ilişkin olarak, “Onun öldürülmesi, diğerinin öldürülmesi gibidir”
buyurmuştur. Ve görmez misin ki, Allahu Teala, kısasın kötü bir eylem olduğuna
işaret ederek, “Kötülüğün cezası, ona benzer bir kötülüktür..” [Şura Suresi, 42/40]
buyurmuştur — yani, meşru olmakla birlikte kısas, kötü bir fiildir. Ve “..Her kim
bağışlar ve ıslah ederse onun ödülü Allah katındadır” [Şura Suresi, 42/40] — çünkü
(bağışladığı kimse) O’nun sureti üzerinedir. Böylece, her kim bağışlar ve öldürmezse,
bu kişi, (bağışladığı kimsenin) sureti üzre olduğu kimse (yani, Allah) tarafından
ödüllendirilecektir. Bu elbette böyledir, çünkü onu bunun için (yani, Kendi suretini
zahir kılması için) inşa etmiştir. Allah, ancak onun varlığı yoluyla Zahir ismiyle zahir
olduğundan, her kim insan oluşumunu gözetecek olursa, Hakk’ı gözetmiş olur.
Yerilesi olan, insanın ayn’ı değil, kendisinden ortaya çıkan fiilleridir. Ve bir kişinin
fiili, onun –bizim şu anda sözünü ediyor olduğumuz– ayn’ı değildir. Bütün fiiller
Allah’ın olsa bile, bunlardan bazıları yerilir ve bazıları övülür. Kendi hoşuna
gitmeyen bir şeyden dolayı bir kimseyi yermek, Allah indinde yerilesi bir şeydir,
çünkü yerilesi olan ancak şeriatın yerdiğidir. Şeriatın bir şeyi yermesinde bir hikmet
vardır ki bunu ancak Allah veya Allah’ın kendisine bildirdiği kimse bilir. Nitekim
kısas, belli bir fayda için getirildi — ki kısas insan türü için bir korunma ve insan
türüne yönelik olarak Allah’ın sınırlarını aşanlar için bir çekinmedir. “Ey akıl
sahipleri, sizin için kısasta hayat vardır” [Bakara Suresi, 2/179]. Böylesi akıl sahibi kimseler şeylerin özünü bilen ve ilahi yasaların ve hikmetlerin sırrına erişmiş
olanlardır.
Ve sen Allahu Teala’nın bu insan oluşumunu gözettiğini ve onu koruduğunu
bildiğinde, sen de bu insan oluşumunun korunmasını daha bir gözetirsin — ki
bunda senin için saadet vardır. Çünkü insan henüz hayatta iken, kendisinden
yaratılış sebebi olan kemale erişmesi istenir. Bundandır ki, her kim onu yoketmeye
çalışırsa, yaratılış sebebi olan şeye erişmekten onu alıkoymaya çalışmış olur.
Resulallah’ın (sav) şu sözü ne güzeldir: “Size, düşmanlarınız üzerine varıp onların
boyunlarını vurmanızdan ve onların sizin boyunlarınızı vurmasından daha hayırlı
ve daha yüce olan şeyi haber vereyim mi: Bu, Allah’ı zikretmektir.” Bu demektir ki,
bu insan oluşumunun değerini ancak, kendisinden istenen zikir ile Allahu Teala’yı
zikreden kimse bilir. Çünkü Hak Teala, Kendisini zikreden kişiyle birliktedir ve
birlikte olan, zikreden tarafından müşahede edilir [şuhud]. Ve zikreden kişi,
kendisiyle birlikte olan Hakk’ı müşahede etmeyecek olursa, O’nu zikrediyor
değildir. Çünkü Allah’ın zikredilmesi, kulun her yanına yayınmış olup, zikreden
kişinin yalnızca diline özgü değildir. Eğer kişi yalnızca diliyle zikrediyorsa, bu
durumda yalnızca dil O’nu müşahede eder — ve bu, insanın bir bütün olarak
(Hakk’ı) müşahede etmesiyle aynı değildir. Gafillerin zikrine ilişkin olan bu sırrı
anla! Gerçekte gafil kişinin Allah’ı zikreden parçası hiç kuşkusuz Allah’ın
huzurundadır ve Zikrolunan onunla birliktedir — ve o parça Allah’ı müşahede eder.
Ve gafil olan (parçalar) gafleti dolayısıyla zikredici değildir — böylelikle de Hak, o
gafil olan parçalarla birlikte değildir. Çünkü insan hiç kuşkusuz çoğuldur [kesir], birayn [ayn-ı vahid] değildir. Bir-ayn olan Hak da İlahi İsimleri ile çoğuldur. Aynı
şekilde insan da (kendisini oluşturan) parçalar ile çoğuldur, bir-ayn değildir. Ve bir
parçanın zikri, başka bir parçanın da aynı şekilde zikrediyor olması anlamına
gelmez. Dolayısıyla Hak, bunlardan zikredici olan parça ile birliktedir ve diğerleri,
gaflet içerisinde olmaklıkla nitelenir. Ve insanda Hakk’ı zikreden bir parça olması ve
Hakk’ın bu parçayla birlikte olması gerekir ki, böylelikle geri kalan parçalar Hakk’ın
inayetiyle korunmuş olsun.
Ve Hakk’ın bu insan oluşumunu “ölüm” olarak adlandırılan şeyle yıkıma yönelmesi,
yoketme değildir, olsa olsa (oluşturucu unsurlar yönünden) ayrışmadır. Ve
böylelikle her parça kendi aslına döner. Hakk’ın dilediği şey, onu Kendine almaktır.
Ve herşey Allah’a döner. İmdi, onu Kendine aldığında, aktarıldığı yurdun cinsinden
–buradaki düzenlenişinden farklı bir düzenlenişle– ona bir düzenleniş verir. Ve
varlığı itidal üzere olduğundan, orası (yani, ölümle aktarılınan berzah alemi) beka
yurdudur. Artık burada ne ölür ne de parçaları bir kez daha ayrışır.
Ateş ehline gelince, onlar sonuçta nimete erişeceklerdir — ama bu nimet ateş
içindedir, çünkü ceza süresinin bitiminden sonra, ateşin içerisinde olan kimseler için
ateşin kızgınlığının soğuk ve selamet olması kaçınılmazdır ve bu nimettir. İmdi, hakkın yerini bulmasından sonra ateş ehlinin nimeti, ateşe atıldığı sıradaki
Halilullah’ın nimetidir. Çünkü İbrahim ateşi görmekle ve ateşin, ona yaklaşan
kimseyi yakmasının bildik bir şey olduğunu bildiğinden dolayı azap çekti. Ve
İbrahim, o ateş suretinde ve o ateş suretinden kendisine ilişkin olarak Hakk’ın
dilediği şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Ve bu elemin ortaya çıkışından sonra, ateşi –
rengini ve suretini görmekle birlikte– soğuk ve selamet buldu. Oradaki insanlar
içinse ateş olarak göründü. İmdi, bir-olan-şey, bakanların gözünde çeşitlenmiş oldu
— (işte) ilahi tecellinin hükmü böyledir. Dolayısıyla, (ilahi tecellinin hükmünün
böyle olduğunu bildikten sonra) dilersen, Allahu Teala bu şekilde (yani, aynların
aynalarında farklı suretlerde) tecelli eder dersin. Ve dilersen; alem, (Hakk’ın varlığı
aynasında) kendisine bakıldığında (suretlerle) tecellide Hak gibidir, dersin. Böyle
olunca (alem) bakanın kendisinde, bakanın mizacından dolayı çeşitlenir. Ya da
bakanın mizacı, tecellinin çeşitlenmesinden dolayı çeşitlenir. Hakikatte her ikisi de
olabilir.
Eğer ölen veya öldürülen kişi, öldüğünde veya öldürüldüğünde Allahu Teala’ya
dönmeyecek olsaydı, Allahu Teala bir kimsenin ölümüne hükmetmez ve bir
kimsenin öldürülmesini meşru kılmazdı. Hepsi O’nun avcundadır, ölenlerin yitip
gitmesi sözkonusu değildir. Ve Allah, kulun Kendisinden kopup gitmeyeceğini [fevt]
bilmesinden dolayı öldürmeyi meşru kıldı ve ölüme hükmetti. İmdi, Hak Teala’nın
“Her şey O’na dönücüdür” [Hud Suresi, 11/123] sözünde, ölen kişinin O’na
dönmesine işaret edilmektedir ki, O, bu (Kendisine dönen) şeyin ta kendisidir. Yani
O, (“Zahir” İsmiyle yaratılış suretlerinde) tasarruf olunan ve (“Batın” İsmiyle, İlahi
İsimlerin suretlerinde) tasarruf edendir. İmdi, O’ndan, O’nun ta kendisi [ayn]
olmayan hiçbir şey ortaya çıkmamıştır. Ve Hak Teala’nın, “Her şey O’na dönücüdür”
[Hud Suresi, 11/123] sözünden keşf yoluyla anlaşılan budur.
EYYUB KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ GAYBİYYE
Bil ki, hiç kuşkusuz hayatın sırrı suda yayındı. Dolayısıyla su, unsurlar ve erkânın
aslıdır. Ve işte bunun için Allahu Teala diri olan her şeyi sudan yarattı. Ve varlıkta,
diri olmayan ve Allah’ı hamdıyla tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama bu tesbih,
ancak ilahi keşf ile anlaşılır ve Hakk’ı ancak diri olan şey tesbih eder. Dolayısıyla her
şey diridir ve her şeyin aslı sudur.
Sen arşın (yani, bütün bir cisimler aleminin) nasıl su üzerinde durduğunu görmez
misin? Çünkü arş sudan oluştu [tekevvün]. Dolayısıyla arş, kendisini altından doğru
koruyan suyun üzerinde yükseldi. Aynı şekilde, Allahu Teala insanı kul olarak
yaratmış ve insan (ise) Rabbine karşı büyüklenerek, kendini O’nun üstüne
yükseltmiştir — ve Hak Teala, bu kendini [nefs] bilmeyen kulun yüceliğine bakarak, onu altından (ve batınından) doğru korur. Ve Resulallah’ın (sav) şu sözünde buna
işaret edilmiştir: “Eğer bir ip sarkıtacak olsanız, Allah’ın üzerine düşerdi.” Bu
göstermektedir ki “alt” O’na nisbet olunur; tıpkı, “Üzerlerindeki Rabblerinden
korkarlar” [Nahl Suresi, 16/50] ve “O, kulları üzerinde kahredicidir” [En’am Suresi,
6/18] sözlerindeki “üst”ün O’na nisbet olunması gibi. Dolayısıyla, Hakk’a “alt” ve
“üst” (denk bir şekilde) nisbet olunur. Böylelikle altı yön (ön, arka, sağ, sol, alt, üst)
ancak insana nisbetle zahirdir ve insan Rahman’ın sureti üzeredir.
Allah’tan başka gıdalandırıcı yoktur. Ve O, bir topluluk (Yahudi ve Hıristiyanlar)
hakkında şöyle buyurdu: “Eğer onlar Tevrat ve İncil’in hükümlerine..” –ve sonra,
belirsiz ve genel bir ifadeyle– “..ve Rabblerinden kendilerine indirilen şeye uyacak
olsalardı..” –ki burada Resul’e vahyolunan ve ilham olunan bütün hükümler içerilir–
“..üstlerinden..” –ki, Allah’a nisbet olunan üstte-olmaklık yönünden gıdalandırıcı
ancak O’dur– “..ve ayaklarının altından yerlerdi” –ki, Allah’ın tercümanı olan
Resul’ünün diliyle Hakk’ın kendi Nefsine nisbet ettiği altta-olmaklık yönünden
gıdalandırıcı ancak O’dur [Mâide Suresi, 5/66].
Eğer arş su üzerinde olmasaydı, arşın varlığı korunamazdı, çünkü diri olanın varlığı
ancak hayat ile korunabilir. Görmez misin ki, bir kişi bildik bir şekilde öldüğünde,
onun düzenlenişinin parçaları dağılır ve onun yetileri, bu ona özgü düzenlenişte var
kalmaz.
Allahu Teala, çektiği acının ateşi içerisindeki Eyyub’a, “Ayağını yere vur, bu
yıkanılacak bir şeydir” [Sâd Suresi, 38/42] — yani soğuk sudur, dedi. Dolayısıyla
Allahu Teala bu ateşi suyun soğukluğuyla dindirdi. Bundandır ki, tıp, fazla olanın
azaltılması, az olanın ise artırılmasıdır; ki bu şekilde istenen şey itidalin
sağlanmasıdır; ama bu itidale ancak yaklaşık olarak ulaşılabilir. Yaklaşık olarak
diyoruz, çünkü hakikatlar ve şuhud, tekvin’in sürekli olarak Nefesler yoluyla (yeni
bir yaratılış içerisinde) olduğunu göstermektedir. Ve tekvin ancak bir yönelimle
birlikte ortaya çıkar ki, buna, tabiat sözkonusu olduğunda “bozunma” ve “çürüme,”
Hakk sözkonusu olduğunda ise “irade” denir. Ve irade, bir başkasına değil, özgül bir
isteğe [murad] yönelmektir. İtidal ise, her yöne denk bir şekilde yönelmeyi gerektirir
ki, (alemde) böyle bir şey sözkonusu değildir. Bundan dolayıdır ki biz, itidal
olamayacağını söyledik.
Nebilerin getirdiği ilahi ilimde Hak, “rıza” ve “gazab” ile ve birbirine karşıt olan
sıfatlarla nitelenmiştir. İmdi, rıza gazabı ve gazab da rızayı ortadan kaldırır. Ve itidal,
rıza ile gazabın denk olmasıdır (ki bu, olmayacak bir şeydir). Dolayısıyla öfkelenen,
öfkelendiği kimseden aynı zamanda da razı olarak öfkelenmez. Böylelikle, bu
kimseye ilişkin olarak iki hükmün biriyle (yani, öfke duymaklıkla) nitelenir ki, bu
niteleniş o kimsedeki yönelime işaret eder. Ve razı olan, razı olduğu kimseden aynı
zamanda da öfke duyuyor olarak razı olmaz. Böylelikle (yine) bu kimseye ilişkin
olarak iki hükmün biriyle (yani, razı olmaklıkla) nitelenir ki, bu niteleniş de yine o kimsedeki yönelime işaret eder.
Ve biz bu sözlerimizi, kendi zanlarınca, ateş ehli için Allah’ın gazabının sonsuza dek
süreceğini düşünenler için söyledik — ki bu, bizim söylediğimizi (yani, itidal
olamayacağını) doğrulamaktadır. Eğer iş bizim dediğimiz gibiyse, her ne kadar ateş
içerisinde kalsalar da, ateş ehlinin varacağı son, çektikleri acının sona ermesidir — ki,
bu da rızadır. İmdi, çektikleri acının sona ermesiyle gazab ortadan kalkar, çünkü –
anlayacak olursan– çekilen acı duyulan öfkenin ta kendisidir. Öfke duyan kimse hiç
kuşkusuz azap içerisindedir. Dolayısıyla, içindeki acının, öfkelendiği kişiye
geçmesiyle kendisini rahatlatabilmek için, acı çektirerek intikam almaya çalışır.
Hakk’ı alemden ayıracak olursan, Hak böylesi bir sıfatla tanımlanmaktan (yani,
öfkelendiği kişiye öfkesini aktararak rahat bulma ihtiyacında olmaktan) sonsuz
yücelikte aşkın olur. Ama eğer Hakk’ın alemin huviyeti olduğunu düşünecek
olursan, o halde, bütün hükümler ancak O’nda ve O’ndan zuhur eder. Ve bunun
böyle olmaklığının delili, Allahu Teala’nın şu sözüdür: “Her şey O’na dönücüdür..”
— ve her şeyin O’na dönmesi hakikat ve keşf yoluyladır. İmdi sen, hicab ve örtü
içindeliğiyle, “..O’na kulluk et ve O’na tevekkül et!” [Hud Suresi, 11/123]. Gerçekte,
bu alemden daha kusursuz bir alem olması mümkün değildir ve bunun böyle
olması, Allahu Teala’nın alemi Rahman’ın sureti üzere yaratmış olmasındandır. Yani
Hak Teala’nın varlığı, alemin zuhuru ile zahir oldu. Ve aynı şekilde insan da tabii
suretinin varlığı ile zahir oldu. İmdi biz, O’nun zahirî suretiyiz ve O’nun huviyeti, bu
zahirî suretin yönetici ruhudur. Ve yönetme, (alem O’nun zahirî sureti olduğundan)
ancak O’ndadır ve (O, alem suretinin ruhu olduğundan) ancak O’ndandır. Böylelikle
O, mana yönünden Evvel’dir ve suret yönünden Ahir’dir; ve O, hükümler ve hallerin
değişmesi yönünden Zahir’dir ve yönetme yönünden Batın’dır. Ve O, her şeyi bilir
ve O her şey üzerine Şehid’dir. Böylelikle O, şuhud yoluyla bilir, fikir yoluyla değil.
Aynı şekilde, deneyimlemeler ilmi de [ilm-i ezvak] fikir yoluyla değil, şuhud
yoluyladır. Gerçek ilim budur ve geri kalan ne varsa zan ve tahminden ibaret olup,
hiçbir şekilde gerçek ilim değildir.
Sonra, bu su, bedenindeki susuzluğu ve acıyı gidermek üzere Eyyub için bir içecek
oldu. Ve Eyyub’un (hastalığından dolayı çektiği) azabı, Şeytan’ın –yani algıladığında
yakın olacağı hakikatleri ne ise o olarak algılamaktan uzaklığın– dokunmasıyla
ortaya çıktı. İmdi, görülen her bir şey, her ne kadar aradaki mesafeden dolayı uzak
olsa da, göze yakındır. Çünkü görülen şeyin görülmesi dolayısıyla göz, hiç kuşkusuz
bu görülen şeye erişir — ve eğer böyle olmasaydı, onu göremezdi. Ya da görülen şey
göze erişir. Dolayısıyla gören ve görülen arasında bir yakınlık vardır. İşte bunun için
Eyyub, “dokunma” tabirini bir kinaye olarak kullandı ve dokunma yakın olmaklığı
gerektirmekle birlikte, bu dokunuşu Şeytan’a, yani uzaklığın kendisine izafe etti.
Böylece, “Bendeki hikmetten dolayı, uzaklık bana yakınlaştı” demiş oldu (ki,
Eyyub’da varolan hikmet; müteayyin olan Hak’tan, bu taayyün sebebiyle örtülü
olması ve bu taayyün örtüsünün galebesinden dolayı Hak’tan uzak olmasıdır). Sen elbette bilirsin ki, yakınlık ve uzaklık iki izafi şeydir ve yakın olan şeyde yakınlığın
ve uzak olan şeyde de uzaklığın hükmü yerleşik olmakla birlikte, her ikisi de, ayn
olarak varlıkları olmayan nisbetlerdir.
Bil ki, Allahu Teala Eyyub’un sırrını bize ibret olsun ve Muhammedî ümmet bu
kitabın (yani, Eyyub’un varlığının) satırlarını kendi hallerince okusunlar diye
gösterdi. Böyle olunca (Eyyub gibi, belalara sabretmeleri sonucunda esenlik bularak,
sabır ve rızada ve bunun sonucunda elde edilen mükafatta) Eyyub’un makamına
erişirler; onun içindir ki bu (yani, Muhammedî ümmete ibret olması için Hak Teala
hazretlerinin bir nebisini belaya uğratması, hiç kuşkusuz Muhammedî ümmeti)
şereflendirmedir.
İmdi Allahu Teala, kendisinden sıkıntıyı gidermesi için dua etmiş olmasına karşın
Eyyub’u sabırlı olmakla övdü. Böylelikle biz bildik ki, bir kulun kendisinden
sıkıntının giderilmesi için Allahu Teala’ya dua etmesi, “..sabredici..” olmasına ve
“..iyi bir kul..” olmasına eksiklik getirmez. Nitekim Allahu Teala, “..o dönücüdür”
[Sâd Suresi, 38/44] –yani sebeblere değil, Allah’a dönücüdür– dedi. Ve her ne kadar
Hak, kulun dayanıyor olduğu bir sebeb yoluyla işlese ve bir sıkıntıyı gideren
sebebler çok olsa da, sebeb-olan, Bir-olan-ayn’dır [ayn-ı vahid]. Dolayısıyla kulun, bu
acıyı bir sebeb yoluyla gideren Bir-olan-ayn’a dönmesi, ilahi ilimde sabit olan şeyle
çoğu kez uyuşmayan özgül sebebe dönmesinden daha yerindedir. İmdi kul, “Allahu
Teala duamı kabul etmedi” der. Halbuki o kul (gerçekte) dua etmeyip, (ortaya
çıkma) zamanı ve vakti gelmemiş olan özgül sebebe yönelmiştir.
İmdi Eyyub, nebi olduğundan dolayı, Allah’ın hikmeti doğrultusunda davrandı
(yani, bela zamanında sabretti ve giderilme vakti gelince de sıkıntının giderilmesi
için dua etti). Sabır, bazılarına (yani, zahir uleması ve tahkik makamına erişmemiş
süluk ehline) göre, nefsi şikayet etmekten alıkoymaktır. Ama bize göre bu, sabrın
tanımı değildir. Ve sabrın tanımı nefsi Allah’a değil, Allah’tan başka olana şikayet
etmekten alıkoymaktır. İmdi, şikayet edenin şikayetinin, kazaya rıza göstermeye
eksiklik getireceğini düşünmeleri, bu kimseleri örtülü kıldı. Ve iş, onların
düşündüğü gibi değildir; çünkü Allahu Teala’ya ve O’ndan başkasına şikayet kazaya
rıza göstermeye eksiklik getirmez, sadece kaza-olunan’a [makzî] rıza göstermeye
eksiklik getirir — ki, bizlere de kaza-olunan’a rıza göstermemiz (gerektiği) hiçbir
zaman söylenmiş değildir. Ve sıkıntı, kaza-olunan’dır ve kaza-olunan, kaza ile aynı
şey değildir.
Eyyub bildi ki, sıkıntının giderilmesi konusunda Allahu Teala’ya şikayet etmekten
nefsini alıkoymak ilahi kahra karşı direnmek demektir; ki bu da kişinin cehaletinden
kaynaklanır. Ve Allahu Teala böylesi bir kimseyi sıkıntıya sokacak bir şeye
uğrattığında, bu kişi bu sıkıntılı işin giderilmesi için Allahu Teala’ya dua etmez. Ama
bu durumda onun yapması gereken şey –gerçekleyici [muhakkik] olan kimse
indinde– yakarmak ve kendisinden bu sıkıntının giderilmesi yönünde dileyişte bulunmaktır. Çünkü keşf sahibi olan arif indinde bu (belanın kuldan giderilmesi),
Cenab-ı İlahi’den giderilmesi demektir. Ve Allahu Teala, “Allah’a ve Resulüne eza
eden kimseler..” [Ahzab Suresi, 33/57] diyerek, hiç kuşkusuz Kendi nefsini eza
olunmaklıkla nitelemiştir. İmdi sen, O’ndan ya da bilmediğin ilahi bir makamdan
gaflete düştüğünde, seni bir belaya uğratmasından daha büyük bir eza olabilir mi?
Ve bu, sen O’na dönesin ve O’nun senden bu belayı gidermesiyle, senin hakikatin
olan gereksinim içre olmaklığın [iftikâr] doğrulansın diyedir. Ve sonuçta da, bu
belanın giderilmesini O’ndan dilemen sebebiyle eza –sen O’nun zahirî sureti
olduğundan dolayı– O’ndan giderilsin diyedir.
Ariflerden biri açlıktan dolayı ağladığında, bu bilgiyi deneyimlememiş olan birinin
kendisini azarlaması üzerine şöyle dedi: “Allah beni ağlayayım diye acıktırdı.”
Burada demek istediği, kendisinden giderilmesi için O’ndan dileyişte bulunsun diye
kendisini sıkıntıya düşürdüğü ve bunun, kendisinin sabırlı oluşuna eksiklik
getirmediğidir. Böylelikle biz bildik ki, sabır hiç kuşkusuz nefsi Allah’tan başkasına
şikayette bulunmaktan alıkoymaktır. Ve “başkası” derken, Allah’ın vecihlerinden
özgül bir vechi kastediyorum. Ve Hak Teala (kulun dua etmesi için) ilahi
vecihlerinden özgül bir vechi tayin etti, ki bu vecih de “huviyet vechi” olarak
adlandırılır. Dolayısıyla kul, sıkıntının giderilmesi için “sebebler” denilen diğer
vecihlerden değil, bu vecihten (yani, huviyet vechinden) dua eder — ve fakat bu
(diğer vecihler, yani sebebler) kendi içerisinde huviyetin ayrıntılanışından [tafsil]
başka bir şey değildirler. Ve arifin, kendisinden zararın giderilmesi için Hakk’ın
huviyetinden dileyişte bulunması, onu, sebeblerin tümünün Hakk’ın Kendisi
olduğunu görmekten örtülü kılmaz. Ve bu, Emin Olunanlar [ümena] ve Edeb
Sahipleri’nden [üdeba] başka hiç kimsenin bir yol bulamayacağı bir sırdır — çünkü
O’nun için Emin Olunanlar vardır ki, onları Allah’tan başka kimse bilmez ve
bunlardan bazısı (Allah’ın bildirmesiyle) bazısını bilir.
Biz sana bu şekilde öğüt verdik. İmdi sen, bununla amel et ve Allah Sübhanehu ve
Teala’dan dileyişte bulun.
YAHYA KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ CELALİYYE
Bu (yani, Yahya’nın hikmeti) İsimler’de evveliyet hikmetidir, çünkü Allahu Teala onu,
kendisinden önce hiç kimseyi adlandırmamış olduğu “Yahya” ismiyle adlandırdı —
ve bu, Zekeriya’nın anılması [zikr], onunla diri olur demektir. Ve Allahu Teala onu
“Yahya” olarak adlandırmakla, geçmiş olup da anılması bir oğulda diri olan kişinin
(yani, Zekeriya’nın) terketmiş olduğu sıfat ile, onun ismini birleştirdi. Dolayısıyla
“Yahya” ismi deneyimleme [zevk] ilmi gibi oldu. Çünkü Âdem’in anılması Şît ile,
Nuh’un anılması Sâm ile diri oldu ve bu bütün diğer nebiler için de böyledir. Ama
Allahu Teala, Yahya’dan önce hiç kimse için kendini-açıklayıcı bir isimle (yani,
“yaşıyor” anlamına gelen “Yahya” ismiyle), bu ismin imlediği sıfatı (yani, “hayat” sıfatını) birleştirmedi — ve bunu ancak Kendi ledününden, Zekeriya’ya bir inayet
olarak yaptı. Çünkü Zekeriya şöyle demişti: “Yarabbi, Kendi ledününden bana bir
velî bahşet!” [Meryem Suresi, 19/5] — ve bunu söylerken Hakk’ın ismini, oğlunun
isminden önce andı; tıpkı Asiye’nin, “Senin yanında cennette bir ev” [Tahrim Suresi,
66/11] dediğinde Hakk’ın komşuluğunu evden önce anmış olduğu gibi.
İmdi Allahu Teala, Zekeriya’nın isteğini yerine getirmekle ona Yahya’yı bağışladı ve
adı, Zekeriya’nın Kendisinden istediği şeyi anıcı olsun diye Yahya’yı Kendi sıfatı ile
(yani, “Hayy” sıfatı ile) adlandırdı. Çünkü Zekeriya, kendinden sonra Allah’ın
anılmasının sürmesini diledi. Çünkü çocuk, babasının sırrıdır. Bundandır ki, “Bana
vâris olsun ve Yakub ailesine vâris olsun” [Meryem Suresi, 19/6] dedi. Ve nebilerin
Allah’ı anma makamından ve Hakk’a davetten başka bırakabilecekleri bir mirasları
yoktur.
Sonra, Allahu Teala Yahya’yı benzerlerinin önde geleni kılarak, “Doğduğu, öldüğü
ve diri olarak ba’s olunduğu günde onun üzerine selam oldu” [Meryem Suresi,
19/15] sözüyle onu Zekeriya’ya müjdeledi. Ve Yahya’yı, Kendi Zatî sıfatı olan
“Hayat” ile isimlendirdi. Böylece, Yahya’yı Kendi İsmi ile selamladığını Zekeriya’ya
bildirdi. Ve O’nun sözü doğrudur ve onda hiçbir şekilde yanlışlık yoktur. Gerçekte,
Ruh’un (yani, Hz. İsa’nın), “Doğduğum ve öldüğüm ve diri olarak ba’s olunduğum
günde selam üzerime olsun” [Meryem Suresi, 19/33] sözü, birlenme yönünden
kusursuz ise de (İsa’nın izafi ve kayıtlı varlığında kendine yönelik bu selamı, ilahi
vecihlerden yalnızca bir vecih yoluyla olduğundan), Allah’ın Yahya’ya yönelik selamı, (bu
selam, bütün ilahi vecihleri kendinde toplayan mutlak huviyet vechinden geldiği için) hem
birlenme ve hem de itikat yönünden kusursuz olduğu gibi, herhangi bir yoruma da
muhtaç değildir. Çünkü, İsa’nın durumunda alışılageldik olmayan şey –Allah’ın onu
akıl ve kemal sahibi kılarak konuşturması ile– (beşikteyken) konuşmuş olmasıdır. Ne
var ki, Yahya gibi kendisi üzerine tanıklık edilmedikçe, herhangi bir durumda
konuşabilir olan bir kimsenin sözünün (aklî kurgulama indinde) mutlaka doğru olması
gerekmez. Bu yüzdendir ki Hakk’ın Yahya üzerine selamı, İsa’nın kendi üzerine
selamından ilahi inayetle sarmalanmışlık yönünden daha üstündür. Ve İsa beşik
içerisinde annesi Meryem’in masumiyetini kanıtlar biçimde konuştuğunda, her ne
kadar hal karinesi, onun Allahu Teala’ya yakınlığına ve sözlerinin doğruluğuna
delalet ediyor olsa da, bu böyledir. Ve bu, (yani, İsa’nın beşikteyken konuşması, Hz.
Meryem’in masumiyetine ilişkin) şahidlerden biridir. İkinci şahid ise, (Meryem’in) kuru
hurma ağacını sallamasıdır — ki, Meryem İsa’yı nasıl bir erkekle cinsel birleşme
olmaksızın doğurduysa, kuru hurma ağacından da döllenme olmaksızın taze hurma
döküldü.
Eğer bir nebi, “Benim ayetim ve mucizem şu duvarın konuşmasıdır” diyecek olsaydı,
ve duvar konuşarak, “Sen yalancısın, Allah’ın resulü değilsin” deseydi, elbetteki ayet
doğrulanmış olurdu. Ve bu şekilde, onun Allah’ın resulü olduğu kesinlenir ve
duvarın söylediği şeye bakılmazdı. İşte bu olasılığın (yani, doğruyu söylememe olasılığının) beşik içerisinde konuşan İsa için de sözkonusu edilebilecek
olmasındandır ki, bu yönden de Yahya üzerine selam daha üstün oldu.
İmdi onun “Allah’ın kulu” olduğunun (beşikteki konuşmasıyla) kanıtlanması –bu
konuşmanın kendisi apaçık bir kanıt olduğu halde– onun hakkında (sonradan)
“Allah’ın oğlu” denilecek olmasından dolayıdır. Ve kendisinin nebi olduğunu
söyleyen sonraki topluluk indinde o, Allah’ın kuludur. Ve beşikteyken söylediği
herşey gelecekte zahir oluncaya dek, (“Allah’ın kulu” olduğu dışında, söylediklerinden)
geri kalanı, aklî kurgulama indinde olasılık hükmünde kaldı. O halde sen, işaret
olunan şeyi iyice anla!
ZEKERİYA KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ MALİKİYYE
Bil ki, hiç kuşkusuz Allah’ın rahmeti, varlıkta ve hükümde her şeyi içine aldı. Ve hiç
kuşkusuz gazabın varlığı da, Allah’ın gazaba olan rahmetindendir. Ve gerçekte,
O’nun rahmeti gazabını geçmiştir; yani, rahmetin O’na nisbeti, gazabın O’na
nisbetinden önde gelir. Her ayn’ın Allah’tan talep ettiği bir varlığı olduğundandır ki,
Allah’ın rahmeti her şeyi kuşattı. Çünkü O’nu Rahman kılan rahmet, ayn’ın varlık
talebini kabul eder ve böylece onu vareder. İşte, bundan dolayıdır ki, O’nun
rahmetinin varlıkta ve hükümde her şeyi içine aldığını söylüyoruz. Ve İlahi İsimler
de (ilahi rahmetin içine aldığı) şeylerdendir — çünkü İlahi İsimler de (Rahman
isminin hakikatı olan) Bir-olan-ayn’a [ayn-ı vahid] dönücüdür.
İmdi, Allah’ın rahmetinin içine aldığı ilk şey, rahmet yoluyla rahmeti vareden ayn’ın
(yani, bir-olan-ayn’ın) şey-olmaklığıdır [şey’iyyet]. Dolayısıyla, rahmetin içine aldığı
ilk şey, öncelikle rahmetin kendisi ve sonra, yukarıda işaret edilen şey-olmaklıktır
(yani, bir-olan-ayn’ın şey-olmaklığıdır). Ve rahmet daha sonra, gerek dünyada ve
gerekse ahirette sonsuza dek varlık bulan –ister araz, isterse yalın veya bileşik cevher
olsun– her var-olanın şey-olmaklığını içine alır. Ve bu, (yani, rahmetin içine
almaklığı, şeyler bakımından) herhangi bir garaz ve hoşa gidicilik gözönüne
alınmaksızın olur — ilahi rahmet, varlıkta, hoşa gidici olsun veya olmasın her şeyi
içine alıcıdır.
Fütühat-ı Mekkiye’de belirttiğimiz gibi, var-olan değil, ancak var-olmayan [ma’dum]
etkilenime uğrar. Var-olan, etkilenime uğruyor gibi gözükse de bu ancak varolmayan’ın (kendisine varlık verilmesi yönündeki) hükmü yoluyladır. Bu garip bir
ilimdir ve bu mesele üzerinde pek az durulmuştur. Ve sadece vehim sahibi olanlar,
deneyimleme [zevk] yoluyla bunu bilirler; ama vehmin kendilerine etkide
bulunmadığı kimseler bu (var-olmayan’ın var-olan üzerinde nasıl etkide
bulunduğuna ilişkin) meseleyi (hakikaten ve zevkan) bilemezler. Allah’ın rahmeti oluşlarda [ekvan] yayılmıştır
Zatlarda (yani, var-olmayan nisbetlerin şey-olmaklıklarında)
Ve (bu nisbetlerin sureti olan, değişmez) aynlarda akışını sürdürür
Ve bu taşaduran rahmetin mertebesini müşahede etmek
Bu rahmetin mertebesini düşünce yoluyla bilmekten yücedir.
İmdi, rahmetin andığı [zikr] herbir şey hiç kuşkusuz said’dir — ve varlıkta rahmetin
anmadığı hiç kimse yoktur. Ve rahmetin şeyleri anması, onları varetmesinin ta
kendisidir. Ey dostum, belaya uğrayanlarda gözlemlediğin şey veya şakilerden eksik
olmayacak ahiret elemlerine ilişkin inancın, burada söylüyor olduğumuz şeyi
anlamaktan seni alıkoymasın. Bil ki, rahmet her şey için, ancak varetme yönünden
geneldir — böylelikle, elemlere yönelik rahmetle, elemleri varetti.
Sonra, bil ki, rahmet iki yönden etkide bulunur. İlki, bizzat etkide bulunmasıdır — ki
bu, rahmetin, özel bir garazın varlığına veya yokluğuna veya hoşa gidici olmamasına
bakmaksızın, varlığı kabul eden her var-olanın ayn’ına, ayn’ının değişmezliğinde
bakarak varetmesidir. Bundandır ki, “itikatlarda (farklı suretlerde) yaratılan Hakk”ı
değişmez aynlardan bir değişmez ayn olarak görür. İmdi, rahmetin kendine rahmet
etmesi, (değişmez aynları) var etmekliğiyledir. Ve bundan dolayıdır ki, rahmetin
kendine rahmetinden sonra, “itikatlarda yaratılan Hakk”ın rahmet olunan ilk şey
olduğunu söylüyoruz.
Rahmetin diğer etkisi ise, dileyişte bulunma yönündendir. İmdi, örtülü olanlar,
itikatlarında olan Hak’tan, kendilerine rahmet etmesini isterler. Keşf ehli olanlar ise
(mutlak ilah olan) Allah’ın rahmetinin kendileriyle kaim olmasını isterler. Ve “Allah”
ismiyle dileyişte bulunarak, “Ey Allah, bize rahmet et!” derler. Ve (Allah da) ancak,
rahmetin onlarla kaim olmaklığıyla onlara rahmet eder. Şu halde, (herhangi bir sıfat
ile kaim olan bir mahal o sıfatın hükmünde olduğundan) onlar için hüküm (yani,
rahmet hükmü) vardır. Çünkü hüküm, hakikatte ancak, bir mahalde kaim olan mana
için sözkonusudur. İmdi mana, hakikatte rahmet edicidir [râhim]. Böyle olunca,
Allahu Teala inayet olunmuş kullarına (rahmetin onlar ile kıyamı suretiyle) ancak
rahmetle rahmet edicidir. Rahmet kendileriyle kaim olduğunda, rahmetin hükmünü
deneyimleyerek [zevkan] bulurlar. O halde, rahmetin (kendisine mahal edinmekle)
andığı kimse hiç kuşkusuz rahmet olunmuştur.
Ve eyleyici isim [ism-i fail] “rahîm” ve “râhim”dir (ve böyle ise de, bunda hakim
olan rahmettir). Ve hüküm, manaların kendi zatları için gereken bir şey olduğundan,
yaratılmışlıkla nitelenemez. İmdi (hüküm bir halden ibarettir ve) haller var da
değildir, yok da değildir. Yani, hallerin varlıkta aynları var değildir; çünkü onlar
sadece nisbetlerdir. Ve haller hüküm bakımından, yok da değillerdir. Çünkü ilmin
kendisiyle kaim olduğu bir kimseye “alim” adı verilir, ki bu (alim olmaklık) bir
haldir. Dolayısıyla alim, ilim ile sıfatlanmış olan bir kimsedir. Alim, (ilim ile
sıfatlanmış) o kimsenin ta kendisi [ayn] değildir, ilmin de ta kendisi [ayn] değildir. Ve gerçekte, ilimden ve ilmin kendisiyle kaim olduğu kimseden başkası yoktur. Alim
olmak, bu mana ile (yani, alim-olmaklık manası ile) nitelenmesi sebebiyle bu
kimsenin halidir. Böyle olunca, ilmin o kimseye nisbeti sonradan oldu ve ona
böylelikle “alim” dendi. Ve gerçekte rahmet, rahmet-eden [râhim] tarafından bir
nisbettir ve bu rahmet nisbeti (rahmet sahibi üzerinde) hükmü gerektirir ve bu
(hükmü gerektiren nisbet), rahmettir. Ve rahmet-olunan’da rahmeti vareden, o
rahmet-olunan’a rahmet etmeksizin, rahmeti varetmiş değildir. Ve ancak, rahmetin
kendisiyle kaim olduğu kimseye, bu rahmetle rahmet edici olmak için, rahmeti
varetti.
Ve Hak Sübhanehu Teala Hazretleri, sonradan olma şeyler için mahal değildir.
Dolayısıyla, kendisinde rahmetin varedilmesi için de mahal değildir. O rahmet
edicidir ve rahmet edici olan, rahmetin kendisiyle kaim olmasından dolayı rahmet
edicidir. Böylece apaçık ortadadır ki, O, rahmetin ta kendisidir. Bu işi
deneyimlemeyen [zevk] ve buna erişememiş olan kimse, “Hak rahmetin ta kendisidir
veya sıfatın ta kendisidir” demeye cesaret edemeyip, “Hak sıfatın ta kendisi de
değildir, ondan başka da değildir” dedi. Böyle olunca, “Sıfatlar ne Hakk’ın
huviyetidir, ne de Hak’tan başkadır” demiş oldu. Hakk’ın sıfatlarını değillemeye
[nefy] güç yetiremediği gibi, sıfatları O’nun ta kendisi kılmaya da güç yetiremedi ve
yukarıdaki ifadeye yöneldi. Gerçi bu da güzel bir ifadedir, ama şu ifade işin aslına
uygun düşer ve karışıklığı da ortadan kaldırır: Sıfatlar, nitelenen Hakk’ın zatıyla
kaim olup, aynlarında bir varlıkları yoktur; ve sıfatlar, kendileri ve niteledikleri (Zat)
arasında ve birbirlerinin akılla-kavranabilir olan aynları arasında birer nisbet ve
göreceliktirler.
Rahmet, cem edici [cami] olmakla birlikte, herbir İlahi İsme nisbetle çeşitlidir.
Bundandır ki, Hak Sübhanehu’nun rahmet etmesi herbir İlahi İsim ile dilenir.
Böylece Allah ona (yani, dileyişte bulunan kimseye) rahmet eder ve bu, “Rahmetim
her şeyi kaplamıştır” [A’raf Suresi, 7/156] ayetinde işaret edilen rahmettir. Sonra, bu
rahmetin, İlahi İsimler’in sayısınca birçok kolları vardır. O halde, bir kimse, “Ey
Rabbim, Bana rahmet et!” dediğinde, rahmet, bir İlahi İsme (yani, “Rabb” ismine)
nisbetle genel değildir. Bu durum, diğer İlahi İsimler için de geçerlidir. Böylece,
hatta, Müntakim ismi ile (intikam peşinde olan kişi) “Ya Müntakim, bana rahmet et!”
der. Bunun böyle olması, İlahi İsimler’in adlandırılan Zat’a işaret ederken, (kendi
tikel) hakikatlerinde, birbirinden farklı anlamlara işaret etmesindendir. İmdi, bu İlahi
İsimlerle dua ederek rahmet dileyen kişi, sözkonusu İsimler’in, kendisiyle diğer
İsimler’den farklı ve ayrışık olana işaret ediyor olması dolayısıyla değil, adlandırılan
Zat’a işaret etmesi dolayısıyla bu İsimlerle dua eder. Çünkü o İsim, dua eden kimse
indinde, Zat’a işaret ediyor olduğundan, diğer İsimler’den ayrışık değildir ve ancak
kendi zatından dolayı kendi nefsiyle diğerlerinden ayrışıktır. Çünkü belli bir
sözcükle kendisine işaret edilen anlam, kendi zatıyla, kendisinden başka olandan
ayrışık bir hakikattır — her ne kadar İsimler’in hepsi Bir-olan-ayn’a [ayn-ı vahid]
işaret etmek için konuldu [vaz’] ise de, bu böyledir. Hiç kuşkusuz, herbir İsmin, ancak kendisine özgü olan bir hükmü olduğu gibi, bu İsimler aynı zamanda da
adlandırılan Zat’a delalet ederler. Bundan dolayı, Ebu’l Kasım bin Kıssî demiştir ki,
hiç kuşkusuz herbir İlahi İsim, tek tek bütün İlahi İsimler’in hepsini adlandırır. Bir
İsmi, anarak öne çıkardığın zaman, o İsmi, bütün İsimler’le nitelemiş olursun — bu,
bütün İsimler’in Bir-olan-ayn’a işaret etmesinden dolayıdır. Her ne kadar çok olsalar
ve her ne kadar hakikatları çeşitli olsa da, bu böyledir.
Sonra hiç kuşkusuz rahmete iki yoldan erişilir: Bunlardan biri zorunluluk [vücub]
yoluyladır — ki, buna Allahu Teala’nın, “Ben rahmeti takva sahipleri ve zekat
verenler için farz kıldım” [A’raf Suresi, 7/156] sözünde işaret edilmiş olup, Hak
tarafından kullar için ilme ve amele ilişkin sıfatlarla kayıtlanmıştır. Ve ikinci yol, ilahi
bağış [imtinan] yoludur ki, burada, erişen rahmet hiçbir amelin karşılığı değildir.
Buna da Hak Teala’nın, “Rahmetim her şeyi kaplamıştır” [A’raf Suresi, 7/156]
sözünde işaret edilmiştir. Ve (Resulallah hakkındaki) “Ta ki, Allah senin geçmiş ve
gelecek günahlarını bağışlasın” [Fetih Suresi, 48/2] sözü de, tıpkı, “Ne dilersen yap,
kuşkusuz Ben senin günahlarını bağışladım” sözü gibi bağışsal rahmete [rahmet-i
imtinan] işaret eder. Öyleyse, bunu bil!
İLYAS KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ İNASİYYE
İlyas –Nuh’tan önce nebi olan– İdris aleyhisselam’dır. Ve Allah, İdris’i yüce mekâna
yükseltti. İdris göklerin kalbinde, yani güneşte bulunuyordu. Sonra Baalbek şehrine
gönderildi. “Baal” bir putun, “Bek” de bu yerin hükümdarının adıydı. Ve “Baal” adlı
bu put, yörenin hükümdarına aitti. Ve İdris olan İlyas, “gereksinim” [hacet]
anlamına gelen “lübanet” kökünden türetilerek “Lübnan” adı verilen dağın
yarılmasıyla (misal aleminde) ateşten bir at gördü — her tarafı ateşten bir attı bu. Atı
görüp üzerine bindiğinde, şehvet kendisinden uzaklaştı. Böylece, içerisinde hiçbir
şehvet barındırmayan akıl haline geldi ve nefsin garazlarıyla hiçbir ilişkisi kalmadı.
(Akıl makamında olmasıyla) Hak İlyas’ta münezzeh olunca, ilahi marifetin yarısını
elde etmiş oldu. Çünkü akıl, kendi başına olduğunda, ilimleri kendi aklî
kurgulamasından alması dolayısıyla, Allah’ı teşbih yoluyla değil, tenzih yoluyla bilir.
Ve Allah’a ilişkin marifeti ancak O’nun tecellisi ile kusursuz hale gelir. (Böyle bir
durumda) tenzih edilmesi gereken yerde –biçimsel tenzih ile değil– gerçek tenzih ile
ve teşbih edilmesi gereken yerde de şuhudî ve keşfî teşbih ile teşbih eder; ki böylece
tabii suretler ve unsurlarda Hakk’ın varlığının yayınımını görür ve kendisi için,
ayn’ını Hakk’ın ayn’ı olarak görmediği hiçbir suret kalmaz. Ve işte bu, Allah’ın
indirdiği şeriatların getirdiği en kusursuz marifettir — ve bütün vehimler bu marifet
yoluyla hükmederler. Bundandır ki, vehim bu insan oluşumunda akıldan daha
büyük bir güce sahiptir. Akıl sahibi bir kimsenin aklı her ne kadar olgun olsa da, bu akıl vehmin kendisine hükmetmesinden ve aklettiği şeyde tasavvurdan kurtulamaz.
Vehim, insanın kâmil suretinde bulunan en büyük hükümrandır. Ve indirilen
şeriatlar da bu yolla (yani, vehim yoluyla) geldi. Ve bu şeriatlar, bir yandan tenzih
ederken, bir yandan da teşbih etti. Tenzih durumunda, vehim ile teşbih etti ve teşbih
durumunda da, akıl ile tenzih etti. Böylece her ikisi bir bütün olarak birbirine
bağlandı. Dolayısıyla, tenzihin teşbihten, teşbihin de tenzihten ayrık olması mümkün
değildir. Bundandır ki, Allahu Teala, “O’nun benzeri yoktur” [Şura Suresi, 42/11]
diyerek hem tenzih, hem de teşbih etti. “O, işitendir, görendir” [Şura Suresi, 42/11]
diyerek de teşbih etti. Yukarıda anılan ilk ayet, tenzihe ilişkin olarak inen ayetlerin
en büyüğü olmakla birlikte, “benzer” sözüyle, teşbihten arınık değildir. Allah’ı en iyi
bilen yine Kendisi’dir ve O, Kendini bizim sözünü ettiğimiz şekilde nitelemiştir.
Daha sonra şöyle der: “Erişilmez olan Rabb, onların niteledikleri şeyden
münezzehtir” [Saffat Suresi, 37/180]. Böylece, Kendini onların tenzihlerinden tenzih
eder. Çünkü onlar, tenzih ederek, Hakk’ı sınırlamaktadırlar. Akılların Allah’ın
benzer-olmaklığını anlama eksikliğinden dolayı böyledir bu.
Sonra, bütün şeriatlar, vehimlerin hükmettiği şeyle geldiler. Ve dolayısıyla da,
Hakk’ı, Kendisi’ni zahir kılan sıfatlardan ayrık kılmadılar — (tenzih ve teşbih
hakkında) böyle dediler ve (vehimlerin hükmettiği şeyle) böyle getirdiler. Ve
ümmetler (bu şeriatlar yoluyla) bu şekilde bildiler; Hak da onlara (marifet) tecellisini
bağışladı. Böylece vâris olarak resullerin ardınca geldiler ve Allah’ın Resulleri ne
söylediyse, onu söylediler. (Ve resullerin söylediği şey ise, vehimlerin hükmettiği
şeydir, çünkü şeriatlar vehimlerin hükmettiği şeyle gelmiştir; ve bunun böyle olduğu
şu ayette de görülür:) “Allah risaletini nereye yerleştireceğini çok iyi bilir” [En’am
Suresi, 6/124]. Bu ayetteki “çok iyi bilir” sözü (ayetin Arapça’daki sözdizimi
bakımından) iki şekilde ele alınabilir. Öncelikle “Allah resulleri”nin yüklemi olarak
ve ikinci olarak da “risaletini yerleştireceği yer”in öznesi olarak — ve bunların her
ikisi de doğrudur. Bu nedenledir ki, tenzihte teşbihten, teşbihte de tenzihten
sözediyoruz.
Bunu ortaya koyduktan sonra, eleştiride bulunanın [müntekit] ve itikat sahibinin
üzerine perdeleri indirir ve örtüleri örteriz. Her ne kadar bu kimseler Allah’ın
kendilerinde tecelli ettiği birer suret olsalar bile, suretlerin (tecelliyi kabul etme
yönündeki) istidadları arasındaki üstünlük farklılığının ve bir surette tecelli edenin
ancak o suretin istidadı hükmünce tecelli ettiğinin zahir olabilmesi için örtmekle
emrolunduk. Dolayısıyla, (tecelli istidada göre olduğundandır ki) bir suretin
hakikatinin ve gereklerinin [levazım] verdiği şey, tecelliye (yani, tecelli eden Hakk’a)
nisbet olunur. Bu, kaçınılmaz olarak böyledir.
Uykusunda, inkar olunamaz bir şekilde Hakk’ı gören kimsenin durumu bunun
gibidir. Ve hiç kuşkusuz ki, Hak, bu görülen suretin ta kendisidir [ayn]. Ve Hakk’ın
(uykudayken) tecelli ettiği suretin gerekleri (yani, şekil ve tarz ve varlık gibi şeyler)
ve hakikatleri Hakk’a tabidir. Uykudan uyanınca, uykuda görülenden başka bir şeye geçilir — ki bu, akıl yoluyla Allah’ın (görülen suretin ötesinde) tenzih edilmesini
gerektirir. Tabir eden kişi keşf ehli veya iman sahibi ise, yalnızca tenzih etmekle
kalmaz, o surette zahir olanın da hakkını vererek, aynı zamanda teşbih eder. Böyle
olunca, “Allah” sözü, işareti anlayan kimse için, eğer tahkik edecek olursa bütünlük
mertebesinden [mertebe-i külliye] ibarettir. Ve bütünlük mertebesi de, etkin [faal]
olan İlahi İsimler’in toplamını [cem’iyyet] ve edilgin [münfail] olan mümkün zuhur
mahallerinin toplamını kendinde toplayan [cami] uluhiyet mertebesidir.
Ve bu hikmetin (yani, inasiyye hikmetinin) ruhu ve özeti şudur: Herşey, etkidebulunan [müessir] ve etkide-bulunulan olarak ikiye ayrılır ve bunlar iki
kavramdırlar. Etkide-bulunan, nereden bakılırsa bakılsın ancak Allah’tır. Ve etkidebulunulan, nereden bakılırsa bakılsın her hal ve hazrette ancak alemdir. İmdi, sana
bir şey (ilahi hazretten veya imkan aleminden) eriştiğinde sen onu uygun düşen
aslına (ilahi kemalata veya kevnî kusurluluğa) katıştır. Çünkü, ortaya çıkanın bir
asıldan dallanması kaçınılmazdır. (Yani, erişen şey, etkide-bulunan veya etkidebulunulan külli asıldan bir dal olur ve her ikisinin de aslı Hak’tır ve eğer Hakk’ın
etkide-bulunulan olması nasıl olur dersen bil ki…) İlahi sevgi [muhabbet] kulun
nafilelerinden ortaya çıktı. Bu, etkide-bulunan (nafileler) ile etkide-bulunulan (Hak)
arasında ortaya çıkan bir etkidir. Hak, bu ilahi sevgiyle, kulun işitmesi, görmesi ve
yetileri oldu. Dolayısıyla bu, yerleşik bir etkidir ki, şer’i olarak olumlanmış
olmasından [sübut] dolayı –eğer iman sahibi isen– bu etkiyi inkar edemezsin.
Ve akl-ı selime gelince; akl-ı selim sahibi bir kimse ya tabii tecelli mahallinde
(bulunan insan suretinde) ilahi tecellinin mahalli olup, bizim söylediğimiz şeyi
ariftir; ya da iman sahibi bir müslüman olup, ona iman eder. Ki bu duruma, (kıyamet
günü Alemlerin Rabbinin tecellisine ilişkin) sahih bir hadiste işaret edilmiştir. İmdi
vehim sultanının, (Hakk’ın) bu surette tecelli ettiği kendisine (hadis yoluyla) söz
edilmiş akıl üzerine hükmetmesi kaçınılmazdır — çünkü buna (yani, Hakk’ın
suretlerde tecelli ettiğine) iman etmektedir.
İman sahibi olmayan kimseye gelince, vehmi vehim ile altetmeye çalışır. Böyle
olunca, düşünsel kurgulamasıyla, gördüğü rüyada, kendisine bu surette tecelli
etmesinin Allah için olmayacak bir şey olduğunu tahayyül eder. Halbuki, böyle
yaparken, kendi nefsini bilmediği, bilincinde olmadığı için, vehim kendisinden
ayrılmış değildir.
Ve Allahu Teala’nın, “Bana dua edin ki, kabul edeyim” [Mü’min Suresi, 40/60]
buyurması bundandır (yani, etkide-bulunan ve etkide-bulunulan arasındaki
ayrımlaşmadan dolayıdır). Hak Teala, “Kullarım sana Beni sorarlar: Ben yakınım ve
bana dua eden olduğunda, dua edenin duasını kabul ederim” [Bakara Suresi, 2/186]
buyurdu. Çünkü, ancak dileyişte-bulunan olduğunda (bu dileği) kabul edici olan
vardır — her ne kadar dua edenle kabul edenin ayn’ı bir ise de, bu böyledir. İmdi,
suretlerin birbirinden farklı olduğu apaçıktır. Dua eden ve duayı kabul eden hiç kuşkusuz iki ayrı surettir; ve bütün bu suretler, Zeyd’in uzuvları gibidir. Zeyd, kişi
olarak tek bir hakikattir [hakikat-ı vahid] ve eli hiç kuşkusuz; ayağından, başından,
gözünden ve kaşından başka bir surettedir. Aynı şekilde Hak, çok [kesir] olan bir’dir
[vahid]: Suretler ile çok, ayn ile bir’dir — ve hiç kuşkusuz ayn’ı ile bir [vahid] olan
insan gibidir. Ve biz Amr’ın Zeyd olmadığına, Halid veya Cafer de olmadığına
şüphe etmeyiz — ve hiç kuşkusuz bu bir-olan-ayn’ın [ayn-ı vahid] şahısları varlık
olarak bitimsiz sayıdadırlar. İmdi insan (kavramı), her ne kadar ayn ile bir ise de,
suretler ve şahıslar olarak çoktur.
Eğer iman sahibi isen, kesinlikle bilirsin ki, Hak Teala kıyamet günü bir surette tecelli
ettiğinde, tecelli ettiği bu suret yoluyla bilinir. Sonra değişik bir surette tecelli edip
(bu kez de) bu suret yoluyla bilinir. Ama her iki surette de tecelli eden O’dur; her iki
suret de O’ndan başkası değildir; ve bilinir ki, ilk suret diğer suretten başkadır.
Böylelikle, (Hakk’ın ayn’ı olan) Bir-olan-ayn [ayn-ı vahid], sanki bir ayna
konumundadır. O aynaya bakan kişi, onda Hakk’a ilişkin itikadının suretine
baktığında, onu tanır ve onu onaylar. Ve o aynada itikat ettiğinden başka bir şey
gördüğünde, o gördüğünü (yani, gördüğünün Hak olduğunu) inkar eder. Nitekim,
(aynaya bakan kimse) ayna içerisinde hem kendi suretini, hem de başkalarının
suretini görür. Ayna bir ayn [ayn-ı vahid] olduğu halde, bakan kimse aynada birçok
suretler görür. Aynanın suretlerde bir yanıyla etkisi vardır ve bir yanıyla da etkisi
yoktur. Bununla birlikte aynada suret bütünlüğü içerisinde yoktur. Aynanın etkisi,
sureti, daha küçük, daha büyük, daha uzun veya daha geniş yansıtabilir olmasıdır.
Dolayısıyla ayna (aynaya düşen), suretin ölçüsüne etkide bulunur ve bu etki
aynadan kaynaklanır. Ve aynadan kaynaklanan bu başkalaşmalar, ancak aynaların
ölçülerinin birbirinden farklı olmasından dolayı ortaya çıkar. O halde, (şekilleri
başkalaştıran) aynaların toplamına bakma da, (her sureti özgün haliyle yansıtan) bir
olan aynaya bak. Ki bu bakışın, Hakk’ın zatına yönelik bakışındır — ve O’nun Zat’ı
alemlerden ganidir. Ve İlahi İsimler yönünden O, aynalar gibidir. Sen, hangi İlahi
İsme bakarsan veya her kim bir İlahi İsme bakarsa, bakan kimseye ancak o İsmin
hakikati zahir olur. İş böyledir — eğer anlayabilirsen. O halde (nefsini öldürmekten
yana) sıkıntıya düşüp korkuya kapılma, çünkü Allahu Teala yılanı öldürmek için bile
olsa, cesareti sever. Ve yılan senin nefsinden başkası değildir; ve bir yılan, kendi nefsi
için, sureti ve hakikati ile yılandır. Ve bir şey, her ne kadar duyumsanan sureti
bozunsa bile, kendi nefsinden (zatı ve hakikatı itibarıyla) öldürülemez. Çünkü ilahi
ilim [hadd] onu korur ve hayal (yani, misal alemi) onu ortadan kaldırmaz.
İş böyle olunca, bu, zatlar üzerine (yokolup gitme bakımından) emniyet ve izzet ve
korumadır. Çünkü sen, ilahi ilimdeki suretlerin [hudud] bozunmasına güç
yetiremezsin. Bundan daha büyük bir izzet olabilir mi? Dolayısıyla sen, vehminle,
öldürdüğünü tahayyül edersin. Halbuki Allah’ın ilminde [hadd] var-olan sureti, akıl
ve vehim ortadan kaldıramaz. Ve bunun delili, şu ayet-i kerimedir: “Sen atmadın
attığın zaman; ama Allah attı” [Enfal Suresi, 8/17]. Göz ise, duyumsal olarak atanın
Muhammed’in sureti olduğunu algıladı. Halbuki o, Allah’ın, ayetin başında (“sen atmadın” diyerek), onun atmaklığını değillediği bir surettir. Sonra, atma eylemini –
ayetin ortasında (“attığın zaman” diyerek)– onun sureti için doğruladı [isbat]. Ve
ayetin sonunda da, Muhammed suretinde atan’ın ancak Allah olduğunu söyledi. Ve
buna iman edilmesi gerekir.
Bu etkiyiciye [müessir] bak ki, Hakk’ı Muhammed’in suretine indirdi [inzal]. Ve
Hak, Kendini kullarına bu şekilde bildirdi. Bunu Kendisi söyledi, biz değil. Ve O’nun
bildirdiği doğrudur. Ve dediği şeyin ilmini ister anla, ister anlama, buna iman etmek
zorunludur. Dolayısıyla, ya alimsindir ya da iman sahibi bir müslümansındır. Aklın,
“sebeb, kendine ‘sebeb’ olan sonucun sebebi olamaz” biçiminde hükmetmesi, aklî
kurgulamanın düşünüşü yönünden aklın zayıflığına delalet eder. Halbuki tecelli
ilmine göre, bilinir ki: “Sebeb, kendine ‘sebeb’ olan sonucun sebebi olur.” (Yani, varolmayan ayan-ı sabite –ki sebeb olan zat-ı ahadiye’nin sonucudur– istidad ve
kabiliyetleri ile İlahi İlim’deki değişmezlikleri halinde, sebeb olan zat-ı ahadiyeden
kendilerinin varedilmesini isterler.)
Ve akıl, düşüncesini (sebeb ve sonuç arasındaki nisbetten) soyutlayarak yaparsa,
doğru bir hükme varır. Ve işin, kurgusal delilin ona verdiği şeye aykırı olduğunu
(tecelli ile) gördüğünde, aklın varabileceği son nokta şöyle demesidir: “Ayn’ın bu çok
olanda [kesir] bir [vahid] olduğu kesinlendikten sonra, bu ayn, bu suretlerden bir
surette bir sonuç için ‘sebeb’ olması dolayısıyladır ki, kendi sonucuna ‘sebeb’ olması
halinde sonuç olmaz; onun ‘sebeb’ olması hükmü, bu hükmün başka bir surete
geçmesiyle değişir. Dolayısıyla, kendi sonucu için sonuç olur ve kendi sonucu da,
onun için ‘sebeb’ olur.” İşte, işi ne ise o olarak takdir edip, kendi düşünsel
kurgulamasıyla kalmadığı zaman, aklın varabileceği son nokta budur. Eğer sebebiyet
meselesinde durum böyleyse, daha zor meselelerde aklî kurgulamanın ne kadar
geniş olabileceğini sanırsın?
Ve resullerden –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– daha akıllı olan yoktur. Ve
onların getirdiği, hiç kuşkusuz, Cenab-ı İlahi’nin bildirdiğidir. Böylece, aklın
doğruladığını doğruladılar; ve buna, aklın anlamakta yetersiz kaldığı ve kendi
açısından olmayacak bir şey olarak gördüğü ve (ancak) tecellide onayladığı şeyi
eklediler. Ve akıl, tecelliden sonra, görmüş olduğu şeyden dolayı hayrete düşer. Eğer
Rabb’in kulu ise, aklı O’na havale eder ve eğer kurgulamasının kulu ise, Hakk’ı
aklının hükmüne indirger. Ve bu ikinci durum, bu dünyada, ahiret oluşumundan
perdeli bir şekilde bu dünyevî oluşumda olunduğunda sözkonusudur. Ve arifler
üzerinde dünya ahkamının yürürlükte olmasından dolayı, dünyada –görünüş
itibarıyla– dünyevî surette zahir olurlar. Ama hiç kuşkusuz ki, Allah onları (arifleri)
kendi batınlarında ahiret oluşumuna geçirdi. Dolayısıyla onlar, suret ile bilinmez
olup, ancak Allah’ın basiret örtülerini kendisinden kaldırdığı [keşf] kimse için
bilinmez değildirler — arifleri ancak böylesi kimseler idrak edebilirler. İlahi tecelliye
mazhar olmalarından dolayı, Allah ariflerinin bütün hepsi ahiret oluşumu üzre bir
halde olmaklıkları içerisinde, kendi dünyalarında haşredilmiş ve kendi kabirlerinden neşredilmişlerdir. Bu şekilde o, Allah’ın bazı kullarına bir inayeti olarak, görülmeyen
şeyi görür ve müşahede edilmeyen şeyi müşahede eder
şeyi görür ve müşahede edilmeyen şeyi müşahede eder