FUSÛSU-L HİKEM
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
LUT KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ MELKİYYE
“Melk” şiddet, güç ve “melîk” şiddetli, sıkı, güçlü [şedid] demektir. Hamur iyice
yoğrulduğunda, “Hamur sıkıca yoğruldu” diye bir ifade kullanılır (Arapça’da). Kays
bin el-Hatîm, savrulan bir mızrağı şöyle betimler: “Mızrağı elimle öylesine sıkı
[şedid] tutup sapladım ki, açılan yarığın genişliğinden, karşıda duran kişi arkada
olanı görebilir...”
Ve Allahu Teala, Kur’an’da Lut aleyhisselam’ın şu sözlerini aktarır: “Eğer size karşı
gücüm yetseydi veya güçlü bir kaleye sığınsaydım..” [Hud Suresi, 11/80]. Ve
Resulallah (sav) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teala kardeşim Lut’a rahmet etsin, ki o
güçlü bir kaleye sığındı.” Ve Lut aleyhisselam’ın “güçlü bir kale” [rükn-i şedid]
derken kastettiği şey “kabile”dir (yani, kavmini cezalandırmak için, mezahir-i
kaviyye ve şedidedir); “Eğer size karşı gücüm yetseydi..” sözüyle kastettiği de, “karşı
koyma”dır ve bu da burada (yani, Lut aleyhisselam’ın söylediği bağlamda) beşere
özgü himmettir. Ve Resulallah (sav) şöyle buyurdu: “Lut’un, ‘Eğer size karşı gücüm
yetseydi veya güçlü bir kaleye sığınsaydım’ dediğinden bu yana gönderilen bütün
peygamberler, kendi kavminden bir topluluk içerisinde ve kendisini kollayan bir
kabile içerisinde gönderilmiştir” — tıpkı Ebu Talib’in Resulallah’ı (sav) koruyup
kollaması gibi.
Lut aleyhisselam’ın, “Eğer size karşı gücüm yetseydi..” demesi, Allahu Teala’nın,
“Allah sizi zaaftan yarattı ve ardından güç verdi” [Rum Suresi, 30/54] sözünü
(bulunduğu fenafillah makamında, ilahi nur ile idrak etmek suretiyle) işitmiş
olmasından dolayıdır. Demek ki, güç, (önceden varolmayıp) yapınımla [ca’l] ortaya
çıkmıştır; dolayısıyla da bu, arızi bir güçtür. Sonra, gücün ardından zaafı ve
ihtiyarlığı ortaya çıkardı; dolayısıyla yapınım, ihtiyarlığa ilişkilendi. Zaaf ise,
yaratılışın kendi aslına dönmesidir — ve O şöyle buyurmuştur: “Allah sizi zaaftan
yarattı” [Rum Suresi, 30/54]. Böylece O, insanı kendisinden yarattığı şeye döndürür:
“İçinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına dek götürülür, öyle ki bilen bir kimse
olduktan sonra bir şey bilmez bir hale gelir” [Hac Suresi, 22/5]. Burada Allahu Teala,
bu kimsenin başlangıçtaki zaafa döndürüldüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla, zaaf sözkonusu olduğunda, ihtiyar kişinin durumu –hüküm bakımından– tıpkı bir
çocuğunki gibidir.
Hiçbir nebi yoktur ki, kırk yaşını doldurmadan gönderilmiş olsun — ve kırkıncı yaş,
insanın güçten düşmeye başladığı zamandır. Bundandır ki, Lut aleyhisselam, “Eğer
size karşı gücüm yetseydi..” dedi ve kendisinde zaaf ortaya çıkınca (tabii kuvvet
talebinde bulunmayıp) etkide bulunucu olan himmet’i [himmet-i müessire] istedi.
Eğer sen, “Lut aleyhisselam’ı, etkide bulunucu olan himmetten alıkoyan nedir; tâbi
olma durumundaki saliklerde bulunan bu şey nasıl olur da onlardan daha üstün olan
resulde bulunmaz?” diye soracak olursan, derim ki: Doğru söylüyorsun, ama
bilmediğin şey; marifetin, himmet yoluyla tasarrufta bulunmaya engel olduğudur.
Dolayısıyla arifin marifeti arttıkça, himmet yoluyla (başkaları üzerindeki) tasarrufu
azalır. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, (böylesi bir kimsenin) kulluk makamını
gerçeklemiş ve tabii olan yaratılışının [halk] aslını görmüş olmasıdır. İkincisi ise,
tasarruf-eden ile tasarruf-edilen’in birliğidir — (böylesi bir kimse) himmetini
yöneltebileceği bir şey göremez; dolayısıyla bu, onu tasarrufta bulunmaktan
alıkoyar. Ve bulunduğu müşahede noktasında [meşhed] görür ki, karşısındaki
kendisiyle çekişen kimse, yokluk halindeyken [hal-i adem] ayn’ının değişmezliğinde
bulunduğu hakikat üzere olup, bundan herhangi bir şekilde sapmış değildir —
varlığıyla, yokluk halindeki değişmezliğinde ne üzere bulunuyorsa onu zahir kılar.
Dolayısıyla, kendi (değişmez) hakikatinin sınırını aşmış ve kendi yolundan şaşmış
değildir. Bunun, “çekişme” olarak adlandırılması arızi bir şeydir, böyle görülmesi
ancak insanların gözlerindeki perdeden dolayıdır ve (gözleri perdeli olan bu
kimseler için) Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: “İnsanların çoğu bilmezler” [A’raf
Suresi, 7/187] yani, “Onlar dünya hayatının zahirini bilirler ama işlerin sonundan
gafildirler” [Rum Suresi, 30/7]. Bu (‘gafil’ sözcüğü, ‘gılaf’ sözcüğünden), çevrinmiştir.
Gafil olanlar, şöyle derler: “Bizim kalplerimiz gılaf içindedir” [Bakara Suresi, 2/88].
Ve “gılaf,” hakikati ne ise o olarak görmekten alıkoyan perdedir. İşte bu ve buna
benzer şeyler, arif olan bir kimseyi alemde tasarrufta bulunmaktan alıkoyar.
Şeyh Ebu Abdullah Muhammed bin Kâid, Şeyh Ebu Suud bin eş-Şiblî’ye şöyle sordu:
“Niçin tasarrufta bulunmuyorsun?” Bunun üzerine eş-Şiblî şöyle cevap verdi: “Ben
tasarrufu, Hakk’ın üzerimde dilediğince tasarrufta bulunması için terkettim.”
Burada, Allahu Teala’nın, “O’nu vekil kıl!” [Müzemmil Suresi, 73/9] emrine
göndermede bulunur. Ve vekil, tasarrufta bulunandır. Ebu Suud, Allahu Teala’nın şu
emrini işitmiştir: “Allah’ın sizi üzerine halife kıldığı şeylerden sarfedin!” [Hadîd
Suresi, 57/7]. Dolayısıyla Ebu Suud ve arifler, ellerinde olanın kendilerine ait
olmayıp, kendilerinin bu mülke halife kılındıklarını bilirler. Hak, ona şöyle dedi:
“Seni halef kıldığım ve sana mülk olarak verdiğim şeyler için Beni vekil kıl!” Böyle
olunca, Ebu Suud, Allah’ın emrine uyarak, O’nu vekil kıldı.
İmdi, buna benzer şeyleri müşahede eden bir kimsede, başkaları üzerinde tasarrufta
bulunabileceği bir himmet nasıl kalabilir ki? Himmet ancak üzerinde tasarruf edilecek şey üzerinde yoğunlaşılıp diğer şeylerin gözardı edilmesiyle etkisini
gösterebilir — işte bunun bilgisidir ki, (arif kişiyi) böylesi bir yoğunlaşmadan
alıkoyar. Dolayısıyla, marifeti eksiksiz olan arif, son derece acz ve zaaf içerisinde
zahir olur.
Abdallardan biri Abdurrezzak’a şöyle dedi: “Ey Abdurrezzak! Şeyh Ebu Medyen’e
selamdan sonra de ki: Ey Ebu Medyen! Nasıl olur da bize hiçbir şey güç gelmediği
halde, sana şeyler güç gelir — üstelik de biz senin makamına rağbet edici olup, sen
bizim makamımıza rağbet edici olmadığın halde?” Ebu Medyen, Abdallar’ın
makamına ve diğer makamlara sahipti. Biz, ne var ki, zaaf ve acz makamında Ebu
Medyen’den daha ötedeyiz. Abdal’ın Ebu Medyen’e bu söyledikleri, aynı meseleyle
ilgilidir.
Ve Resulallah (sav) bu zaaf ve acz makamında, kendisine yönelik ilahi emir
doğrultusunda şöyle buyurdu: “Ben, bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben ancak
bana vahyolunana uyarım” [Ahkaf Suresi, 46/9]. Dolayısıyla Resul (sav), kendisine
ne vahyolunmuşsa, onun hükmüne uyar ve onun için, ilahi hükme uymaktan
başkası sözkonusu değildir. Ona açıkça tasarrufta bulunması vahyolunursa,
tasarrufta bulunur. Ve eğer tasarruftan sakındırılırsa, tasarrufta bulunmaktan
kaçınır. Ve eğer tasarrufta bulunma konusunda serbest bırakılırsa –marifet’i eksik
olmadıkça– tasarrufta bulunmamayı yeğler.
Ebu Suud bin Şiblî Bağdadî, müridlerine şöyle dedi: “Onbeş yıl oluyor ki, Allahu
Teala bana tasarruf verdi ve ben incelik göstererek tasarrufta bulunmadım.” Burada,
naz sözkonusudur. Ama biz, tasarrufu incelik göstermek için bırakmadık, bizim
tasarrufta bulunmayışımız, ancak marifetin kusursuzluğundan dolayıdır; çünkü
marifet tasarrufta bulunma işini tercihe bırakmaz. Dolayısıyla arif olan kişi,
himmetiyle alemde tasarrufta bulunduğunda bunu, kişisel tercihiyle değil, ilahi
emirle ve zorunda kalarak yapar. Ve hiç kuşkumuz yoktur ki, risaletin (insanlar
tarafından) kabulü gerektiğinden dolayı, elbetteki risalet makamı tasarrufu talep
eder. İmdi, (resulün bu tasarrufu) Allah’ın dininin zahir olması için, ümmeti ve
kavminin doğruluğunda şüphe duymayacakları bir şeyle (yani, bir mucizeyle) zahir
olur. Ne var ki, bu durum (Batın isminin mazharı olan) evliya için böyle değildir.
Resul de tasarrufu zahiren talep etmez. Çünkü kavmine karşı merhametlidir.
Dolayısıyla (ilahi) delilin onlara apaçık kılınmasında –bu, onların helak olmasına
neden olacağından– aşırıya gitmeyi istemez. Böylelikle, onların helak nedenleri olan
delilin ortaya çıkmasında aşırıya gitmek istemeyişiyle, onların yaşamlarını
sürdürmelerini sağlar.
Resul, mucize bir topluluğa apaçık kılındığında bazı kimselerin bu mucizeye
inanacaklarını ve bazı kimselerin de –bildikleri halde– bu mucizeyi inkar
edeceklerini; gördükleri mucizeyi, zulüm, büyüklenme ve çekememezlik nedeniyle açıktan açığa doğrulamayacaklarını ve (bu inkarcılardan) bir kısmının bu mucizenin
sihir ve büyü olduğunu söyleyeceğini bilir. Resul, bunu gördüğü ve ancak Allahu
Teala’nın, kalbini iman nuruyla aydınlattığı kimsenin mümin olduğunu ve bir kimse
iman denilen bu nur ile bakmadıkça, mucizenin bir yarar sağlamadığını gördüğü
içindir ki –mucizenin, orada bulunanların kalplerindeki etkisi genel olmadığından–
himmetini, mucize göstermekten alıkoydu. Nitekim, Allahu Teala, resullerin en
kâmil olanı, yaratılmışların en bilgili ve hal itibarıyla en sadık olanı (yani, Resulallah
Efendimiz) için şöyle buyurdu: “Sen sevdiğin kimseye hidayet edecek değilsin;
dilediğine hidayet edecek olan Allah’tır” [Kasas Suresi, 28/56]. Ve eğer himmetin
etkisi genel olsaydı; kendisinden daha kâmil ve himmet itibarıyla kendisinden daha
üstün ve yüce bir kimse bulunmayan Resulallah’ın (sav) himmeti (bu şekilde genel
bir) etkide bulunurdu. Ne var ki, Resulallah’ın himmeti amcası Ebu Talib’e etkide
bulunmadı ve yukarıda andığımız ayet, Ebu Talib’e ilişkin olarak indi. Bundandır ki
Allahu Teala Resul (sav) hakkında şöyle buyurdu: “Onun görevi ancak bildirmektir”
[Mâide Suresi, 5/99]. Ve Allahu Teala yine şöyle buyurdu: “Onlara hidayet etmek
senin işin değildir; Allah’tır dilediğine hidayet eden” [Bakara Suresi, 2/272]. Ve
Allahu Teala, Kasas Suresi’nde şunu ekledi: “Allah hidayet olunanları bilir” [Kasas
Suresi, 28/56] — yani, Allahu Teala, değişmez aynları [ayan-ı sabite] yoluyla yokluk
hallerinde hidayet olunmalarına ilişkin ilmi Kendisine verenleri bilir.
Bu, ilmin malum’a tabi olduğunu kanıtlar. Dolayısıyla, ayn’ının değişmezliğindeki
[sübut] yokluk halinde mümin olan bir kimse, varlık halinde de aynı suret üzre zahir
olur. Ve Allahu Teala, onun böyle olduğunu (yani, mümin olduğunu) ondan (yani,
onun bu bilgiyi O’na vermesi yoluyla) bildi. Bundandır ki, “Allah hidayet olunanları
bilir” [Kasas Suresi, 28/56] buyurdu. Ve yine Allahu Teala şöyle buyurdu: “Benim
indimde söz değişmez..” [Kaf Suresi, 50/29] — çünkü Benim sözüm yaratmış
olduklarıma ilişkin ilmimle sınırlıdır. “..Ve Ben kullarıma asla zulmedici değilim”
[Kaf Suresi, 50/29] — yani, Ben onları şaki kılan küfrü kendi üzerlerine takdir edip de
sonradan, onların güç yetiremeyecekleri bir şeyi kendilerinden istiyor değilim; Biz
onlara ancak (değişmez aynlarındaki onlara ilişkin) ilmimiz kadarınca muamele
ettik; eğer ortada bir zulüm sözkonusuysa, zalim olanlar ancak kendileridir.
Dolayısıyla, Allahu Teala onlara zulmetmiş değildir: “Onlar kendilerine
zulmediyorlar” [Bakara Suresi, 2/57] — ve Biz, Zatımız onlara ne söylemekliğimizi
verdiyse onu söyledik; ve Zatımız, Bize malumdur ve böylelikle onlara şunu mu
yoksa bunu mu söyleyeceğimizi biliriz; Biz ancak söylemekliğimize ilişkin olarak
neyi biliyorsak onu söyleriz; söz Bizden, işittikleri söze uymak veya uymamak ise
onlardandır.
Her şey Bizden ve her şey onlardandır
Ve ilmin alınması da Bizden ve onlardandır
Bizden olmasalar bile
Hiç kuşkusuz Biz onlardanız.
Öyleyse ey dostum, marifetin özü olan bu Lut kelimesindeki melkî hikmeti iyi anla! Şimdi sır sana açıldı ve iş açıklığa kavuştu:
“Tek” denilenin, çiftin içerisinde yer almasıdır bu.
ÜZEYİR KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ KADERİYYE
Bil ki, “kazâ” denilen şey, Allah’ın şeylerdeki hükmüdür. Ve Allah’ın şeylerdeki
hükmü; şeylere ilişkin ve şeylerdeki ilmiyle sınırlıdır. Ve Allah’ın şeylerdeki ilmi de,
bu bilinen şeylerin [eşyâ-yı ma’lûme] nefslerinde değişmez olarak bulundukları
halden Hakk’a verdikleri ilimle sınırlıdır.
Kader, şeyler kendi aynlarında ve nefslerinde ne üzere değişmez iseler, (ilahi)
hükmün buna göre fazlalık olmaksızın zamansal olarak verilmesidir. Ve ilahi kazâ,
şeyler üzerine ancak şeyler ile hükmeder. Ve bu kader sırrının ta kendisidir. Ve bunu
bilmek, (zuhur mahallerinde Hakk’ı) müşahede ederek, (hissî ve aklî zuhur
mahallerinde Hak ile dönüşüme uğrayan bir) kalbi olan ve kulak veren kimseye
özgüdür. Ve apaçık delil Allah’ındır. Böyle olunca, Hüküm Verici, gerçekte hüküm
verilenin ayn’ına uyarlık içerisinde hüküm verir — hüküm verilenin zatı neyi
gerektiriyorsa o şekilde hükmeder. Hükmolunan, kendisinde olan şeyle Hüküm
Verici’nin nasıl hüküm vereceğine ilişkin hüküm vericidir. İmdi, hüküm verme
konumunda olan, (hüküm verdiği şeyin zatının ve hakikatının gerektirdiğine göre
hüküm verdiğinden dolayı) hüküm verdiği şeyle ve hüküm verdiği şeyde
hükmolunandır.
İmdi, bu meseleyi iyice anla! Çünkü kader sırrı, ancak zuhurunun yeğinliğinden
dolayı bilinmez oldu. Ve nebiler kader sırrını bilmeyi çok istedikleri ve bu konuda
ısrarlı davrandıkları halde, bu kader sırrı bilinmez olarak kaldı.
Bil ki, resuller –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– evliya ve arif olmaları
dolayısıyla değil, resul olmaları dolayısıyla, ümmetlerinin bulundukları hal
mertebesi üzeredirler. Bundandır ki, resullerde kendilerine bildirilen ilim, ancak
artıksız ve eksiksiz olarak ümmetlerinin gereksindiği kadar vardır. Ve ümmetler
arasında üstünlük derecelenmesi sözkonusudur. Kimi ümmetler, kimi ümmetlerden
daha fazlasına sahiptir. Resuller de –ümmetlerin arasındaki üstünlük derecelenmesi
dolayısıyla– resullük ilminde [ilm-i irsal] biri diğerinden daha üstündür. Buna ilişkin
olarak Allahu Teala şöyle buyurur: “Resullerin bazısını bazısından üstün kıldık”
[Bakara Suresi, 2/253]. Ve yine resullerin, kendi zatları gereğince ilimlere ve
hükümlere olan istidadları dolayısıyla, kendi aralarında üstünlük derecelenmesi
sözkonusudur. Ve Allahu Teala buna ilişkin olarak şöyle buyurur: “Nebilerin
bazısını bazısından üstün kıldık” [İsra Suresi, 17/55].
Ve Hak Teala, yaratılışa ilişkin olarak şöyle buyurdu: “Allah kiminize kiminizden
daha fazla rızık verdi” [Nahl Suresi, 16/71]. Ve rızık bir yanıyla ilim gibi ruhani ve bir yanıyla da yiyecek gibi duyumsaldır. Ve Hak Teala rızkı bilinen kader [kader-i
malum] (yani, bir şeyin istidadının gerektirmesiyle bu şey hakkında kazâ olunan
hüküm) ile indirir — ve “bilinen kader” denilen şey, yaratılmış olanların [halk] talep
ettiği istihkaktır — ve “O, her şeye halkını verdi” [Taha Suresi, 20/50]. İmdi Hak
Teala, bir şey için ne dilemişse [meşiyyet] o kadar rızk indirir. Ve O, bildiği şey
ölçüsünce ve hükmettiği şey yoluyla diler. Ve önceden dediğimiz gibi, Hak Teala
bilinen’i [malum] ancak bu bilinen’in kendi nefsinden Hakk’a verdiği kadarıyla bildi.
İmdi, zamanlama [tevkît], asıl itibarıyla, bilinen (yani, istidadıyla bu zamanlamayı
talep eden bilinen-değişmez-ayn) içindir. Ve ilim, irade ve meşiyyet kadere tabidir.
Böyle olunca, kader sırrı, ilimlerin en üstünlerinden ve en büyüklerinden biridir ve
Allahu Teala bu ilmi ancak eksiksiz marifete eriştirdiği kimse için anlaşılır kılar.
Kader sırrını bilmek, onu bilen kimseye hem büyük bir rahatlık, hem de elemli bir
azap verir. Dolayısıyla kader ilmi, bu ilme sahip olan kişiye birbiriyle çelişen iki şey
verir. Ve bundandır ki, Hak Teala Kendi nefsini gazab ve rıza ile nitelendirdi. Ve
böylelikle İlahi İsimler birbirlerine karşıt oldu. Böyle olunca, mutlak varlıkta ve
kayıtlı varlıkta tek bir hakikat (yani, kader sırrı) hükmeder; ve (bu kader sırrının)
hükmü geçişli [müteaddi] ve geçişsiz olarak genel olduğundan (yani, bütün şeyleri
kapsadığından), bundan (yani, kader sırrının hakikatından) daha kusursuz, daha
güçlü ve büyük bir şeyin olması olanaksızdır.
Nebiler –Allah’ın selamı onların üzerine olsun– ilimlerini belli bir şekilde (yani,
melek aracılığıyla) ilahi vahiy yoluyla aldıkları için; aklın, düşünsel
kurgulamasından dolayı, işlerin hakikatini ne ise o olarak görmek konusunda eksikli
olduğunu bildiklerinden, kalpleri aklî kurgulamadan arınıktır. Ve yine, ancak
deneyimleme [zevk] ile erişilerek idrak olunan şeyin (yani, kader sırrının; ilahi vahiy
yoluyla) haber verilmesi de eksiklidir. İmdi, kusursuz ilme, ancak ilahi tecelli yoluyla
ve Hakk’ın gözlerden ve kalplerden örtüyü kaldırmasıyla erişilebilir ve böylelikle
kişi, kadîm olanı ve sonradan olanı; yokluğu ve varlığı; olanaksız ve zorunlu ve
olabilir olanı kendi hakikatlerinde ve aynlarında değişmez [sabit] oldukları şey üzere
idrak eder.
Üzeyir aleyhisselam (kader sırrını) vahiy yoluyla öğrenmek istediğinden dolayıdır ki
–hadis-i şerifte belirtildiği gibi– azarlandı. Eğer bizim sözünü etmiş olduğumuz keşfi
istemiş olsaydı, bu isteğinden dolayı azarlanması sözkonusu olmazdı. Ve Üzeyir
aleyhisselam’ın kalbinin arınıklığının kanıtı, bir yönden bakıldığında, onun, “Allah,
ölümünden sonra bunları nasıl diriltir acaba?” [Bakara Suresi, 2/259] sözüdür. Ve
bizim anlayışımıza göre, Üzeyir aleyhisselam’ın bu sözleri, İbrahim aleyhisselam’ın
(“Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster”) sözleri gibidir. “Bunun üzerine
Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti ve ona ‘Şimdi sen kemiklere
bak, onları nasıl düzenliyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz’ dedi” [Bakara Suresi,
2/259]. Bu şekilde, Üzeyir aleyhisselam, cisimlerin nasıl dirildiğini doğrudan
inceleme [muayene-i tahkik] yoluyla gördü. Böylelikle Allah, (kendi kayıtlı nefsinde) ona, bunun (yani, diriltmenin) nasıllığını göstermiş oldu.
Ne var ki Üzeyir aleyhisselam, şeyleri ancak yokluklarındaki değişmezlik hallerinde
keşf etmekle idrak edilebilecek kader sırrını öğrenmek istedi. Bundandır ki, ona bu
kader sırrı verilmedi — çünkü bu kader ilmi ıttıla-ı ilahi hasâisındandır. Kaderi
Allahu Teala’dan başkasının bilmesi olmayacak bir şeydir. Çünkü bunlar (bu aynlar),
ilk anahtarlardır [mefatih-i üvel], yani gayb anahtarlarıdır ki, bunları Allah’tan başka
hiç kimse bilmez. Ama Allah kullarından dilediğine buna ilişkin bazı şeyleri bildirir.
Bil ki, anahtarlar, ancak fetih halinde “anahtarlar” olarak adlandırılırlar. Ve fetih hali
de, tekvin’in şeylere ilişkilenmesi halidir — veya, dilersen, buna kudretin takdir
olunmuşa [makdur] ilişkilenmesi halidir de diyebilirsin. Ve bunu Allah’tan başkası
deneyimleyemez [zevk]. Ve bu hal içerisinde ne tecelli ne de keşf sözkonusu olmaz.
Çünkü kudret ve fiil ancak –herhangi bir şekilde kayıtlanmamış mutlak varlık sahibi
olan– Allah’a özgüdür.
Kadere (yani, kader sırrını bilmeye) ilişkin isteğinden dolayı Hakk’ın Üzeyir
aleyhisselam’ı azarladığını gördüğümüzde, bildik ki, Üzeyir aleyhisselam bu erişimi
[ıttıla] istemiş ve sonuçta, kendisi için, takdir olunmuşa [makdur] ilişkilenir olan bir
kudret istemiştir. Ne var ki bu, ancak mutlak varlık sahibi olan için sözkonusu
olabilir. Dolayısıyla Üzeyir aleyhisselam, yaratılışta [halk] deneyimlemesi olanaklı
olmayan şeyi istedi — ve bir işin nasıllığı ancak deneyimleme yoluyla idrak olunur.
Ve Allah Üzeyir aleyhisselam’a, “Eğer bu isteğinden vazgeçmezsen adını nübüvvet
defterinden silerim” dediğinde, bununla kastolunan şey şudur: “Ben sana vahiy
yolunu kapatır ve işi sana tecelli yoluyla bildiririm. Ve bu da ancak senin istidadına
göre olur. Ve sonuçta sen, ancak istidadın kadarınca idrak etmekte olduğunu bilirsin.
(Tecelli sırasında) bu istediğin şeye bakarsın. Ve tecellide istediğin şeyi görmeyecek
olursan, görmek istediğin bu şeye istidadın olmadığını ve bu istediğin şeyin Allah’a
özgü niteliklerden [hasâis-i ilahiyyeden] olduğunu bilirsin. Biliyorsun ki, Allahu
Teala her şeye halkını vermiştir. Eğer ki, Allahu Teala sana bu özel istidadı vermemiş
ise, bu senin yaratılışın değil demektir. Eğer bu senin yaratılışın olsaydı, ‘O, her şeye
halkını verdi’ [Taha Suresi, 20/50] sözünü bildiren Hak, elbette onu sana verirdi.” Ve
(azarlama suretindeki) bu (sesleniş), Üzeyir aleyhisselam’a (keşf ve tecelli üzere ilim
verilmesi vaadinden ibaret olmakla) Allah’ın bir inayetidir — bunu bilen bildi,
bilmeyen bilmedi.
Bil ki, velayet (ilahi sıfat olması ve ilahi keşfin onunla hasıl olması itibarıyla) her şeyi
içine alan felek [felek-i âmm] olduğundan ardı kesilmemiştir. Ve (nübüvvetin batını
olan) velayet için haber verme [inba] (hem nebiler hem de evliya için) genel bir
nitelik taşır. Ama, Muhammed (sav) ile birlikte şeriat getiren nübüvvet ve risaletin
ardı kesildi ve artık ondan sonra nebi yoktur; yani, şeriat getirici ve kendisine (önceki
bir nebinin getirdiği) şeriat verilmiş nebi, ve şeriat getirici olan resul yoktur. Ve
Resulallah’ın (sav), “Benden sonra nebi yoktur” hadisi, eksiksiz kâmil kulluk zevkinin kesilmesini içerdiğinden dolayı, evliyaullah’ın (eksiksiz kâmil kullar olarak)
zuhurunu kısıntıladı. İmdi, eksiksiz kulluğa özgü olan “nübüvvet” ismi, bundan
böyle, kulluğa ilintilendirilemez. Çünkü kul, efendisi olan Allah’a, isim yönünden
ortak olmamayı diler — yani, “Allah” isminde ortak olmamayı diler.
Allahu Teala “Nebi” ve “Resul” isimleriyle adlandırılmazken, “Veli” ismiyle
adlandırıldı ve bu isimle nitelendi — ki O şöyle buyurmuştur: “Allah inananların
Veli’sidir” [Bakara Suresi, 2/257] ve “O gerçek Veli’dir, övülmeye layık olandır”
[Şura Suresi, 42/28]. Bu “Veli” ismi dünyada ve ahirette kullar için kalıcıdır. İmdi,
nübüvvet ve risaletin sona ermesinden dolayı, Hakk’a özgü olmayıp da yalnızca kula
özgü olan bir isim kalmadı. Ancak Allahu Teala, kullarına lütfundan dolayı, onlara
şeriat getirici olmayan genel nübüvveti [nübüvvet-i âmme] (yani, birleyici ve
ayrımsızlayıcı istidadın kusursuzluğuyla Hakk’ın sıfatlarını, isimlerini ve fiillerini
Allah’tan haber alma’yı) kalıcı kıldı. Ve Allahu Teala, kulları için, hükümlerin
değişmezliği korunarak içtihad yoluyla şeriat getirmeyi kalıcı kıldı — yani, kulları
için şeriat getirme konusundaki veraseti kalıcı kıldı. Bundandır ki, Resulallah (sav)
şöyle buyurmuştur: “Alimler, nebilerin vârisleridir.” Bu veraset, ancak hükümlerden
içtihad yoluyla şeriat getirmelerine ilişkindir.
İmdi sen bir nebiyi, şeriat getirmenin dışında bir söz söylerken gördüğünde, o, arif
bir veli olması dolayısıyla konuşmaktadır. Bundandır ki, o nebinin, alim bir nebi ve
bir veli olması dolayısıyla olan makamı, resul veya şeriat getirici ve şeriat sahibi
olması dolayısıyla olan makamından daha üstün ve daha kâmildir. İmdi, ehlullahtan
birisinin, “Velayet, nübüvvetten üstündür” dediğini işitecek olursan, o bu sözüyle
ancak bizim sözettiğimiz şeyi (yani, peygamberin velayetinin, yine peygamberin
nübüvvetinden üstün olduğunu) kastediyordur. Veya, ehlullahtan birinin, “Veli,
nebi ile resulün üstündedir” dediğini işitecek olursan, o bu sözüyle (iki ayrı kişiyi
değil) tek bir kişiyi kasteder — onun veli olması dolayısıyla bulunduğu makam, nebi
veya resul olması dolayısıyla bulunduğu makamdan üstündür. Yoksa, nebiye tabi
olan veli, nebiden üstün değildir. Çünkü tabi olan bir kimse, hiçbir zaman tabi
olduğu kimseyi geçemez — eğer tabi olan, tabi olduğu kimseyi geçecek olsaydı, tabi
olmaklığından söz edilemezdi. Bunu iyi anla!
İmdi, resulün ve şeriat getiren nebinin varacağı nokta [mercii] velayet ve ilimdir.
Görmez misin ki, Allahu Teala, Resul’e (sav) daha fazla ilim istemesini emretti.
İlimden başka bir şey için, elinde olandan daha fazlasını istemesini emretmedi.
Böylece ona şöyle buyurdu: “De ki: Rabbim, ilmimi artır!” [Taha Suresi, 20/114].
Şeriat, belirli amellerle yükümlendirme ve belirli amellerden sakındırmadır. Ve bu
amellerin mahalli de, geçici olan dünyadır. Ama velayetin geçici olması sözkonusu
değildir. Eğer velayet geçici olsaydı –tıpkı risalet için sözkonusu olduğu gibi–
hakikati ile birlikte geçici olurdu. Ve eğer velayet bu şekilde hakikatı ile birlikte
geçici olsaydı “Veli” ismi kalıcı olmazdı — halbuki, “Veli” ismi Allah için kalıcıdır ve bu İsim, hallenme yoluyla [tahallukan] ve gerçeklenme yoluyla [tahakkukan] ve
ilişkilenme yoluyla [taallukan] Hakk’ın kuluna özgüdür.
İmdi, Hak Teala’nın Üzeyir aleyhisselam’a söylediği, “Eğer kaderin mahiyetine
ilişkin sorup durmaktan geri durmayacak olursan, adını nübüvvet defterinden
silerim” sözü, “İş, sana keşf ve tecelli yoluyla gelir ve senden ‘nebi’ ve ‘resul’ isimleri
kalkar” demeye gelir. Ve böylece, (yani, nübüvvetinin ve risaletinin kalkmasıyla)
velayeti kalır. Ne var ki, hal karinesi, kendisine yönelik ilahi seslenişin bir tehdit
şeklinde olduğuna delalet edince, Üzeyir aleyhisselam, bu seslenişin, velayet
mertebelerinden kimisinin bu dünyada kendisinden alınacağı şeklinde bir tehdit
olduğunu bildi — çünkü nübüvvet ve risalet, velayetin içeriyor olduğu (ilme ilişkin)
mertebelerden kimi mertebeleri içeren özel bir rütbedir. Böylece Üzeyir, şeriat getirici
nübüvveti ve şeriat getirici risaleti olmayan veliden üstün olduğunu bildi. Ve
böylece, nübüvvet mertebesinin gerektirdiği sonraki hallere yaklaşan kimse için, bu
seslenişin tehdit değil, verilen bir söz olduğu ortaya çıkar. Böyle olunca, Üzeyir’in
dileyişte bulunduğu şey hiç kuşkusuz makbuldür — çünkü, bir nebi olmaklığıyla has
bir veli olduğundan hal karinesi ile bilir ki, bir nebi’nin –velayetin bu özel
mertebesine sahip olmasından dolayı– Allah’ın kerih gördüğünü bildiği ve olmasının
olanaksız olduğunu bildiği bir şeyin peşinden gitmesi olmayacak bir şeydir. Ve bu
haller, bunlara yakın olan kimse indinde yakın ve sabit olduğundan, böylesi bir
kimse, “adını nübüvvet defterinden silerim,” biçimindeki ilahi seslenişi kendisi için
(bir tehdit değil) verilmiş bir söz olarak görür. Ve bu sesleniş, kalıcı mertebeye (yani,
velayete) delalet eden bir haber olur. Ve bu mertebe, ahiret yurdunda kalıcı olan
mertebedir — ki bu ahiret yurdu öyle bir yerdir ki, yaratılmış olanlar bir kez cennete
veya ateşe girdiklerinde artık orada şeriata yer yoktur.
Biz şeriatı, cennet ve ateş olan iki yurda girilmesiyle kayıtladık. (Ama sözkonusu
olan bir istisnai durum vardır) çünkü, kıyamet gününde ara-dönem [fetret] ehli
olanlar (yani, ne önceki peygamberin, ne de bir sonraki peygamberin davetini
işitememiş olanlar), henüz çocukken ölmüş olanlar ve deliler için şeriat
sözkonusudur. Bunlar, adaletin yerine getirilmesi ve suçlu olanların cezalandırılması
ve cennet ehlinden olanların iyi amellerinin ödüllendirilmesi için bir arada
haşrolunurlar. Bunlar diğer insanlardan ayrı bir yerde haşrolunduklarında,
aralarındaki iyi olanlarından biri kendilerine nebi olarak gönderilir. Ve bu arada
kendilerine bir ateş gösterilir. Nebi şöyle der: “Ben size gönderilmiş Hakk’ın
resulüyüm.” Kimileri ona inanır ve kimileri de onu inkar eder. Sonra, bu nebi onlara
şöyle der: “Kendinizi bu ateşe atın, içinizden her kim bana uyacak olursa,
kurtulacaktır; ama her kim bana isyan edecek ve emrime karşı gelecek olursa helak
olup, ateş ehlinden olacaktır.” Sonra, ona uyup kendilerini ateşe atanlar said olurlar
ve içine atladıkları ateşin serin ve esenlikli bir yer olmasıyla ödüllendirilirler. Ve her
kim o nebiye asi olmuşsa, ceza çekmeyi hakederek ateşe girer ve karşı gelmesinden
dolayı ateşe iner. Ve sözü edilen günde (yani, kıyamet gününde) bu nebinin
gönderilmesi, Allah’ın kullarına yönelik adaletini yerine getirmesi içindir. Ve yine Allahu Teala’nın, “O gün hakikat apaçık ortaya çıkar ve secdeye davet
edilirler; fakat güç yetiremezler” [Kalem Suresi, 68/42] sözü de teklif ve şeriat
getirmedir. İmdi, onlardan kimileri secde etmeye güç yetirir, kimileri de güç
yetiremez. Nitekim dünyada, Ebu Cehl ve başkaları Allah’ın emrine uymaya güç
yetiremediler. İmdi, ahirette, kıyamet gününde, ateşe ve cennete girmeden önce,
şeriattan bu kadarı kalır. İşte bundan dolayıdır ki, biz, ahiret şeriatını kayıtladık.
Allah’a hamdü senâ olsun.
İSA KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ NEBVİYYE
Meryem’in suyundan veya
Balçıktan yapılmış beşer suretindeki Cebrail’in soluğundan
“Siccin” olarak adlandırdığın tabiattan,
Ruh, o tertemiz olanda (yani, Meryem’de), oluşa geldi [tekvin].
Bundandır ki, onda (bedeninde) tayin olunan ikameti uzadı
Bin yıldan fazla bir zaman kadar.
O ancak Allah’tan bir ruhtur
Yüce ve aşağı olanda etkide bulunmasını sağlayan
Rabbine olan nisbeti doğrulansın diye
Ölüleri diriltti ve çamurdan kuş inşa etti.
Allah onun cismini temizledi ve ruhunu tenzih etti
Ve tekvinde onu Kendine benzer kıldı.
Bil ki, ruhların kendilerine özgü olan niteliği, ilişkilendikleri bir şeyin canlılık
kazanarak, hayatın, ilişkilendikleri bu şeyden yayılmasıdır. Ve işte Samirî, bundandır
ki, resulün –ki o Cebrail’dir ve o da Ruh’tur– izinden bir avuç kadar aldı. Çünkü
Samirî (Musa’dan öğrendiğince) işin ne olduğunu (yani, Cebrail’in ruh olduğunu ve
ruhun dokunduğu yerde hayatın akmaya başladığını) biliyordu. İmdi, onun Cebrail
olduğunu anlayınca, üzerine dokunduğu şeyde hayatın akmaya başladığını bildi.
Böylece resulün izinden bir parça alarak, bunu buzağıya koydu. Ve buzağı
böğürmeye başladı. Çünkü buzağının çıkardığı ses, böğürmedir. Eğer, aldığı parçayı,
başka bir surete yerleştirseydi, (bir-olan-ruh, mahallin gereğince zahir olduğundan) o
suretten ancak o suretin kendisine özgü olan ses çıkardı ve bu sesin ismi de o surete
nisbet olunurdu — tıpkı, homurdanmanın deveye, gümürdemenin koça, melemenin
koyuna ve konuşmanın insana nisbet olunması gibi.
İmdi, hayatın, şeylere yayınmış olan kadarına “lâhut” (yani, İlahi Tabiat) adı verilir.
Ve “nâsut” (yani, İnsan Tabiatı) bu ruhun, kendisiyle kaim olduğu mahaldir ve
nâsut’a ruh ile kaim olmasından dolayı (mecaz olarak) “ruh” denilir.
Cebrail’in ta kendisi olan Ruhü’l-Emin Meryem’e kusursuz bir insan suretinde göründüğünde, Meryem onu kendisiyle birleşmek isteyen bir beşer sanarak –bunun
izin verilmeyen bir şey olduğunu bildiğinden– kendisini bu adamdan kurtarması
için bütün varlığıyla Allah’a sığındı. Böylelikle, eksiksiz bir şekilde Allah’ın
huzurunda olmaklığa erişti, yani manevî ruha. Eğer Cebrail, bu durumda bulunan
Meryem’e o anda üfleyecek olsaydı, İsa –annesinin o anki halinden dolayı–
yaratılışının çirkinliğine kimsenin tahammül edemeyeceği bir kimse olarak ortaya
çıkardı. Ve Cebrail Meryem’e, “Ben yalnızca Rabbinin elçisiyim; sana tertemiz bir
çocuk bağışlamak için geldim” [Meryem Suresi, 19/19] dediğinde, Meryem’in
sıkıntısı geçti ve göğsü genişledi. İşte o anda Cebrail, İsa’yı ona üfledi. Cebrail,
Allah’ın Kelimesi’ni Meryem’e aktardı — tıpkı Resul’ün (sav) Allah’ın Kelamı’nı
kendi ümmetine aktarması gibi: “O, Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir ve
O’ndan bir ruhtur” [Nisa Suresi, 4/171].
(Bu üflemenin ardından) Meryem’de şehvet yayıldı. Dolayısıyla da İsa’nın bedeni
Meryem’deki gerçek sudan [mâ-i muhakkak] ve Cebrail’deki –nefesinin neminde
yayınmış olan– vehmî sudan [mâ-i mütevehhem] yaratıldı. Çünkü, canlı olan
bedenin nefesi, bir miktar su içermesinden dolayı nemlidir. Böyle olunca, İsa’nın
bedeni, vehmî sudan ve gerçek sudan yaratıldı [tekevvün]. Ve bu insan türünde
tekvin’in bildik şekilde olabilmesi için, (İsa’nın yaratılışı) annesinden ve Cebrail’in
insan suretinde görünmesinden [temessül] dolayı insan suretinde oldu.
Ve İsa, ölüye hayat verdi, çünkü İsa İlahi Ruh’tur. Ve hayat verme Allah’a ve üfleme
İsa’ya aitti — tıpkı üflemenin Cebrail’e ve Kelime’nin Allah’a ait olması gibi. İmdi,
İsa’nın ölüleri diriltmesi –bu dirilme onun üflemesiyle zahir olduğundan dolayı–
gerçek bir diriltmeydi. Ve ölüleri diriltmesinin kendisinden olduğu bir vehimdi —
diriltme Allah’tandı. Böyle olunca İsa, üzerine halk olunduğu kendi hakikatından
dolayı –ki İsa’nın vehmî su ve gerçek sudan yaratıldığını söylemiştik– gerçek
diriltmeyle [ihyâ-yı muhakkak] vehmî diriltmeyi [ihyâ-yı mütevehhem] kendinde
topladı. Bir yönden bakıldığında, diriltme ona gerçekleme [tahkik] yoluyla, ve bir
diğer yönden bakıldığında da vehim [tevehhüm] yoluyla nisbet olunur. “Ölüleri
diriltirim” [Âl-i İmran Suresi, 3/49] — bu, gerçekleme [tahkik] yoluyladır. Ve,
bundan önce, “O balçığa üflerim de, Allah’ın izniyle, o bir kuş olur” [Âl-i İmran
Suresi, 3/49] — bu da, vehim yoluyla diriltmedir. Yukarıda anılan ayette, “Allah’ın
izniyle” olan şey, “kuşun olmasıdır,” “üflemek” değil. Ama “Allah’ın izniyle” olanın
“üfleme” olması da olasıdır — (ki bu durumda, İsa’nın balçıktan yapmış olduğu şey)
duyumsal cismanî sureti dolayısıyla kuş olur (yoksa hakiki ruhani sureti dolayısıyla
değil).
Ve aynı şekilde, “Benim iznimle anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştiriyordun”
[Mâide Suresi, 5/110] ayetinde de durum böyledir ve İsa’ya ve Allah’ın iznine ve
Kur’an’da buna benzer olarak “İznimle” ve “Allah’ın izniyle” biçiminde sözü
edilenin iznine nisbet olunan ne varsa hepsi böyledir (yani, bunlar, hakikat ve vehim
yönünden söylenmiştir). Eğer, “Allah’ın izniyle” olan şey “üflemek” ise, o halde üfleyenin üflemesine izin verilmiştir (yani, izin verilen üflemenin kendisidir),
böylelikle (Allah’ın izniyle olan) bu üfleme yoluyla kuş yaratılır [tekvin]. Eğer
“Allah’ın izniyle” olan “üfleme” değilse, o halde, kuşun yaratılması Allah’ın izniyle
olmuştur — ki bu durumda “Allah’ın izniyle” olan, “kuşun olması”dır. Ve hiç
kuşkusuz, emirde (yani, İsa’nın yaratılışına yönelik İlahi Emir’de) vehim [tevehhüm]
ve gerçek [tahakkuk] olmasaydı, bu suret (yani, kuşa üflenmesi ve kuşun yaratılması
sureti), bu iki yönü kabul etmezdi — ama İsa’nın oluşumunun bunu vermesinden
dolayıdır ki, bu iki yöne (yani, vehim ve gerçeğe) sahiptir.
Ve İsa, öylesine bir alçakgönüllülük ile ortaya çıktı ki, cizyeyi alçakgönüllü bir
şekilde ödemelerini, kendilerine bir tokat atılacak olursa, öbür yanaklarını
çevirmelerini, tokat atan kimseye karşı gelmemelerini ve kısas talep etmemelerini
ümmetine bir şeriat kıldı. Bu alçakgönüllülük, ona annesi yönündendir. Çünkü
kadında aşağıdalık [süfl] sözkonusudur ve kadın, hükmen ve duyumsal olarak
erkeğin altında olmasından dolayı alçakgönüllüdür.
Öte yandan ise, kendisinde bulunan hayat verme ve iyileştirme yetisi, beşer
suretindeki Cebrail’in üflemesi yönündendir. Eğer Cebrail, beşer suretinde gelmeyip;
ister hayvan, ister bitki veya cansız olsun, başka bir unsursal varoluş suretinde
gelmiş olsaydı, İsa’nın –Cebrail’in geldiği bu surete bürünmedikçe ve bu surette
zahir olmadıkça– ölüleri diriltmesi sözkonusu olmazdı. Eğer Cebrail –kendi
tabiatının ötesine geçmeksizin, ki geçmesi sözkonusu değildir– unsurlar ve erkânla
ilişiği olmayan kendi nuranî suretinde gelmiş olsaydı, İsa, annesi yönünden olan
unsursal beşer suretinde zahir olduğunda değil, ancak bu nuranî tabiat suretinde
zahir olduğunda ölüleri diriltebilirdi.
Ve İsa, ölüleri dirilttiğinde ona “O’dur ve O değildir” denildi ve ona bakışta hayret
ortaya çıktı. Nitekim, bir beşerin ölüleri dirilttiğini gördüklerinde, düşünsel
kurgulamalarıyla akılyürütenler hayrete düştü — çünkü ölünün, yalnızca bedensel
olarak değil, aynı zamanda söz söyler olarak diriltilmesi ilahi bir niteliktir [hasâis-i
ilahiyyedendir]. Bakan kişi, beşer suretini ilahi etkiye bürünmüş olarak görünce
hayrete düştü.
Bu durum, bazılarını “hulûl”den sözetmeye ve ölüleri diriltmesinden dolayı da “o
Allah’tır” demeye götürdü. Bundandır ki, onlara “kafir” dendi — ve “küfür” örtmek
demektir. Çünkü onlar, ölüyü dirilten Allah’ı, İsa’nın beşerî suretiyle örttüler [setr].
Bundandır ki, Allahu Teala, “‘Allah odur, Meryem oğlu Mesih’dir’ diyenler kafir
oldular” [Mâide Suresi, 5/17] buyurdu. Bu kimselerin, bu sözleriyle (Mutlak Hakk’ı
yalnızca İsa’nın taayyününe özgü kılmalarından dolayı) hem hata etmeleri, hem de
(Hakk’ı İsa’nın beşerî sureti ile örtmekle) kafir olmaları, “o Allah’tır” demelerinden
olmadığı gibi, “Meryem oğludur” demelerinden de değildir — bu ikisini biraraya
getirip, “Allah odur, Meryem oğlu Mesih’tir” demelerindendir. Onlar, (İsa’nın beşerî
suretinin) ölüyü diriltmesinden dolayı, Allah’ı, “Meryem oğludur” sözüyle, o beşer suretine indirgeyerek saptılar — ve o, hiç kuşkusuz Meryem’in oğludur.
Ama onların bu sözünü işitenler sandılar ki, bu sözü söyleyenler uluhiyeti surete
nisbet ettiler ve onu suretin aynı kıldılar. Halbuki onlar böyle yapmayıp, İlahi
Huviyeti işin başından (yani, İsa’nın zuhurunun başlangıcından itibaren) beşer
suretine özgü kıldılar — ki bu (suret de, onlara göre) Meryem’in oğludur.
Dolayısıyla onlar, sureti (yani, İsa’nın beşerî suretini) hükümden (yani, İsa’nın beşeri
suretinden ortaya çıkan ölüyü diriltme hükmünden) ayırdılar (ve böylece İsa’ya
bakıp, ‘bu beşerdir’ dediler; ölüyü diriltmesine bakıp, ‘Allah’a özgü olan bu halin
beşerden ortaya çıkması olmayacak bir şeydir’ dediler. Böylece: “Muhakkak Allah,
Meryem oğlu İsa suretindedir” dediler). Nitekim Cebrail beşer suretinde geldiğinde
üflemedi. Sonradan üfledi. Böyle olunca, suret ve üflemeyi ayırdı. Dolayısıyla,
üfleme suretten ortaya çıkmış olsa bile, suretin zatî bir niteliği değildir.
Böyle olunca, insanlar arasında İsa’nın mahiyeti hakkında görüş farklılıkları ortaya
çıktı. İmdi, beşer sureti yönünden ona bakan kişi, “O, Meryem’in oğlu Mesih’dir”
der. Ve beşer olarak görünen sureti yönünden ona bakan kişi, onu Cebrail’e nisbet
eder. Ve kendisinden ölüyü diriltmesinin zahir oluşu yönünden bakan kişi, onu ruh
yoluyla Allah’a nisbet eder ve “O, Allah’ın Ruhudur [Ruhullah]” der — yani o,
üflediği kimseye hayat verendir. Kimi zaman, edilgenlik çekimiyle, onda Hak
vehmolunur. Kimi zaman onda Melek vehmolunur ve kimi zaman da onda insanın
beşer olmaklığı vehmolunur. Böylece, kendisine bakanlar üzerinde bu yönlerden
hangisi egemense, İsa o yönde olur. Ve o Allah’ın Kelimesi’dir ve Allah’ın Ruhu’dur
ve Allah’ın kuludur. Ve beşerî duyumsal surette böylesi bir durum bir başkası için
sözkonusu değildir. Her kişi kendi babasına nisbet olunur [mensub], Kendi Ruhunu
beşer suretine üfleyene değil. Çünkü, gerçekte Allah insan bedenini düzenlediğinde
[tesviye], Kendi söyleyişiyle, “Ona şekil verdiğimde ve ona üflediğimde” [Hicr
Suresi, 15/29] — yani, ona Kendi Ruhu’ndan üflediğinde, onun varlığındaki ve
ayn’ındaki ruhu Kendisine nisbet etti. Ama İsa için, bu böyle değildir: onun
bedeninin düzenlenişi, Ruh’un üflenişinde içkindir — ki bu durum, sözünü ettiğimiz
gibi, başkaları için sözkonusu değildir.
Varolan herşey, Allah’ın sonu gelmez kelimeleridir, çünkü varolan herşey
“Ol”dandır ve “Ol” [Kün] Allah’ın Kelimesi’dir. İmdi, Kelime (mutlaklık ve ahadiyet
üzere olup, herhangi bir sıfatla sıfatlanmamış olan) O’na (yani, Hakk’ın Mutlak
Zatı’na) nisbet olunabilir mi — ki bu takdirde, (“Ol” Kelimesi’nin) mahiyeti
bilinemez (çünkü Hakk’ın kelamı, bu mertebede, Zatı’nın aynıdır). Ya da, Hak Teala,
“Ol” diyen bir surete mi nüzul eder — ki bu takdirde ise, “Ol” Kelimesi’nin, nüzul
ettiği ve zahir olduğu o suretin hakikati olduğu söylenebilir. Kimi arifler ilkinde
karar kılarken, kimi arifler de öbüründe karar kılmışlardır — arif olanlardan geri
kalanı ise bu meseleye (yani, “Ol” emrinin mutlak Zat’a mı yoksa mutlak Zat’ın
nüzul ettiği surete mi nisbet olunacağı meselesine) ilişkin olarak hayrete düşmüş ve
(bu iki itibardan hangisiyle hükmedeceklerini) bilememişlerdir. Ve bu mesele ancak deneyimleme [zevk] yoluyla bilinebilir — tıpkı Beyazıd Bestamî de olduğu gibi. Ki o,
öldürdüğü karıncayı, üfleyerek (duyumsal olarak) dirilttiğinde üfleyenin kim
olduğunu bilerek üflemişti. Dolayısıyla Bestamî, İsevî görüye [meşhed] sahipti.
Manevî olarak diriltmeye gelince, bu diriltme ilim yoluyla olur. Böylesi bir dirilmeyle
elde edilen hayat; ilahî, zatî, ilmî ve nuranî bir hayattır ve buna ilişkin olarak Allahu
Teala şöyle buyurur: “Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında
yürüyebileceği bir nur verdiğimiz kimse..” [En’am Suresi, 6/122]. Ölü bir nefsi,
Allah’ı bilmeye ilişkin ilmî hayatla dirilten bir kimse, bu nefsi ilim yoluyla
diriltmiştir ve bu kimse, sahip olduğu bu nurla (yani, ilim nuruyla) insanlar arasında,
yani suret olarak kendisine benzer olanlar arasında yürür.
Olmasaydı O ve olmasaydık biz (yani, ayan-ı sabitemiz) — olmazdı olan
Biz gerçekte Hakk’ın kullarıyız ve O bizim Mevlâ’mızdır.
Ve ben “İnsan” dediğimde, biz O’nun ayn’ıyız, anla öyleyse
Ve İnsan ile (yani, insanın beşer suretiyle) örtülü kalma —
(Hakk’ın varlığına delalet eder bir) delil verdi sana o İnsan.
Hak ol ve halk ol — Allah ile Rahman olursun böylece.
O’ndan aldığınla O’nun yarattıklarını besle
Ki böylece rahatlık verici
Ve (ruhun gıdası olan marifet ve hakikatleri insanlara saçmakla)
Güzel koku saçıcı olursun
Ve biz O’nunla bizde zahir olanı O’na verdik
Ve İlahi Emr O’nunla bizler arasında taksim edildi
Ve O bize (ruh üflemekle) hayat verdiğinde,
Kalbimi bilen ona hayat verdi.
Ve biz (kâmil insanlar) orada (Mutlak Hakk’ın tecelli-i akdesinden önce)
Oluşlar [ekvan] ve aynlar ve zamanlar idik
Ama (zat ve sıfat olarak Hakk’ın varlığında istihlakimiz) sürekli değildir bizde,
Ama böyleyizdir zaman zaman
Ve (Cebrail tarafından) unsurlardan oluşan beşer suretiyle ruhun üflenmesi işinde
bizim söylediğimize (yani, İsa’nın bedeni ve beşeri suretinin düzenlenişinin, ruhun
üflenmesinde içkin olduğuna) delalet eden şeylerden biri de, Hakk’ın, Kendi nefsini
“Rahmanî Nefes” ile nitelendirmiş olmasıdır. Ve bir sıfatla nitelenen herhangi bir
şey, bu nitelendiği sıfatın kendi bulunmaklığını gerektirdiği herşeyde bu sıfata
tabidir. Ve, nefesin, nefes vermeyi gerektirdiğini bilirsin. Bundandır ki, İlahi Nefes
alem suretlerini kabul etti. Böyle olunca, İlahi Nefes, alem suretleri için heyulanî
cevher gibidir. O halde İlahi Nefes, Tabiat’ın ta kendisidir. Unsurlar, Tabiat’ın suretlerinden bir surettir. Ve unsurların üstünde olan ve bu
unsurlardan doğanlar da yine Tabiat suretlerindendir. Ve bunlar, yedi göğün
üstünde olan yüce ruhlardır [ervah-ı ulviyye]. Göklerin (gözle görünmeyen) ruhları
ve (gözle görülen) aynları ise, unsurlardır. Çünkü bu ruhlar ve aynlar, unsurların
dumanındandır ve ondan doğmuşlardır. Dolayısıyla, bu göklerden yaratılmış
[mütekevvin] olan melekler de unsursaldır [unsuriyyun]. Ve unsurların ötesinde
olanlar ise tabiatsaldır [tabîiyyun]. Ve bundandır ki Allahu Teala, yüce melekleri
birbiriyle uyuşmaz olmaklıkla nitelendirdi, çünkü onlar karşıtlıkları barındıran
Tabiat’tandırlar. Ve İlahi İsimler’deki bu karşıtlaşmalar, Rahman’ın Nefesi’nin
verdiği nisbetlerdir. Bu hükmün dışında olan (vahidiyet’teki) Zat’ın bu konuda
(alemin aslı olan Rahmanî Nefes’ten gani olmaklığıyla) nasıl alemlerden gani
olduğunu görmez misin? Aleme gelince, kendisini varedenin suretinde ortaya çıktı
— alem Rahmanî Nefes’ten başka bir şey değildir.
İlahi Nefes, kendisinde sıcaklık olduğunca yücedir ve soğukluk ve nem olduğunca
da aşağıdır [süflî]. Ve kendisinde kuruluk olduğunda sabit hale gelir ve yerinden
oynamaz — çünkü çökelme, soğuk ve nemli olana özgüdür. Görmez misin ki,
doktor, hasta bir kimseye ilaç içirmek istediğinde, öncelikle idrar kabına bakar.
Tortulanma olduğunu gördüğünde, olgunlaşmanın tamamlanmış olduğunu görür
ve olgunlaşmayı çabuklaştıracak bir ilaç verir. Ve tortulanma, tabiatındaki nem ve
soğukluktan dolayıdır.
Sonra, Allah bu insanın balçığını İki Eli ile yoğurdu ve bu İki El, birbiriyle karşıtlık
içerisindedir. Eğer bu İki El’in her ikisinin de Sağ El olduğunu söyleyecek olursan
(bu elbetteki doğrudur ama) ikisi arasında ayrım olduğu (da) açıktır — hiç değilse iki
el olmalarından dolayı bu böyledir. Tabiat’a, ancak kendisine uygun düşen –yani,
onun gibi karşıtlıkları barındıran– etkide bulunur. Bundandır ki, “İki El” dedi. Ve
Allah onu İki Eli’yle varettiğinde, Kendine izafe ettiği İki Eliyle, Kendine yaraşır bir
yön ile (yani karşıt İsimler ile) dokunuşundan [mübaşeret] dolayı, ona “beşer” adını
verdi. Ve İki Eliyle yaratması, insan türüne yönelik lütfundan dolayıdır. Böyle
olunca, ona secde etmekten geri durana, “İki Elimle yarattığıma secde etmekten seni
alıkoyan nedir? Gururlandın mı, yoksa yüce olanlardan mısın?” [Sâd Suresi, 38/75]
dedi. “Yüce olanlar” [âlîn] ile, tabii olmasına rağmen, nuranî oluşumu içerisinde
unsursal olmaklıktan yüce olanı kasteder. İnsan, kendinden başka diğer bütün
unsurlardan oluşmuş olanlardan, ancak beşer olmaklığıyla üstün oldu — çünkü o,
unsurlardan bu (İki El ile) dokunuş olmaksızın yaratılmış olan türlerden üstündür.
Böylelikle insan, arz ve semavat meleklerinden üstündür ve yüce olan melekler
[mele-i ala] ise, ilahi hüküm ile, bu insan türünden daha hayırlıdır.
İlahi Nefes’i bilmeyi dileyen kişi, alemi bilsin, çünkü nefsini bilen, gerçekte,
kendisinde zahir olan Rabbini bilir. Nitekim, alem Rahman’ın Nefesi’nde zahir oldu
ve bu Nefes’le Allahu Teala, İlahi İsimlerin etkilerini zahir kılmakla, etkileri zahir
olmamış bu İlahi İsimleri verdiği Nefes’le serbest bıraktı. Böyle olunca, O, Nefesiyle varettiği şeyle (yani, alemin varedilmesiyle) Kendi nefsine bağışta bulundu.
Gerçekte, Nefes’in ilk etkisi yalnızca İlahi Hazret’te (yani, İlahi İsimler Hazreti’nde)
oldu ve daha sonra, varolan son şeye varıncaya dek (Nefes’in verilmesinden doğru)
genişlenme yoluyla aşağı doğru inmeyi [nüzul] kesintisiz bir şekilde sürdürdü.
Nefesin ayn’ında olan ne varsa,
gece karanlığından sonraki aydınlık gibidir.
(Aklî) delile dayanan ilim (keşf gündüzünü boşa geçirip)
Gün sonunda uykuya dalan kimseye özgüdür.
Bu kimse, Rahmanî Nefes’e ilişkin söylediklerimizi
Rahmanî Nefes’e delalet eden bir rüya sanır.
Ve bu söylediklerimiz, Abese Suresi’nin okunuşunda
Onu bütün sıkıntılardan kurtarır.
Ve O, ateşin peşinde olana (yani, Musa’ya) tecelli etti
Ve o, O’nu ateş olarak gördü, ama O
Sultanlar için ve gece karanlığında gezinenler için Nur’du.
Söylediklerimi anladıysan eğer,
Bil o halde fakir olduğunu
Eğer ateşten başka bir şey istiyor olsaydı
O’nu, istediği bu şeyde görürdü ve yüz çevirmezdi.
Ve, Hak Teala, “..ta ki bilelim..” [Muhammed Suresi, 47/31] makamındayken İsa
Kelimesi’ne, ona nisbet ettikleri şeyin (yani, uluhiyetin) doğru olup olmadığını –
bunları çok iyi biliyor olduğu halde– sordu ve ona şöyle dedi: “Sen insanlara, ‘beni
ve annemi Allah’tan başka iki ilah olarak kabul edin’ mi dedin?” [Mâide Suresi,
5/116]. Ve edeb gereği, soru sorulan kişinin sorulan soruya cevap vermesi gerekir. Ve
Hak Teala (ona “sen” biçiminde seslenmiş olmakla) bu makamda (yani, “sen” ve
“ben” biçimindeki ayrımlama makamında) ve bu surette (yani, ona yönelik bu soru
suretinde) kendisine tecelli ettiği için; hikmet, ayrımsızlamanın ta kendisinde [ayn-ı
cem] (“sen” ve “ben” biçimindeki bir) ayrımlama ile cevabı gerekli kıldı. Ve tenzihle
başlayarak, “Seni tenzih ederim..” [sübhaneke] dedi ve bu sözüne (ikinci tekil kişiye
işaret eden) “kaf” harfi ile sınırlama getirdi — ve bu, yüz yüze olmayı ve seslenişi
gerektirir. “..Bana yakışmaz..” –benliğimin Sen’den ayrı olmasından dolayı–
“..hakkım olmayan şeyi söylemek..” –yani, ne huviyetimin ne de zatımın gerektiriyor
olmadığı şeyi söylemek– “..Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin..” — çünkü
söyleyen Sen’sin ve bir şey söyleyen kimse, hiç kuşkusuz, ne demiş olduğunu bilir ve
Sen benim konuştuğum dilsin. Nitekim, Resulallah (sav) bize Rabbinden aldığı şu
ilahi haberi bildirdi: “Ben onun konuştuğu dili olurum.” Böylece Kendi huviyetini,
konuşanın dilinin ta kendisi kıldı ve sözü de kuluna nisbet etti. Sonra salih kulu
(yani, İsa), verdiği cevabı şu sözleriyle tamamladı: “..Sen benim nefsimde olanı
bilirsin, ve ben onda ne olduğunu bilmem..” Ve (bu sözle İsa’nın dilinden konuşan)
Hak, İsa’nın huviyetinden ilmi değilledi [nefy] — onun söz söyleyen [kail] ve etki sahibi olması dolayısıyla değil, (onun huviyetinin) Kendi huviyeti olması dolayısıyla
değilledi. “..Gerçekte gaybı bilen Sen’sin, Sen!..” [Mâide Suresi, 5/116]. Böylece gaybı
ancak O’nun bildiğini belirttiğinde, sözünü desteklemek ve teyit etmek için “sen”
zamirini iki kez yineledi.
Böylelikle (verdiği cevapta) hem (“Seni tenzih ederim” diyerek) ayrımladı [tefrik]
hem de (“..Eğer, öyle demiş olsaydım, bunu bilirdin..” diyerek) ayrımsızladı [cem];
hem birledi [tevhid] hem çoğulladı [teksir]; hem (cem ve fark mertebelerindeki
ilimlerin bütününü Hakk’a özgüleyerek) genişletti hem de (kayıtlı ilimleri gerek
kendi nefsinden, gerekse başkalarından değilleyerek) daralttı. Sonra, verdiği cevabı
bitirmek üzere şöyle dedi: “..Ben söylemiş değilim onlara, bana söylememi emretmiş
olduğundan başka bir şeyi..” [Mâide Suresi, 5/117] — böylece, öncelikle (varlığı,
Hakk’ın varlığında yokolmuş olduğundan) o varlıkta olmadığına işaret eder bir
şekilde (bu sözü söyleyenin kendisi olmaklığını) değilledi; ve sonra, soruyu sorana
edeple cevap verme gerekliliğini ortaya koydu. Eğer bu şekilde cevap vermeyecek
olsaydı, hakikatlerin bilgisinden yoksun olmaklıkla nitelenirdi — ama o, böylesi bir
yoksunluktan uzaktır. Böylelikle, şöyle dedi: Bana emretmiş olduğundan başka bir
şeyi söylemedim ve (ayn-ı cem ve kurb-u feraiz makamında) benim dilimden
konuşan ancak Sen’sin ve (ayn-ı fark ve kurb-u nevafil makamında) Sen benim
dilimsin… Bu ilahi-ruhani tenbihin nasıl latif ve incelikli olduğuna bak!
(Sonra onlara şöyle dediğini söyledi:) “..Allah’a kulluk edin!..” Burada, kulluk
edenlerin kulluk edişlerindeki çeşitlilikten ve şeriatların çeşitliliğinden dolayı,
“Allah” adını kullanarak, O’nu başka bir özgül İsime [ism-i has] özgü kılmadı ve
bütün İsimler’i kendinde toplayan İsmi kullandı. Sonra, “..benim Rabbim ve sizin
Rabbiniz..” [Mâide Suresi, 5/117] dedi; çünkü, O’nun Rab-olmaklığıyla [rububiyet]
varolan bir şeye nisbeti, varolan başka bir şeye nisbetinden farklıdır. Bu nedenle,
“Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz” biçiminde bir ayrım yaparak, bu farklılığa işaret
etti.
Ve, “..yalnızca bana emretmiş olduğun şeyi..” demekle de kendi nefsini emrolunan
olmaklığı halinde olurladı [isbat] ve bu, onun kul olmaklığından başka bir şey
değildir. Çünkü emir –yerine getirilsin veya getirilmesin– ancak emre uyabilirliği
düşünülen kimseye verilir. Ve (ilahi) emir, (emir verilenin, yani mezahir-i ilahiyenin
bulunduğu) mertebenin hükmüne göre indiğinden, belli bir mertebede zahir olan
herbir kimse, bulunduğu mertebenin hakikatının verdiği şeye boyanır.
Emrolunmaklık mertebesi için, her emrolunan kişide zahir olan bir hüküm (yani,
emreden kişinin emrine uyma) olduğu gibi, emretmeklik mertebesi için de her
emredende zahir olan bir hüküm (yani, emrolunan kişiye emir verme) vardır.
Ve Hak, “Namaz kılın!” [Bakara Suresi, 2/43] dediğinde, Kendisi emreden, yükümlü
kişi ise emrolunandır. Ve kul, “Rabbim, beni bağışla!” [A’raf Suresi, 7/151] dediğinde
ise, kulun kendisi emreden ve Hak da emrolunandır. İmdi, Hakk’ın verdiği emirle kuldan istediği şey, kulun verdiği emirle Hak’tan istediği şeyin aynısıdır (yani, emre
uyulmasıdır). Bundan dolayı, bütün dualara icabet edilmesi –sonraya kalsa bile–
kaçınılmazdır. Ki, aynı şekilde, namaz kılmakla yükümlü olanlardan kimileri, namaz
kılmaya çağrıldıklarında, vakit içerisinde namaz kılmayıp çağrıya icabeti sonraya
bırakırlar ve kendileri için uygun olan daha sonraki bir zamanda kılarlar. Böylece,
niyetlenme ile olsa bile emre uymak kaçınılmazdır.
Sonra, “Ben onlar üzerine … idim” dedi ve, “Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz”
dediğindeki gibi söylemeyip, “onların yanısıra, kendim üzerine … idim” demedi:
“Ben onlar üzerine, onlar arasında bulundukça, şehiddim..” — çünkü, nebiler,
ümmetleri üzerine, onların içinde bulundukları sürece şehiddirler. Ve şöyle
sürdürdü: “..Ve beni ölü kıldığında..” –yani, beni Kendine yükselttiğinde, onları
benden örtülü kıldın ve beni de onlardan örtülü [mahcub] kıldın ve benim
bedenimde değil ama onların bedenlerinde– “..onlar üzerine Rakîb oldun..” [Mâide
Suresi, 5/117] — çünkü Sen, gözetmeyi [murakabe] gerektiren görmekliği oldun
onların. İmdi, insanın nefsini müşahedesi, Hakk’ın onun nefsini müşahedesidir. Ve
İsa onu (yani, Hakk’ın onların maddi varlıklarındaki müşahedesini) “Rakîb” ismine
ilişkin kıldı, çünkü şuhudu (“onların üzerine şehid idim” sözüyle) kendisine ilişkin
kılmıştı. İmdi, kendisinin kul olması dolayısıyla İsa’nın İsa ve O’nun kendi Rabb’i
olması dolayısıyla da Hakk’ın Hak olduğu bilinsin için, kendisiyle Rabb’i arasında
bir ayrım koymayı dilediğinden, kendisinin “şehid,” Hakk’ın ise “Rakîb” olduğunu
söyledi. Böylece İsa, kendi nefsi sözkonusu olduğunda, kendi kavmini öne aldı ve
Hakk’a yönelik edebden dolayı onları kendisine yeğleyerek, “onlar üzerine
şehiddim” dedi. Hak’tan söz ettiğinde ise, Rabb’in mertebe yönünden önceliği
hakediyor olmasından dolayı, onları sona alarak, “..Sen onlar üzerine Rakîb oldun..”
dedi. Sonra İsa, “onlar üzerine şehiddim” dediğinde, kendisi için kullandığı “şehid”
isminin, gerçekte Rakîb olan Hakk’ın ismi olduğunu belirterek, “..Sen her şey üzerine
Şehid’sin..” [Mâide Suresi, 5/117] dedi. Ve burada, genelliğe işaret eden “her”
sözcüğünü, bilinmezlerin en bilinmezine işaret eden “şey” sözcüğünü ve Şehid
ismini getirdi — çünkü O, her bir müşahede olunan [meşhud] üzerine, bu müşahede
olunanın [meşhud] hakikatinin gerektirdiği şey ölçüsünce Şehid’dir. İmdi İsa, “Ben
onlar arasında oldukça onların üzerine şehiddim” dediğinde, kendi kavmi üzerine
Şehid olanın Hak Teala olduğuna dikkat çekti. Ve bu, Hakk’ın, İsa’nın cismindeki
şehadetidir. Bununla, Hakk’ın, İsa’nın konuştuğu dili, işitmesi ve görmesi olduğu
kesinlenmiş oldu.
Sonra İsa, hem İsevî, hem de Muhammedî olan sözü söyledi. Bunun İsevî olması,
Allahu Teala’nın Kitabında bunun, İsa’nın sözleri olduğunu bildirmesinden
dolayıdır. Ve Muhammedî olması ise, bu sözün belli bir mekânda Muhammed’den
(sav) ortaya çıkmasından dolayıdır — ve o, bu sözün, kendisinden ortaya çıktığı
yerde, bütün bir geceyi gün ağarıncaya kadar başka bir şey yapmayıp, bu sözü
tekrarlayarak geçirdi: “..Eğer Sen onları cezalandırırsan, onlar Senin kullarındır; ve
eğer onları bağışlarsan, Aziz ve Hakîm olan muhakkak Sen’sin, Sen” [Mâide Suresi, 5/118].
Burada, “onlar” zamiri, tıpkı “o” zamiri gibi, gayb-olmaklık zamiridir [zamir-i gaib].
Nitekim O, gayb-olmaklık zamirini kullanarak şöyle dedi: “Onlar kafirlerdir” [Fetih
Suresi, 48/25] — ve bu gayb, onların, “hâzır olan meşhud” sözüyle kastedilenden
(yani, Hak’tan) örtülü olmalarıdır. Ve (İsa), onları Hak’tan perdeleyen örtüden başka
bir şey olmayan bu gayb-olmaklık zamirini kullanarak, “Eğer onları bağışlayacak
olursan” dedi. Ve Allah, onları (İsa’nın diliyle) Allah’ın huzurunda
bulunmaklıklarından önce andı — (kıyamet günü) huzurda olmaklıklarına kadar
(onların hakikatleri ve zatî istidatları mesabesinde olan) maya, (vehmettikleri
varlıkları mesabesinde olan) hamurda tahakküm edebilsin ve hamur mayaya
dönüşebilsin diye.
“Çünkü onlar Senin kullarındır.” Ve burada, üzerinde bulundukları tevhidden
dolayı, seslenişi tek olana yöneltti [ifrad]. Ve nefslerinde tasarruf olmadığından
dolayı, onlardaki zilletten daha büyük bir zillet yoktur. Dolayısıyla onlar,
efendilerinin kendilerinden dilediği şeyin hükmü altındadırlar ve bu konuda
O’nunla herhangi bir ortaklıkları yoktur. Bundandır ki İsa, “Senin kulların” diyerek
O’nu tek kıldı [ifrad]. Ve “azap”la kastedilen, onların zelil olmaklığıdır ve kul
olmaklıklarından dolayı onlardan daha zelil olan yoktur ve onların zatları zelil
olmalarını gerektirir. Dolayısıyla (bu, şu demeye gelir:) “Sen onları kul
olmaklıklarından dolayı içerisinde bulunuyor oldukları zilletten daha büyük bir
zillete düşürmezsin.”
“Eğer onları bağışlayacak olursan..” –yani, karşı gelmeleri dolayısıyla hakettikleri
azaba düşmekten onları örtersen; yani onlar için, kendilerini azaptan örtecek ve
azaptan koruyacak bir örtü kılarsan– “..Sen muhakkak Aziz’sin..” – yani, koruyucu
ve kollayıcısın. Ve Hak Teala, bu İsmi kullarından birine verdiğinde, Kendisi “Azizkılıcı” [Muizz] ve kul da “Aziz” olarak adlandırılır — ve bu durumda, bu kulunu
İntikam-alıcı’nın [Müntakim] intikamından ve Azab-edici’nin [Muazzib] azabından
korur. Ve İsa, daha önce söylediği, “Gaybları bilen muhakkak ki Sensin, Sen” [Mâide
Suresi, 5/118] ve “Her şey üzerine Rakîb Sen oldun, Sen” [Mâide Suresi, 5/117]
sözlerinin ifade biçimine uygun bir şekilde, sözü güçlendirmek için yineleme ile,
“Aziz ve Hakîm olan muhakkak Sensin, Sen” dedi.
(“Eğer onlara azab edecek olursan..” ve “Eğer onları bağışlayacak olursan..”
biçimindeki) bu sözler Resul’ün bir cevap almak için gündoğumuna kadar ısrarla
tekrarladığı bir dileyiş [sual] oldu; eğer dileyişi hemen kabul olunmuş olsaydı,
dileyişini ardarda tekrarlamazdı. Hak ona, cezalandırılma gerekçelerini, ayrıntılı
olarak [fasl] sundu. Ve o da, O’na her sunumda ve herbir ayn için, “Eğer onlara azap
edecek olursan muhakkak ki onlar Senin kullarındır; ve eğer onları bağışlayacak
olursan Aziz ve Hakîm olan muhakkak ki Sensin, Sen” [Mâide Suresi, 5/118] dedi.
Eğer bu sunumda, Hakk’ın öne aldığı ve Hakk’ın tercih ettiği şeyin neyi gerektirdiğini görmüş olsaydı, (Hakk’ın dileğini öne alır ve Hakk’ın tarafını tercih
ederek) onlar için (yani, onların lehine) değil, onlar üzerine (yani, onların aleyhine)
dua ederdi. Bundan dolayı, Hak Teala, bu ayette ortaya konan Allah’a teslimiyeti ve
(günahları) O’nun bağışlayıcılığına havale etmeyi vurgulayarak, onların hakettikleri
şeyin bu olduğunu ona gösterdi.
Ve (hadis-i şerifle) varid oldu ki, Hak Teala dua eden kulunun seslenişini sevdiğinde
–geri çevirme sözkonusu olmaksızın, ona sevgisinden dolayı– duasını tekrarlasın
diye, duaya karşılık vermeyi geciktirir. Bundandır ki, “Hakîm” dedi — ve Hakîm,
her şeyi yerli yerine koyan; (kullarının) hakikatlerinin ve sıfatlarının istediği ve
gerektirdiği şeyi değiştirmeyen demektir. Hakîm, düzeni bilendir. Ve Resulallah
(sav), bu ayeti tekrar ederken, Allahu Teala’dan aldığı büyük bir ilim üzere idi.
Dolayısıyla, herkim bu ayeti ve diğerlerini okuyacak olursa, bu şekilde okusun;
yoksa, sessiz kalması daha yerindedir.
Allahu Teala, bir kulun herhangi bir konu hakkında söz söylemesini yerinde
bulduğunda; bu konuşmasını, ancak buna icabet etmeyi ve gereksinimi gidermeyi
dilediği durumda yerinde bulur. Dolayısıyla, hiç kimse, kendisi için yerinde
bulunanın (yani, duanın) içerdiği şeyin (yani, duaya icabetin) geciktiğini
düşünmesin. Tersine, Resulallah (sav), bu ayet üzerinde nasıl durmaksızın
uğraştıysa, kendisi de bütün hallerinde aynı şekilde durmaksızın uğraşsın; ta ki,
Allah’ın icabetini, zahirde veya batında veya Allah’ın dilediği herhangi bir şekilde
işitinceye kadar. Eğer O, dil ile ifade edilmiş bir karşılık verirse, kulağınla işittirir ve
eğer mana ile karşılık verirse içsel olarak işittirir.
SÜLEYMAN KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ RAHMANİYYE
“Bu –yani mektup– Süleyman’dandır ve o, Rahman ve Rahîm olan Allah’ın
adıyladır” [Neml Suresi, 27/30]. Bazı kimseler burada, (Belkıs’ın, yanındakilere
seslenişi olan “Bu mektup Süleyman’dandır” sözünü, Süleyman’ın mektubunun başı
olarak düşündüklerinden) Süleyman’ın adının Allah’ın adından önde geldiğini
düşündüler. Ama bu böyle değildir (ve mektup gerçekte “Rahman ve Rahîm olan
Allah’ın adıyla” şeklinde başlamaktadır). Bu kimseler, Süleyman’ın Rabbine ilişkin
marifetine yaraşır olmayan bir şekilde durumu ortaya koydular. Dedikleri şey hiç
yakışık alır mı? Ki, Belkıs (bile) bu mektup hakkında, “Bana saygıdeğer bir mektup
gönderildi” [Neml Suresi, 27/29] dedi — yani, saygı gösterilmesi gereken bir mektup.
Bunların, böylesi bir şey söylemeye kalkışmaları, Kisra tarafından Resulallah’ın (sav)
mektubunun parçalanmış olmasıdır — ama Kisra, baştan sona okuyup içerisinde
yazılanları öğrenmeksizin mektubu yırtmış değildir. Ve Belkıs, eğer ki (bu kevnî
varlıkta) eriştiği şeye (yani, iman ve hidayete, değişmez ayn’ının ilahi ilimdeki
değişmezliğinde ezelden beri) erişmemiş olsaydı, o da aynı şekilde mektubu yırtıp
atardı. Dolayısıyla, mektubu yırtılıp atılmaktan koruyan, Süleyman’ın adının
Allah’ın adından önce veya sonra yazılmış olması değildir.Süleyman (mektubunun başında) “bağışsal rahmet” [rahmet-i imtinan] ve “zorunlu
rahmet” [rahmet-i vücub] olmak üzere iki tür rahmeti andı ve bunlar “Rahman” ve
“Rahîm”dir. Hak, Rahman olmaklığıyla (değişmez aynları İlahi İlim’de varetmekle,
varolan her şeye) karşılıksız bir şekilde bağışta bulunurken, Rahîm olmaklığıyla da
yerine getirilen yükümlülüklere karşılık olarak rahmet eder. Ve “zorunlu rahmet”
“bağışsal rahmet”te içerildiği içindir ki; Rahîm, Rahman’da içkindir. Hak, kul
tarafından yerine getirilen amellere karşılık olan rahmeti Kendi Nefsine zorunlu
kıldığını söyleyerek, Kendi üzerine yazmıştır ve kul bu amelleriyle zorunlu rahmeti
hak eder.
Böylesi (yani, zorunlu rahmeti hak eden) kullar, kendileri yoluyla eyleyici olanın kim
olduğunu bilirler. Ve ameller, insanın sekiz uzvu arasında bölümlenmiştir. Ve Hak
Teala, Kendisi’nin bu uzuvların herbirinin huviyeti olduğunu haber vermiştir.
Böylece suret kula ait kalırken, bu uzuvlarda eyleyici olan Hak’tan başkası değildir.
Ve Hakk’ın Huviyeti, O’nun (taayyün etmiş bir) İsmi olan kulda (yani, kulun zahirî
varlığında) içkin olup, kulda (bu İsim yoluyla) eyleyici olan (yine) O’ndan başkası
değildir — çünkü, (bütün bir yaratılış, Hakk’ın taayyün etmiş İsimlerinden ibaret
olduğundan) Hak Teala zahir olan ve “halk” denilen şeyin ta kendisidir. Ve, önceden
olmayıp sonradan olduğu içindir ki, “Zahir” ve “Ahir” İsimleri kula ilişkindir. Ve
kulun zahir olması ve kendisinden amelin ortaya çıkması O’na bağlı olduğu içindir
ki, “Batın” ve “Evvel” İsimleri O’nundur. Böylelikle sen halkı gördüğünde Evvel’i,
Ahir’i, Zahir’i ve Batın’ı görürsün.
Ve Süleyman bu marifetten uzak değildi. Ve bu marifet kendisine verilen mülkün bir
parçasıdır ki, kendisinden sonra hiç kimse şehadet aleminde böylesi bir mülkle
zuhur etmeyecektir. Süleyman’a verilen, hiç kuşkusuz Muhammed’e (sav) de verildi;
ama Muhammed (sav) bu mülkle zahir olmadı. Allah kendisine, geceleyin namazını
bozmak için gelen İfrit’i kahretme gücünü verdiğinden, sabah olduğunda
Medine’nin çocukları onunla oynasınlar diye, onu tutup mescidin direklerinden
birine bağlamayı aklından geçirdi. Ama (bu sırada) Süleyman’ın duasını hatırladı (ve
böyle yapmaktan geri durdu) ve Allahu Teala İfrit’i zelil bir şekilde geri gönderdi.
Dolayısıyla Resul (sav), kendisine verilenle zahir olmadı.
Süleyman’ın “bir mülk”ten sözetmesi, mülke ilişkin olarak genellik içermez —
böylece biz bildik ki Süleyman belli bir mülk istemiştir. Ve yine bildik ki, Allahu
Teala’nın kendisine verdiği mülkün herbir parçasında, Süleyman (bu mülkün
tasarrufuna ilişkin olarak) başkalarıyla ortak kılındı. Ve böylece bildik ki, Süleyman
ancak bunun (yani, mülkün herbir parçasında başkalarıyla ortaklaşa tasarrufta
bulunmanın) toplamına özgü kılındı; ve İfrit’e ilişkin hadiste gösterildiği gibi, ancak
(tasarruf ile) zuhura özgü kılındı.
Ve eğer Resulallah (sav), İfrit’e ilişkin hadisinde, “Allahu Teala, ona karşı bana güç verdi” dememiş olsaydı; biz, “onu tutmaya yeltendiğinde, Allah, kendisine İfrit’i
tutma gücünü vermediğini bilsin diye, Resul’e Süleyman’ın duasını hatırlattı ve bu
şekilde, İfrit’i zelil bir halde gönderen Allahu Teala’nın Kendisi oldu” derdik. Ama
Resul’ün (sav), “Allahu Teala, İfrit’e karşı bana güç verdi” demiş olmasından
dolayıdır ki Allahu Teala’nın, kendisine, İfrit üzerinde tasarrufta bulunmaklığı
bağışlamış olduğunu ve böyleyken ona Süleyman’ın duasını hatırlattığını ve onun da
bu duayı anarak edebe uygun davrandığını (yani, İfrit üzerinde tasarrufla zuhur
etmekten sakındığını) bildik. Buradan bildik ki, Süleyman’dan sonra hiçbir mahluka
layık olmayan şey mülkün genelinde (tasarruf ile) zahir olmaktır.
Ve bizim bu meseleyi ele alış nedenimiz, Süleyman’ın andığı iki tür rahmeti açıklığa
kavuşturmaktır ki, bunların Arapça’daki karşılıkları “Rahman” ve “Rahîm”
sözcükleridir.
Allahu Teala zorunlu rahmeti (salih amel işleyen takva ehline özgü kılarak) kayıtladı
ve bağışsal rahmeti de, “Benim rahmetim herşeyi kaplar” [A’raf Suresi, 7/156] sözü
doğrultusunda, İlahi İsimler’le, yani (zatî) nisbetlerin hakikatleriyle bile
kayıtlanmamış kıldı. Dolayısıyla, bunlara (yani, İlahi İsimlere) bizimle (yani,
yokluktaki gaybî hakikatlerimiz olan değişmez aynlarımız ile) bağışta bulundu
[imtinan]. Ve (kevnî varlıklar olarak) biz, İlahi İsimler’e ve Rabbanî nisbetlere yönelik
bağışsal rahmetin sonucuyuz. Sonra, Hak Teala rahmetini bizim için –zahir
olmamızdan dolayı– Kendi Nefsi üzerine zorunlu kıldı. Ve, rahmeti Kendi Nefsi
üzerine ancak Kendi Nefsi dolayısıyla zorunlu kıldığını bilelim diye de, Kendisinin
bizim huviyetimiz olduğunu bildirdi. İmdi, Rahmet, Hakk’ın dışında olmadığına
göre o halde, kimin üzerine bağışta bulundu — ki varlıkta O’ndan başka bir şey
yoktur.
Ne var ki, halk’ın ilim yönünden birbirinden üstünlüğü sözkonusu olduğundan,
ayn’ın ahadiyet üzere olmaklığının [ahadiyyet-i ayn] yanısıra, ayrımlayıcı bakış
açısının [lisan-ı tafsil] hükmü gereği, bir şeyin bir başka şeyden daha alim olduğu
söylenir. İmdi, bu üstünlük farklılığı İlahi Sıfatlar’da sözkonusudur. Ve bu (üstünlük
farklılığı), ilmin (şeylere) ilişkilenmesine itibarla iradenin (şeylere) ilişkilenmesinin
eksikli olması demektir. Aynı şekilde, kudretin (şeylere) ilişkilenmesine itibarla,
iradenin (şeylere) ilişkilenmesi daha kâmil ve daha üstün ve daha fazladır. Ve yine,
O’nun işitmesi ve görmesi arasında ve bütün İlahi İsimler’in birbirleri arasında
üstünlük farklılığı vardır. Ve aynı şekilde yaratılışta da üstünlük farklılığı
sözkonusudur — böylece Ayn’ın ahadiyeti sözkonusu olsa bile, “bu, öbüründen
daha alimdir” denir. Ve nitekim, İlahi İsimler’den herhangi birini öne çıkardığında,
bu İlahi İsmi, bütün İsimler’le isimlendirir ve onu bütün İlahi İsimler’le nitelersin.
Aynı şekilde, yaratılış [halk] yoluyla (bir İsmin zuhur mahalli olarak) zahir olan belli
bir şey için de durum böyledir. Bu (bir zuhur mahalli olan) şeyde, herşeyin yeterliliği
[ehliyet] vardır — ve bu şeyin üstün kılınması, bu yeterliliğinden dolayıdır.
Dolayısıyla, alemin herbir parçası, alemin bütünüdür; yani o parça, bütün alemin ayrımlaşmış hakikatlerini [hakaik-i müteferrikat] kabul-edici’dir. Ve Hakk’ın, Zeyd
ve Amr’ın huviyetinin ta kendisi [ayn] olması; bu huviyetin Amr’da, Zeyd’de
olandan daha kâmil ve daha alim olmasıyla çelişmez. Ve Hak’tan başka olmayan
İlahi İsimler arasında nasıl ki üstünlük farklılığı sözkonusuysa, taayyün için de aynı
şekilde üstünlük farklılığı sözkonusudur. Ve İlahi İsimler, Hak’tan başka olmamakla
birlikte, Hakk’ın bir şeye Alim olmaklığıyla ilişkilenmesi, Mürid ve Kadir
olmaklığıyla ilişkilenmesinden daha geneldir.
Öyleyse ey dostum, Hakk’ı bir zuhur mahallinde bilir olup da bir başka zuhur
mahallinde bilmez olma; O’nu bir zuhur mahallinde değillerken [nefy], bir başka
zuhur mahallinde olumlama [isbat]! O’nu ancak, Kendisinin değillediği gibi
değilleyip, Kendisinin olumladığı gibi olumla — ve O, “O’nun benzeri hiçbir şey
yoktur..” diyerek Kendini değilledi ve “..O, işiten ve görendir” diyerek [Şura Suresi,
42/11], işiten ve gören bütün canlılara atfedilebilir olan niteliklerle Kendini olumladı.
Ne var ki, her şeyin canlı olmaklığı, dünyada bazı insanların idrakinden gizlendi
ama ahirette herkese zahir olacaktır, çünkü ahiret hayat yurdudur. Ve dünya da
hayat yurdudur, ama onun canlı olmaklığı –alemin hakikatlerini idrak edişlerindeki
ayrımlaşma sebebiyle, kullar arasında özgüleşme ve üstünlük farklılığı zahir
olabilsin diye– kimi kullardan örtülüdür. Dolayısıyla Hak Teala, idrakı genel olan
kimsede; kendisinde bu genellik ortaya çıkmayan kişiye itibarla hüküm yönünden
daha fazla zahir olmuştur. İmdi sen, “Halk(ın huviyeti), Hakk’ın huviyetidir, diyen
kimsenin sözü doğru değildir” diyerek, (yaratılmış olanlar arasındaki) üstünlük
farklılığıyla örtülenme! Ben sana İlahi İsimler’de üstünlük farklılığı olduğunu
gösterdim — ki artık sen İlahi İsimler’in Hak olduğundan ve bu İsimler ile işaret
edilen adlandırılanın Allah’tan başkası olmadığından şüphe etmezsin.
O halde, Süleyman nasıl olur da –bazılarının sandığı gibi– kendi adını “Allah”
adından önceye koyar? Ki o, ilahi rahmetin yarattığı bütünün bir parçasından başka
bir şey değildir. Dolayısıyla, rahmet-olunan’ın (rahmet eden’e) dayanmaklığı
doğrulanabilsin için “Rahman ve Rahîm”in önde gelmesi gerekir. Gerçekte, sonraya
bırakılmayı hakedenin öne alınması ve hakediyor olduğu durumda öne alınmayı
hakedenin sonraya bırakılması, hakikate aykırıdır.
Belkıs’ın, kendisine gönderilen mektubun kimin yoluyla gönderildiğini söylememesi,
sahip olduğu hikmetten ve ilminin yüceliğindendir. Böyle yapması, ashabının hangi
yoldan geldiğini bilmedikleri bir şeyi bildiğini onlara göstermek içindir. Ve Belkıs’ın
böyle yapması, yönetimde ilahi bir tedbirdir — çünkü sultana ulaşan haberlerin
hangi yoldan geliyor olduğunu bilmedikleri zaman, devlet yöneticileri yaptıkları
işlerden dolayı kendileri için korku duyarlar. Bu korku dolayısıyla, sultan haberdar
olduğunda kendilerini sıkıntıya sokmayacak işler görürler. Eğer sultanlarına hangi
yoldan haberlerin ulaştığını bilselerdi –dilediklerince davranışları sultana ulaşmasın
diye– bu aracıyı elde etmeye çalışırlar ve ona büyük rüşvetler verirlerdi. Bundandır
ki Belkıs, siyaset gereği olarak, kimin eliyle gönderildiğini belirtmeksizin, “Bana bir mektup gönderildi” dedi [Neml Suresi, 27/29]. Ve bu siyaset, halkının ve seçkin
yöneticilerinin, kendisinden sakınmalarına sebep olmuş ve bu şekilde onların önde
geleni olmayı haketmiştir.
İnsan türünden olan kimsenin (yani, Süleyman’ın veziri Asaf bin Berhiya’nın)
tasarruf sırlarına ve şeylerin özelliklerine ilişkin ilminin, cinlerden olan kimsenin
ilmine üstünlüğü (Belkıs’ın tahtını getirmek için harcamaları gereken) zaman
miktarından bilinir (ki İfrit, Belkıs’ın tahtını, oturan kimsenin yerinden
kalkmasından daha çabuk getireceğini söylemişken; Berhiya, bunu gözün açılıp
kapanmasından önce gerçekleştireceğini söylemiştir). Gözün, baktığı şeyi algılaması;
oturan kimsenin yerinden kalkmasından daha çabuktur. Çünkü algılamanın
gerçekleşebilmesi için geçen zaman, bakışın baktığı nesneye ulaşması için geçen
zaman kadardır — ve bakan kişiyle bakılan nesne arasında belli bir uzaklık olmasına
rağmen, göz açıldığı anda bakış, sabit yıldızlar feleğine ulaşır. Ve (göz kapanıp da)
bakış, bakılan nesneden çekildiği anda, algılama yok olur. Ne var ki, insanın
yerinden kalkması hiçbir zaman böylesi bir hızda gerçekleşmez. Böylece, Berhiya,
işin yerine getirilmesinde cinden daha kusursuz oldu; öyle ki, Asaf bin Berhiya’nın
(tahtı getireceğini) söylemesi ile (tahtı) getirmesi aynı anda gerçekleşti. O anda
Süleyman, “Belkıs’ın tahtını yanıbaşında duruyor olarak gördü” [Neml Suresi, 27/40]
— (Allahu Teala) bu tahtı, yer değiştirmeksizin, kendi yerinde duruyor olduğu halde
algıladığı sanılmasın diye (böyle buyurdu).
Bize göre aktarım zamanın birlenmesiyle [ittihad] (göz açıp kapayıncaya kadar geçen
kısa bir zaman içerisinde) olmayıp, ancak (Seba şehrinde) yokedilişle [idam] ve
(Süleyman’ın huzurunda) varedilişle [icad], bunu bilenden başkasının
kavrayamayacağı bir şekilde oldu — ki, Allahu Teala şöyle buyurmaktadır: “Onlar,
yeni yaratılış konusunda şüphededirler” [Kaf Suresi, 50/15]. Görüyor oldukları şeyi
görmedikleri bir zaman dilimi yoktur. Bu iş, bizim sözünü ettiğimiz gibi olduğunda;
tahtın, bulunduğu yerden yok [madum] olması ve Süleyman’ın huzurunda –
yaratılışın Nefesler’le yenilenmesi yoluyla– varolması (herhangi bir zaman
geçmeksizin) aynı anda oldu. Ama ilmin bu kadarı hiç kimsede yoktur. Gerçekten de
hiç kimse, kendine ilişkin olarak herbir Nefes’te yok olup sonra varolduğunun
bilincinde değildir.
Ve sen, “yokolur, sonra varolur” sözündeki “sonra” [sümme] sözcüğünün zamanın
geçmesine işaret ettiğini düşünme; bu doğru değildir. “Sümme” sözcüğü, Araplar
tarafından özel durumlarda mantıksal önceliği belirtmek için kullanılır. Tıpkı şairin
şu sözünde olduğu gibi: “Mızrak öne doğru fırladı, sonra titreşti..” Öne doğru
fırlamayla, titreşme aynı anda olduğu ve ikisi arasında bir zaman geçmesi sözkonusu
olmadığı halde, şair burada “sümme” sözcüğünü kullandı. Bunun gibi, Nefesler
yoluyla yaratılışın yenilenmesinde, yokluk anıyla varlık anı arasında bir zamanın
geçmesi sözkonusu değildir — tıpkı Eş’arilerin, arazın yenilenişine ilişkin olarak
söyledikleri gibi. Belkıs’ın tahtının (Süleyman’ın huzurunda) ortaya çıkması meselesi, yukarıda
sözünü ettiğimiz yeni yaratılışı bilmeyen kimseler için içinden çıkılması en zor
meselelerdendir. Asaf’ın üstünlüğü, sadece tahtın yeniden yaratılışını Süleyman’ın
meclisinde ortaya çıkarma konusunda oldu. Söylediklerimizi anlayan kimse, tahtın
bir mesafe katetmediğini, yeryüzünün taht için dürülmediğini ve tahtın yeryüzünü
yarıp geçmediğini bilir. Ve (Belkıs’ın tahtının yer değiştirmesi) orada bulunan Belkıs
ve adamlarına karşı –Süleyman’ın daha da azametli olduğu anlaşılsın diye–
Süleyman’ın bazı adamları eliyle gerçekleşti.
Ve bunun nedeni, Allahu Teala’nın, “Biz, Davud’a Süleyman’ı bağışladık” [Sâd
Suresi, 38/30] sözünden açık olarak anlaşıldığı üzere, Süleyman’ın Davud’a Allah’ın
hediyesi olmasıdır — ve hediye, veren kişinin, herhangi bir şeyin karşılığı olmaksızın
veya hakedilmiş olmaksızın verdiği bağıştır. Ve Süleyman, (zahirî ilahi halifelik,
Süleyman’da, babası Davud’dan daha kusursuz bir şekilde zahir olduğundan,
Davud için) öncekini geçen bir nimet, (kıyamet günü, gerek kendi ayn’ı ve gerekse
ümmetinin aynları üzerine) apaçık delil ve (düşmanlarına karşı) etkili bir darbedir.
Ve Süleyman’ın ilmine gelince, buna Hak Teala’nın, “Biz Süleyman’a öğrettik”
[Enbiya Suresi, 21/79] sözünde işaret edilmiştir. Ve Süleyman’ın (görülen davadaki)
verdiği hüküm, Davud’un verdiği hükümle çelişmektedir. Ve hükmü ve ilmi herkese
Allahu Teala vermiştir. Davud’un ilmi, Allah tarafından kendisine verilmiş bir
ilimdir. Ve (Davud’la Süleyman’ın hüküm verdiği) meselede, Süleyman’ın ilmi,
Allah’ın ilmidir; çünkü (zat tecellisi sırasında Süleyman’ın varlığı fani olduğundan)
dolayımsız olarak O hüküm verdi. Böylece Süleyman, doğruluk makamında Hakk’ın
tercümanı oldu.
Bu şekilde Süleyman, bir meselede Allah’ın hükmünde isabet eden, yani verdiği
hüküm Allah’ın hükmüyle aynı olan bir müctehid gibidir. Eğer müctehid kendi
nefsiyle veya Allah’ın, Resulüne vahyettiği şeyle bir mesele hakkında (doğru bir)
hüküm verecek olursa, onun için iki ecir vardır. Kendisinde ilim ve hüküm
bulunmakla birlikte, verdiği bu belirli hükümde yanılan müctehid için ise (gösterdiği
çabaya karşılık) bir ecir vardır. İmdi, Muhammed’in (sav) ümmetine, hüküm
konusunda hem Süleyman’ın rütbesi hem de Davud’un rütbesi verildi. Bu ne şerefli
bir ümmettir!
Belkıs tahtını gördüğünde, aradaki uzaklığı bildiğinden ve bu kadar kısa bir sürede
tahtın (Seba şehrinden Süleyman’ın meclisine) gelmesinin kendisince olanaksız
olmasından dolayı, “Sanki o” [Neml Suresi, 27/42] dedi. Ve yaratılışın benzerler ile
yenilenmesine ilişkin olarak söylediklerimiz bakımından doğru söyledi. Tahtı, (suret
olarak) o tahttır ve Belkıs’ın sözü doğrudur. Nitekim sen, yenilendiğin anda,
(varlığın itibarıyla değil ama, değişmez ayn’ının sureti olan suretin itibarıyla) önceki
anda olduğunun ta kendisisindir. Sonra, köşke ilişkin olarak ettiği tenbih, Süleyman’ın ilmindeki kemale işaret eder.
“Ona ‘köşke gir’ denildi..” Ve köşk camdan olup kusursuz bir şekilde saydamdı.
“..Ve onu gördüğünde, su sanarak, elbisesi ıslanmasın diye elbisesinin paçalarını
kaldırdı” [Neml Suresi, 27/44]. Bu şekilde (yani, camın suret olarak suyun aynı
olmakla birlikte varlık olarak suyun aynısı olmadığını göstererek) Süleyman, Belkıs’a
tahtının da bunun gibi olduğuna tenbih etti. Ve işte bu, insafın son noktasıdır; çünkü
bu tenbihle, Belkıs’ın “sanki o” sözündeki isabetini ona bildirdi.
Belkıs bunun üzerine şöyle dedi: “Yarabbi, kuşkusuz ben kendi nefsime zulmettim
ve Süleyman ile..” –yani Süleyman’ın İslam’ı ile– “..Alemlerin Rabbine teslim
oldum” [Neml Suresi, 27/44]. Böylece teslim olmaklığı, alemlerden olan Süleyman’a
değil Alemlerin Rabbine’dir. Dolayısıyla, “Musa ve Harun’un Rabbine” diyen
Firavun’un tersine, nasıl ki resuller Allahu Teala’yı itikatlarıyla kayıtlamıyorlarsa,
Belkıs da aynı şekilde, teslim olmaklığında Allahu Teala’yı kayıtlamadı. Gerçi
Firavun’un bu teslimiyeti bir yönden Belkıs’ın teslimiyetine yetişir ama Belkıs’ınki
kadar sağlam değildir. Dolayısıyla Belkıs, Allah’a teslimiyette Firavun’dan daha
fazla anlayış sahibiydi. Ve Firavun, zamanın hükmü altındaydı ve bundan dolayıdır
ki, “İsrailoğulları’nın iman ettiklerine iman ettim” [Yunus Suresi, 10/90] diyerek
imanını (Nebiler’in değil, İsrailoğulları’nın imanına) özgüledi. Ve bu özgülemeyi,
büyücülerin, “Musa ve Harun’un Rabbi” dediklerini görmüş olduğundan dolayı
yaptı.
Belkıs’ın İslam’ına gelince; onun İslam’ı, “Süleyman ile..” demiş olmasıyla,
Süleyman’ın İslam’ının aynısı oldu ve böylelikle Süleyman’a tabi oldu. Ve Süleyman
akaid olarak neyi izlediyse, Belkıs da onu izledi. Aynı şekilde (yani, Belkıs’ın
Süleyman’a tabi olup, onu izlemesi gibi), bizler Rab Teala’nın üzerinde bulunduğu
dosdoğru yol üzerindeyiz. Ve alınlarımız O’nun elinde olduğundan, O’ndan ayrı
düşmemiz olanaksız bir şeydir. Ve (O bizim batınımız olduğundan) biz örtük bir
şekilde O’nunla birlikteyiz ve (biz O’nun zahiri olduğumuzdan) O açıktan açığa
bizimle birliktedir — çünkü O, hiç kuşkusuz şöyle demiştir: “Nerede olursanız olun,
O sizinle birliktedir” [Hadîd Suresi, 57/4]. Ve bizler, alınlarımızdan bizi tutmuş
olmasıyla Hak ile birlikteyiz. İmdi, Hak Teala kendi dosdoğru yolunda bizimle
yürüyor olmasından dolayı Kendi nefsiyle birliktedir. Böylece, alemde dosdoğru yol
üzerinde, yani Rabb Teala’nın yolu üzerinde olmayan hiç kimse yoktur. Ve Belkıs,
Süleyman’ın da böyle olduğunu (yani, “Allah” İsminin mazharı bir İnsan-ı Kâmil
olan Süleyman’ın mutlak Rabb’in dosdoğru yolu üzerinde yürüyor olduğunu ve ona
tabi olmanın, Alemlerin Rabbi Allah’a tabi olmak demek olduğunu) bilmiş
olduğundan, herhangi bir alemi özgülemeksizin, “..Alemlerin Rabbi olan Allah’a”
dedi.
Ve Allahu Teala’nın kendisinden sonra hiç kimseye layık olmayan bir mülk olarak
kendisine özgü kıldığı ve Süleyman’ın, bu özgü kılınma sebebiyle başkalarından üstün olduğu teshîr’e gelince: Bu, Süleyman’ın “emr”iyle olan bir teshîrdir.
Bundandır ki, Hak Teala şöyle buyurdu: “Biz rüzgarı ona müsahhar kıldık; onun
emriyle eser” [Sâd Suresi, 38/36]. (Süleyman’a özgü kılınanın teshîr olduğu
söylenemez) çünkü Allahu Teala, herbirimiz için herhangi bir şeyi özgülemeksizin
şöyle buyurdu: “Allahu Teala göklerde ve yerde olan şeylerin hepsini size müsahhar
kıldı” [Casiye Suresi, 45/13] — ve Allahu Teala burada rüzgarın ve yıldızların ve
bundan başka olan herşeyin teshîrinden sözetti. Ama (bu teshîrin ortaya çıkması)
bizim emrimizle değil, Allah’ın emriyledir. İmdi, eğer anladıysan, cenab-ı Süleyman
ancak –cem’iyet ve himmet olmaksızın– tek başına, soyut emre özgü kılındı. Böyle
diyoruz, çünkü biliyoruz ki, (kâmil olan) nefsler cem’iyet makamında
bulunduklarında, alemdeki cisimler hiç kuşkusuz bu (kâmil) nefslerin himmetleriyle
edilgin [münfail] olurlar. Ve biz bunun böyle olduğunu bu yolda gördük. İmdi,
Süleyman, bir kimseye teshîr etmeyi dilediğinde, himmetsiz ve cem’iyetsiz olarak
yalnızca emri dile getirdi.
Bil ki –Allah kendi tarafından ruh ve başarıyla seni de bizi de teyit etsin– bir kula
verilecek böylesi bir bağış, bu kimsenin ahiret mülkünü eksiltmez ve bu mülkün
hesabı kendisinden sorulmaz. İşte, Süleyman aleyhisselam böylesi bir mülkü
Rabbinden istedi. Yoldaki deneyimleme; eğer Süleyman, başkaları için verilmesi
bekletilen bağışın kendisi için çabuklaştırılmasını dileyecek olursa (talep kulun kendi
nefsinden geldiğinden dolayı), verilen bu bağışın hesabının ahirette kendisinden
sorulmasını gerektirir. Allahu Teala Süleyman’a, “Bu Bizim bağışımızdır..” dedi —
ve (genel bir ifade kullanıp) bu bağışın Süleyman için veya başkaları için olduğunu
söylemedi ve şunu ekledi: “..Hesabı sorulmaksızın ister kendine sakla, ister
başkalarına dağıt!” [Sâd Suresi, 38/39]. Yol’daki deneyimlemeden şunu bildik ki,
Süleyman’ın bu mülkü istemesi, Rabbinin emri doğrultusunda oldu. Ve talep ilahi
emir üzerine olunca, isteyen kişi –Hak Teala, bu isteği ister hemen yerine getirsin
veya isterse yerine getirmeyi geciktirsin– bu isteğinden dolayı tam bir ecir kazanır;
çünkü kul Allahu Teala’nın kendisine yönelik emrine uyarak dileyişte bulunmakla,
O’nun kendi üzerine zorunlu kıldığı emri yerine getirmiştir. İmdi, eğer Rabbinin
emri olmaksızın kendi isteği doğrultusunda dileyişte bulunacak olursa, Rabbi ona bu
sebepten dolayı elbette hesap sorar.
Ve Allahu Teala’dan istenen her şey için bu böyledir. Allahu Teala, Nebisi
Muhammed’e (sav) şöyle dedi: “De ki: Rabbim, ilmimi artır!” [Taha Suresi, 20/114].
Bunun üzerine o, Rabbinin emrine uyarak daha fazla ilim ister oldu. Hatta kendisine
ne zaman süt verilse, verilen sütü “ilim” olarak yorumlardı. Rüyasında kendisine
verilen bir kap sütü içerek, kalanını Ömer bin Hattab’a verdi. (Bu rüyasını
anlatırken) “Sütü ne olarak yorumladınız?” diye soranlara, “ilim olarak” karşılığını
verdi. Ve yine Gece Yolculuğu [isra] sırasında, melek kendisine, içlerinde süt ve
şarap bulunan iki kap getirdi. Sütü içtiğinde, melek kendisine, “Fıtratta isabet ettin,
Allah da ümmetini sana eriştirsin” dedi. Dolayısıyla, ne zaman ki rüyada süt
görülecek olsa, bu süt suretinde görünen “ilim”dir — tıpkı Cebrail’in Meryem’e beşer suretinde görünmesi gibi.
Resulallah (sav), “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar” buyurmuş
olmakla, insanların dünya hayatında gördükleri her şeyin, uyuyan kimsenin
rüyasında gördüğü hayallerden farksız olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla (bu
dünyada gördüğümüz suretlerin de) yorumlanması gereklidir.
Bütün varoluş bir hayaldir ama hakikatte de Hak’tır.
Bunu gerçekten anlayan kişi Yol’un sırlarına erişmiştir.
Böylece, Resulallah’a ne zaman süt ikram edilse –bu sütü ilmin sureti olarak görüyor
olmasından ve bu ilmin artmasını istemekle emrolunmasından dolayı– “Allahım,
onu bizim için bereketli kıl ve onu bizim için çoğalt!” derdi. Ve sütten başka bir şey
ikram edildiğinde ise, “Allahım, onu bizim için bereketli kıl ve bizi bundan
hayırlısıyla doyur” derdi. İmdi, Allahu Teala, Kendisi tarafından istenmesi
emrolunan bir isteğe karşılık olarak verdiği şeyden dolayı ahirette hesap sormaz. Ve
Allahu Teala, Kendisi tarafından emrolunmaksızın istenen bir şeyi verdiğinde ise, iş
Allahu Teala’ya kalmıştır — dilerse hesap sorar veya dilerse hesap sormaz. Ve ben
Allah’tan özellikle ilim isterim ki, verdiği bu ilmin hesabını benden sormaz. Çünkü,
ilminin artmasını istemesi yolunda Nebisine yönelik emri, aynı zamanda ümmetine
de yönelik bir emirdir. Çünkü Allahu Teala, “Elbette sizin için Resulallah’ta güzel bir
örnek vardır” buyurmaktadır [Ahzab Suresi, 33/21]. Ve anlaması Allah’tan olan
kimse için, Resulallah Efendimiz’den daha güzel hangi örnek vardır?
Ve eğer biz Süleyman’ın makamı üzerine söylenebilecek her şeyi ortaya koymuş
olsaydık, öğrendiğin şeyden dehşete düşerdin. Çünkü bu yolun çoğu alimi,
Süleyman’ın hallerini ve mertebesini bilmediler. Halbuki iş, onların sandıkları gibi
değildir.
DAVUD KELİMESİNDEKİ HİKMET-İ VÜCUDİYYE
Bil ki, nübüvvet ve risalet, özel bir ilahi lütuf olduğundandır ki, şeriat getirici
nübüvvette (kişisel çabayla) edinilmiş hiçbir şey yoktur. Allahu Teala, onlara verdiği
bu bağışları, (yaptıkları herhangi bir şeye) karşılık olarak vermiş olmadığı gibi; bu
bağışından dolayı onlardan bir karşılık da istemez. Dolayısıyla O’nun nebi ve
resullere vermesi, lütuf ve bağış yoluyladır. Bundandır ki, “Biz ona –İbrahim’e–
İshak ve Yakub’u bağışladık” [En’am Suresi, 6/84] dedi. Ve Eyyub’a ilişkin olarak,
“Biz ona ehlini ve onlarla birlikte olanların mislini bağışladık” [Sâd Suresi, 38/42]
dedi. Ve Musa’ya ilişkin olarak da, “Biz rahmetimizden kardeşi Harun’u Nebi olarak
bahşettik” [Meryem Suresi, 19/53] dedi. Bunun benzeri başka örnekler de vardır. Ve
nebi ve resulleri önceden (ayan-ı sabitelerinde) çekip çeviren, onları hallerinin
genelinde veya çoğunda (ayan-ı hariciyelerinde) sonradan da çekip çevirir [tevelli];
ve bu, O’nun Vehhab İsminden başkası değildir. Ve Davud’a ilişkin olarak, “Biz
Davud’a katımızdan üstünlük verdik” [Sebe Suresi, 34/10] dedi; ve bunu ona, karşılıkta bulunması isteğiyle vermedi. Ve bu sözettiği şeyi (yani, üstünlüğü) ona bir
karşılık olarak verdiğini bildirmedi. Bunun karşılığında şükredilmesini istediğinde
ise, bunu (Davud’dan değil) –Davud’a ilişkilenmişliklerini vurgulayarak– “âl-i
Davud”dan istedi — ki, (kendileri için aydınlatıcı bir ışık olan) Davud’a bağışlanan
şeye şükretsinler. Ve bu bağış, Davud için karşılıksız bir nimet ve lütuftur. Âl-i
Davud içinse, kendilerinden karşılık isteniyor olduğundan, böyle değildir.
Bundandır ki, Hak Teala şöyle buyurdu: “Ey âl-i Davud, şükredin; ve kullarımdan
pek azı şükredicidir” [Sebe Suresi, 34/13].
Nebilerin Allah’ın kendilerine bağışladığı ve hediye ettiği şeylere şükretmelerine
gelince, Allah’ın bu yöndeki bir isteği üzerine değil, kendiliklerinden şükrettiler.
Nitekim Resulallah (sav), Allahu Teala’nın, kendisinin geçmiş ve gelecek bütün
günahlarını bağışlamış olmasına şükür olarak, ayakları şişinceye kadar namaz kıldı.
Ve kendisine (bütün günahları bağışlanmış olduğu halde niçin böyle yaptığı)
sorulduğunda şöyle karşılık verdi: “Şükredici bir kul olmayayım mı?” Ve Nuh
hakkında da şöyle buyurdu: “O çokça şükreden bir kuldu” [İsra Suresi, 17/3] — ama
Allah’ın kullarından pek azı böyledir.
Allahu Teala’nın Davud’a verdiği ilk nimet, kendisine verdiği, içerisinde bitişen
harfleri olmayan ismidir. Dolayısıyla –dal, elif ve vav harflerinden oluşan– bu ismi
vermekle onu bu alemden ayırdığını bize bildirdi. Öte yandan, Muhammed’i (sav)
hem bitişen, hem de bitişmeyen harflerle isimlendirdi. Dolayısıyla onu Kendisine
kavuşturdu ve onu alemden ayırdı — böylece onun isminde her iki hali de
birleştirdi. Aynısını Davud için de yapmakla birlikte, bunu onun isminde değil,
mana yönünden yaptı. Allah, bunu, Davud üzerine Muhammed (sav) için özgü kıldı;
ve bunu, Muhammed’in (sav) her yönden eksiksiz olduğuna dikkati çekmek için
yaptı — ve aynı durum onun “Ahmed” ismi için de geçerlidir. Ve bunun böyle
olması Allah’ın hikmetindendir.
Sonra Davud’a yönelik lütfuna ilişkin olarak, dağların onu yankılayarak onun tesbih
edişiyle birlikte (Allah’ı) tesbih ettiklerini söyledi. Ve Davud için, dağların onu
yankılayarak, amelleri Davud için olabilsin diye onunla birlikte tesbih etmelerini bir
lütuf olarak bahşettiğini söyledi — ve kuşlar da aynı şekilde böyledir.
Ve (Allahu Teala) Davud’a kuvvet verdi ve onu bu kuvvete sahip olmaklıkla niteledi.
Ve ona hikmeti ve hak ile batılı birbirinden ayırmayı [fasl-ı hitab] verdi. Sonra,
Allahu Teala ona en büyük lütuf ve yakınlık mertebesi olan halifeliği özgü kıldı.
Öyle ki, kendisi gibi olan diğer nebiler için bu nitelemede bulunmadı. Şöyle dedi:
“Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık. O halde sen insanlar arasında hak ve
adalet ile hükmet ve hevaya uyma..” –yani, hüküm verirken, Benim vahyimden
başka bir şeylerin hatırına gelmesine izin verme– “..ki bu, seni Allah’ın yolundan..” –
yani, resullere vahyettiğim yoldan– “..saptırır” [Sâd Suresi, 38/26]. Sonra, Hak
Sübhanehu, Davud’a edeb göstererek, “Allah’ın yolundan dönüp şaşıran kimseler için, hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azab vardır” [Sâd Suresi,
38/26] dedi ve “Eğer Benim yolumdan dönüp şaşıracak olursan, senin için şiddetli bir
azab vardır” demedi.
Ve eğer sen, “halifelik Âdem’e de özgü kılınmıştı” diyecek olursan, biz, Âdem’in
halife olmaklığının Davud’unki kadar kesinlik taşımadığı karşılığını veririz. Ve
Allahu Teala meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife kılacağım” [Bakara Suresi, 2/30]
demiş, ama “Ben yeryüzünde Âdem’i halife kılacağım” dememiştir. Ve eğer böyle
demiş olsaydı bile, bu, Davud’a söylediği, “Biz seni halife kıldık” [Sâd Suresi, 38/26]
sözü gibi kesinlik ifade etmezdi. Bunu izleyen ayetlerde Âdem’in adının anılmış
olması, Âdem’in Allah tarafından halifeliğe özgü kılınan kişinin ta kendisi olduğuna
delalet etmez. O halde, Allahu Teala kullarından haber verdiğinde, sen (nazar-ı
basiret ve cem’iyet-i kalb ile) kalbini Hakk’ın verdiği haberlere çevir. Ve yine,
İbrahim Halil’e, “Ben seni insanlara imam kılacağım” [Bakara Suresi, 2/124] dedi —
ama “Seni insanlara halife kılacağım” demedi. Ve gerçekte biz biliriz ki imam
olmaklık, halife olmaklıktır — ama yine de ikisi aynıdır denilemez. Çünkü doğrudan
doğruya “halifelik” sözcüğünü kullanmış değildir.
Ve sonra halifelik doğrudan doğruya Davud için anıldığında ise, hükümde halife
kılındı — ve (hükümde halifelik ancak bütün İsimleri muhit ve cami olan Allah
İsmine mazhariyetle olduğundan) bu, ancak Allah’tan olabilecek bir şeydir. Allahu
Teala Davud’a şöyle dedi: “İnsanlar arasında Hak ile hükmet” [Sâd Suresi, 38/26]. Ve
Âdem’in halifeliği bu mertebede değildir. Âdem’in halifeliği, ilahi hüküm kuvvetiyle
mahlukat üzerinde Allah’ın naibi [halifesi] olmak biçiminde değil, daha önce
halifelik mertebesinde olan kimsenin ardılı [halifesi] olmak biçimindedir. Ama iş
böyle olmasa bile, bizim söylediğimiz şey, halifeliğin Davud’a özgü kılınmış olması
ve sadece Davud’dan açıktan açığa halife olarak bahsedilmiş olmasıdır.
Allah’ın yeryüzünde, halifeliği Allah’tan olan halifeleri vardır ve bunlar resullerdir.
Ama bugün halifelik Allah’tan değil, resullerdendir. Çünkü bugünkü halifeler ancak
resulün kendileri için getirdiği kadarıyla hüküm verirler ve bunun dışına çıkmazlar.
Ama burada, Resul’ün (sav) getirdiği şeriattan hüküm verme konusunda ancak (ilim
ve mertebe bakımından) bizim gibi olanların bilebileceği bir incelik vardır: Halifeliği
Resul’den (sav) olan kişi, hükmü Resulallah’ın (kendisine) aktarması yoluyla alır ya
da –aslı yine Resulallah’tan aktarılan– ictihad yoluyla alır.
Ve bizim aramızda hükmü Allah’tan alan kişiler vardır. Bunlar tam da (doğrudan
Allah’tan) aldıkları bu hükümle halifelikleri Allah’tan olan kişilerdir. Ve onlar
hükmü, Resul’ün (sav) hükmü Allah’tan aldığı gibi, aynı şekilde (doğrudan)
Allah’tan alırlar. Bu (halifelikleri Allah’tan olan) kişiler, verdikleri hükümlerin
Resul’ün verdiği hükümlerle çelişmemesinden dolayı zahirde resule tabidirler —
tıpkı ahir zamanda inecek ve hükmedecek olan İsa’nın durumunda olduğu gibi ve
yine tıpkı, kendisine, “O nebiler Allahu Teala’nın yol gösterdikleridir; o halde sen, onlara gösterilmiş olan yola uy” [En’am Suresi, 6/90] denilen Nebi Muhammed (sav)
gibi.
Böylesi bir kişinin, doğrudan Allah’tan aldığıyla bildiği şey kendisine özgüdür ve
(aldığı bu şey, Resul’ün aldığının aynı olduğundan) Resul’e aykırı değildir. Ve
bunda, kendinden önce gelen resullerin şeriatını doğrulayan Resulallah’la (sav) aynı
konumdadır. Böylelikle bizler, Resul’den öncekilere vahyolunmuş şeriatlara değil,
Resulallah’ın onları doğrulamasına tabi oluruz. Ve Resul’ün Allah’tan aldığı hükmün
aynısını halifenin Allah’tan alması da böyledir (yani, bu durum Resul’ün, önceki
nebilerin hükümlerini Allah’tan almasına benzer). Dolayısıyla biz halifeye keşf
diliyle “Allah’ın halifesi” ve zahir diliyle de “Resul’ün halifesi” deriz. Ve Resul (sav),
kendi ümmeti içerisinde halifeliği Rabbinden alan kimseler olduğunu bildiğinden
dolayı herhangi bir kişiyi halife tayin etmedi. Böylelikle, Resulallah (sav), getirilmiş
hükümde uyuşmakla birlikte, Allahu Teala’dan halife olan kimseler olduğunu
bildiğinden, işin (yani, halifelik işinin) önünü kapamadı. Böyle olunca, Allahu
Teala’nın yarattıkları arasında, resullerin aldığı şeyi, Resul’ün (sav) ve resullerin
aldığı kaynaktan alan halifeler vardır. Ve bu halifeler, kendilerinden önde gelenin
üstünlüğünü bilirler. Çünkü Resul, hükümleri çoğaltabilir olduğu halde, halife –bir
resul olmadığından dolayı– hükümleri çoğaltamaz. Kendisine ilim ve hüküm olarak
ancak Resul için getirilmiş olan şey (kadarı) verilir.
Sen İsa’yı görmez misin ki, Yahudiler –bugün bizim Resul’e göre halifenin durumu
hakkında söylediğimiz gibi– İsa’nın, Musa’nın şeriatı üzerine eklenti yapmayacağını
zannederek, ona iman edip onu doğruladılar. Ama İsa, resul olduğu için Musa’nın
doğruladığı bir hükme eklenti yaptığında veya bir hükmü geçersiz kıldığında,
kendisi hakkındaki itikatlarına ters düştüğü için, buna tahammül edemediler. Ve işin
hakikatini bilmediklerinden dolayıdır ki, İsa’nın öldürülmesini istediler. Bu kıssa,
Allah’ın yüce Kitabı’nda bize bildirilmiştir. İsa resul olduğunda yerleşik bir hükmü
geçersiz kılmakla veya bir hükme eklenti yapmakla eklentiyi kabul etti — geçersiz
kılma, hiç kuşkusuz hükme yapılan bir eklentidir. Günümüzdeki halifeliğe gelince,
böylesi bir şey sözkonusu değildir. Halife, ancak Muhammed’in (sav) dile getirdiği
şeriatı değil, ancak içtihad yoluyla yerleşik kılınan hükümleri geçersiz kılabilir veya
bunlar üzerine eklenti yapabilir.
Kimi zaman bir halifenin (görünüşte) Hadis’e aykırı bir hüküm verdiği görülür.
Bunun, içtihaddan kaynaklandığı sanılırsa da, durum böyle değildir. Böylesi bir
durumda, imam keşf yönünden sözkonusu haberin Nebi’den (sav) olduğu
konusunda emin değildir — eğer bu haberin Nebi’den (sav) olduğu kesin olsaydı,
bununla hüküm verirdi. Bu hadis, adil insanlar tarafından bir diğerine aktarılarak
gelmiş olsa bile, adalet sahibi bir kimse vehim ve anlam kayması konusunda hatasız
değildir. Böylesi şeyler günümüzdeki bir halife için sözkonusudur — tıpkı İsa için
sözkonusu olacağı gibi. Çünkü İsa indiğinde, özellikle de şeriatın ve Resul’ün (sav)
üzerinde olduğu indirilen tek bir hüküm hakkında imamların hükümleri birbirine ters düştüğü konularda içtihad hükümlerinden çoğunu kaldıracak ve böylelikle
Resul’ün (sav) getirdiği şeyin gerçek suretini özgün biçimiyle ortaya koyacaktır. Ve
şurası kesin olarak bilinir ki, eğer vahiy inecek olsaydı, elbetteki bir vecih ile inerdi
ve bu vecih ilahi hükümdür. Ve bunun dışında kalanlar imamların içtihadlarıdır ki,
bunlar –eğer onları Hak yerleşik kıldıysa– bu ümmetten darlığın giderilmesi ve
Allah’ın hükmünün genişlemesi için yerleşik kılınmış olan şeriattır.
Ve Resulullah’ın (sav), “Eğer iki halifeye biat edilecek olursa, bunlardan birini
öldürün” sözüne gelince; bu (hadis) elinde kılıç bulunan zahirdeki halifeye ilişkindir.
Ve her ne kadar birbirleriyle uyuşsalar bile, bu iki halifeden birinin öldürülmesi
gerekir. Manevî halifelik için ise bu sözkonusu değildir, manevî halifelikte
öldürülme sözkonusu değildir — öldürülme ancak zahirdeki halifelik için geçerlidir.
Ve her ne kadar zahirdeki halife, manevî halifenin makamına sahip değilse de –eğer
adaletli ise– Resulallah’ın halifesidir. Dolayısıyla, zahirdeki iki halifeden birinin
öldürülmesi (hakkındaki hüküm) iki ilah varolduğunun sanılmaması yönündeki aslî
hükmün gereğidir — “Ve onlarda Allah’tan başka ilahlar olsaydı..” –birbirleriyle
uyuşsalar bile– “..fesada neden olurlardı” [Enbiya Suresi, 21/22]. Ve biz biliriz ki,
bunların birbirleriyle uyuşmadıkları bir durum sözkonusu olduğunda bunlardan
ancak birinin hükmü egemen olurdu. Dolayısıyla hükmü egemen olan hakikatte
ilahtır ve hükmü egemen olmayan değildir. Ve biz buradan biliriz ki, bugün alemde
egemen [nâfiz] olan bütün hükümler hiç kuşkusuz Allah’ın hükümleridir — bunlar
her ne kadar şeriat denilen ve zahirde yerleşik olan hükümlere aykırı olsalar da, bu
böyledir. Çünkü alemde olup biten her şey ilahi meşiyyetin hükmü üzeredir; yerleşik
kılınması ilahi meşiyyetten olan yerleşik şeriatın hükmü üzere değildir. Bundandır
ki, şeriat ayrıca yerleşik kılınmıştır. Çünkü meşiyyet şeriatın yerleşik kılınmasını
dilemiştir; yerleşik kılınan bu şeriat doğrultusunda amel edilmesini dilemiş değildir.
Meşiyyetin hükümranlığı büyüktür. Bundandır ki Ebu Talip el-Mekkî meşiyyeti
“Zat’ın Arşı” olarak adlandırmıştır, çünkü (meşiyyet) zatından dolayı hükmü
gerektirir. Dolayısıyla varlıkta meşiyyet dışında ne bir şey ortaya çıkabilir ne de bir
şey ortadan kalkabilir. O halde, “isyankarlık” olarak adlandırılan şey yoluyla ilahi
emre karşı gelindiğinde, bu karşı gelinen emir, yaratılışsal emir [emr-i tekvinî] değil,
aracı (yani, nebi) yoluyla gelen emirdir. Dolayısıyla hiçbir kimse, O’nun meşiyyet
yönünden olan emriyle ortaya çıkan hiçbir fiiline karşı gelemez. Karşı gelme ancak
aracı yoluyla gelen emre yönelik olabilir. Öyleyse anla!
Meşiyyet yönünden olan emir, hakikatte, fiilin onun eliyle zahir olduğu kişiye değil,
(kulun kendi ezeli istidadının gerektirdiği) fiilin ayn’ının varedilmesine yöneliktir.
Dolayısıyla (bu fiilin) ortaya çıkmaması olanaksızdır — ama (elbette ki) bu özgül
mahalde (yani, kulda). İmdi (kuldan zahir olan fiil) kimileyin (emr-i teklifî’ye
itibarla) ilahi emre karşı gelme olarak ve kimileyin de (emr-i tekvinî’ye itibarla) ilahi
emre uyma ve itaat olarak adlandırılır. Böylelikle fiil, (şehadet aleminde)
kendisinden ortaya çıkan şeyden dolayı, (emr-i teklifî’ye uygun düşüp düşmediğine göre) övülür veya yerilir.
Ve iş bizim dediğimiz gibi olunca (yani, emr-i meşiyyet itibarıyla hiçbir kimsenin
Hakk’a karşı gelmesi sözkonusu olmayınca), o halde bütün yaratılmış olanlar –
birbirinden farklı türlerde olmak üzere– saadete yönelmişlerdir. Ve Hak Teala bu
makamdan rahmeti, her şeyi içine almaklıkla tabir etti; ve hiç kuşkusuz ki rahmet,
ilahi gazabın önüne geçmiştir — ve öne geçen, önce gelir. İmdi kula (teklifî emre
karşıt amelinden dolayı) sonradan hükmeden (yani, gazab), kula eriştiğinde, ona,
önce gelen (yani, rahmet) hükmeder ve rahmet, kendisini önceleyen bir şey
olmadığından, kula erişir. Ve bu, “Allah’ın rahmeti gazabını geçti” sözünün
anlamıdır. Böylelikle rahmet, kendisine erişen üzerine hükmeder; çünkü rahmet
herşeyin ona doğru yol aldığı nihaî gayede durur. Gayeye erişmek kaçınılmazdır,
dolayısıyla rahmete erişilmesi ve gazabdan ayrılınması kaçınılmazdır. Ve rahmet,
kendisine erişen herşeye, bu herbir şeyin halinin verdiği şey doğrultusunda
hükmeder.
Anlayış sahibi olan kimse, söylediklerimizi müşahede eder
Ve eğer anlayışı yoksa, bizden alsın.
Ve iş bizim söylediğimizden başkaca değildir, öyleyse söylenene güven
Ve (söylediklerimizi müşahede için) bizim bulunduğumuz hal üzre ol
Size açıkladığımız şey Hak’tan bizedir
Ve bizim size hediye ettiğimiz şey bizden sizedir.
Demirin (Davud tarafından) yumuşatılmasına gelince, bu, ateşin demiri
yumuşatması gibi, katı kalplerin de sakındırma ve tehditle yumuşamasına benzer.
Demirin yumuşatılması güç değildir. Güç olan, taştan daha da katı olan kalplerin
yumuşatılmasıdır, çünkü ateş taşı çatlatır ve toz haline dönüştürür ve fakat onu
yumuşatamaz. Ve Allah, bir şeyin kendisinin ancak kendisiyle korunabileceğine
ilişkin bir tenbih olarak, kendisine zırh yapabilsin diye Davud için demiri yumuşattı.
Ve zırh, kişiyi mızrak, kılıç, bıçak ve ok uçlarından korur; dolayısıyla sen demiri,
demire karşı bir korunak kılarsın. Böylelikle Muhammedî şeriat, “Senden Sana
sığınırım” sözüyle geldi. Öyleyse, anla! Bu, o halde, demirin yumuşatılmasının
sırrının ruhudur ve O, Müntakim’dir, Rahîm’dir ve Başarıya Eriştirici’dir.