71 — 61. ci MEKTÛB
Büyük âlim Abdüllah-i Dehlevînin “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” (Mekâtib-
i serîfe) kitâbındaki altmısbirinci mektûb, hâce Hasen Mevdûda yazılmıs olup,
asagıdadır:
Üstünlügünü gösteren kelimeleri yazmaga lüzûm olmıyan kıymetli hâce Hasen
Sâhibin [Vahdet-i vücûdü bildiren] yazılarının hepsi dogru, akla uygun, lüzûmlu
ve büyüklerin kabûl edecegi, kıymetli bilgilerdir. Evliyâ-yı kirâmın “rahmetullahi
aleyhim” begendikleri seylerdir. O büyükler siddetli sıkıntılar çekerek, canlarını
tehlükelere atarak bu hâllere kavusdular. Tevhîdin sırları, çok zikr ve murâkabe
yaparak ve asırı muhabbetden ortaya çıkmakdadırlar. Tevhîd hâllerini böyle
açık yazmanız, bu fakîri çok sevindirdi. Allahü teâlâ sizi mubârek eylesin! Bu
hizmetinize, iyi karsılıklar ihsân eylesin! Bu konuda bildigimi yazmazsam, hakkınızı
ödememis olurum. Eger yazarsam, büyük bir zâta karsı saygısızlık yapmıs olurum.
Büyüklerimiz, ihlâs ile olan süâllere cevâb vermegi emr buyurmuslardır.
Emre uymak, edebi gözetmekden önce gelir. Onun için yazıyorum. (Müceddidiyye)
büyükleri, [ya’nî, imâm-ı Rabbânî talebelerinden tâ bu zemâna kadar gelenler]
buyurdular ki, murâkabe ve zikr ederken, keyfiyyetlerin, hâllerin ve nûrların
hâsıl olmasına (Ilm-ül-yakîn) denir. Hadîs-i serîfde bildirilen (Ihsân) mertebesinden
bir ısıkın kalbde parlamasına, (Ayn-ül-yakîn) denir. Allahü teâlânın ahlâkı ile
huylanmaga da (Hakk-ul-yakîn) dediler. Zikr ederken, bunun ma’nâsını düsünmek
lâzımdır. Bu ma’nâ insanın su’ûrunu kaplayınca, kalb nûrlanır. Bu ma’nâ hâsıl
oldu sanılır. Hak teâlâ ile ittihâd, birlik varmıs görülür. Kıymetli efendim!
Büyüklerin bu sözlerine kim karsı gelebilir? Ruzbehân-ı Baklî ve molla Aliyy-ülkârî,
bu ma’rifeti red etmekde inâd etdiler. Bu fakîr, onlara cevâb olarak yazdım
ki, Mecnûn-i Âmirî, Leylâya olan asırı askından dolayı, yimez içmez oldu. Herseyden
yüzçevirdi. Leylâ adını dilinden düsürmedi. Sonra da Leylâyım demege basladı.
Herseyi Leylâ gördü. Çok riyâzetler [sıkıntılar] çekerek, nefs tasfiye bulunca,
bedenin maddî özellikleri, te’sîrleri kalmaz, rûh hâline girer. Çok zikr edince,
bunun ma’nâsı kendini kaplarsa, kendisini tenzîh mertebesi ile de birlesmis görür.
Hüseyn bin Mensûr “rahimehullah”, [böyle görünce], (enel-Hak) [ben Hakkım]
dedi. Biz zevallılar, bu ince ma’rifet üzerinde duramayız. (Ben, mimsiz Ahmedim)
[ya’nî Ehadim] ve (Ben, aynsız arabım) [ya’nî, ben Rabbim] gibi sözler, hadîs degildir.
Tevhîd mertebesinde olanlara uyanların uydurdukları sözlerdir “Allahü teâlâ
hepsini afv eylesin!”. (Nehc-ül-belâga) kitâbındaki, hazret-i Alînin hutbeleri
denilerek yazılmıs olanlar da dogru degildir.
[(Nehc-ül-belâga) kitâbını Radî isminde bir sî’î yazmıs oldugunu islâm âlimleri
sözbirligi ile bildirdiler. Hindistân âlimlerinden Abdül’Azîz-i Dehlevî “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, (Tuhfe-i isnâ aseriyye) adındaki büyük kitâbında, bu kitâbı
yazan Radînin yehûdî oldugunu uzun yazmakdadır. Hindistânda Rampur sehrinde,
Imtiyâz Alî Arsî isminde bir sî’î 1389 [m. 1969] senesinde, (Istinâd) isminde
kitâb yazarak, Nehc-ül-belâganın dogru oldugunu isbâta kalkısmıs ise de, vesîka
olarak ileri sürdükleri, Abdüh gibi masonlar ve belli sî’îlerdir. Istinâdın,
1393 [m. 1973] de Tahranda ikinci baskısı yapılarak islâm memleketlerine dagıtılmakda,
(Sünnî) olan gençler aldatılmaga çalısılmakdadır. Imâm-ı Zehebî ve Ibni
Hacer-i Askalânî gibi derin islâm âlimlerinin, (Bu kitâbı, sî’î Radî yazmısdır) dediklerini,
Istinâd kitâbı da önsözünde yazıyor. Bu üç büyük âlimin her sözü huccetdir,
saglam vesîkadır. (Nehc-ül-belâga)nın bozuk oldugunu göstermek için,
baska sâhid aramaga lüzûm yokdur. Müslimânlar böyle bozuk, sübheli kitâbları
okumamalıdır. (Buhârî) ve (Müslim) ve benzerleri saglam hadîs kitâblarını ve bunların
serhlerini [açıklamalarını] okumalıdır].
(Tevhîd-i vücûdî)nin sırları, riyâzet çekenlerin ve muhabbet deryâsına dalmıs
– 765 –
olanların kalblerine dogmusdur. Bu yüksek insanların sayısı o kadar çokdur ki, inanmamak
imkânsızdır. O büyüklerin yolunda olanların, Onların sözlerini isbât etmek
için, Kur’ân-ı kerîmin âyetlerine ve hadîs-i serîflere, degisik ma’nâlar vermege kalkısmalarına
lüzûm yokdur. Bu ma’rifetin varlıgında kimsenin sübhesi yokdur.
Fekat, bu ma’rifeti tesavvufun gâyesi ve seyr ve sülûkün nihâyeti sanmak, (Ilmleri
Ona varamaz!) meâlindeki Tâhâ sûresinin 110. cu âyet-i kerîmesi ile men’ olunmusdur.
Âlimler de bu ma’rifet üzerinde durmamıslardır. (Bu ma’rifete inanmıyan
vâsıl olamaz!) sözünüzü açıklıyarak irsâd buyurmamıssınız. Bunun için, önce,
vâsıl olmak ne demek oldugunu açıklamak da îcâb eder.
72 — 85. ci MEKTÛB
Büyük âlim Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mekâtib-i serîfe)
kitâbının seksenbesinci mektûbu asagıdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâma
salât ve selâm olsun! Gulâm-ı Alî ismi ile meshûr olan fakîr Abdüllah-i Kâdirî
müceddidînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” mektûbudur. Hindistânda müslimânlar
için yazmısdır. Allahü teâlâ, onun günâhlarını afv eylesin!
(BÎ’AT), söz vermek ve bu sözünde durmak demekdir. Tesavvuf yolunda çok
kullanılan bir kelimedir. Bunu kullanmak, Eshâb-ı kirâmın sünnetidir “radıyallahü
teâlâ anhüm”. Bî’at, üç kısmdır: Birincisi, bir büyügün önünde, günâh islememek
için söz vermekdir. Buna, (tevbe bî’ati) denir. Büyük günâhlardan biri islenince,
bu bî’at bozulur. Yeniden bî’at etmek lâzım olur. Gıybet edince bozulup,
bozulmamasında sübhe edildi. Bir müslimânı tahkîr ederek, onu kötüleyerek gıybet
yapmak, elbet büyük günâhdır. Yanlıs söyliyen ve yazan din adamlarını ve bid’at
i’tikâdında olan tarîkatcıları müslimânlara haber vermek, duyurmak gıybet olmaz.
Müslimânların bunlara aldanmaması için bunları söylemek lâzımdır.
Bî’atin ikincisi, intisâb etmek, bereketlenmek için bir Velîye “rahmetullahi
teâlâ aleyh” veyâ onun hakîkî mensûblarına bî’at etmekdir. Böylece, onlar için bildirilmis
olan müjdelere ve sefâ’atlarına kavusulur. Meselâ, gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-
i Geylânî “kuddise sirruh”, (Benim talebelerim tevbe etmeden ölmezler)
buyurmusdur. Bu müjdeye kavusmak için, bu yolun büyüklerinden birine bî’at olunur.
Bu bî’ati tekrâr etmek lâzım degildir.
Bî’atin üçüncüsü, Evliyânın feyzlerine kavusmak, fâidelenmek için yapılır. Tesavvuf
büyüklerinden birine bî’at edip, Onun gösterdigi vazîfeleri ve ihlâs derecelerini
yapıp fâide elde edemezse, Üstâdı râzı olsa da ve olmasa da, baska birine
intisâb etmesi, baska bir âlime bî’at etmesi câizdir. Fekat, birinci âlimi inkâr etmemesi
lâzımdır. Ondan nasîbi, kısmeti yok demekdir. Üstâdının islâmiyyete uymakda
gevsekligini görürse ve zenginlere yanasdıgını, dünyâya düskün oldugunu
anlarsa, Allahü teâlânın feyzlerini, sevgisini ve ma’rifetini baska birinde aramalıdır.
Çocuk iken bî’at etmis olan, akl ve sü’ûr sâhibi olunca, onun hakîkî âlim oldugunu
anlarsa, bî’atine ve vazîfelerine devâm eder. Yâhud begendigi baska birine
bî’at eder.
Islâm âlimi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî islâmiyyete]
tâbi’ olan, sımsıkı sarılan ve zâhir ve bâtın bid’atlerden kaçınan ve selef-i
sâlihînin i’tikâdında olan kimsedir. Gavs-üs-sekaleyn Abdülkâdir-i Geylânî ve
Seyh-ül-islâm Ferîdeddîn-i Genc-i Seker hazretlerinin dogru olan i’tikâdında
olur. Fıkh bilgilerinden zarûrî lâzım olanları bilir. (Miskât-i serîf) hadîs kitâbını ve
Kur’ân-ı kerîm tefsîrlerini çok okur. Imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerinin,
(Minhâc-ül-Âbidîn) ve (Kimyâ-yı se’âdet) kitâbları gibi tesavvuf yolundakilerin
yazdıgı ahlâk kitâblarını ve tesavvuf büyüklerinin hâllerini ve sözlerini
bildiren kitâbları okur. Bu kitâbları okumak, kalbin tasfiyesi ve tezkiyesi için
– 766 –
çok fâidelidir. Islâm âlimi, dünyâya düskün olmaz ve dünyâya düskün olanlarla birlikde
bulunmaz. Islâmiyyetin bildirdigi iyi isleri yapar. Çalısdıklarının dünyâdaki
ve âhıretdeki karsılıgını yalnız Allahdan bekler. Ondan baska kimseden birsey
beklemez. Kur’ân-ı kerîmi çok okur. Evliyânın kalblerine gelen feyzlerden, ma’rifetlerden
nasîb almısdır. Her isinde tevbe, inâbet, zühd, vera’, takvâ, sabr, kanâ’at,
tevekkül ve rızâ yolunu tutar. Onu görenler Allahü teâlâyı hâtırlar. Dünyâ düsünceleri
kalbinden kaçar. (Çestiyye) yolunun büyükleri ile birlikde bulunan sâdık bir
kimsede zevk, sevk, harâret, râhatlık, yalnızlık, ya’nî dünyâya düskün olanlardan
uzaklasmak hâsıl olur. (Kâdirî) yolunun büyükleriyle berâber bulunmak, kalbde
safâ hâsıl eder. Rûhlar ve melekler âlemi ile baglılık hâsıl olur. Geçmis ve gelecek
seylerden çogu kendisine bildirilir. (Müceddidî) yolunun büyükleri ile berâber olanda
huzûr ve cem’ıyyet ve yâd-i dâst ve dünyâya sü’ûrsuzluk ve Allahü teâlânın cezbeleri
hâsıl olur. Kalbine, rûhuna birçok seyler ihsân edilir. Islâm âlimi müceddidî
ise, bütün latîfelerinde keyfiyyetler, hâller, safâ ve letâfet ve nûrlar, sırlar hâsıl
olur. Bu söylediklerimiz hâsıl olmazsa, sâdık olan tâlib, hakîkî âlime kavusamadıgı
için ne kadar âh etse yeridir.
(Tâlib), sâdık olan insan demekdir. Allahü teâlânın sevgisi ile ve Onun sevgisine
kavusmak arzûsu ile yanmakdadır. Bilmedigi, anlıyamadıgı bir ask ile saskın
hâldedir. Uykusu kaçar, gözyasları dinmez. Geçmisdeki günâhlarından utanarak
basını kaldıramaz. Her isinde Allahdan korkar, titrer. Allahü teâlânın sevgisine kavusduracak
isleri yapmak için çırpınır. Her isinde sabr ve afv eder. Her geçimsizlikde,
sıkıntıda kusûru kendisinde görür. Her nefesde Allahını düsünür. Gaflet ile
yasamaz. Kimseyle münâkasa etmez. Bir kalbi incitmekden korkar. Kalbleri Allahü
teâlânın evi bilir. Eshâb-ı kirâmın hepsini, “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”
diyerek iyi bilir. Hepsinin iyi oldugunu söyler. [Simdi, böyle hakîkî tâlib kalmadı.]
Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâm arasında
olan seyleri konusmamagı emr buyurdu. Sâlih müslimân, bunları konusmaz, yazmaz
ve okumaz. Böylece, o büyüklere karsı bir edebsizlikde bulunmakdan kendini
korur. O büyükleri sevmek, Allahın Resûlünü “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
sevmenin nisânıdır, alâmetidir. Kendi bilgisi ile, kendi görüsü ile Evliyâ-yı kirâmı
birbirinden asagı ve yukarı diye ayırmaz. Birinin dahâ yüksek, dahâ üstün oldugu
ancak âyet-i kerîme ile ve hadîs-i serîf ile ve Sahâbe-i kirâmın sözbirligi ile bildirmeleri
ile anlasılır. Muhabbet serhoslugu elbet baskadır. Ask sâhibi ma’zûrdur.
(Simâ’), bir kisinin veyâ birkaç kisinin okudukları dîni, îmânı kuvvetlendiren ve
ahlâkı güzellesdiren, si’rleri, kasîdeleri, ilâhîleri ve mevlidleri dinlemek demekdir.
Tesavvuf büyükleri, çalgısız olan ve kadın erkek karısık olmıyarak okunanları
Simâ’ etmisler, dinlemislerdir. Sultân-ı mesâyıh [Nizâmüddîn-i Dehlevî]nin sohbetinde,
meclisinde hiçbir çalgı, hiçbir zemân görülmedi. O sohbetde bulunanlar, gizlice
aglar, cigerleri yanardı. (Fevâid-ül-füâd) ve (Siyer-ül-Evliyâ) kitâbları bunu uzun
anlatmakdadır. Tesavvuf büyüklerinin yolundan ayrılmak kalbi karartır. O büyükler,
kalbde hâsıl olan kabzı, bast hâline çevirmek için veyâ inbisâtı ya’nî bast, râhatlık,
ferahlık hâlini artdırmak için simâ’a izn vermislerdir. Simâ’ kalbdeki Allah
sevgisini ve rikkati artdırır buyurmuslardır. Gâfillerin ya’nî kalblerinde Allah
sevgisi bulunmıyanların simâ’ları câiz degildir. Böyle simâ’ meclisleri, toplantıları,
fısk [günâh] meclisi olur. Her müslimân böyle simâ’lardan sakınmalıdır. Tesavvufculardan,
ney gibi çalgılara câiz diyenler oldu ise de, bunu ask ve muhabbet serhoslugu
hâlinde söylemislerdir. Islâmiyyetin yasak etdigi böyle sözlere uyulmaz.
[Tahtâvînin (Merâkıl-felâh) serhi yüzyetmisdört (174). cü sahîfesine bakınız!]
Allah ismini yüksek sesle söylemek, kalb hastalıgının ilâcıdır dediler. Fekat sessiz
söylemek, dahâ fâidelidir. Sessiz yapılan zikrin dahâ efdal oldugu hadîs-i serîfde
bildirildi. Kalbdeki atesi artdırmak ve gevsekligi gidermek için sesle söylemek
câiz olabilir. Çok söyleyince ve riyâzetler çekilince, kalbde Allah sevgisi çogalır,
– 767 –
(Vahdet-i vücûd) sırları hâsıl olur. (Vahdet-i vücûd), mümkinâtı ya’nî mahlûkâtı
tek bir varlık görmekdir. Yoksa, mahlûkları Allahü teâlâ bilmek degildir. Ask-ı ilâhînin
kalbde hâsıl etdigi hâl sâhiblerinin vahdet-i vücûd sözlerini isiterek, kendi görüsleri
ile ve hayâlleri ile böyle konusup kendini vahdet-i vücûd sâhibi göstermek
akla da, islâmiyyete de uygun degildir. Rüknüd-dîn Alâüddevle-i Semnânî ve
müceddid-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî “rahmetullahi aleyhimâ” ve bunların izinde
giden büyükler, vahdet-i vücûd ma’rifetinden baska ve Peygamberlerin hepsinde
hâsıl olan “aleyhimüssalevâtü vesselâm” me’ârif de bulundugunu görmüsler ve anlamıslardır.
(Tesavvuf), Allahü teâlâ ile olmak ve iyi ahlâk edinmek ve islâmiyyete uymakdır.
Allahü teâlâdan baska seyleri kalbden çıkarıp bütün a’zânın Muhammed
Mustafâ “sallallahü aleyhi ve sellem” hazretlerine uymasıdır. Allahü teâlâ ile olmaga,
(Hudûr) denir ki, hadîs-i serîfde bildirilen (Ihsân) mertebesidir. Insanın kalbi
bu mertebede olmalıdır. Bu ni’meti kime ihsân ederlerse, büyük se’âdet bilsin!
(Tevhîd-i ef’âlî), mahlûkların bütün islerini, bütün hareketlerini, tek bir yapıcının
islerinden olarak görmekdir.
(Tevhîd-i sıfâtî), mahlûkların sıfatlarını, özelliklerini, Hak teâlânın sıfatlarının
görüntüleri bilmek ve her varlıgı Allahü teâlânın varlıgında yok görmekdir. Evliyâyı
kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” hep böyle idiler.
(Icâzet) ve (Hilâfet), tâliblerin kalblerine ihlâs yerlesdirmesi için, olgun birisine
izn vermek demekdir. Kendisine izn verilen zâta (Halîfe) veyâ (Vesîle) denir.
Kendisine izn verilecek zâtın bâtınının [ya’nî kalbi ve diger dört latîfesinin] nisbete
ve hâllere kavusmus olması, kötü huylardan temizlenmis, iyi huylarla süslenmis
olması ve sabr, tevekkül, kanâ’at, rızâ, teslîm sâhibi olması, dünyâya düskün olmaması
lâzımdır. Bu yüksek mertebe, ancak (Selef-i sâlihîn)e uymakla ele geçebilir.
[Eshâb-ı kirâm ile Tâbi’în-i ızâma (Selef-i sâlihîn) denir. Üçüncü ve dördüncü
asrlarda gelen islâm âlimlerine, (Halef-i sâdıkîn) denir.] Bu hâller ve keyfiyyetler
kalbde hâsıl olmadan, va’z etmesi için izn vermek harâmdır. Tesavvuf büyüklerinin
yolunu bozmak olur. Birisini magrûr yapmak [kendini begenmesine sebeb
olmak], bir tâlibi, bir âsıkı da acemi ellere düsürerek mahrûm etmek, akla da, islâmiyyete
de uygun degildir. [Simdi Türkiyede hakîkî tarîkat, mürsid, mürîd,
seyh yokdur. Vardır diyenlere, seyh oldugunu söyliyenlere inanmamalıdır. Sahte
seyhlerin, câhil tarîkatcıların tuzaklarına düsmemek için uyanık olmalıdır.]
Nemâzı cemâ’at ile kılmak ve (Tümânînet) ile kılmak, rükü’dan sonra (Kavme)
yapmak ve iki secde arasında (Celse) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından
bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz oldugunu bildiren âlimler vardır. Hanefî
mezhebinin müftîlerinden (Kâdîhân), bu ikisinin vâcib oldugunu, ikisinden birisini
unutunca (Secde-i sehv) yapmak vâcib oldugunu ve bilerek yapmıyanın nemâzı
tekrâr kılmasını bildirmisdir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe
yakın sünnet demislerdir. Sünneti hafîf görerek, ehemmiyyet vermiyerek
terk etmek küfrdür. Nemâzın kıyâmında, rükü’unda, kavmesinde, celsesinde,
secdelerinde ve oturuldugu zemânında, ayrı ayrı, baska baska keyfiyyetler, hâller
hâsıl olur. Bütün ibâdetler nemâz içinde toplanmısdır. Kur’ân-ı kerîm okumak, tesbîh
söylemek [ya’nî sübhânallah demek], Resûlullaha salevât söylemek ve günâhlara
istigfâr etmek ve ihtiyâcları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek Ona düâ etmek
nemâz içinde toplanmısdır. Agaçlar, otlar, nemâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar,
rükü’ hâlinde, cansızlar da nemâzda (Ka’de)de oturur gibi yere serilmislerdir.
Nemâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmakdadır. Nemâz kılmak,
mi’râc gecesi farz oldu. O gece, mi’râc yapmakla sereflenen, Allahın sevgili Peygamberine
uymagı düsünerek nemâz kılan bir müslimân, O yüce Peygamber gibi,
Allahü teâlâya yaklasdıran makâmlarda yükselir. Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne
karsı edebi takınarak huzûr ile nemâz kılanlar, bu mertebelere yükseldikle-
– 768 –
rini anlarlar. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi, bu ümmete merhamet ederek, büyük
ihsânda bulunmuslar, nemâz kılmagı farz etmislerdir. Bunun için Rabbimize
hamd ve sükr olsun! Onun sevgili Peygamberine salevât ve tehıyyât ve düâlar ederiz!
Nemâz kılarken hâsıl olan safâ ve huzûr sasılacak seydir. Üstâdım [Mazher-i
Cân-ı Cânân] buyurdu ki, (Nemâz kılarken, Allahü teâlâyı görmek mümkin degil
ise de, görür gibi bir hâl hâsıl olmakdadır). Bu hâlin hâsıl oldugunu tesavvuf büyükleri
sözbirligi ile bildirmislerdir. Islâmiyyetin baslangıcında nemâz Kudüse karsı
kılınırdı. Beyt-ül-mukaddese karsı kılmagı bırakıp, Ibrâhîm aleyhisselâmın kıblesine
dönmek emr olundugu zemân, Medînedeki yehûdîler kızdılar. (Beyt-ül-mukaddese
karsı kılmıs oldugunuz nemâzlar ne olacak?) dediler. Bekara sûresinin 143.
cü âyet-i kerîmesi gelerek, (Allahü teâlâ îmânlarınızı zâyı’ eylemez!) meâlinde buyuruldu.
Nemâzların karsılıksız kalmıyacakları bildirildi. Nemâz, îmân kelimesi ile
bildirildi. Bundan anlasılıyor ki, nemâzı sünnete uygun olarak kılmamak, îmânı zâyı’
etmek olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”, (Gözümün
nûru ve lezzeti nemâzdadır) buyurdu. Bu hadîs-i serîf, (Allahü teâlâ nemâzda zuhûr
ediyor, müsâhede olunuyor. Böylece gözüme râhatlık geliyor) demekdir. Bir
hadîs-i serîfde, (Yâ Bilâl “radıyallahü teâlâ anh”! Beni râhatlandır!) buyuruldu ki,
(Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve nemâzın ikâmetini söyliyerek, beni râhata kavusdur)
demekdir. Nemâzdan baska bir seyde râhatlık arıyan bir kimse, makbûl degildir.
Nemâzı zâyı’ eden, elden kaçıran, baska din islerini dahâ çok kaçırır.
Fâidesiz seyler söylemek, müslimânları gıybet etmek, orucun sevâbını giderir.
Gıybet etmek, ibâdetlerin sevâblarını yok eder. Gıybetden sakınmak vâcibdir. Zahmet
çekerek, sıkıntılara katlanarak ibâdet yapıp da, bunun sevâbını yok etmek ne
kadar aklsızlıkdır. Ibâdetler Allahü teâlâya arz olunur. Gıybeti ve fâidesiz sözleri
sâhibinin huzûruna çıkarmak, Ona karsı edebsizlikdir.
Sarkı, çalgı ve tanbur dinlemek ve raks [dans] seyr etmek ve hazret-i Hasen ile
Hüseynin “radıyallahü anhümâ” sehîd edilmelerini [Kerbelâ vak’asını] anlatmak,
yazmak müslimânlıga yakısmaz. Zemânımız seyhleri, tarîkatcılıgı bunları yapmak
sekline sokdular. Din büyüklerinin resmlerini yaparak ziyâret ediyorlar.
Bunları ziyâret, Allahü teâlânın rızâsına kavusdurur diyorlar. Islâmiyyetde böyle
seyler yokdur. Görmeden uydurma yapılan resmlere büyüklerin ismini koymak
iftirâ olur. Allahü teâlâ bunlara tevbe etmek nasîb eylesin! Medîne-i münevverenin
büyük âlimlerinden, hadîs ilmi mütehassısı seyyid Ismâ’îl efendi “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, ulûm-i müceddidîye kavusmak için Medîne-i münevvereden Hindistâna
kadar bu fakîri görmege geldi. Bu zâtı (Âsâr-ı serîf)i [ya’nî mukaddes emânetleri]
ziyâret etmesi için büyük mescide [ya’nî Asyânın en büyük câmi’i olan Delhîdeki
Sâh Cihân Câmi’ine] gönderdim. Hemen geri gelip, orada Resûlullahın “sallallahü
aleyhi ve sellem” nûrları bulunmakla berâber, putların zulmeti de duyuluyor
dedi. Câmi’deki vazîfelilerden arasdırdım. Odadaki bir sandıkda büyüklerin
ismini tasıyan resmlerin bulundugunu ögrendim. Seyyid Ismâ’îl efendinin, bu
zulmetlerin te’sîri altında kaldıgını anlamıs oldum. Resûlullaha “sallallahü aleyhi
ve âlihi ve sellem”, hazret-i Ibrâhîm aleyhisselâmın resmini gösterdiklerinde, mübârek
eli ile bu resmi yırtdı. Yûsüf sûresinin 106. cı âyetinin, (Onların çogu Allahü
teâlâya îmân ediyoruz derler. Fekat îmânsızdırlar. Baska seylere ibâdet ederek
müsrik olmuslardır) meâl-i serîfi, bu hâli haber vermekdedir. Horoz dögüsdürmek,
güvercinle oynamak gibi her oyun harâmdır. Bir tası yontarak, (Kadem-i serîf) adını
takıp, Peygamberin ayagının izidir demek de resmlere, putlara tapınmak gibidir.
Nevruz günü [ve Noel gecesi] mecûsîler gibi bayram yapmak, kâfirlere tesebbüh
olur. Tarîkatcılar, seyhler bu çirkin isleri yapınca mürîdlerine nümûne olur.
Sened olur. Onlar da bu felâkete, bu akıntıya kapılırlar. Hakîkî müslimânlık, takvâ
ile olur. Sirkden ve harâmlardan sakınmakla olur. Kalbde hâllerin hâsıl olma-
– 769 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:49
sı ve ba’zı seylerin kesf olunması, görülmesi ve fen bilgilerinin dısında aklları sasırtacak
islerin yapılması, kâfirlerde de hâsıl olur. Riyâzetler çekmek, belli seyleri
ibâdet olarak yapmak, muska yazmagı, hastaları, büyülenmis olanları okumagı,
üflemeyi, san’at hâline getirmek, din isleri degildir. Câhilleri, ahmakları toplamak
ve dünyâlık ele geçirmek için yapılmakdadır. Islâmiyyetde bunların kıymeti
ve ehemmiyyeti yokdur. Islâmiyyetde kıymeti olan ve ehemmiyyeti olan ve insanı
Allahü teâlâya yaklasdıran sey, ancak, Onun Resûlüne, Peygamberine “sallallahü
aleyhi ve âlihi ve sellem” uymak, O yüce Peygamberin izinde bulunmakdır.
Eshâb-ı kirâmın ve Ehl-i beyt-i ızâmın “radıyallahü anhüm” yolu budur.
Kur’ân-ı kerîm bu yolu göstermek için gönderilmisdir. Allahü teâlâ, hepimizi sevgili
Peygamberinin “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâb-ı kirâmın ve
Ehl-i beyt-i ızâmın yolunda bulundursun! Âmîn.
[(Dürr-ül-muhtâr) besinci cild, 481. ci sahîfede diyor ki, (Nevruz veyâ Mihrican
[Martın ve Eylülün yirminci] günlerinde, bunların ismlerini söyliyerek hediyye
vermek harâmdır. Bu günleri bayram bilerek vermek, küfr olur. Bu günleri ta’zîm
ederek kâfire yumurta veren kâfir olur. Bu günlerde birsey satın almak da böyledir.
Her zemân aldıgını satın alırsa, kâfir olmaz). (Bezzâziyye) fetvâsında diyor ki,
(Nevruz günü, mecûsîlerin bayramıdır. O gün, mecûsîlerin yanına gidip, onların yapdıklarını
yapmak küfrdür. O gün, bayram yapan müslimânın îmânı gider de haberi
olmaz). Noel günü ve gecesinde ve kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi
bayram yapanın da kâfir oldugu bu fetvâdan anlasılmakdadır.
(Tefsîr-i Mazherî)de, Mâide sûresinin kırkdördüncü âyetinin tefsîrinde buyuruyor
ki, (Hadîs-i serîfde, (Îsâ aleyhisselâmın yapdıgını yapmakda ben herkesden
ilerideyim. Peygamberler “aleyhimüsselâm”, babaları bir olan kardesler gibidirler.
Anaları ayrıdır. Dinleri birdir) buyuruldu. Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe “rahmetullahi
aleyh”, bu hadîs-i serîfe uyarak, önceki dinlerin, Muhammed “aleyhisselâm”
tarafından degisdirilmemis olan hükmleri ile amel etmemiz vâcibdir buyurdu.
Ya’nî, geçmis dinlerin hükmü oldugu, âyet-i kerîme veyâ hadîs-i serîf ile bildirilmis
ve nesh edildigi bildirilmemis olan hükmler ile amel edilir). Amel etmemiz lâzım
olan böyle hükmlerin hepsini, fıkh âlimlerimiz tesbît etmislerdir. Fıkh âlimlerinin
izn verdiklerinden baska olan ibâdetlerine uymamız câiz degildir. Çünki,
yehûdîlerin ve hıristiyanların simdi yapmakda oldukları ibâdetlerin ba’zısını, sonradan
kendileri uydurmuslardır. Bunlara uymamız, küfr veyâ harâm veyâ mekrûh
olur. Dogruyu, yanlısı, fıkh kitâblarından ögrenmeliyiz! Imâm-ı Sâfi’î “rahime-hullahü
teâlâ aleyh” ise, önceki dinlerin hiçbir hükmü, bizim için huccet olmaz buyurdu.
(Birgivî vasıyyetnâmesi) serhi, 115 ve 202. ci sahîfelerinde diyor ki, (Zünnâr denilen
papas kusagını baglamak ve putlara, heykellere, meselâ haç, salîb denilen,
Îsâ aleyhisselâmın asılmıs hâli dedikleri, birbirine dik kesisen iki çubuga tapınmak,
boynuna asarak ta’zîm etmek ve islâmiyyeti bildiren din kitâblarından birini tahkîr
etmek, islâm âlimlerinden birini istihzâ, alay etmek ve küfre sebeb olan bir söz
söylemek ve yazmak ve ta’zîm etmemiz emr olunan birseyi tahkîr ve tahkîr etmemiz
emr olunan birseyi ta’zîm etmek küfrdür. Bunları yapanın îmânı gider, kâfir
olur. Fekat, büyük bir günâh isliyen, bu isin fenâ oldugunu düsünür, yapdıgına pismân
olur, üzülür. Allahü teâlâdan utanırsa, îmânı gitmez, kâfir olmaz. I’tikâdı sahîh
olup, küfr alâmeti olmıyan büyük günâhı isliyen kâfir olmaz. Bu günâhına tevbe
eder, Allahü teâlâdan afv dilerse, afv olur. Tevbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ
dilerse, yine afv eder. Dilerse, günâhı kadar azâb edip, sonra Cennete kor. Fekat
îmânsız olarak ölen kâfir ve bid’at sâhibi, âhıretde hiç afv olunmıyacak, muhakkak
Cehennemde yanacakdır. Kâfir, Cehennemden hiç çıkarılmıyacak, bid’at
sâhibi, çıkarılacakdır).
Îmânı olmayan kimsenin sonsuz olarak Cehennem atesinde yanacagını Peygam-
– 770 –
ber efendimiz haber verdi. Bu haber elbette dogrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın
var olduguna, bir olduguna inanmak gibi lâzımdır. Sonsuz olarak atesde yanmak
ne demekdir? Herhangi bir insan, sonsuz olarak atesde yanmak felâketini düsünürse,
korkudan aklını kaçırması lâzım gelir. Bu korkunç felâketden kurtulmak
çâresini arar. Bunun çâresi ise, çok kolaydır. (Allahü teâlânın var ve bir olduguna
ve Muhammed aleyhisselâmın Onun son Peygamberi olduguna ve Onun haber
verdigi seylerin hepsinin dogru olduguna inanmak) insanı bu sonsuz felâketden kurtarmakdadır.
Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya inanmıyorum, bunun için böyle bir
felâketden korkmuyorum, bu felâketden kurtulmak çâresini aramıyorum derse,
buna deriz ki, (Inanmamak için elinde senedin, vesîkan var mı? Hangi ilm, hangi
fen inanmana mâni’ oluyor?) Elbet vesîka gösteremiyecekdir. Senedi, vesîkası olmayan
söze ilm, fen denir mi? Buna zan ve ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir
ihtimâli olsa da, (sonsuz olarak atesde yanmak) korkunç felâketinden sakınmak
lâzım olmaz mı? Az bir aklı olan kimse bile, böyle felâketden sakınmaz mı? Sonsuz
atesde yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini aramaz mı? Görülüyor ki, her
akl sâhibinin îmân etmesi lâzımdır. Îmân etmek için vergi vermek, mal ödemek,
yük tasımak, ibâdet zahmeti çekmek, zevkli tatlı seylerden kaçınmak gibi sıkıntılara
katlanmak lâzım degildir. Yalnız kalb ile, ihlâs ile, samîmî olarak inanmak kâfîdir.
Bu inancını inanmayanlara bildirmek de sart degildir. Imâm-ı Rabbânî “rahime-
hullahü teâlâ” yetmisüçüncü mektûbda buyuruyor ki, (Sonsuz atesde yanmaya
inanmayanın, buna çok az da bir ihtimâl vermesi, zannetmesi akl îcâbıdır).
Sonsuz olarak atesde yanmak ihtimâli karsısında, bunun yegâne ve kat’î çâresi olan
(ÎMÂN) ni’metinden kaçınmak, ahmaklık, hem de çok büyük saskınlık olmaz mı?]
73 — 88. ci MEKTÛB
Derin âlim, büyük Velî, Abdüllah-i Dehlevînin “rahmetullahi aleyh” (Mekâtib-i
serîfe) kitâbındaki seksensekizinci mektûbu onbir sahîfedir. Bu uzun mektûbun son
kısmının fârisîden tercemesi, asagıdadır:
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde öyle bilgiler vardır ki, bunlar te’vîl edilmeden
anlasılamaz. [Bir kelimenin, Allahü teâlâ ve Resûlullah tarafından, açık bildirilmemis
ma’nâlarından, islâmiyyete uygun olanı seçmege (Te’vîl) denir. Bunu
herkes yapamaz.] Evliyânın sözlerini de te’vîl etmek, meâlen bildirmek lâzımdır.
Te’vîl edilmezse, yanlıs anlasılır. Te’vîl edilince, Velîye iftirâ etmek tehlükesi olmaz.
Iftirâ etmek harâmdır. Evliyâ-yı kirâmın, sekr hâlinde [su’ûrsuz] iken veyâ
kavusdukları ni’metleri anlatırken, yâhud talebesini tesvîk için veyâ maksadını anlatacak
kelime bulamadıkları zemân, söyledikleri ba’zı kelimeleri te’vîle muhtâc
olur. Imâm-ı Rabbânînin de, böyle kelimeleri vardır. Abdülhak-ı Dehlevî “rahime-
hullah”, Abdülkâdir-i Geylânînin (Fütûh-ul-gayb) kitâbının fârisî serhinde buyuruyor
ki, (Âriflerin kalblerine ince ve anlasılmaz bilgiler geldigi zemân, bunları
anlatacak kelime bulamazlar. Böyle sözlerini isitince, (dogrusunu Allahü teâlâ
bilir) demeli, inkâra kalkısmamalıdır). Tesavvuf yolundan maksad, Ehl-i sünnet
âlimlerinin bildirdikleri dogru i’tikâda ve islâmın güzel ahlâkına ve fıkh kitâblarının
gösterdigi isleri yapmaga ve bid’atlerden sakınmaga ve Allah dostlarının kalblerine
gelen hâllere kavusmakdır. Elhamdülillah bizim yolumuzda, bu ni’metler hâsıl
olmakdadır. Allahü teâlâ bu yolun feyzlerini, bu fakîre de ve dogru yolu arayan
bütün müslimânlara da nasîb eylesin! Bâtına [kalbe] gelen ni’metlerin sonsuz
oldugu, bu zemân anlasılır.
Bir kimsenin maksadı bilinmeden, yalnız sözüne bakarak, ona kâfir denilemez.
Bir müslimânın, bir sözünün, yetmis ma’nâsı, küfrünü, bir ma’nâsı ise, îmânını gösterse,
o kimseye kâfir denilmez. Hadîs-i serîfde, (Küfrü açık bilinmiyen kimseye
kâfir diyen, kâfir olur) buyuruldu. Imâm-ı Rabbânî için, (Her zemân, Resûlullaha
tâbi’ olmak lâzımdır diyorsunuz. Hâlbuki, Resûlullahın riyâzetleri, mücâhede-
– 771 –
leri ve kâfirlerle cihâdları sizde hiç görülmiyor) diyenler var. Buna cevâb olarak
deriz ki:
Her müslimânın, farzlarda, vâciblerde ve müekked sünnetlerde, Resûlullaha tâbi’
olması lâzımdır. Âciz olmak, mücâhede ve gazâ yapamamak için özrdür. Hem
de, geceleri, mubârek ayakları sisinceye kadar teheccüd nemâzları kılması ve çok
açlık çekmesi ve muhârebelerde kahramanlıklar göstermesi, Onun hasâisinden idi.
Ya’nî yalnız Ona ihsan olunmusdur. Allahın arslanı, emîr-ül-mü’minîn Alî “radıyallahü
anh” buyuruyor ki, (Muhârebenin en siddetli zemânlarında, Resûlullahın
yanına sıgınırdık). Cihâd-i asgar olan muhârebeler için ve cihâd-ı ekber olan,
nefs ile mücâdele için, kuvvetli olmak sartdır. Imâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler de
âcizdir. Hadîs-i serîfde, (Kolay seyleri yapınız! Islerinizi güçlesdirmeyiniz! Gücünüz
yetdigi seyleri yapınız! Allahü teâlâ, kolay olanları yapmanızı istiyor) buyuruldu.
Allahü teâlâ, mihnetlere, mesakkatlara katlanmagı kolaylasdırmısdır. [Bunun
için, derdlere, belâlara katlanmagı istiyor. Sabr edenleri seviyor.] Imâm-ı
Rabbânî, (Resûlullahın her isine tâbi’ olmalıdır) demiyor. (I’tikâdda, fıkh kitâblarında
emr olunan islerde, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyede ve kalb ile yapılan zikrlerde
ve terakkîlerde tâbi’ olmalıdır) diyor. Siz de biliyorsunuz ki, bunlara tâbi’ olmıyan,
Velî olamaz. Imâm-ı Rabbânîye i’tirâz edenler, onun sözlerini anlıyamıyanlardır.
[Islâm âlimlerinin, kitâbımızdaki sözlerini anlıyamıyan câhiller de, dîni
dünyâ kazançlarına âlet eden yobazlar gibi ve ingiliz câsûslarına satılmıs olan
hâinler gibi, kitâblarımızı kötülüyorlar. Allahü teâlâ, yavrularımızı, bu düsmanlara
aldanmakdan muhâfaza buyursun! Âmîn.]
Resûlullaha tâm tâbi’ olunca, insan Onun gibi olur. Tesavvuf büyükleri, bu hâle
(Fenâ firresûl) demislerdir. (Fenâ-fisseyh) ve (Fenâ-fillah) demeleri de böyledir.
Bu sözleri de, insanın sıfatları, mürsidin ve Allahü teâlânın kemâl sıfatları gibi
olurlar demekdir. Câhiller, bu sözlerin ma’nâlarını anlamadıkları için, kendilerini
ve her mahlûku, Allahü teâlâ ile birlesir sanıyor. Hâlbuki, ser’ı serîf ve
Kur’ân-ı mecîd, (Allah baskadır. Mahlûklar baskadır) diyor. Evliyânın sekr hâlindeki,
su’ûrsuz sözleri, bu hakîkati degisdiremez. Resûlullaha tam tâbi’ olanda, Allahü
teâlânın kemâl sıfatlarından bir zerrenin zuhûrunu Allahü teâlâ ile birlesmek
zan etmislerdir. Büyüklerimiz, Muhammed aleyhisselâm gibi olmaga, Onunla ittihâd
etmek, birlesmek dedi. Mahlûk, Allahü teâlâ gibi olamaz ki, Allah ile birlesmek
denilsin. Mahlûk, mahlûk ile ittihâd etdi denilebilir. Mahlûk, hâlık ile birlesdi
denilemez. Evliyânın sözleri misk gibidir. Güzel ma’nâ saçarlar. Yanlıs ma’nâlar
vermek, miski çalı, çöp ile örtmek gibidir. Çalı yıgını, miskin güzel kokusunu
örtemez.
(Eskiden, tesavvufcular, fakîrligi zenginlige tercîh ederlerdi. Imâm-ı Rabbânî
ise, zenginligi ve malı, mülkü tercîh ediyor) demek de, çirkin iftirâdır. (Mektûbât)ın
çok yerinde, (Fakîrlerin kapı önlerinde oturmaları, zenginlerin, süsler, zînetler içinde
oturmalarından iyidir) yazılıdır. (Buradaki fakîrlerin, muayyen, devâmlı gelirleri
yok ise de, Allahü teâlânın ezelde taksîm etdigi rızka güvenerek, râhat ve neselidirler)
buyurmakdadır. Zarûrî ihtiyâclarını karsılamak ve fakîrlere yardım
etmek için, çalısıp, halâl kazanmak iyidir. Süleymân aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan,
emîr-ül-mü’minîn Osmân ve Abdürrahmân bin Avf ve digerleri, Resûlullahdan
sonra, mâl ve mülk sâhibi oldular. Bu servetleri, sahâbîlik derecelerinin azalmasına
sebeb olmadı. Sabr eden fakîr ile sükr eden zenginden hangisinin dahâ üstün
oldugunda, Ehl-i sünnet âlimleri ihtilâf etdi. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” fakîrligin sıkıntısına katlanabildigi için, fakîrligi istedi. Hadîs-i serîfde, (Geceleri,
Rabbimin ziyâfetindeyim. Beni doyuruyor ve içiriyor) buyurdu. Fakîrlik,
ibâdet yapmagı güclesdirirse, ibâdete kuvvet veren zenginlik efdal olur. Böyle, sükr
eden zenginlere dil uzatmak, Hadîd sûresinin yirmibirinci âyetinden gâfil olmagı
gösterir. Bu âyet-i kerîme, meâlen, (Allahü teâlâ, bu üstünlügü diledigine ihsân
– 772 –
eder)dir. [Bu âyet-i kerîme ve hadîs-i serîf, kâfirlere, fâsıklara muhtâc olmamak
için ve müslimânlara hizmet etmek için ve islâm ilmlerini yaymak için ve bunları
yapanlara yardım etmek için lâzım olan parayı, mâlı kazanmanın çok sevâb oldugunu
gösteriyor.]
Yukardaki satırları yazan, Gulâm-ı Alî Abdüllah-i Dehlevî “rahmetullahi
aleyh”, kâdiriyye ve çestiyye âlimlerinden çok istifâde etdim ve Naksibendî Müceddidî
büyüklerinden feyz aldım. Allahü teâlâ, bu büyükler hurmetine, bu fakîrin
yazılarına te’sîr ihsân eylesin! Okuyanlardan ve tâbi’ olanlardan râzı olsun ve
cümlemize hüsn-i hâtime nasîb eylesin! Âmîn.
Çün ask denizi dalgalandı,
ol dürr-i yetîm, zâhir oldu.
Sânında buyurdu, Hâlıkı pâk,
(levlâke levlâk lemâ halaktül eflâk).
Mahmûdu Muhammedü mübeccel,
mahbûb-i Hudâ, nebiyyi mürsel.
Dogdukda, o semsin ziyâsı,
doldurdu bütün kâinatı.
Gördü Onu, basîr olanlar,
görmiyor, yalnız, kör olanlar.
O gonca, Mekkede açıldı,
kokusu dünyâya saçıldı.
Zerredir, O günesden el’ân,
âlemdeki ilm ile irfân.
Bugün dolduran, rûy-ı zemîni,
ilmler, O gülün bir filizi,
Ol günesin olmasa berkı,
kim parlatırdı sark-ı garbı?
Olmasa, Endülüs okulu açık,
kim Avrupaya tutardı ısık?
Ilm merkezi Semerkand, Bagdâd,
etdi, yer yüzün cehlden âzâd.
Böylece, kapladı her yeri,
hızla envâr-ı Muhammedî.
Insâf et, ey inadcı insâf,
meydânda degil mi, ilm-i eslâf?
Kim eyledi Mustafâ gibi,
tevhîd-i Cenâbı ezelî?
Verdi mi, öyle dersi irfân,
Hitit ve Âsûr, Roma, Yunân?
Ölçülse, Tevrât, Zebûr, Incîl,
üstün elbet, Kitâb-ı tenzîl.
Bir mu’cizedir, nûr-i Kur’ân,
degismez hiç, durdukca cihân.
Kıyâmete dek, olur mer’i,
sübhe edene, (Fe’tû) emri.
Yehûd, mason, komünist simdi,
Kur’âna, hep, hücûma geçdi.
Her asrda böyle çatdı a’dâ,
biri zafer bulmadı aslâ.
– 773 –
Çünki, onu Cenâb-ı Bârî,
degisikliklerden kıldı ârî.
Ser’ ile yaydı, o Nebî,
Yer yüzüne ilmi, edebi.
Kim giderse onun izinde,
iyilik bulur her isinde.
Her kim ki, bu yola özenir,
güzel sıfatlarla bezenir.
Ümmîdir, egerçi, o Nebî,
ilm ile doldurdu heryeri.
Ümmî ki, sözlerinde parlar,
her mahlûka âid haklar.
Ümmî idi, hocası yokdu,
fenne uygun âyet okudu.
Seçilmis, sevgili iken o,
dâim begenirdi yoklugu.
Emrine geçmisken memâlik,
üç gömlege degildi mâlik.
Askeri olurken muzaffer,
açlıgı sever idi ekser.
Çok mal bulunmazdı evinde,
fevtinde, görüldü, zırhı rehinde.
Vârını fakîre verirdi,
yoksul olunca, sevinirdi.
Ekser zemân gördügü seyler,
yanında, dünyâ neye deger?
Ihsânları, herkese çokdu,
birsey yok demek, onda yokdu.
Ba’zan, o kadar çok verirdi,
düsmânları hep, egilirdi.
Sefkati boldu, her leîme,
müsfik babaydı, her yetîme.
Her isinde vardı, çok hikmet,
hiç etmedi kimseye minnet.
Hastayı ziyâret ederdi,
derdliyi sifâyâb ederdi.
Teheccüdü hiç bırakmazdı,
Allah korkusundan yatmazdı.
Tutardı herkesi, Peygamber,
hep kendi nefsîle berâber.
Iftihâr ederdi, kullukla,
huylu idi, ilâhi hulkla.
Bir mektebe oldu, müdâvim,
Allahdı, zâtına muallim.
Anlatmak için Rahmân, anı,
Kur’ânda hos etdi beyânı.
Hasra dek, Sâh-ı enbiyâya,
olsun salevât, bî nihâye!
Olsun Âline, Eshâbına,
salât, selâmı âcizâne!
– 774 –