03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL...59 — MU’CIZE, KERÂMET, FIRÂSET VE SIHR

59 — MU’CIZE, KERÂMET, FIRÂSET VE SIHR
Seyyid Abdülhakîm bin Mustafâ “rahmetullahi aleyh” bir mektûbunda buyuruyor
ki:
Vâridât-i ilâhiyyenin hepsi, âdet-i ilâhiyye içinde hâsıl olmakdadır. Ya’nî, Allahü
teâlâ, herseyi bir sebeb altında yaratmakdadır. Bu sebeblere, is yapabilecek
te’sîr, kuvvet vermisdir. Bu kuvvetlere, tabî’at kuvvetleri, fizik, kimyâ ve biyoloji
kanûnları diyoruz. Bir is yapmamız, birseyi elde etmemiz için, bu isin sebeblerine
yapısmamız lâzımdır. Meselâ, bugday hâsıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek,
ekini biçmek lâzımdır. Insanların bütün hareketleri, isleri, Allahü teâlânın bu
âdeti içinde meydâna gelmekdedir. Allahü teâlâ, sevdigi insanlara, iyilik, ikrâm olmak
için ve azılı düsmanlarını aldatmak için, bunlara, (Hârik-ul’âde) olarak,
ya’nî âdetini bozarak, sebebsiz seyler yaratıyor. [Her insanda nefs vardır. Nefs, Allahın
düsmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. Islâmiyyete uymak istemez. Islâmiyyete
uyanların nefsleri temizlenir, düsmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yasıyan
kâfirlerin nefsleri ise za’îfler. Kötülük yapamaz. Bunun için, Evliyâda ve papaslarda
Hârikul’âde isler hâsıl olur.]
1 — Peygamberlerden “aleyhimüsselâm”, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiyye
dısında ve kudret-i ilâhiyye içinde seyler meydâna gelir. Buna (Mu’cize) denir.
Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mu’cize göstermesi
lâzımdır.
2 — Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ümmetlerinin Evliyâsında, nefslerinin
kötülükleri kalmadıgı için âdet dısı meydâna gelen seylere, (Kerâmet) denir. Ibni
Âbidîn, Mürtedleri anlatırken diyor ki, [(Mu’tezile) ve (Vehhâbî)ler, kerâmete
inanmadı. Imâm-ül-haremeyn ve Imâm-ı Ömer Nesefî ve birçok âlimler “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, kerâmetin câiz oldugunu isbât etmislerdir.]
Evliyânın kerâmet göstermesi lâzım degildir. Bunlar, kerâmet göstermek istemez.
Allahü teâlâdan utanırlar.
– 747 –
3 — Ümmet arasında, Velî olmıyanlardan meydâna gelen âdet dısı seylere, (Firâset)
denir.
4 — Fâsıklardan, günâhı çok olanlardan zuhûr ederse (Istidrâc) denir ki, derece
derece, kıymetini indirmek demekdir.
5 — Kâfirlerden zuhûr edenlere ise (Sihr), ya’nî büyü denir.
60 — ÜÇÜNCÜ CILD, 86. cı MEKTÛB
Bu mektûb, Dervîs Habîb Hâdim için yazılmısdır. Hârikaların, kerâmetlerin çok
veyâ az olmasının sebebi bildirilmekdedir:
Mubâhların fudûlüne, ya’nî fazlasına dalmak, kerâmetin azalmasına sebeb
olur. Hele, sübhelilere ulasır ve Allah korusun, oradan da, harâmlara yaklasırsa,
kerâmet ve hârikalar yok olur. Mubâhlar az islendikce ve zarûret mikdârı olunca,
kerâmet ve hârikaların hâsıl olması artar. Hârikaların görünmesi, Peygamberlikde
lâzımdır. Evliyâlıkda sart degildir. Çünki, Peygamberligi herkese bildirmek lâzımdır.
Evliyâlıgı bildirmek vâcib degildir. Hattâ, Evliyâlıgı örtmek, gizlemek
iyidir. Çünki Peygamberlik, insanları Allahü teâlâya çagırmakdır. Evliyâlık ise, Allahü
teâlâya yaklasmakdır. Insanları çagırmak için ortaya çıkmak lâzım oldugunu
herkes bilir. Yaklasmak ise, gizli olur. Bir Velîde çok kerâmet görülmesi, onun, az
kerâmeti görülen Velîlerden dahâ üstün oldugunu göstermez. Hiç kerâmeti görülmiyen
Velî, hârikalar gösteren Evliyâdan dahâ yüksek olabilir. Evliyânın büyüklerinden
(Avârif) kitâbının sâhibi, [Sihâbüddîn-i Sühreverdî “rahmetullahi teâlâ
aleyh” hazretleri], bunu uzun yazmısdır. Peygamberlerin hârikalar göstermeleri sart
oldugu hâlde, az veyâ çok göstermeleri, dahâ üstün olup olmamalarını bildirmeyince,
Evliyâlıkda, sart olmadıgı hâlde, dahâ üstün olmagı nasıl bildirir? Öyle sanıyorum
ki, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” riyâzetler ve mücâhedeler
yapmaları ve mubâhları bile çok az kullanmaları, hârikalar göstermek içindi.
Çünki, hârikalar göstermeleri vâcibdir ve Peygamberlikde sartdır. Yoksa, Allahü
teâlâya yakın derecelere yükselmek için degildi. Çünki Peygamberler “aleyhimüssalevâtü
vettehıyyât”, (Ictibâ) yoluna seçilmis, sevilmis önderlerdir. Allahü
teâlâ, onları muhabbet çengeline takarak kendisine çekmisdir. Yorulmadan, yakınlık
derecelerine ulasdırılırlar. Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulasmak için,
riyâzetler, mücâhedeler çekmek, ugrasmak, (Inâbet), (Irâdet) yolunda olur. Bu yol,
(Tâlibler) yoludur. Peygamberlerin götürüldügü ictibâ yolu ise, (Murâdlar) yoludur.
Birinci yolda, sıkıntı çekerek yürürler. Murâdları nazlı nazlı, oksıyarak götürürler.
Hiç sıkıntı çekdirmeden, yakınlık derecelerine ulasdırırlar.
Inâbet ve irâdet yolunda, riyâzetlere ve mücâhedelere katlanmak lâzımdır. Ictibâ
yolunda, bunlar sart degildir. Bununla berâber, fâideli olurlar. Bir kimseyi, oksıyarak,
hizmetinde bulunarak götürürlerken, bu da çabalayıp, götürülmesini kolaylasdırırsa,
dahâ çabuk ulasır ve dahâ yükseklere gider. Kendi de ugrasmazsa,
ilerlemesi böyle kolay ve çabuk olmaz. Evet, Allahü teâlâ, diledigini öyle çeker,
öyle yükseltir ki, hepsinden çabuk götürür. Sözün kısası, ictibâ yolunda, ugrasmak,
sıkıntılar çekmek, ulasmak için sart olmadıgı gibi, çabuk ve dahâ yükseklere kavusmak
için de sart degildir. Fekat, ba’zan bunların fâideleri olur. Riyâzet ve mücâhede
demek, mubâhları zarûret mikdârı kullanmak [nefsin asırı isteklerini yapmamak]
demek olup, bunlar ictibâ yolunda olanlara, baska fâideler saglar. (Cihâd-ı ekber)
ve kalbin dünyâ pisliklerinden temizlenmesi, bu fâidelerdendir.
Insanın muhtâc oldugu seyleri zarûret mikdârı kullanmak ve bunları elde etmek
için çalısmak, dünyâya gönül baglamak olmaz. (Fudûl), ya’nî ihtiyacdan fazla ve
fâidesiz seyler, dünyâdır. [Bunların da, Allahü teâlânın rızâsına uygun olarak elde
edilmeleri ve sarf edilmeleri dünyâ olmaz.] Riyâzet çekmenin ve mubâhları zarûret
mikdârı kullanmanın, büyük bir fâidesi de, Kıyâmet günü hesâbın kısa ve ko-
– 748 –
lay olmasıdır. Âhıretdeki derecelerin yükselmesine de sebeb olur. Dünyâda ne kadar
sıkıntı çekilirse, âhıretde o kadar çok râhatlık olacakdır. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât”, bu bakımdan da, riyâzât ve mücâhedât çekmislerdir.
Bütün bunlardan anlasılıyor ki, riyâzet çekmek ve mubâhları zarûret oldugu kadar
kazanıp kullanmak, ictibâ yolunda sart olmamakla berâber, bunlar iyi ve fâideli
seylerdir. Fâidelerinin çoklugu düsünülünce zarûrî ve lâzım da diyebiliriz. Yâ
Rabbî! Bizlere acı! Islerimizin dogru ve fâideli olmasını nasîb eyle! Dogru yolda
olanlara selâm olsun!
61 — IKINCI CILD, 92. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Seyyid mîr Muhammed Nu’mâna “kuddise sirruh” yazılmıs olup,
Evliyâlık, Allahü teâlâya yakınlık demekdir. Velî olmak için hârikalar ve kerâmetler
sart olmadıgı bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun begendigi insanlara selâmlar olsun! Kardesim,
çok sevdigim, Seyyid, mîr Muhammed Nu’mânın âfiyetde olmasına düâ ederim.
Vilâyetin [ya’nî Evliyâlıgın] hâsıl olması için, hârikaların, kerâmetlerin meydâna
gelmesi lâzım degildir. Din âlimlerinin hârikalar göstermesi lâzım olmadıgı
gibi, Evliyânın da, hârikalar göstermesi sart degildir. Çünki vilâyet [ya’nî Velî olmak],
kurb-i ilâhî [ya’nî Allahü teâlâya yakın olmak] demekdir. Allahü teâlâ, bu
kurbu [ya’nî yakın olmagı] ise, Fenâdan sonra, [ya’nî Allahü teâlâdan baska, herseyi
unutdukdan sonra], Evliyâsına ihsân eder. Bir kimseye, bu kurb ihsân edilip
de bu dünyâdaki, bilinmiyen seyler haber verilmiyebilir. Bir baskasına, hem bu verilir,
hem de gaybler bildirilir. Bir üçüncü kimseye ise, kurbdan birsey verilmeyip,
gaybler bildirilir. Üçüncü kimse, istidrâc sâhibidir. Nefsi cilâlandıgı için, bilinmiyen
seyler, kendisine kesf edilmekde, böylece, dalâlet uçurumuna düsürülmekdedir.
Sûre-i Mücâdele, onsekizinci [18] âyet-i kerîmesinin: (Onlar iyi bir is yapdıklarını
sanıyor. Biliniz ki, çok yalancıdırlar. Seytân onları aldatmıs, yoldan çıkarmısdır.
Allahü teâlâyı o kadar unutdurmus ki, ne dillerine, ne de gönüllerine getirmezler.
Seytânın askeri, usakları olmuslardır. Biliniz ki, seytânın gürûhü olan bunlar,
bitmez tükenmez ni’metleri elden kaçırdı. Sonsuz azâblara yakalandı) meâli, böyle
kimselerin hâlini bildirmekdedir. Kurb devleti ile sereflenmis olan birinci ve ikinci
sahslar Evliyâdır. Gaybdan haber vermek, bunların vilâyetini artdırmaz ve
azaltmaz. Ikisi arasındaki fark, kurb derecelerine göredir. Kendine gaybdan birsey
gösterilmiyen Velî, kendine ihsân edilen kurbun üstünlügü dolayısı ile, dahâ
ileride ve dahâ üstün olur. (Avârif-ül-me’ârif) kitâbının sâhibi Sihâbüddîn Ömer
Sühreverdî “kuddise sirruh”, Evliyânın büyüklerindendir. Velîlerin hepsi, kendisini
sevmekdedir. Kitâbında kerâmetleri, hârikaları anlatdıkdan sonra, buyuruyor
ki: (Evliyâdan, yüksek mertebede bulunan birine, hiçbir kerâmet ve hârika verilmiyebilir.
Çünki, kerâmetler, yakîni [inanmayı] artdırmak için verilir. Yakîn ihsân
edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerâmetler, Zât-i
ilâhîyi hâtırlamak ile kalbin zînetlenmesinden asagıda kalır). Sôfiyye-i aliyyenin
büyüklerinden, seyh-ül-islâm, Hâce Abdüllah-i Ensârî “rahmetullahi aleyh”, (Menâzilüssâyirîn)
kitâbında buyuruyor ki: (Firâset iki dürlüdür: Birincisi, ma’rifet sâhiblerinin
firâseti olup, talebenin isti’dâdını kesf etmek, Allahü teâlânın Evliyâsını
tanımakdır. Ikincisi, riyâzet çeken, açlıkla nefslerini parlatanların firâseti
olup, mahlûklara âid gizli seyleri bilmekdir. Insanların çogu, Allahü teâlâyı hâtırlamayıp
gece gündüz dünyâyı düsündügünden, dünyâ islerinden, ele geçirmek istedikleri
seylerden haber verenleri arıyor. Bunları büyük biliyor. Hattâ, bunları Evliyâ,
Allahü teâlâya yakın sanıyorlar. Evliyânın me’ârifine, dogru, ince bilgilerine,
dönüp de bakmıyorlar. Belki, bunlara dil uzatıp, bunlar Allahın sevgili kulu olsaydı,
gayb olan seylerimizi, gizli düsüncelerimizi bilirlerdi. Bizim hâlimizden haberi
olmıyan bir kimse, mahlûkların üstündeki ince bilgileri hiç anlıyamaz diyerek,
– 749 –
Evliyânın firâsetine, Zât-ı ilâhiye ve sıfatlarına olan bilgilerine inanmıyorlar.
Böyle yanlıs ölçüleri sebebi ile, o büyüklerin dogru ilm ve me’ârifinden mahrûm
kalıyorlar. Bilmiyorlar ki, Allahü teâlâ, o büyükleri, câhillerin gözünden saklamıs,
kendine mahsûs kılmısdır. Evliyâsını dünyâ isleri ile mesgûl etmeyip, kendisi ile
mesgûl etmisdir. Evliyâ, insanların hâllerine, islerine baglansalardı, Allahü teâlânın
huzûruna lâyık olmazlardı). Abdüllah-i Ensârî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, buna
benzer dahâ nice seyler yazmısdır.
Üstâdım hâce Muhammed Bâkî-billahdan “kuddise sirruh” isitdim. Buyurdu ki,
seyh Muhyiddîn-i Arabî “rahmetullahi aleyh” yazıyor ki, (Kerâmet ve hârikaları
çok görülen Evliyâ, son nefeslerinde, bunları gösterdiklerine pismân olmusdur.
Keski hiç kerâmetimiz görülmeseydi demislerdir). Evliyânın üstünlügü, hârikaların
görülmesi ile ölçülseydi, bunların görünmesine pismân olmak yersiz olurdu.
Süâl: Vilâyetde, hârika görünmesi sart olmayınca, hakîkî Velî ile, yalancı seyhler
birbirinden nasıl ayrılır?
Cevâb: Bu dünyâda Evliyânın belli olması lâzım degildir. Dogru ile yalancının
karısması lâzımdır. Bu dünyâda hak ile bâtılın, dogru ile yanlısın karısması lâzımdır.
Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de sart degildir. Kendi vilâyetini bilmiyen Evliyâ
çok idi. Bunları, baskaları nasıl tanıyabilir? Tanımalarına lüzûm da yokdur.
Evet, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece,
Nebî, Nebî olmıyandan ayrılır. Çünki, Nebînin Peygamberligini tanımak herkese
lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi Peygamberinin dînine çagırdıgı için, Peygamberinin
mu’cizeleri kendilerine yetisir. Evliyâ, eger islâmiyyetden baska birseye çagırmıs
olsaydı, o zemân, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. Islâmiyyete çagırdıgı
için, hârika göstermesi hiç lâzım degildir. Din âlimleri, herkesi, kitâblarda
yazılan emrleri yapmaga çagırıyor. Evliyâ, hem buna çagırıyor, hem de islâmiyyetin
bâtınına da’vet ediyor. Önce, islâmiyyete çagırıyor, sonra, Allahü teâlânın ismini
zikr etmegi gösteriyor. Her zemân, aralıksız olarak, zikr-i ilâhî ile olmagı ehemmiyyetle
istiyorlar. Böylece, vücûdü muhabbet kaplayıp, kalbde Allahü teâlâdan
baska birsey bulundurulmaz. Hersey öyle unutulur ki, insan kendini ne kadar zorlasa,
Allahü teâlâdan baska birsey hâtırlıyamaz. Bu iki dürlü da’vet için Evliyânın
hârikalar göstermesine niçin lüzûm olsun? Irsâd etmek, bu iki da’veti yapmak demekdir.
Hârikanın, kerâmetin burada hiç yeri yokdur. Sunu da söyliyelim ki, uyanık
bir talebe, tesavvuf yolunda ilerlerken, üstâdının nice hârikalarını, kerâmetlerini
his eder. O bilinmez yolda, her ân, onun mededine bas vurup, hep yardımına
kavusur. Evet, baskaları için hârikalar göstermesi lâzım degildir. Fekat, talebesine
her ân kerâmet göstermekde, hârikalar, üst üste gelmekdedir. Talebesi, üstâdının
hârikalarını his etmez olur mu ki, ölü olan kalbine hayât vermekdedir. Onu,
müsâhedelere, kesflere kavusdurmakdadır. Câhiller, ölüyü diriltip, mezârdan çıkarmagı,
büyük kerâmet sanır. Büyükler ise, ölü kalbleri diriltmege, hasta rûhları
tedâvî etmege ehemmiyyet verir. Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden, hâce Muhammed
Pârisâ: (Insanların çogu ölüleri dirilteni büyük bildiginden, Allahü teâlâya
yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip, ölü rûhları diriltmisler, talebenin ölü kalblerini
diriltmege çalısmıslardır. Dogrusu da, kalbleri, rûhları diriltmek yanında, ölüleri
diriltmenin hiç kıymeti yokdur. Hattâ abes, ya’nî fâidesiz seyle vakt gayb etmek
olur. Çünki, ölüyü diriltmek ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin diriltilmesi
ise, sonsuz hayâta kavusdurur. Zâten, Allahü teâlâya yakın olanların vücûdleri
kerâmetdir. Insanları Allahü teâlâya da’vet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden
bir rahmetdir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyügüdür. Insanların
selâmeti, onların varlıgı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü teâlâ,
onlar ile rahmet yagdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların sözleri
devâdır. Acıyarak bir bakısları sifâdır. Onlar, celîs-i ilâhîdir. Allahü teâlânın lutfları,
ihsânları, onların bulundugu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kö-
– 750 –
tü olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz) buyuruyor.
O büyükleri, yalancılardan ayıran farkların en açıgı, her sözlerinin, hareketlerinin
islâmiyyete uygun olması, yanlarında bulunanların kalblerinde, Allahü teâlânın
korkusu ve sevgisi hâsıl olmasıdır ve baska seylerden sogumalarıdır. Evliyâ ile
münâsebeti olanlarda, bu alâmetler hâsıl olur. Münâsebetleri olmıyanlar, zâten herseyden
mahrûmdur. Fârisî beyt tercemesi:
Iyilige elverisli olmıyan kimse,
fâidelenemez, Peygamberi de görse.
[(Resehât)da, Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyuruyor
ki: ((Himmet etmek), Allahü teâlânın ismleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde
yalnız bir isin yapılmasını bulundurması demekdir. Bu seye teveccüh eder.
Kalbine bundan baska hiçbir sey getirmez. Yalnız, o isin yapılmasını ister. Allahü
teâlâ da o isi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet etdikleri
seylerin de hâsıl oldukları görülmüsdür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân
etmisdir. Fekat, bu makâmda edeb lâzımdır. Edeb de, bendenin kendisini Hak teâlânın
irâdesine tâbi’ etmesidir. Hakkı kendi irâdesine tâbi’ etmemekdir. Hak teâlânın
fermânına muntazır olmakdır. Irâdesi te’alluk edip fermân buyurunca,
himmet etmekdir). Übeydüllah-i Ahrârın oglu hâce Muhammed Yahyâ buyurdu
ki: (Tesarruf sâhibleri üç nev’dir: Bir kısmı, Allahü teâlânın izni ile, her istedikleri
zemânda, diledikleri kimselerin kalbinde tesarruf ederek, onu fenâ makâmına
erisdirirler. Ba’zısı, Allahü teâlânın emri olmadan tesarruf etmez. Emr olunan
kimseye teveccüh ederler. Bir kısmı ise, kendilerine bir sıfat, bir hâl geldigi zemân
kalblere tesarruf ederler)].
Kıymetli mektûbunuzda, zemânımız pâdisâhının islâmiyyete ehemmiyyet verdigini,
adâleti, Allahü teâlânın emrlerini yerine getirdigini yazıyorsunuz. Bunları
okuyunca, pek fazla sevindik. Allahü teâlâ, memleketleri, devlet reîslerinin
adâlet ısıgı ile nûrlandırdıgı gibi, islâm dînini de, onların himâye ve yardımları ile
kuvvetlendirir. Sevgili kardesim! (Islâmiyyet, kılıncın himâyesi altında) buyuruldu.
Ya’nî, islâm dîninin yayılması, yapılması, devlet reîslerinin yardım ve himâyesine
baglıdır. [Devlet kuvvetli oldukca, herkes malından, canından emîn olur.
Ibâdetlerini râhatlıkla, huzûr içinde yapar. Avrupa, Amerika gibi kâfir memleketlerinde
insan haklarına mâlik olan, dînî vazîfelerini serbestce yapan müslimânların
da, kendilerine hürriyyet veren devlete, kanûnlara karsı gelmemeleri, fitneye,
anarsiye sebeb olmamaları, vergilerini, borçlarını zemânında ödemeleri, devlete
yardımcı olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri böyle olmamızı emr etmekdedirler.]
Ne yazık ki, Hindistânda, devletin müslimânları himâye etmesi, çok zemândan
beri gevsemis idi. Müslimânlık da za’îflemisdi. Hind kâfirleri, sıkılmadan, câmi’leri
harâb etmis, buraları, kendi tapınma ve oyun yerleri hâline çevirmisdi. Mubârek
insanların mezârlarını yıkıp, yerlerini park yapmıslardı. Kâfirler, her günâhı,
kâfirlik alâmetini açıkça isliyor, müslimânlar, Allahü teâlânın emrlerini yerine
getirebilmek için, zorluklarla karsılasıyordu. Hind kâfirlerinin bayramlarında,
yimeleri, içmeleri yasak oldugundan, müslimân sehrlerinde, fırınların, asçıların ekmek,
yemek satmasına mâni’ oluyorlardı. Mubârek Ramezân ayında, umûmî yerlerde,
oruclular karsısında, çılgınca yiyip içiyorlardı. Müslimânlar, birsey söyliyemiyordu.
Yazıklar olsun ki, devlet adamları bizden oldugu hâlde, böyle za’îf ve zevallı
hâle düsmüsdük. Idârecilerin kıymet verdikleri zemânlarda, islâmiyyet parlamıs,
âlimlerin yüksekleri, Sôfiyyenin büyükleri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”,
herkesden sevgi ve saygı görmüsdü. Devletden aldıkları kuvvet ile, islâmiyyetin
yayılmasına çalısmıslardı. Isitdigime göre, sâhibkran emîr Tîmûr “aleyhirrahme”,
Buhârâ caddesinden geçerken, uzakda, birçok kimsenin halı silkdiklerini
görüp, merâkla sormus. Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî “kuddise sir-
– 751 –
ruh” hânekâhı halıları oldugunu anlayınca, islâmiyyete olan sevgi ve saygısının çoklugundan,
oraya yaklasıp, halıların tozları içinde durmus, misk ve anber sürünür
gibi, hânekâhın tozlarını yüzüne gözüne sürerek, Allah yolunda olanların feyz ve
bereketleri ile sereflenmek istemisdir. Allahü teâlâya yakın olanlara karsı gösterdigi
sevgi ve saygı sâyesinde, îmânla gitdigi umulur. Isitdigimize göre, Tîmûrun ölüm
haberi duyulunca, o zemânda bulunan Evliyâdan birisi “kuddise sirruh”, (Tîmûr
öldü. Îmânı da birlikde götürdü) buyurmusdur.
Cum’a günleri, hatîb efendiler, hutbe okurken, sultânların ismlerini, en asagı basamaga
inerek okuyorlar. Bunun sebebi, sultânlar kendilerinin, Server-i âlemden
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve dört halîfesinden asagı olduklarını göstermek
içindir. Kendi ismlerinin, o büyüklerin ismleri ile birlikde okunmasını uygun görmedikleri
için böyle okutuyorlar.
Secde, alnı yere koymakdır ki, küçüklügü ve asagılıgı göstermekdir. Tevâzu’ ve
saygının son derecesidir. Bunun için secde, ancak Allahü teâlâya ibâdet için yapılır.
Ondan baskasına secde etmek câiz degildir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi
ve sellem” birgün, bir yere gidiyordu. Bir köylü rast gelip, mu’cize gösterirsen
îmân ederim dedi. Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Karsıki
agaca git, de ki, Allahın Peygamberi seni çagırıyor!). Köylü, böyle söyleyince,
agaç yerinden ayrılıp Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” önüne geldi. Köylü
bu hâli görünce, hemen müslimân oldu. (Yâ Resûlallah! Izn verirsen, sana secde
edecegim) dedi. (Allahü teâlâdan baska, hiçbirseye secde edilmez. Baskasına
secde etmek câiz olsaydı, kadınların, erkeklerine secde etmelerini emr ederdim)
buyurdu. Fıkh âlimlerinden ba’zısı, sultânlara, selâm niyyeti ile, secde etmege
izn vermis ise de, sultânların bu isde, Allahü teâlâya karsı edebi gözetmeleri, Allahü
teâlâdan baskasına secdeye izn vermemeleri lâyık olur. Allahü teâlâ, onları
herseye âmir ve hâkim yapmıs, herkesi bunlara muhtâc kılmıs. Bu büyük ni’mete
sükr olarak, aczin, küçüklügün son sekli olan secdeyi, Allahü teâlâya mahsûs
edip, Ona serîk olmamalıdırlar. Ba’zı âlimler izn vermis ise de, kendileri, güzel tevâzu’ları
sebebi ile, buna izn vermemelidir. Ihsân edenlerin karsılıgı, ancak ihsân
olur. Görüsdügümüz zemân, dahâ çok anlatırım. Dogru yolda bulunanlara, Muhammed
Mustafânın “sallallahü aleyhi ve sellem” izinde yürüyenlere selâmlar olsun!
Evliyânın efdali, Sıddîk-ı ekber, ba’dehu Fârûk,
ve Zinnûreynden sonra, Alîdir ol Velîyullah.
Kalan Eshâbı hem ki, cümlesinin zikri hayrolsun,
cemî’i Âl-ü Eshâb-ı kirâmı severim fillah.
Asere-i mübessere ve Fâtıma, Hasen ve Hüseyn,
bu ümmetden bunlara Cennet ile neshedü billah.
Ve gayri kimseye aynîle Cennetlik denilmez ki,
o gaybe hükm olur, gaybi ne bilsin kimse gayrillah.
Ve Eshâb-ı kirâmın cümlesinden sonra ümmetden,
cemî’i Tâbi’în olmusdur, efdalü Evliyâillah.
– 752 –
62 — IKINCI CILD, 8. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Hân-ı hânân Abdürrahîme “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmısdır.
Havâssın, ya’nî seçilmislerin ve câhillerin ve bu ikisi arasında olan tesavvufcuların
gaybdan îmânları arasındaki farkı bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun! Fârisî
mısra tercemesi:
Her ne olursa olsun, dostdan konusmak dahâ tatlı!
Bekara sûresinin yüzseksenaltıncı âyetinde meâlen, (Kullarım senden beni soruyorlar.
Ben onlara çok yakınım!) ve Mücâdele sûresinin yedinci âyetinde meâlen,
(Üç adam gizli konusunca, Allah onların dördüncüsü olur. Bes kisi gizli konusunca,
Allah onların altıncısı olur. Dahâ az veyâ dahâ çok kimseler olunca da, hernerede
olursa olsunlar, Allah onlarla berâberdir) buyuruldu. Allahü teâlânın yakın
olması ve birlikde olması, kendisi gibi (Bî-çûn)dur. Ya’nî, bizim bildigimiz ve
anladıgımız gibi degildir. Nasıl oldukları anlasılamaz. His organlarının ve aklın yardımı
ile anlayabilen insanlar, his edilmiyen ve akl ile düsünülemiyen seyleri anlıyamaz.
Yakın ve berâber denilince, aklımıza, düsüncemize ve anlayısımıza gelen
ve Evliyânın kesf ve sühûd ile anladıkları herseyden, Allahü teâlâ uzakdır. Bunlara
hiç benzemez. Allahü teâlâyı böyle düsünmek, yetmisiki fırka içinde bulunan
(Mücessime) denilen bozuk, sapık yola kaymaga sebeb olur. Allahü teâlânın bize
yakın olduguna ve bizimle berâber olduguna îmân ederiz. Fekat, bu yakınlıgın
ve bu berâberligin nasıl oldugunu anlıyamayız. Bu dünyâda, en büyük islâm âlimlerinin
varabilecegi sey, Allahü teâlânın kendisine ve sıfatlarına, gayb yolu ile, ya’nî
anlamadan inanmakdır. Fârisî beyt tercemesi:
Elestü... denildigi zemân, uyanık olanlar,
O vardır! dediler. Fazla birsey söylemediler.
Seçilmis, sevilmis olan yüksek âlimlerin gaybdan îmânları, câhillerin gayba
olan îmânları gibi degildir. Câhiller, baskasından isiterek veyâ akl ile istidlâl ederek,
gayba îmân serefine kavusmuslardır. Seçilmisler, Allahü teâlânın cemâl ve celâl
perdeleri ve tecellîler, zuhûrlar vâsıtası ile gaybın varlıgını anlıyarak inanmıslardır.
Bu iki kısmın arasında bulunan tesavvufcular ise, perdeleri ve tecellîleri görünce,
gaybı anladık sanmıslar, (Îmân-ı gaybî) yerine, (Îmân-ı suhûdî)ye kavusduk
demislerdir. Bunlar, gaybî îmân, câhillerin, hattâ düsmanların îmânıdır sanırlar.
Mü’minûn sûresinin ellidördüncü âyetinde ve Rum sûresindeki bir âyet-i kerîmede
meâlen, (Her fırkada bulunanlar, kendi anladıklarını dogru sanırlar) buyuruluyor.
Sizi bu yazılarımla incitmemin bir sebebi de; mevlânâ Abdülgafûr ve mevlânâ
hâcı Muhammed yakınlarımızdan ve sevdiklerimizdendir. Bunlara yapılacak
her ihsân, biz fakîrleri de sevindirecekdir. Fârisî mısra’ tercemesi:
Ihsân sâhibleri ile is görmek, üzücü olmaz!
Selâm ederim.
Gel ey âkıl visâl iste, uyan artık hevâdan geç!
hemân rûyi cemâl iste, yeter, hubbi sivâdan geç!
Gönül mülkün tertemiz et, gider kirleri, pasları,
hülûs ile ibâdet et, ucub ile riyâdan geç!
Bilirsin, bu fenâ mülkü, degildir kimseye bâkî,
bekâyı lâ yezâl iste, bu mülkü bî vefâdan geç!
Parâya pûla aldanma, seni avlamasın dünyâ!
süs ve ziynetine bakma, çürük olan binâdan geç!
– 753 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:48
63 — IKINCI CILD, 13. cü MEKTÛB
Bu mektûb, Mirzâ Semsüddîne yazılmısdır. Onun mektûbuna cevâb vermekde
ve zâhir âlimlerinin ve tesavvufcuların ve Peygamberlerin vârisleri olan râsih
ilmli âlimlerin hâlini bildirmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun Peygamberine salât ve selâm olsun! Size ve
dogru yolda olanlara düâlar ederim. Ihsân ederek göndermis oldugunuz serefli mektûbunuzu
kıymetli kardesim seyh Muhammed Tâhir getirdi. Okuyunca bizleri sevindirdi.
Sizinle bulusuncıya kadar, (Mektûbât)daki nasîhat verici mektûbları okumakdayım
diyorsunuz. Kıymetli efendim! Nasîhat vermek, dînimizin birinci vazîfesidir
ve Peygamberlerin en üstününe uymakdır “Ona ve hepsine üstün düâlar ve
her dürlü selâmlar olsun”. Âlimlerin dinden ellerine geçen sey ve Resûlullaha uymaları,
önce i’tikâdlarını düzeltmekdir. Sonra, ahkâm-ı islâmiyye bilgilerini ögrenmek
ve ögrendiklerini yapmakdır. Tesavvuf büyüklerinin ellerine geçen ise, âlimlerin
kavusdukları ile birlikde, hâller, vecdler ve tesavvuf bilgileri ve ma’rifetleridir.
Peygamberlerin vârisleri oldukları müjdelenmis olan (Ulemâ-i râsihîn)in dinden
ve Resûlullaha uymakdan ellerine geçenlere gelince, bunlara din âlimlerinin ve
tesavvufcuların kavusdukları nasîb oldugu gibi, kendilerine nice gizli ve ince bilgiler
de ihsân edilmisdir. Bu gizli ve ince bilgiler, Kur’ân-ı kerîmdeki (Mütesâbihât)
denilen örtülü, kapalı âyetlerle gösterilmekdedir. Te’vîl ederek, ya’nî meâlen bildirilmislerdir.
[Ehl-i sünnet âlimleri, açık bildirilmemis olan, ya’nî, ma’nâları sübheli
olan âyet-i kerîmeleri (Te’vîl) etmislerdir. Te’vîl, bir kelimenin muhtelif ma’nâlarından,
islâmiyyete uygun olanı seçmekdir.] Resûlullaha tam uyan, bu râsih ilmli
büyüklerdir. Peygamberlerin vârisleri, yalnız bunlardır. Resûlullaha tam uydukları
için ve Peygamberlere vâris oldukları için, Peygamberlere ihsân olunan ni’metlerden
bunlara da pay düsmekdedir. O büyüklerin gizli bilgileri, bunlara da duyurulmakdadır.
Bunun için, (Ümmetimin âlimleri, Isrâîl ogullarının Peygamberleri gibidir!)
müjdesi ile sereflenmislerdir. [Bu hadîs-i serîfin sahîh oldugu, kitâbımızın ikinci
kısmının, besinci maddesinde de yazılıdır.] O hâlde, siz de Peygamberlerin en üstününün
ve âlemlerin Rabbinin sevgilisinin yoluna sarılınız! Böylece, se’âdet derecelerinin
en yüksegi olan, Ona vâris olmak derecesine kavusmaga çalısınız!
64 — ÜÇÜNCÜ CILD, 62. ci MEKTÛB
Bu mektûb, mubârek oglu Muhammed Ma’sûm “medde zillühül’âlî” için yazılmısdır.
Insanın aslının adem oldugunu, ademde hiçbir iyilik bulunmadıgını bildirmekdedir:
Insanın hakîkati, ya’nî zâtı, kendisi, onun nefsidir. Buna, (Nefs-i nâtıka) denir.
Insan, ben deyince, nefsini göstermekdedir. Bu nefs-i nâtıkanın hakîkati, aslı da,
(Adem)dir. [Adem, yokluk demekdir.] Adem üzerine, vücûd [ya’nî varlık] ısıkları
ve vücûdün sıfatları gelmis oldugu için, kendini var sanmısdır. Kendini diri, âlim,
kâdir sanmakdadır. Hayât, ilm gibi güzel sıfatları, kendinin sanmıs, bunların bulunmasına
kendisi sebeb oluyor sanmısdır. Bunun için, kendini kâmil ve iyi bilmekdedir.
Bütün kötülüklerin kaynagı olan ademden kendisine gelmis ve öz malı olmus
bulunan kötülükleri, kusûrları unutmusdur. Bir kimse, Allahü teâlânın lutfüne,
ihsânına kavusarak, katmerli câhilliginden ve yanlıs inancından kurtulursa, kendinde
bulunan iyiliklerin, güzelliklerin, kendi malı olmadıgını, baska yerden geldiklerini,
bunların varlıkda kalmalarına kendisinin sebeb olmadıgını anlar. Kendi
hakîkatinin, özünün, bütün kötülüklerin kaynagı olan adem olduguna inanır. Allahü
teâlâ ihsân ederek, bu inanısı kuvvetlenirse ve kendindeki kemâlleri, iyilikleri
sâhibine geri verip, bu güzel emânetleri yerine teslîm ederse, kendini yalnız
adem bilir. Kendinde hiçbir iyilik göremez. Bu zemân, kendinin ne adı kalır, ne nisânı,
izi kalır. Ne maddesi kalır, ne eseri kalır. Çünki kendi, yalnız ademdir. Adem
– 754 –
de hiçbir sey degildir. Her bakımdan yokdur. Çünki, herhangi bir bakımdan var
olsa, güzelliklerin, iyiliklerin hepsinin onda bulunmadıgını söylemez. Çünki, var
olmak, bir güzellikdir. Hattâ bütün güzelliklerin baslangıcı, kaynagıdır.
Bütün bu bildirilenlerden anlasılıyor ki, insanda tam bir (Fenâ), ya’nî yokluk
hâsıl olması için, kendinin yok olması lâzım degildir. Zâten var degildir ki, yok olması
düsünülsün. Kendini var sanan bir yoklukdur. Bu yanlıs zannından kurtulur
ve kendini var bilmez ve görmezse, adem oldugunu anlar. Demek ki, fenâya kavusmak
için, (Zevâl-i sühûdî) lâzımdır. (Zevâl-i vücûdî) hiç lâzım degildir.
[Ademin bütün kötülükleri, nefs-i emmârede toplanmısdır. Nefs-i emmâre,
hiç iyilik yapmak istemez. Hep kötülük yapmak ister. Kendisine ve baskalarına zararlı
olan seyleri sever. Insanın dünyâda ve âhıretde se’âdete kavusması için, nefsine
uymaması, onu za’îfletip, zarar yapamıyacak hâle düsürmesi lâzımdır. Nefsi
za’îfletecek birinci ilâc, islâmiyyete uymakdır. Harâmların hepsi, dünyâ malına,
mevkı’ine, zevklerine düskün olmak, nefsin gıdâsıdır. Onu besler, kuvvetlendirirler.
Nefs kuvvetlenince, bütün iyiliklerin, güzel ahlâkın, fennin ve medeniyyetin
menbaı, kaynagı olan islâmiyyete saldırır. Din ile, îmân ile, Allahü teâlânın emrleri
ile alay eder. Herkesin kendi gibi taskın, saskın olmasını, haksızlık, kötülük,
zulm yapmasını ister. Kendisi gibi olanlara ilerici, kendine uymıyanlara gerici
der. Insanın en büyük düsmanı, kendi nefsidir ve nefslerini beslemis, azdırmıs olan
gâfil, câhil kimselerdir.]
65 — ÜÇÜNCÜ CILD, 98. ci MEKTÛB
Bu mektûb, hâcı Abdüllatîf Hârezmî için yazılmısdır:
Her nerede bulunursa bulunsun, güzellik, vücûddan, ya’nî hakîkî var olandandır.
Vücûd, ya’nî var olmak, her iyiligin, her güzelligin kaynagıdır. Yalnız Allahü
teâlâ vardır. Mümkinlerin, [ya’nî mahlûkların] vücûdları [ya’nî var olmaları], Allahü
teâlâdan zıl yolu ile aks etmisdir. Mümkinlerin güzellikleri de, zıl yolu ile, o
mukaddes varlıkdan gelmisdir. Mümkinlerin aslı, temeli, ademdir. [Adem, yokluk
demekdir.] Adem, kötülükdür. Yokluk, bütün kötülüklerin kaynagıdır. Bunun için,
mümkinlerin aslı, çirkinlikdir, kusûrdur. Mümkinlerde görünen güzellik, her ne kadar
vücûddan gelmis ise de, adem aynasında göründügü için, adem aynası gibi olmus,
çirkinlikden ve kusûrdan pay almısdır. Mümkin aslında çirkin oldugu için,
mümkinin mümkine güzel görünmesi, mümkindeki güzellige sebeb olan vücûdün
hâlis güzelliginden degildir. Çünki, o hâlis güzellikle ilisigi azdır. Ademe aks etmis
olan, bunun için çirkinlesmis olan güzellikle ilgisi çok olup, bundan lezzet duymakdadır.
Lagımcı, alısmıs oldugu pis kokudan aldıgı lezzeti, güzel kokudan almaz.
Isitdigimize göre, bir lagımcı, attarlar çarsısından geçerken, güzel kokular,
kendine dokunarak bayılmıs. Necâset koklatmıslar. Pis koku tatlı gelerek ayılmıs.
66 — IKINCI CILD, 34. cü MEKTÛB
Bu mektûb, Nûr Muhammed Tehârî için yazılmısdır:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi kullarına selâm olsun! Serefli mektûbunuz
geldi. Hâllerinizin hep degismekde oldugunu yazıyorsunuz. Biliniz ki, Allahü
teâlâ, âlemin içinde olmadıgı gibi, âlemin dısında da degildir. Âlemden ayrı olmadıgı
gibi, âlem ile bitisik de degildir. Allahü teâlâ vardır. Fekat, içerde, dısarda,
bitisik ve ayrı degildir. Allahü teâlâyı böyle bilmeli, böyle aramalı ve böyle bulmalıdır.
Eger, pek az da olsa, böyle birsey anlasılırsa, zıllere, görüntülere saplanıldıgı
anlasılır. Allahü teâlâyı, hiçbirseye benzemez, hiç anlasılamaz olarak aramalıdır. O
makâma, hiç anlasılamıyacak bir seklde kavusmaga çalısmalıdır. Bu büyük ni’mete
ancak büyük âlimin sohbeti ile kavusulabilir. Söylemekle, yazmakla anlatılamaz
ve anlasılamaz. Vazîfenizi yapmaga çalısınız! Bulusmamıza kadar hâllerinizi yazınız!
– 755 –
67 — ÜÇÜNCÜ CILD, 44. cü MEKTÛB
Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mânın oglu mîr Abdürrahmân için yazılmısdır.
Cennetde Allahü teâlânın görülecegine inanmıyanlara cevâb vermekdedir:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlânın görülecegine inanmıyanlar, Allahü
teâlâ görülemez diyenler, sözlerini isbât etmek için, (Görülen seyin, görenin karsısında
olması lâzımdır. Allahü teâlâ, birseyin karsısında olamaz. Çünki O, cihetsizdir.
Cihetli olmak demek, sınırı, sonu, etrâfı olmak demekdir. Bunlar ise, Allahü
teâlâ için kusûrdur, noksânlıkdır. Ilâhda bu kusûrlar olamaz) diyorlar.
Bunlara cevâb olarak deriz ki, Allahü teâlânın kudreti, kuvveti o kadar çokdur
ki, bu geçici ve za’îf olan dünyâ hayâtında, hissiz, hareketsiz, içi bos iki sinir parçasına,
karsısında olan seyleri görebilmek kuvveti vermisdir. Sinirlere bu kuvveti
veren yüce Allah, âhıretde, dahâ kuvvetli ve hiç yok olmıyacak olan bu iki sinir
parçasına, karsısında olmıyanları, cihetsiz veyâ her cihetde olanları da görmek kuvvetini
veremez mi? Çünki O, sonsuz kudret sâhibidir ve âhıretde his edilmesi ve
görülmesi kâbildir. Ba’zı yerlerde ve zemânlarda, görmek için, karsılıklı ve belli
yönde bulunmagı sart kılmıs, baska yerlerde ve zemânlarda, bu sart olmadan
görmek kuvveti vermisdir. Bu iki yer birbirine hiç benzemedigi hâlde, birinde lâzım
olan sartları, ötekinde de lâzımdır demek, dogrusu pek insâfsızlık olur. Mahlûkları
yalnız bu görünen, ölçülen (Âlem-i mülk) olarak bilip, akl ile anlasılmayan
(Âlem-i melekût)daki sasılacak varlıklara inanmamak olur.
Süâl: Allahü teâlâ görülürse, çevresi olması ve gözle anlasılması îcâb eder. Bu
da, sonu, sınırlı oldugunu bildirir. Allahü teâlâda, bu kusûrlar olamaz.
Cevâb: Allahü teâlânın görünmesi, fekat çevresi bulunmaması ve gözle anlasılamaması
câizdir. En’âm sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Onu gözler anlıyamaz.
O ise, gözleri bilir, anlar. O, ihsân sâhibi bilicidir) buyruldu. Mü’minler,
âhıretde Allahü teâlâyı görecekler, gördük diyeceklerdir. Görmekde hâsıl olan zevkı,
lezzeti duyacaklardır. Fekat, görüneni anlıyamıyacaklardır. Görmekden birsey
elde edemiyeceklerdir. Görmegi anlıyacaklar, görmenin tadını alacaklar, fekat gördüklerini
anlamıyacaklardır. Fârisî beyt tercemesi:
Ankâ avlanamaz, tuzagını topla!
bu avdan tuzakda kalır ancak hava.
Allahü teâlâ görülecek, fekat anlasılamıyacakdır. Görmekde hiç kusûr olmıyacakdır.
Ihsân ve ikrâm ederek, âsıklarına kendini gösterecekdir. Kendini görmek
lezzetini onlara bol bol verecekdir. Bundan, Ona hiç kusûr, noksânlık gelmez.
Çevrilmis, cihetlenmis olmaz. Fârisî beyt tercemesi:
O tarafdan kemâli noksân kabûl eylemez.
Bu tarafdan serefin, söze, ölçüye gelmez.
Allahü teâlâyı görmek için, görenin karsısında bulunması, dogrultusunda olması
sartdır denilirse, Allahü teâlânın görmesi için de bu sartların bulunması lâzım
olur. Çünki, görülende bu sartların bulunması, görende de bulunması demekdir.
Allahü teâlânın, mahlûkları görmesinde de bu sartların bulunması lâzım olup, görmemesi
îcâb eder. Allahü teâlânın görmek sıfatı inkâr edilmis olur. Kur’ân-ı kerîme
inanılmamıs olur. Çünki, Kur’ân-ı kerîmin birçok sûresinde, (Allahü teâlâ yapdıklarınızı
görücüdür) ve (O, isitici ve görücüdür) ve (Allahü teâlâ amelinizi görür)
meâllerinde âyetler vardır. Bundan baska, görmemek kusûrdur. Ilâhlık sıfatından
mahrûm olmakdır.
Süâl: Allahü teâlânın görmesi, ilm sâhibi olması, herseyi bilmesi demek degil midir?
Allahü teâlânın ciheti, sınırı olmasını îcâb etdiren baska birseyin de bulundugunu
söylemege lüzûm var mıdır?
– 756 –
Cevâb: Görmek, bir güzel sıfatdır. Baska sıfatlardan baska olarak, Allahü teâlâda
bu sıfatın da bulundugunu Kur’ân-ı kerîm haber vermekdedir. Görmek, ilmden
baska birsey degildir demek, Kur’ân-ı kerîme uygun olmaz. Ilm denilince, bilinenin
karsısında bulunmakdan kurtarılmıs olmaz. Ilm, sanki iki kısmdan hâsıl olur.
Birincisinde, bilinen sey ile karsı karsıya olmak sart degildir. Ikincisinde ise sartdır.
Buna, (Rü’yet), ya’nî görmek denir. Mahlûklarda ilmin en kuvvetlisi, en yüksek
derecesi, görmekdir. Ancak görmekle, kalbde itmi’nân, emniyyet hâsıl olur.
Düsünülen, bilinen seylere, insanın vehmi karsı çıkabilir. His ederek anlasılan seylere,
vehm karsı koyamaz. Böyle seyler, bu tehlükeden kurtulur. Bunun içindir ki,
Ibrâhîm Halîlürrahmân “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm”, Allahü teâlânın
ölüleri diriltecegine inandıgı ve kalbinde yakîn bulundugu hâlde, kalbinde
(Itmi’nân), ya’nî emniyyet hâsıl olması için, ölülerin nasıl dirildigini görmek istedi.
Görmek gibi güzel bir sıfat Allahü teâlâda yokdur denirse, bu güzel sıfatın
mahlûklara nereden geldigini sorarız. Çünki, mahlûklarda bulunan her güzellik,
Allahü teâlâda bulunan güzelligin aksidir, zuhûrudur. Mahlûkda bulunan bir güzelligin,
iyiligin, Vâcib-ül-vücûdda bulunmaması, olacak sey degildir. Çünki,
mümkinler, kötülükden, noksânlıkdan baska birsey degildirler. Onlarda görülen
her kemâl, her güzellik, vücûb mertebesinden âriyet olarak verilmisdir. Çünki vücûb
mertebesi; yalnız kemâl, yalnız güzellikdir. Fârisî beyt tercemesi:
Önceden, evden birsey getirmedim ben,
ben de ve herseyim de, sendendir senden!
Ilk süâle cevâb olarak, söyle de deriz ki, ileri sürdügünüz sebeb, Allahü teâlânın
varlıgı için de tehlükeli bir düsünüsdür. Onu görmek olamaz derken, Onun
varlıgı da olamaz demekdir. Bu ise, akla uygun düsünüs degildir. Çünki, Allahü
teâlâ var olunca, bu âlemin bir cihetinde bulunması lâzım olur. Yukarıda veyâ
asagıda, önde yâhud arkada, sagda, solda olur. Bu ise, Onun çevrilmesi, sınırlanması
demekdir ki, noksânlıkdır, kusûrdur. Ilâhda hiçbir kusûr bulunmaması lâzımdır.
Süâl: Onun varlıgı, belki âlemin her cihetindedir. Böylece, çevrilmis ve sınırlanmıs
olmaz mı?
Cevâb: Âlemin her tarafında olmak, çevrilmis, sınırlanmıs olmakdan kurtarmaz.
Âlemin dısında bulunması lâzım olur. Baska olan birsey, dısarda olur. Ikilik, baska
yerde olmakdır. Bu da, çevrilmis, sınırlanmıs olmakdır.
Böyle yanlıs ve aldatıcı düsüncelerden kurtulmak için, bilinmiyen seyleri, bilinenler
gibi sanmak hastalıgından kurtulmak lâzımdır. Gâibi sâhide kıyâs etmemelidir.
Görülen seyde bulunan güzel bir hâl, görünmiyenin güzelligini giderebilir.
Çünki sartlar baska olunca, sıfatlar, hâller de baska olur. Hele, sartların baskalıgı,
ters olacak kadar çok ise, hâllerin baskalıgı da ters olmaga kadar gider. Arabî
mısra’ tercemesi:
Tozlu, topraklı olan, temiz olana benzer mi?
Allahü teâlâ akl ve insâf versin de, Kur’ân-ı kerîmde açıkca bildirilmis olan
(Nass)lara karsı gelmesinler. Sahîh hadîsleri inkâr etmesinler. Bunlar gibi, açık bildirilmis
olanlara îmân etmek lâzımdır. Bunların nasıl olduklarını Allah bilir demelidir.
Anlamadıkları için, aklım ermiyor demelidir. Kendi aklına güvenip, anlamadıgına
inanmamak, çok yanlıs ve pek haksızdır. Dogru olan çok sey vardır ki, akl
bunların dogru ve düzgün olduklarını anlıyamaz. Akl herseyi dogru olarak kavrıyabilseydi,
aklına güvenenlerin önderlerinden olan Ebû Alî Sînâ gibiler, herseyi dogru
olarak anlarlar, hiç yanılmazlardı. Hâlbuki, kendisi, (Birseyden yalnız birsey meydâna
gelir) diyerek öyle yanılmısdır ki, az düsünmekle hemen anlasılmakdadır.
– 757 –
Imâm-ı Fahrüddîn-i Râzî, onun bu sözüne çok sert çatmakda, (Bütün ömrünü, insanı
yanlıs düsünmekden koruyan ilmlerle ugrasmakla geçirmis iken, bu en kıymetli
ve önemli yerde, çocukları bile güldürecek kadar yanılmısdır) demekdedir.
[(Ahlâk-ı Alâî) kitâbında diyor ki, (Ibni Sînâ, (Mu’âd) kitâbında, kıyâmetde dirilmegi
inkâr eyledi. Ölecegine yakın, gusl abdesti alıp, vezîr iken yapdıgı zulmlere
tevbe etdigi söyleniyor ise de, i’tikâdı bozuk olanın guslü, nemâzı ve düâsı kabûl
olmaz buyuruldu). Eflâtun ve Aristo gibi eski Yunan felesoflarının da yanıldıklarını
ve bu yüzden medeniyyetin asrlarca geri kalmasına sebeb olduklarını yirminci
asrın fen adamları bildirmekdedir. Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeye
bakınız! Avrupada, bugünkü modern kimyânın babası denen Fransız kimyâgeri
Lavoisier de öyle yanlıs ve bozuk seyler söyledi ki, mütehassısı oldugu kimyâ ilmine
yapdıgı zararlar hizmetlerini asmıs bulunuyor. Ikinci kısmda, yirmisekizinci
maddeye bakınız!
Imâm-ı Gazâlî, (El-münkız) kitâbında, kendilerini akllı, ilm adamı ve hiç yanılmaz
sanan dinsizleri üçe ayırmısdır: Birincisi, Dehriyyûn ve maddîciler olup, bunlar,
Yunan felesoflarından asrlarca evvel vardı. [Bugün de, fen adamı geçinen ba’zı
ahmaklar, komünistler, masonlar bu kısmdadır.] Bunlar, Allahü teâlânın varlıgına
inanmayıp, âlem, böyle kendiliginden gelmis ve böyle gidecekdir. Bunun yaratanı
(Hâsâ) yokdur. Canlılar da, böyle birbirlerinden üreyip, sonsuz olarak sürecekdir,
diyor. Dehrî olup da, müslimân görünerek, müslimânların dînini, îmânını
bozmaga, islâmiyyeti içerden yıkmaga çalısana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Ikinci
kısmı, tabî’iyyeciler olup, canlılarda ve cansızlardaki, akllara hayret veren intizâmı
ve incelikleri görerek, Allahü teâlânın varlıgını söylemege mecbûr kalmıslarsa
da, tekrâr dirilmegi, âhıreti, Cenneti ve Cehennemi inkâr etmislerdir. Üçüncü
kısm, sonra gelen Yunan felesofları ve bu arada Sokrat ile talebesi Eflâtun ve
onun da talebesi Aristonun felsefeleridir. Bunlar dehrîleri ve tabî’iyyecileri red ederek,
aldandıklarını ve alçaklıklarını bildirmek için, baskalarının sözlerine hâcet kalmıyacak
kadar seyler söyledi. Fekat bunlar da, küfrden kurtulamamısdır. Bu üç
kısm da ve bunların yolunda gidenler de, hep kâfirdir. Ba’zı saf kimselerin, bunları
din adamı sanması ve hattâ Peygamberlik derecesine yükseltmeleri, bu yolda
hadîs bile uydurdukları hayretle isitilmekdedir. Kâfirler, hersey söyliyebilir. Fekat,
müslimân görünenlerin îmân ile küfrü ayırd edememesi, çok acınacak bir hâldir.
(Nebrâs) ve bunun Berhurdâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hâsiyesinde diyor ki:
Mahlûkların hepsine (Âlem) denir. Âlem, ya’nî hersey yok idi. Allahü teâlâ, herseyi
yokdan var etdi. Dimokrat, (Âlem yok idi. Kendi kendine var oldu) dedi. Tabî’iyyecilerin
çogu da böyle dedi. Aristoya göre âlem Heyûlâ [madde]dan yapılmısdır.
Sekl almıs heyûlâya Sûret [cism] dedi. Cism de üç fizikî hâlinde [gaz, sıvı, katı]
görünür. Âlem, böyle gelmis, böyle gider dedi. Dört unsur [ates, hava, su, toprak]
ezelîdir, hep var idiler. Cismler, birbirlerinden hâsıl oluyor ise de, aslları olan
bu dört madde kadîmdir dedi. Eflâtun, âlem önce yokdu. Sonradan var oldu diyerek,
eski Peygamberlerin kitâblarından isitdigini söyledi. Fisagors ve talebesi Sokrat
da, Aristo gibi söylediler. Dimokrat, maddenin küçük zerrelerden [atomlardan]
yapıldıgını, bunların boslukda hareket etdiklerini söyledi. Calinos ise, âlemin kadîm
veyâ hâdis oldugunu anlıyamadıgını söyledi. Onlara göre, (Ezelî bir yaratıcının,
yaratdıkları da ezelî olur. Sonradan yaratmaga basladı demek, kudretinin önceden
noksân oldugunu gösterir). Cevâb olarak deriz ki, (Ezelî olan irâdesi, isteyince
yaratmaga basladı. Susamıs kimsenin, iki bardak sudan birini seçip alması gibidir.
Bu kimsede, dahâ önce irâde ve kudret yokdu denilemez. Simdi de, irâde edince,
yeni seyler yaratdıgını görüyoruz). (Âlem, önce yokdu demek, âlem yok iken,
zemân vardı demekdir. Zemân da, âlemdendir. Âlem yok iken, âlemin bir parçasının
var olmasını söylemek, olacak sey degildir) derlerse, biz (âlem yok iken, zemân
– 758 –
vardı) demiyoruz. Bu husûsda (Akâid-i Celâliyye)de genis bilgi vardır. Simdi, bu
âlemden sonsuza dogru, sonsuz uzunluk oldugunu söylemek gibi saçma olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” diyor ki: (Âlem, ayn
ya’nî madde ve araz ya’nî özellikden meydâna gelmisdir. Madde, boslukda yer kaplıyan,
araz ise, yalnız bulunamayıp, baskası ile birlikde bulunan seydir. Su’â’ ya’nî
ısık arazdır. Cism olsaydı, camdan, sudan geçemezdi. Çünki, iki baska cism, aynı
zemânda, aynı mekânda bulunamaz. Harâret [ısı] da böyledir. Madde, cevher-ülferdlerden
[atomlardan] yapılmısdır. Madde, basît cevher [Element] veyâ mürekkeb
[Bilesik] olur. Maddeyi meydâna getiren atomlar arasında, his edilemiyecek
kadar küçük bosluklar vardır. Her cism [maddeler, atomlar] degismekdedir. Degisen
seyler, hâdisdir [yok iken var olmusdur]. O hâlde, âlem hâdisdir. Bu üç
cümleden ilk ikisi mukaddemedir. Mantık ilminde, birincisine (Sugrâ), ikincisine
(Kübrâ) denir. Üçüncüsü de (Netîce)dir. Madde ezelde var olsaydı, ezelde de degisirdi.
Ezel, kendinden önce, baska sey yok demekdir. Ezelde, degisiklik yok demekdir.
O hâlde, madde ezelî olamaz. Nebrâsdan terceme temâm oldu.
Ahmed Âsım efendi, (Emâlî) kasîdesi serhinde diyor ki: Âlem, bütün parçaları
ile birlikde hâdisdir. Ya’nî, yok iken, sonradan var olmuslardır. Yerler, gökler,
hersey yok idi. Hıristiyanlar, yehûdîler ve mecûsîler de, böyle inanmakdadırlar.
Aristo, Fârâbî ve Ibni Sînâ, madde kadîmdir dediler. Islâm âlimleri diyor ki,
(Ezelî olan sey degismez. Maddenin [elementlerin] fizik ve kimyâ özellikleri, hep
degismekdedir. Maddeler, ezelde degismemis olsalardı, ebedî olarak, simdi de, degismezlerdi.
Önceden degismek yokdu. Sonradan degismeler hâsıl oldu da denilemez.
Çünki, degismek için, bir kuvvetin te’sîr etmesi lâzımdır. Degismek sonradan
baslayınca, kuvvetin de, sonradan var oldugu, ezelî olmadıgı anlasılır). Ahmed
Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Görülüyor ki, maddenin ezelî oldugunu söylemek,
tabî’at kuvvetlerinin hâdis olduklarını, ezelî olmadıklarını ortaya koymakdadır.
Fen ve tabî’at âlimleri, birçok bitki ve hayvan nesllerinin tükenip yok olduklarını,
birçok türlerin de, sonradan meydâna geldiklerini anlamıslardır. Canlı, cansız
herseyin bir ömrü vardır. Herseyin ömrü, ya’nî varlıkda kalma zemânı baskadır.
Ömrü sâniye ile ölçülen varlıklar oldugu gibi, asrlarca yasıyanlar da vardır. En
uzun ömrlü varlıklar, element denilen basît cismlerdir. Bunların ömrlerinin çok
uzun olması, tabî’iyyecileri sasırtmıs, (Cismler yok olur, madde degisir. Fekat, madde
yok olmaz) diyenler olmusdur. Hâlbuki, maddenin, cismlerin degismelerinin sonsuz
olarak, böyle gelip, böyle gidecegini söylemek, ezelî ve ebedî olan varlıga inandıgını
söylemekdir. Allahü teâlânın varlıgının, önceden sonsuz ve sonradan da sonsuz
oldugunu, maddecilerin ve tabî’atcıların da inkâr edemiyeceklerini göstermekdedir.
Bu ahmaklar, canlı cansız, herseyin sonsuz olarak, birbirlerinden meydâna
geldiklerini, bu arada, elementlerin hiç yok olmadıklarını söyliyorlar. Hâlbuki, elementler
de atomlardan meydâna gelmisdir. Atom yıgınıdırlar. Allahü teâlâ, atomları
da yokdan var etdi. Elementler sonsuz öncelerde var olup, hersey bunların çesidli
birlesmelerinden, sonsuz öncelerde meydâna gelseydi, bunları birlesdirmek
için, sonsuz öncelerde, mu’azzam enerjinin, sonsuz kudretin bulunması lâzım
olurdu. Çünki, enerji olmadan, atomlar birlesemez. Sonsuz öncelerde bulunması
lâzım olan o kudret, iste Allahü teâlânın kudretidir. Atomlar da, elementler de,
sonsuz öncelerde yokdu. Sonsuz öncelerde, yalnız Allahü teâlâ vardı. Müslimânlar,
Allahın, herseyi yokdan meydâna getirdigine inanıyor. Onların söyledigine göre,
herseyin var olması için, o seyi meydâna getiren seyin önceden var olması, bunun
da var olması için, bunu meydâna getiren seyin var olması lâzımdır. Sonsuz önce
demek, ucu, baslangıcı yok demekdir. Baslangıcda birsey olmazsa, ondan meydâna
gelecek seyler de olmaz. Ya’nî, gördügümüz, bildigimiz seylerin hiçbirinin var
olmaması lâzım olur. O hâlde, herseyin, önceden yok iken sonradan var edilmis,
– 759 –
yaratılmıs olan tek birseyden üremekde oldukları anlasılmakdadır. Maddecilerin
(sonsuz öncelerde var olmak) sözlerinin, maddeler, cismler için, mümkin olmadıgı
anlasıldı ise de, bu sözleri, maddeleri yaratan, fekat madde olmıyan, bir yaratıcı
için mümkin, hattâ lâzımdır. Böyle söylemek yukarıda bildirilen çelisgiye sebeb
olmamakdadır. Görülüyor ki, sonsuz olan bir varlık vardır. Bu varlık, maddecilerin,
tabî’atcıların, komünistlerin dedikleri gibi, câhil, âciz, kısa bir zemân varlıkda
durabilen, sonra çürüyüp yok olan, bildigimiz cismler gibi degildir. Bu sonsuz
varlık, madde olmıyan, hiçbirseye benzemiyen, herseyi bilen, gören, herseye
gücü yeten, müslimânların inandıkları bir Allahdır. Herseyi O yaratmısdır ve yaratmakdadır.
Tabî’at dedigimiz bu maddeler, cismler, canlılar ve çesidli enerjiler,
onların zan etdikleri gibi, yaratıcı degildir. Bunların hepsini Allahü teâlâ yaratmıs,
birbirlerine te’sîr etmek kuvvetini, kendilerine vermis, yenilerini yaratmasına eskilerini
sebebler, vesîleler yapmısdır. Allahü teâlânın sebeblere, sebeblerin te’sîr
etmelerine ihtiyâcı yokdur. Hiç sebeb olmadan da yaratabilir. Fekat, sebebleri, vâsıtaları
araya koyarak yaratmakdadır. Sebebler ile yaratmasında hikmetler, kullarına
fâideler vardır. Bu fâidelerden biri, insan oglu, bu sebeblere verilmis olan
te’sîrleri, özellikleri görerek, baska kimselerden isiterek ögrenip, maddî ve ma’nevî
sebebleri kullanır. Bir yandan, yeni sentezler, analizler yaparak, yeni maddelerin,
cismlerin yaratılmasına sebeb olur. Çesidli sanâyı’ tesîsleri, fabrikalar yapılır.
Bir yandan da, kalb, ahlâk temizlenerek, insan melek gibi olur. Allahın Velîsi olur.
Ma’rifet-ullaha kavusur. Insan, istedigi seyin sebebine yapısarak, ona kavusur. Sebeblere
yapısmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” âdetidir. Insan
zekâsı, insan gücü de, Allahü teâlânın yaratmasına sebeb olmakdadır. Sebebler
zincirinin bir halkası olmakdadır. Tabî’atcıların, komünistlerin, sebebleri yaratıcı
zan etmeleri, çocugun, babası çukulata getirince, (çukulatayı babam yaratdı)
demesine benzemekdedir. Çünki o, çukulatayı babasının verdigini görmekde,
baska birsey bilmemekdedir.
Ahmed Âsım efendi, yine diyor ki: Allahü teâlâ, kadîm olmasaydı, hâdis olsaydı,
onu yaratan bir yaratıcı bulunurdu. Bu yaratıcı kadîm ise, Allah odur. Hâdis ise,
onu da yaratan biri lâzım olur. Böylece, kadîm olmıyan yaratıcılar zinciri mevcûd
olur. Bu zincire, (Teselsül) denir. Teselsül ise, muhâldir, olacak sey degildir. Teselsülün
muhâl oldugu, (Burhân-ı tatbîk) ile isbât olunur: Birseyin sonsuz yaratıcılarını,
birinciden baslıyarak, sonsuz olarak, yan yana dizelim. Ikinci yaratıcıdan baslıyarak,
ikinci bir sıra dahâ düsünelim. Sonsuza giden ikinci sıra, birinci sıradan bir
noksân oldugu için, kısadır. Kısa olana sonsuz denilemez. Ikinci sıra, sonsuz olamadıgı
için, bundan bir fazla olan birinci sıra da, sonsuz olamaz. Ya’nî, bir ucu sonsuza
giden yarım dogru düsünülebilir. Fekat böyle birsey mevcûd olamaz. Teselsül
olamaz. Sonsuz sayıda yaratıcılar olamaz. Sonsuz var olan bir yaratıcı olur. Bu
tek yaratıcı, ezelîdir, ebedîdir, sonsuz olarak vardır. Varlıgı kendindendir, baskasından
degildir. Âkıl ve bâlig olan kimse, Allahü teâlânın sonsuz var oldugunu ve
baska herseyin yokdan var edildiklerini isitdikden sonra, aklını kullanmayıp, düsünmeyip,
buna inanmazsa veyâ aklını kullanıp, düsünüp de, bunu akl kabûl etmez,
fenne uygun degildir diyerek inanmazsa kâfir olur. Cehennemde sonsuz
azâb görür, yanar. Ahmed Âsım efendinin yazısı temâm oldu. Insan, isitmedigi için
düsünmezse ve düsünmedigi için de, anlamaz, îmân etmez ise, yine kâfir olur. Cennete
girmez. Fekat, Cehenneme de girmez. Kâfirlere yapılan azâb, buna yapılmaz.
Hesâbı görüldükden sonra, hayvanlar gibi, toprak olur, yok olur. Allahü teâlâ, Isrâ
sûresinin onbesinci âyetinde meâlen, (Peygamber göndermedikce azâb yapmayız!)
buyurdu. Bu âyet-i kerîmeden anlasılıyor ki, Allahü teâlânın var oldugunu,
bir oldugunu anlamak için, tabî’atdaki nizâmı, düzeni incelemek, Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” haber vermelerinden ve bu haberleri isiterek, okuyarak
ögrendikden sonra farz olmakdadır. Ibni Âbidîn mürted bâbında buyuruyor
ki, (Buhârâ âlimleri dediler ki, (Peygamber gönderilmeden, teblîg yapılmadan
– 760 –
önce teklîf yapılmaz). Es’arî mezhebi böyledir. Muhtâr olan kavl de budur. Bu âlimler,
(Yerleri ve gökleri ve kendini gören, aklı basında bir kimsenin Allahü teâlânın
varlıgını anlamaması özr olmaz) sözünden murâd ve maksad, Peygamberlerden
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” isitdikden sonra, anlamaması özr olmaz demekdir,
dediler). Imâm-ı Rabbânî “kuddise sirruh” de, 266. cı mektûbunda böyle
buyurmusdur.
Eflâtunun Îsâ “aleyhisselâm” zemânında yasadıgı (Burhân-ı kâtı’) kitâbında yazılıdır.
Avrupa kitâblarında, Eflâtunun, mîlâddan, ya’nî Îsâ aleyhisselâmın dünyâyı
tesrîfinden [347] sene önce öldügü yazılıdır. Platon ismi de verilen bu Yunan
felesofunun dersleri meshûr oldugundan, ölüm zemânına inanılırsa da, Îsâ “aleyhisselâm”,
gizli dünyâya gelip ve dünyâda az kalıp, göke çıkarıldıgından ve kendisini
ancak oniki havârî bilip, Îsevîler az ve asrlarca gizli yasadıklarından, mîlâd,
ya’nî noel gecesi dogru anlasılamamısdır. Mîlâdın, birinci kânûn [aralık] yirmibesinde
veyâ ikinci kânûn [ocak] altıncı veyâ baska gün oldugu sanıldıgı gibi, bugünkü
mîlâdî senenin bes sene fazla oldugu, çesidli dillerdeki kitâblarda, meselâ Hasîb
begin 1333 [m. 1915] baskılı (Kozmografya) kitâbında ve (Takvîm-i Ebüzziyâ)da
yazılıdır. O hâlde, mîlâdî sene, müslimânların senesi olan hicrî sene gibi dogru ve
kat’î olmayıp, günü de, senesi de sübheli ve yanlısdır. Imâm-ı Rabbânînin “kuddise
sirruh” ve (Burhân-ı kâtı’)ın bildirdiklerine göre, üçyüz seneden fazla olarak
noksândır ve Îsâ “aleyhisselâm” ile Muhammed “aleyhisselâm” arasındaki zemân,
bin seneden az degildir. (Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cild, üçüncü faslda diyor ki:
(Ibni Asâkirin, Sa’bîden “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” haber verdigine göre, Îsâ
aleyhisselâm ile Muhammed aleyhisselâm arasında, [963] sene fark vardır).
Imâm-ı Muhammed Gazâlî, imâm-ı Ahmed Rabbânî ve dahâ birçok islâm büyükleri,
Yunan felsefesini inceleyip, didik didik etmis ve o felsefecilerin, ne kadar
câhil, ahmak ve kâfir olduklarını bildirmislerdir. Müslimânların, böyle kâfirleri begenmemelerini,
onlara aldanmamalarını, birçok kitâblarında yazmıslardır.
O hâlde, kâfirlerin, mürtedlerin, islâm düsmanlarının (Islâm âlimleri, tesavvuf
adamları, Yunan felesoflarının, Roma tesavvufcularının, Batlemyus mektebinin
te’sîri altında kalmıs) demeleri temâmen yersiz ve yanlısdır. Islâm âlimlerini “rahmetullahi
teâlâ aleyhim ecma’în”, onların talebesi ve taklîdcisi sekline sokarak, bunları
küçültmek için, düsmanca yapılan iftirâlardır. Hâlbuki, islâm âlimleri, Yunan
ve Roma felsefesini ve hukûkunu, çok ince ve kuvvetli bilgileri ile çürüterek yere
sermis, onların hukûk, ahlâk ve tıb üzerindeki sözlerinden dogru olanlarının, eski
Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” kitâblarından çalma olduklarını
bildirmislerdir. Sôfiyye-i aliyyenin tesavvufa âid sözleri, câhillerin zan etdikleri
gibi, kitâbdan okumakla, baskalarından ögrenmekle ve taklîd ile degil, kesf ile
ya’nî mubârek kalblerine, temiz rûhlarına akıp gelmekle anladıkları ma’rifetlerdir.
Bu hakîkatleri, (Mektûbât)ın birçok mektûbu, çok güzel bildirmekdedir.
Eski Yunan felsefecileri ve simdiki komünistler, herseyi akl ile anlamaga, akla
uydurmaga kalkısan ve yalnız aklın begendigine inanan kimselerdir. Bunlar, aklın
erebilecegi seylerde dogruyu bulabilir ise de, aklın kavrıyamadıgı, erisemedigi
birçok seylerde yanılıyor, aldanıyorlar. Nitekim, eski Yunan felsefecilerinin sonra
gelenleri, öncekilerinin yanlıslarını çıkarmıs, birbirlerini begenmemislerdir.
Islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, zemânlarına kadar olan fen
bilgilerini okuyup ve seksen bilgiyi iyi ögrendikden sonra, islâmiyyetin gösterdigi
yolda, kalblerini açarak, nefslerini temizliyerek, aklın erisemedigi bilgilerde de
dogruyu bulmuslar, hakîkate varmıslardır. Islâm âlimlerine felesof demek, bunları
küçültmek olur. Felsefeciler, yanılıcı olan aklın esîri, mahkûmu kimselerdir.
Bunlar tecribe etmeyip, akl ile söylediklerinde ve deneyleri açıklarken vehmlerine
kapıldıkları zemânlarda aldanıyor, zararlı oluyorlar. Bunun için ve aklın üstüne
çıkamadıkları için, bunlar, islâm âlimi gibi yüksek olamaz.
– 761 –
Aklı olmıyan delidir. Aklını kullanmıyan sefîhdir. Akla uygun is yapmamak sefâhetdir.
Aklı az olan da ahmakdır. Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermedigi
seylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdigi seylerde ona güvenen, aklın
ermedigi, yanıldıgı yerlerde, Kur’ân-ı kerîmin ısıgı altında akla dogruyu gösteren
yüksek insanlar da, islâm âlimleridir. O hâlde, islâmiyyetde felsefe yokdur,
islâm felsefesi, islâm felesofu yokdur. Felsefenin üstünde olan islâm ilmleri ve felsefecilerin
üstünde olan islâm âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” vardır.
Akl, göz gibidir, din bilgileri de ısık gibidir. Ya’nî insanın aklı, gözü gibi za’îf yaratılmısdır.
Gözümüz, maddeleri, cismleri karanlıkda göremiyor. Allahü teâlâ, görme
âletimizden fâidelenmemiz için, günesi, ısıgı yaratmısdır. Günesin ve çesidli ısık
kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz ise yaramazdı. Tehlükeli cismlerden, zararlı
yerlerden kaçamaz, fâideli seyleri bulamazdık. Evet, gözünü açmıyan veyâ gözü
bozuk olan, günesden fâidelenemez. Fekat, bunların günese kabâhat bulmaga
hakları olmaz.
Aklımız da, yalnız basına ma’neviyyâtı, fâideli, zararlı seyleri anlıyamıyor. Allahü
teâlâ, aklımızdan fâidelenmemiz için, Peygamberleri, islâmiyyet ısıgını yaratdı.
Peygamberler, dünyâda ve âhıretde râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız
bulamaz, ise yaramazdı. Tehlükelerden, zararlardan kurtulamazdık. Evet, islâmiyyete
uymıyan veyâ aklı az olan kimseler ve milletler, Peygamberlerden fâidelenemez.
Dünyâda ve âhıretde tehlükelerden, zararlardan kurtulamaz. Fen vâsıtaları,
mevkı’, rütbe, para ne kadar bol olursa olsun, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gösterdigi yolda gitmedikce, hiçbir ferd, hiçbir cem’ıyyet mes’ûd
olamaz. Ne kadar nes’eli, sevinçli görünseler de, içleri kan aglamakdadır. Dünyâda
da, âhıretde de râhat ve mes’ûd yasayanlar, ancak, Peygamberlere uyanlardır.
Râhata, se’âdete kavusmak için, müslimân oldugunu söylemek, müslimân görünmek
yetismez. Müslimânlıgı iyi ögrenmek ve emrlere, yasaklara uymak lâzımdır].
Ehl-i sünnet âlimleri, dînimizin bildirdiklerini, akl ersin ermesin, isbât etdiler.
Allahü teâlâ, onların çalısmalarına bol bol mükâfat versin! Bu bilgilerden hiçbirine,
akl ermedigi için, karsı gelmediler. Böylece, kabr azâbına, kabrde (Münker) ve
(Nekîr) denilen iki melegin süâl soracaklarına, sırat köprüsüne, kıyâmetdeki terâzîye
hemen inandılar. Akl ermedigi için, olmaz demediler. Çünki bu büyükler,
Kur’ân-ı kerîme ve hadîs-i serîflere uydular. Aklı bu iki temel kaynaga bagladılar.
Anlıyabildiklerini anlatdılar. Anlıyamadıklarına öylece inandılar. Anlamadıklarına,
aklımız ermedigi için anlıyamadık dediler. Eski Yunan felsefecileri gibi yapmadılar.
Onlar, akl eren seylere inanıp, akllarının ermediklerine, anlıyamadıklarına
inanmadılar. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilmeleri,
Allahü teâlânın begendigi seylerden birçoguna aklın eremedigi için oldugunu bilemediler.
Akl huccetdir. Fekat, tâm huccet degildir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü
vetteslîmât” gönderilmeleri ile tâm huccet olmusdur. [Ya’nî, O büyüklerin
gönderilmeleri ile, akl herseyi ögrenebilmisdir.] Isrâ sûresinin onbesinci
âyetinde meâlen, (Biz, Peygamber göndermedikçe, azâb yapıcı degiliz) buyruldu.
Yine sözümüze dönerek deriz ki, karsıda bulunan seyi görmek için, aynı dogrultuda
bulunmak lâzım ise de, yanında olmıyanı görmek için lâzım degildir.
Uzakda olan birsey, insanın bir cihetinde olmadıgı gibi, görülmesi de bir yanda olmaz.
Görmeden önce, bir cihetde olmıyan sey, görürken de bir cihetde olmaz. Anlasılamıyan
birseyi görmek de, anlasılamıyacak hâlde olur. Maddeli olan, maddesiz
olanı anlıyamaz. Arabî mısra’ tercemesi:
Sultânın bol hediyyelerini, onun vâsıtaları tasıyabilir.
Anlasılamıyanın görülmesini, anladıgımız seylerin görülmelerine benzetmek yanlıs
olur. Insafsızlık olur. Insanı dogruluga kavusduran yalnız Allahü teâlâdır.
– 762 –
68 — ÜÇÜNCÜ CILD, 39. cu MEKTÛB
Bu mektûb, Mevlânâ Muhammed Sâdık Kesmîrîye yazılmısdır. Tesavvufcuların
(Ilm-ül yakîn) bilgisi ile eski Yunan felsefecilerinin (Ilm-ül yakîn) bilgisi arasındaki
farkı açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun! Tesavvufculara
göre, (Ilm-ül yakîn) demek, eserden müessiri, ya’nî isi görerek, bunu yapanı
anlamakdır. Eski Yunan felsefecileri de, ya’nî herseyi akl ile anlayıp begenmek
yolunda olanlar da, böyle söylüyorlar. Bu ikisi arasında ne fark vardır? Tesavvufcuların
ilm-ül yakînleri niçin kesf ve sühûd ile olmakdadır? Tesavvufcu
olmıyan din âlimlerinin ilm-ül yakînleri ise, niçin felsefecilerin anladıgı gibidir? Bunları
kısaca bildirelim. Her iki ilm-ül yakînde de, eseri, isi görmek lâzımdır. Görünmeyen
müessire eserden yol bulunur. Eserden müessire insanı götüren yol, bu ikisi
arasında olan baglantıdır. Tesavvufcuların ilm-ül yakîninde, bu baglantı da,
kesf ve sühûd ile belli olmakdadır. Din âlimlerinin ve felsefecilerin ilm-ül yakîninde
ise, bu baglantı, akl ile düsünerek, inceliyerek anlasılmakdadır. Bundan dolayı,
tesavvufcuların eserden müessiri anlamaları, (Hadsî)dir. Ya’nî hemen, çabuk
hâsıl olur. Hattâ (Bedîhî)dir. Ya’nî meydândadır, apaçıkdır. Ötekilerin, eseri görüp
müessiri anlıyabilmeleri ise, düsünmekle, incelemekle olur. Görülüyor ki,
tesavvufcuların ilm-ül yakîni kesf iledir, sühûd iledir. Ötekilerin ise, akl ile incelemedikce
hâsıl olamaz. Tesavvufcuların ilm-ül yakînine de (Istidlâl), ya’nî düsünmek
ve incelemek deniliyor ise de, eserden müessiri anlamaga bu ism verildigi için
denilmisdir. Yoksa, istidlâl olmayıp, kesf ve sühûddur. Din âlimlerinin ilm-ül yakînleri,
istidlâl iledir. Çok kimse, bu ince farkı anlıyamamısdır. Bunlardan ba’zıları,
tesavvuf büyüklerine “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” dil uzatmıslardır.
Herseyin dogrusunu bildiren yalnız Allahü teâlâdır. Dogru yolda bulunanlara
bizden selâm olsun!
Müslimânım, gece gündüz, tapdıgım dergâh bir,
bir dakîka, tevhîdden ayrılmadım, Allah bir!
69 — ÜÇÜNCÜ CILD, 50. ci MEKTÛB
Bu mektûb, kâdî Nasrullaha yazılmısdır. Ulemâ-i râsihîn ve diger din âlimlerinin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” istidlâlleri arasındaki farkı bildirmekdedir:
(Istidlâl), eseri görerek, ya’nî yapılan isi görerek, müessiri, bu isi yapanı anlamak
ve mahlûkları görerek, hâlıkı anlamak demekdir. (Ulemâ-i râsihîn) ve
(Ulemâ-i zâhir), hep istidlâl yapmakda, mahlûkların hâlıkı bildirdiklerini söylemekdedirler.
Peygamberlere vâris oldukları hadîs-i serîfde bildirilen âlimlere
ulemâ-i râsihîn denir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”. Din âlimlerinin
hepsi böyle degildir. Râsih olmıyan âlimler, mahlûkların varlıgını bilerek, hâlıkın
varlıgını anlarlar. Eserin varlıgı, müessirin var oldugunu bildiriyor derler. Böylece
müessirin var olduguna îmân ederler. Ulemâ-i râsihîn ise, vilâyetin ya’nî evliyâlıgın
üstün derecelerinin hepsini geçip, Peygamberlere mahsûs olan da’vet
makâmına kavusmuslardır. Kendilerine tecellîler ve müsâhedeler hâsıl oldukdan
sonra, bunlar da, eserden müessiri istidlâl eder. Bu yoldan da hakîkî müessire,
ya’nî Allahü teâlânın var olduguna îmân ederler. Bunlar, nihâyete kavusdukdan
sonra anlarlar ki, müsâhede edilen ve tecellî olunan hersey, hakîkî varlık degildir.
Hakîkî varlıgın zıllerinden, görünüslerinden bir zıldir. Bunlara hakîkî varlık
diye îmân edilmez. Hakîkî varlıga istidlâlsiz îmân edilemez derler. Istidlâl yaparak,
hakîkî varlıgı, zıller araya karısmadan ararlar. Yalnız hakîkî varlıgı sev-
– 763 –
dikleri için ve baska herseyi ona fedâ etdikleri için, böyle istidlâlleri ile, hakîkî
var olana kavusurlar. (Kisi, sevdigi ile berâber olur) hadîs-i serîfinde bildirildigi
gibi, zıllerle karısık olan tecellîlerin ve zuhûrların dısında, ötesinde olan hakîkî
var olan asla kavusurlar. Zâhir âlimlerinin bilgilerinin ulasabildigi asla, bu
büyükler, muhabbet bagı ile çekilerek, kendileri kavusurlar. Nasıl oldugu anlasılamıyan
bir kavusmak hâsıl olur. Bu iki kavusmak arasındaki fark, muhabbetden
hâsıl olmakdadır. Seven ve sevgiliden baska herseyden kesilen, sevdigine kavusur.
Böyle sevgisi olmıyan ise, bu kavusmagı ancak ögrenir, bilir ve bu bilgisini
büyük ni’met sanır. Hâlbuki, O büyüklerin kavusdukları makâmı bunlar tâm
bilemezler. Bilenleri, ancak O makâmın yolunu bilir. Vâsıl olan, kavusan tâm kavusmusdur,
berâber olmusdur. O büyüklerden biri buyuruyor ki, fârisî mısra’ tercemesi:
Kulun hakka kavusması, sekerin sütle karısması gibidir.
Isin bası, kul olmakdır. Ona kul olmakla, baska seylerden kurtulmakdır.
70 — IKINCI CILD, 59. cu MEKTÛB
Bu mektûb, hocasının oglu hâce Muhammed Abdüllah için yazılmısdır “sellemehullahü
teâlâ”. Akla, hayâle gelen ve kesf ile ve sühûd ile anlasılan hersey, mahlûkdur.
Bunlara (Mâ-sivâ) denildigi bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun! Gözümün
nûrunun göndermis oldugu kıymetli mektûb geldi. Tesavvuf yolunun
oyuncakları gibi yolcuları avutan seylerin hepsi, Allahü teâlânın yardımı ile yok
oldular. Hiçbirsey devâmlı olmuyor. Aklıma, hayâlime gelen hersey, (Lâ) derken
yok oluyorlar diyorsunuz. Bunlar gibi dahâ birseyler yazıyorsunuz. Bunların yok
olması için ugrasdıgınızı, ileride kendiliklerinden yok olacaklarını ümmîd etdiginizi
bildiriyorsunuz. Kıymetli yavrum! Akla, hayâle gelen hersey, hattâ kesf ve sühûd
ile anlasılan bilgiler, ister (Âfâkî) olsunlar, ya’nî insanın dısında bulunsunlar,
ister (Enfüsî) olsunlar, ya’nî insanın içinde bulunsunlar, hepsi (Mâ-sivâ)dır.
[Ya’nî Allahü teâlânın mahlûklarıdır.] Bunlara gönül baglamak, oyun ve oyuncak
gibi seylerle bos yere vakt geçirmekdir. Fâidesiz seylerle oynamakdır. Bunların
yok olması, eger ugrasmakla ise, bu is, (Ilm-ül yakîn)dir. Yok olmaları, ugrasmadan
kendiliginden ise, çalısmak yolundan kurtulmus ve ilm sokagından çıkmıs olur.
(Fenâ) ile sereflenmis olur. Bunları söylemek kolay ise de, kavusmak çok güçdür.
Ancak, Allahü teâlânın nasîb etdigi kimseler kavusur. (Hakîkat) mertebesindeki
isler dahâ sonra hâsıl olur. Fenâdan sonra, (Isbât) makâmına kavusulur. Ilmden
sonra (Ayn) hâsıl olur. Hakîkatin yanında çalısmanın hiç degeri yokdur. Isbât
etmenin [maksada, hakîkî varlıga kavusmanın] yanında, (Nefy) etmenin
[mahlûkların bilgisini, düsüncesini kalbden çıkarmanın] hiç i’tibârı yokdur. Çünki,
nefy ederken, mahlûklarla ugrasılmakdadır. Isbât ederken ise, Allahü teâlâdan
baska hiçbirsey yokdur. [(Âlem-i misâl)de] isbât yanında nefy, sonsuz deniz
yanındaki bir damla gibi görünüyor. Nefy ve isbât hâsıl olunca, (Vilâyet-i hâssa)ya
kavusulur. Vilâyet-i hâssadan sonra, yâ (Urûc) eder, dahâ yükselir, yâhud (Nüzûl)
edip geri döner, alçalır. Urûc ederse, sonra yine nüzûl etmesi lâzımdır. Yâ Rabbî!
Bize ihsân etdigin nûru artdır! Günâhlarımızı magfiret et! Sen herseyi yapabilirsin.
Size ve dogru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın “aleyhissalâtü vesselâm”
izinde olanlara selâm olsun!
Dünyâda, çok sey gelir, câna tatlı,
dostdan konusmak ammâ, dahâ tatlı.
– 764 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...