03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN....23 — IKINCI CILD, 96. cı MEKTÛB


23 — IKINCI CILD, 96. cı MEKTÛB
Bu mektûb, hâce Ebül-Hasen Behâdır Bedahsîye yazılmıs olup, Peygamberimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edecegine yakın kâgıd istedigini açıklamakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi kullara selâm olsun! Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, mevt hastalıgında, kâgıd istedi. (Bana kâgıd getiriniz!
Benden sonra, yolu sasırmamanız için, size kitâb yazacagım) buyurdu. Ömer
“radıyallahü anh” birkaç Sahâbî ile birlikde, (Bize Allahü teâlânın kitâbı yetisir!
Soralım, sayıklıyor mu?) dedi. Hâlbuki, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
her sözü vahy ile idi. Nitekim Vennecmi sûresi, üçüncü âyetinde meâlen, (O, bosuna
konusmaz. Hep, vahy olunanı söylemekdedir) buyuruldu. Vahy red olunursa,
küfr olur. Nitekim, Mâide sûresi, kırkdördüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın
gönderdigine uymıyanlar kâfirdir) buyuruldu. Bundan baska, Peygamberin
“sallallahü aleyhi ve sellem” sayıklıyacagını, fâidesiz söyliyebilecegini sanmak,
Ona güvenmegi ve dînine i’timâd etmegi sarsar ki, bu da küfr ve zındıklıkdır. Bu
mühim sübheyi nasıl hal etmeli?
Allahü teâlâ, anlayısını artdırsın. Dogru yolda yürümeni nasîb eylesin! Böyle
sübheleri ortaya atarak, üç halîfeyi ve baska Sahâbîleri lekelemek istiyenler, insâf
etseler ve insanların en iyisinin sohbetinin serefini, kıymetini anlasalar ve Eshâb-
ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” bu sohbetde bulunmakla, nefslerinin isteklerinden,
temâmen kurtulduklarını ve kin, düsmanlık gibi huylardan temizlendiklerini
ve hepsinin din büyügü, islâmın göz bebekleri olduklarını ve islâmiyyeti kuvvetlendirmek
ve insanların en iyisine yardım etmek için, bütün gücleri ile çalısdıklarını
ve islâmiyyeti yükseltmek için, bütün mallarını fedâ etdiklerini ve Resûlullaha
“aleyhisselâm” olan asırı sevgileri ugrunda asîretlerini, kabîlelerini, evlâdlarını,
zevcelerini, vatanlarını, evlerini, sularını, tarlalarını, agaçlarını, nehrlerini terk
ve fedâ etdiklerini, Resûlullahı “sallallahü aleyhi ve sellem” kendi cânlarından çok
sevdiklerini, vahyi, melegi görmekle sereflendiklerini, mu’cize ve hârikalar gördüklerini,
görmeden inanılan seyleri, görerek anladıklarını, baskalarının bilgilerinin
bunlara görgü oldugunu ve Kur’ân-ı kerîmde, Allahü teâlâ tarafından medh
ve senâ edildiklerini bilseler, bu sübhelerin uydurma sözler oldugunu anlar, kulak
bile vermezler. Bu sözlerin yanlıs yerlerini anlamaga, çürük noktalarını ayırmaga
lüzûm bile görmezler. Bu üstünlüklerde, Eshâb-ı kirâmın hepsi ortakdır. En
üstünleri olan (Hulefâ-i râsidîn) ya’nî dört halîfenin büyüklükleri nasıl anlatılabilir?
Ömer “radıyallahü anh” öyle bir Ömerdir ki, Hak teâlâ, onun için Resûlüne,
Enfâl sûresinin altmısdördüncü âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “aleyhisselâm”!
Sana, Allah ve mü’minlerden, senin izinde gidenler yetisir!) buyurdu. Bu
âyet-i kerîmenin, Ömer “radıyallahü anh” müslimân oldugu için indigini, Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ” bildiriyor. Eshâb-ı kirâm için söylenen
böyle iftirâlar, hiçbir esâsa dayanmamakdadır. Meydânda olan, bilinen hakîkatlere
uymamakdadır. Kur’ân-ı kerîm ile ve hadîs-i serîfler ile red edilmekdedir. Bununla
beraber, bu süâle cevâb vermis olmak için ve o sübheli sözün çürük noktalarını
belirtmek için, Allahü teâlânın yardımı ile, birkaç önsöz yazmagı uygun gördüm.
Dikkatli okuyunuz! Bu sübheyi temâmen gidermek için, birkaç önsöze lüzûm
vardır. Bu sözlerden herbiri ayrı birer cevâb gibidir:
Birinci önsöz — Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” her sözü, vahy
ile degil idi. Vennecmi sûresindeki, (O, bos söz söylemez!) meâlindeki âyet-i kerîme,
Kur’ân-ı kerîm içindir. Her sözü, vahy ile olsaydı, ba’zı sözlerine, Allahü teâlâ,
yanlıs demezdi ve afv etdigini bildirmezdi. Tevbe sûresi, kırküçüncü âyetinde
meâlen, (Onlara izn verdigin için olan hatânı, Allahü teâlâ afv etdi) buyuruldu.
– 505 –
Ikinci önsöz — Ictihâdla olan sözlerde ve aklın verdigi karârlarda, o Serverin
“aleyhi ve alâ âlihissalevât vetteslîmât” hilâfına, baska dürlü söylemek câiz idi.
Hasr sûresinin ikinci âyetinde meâlen, (Ey akl sâhibleri, baskalarından ibret alınız!)
buyuruyor. [Kıyâsın câiz ve lâzım oldugu, bu âyet-i kerîmeden anlasıldıgı, (Beydâvî)
tefsîrinde yazılıdır.] Âl-i Imrân sûresinin yüzellidokuzuncu âyetinde meâlen, (Islerinde
Eshâbın ile mesveret et, onlara danıs!) emr edilmekdedir. Ibret almakda ve
mesveret olurken fikrler, sözler red ve tebdîl olunur. Nitekim, Bedr muhârebesinde
alınan esîrlerin öldürülmesi veyâ para karsılıgı koyuverilmesi için sözler ikiye ayrılmısdı:
Ömer “radıyallahü anh” öldürülmelerini istemisdi. Peygamber “sallallahü
aleyhi ve sellem” bırakalım demisdi. Vahy, Ömerin “radıyallahü anh” istedigi gibi
geldi. Para alınması, suçdur buyuruldu. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”,
(Eger, azâb gelseydi, Ömer ile Sa’d bin Mu’âzdan baska, birimiz kurtulamazdık) buyurdu.
Çünki, Sa’d da “radıyallahü teâlâ anh” esîrlerin öldürülmesini istemisdi.
[Bedr gazâsı, hicretin ikinci senesi Ramezân ayında oldu. Ramezânın onikinci
günü Medîneden çıkıldı. Bedrde üç gece kaldı. Ondokuz gün sonra Medîneye avdet
buyurdu. Bu gazâda, düsman ordusu bin nefer kadardı. Hepsi demir zırh giymisdi.
Içlerinde yüz atlı, yediyüz develi vardı. Muhâcirînin beyâz sancagını Mus’ab
bin Umayr tasıyordu. Mus’abın kardesi Ebû Azîz, Ebû Bekr-i Sıddîkın oglu Abdürrahmân,
Ebû Huzeyfe hazretlerinin babası Utbe ve kardesi Velîd ve amcası Seybe,
hazret-i Alînin kardesi Ukayl ve amcası Abbâs ve amcası Hârisin ogulları Ebû
Süfyân ile Nevfel ve Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” dâmâdı
Ebül’Âs bin Rebî’ düsman ordusunda idiler. Bunlardan yetmis kâfir öldürüldü. Yetmis
de esîr alındı. Islâm ordusu üçyüz onüç nefer olup bunlardan sekizi baska yerde
vazîfeli idi. Üçyüzbes kisi harbe girdi. Altmısdördü muhâcirlerden idi. Üçü atlı,
yetmisi develi idi. Altısı muhâcirlerden olarak ondört kisi sehîd oldu. Üçyüzonüç
kisinin ismleri, Abdürrahmân Kabânînin (Esmâ-i Ehl-i Bedr-i kirâm) kitâbında ve
Hâlid-i Bagdâdînin (Câliyet-ül-ekdâr) kitâbında yazılıdır.]
Üçüncü önsöz — Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yanılması
ve unutması câizdir. Hattâ olmusdur. Zülyedeyn hadîsinde bildirildigi gibi, Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem” dört rek’atli farz nemâzda, ikinci rek’atde
selâm verdi. Zülyedeyn: (Yâ Resûlallah! Nemâzı iki rek’at mı kıldınız, yoksa unutdunuz
mu?) dedi. Zülyedeynin sözünün dogru oldugu anlasılınca, Resûl “sallallahü
aleyhi ve sellem”, kalkarak, iki rek’at dahâ kıldı ve secde-i sehv yapdı. Hasta degil
iken ve sıkıntısı yok iken, insanlık îcâbı, yanılması câiz olunca, ölüm hastalıgında,
siddetli agrıları varken, istemiyerek, düsünmeden söylemesi de elbet, câiz olur.
Niçin câiz olmasın ve bununla, islâmiyyete i’timâd, güven kalmasın? Çünki, Allahü
teâlâ, Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yanıldıgını, unutdugunu,
vahy ile, kendisine bildirmisdi ve dogrusunu, yanlısından ayırmısdı. Bir Peygamberin
yanlıs yolda kalması câiz degildir. Yanıldıgı, vahy ile hemen bildirilir. Böyle olmasaydı,
islâmiyyete güven kalmazdı. Demek oluyor ki, islâmiyyete güven kalmamasına
sebeb, yanılmak ve unutmak degildir. Yanılmasının ve unutmasının, kendisine
bildirilmemesi, düzeltilmemesidir. Bu ise, câiz degildir. Ya’nî hemen bildirilir.
Dördüncü önsöz — Hazret-i Ömer, hattâ öteki üç halîfe de “radıyallahü teâlâ anhüm”,
Cennet ile müjdelenmisdir. Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîfler, bunların Cennete
gideceklerini bildiriyor. Bunların Cennete gidecekleri, o kadar çok söylenmisdir
ki, tevâtür derecesine gelmisdir. Buna inanmamak, yâ kara câhillik veyâ koyu inâddır.
Hadîs imâmlarımız, bu haberleri, hocaları olan Sahâbe ve Tâbi’înden alarak, kitâblarına
yazmısdır. Yetmisiki fırkadan hadîs söyliyenlerin hepsi, bir araya toplansa,
Ehl-i sünnetin hadîs âlimlerinin yüzde biri kadar olamaz. Kitâblarında bulunmaması,
yok olmasını göstermez. Kur’ân-ı kerîmdeki müjdelere ne diyecekler? Meselâ, Tevbe
sûresinin yüzüçüncü âyetinde meâlen, (Önce îmâna gelenlerden, her fazîletde öne
geçenlerden, hem Mekkeden gelen Muhâcirlerden, hem de Medînede bunları karsı-
– 506 –
layıp yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikde bunların izinde gidenlerden
Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ,
Onlara Cenneti hâzırladı. Cennetde sonsuz kalacaklardır) ve Hadîd sûresinin, onuncu
âyetinde meâlen, (Mekke sehri alınmadan önce, din düsmanları ile harb edenler
ve mallarını, Allah yolunda harc edenler ile, Mekke alındıkdan sonra, bunları yapanlar,
müsâvî, esit degildir. Birinciler elbette dahâ yüksekdir. Allahü teâlâ, hepsine Hüsnâyı,
ya’nî Cenneti söz verdi) buyuruldu. Mekke-i mükerreme sehri alınmadan ve alındıkdan
sonra harb edenler ve mallarını fedâ edenler Cennet ile müjdelenmis olunca,
mal fedâ etmekde ve cihâd-ı fî sebîlillahda ve muhâcir olmakda hepsinden önde
olan Eshâbın büyükleri için acabâ ne denir? Bunların büyüklüklerinin derecesini kim
anlıyabilir? Bu âyetdeki (müsâvî degildir) kelimesinin, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü
anh” için geldigini tefsîr kitâbları yazmakdadır. Çünki, mal fedâ etmekde,
cihâd etmekde, öncelerin öncesi odur. Feth sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen,
(Agaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır) buyuruldu.
Muhyissünne imâm-ı Begavî “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Me’âlimüttenzîl) ismindeki
tefsîr kitâbında, ma’nâ verirken diyor ki: Câbir bin Abdüllah “radıyallahü anh”
dedi ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Agaç altında benimle sözlesenlerden
hiçbiri Cehenneme girmez!) buyurdu. Bu sözlesmeye, (Bî’at-ür-rıdvân) denir.
Çünki, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır. [Bunlar, bindörtyüz kisi idi. Yedinci senedeki
Hayber gazâsından bir sene evvel, Hudeybiyede (Bî’at-ür-rıdvân) yapıldı ve sekizinci
senede Mekke feth edildi.] Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîfde Cennet ile müjdelenen
kimseye kâfir demek, küfre sebeb olur ve en çirkin seydir.
Besinci önsöz — Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” kâgıd getirmege mâni’ olması,
emre uymamak degildi. Böyle seyden, Allaha sıgınırız! Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” vezîrleri, yardımcıları, en iyi ahlâk sâhibi idi. Bunlardan
biri, hiç böyle saygısızlık yapar mı? Hattâ, bir kerre veyâ iki kerre sohbetde bulunmakla
sereflenen en asagı derecedeki Sahâbînin bile, hattâ îmân ile sereflenip,
Ona ümmet olan herhangi bir kimsenin, Onun emrine uymaması düsünülemez. Muhâcirlerin
ve Ensârın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” en büyüklerinden olan
ve en kıymet verdigi yardımcıları bulunan büyükler için böyle sey düsünülebilir mi?
Allahü teâlâ, insâf versin de, din büyüklerine, böyle kötü gözle bakmasınlar. Anlamadan,
dinlemeden, agızlarına gelenleri söylemesinler.
Hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” maksadı, sormak, anlamak idi. Nitekim, (Sorunuz)
demisdi. Ya’nî kâgıdı elbette istiyorsa, getiriniz demek istedi. Eger, istemiyorsa,
bu nâzik zemânda, kendisini üzmiyelim demek idi. Çünki, vahy ile ve emr
olarak isteseydi, kâgıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile isterdi. Kendisine emr olunan seyi
yazardı. Peygamberin “aleyhisselâm” vahyi bildirmesi lâzımdır. Kâgıdı istemesi
vahy ile, emr ile olmayıp, ictihâd ve arzû ile birsey yazacak ise, bu nâzik zemân,
buna elverisli olur veyâ olmaz. Vefâtından sonra ümmeti ictihâd edecekdir. Dînin
temeli olan Kur’ân-ı kerîmden, ictihâd ile, emrler çıkaracakdır. Kendisi hayâtda
iken ve vahy gelmekde iken, ümmeti ictihâd etmekde idi. Vefât edip, vahy kesilince,
ilm sâhiblerinin ictihâd etmeleri elbet makbûl olur. Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, kâgıdı tekrâr ve ehemmiyyet ile istemedi. Hattâ, vaz geçdi.
Böylece, vahy olmadıgı anlasıldı. Sayıklama olup olmadıgını anlamak için, duraklamak,
hiç yanlıs bir is degildir. Melekler, Âdem aleyhisselâmın niçin halîfe oldugunu
merâk edip, anlamak istedi. Bekara sûresi, otuzuncu âyetinin, (Yâ Rabbî! Yeryüzünde,
fesâd çıkaracak ve kan dökecek olan kulları mı yaratacaksın? Biz, seni
tesbîh ediyoruz, hamd ediyoruz. Seni her dürlü aybdan, kusûrdan takdîs ediyoruz
dedi) meâl-i serîfi, bunu bildirmekdedir. Bunun gibi, Zekeriyyâ “aleyhisselâm”,
kendisine, Yahyâ “aleyhissalâtü vesselâm” isminde bir ogul verilecegi müjdelendigi
zemân, Meryem sûresi, sekizinci âyetinin meâl-i serîfinde bildirildigi gibi, (Benim
hiç çocugum olur mu? Zevcem kısırdır. Ben ise, ihtiyâr oldum) dedi. Meryem
– 507 –
“radıyallahü anhâ” da, Meryem sûresi, yirminci âyetinin meâl-i serîfinde bildirildigi
gibi, (Benim hiç çocugum olur mu? Bir erkek ile bir araya gelmedim. Günâh
da islemedim) dedi. Peygamber, melekler, büyükler, böyle sorup, suç sayılmayınca,
hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, kâgıd getirmesini sorması, neden kusûr olsun?
Neden kendini sübheli duruma düsürsün?
Altıncı önsöz — Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmına
iyi gözle bakmamız lâzımdır. Asrların en iyisi, Onun “aleyhi ve alâ âlihissalâtü
vesselâm” asrının oldugunu ve Peygamberlerden “salevâtullahi teâlâ aleyhim
ecma’în” sonra, bütün insanların en iyisi, en yükseginin, Eshâb-ı kirâm oldugunu
bilmemiz lâzımdır. Böylece, asrların en iyisinde, Peygamberlerden baska, bütün
insanların en iyisi olan Eshâb-ı kirâmın, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”
vefât edince, yanlıs, bozuk bir seyde sözbirligi yapmıyacakları ve fâsıkları,
kâfirleri, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” yerine geçirmiyecekleri
anlasılmıs olur. Eshâb-ı kirâmın hepsi, insanların hepsinden, nasıl dahâ üstün olmaz
ki, bu ümmetin bütün ümmetlerden dahâ üstün oldugunu, Kur’ân-ı kerîm bildirmekdedir.
Bu ümmetin en üstünü ise, onlardır. Hiç bir Velî, bir Sahâbînin derecesine
yükselemez. O hâlde, biraz insâf etmeli ve iyi düsünmeli! Hazret-i Ömerin
“radıyallahü anh” kâgıd getirilmesine mâni’ olması, küfr olsaydı, bu ümmetin
en müttekîsi oldugu, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen Ebû Bekr-i Sıddîk, bunu, yerine
halîfe seçer mi idi? Muhâcirler ve Ensâr, onu söz birligi ile, halîfe yapar mı idi? Hâlbuki,
Muhâcirleri ve Ensârı, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde medh etmekdedir. Hepsinden
râzı oldugunu bildirmekde ve hepsine, Cenneti söz vermekdedir. Bunlar,
onu Peygamberin yerine geçirir mi idi? Bir kimse, Peygamber efendimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” Eshâbına iyi gözle bakarsa, böyle çirkin zan ve sübhelerden
kurtulur. Sevmek için, hüsn-i zan etmek lâzımdır. Peygamber aleyhisselâmın sohbetine
ve o sohbetde bulunanlara, iyi gözle bakılmazsa ve Allah göstermesin,
kötülenirse, bu kötülük, o sohbetin ve o Eshâbın sâhibine gider. Hattâ, bu sâhibin
sâhibine, [ya’nî Allahü teâlâya] gider. Bu hâlin çirkinligini iyi düsünmek lâzımdır.
Eshâb-ı kirâma kıymet vermiyen kimse, Allahü teâlânın Peygamberine inanmamıs
olur denildi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, Eshâb-ı kirâmın
sânını anlatmak için, (Onları seven, beni sevdigi için sever. Onlara düsmanlık eden,
bana düsman oldugu için eder) buyurdu. O hâlde, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Onu sevmek
demekdir.
Bu altı önsöz anlasılınca, bu gibi sübhelere meydân kalmaz. Hattâ çesidli cevâblar
te’mîn edilmis olur. Bu önsözler, düsünmege bile lüzûm kalmadan insanı sübheden
kurtarır. Zâten böyle sübhelerin bozuk oldugu âsikârdır. Bu önsözler, bu
sübhelerin bozuklugunu anlatmak için degil, meydânda olan hakîkati hâtırlatmak
içindir. Bu fakîre göre, böyle sübheler suna benzer ki, bir zekî kimse, ahmakların
yanına gelip, önlerinde duran bir altının tas oldugunu, çesidli yalanlarla isbât etse,
o zevallılar, bu sözlerin yalan oldugunu anlamayıp, bozuk taraflarını meydâna
çıkaramadıklarından, sübheye düserler. Hattâ altını, tas sanırlar. Gördüklerini
unutur, hattâ buna inanmazlar. Zekî olan, açıkça gördügüne inanıp, buna uymıyan
sözlerin yanlıs oldugunu anlar. Burada da, üç halîfenin, hattâ Eshâb-ı kirâmın
hepsinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklügünü, yüksekligini,
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîfler, günes gibi meydâna çıkarmıs, herkese göstermisdir.
Yalan ve yaldızlı sözlerle, bu büyükleri kötülemege çalısmak, göz önündeki
altını, tas olarak tanıtmaga benzer. Yâ Rabbî! Bize dogru yolu gösterdikden sonra,
kalblerimizi bu yoldan kaydırma! Bizlere acı! Merhameti bol ancak sensin!
Din büyüklerine, islâmın göz bebeklerine, acabâ niçin dil uzatıyor, bunları kötülüyorlar?
Fâsık ve kâfir oldugu islâmiyyetde bildirilen kimselerden birini bile kötülemek,
ibâdet ve fazîlet degildir ve insanı Cehennemden kurtaracak bir sebeb degildir.
O hâlde, dîne yardım edenlere ve islâmiyyeti koruyanlara dil uzatmanın hiç
– 508 –
fâidesi olur mu? Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” büyük düsmanlarına sövmenin bile ibâdet olacagı, islâmiyyetde bildirilmemisdir.
Belki, ismlerini anmayıp, vakt gayb etmemek dahâ uygundur.
Allahü teâlâ Feth sûresi son âyetinde meâlen, (Onlar, birbirine, her zemân ve
çok iyilik edicidir) buyurdu. O hâlde, bu büyükleri birbirine düsman bilmek, kin
tasıyorlardı sanmak, Kur’ân-ı kerîme inanmamak olur. Birbirlerine düsman olduklarını,
kin tasıdıklarını söylemek, her iki tarafı da kötülemek, güvenlikden düsürmek
olur. Peygamberlerden “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sonra, insanların
en kıymetlisi olanları, insanların en fenâsı yapmak olur. Asrların en iyisi, en kötüsü
yapılmıs olur. Çünki, o asrın insanları, birbirine kin, düsmanlık tasıyorlarmıs.
Îmânı olan, böyle söz söyler mi ve böyle birsey düsünür mü? Hazret-i Alîyi “radıyallahü
anh” medh etmek için üç halîfenin buna düsman olduklarını ve bunun
da, üç halîfeye kin tasıdıgını söylemek, her iki tarafı da kötülemek olur. Niçin birbirlerini
sevmesinler? Bunların hiçbiri, halîfe olmaga özenmiyordu ki, bu yüzden
düsman olsunlar. Ebû Bekr-i Sıddîk, (Beni halîfelikden afv edin) ve Ömer-ül-Fârûk,
(Satın almak istiyen olsa, bu hilâfeti, bir altına satarım) demisdir “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”.
[Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi aleyh”, (Redd-i Revâfıd) adındaki kitâbında buyuruyor
ki: Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekr-i Sıddîkın halîfeligini seve seve kabûl
etmisdi. Bunu herkes iyi bildigi için, (Istemiyerek kabûl etdi), demekden baska
söz bulamadılar. Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edince,
Eshâb-ı kirâm, defnden önce, halîfe ta’yînine basladı. Bu isi vâcib, lâzım bildiler.
Çünki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, suçlulara, dînin emr etdigi
cezânın verilmesini, savasa hâzır bulunmagı ve hükûmetin yapacagı diger seyleri
emr buyurmusdu. Bu vâcibleri yerine getirecek vekîlin seçilmesi vâcib idi. Bunun
için, hazret-i Ebû Bekr “radıyallahü anh” kalkıp, (Muhammed aleyhisselâma
ibâdet ediyorsanız biliniz ki, O vefât etdi. Allahü teâlâya ibâdet ediyorsanız, O ölmez,
hayâtı sonsuzdur. Onun emrlerini yerine getirecek birini seçmelisiniz. Düsünün,
bulun, seçin!) dedi. Herkes, dogru söylüyorsun dedi. Ömer “radıyallahü
anh” hemen kalkıp: (Seni isteriz, yâ Ebâ Bekr!) dedi. Bulunanların hepsi, seni seçdik
dedi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Zübeyri
göremiyorum. Onu çagırın, dedi. Zübeyr geldi. Ebû Bekr, Zübeyre (Müslimânlar
beni halîfe seçdi. Bunların söz birliginden ayrılmak ister misin?) dedi. Zübeyr:
(Ey Resûlün halîfesi! Bu söz birliginden ayrı degilim) dedi. Elini uzatıp
kabûl etdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh”, sonra minbere çıkıp, etrâfa bakdı. Alîyi
göremedi. Çagırın dedi. Emîr gelince, ona da, böyle söyledi. O da: (Ayrılmam) deyip
elini uzatarak müsâfeha ve kabûl buyurdu. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü
anhümâ”, seçime geç geldikleri için halîfeden özr dilediler ve (Bize önce haber
vermedikleri için gelmedik. Bunun için de üzüldük. Içimizde halîfe olmaga lâyık
Ebû Bekr oldugunu görüyoruz. Çünki, o, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
magaradaki arkadasıdır. En sereflimiz, en iyimiz odur. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, içimizden onu imâm seçdi. Arkasında nemâz kıldı) dediler.
Hazret-i Ebû Bekr, halîfelige lâyık olmasaydı, hazret-i Alî “radıyallahü anh” onu
istemez, benim hakkımdır derdi. Nitekim, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh”
halîfe olmasını kabûl etmedi. Kendisi halîfe olmak için ugrasdı. Hâlbuki, hazret-i
Mu’âviyenin ordusu, kuvveti çok idi. Bu yüzden çok kimselerin ölmesine sebeb
oldu. Böylece güç durumda hakkını istedigi hâlde, hakkı kendinde görseydi,
hazret-i Ebû Bekrden istemesi dahâ kolay idi. Seçilmesini ister ve hemen seçilirdi.
Alî “radıyallahü anh”, Ebû Bekri “radıyallahü anh” seçdigini bildirip bî’at etdikden
sonra, minberin önünde oturdu. Sonraki konusmalarda, halîfenin süâllerine
te’sîrli cevâblar vererek halîfeyi destekledi.
Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden ve reîslerinden olan, gavs-i a’zam, seyyid Ab-
– 509 –
dülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, talebesine ve bütün gençlige, dîn-i islâmı ögretmek
ve i’tikâdlarını düzeltmek için yazdıgı, (Gunyet-üt-tâlibîn) ismindeki kitâbının,
Mısrda [1322] senesi baskısı, seksendördüncü ve türkce tercemesinin Istanbulda
[1303] baskısı yüzondördüncü sahîfelerinden baslıyarak buyuruyor ki:
(Ehl-i sünnete göre, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, baska Peygamberlerin
ümmetlerinden dahâ üstündür. Bu ümmetin de üstünü, Ona îmân ederek mubârek
yüzünü görmekle sereflenen Eshâb-ı kirâmdır ki, hepsi Ona tâbi’ olmus,
Onun için harb etmis, Onun ugruna cânlarını, mallarını fedâ etmisdir. Onun emrini
yapmak, birinci vazîfeleri olmus, herseyde Onun yardımcısı olmuslardır. Bu
Eshâbın da en üstünü Hudeybiyede, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile
bî’at edip, Onun için ölmege hâzır olduklarını söz veren kahramanlardır. Bunlar,
bindörtyüz kisi idi. Bunların da en üstünü, Bedr muhârebesinde bulunanlardır ki,
bunlar Tâlûtun askeri gibi üçyüzonüç kisi idi. [Imâm-ı Rabbânî (Mektûbât)ının birinci
cüz’ünde de üçyüzonüç mektûb vardır.] Bunların da üstünü, ilk müslimân olan
kırk kisidir ki, kırkıncısı, Ömer “radıyallahü anh”, bunların otuzdördü erkek, altısı
kadındır. Bunların da üstünü (Asere-i mübessere), ya’nî Cennete girecekleri
müjdelenen on kisidir. Bunlar, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî, Talha, Zübeyr bin
Avvâm, Abdürrahmân bin Avf, Sa’d ibni Ebî Vakkâs, Sa’îd bin Zeyd, Ebû Ubeyde
bin Cerrâhdır. Bunların da üstünü Hulefâ-i râsidîn, ya’nî dört halîfe olup, bunların
da üstünü Ebû Bekr, sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra Alîdir
“radıyallahü anhüm ecma’în”. Bu dördünden hazret-i Ebû Bekr, iki sene dört ay,
hazret-i Ömer on sene, hazret-i Osmân oniki sene, hazret-i Alî altı sene Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” halîfesi oldu “radıyallahü anhüm”. Bundan sonra,
hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ondokuz sene ve birkaç ay halîfe oldu.
Ömer “radıyallahü anh”, dahâ önce, bunu Sâma vâlî ta’yîn etmisdi. Orada yirmi
sene vâlîlik etmisdi. Dördünün hilâfeti, bütün Sahâbenin arzûsu ve oy birligi ile ve
her birinin, zemânının en üstünü olması ile idi. Zor ile, kuvvet ile ve kendinden dahâ
üstün olanın hakkını almak sûreti ile degildi. Ebû Bekr-i Sıddîk, Muhâcirlerin
ve Ensârın söz birligi ile halîfe oldu. Söyle ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
vefât edince, Ensâr-ı kirâm, sizden bir emîr, bizden bir emîr olsun demisdi.
Ömer “radıyallahü anh” ayaga kalkıp, ey Ensâr! Resûlullahın “sallallahü aleyhi
ve sellem” Ebû Bekre, (Eshâbıma imâm ol!) diye emr buyurdugunu unutdunuz mu?
deyince, biliyoruz yâ Ömer, dediler. Hazret-i Ömer, devâm ederek, içinizde Ebû
Bekrden üstünü var mı? dedi. Ensârın hepsi, kendimizi Ebû Bekrden üstün sanmakdan
Allahü teâlâya sıgınırız, dedi. Hazret-i Ömer “radıyallahü anh”: Resûlullahın
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ta’yîn etdigi makâmdan Ebû Bekri azl etmegi
hanginiz hos görür, deyince, bütün Ensâr, hiçbirimiz hos görmeyiz. Onu azl
etmekden Allahü teâlâya sıgınırız, dediler. Muhâcirler ile elbirligi yaparak Ebû Bekri
halîfe yapdılar. Hazret-i Alî ve Zübeyr “radıyallahü anhümâ” da, sonra oraya
geldi. Ikisi de halîfeyi kabûl etdi. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü anh”,
üç def’a ayaga kalkıp, (Beni halîfe kabûl etmekden vaz geçeniniz var mı?) dedi.
Önde duranlar arasında bulunan Alî “radıyallahü anh”, ayaga kalkıp, (Hiçbirimiz
vaz geçmeyiz. Vaz geçmeyi hiçbir zemân hâtırımızdan geçirmiyecegiz. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” seni, hepimizin önüne geçirdi. Kim, seni geriye çekebilir?)
buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh” halîfe olmasını istiyerek,
en te’sîrli söz söyliyenin Alî “radıyallahü anh” oldugunu kuvvetli, saglam
haberlerle anlamıs bulunuyoruz. Meselâ, Deve vak’asından sonra, Abdüllah bin
Kevâ’, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” gelip, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
hilâfet için, sana birsey söylemedi mi? dedikde: Biz, önce dindeki vazîfemize
bakarız. Dînin diregi ise nemâzdır. Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü aleyhi
ve sellem”, dinde, bizden begendikleri seyleri, dünyâlık olarak begenir, seçeriz.
Bunun için Ebû Bekri “radıyallahü anh” halîfe yapdık, buyurdu. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem” son günlerinde, hasta iken, nemâz kıldırmak için, Ebû
– 510 –
Bekr-i Sıddîkı “radıyallahü anh” kendi yerine imâm yapmısdı. Bilâl-i Habesî “radıyallahü
anh” her ezân okudugunda, (Ebû Bekre söyleyiniz, nâsa imâm olsun!)
buyururdu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kendinden sonra, hazret-i Ebû
Bekrin halîfe olmaga, herkesden dahâ lâyık oldugunu gösteren ve Ömer, Osmân
ve Alîden “radıyallahü anhüm” her birinin de, kendi zemânlarındaki insanlardan,
hilâfete en lâyık olduklarını bildiren çok seyler söylemisdir).
Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh”, kitâbında, Ebû Bekr, Ömer, Osmân, Alî
ve Hasenin “radıyallahü anhüm” üstünlüklerini gösteren hadîs-i serîfleri ve hilâfetlerini
uzun uzadıya bildirdikden sonra, diyor ki: Imâm-ı Alî “radıyallahü anh”
sehîd olunca, imâm-ı Hasen “radıyallahü anh” müslimân kanı dökülmemesi ve râhat
etmeleri için hilâfeti bırakmak istedi. Mu’âviyeye “radıyallahü anh” teslîm eyledi.
Onun emrlerine tâbi’ oldu. O günden i’tibâren Mu’âviyenin “radıyallahü anh”
hilâfeti hak ve sahîh oldu. Bu sûretle, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem”
haber vermis oldugu, (Bu benim oglum seyyiddir. Ya’nî büyükdür. Allahü teâlâ,
onun ile, mü’minlerden, iki büyük fırka arasını bulur. Ya’nî barısdırır), hadîs-i serîfinin
ma’nâsı meydâna çıkdı. Görülüyor ki, imâm-ı Hasenin “radıyallahü anh”
tâbi’ olması ile, Mu’âviye “radıyallahü anh”, islâmiyyete uygun halîfe olmusdur.
Böylece, müslimânlar arasındaki bütün anlasmazlık sona ermisdir. Tâbi’în ve Tebe-
i Tâbi’în ve dünyâdaki bütün müslimânlar “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,
Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” halîfe olarak tanımısdır. Server-i âlem “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Mu’âviyeye “radıyallahü anh”, (Halîfe oldugun zemân,
yumusak ol veyâ güzel idâre et!) buyurdukları gibi, diger bir hadîs-i serîfde, (Islâmiyyet
degirmeni, otuzbes sene veyâhud otuzyedi sene devâm edecekdir) buyurmusdur.
Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” çarh, ya’nî dolab buyurmasının
sebebi, dindeki kuvveti ve saglamlıgı bildirmek içindir. Bu müddetin
otuz senesi dört halîfe ve imâm-ı Hasen ile “radıyallahü anhüm” temâmlandıkdan
sonra, geri kalan bes veyâ yedi senesi, Mu’âviyenin “radıyallahü anh” hilâfeti zemânıdır.
Abdülkâdir-i Geylânînin “kuddise sirruh” sözü burada temâm oldu.
(Mevâhib-i ledünniyye) ikinci cildinde, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
gelecekde olacak seylerden verdigi haberleri bildirirken diyor ki: Ibni Asâkir
bildiriyor ki: Resûlullah, Mu’âviyeye, (Benden sonra, ümmetimin üzerine hâkim
olursun. O zemân, iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da, afv eyle!) buyurdu.
Yine Ibni Asâkir bildiriyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Mu’âviye,
hiç maglûb olmaz) buyurmusdur. Alî “radıyallahü anh”, Sıffîn muhârebesinde,
bu hadîs-i serîf hâtırıma gelseydi, Mu’âviye ile harb etmezdim, demisdir.
[Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü teâlâ anh” için Allâme Abdül’Azîz Ferhârî Hindînin
“rahmetullahi aleyh” arabî (En-nâhiyetü an ta’nı emîr-il-mü’minîn Mu’âviyete)
kitâbında genis bilgi vardır. (En-nâhiye) kitâbı, Hakîkat Kitâbevi tarafından
yeniden tab’ edilmisdir.]
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Haseni “radıyallahü anh” göstererek:
(Biliniz ki, benim su oglum seyyiddir. Allahü teâlâ, yakın zemânda, müslimânlardan
iki büyük askeri, bu oglum sebebi ile, barısdırır) buyurdu. Alî “radıyallahü
anh” sehîd olunca, kırkbinden ziyâde kimse, hazret-i Haseni “radıyallahü anh”
halîfe yapdı. Irâkda ve Horâsânda, yedi ay, halîfe oldu. Sonra, büyük bir ordu ile,
Mu’âviyenin “radıyallahü anh” üstüne yürüdü. Iki ordu karsılasınca, hazret-i Hasen
“radıyallahü anh”, iki tarafdan birinin çogu ölmeyince, diger tarafın gâlib olamıyacagını
düsünerek, müslimânların kanı dökülmemesi için, hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü
teâlâ anh” mektûb yazdı. Ba’zı sartlarla, hilâfeti ona bırakdı.
Imâm-ı Beyhekî diyor ki, Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, Resûlullahdan
“sallallahü aleyhi ve sellem” isitdim, buyurdu ki: (Ümmetimden ba’zı kimseler meydâna
çıkacak, Eshâbımı kötüliyeceklerdir. Bunlar, müslimânlıkdan ayrılacaklardır).
(Mevâhib-i ledünniyye)nin yazısı burada temâm oldu].
– 511 –
Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” ile muhârebe
etmesi [târîhcilerin sandıgı gibi] halîfelik için degildi. Bâgî ile [itâ’at etmiyenler
ile] muhârebe etmek farz oldugu için idi. Isyânı basdırmak içindi. Hucürât
sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, (Isyân edenler ile harb edip, bunları itâ’ate getirin!)
buyuruldu. Bununla berâber, ısyânlarının ser’î sebebi oldugu için ve herbiri
ictihâd sâhibi âlimler oldukları için, yanlıs ictihâd etdikleri hâlde bile, hiçbirine
dil uzatılamaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”. Fâsık ve kâfir denilemez. Hazret-
i Alî “radıyallahü anh” âsîler için “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, (Kardeslerimiz
bize âsî oldu. Bunlar, kâfir veyâ fâsık degildir. Çünki, Kur’ân-ı kerîmden
anladıklarını yapıyorlar) dedi. [Ofset baskısı yapılarak Istanbulda nesr edilen
(Minhat-ül-vehbiyye) ve (Ulemâ’ül-müslimîn vel-vehhâbiyyûn) ismlerindeki iki
arabî kitâbda ictihâd üzerinde genis bilgi verilmisdir.]
Imâm-ı Sâfi’î “rahmetullahi aleyh” buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara
bulasmakdan korudugu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulasdırmıyalım!). Ömer
bin Abdül’azîz de “rahmetullahi aleyh” böyle söylemisdir.
Yâ Rabbî! Bizi ve bizden önce gelen din kardeslerimizi afv eyle! Mahlûkların
en kıymetlisi olan, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma ve temiz olan Âline
ve Eshâbının hepsine “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” bizlerden kıyâmete kadar
düâ ve selâmlar olsun! Âmîn.
[TENBIH: Ehl-i sünnet âlimleri, Eshâb-ı kirâm hakkında, müslimânlara nasîhat
olarak pek çok kitâb yazdılar. Bu kitâblardan otuzikisinin ismleri ve yazarları,
(Mektûbât Tercemesi) kitâbının sekseninci mektûbunun sonunda bildirilmisdir].
24 — BESINCI CILD, 36. cı MEKTÛB
Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebeler ictihâd yüzünden idi. Dögüsenler de, birbirini
çok seviyordu. Ananın, babanın çocugunu dögmesi gibi idi.
Ehl-i sünnet âlimlerinin, Eshâb-ı kirâmın büyüklügünü, üstünlügünü bildiren
sözlerini, yazılarını, kitâbımızın birkaç yerinde açıkladık. Kayyûm-i rabbânî, Muhammed
Ma’sûm-i Fârûkî Serhendî “rahmetullahi aleyh” (Mektûbât)ının ikinci
cildi, otuzaltıncı mektûbunda, sekizinci süâlin cevâbında buyuruyor ki:
Tepeden tırnaga kadar rahmet olan hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh”,
hâsâ ve kellâ, bir müslimâna bile la’net etmedi. Nerde kaldı ki, Peygamber efendimizin
“sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına ve hele çok kerre hayr düâ etdigi
hazret-i Mu’âviyeye “radıyallahü anh” la’net etmis olsun. Hazret-i Alî, hazret-i
Mu’âviye ve yanında bulunanlar için (Kardeslerimiz, bize uymadı. Kâfir ve fâsık
degildirler. Ictihâdları ile hareket etdiler) buyurdu. Bu sözü, onlara küfrü ve fıskı
yaklasdırmamakdadır. O hâlde, hiç la’net eder mi? Hiç beddüâ eder mi? Islâm
dîninde, hiç kimseye, hattâ frenk kâfirlerine bile la’net etmek, ibâdet degildir. Bes
vakt nemâzdan sonra, düâ etmek lâzım iken, kendi düsmanlıgı için, düâ yerine, bed
düâ eder mi? Tesavvufdaki fenâ derecelerinin en yüksegine ve itmînânın sonuna
ulasmıs ve sahsî arzûlarından geçmis olan hazret-i Alînin nefsini, kendi nefs-i
emmâreleri gibi kin ile, inâd ile, düsmanlıkla dolu mu sanıyorlar? O çok yüksek
zâta, böyle bir bühtânda, böyle alçak bir iftirâda bulunuyorlar. Hazret-i Alî, Fenâ-
fillâh ve muhabbet-i Resûlillah makâmlarının en son derecesine ulasmıs, cânını,
malını, Onun “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna fedâ etmisdir. Niçin, bu
düâ zemânında, her iki cihânın sultânı olan Peygamber efendimize, envâ-ı ezâ ve
cefâ yapan, Allahü teâlânın ve Resûlünün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” düsmanlarını
söyleyip, onlara la’net etmesin de, kendi düsmanlarına la’net etsin? Hâlbuki,
hazret-i Alînin (Ictihâdları ile hareket etdiler) sözü, onlara düsman olmadıgını
gösteriyor.
– 512 –
Isin içi, özü söyledir ki, bu muhârebeler, bu çarpısmalar düsmanlıkla, kin gütmekle
olmadı. Hep, ictihâd ile, din bilgisi ile oldu. Bunun için, ayblamanın yeri yokdur.
Nerde kaldı ki, bed düâ, ve la’net edilsin. Bir kimseyi kötülemek, ona la’net
etmek ibâdet olsaydı, Iblîs-i la’îne, Ebû Cehle, Ebû Lehebe ve Peygamber efendimizi
“sallallahü aleyhi ve sellem” inciten, Ona cefâ ve ezâ eden ve bu hak olan
dîne, düsmanlıklar, ihânetler, hıyânetler yapan, Kureysin azılı kâfirlerine la’net
etmek, islâmın îcâblarından olurdu. Düsmanlara la’net etmek emr edilmeyince,
dostlara la’net sevâb olur mu? Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Bir kimse, seytâna la’net ederse, ben zâten mel’ûn oldum. Bu la’netin bana zarârı
olmaz der. Yâ Rabbî! Beni seytândan koru derse, eyvâh bel kemigimi kırdın
der). Bir baska hadîs-i serîfde, (Seytâna sögmeyiniz! Serrinden, Allahü teâlâya sıgınınız)
buyuruldu. Bundan anlasılıyor ki, bu gibi sözler, hazret-i Alîye iftirâdır.
Onu kötülemekdir. Bundan baska, hazret-i Mu’âviye, hazret-i Alîye ve hazret-i Hasene
ve Hüseyne ve digerlerine “radıyallahü anhüm ecma’în” la’net etmege basladı
demek de, Mu’âviye hazretlerine iftirâ olur. Birbirlerine, aslâ bed düâ, la’net
etmediler. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi söyledir ki, Mu’âviyeye “radıyallahü
anh” dil uzatmak câiz degildir. Bu söz, ona bir iftirâdır. Hem bunu bildiren, dogru
bir haber de yokdur. Târîhciler söylüyor ise, bunların sözü, nasıl sened olabilir?
Dînin temel bilgileri, târîhcilerin sözleri üzerine kurulamaz. Burada, imâm-ı
a’zam Ebû Hanîfenin ve onun eshâbının sözlerine bakılır. Târîhcilerin sözlerine
ve Kessâf tefsîrinde yazılı olan haberlere bakılmaz. Kessâfda, hazret-i Alînin ve
hazret-i Mu’âviyenin ismleri geçmiyor. Bu iki din büyügünün birbirine la’net etdigini
gösteren bir isâret bile yokdur. Bununla berâber (Kessâf)daki o yazılar dogrudur.
Ehl-i sünnetin bildirdigine uymıyan birsey yokdur ki, iyi ma’nâ çıkarmaga
çalısmak lâzım gelsin. Evet, Emevî halîfeleri, minberlerde, Ehl-i beyte yıllarca la’net
etdirdi. Ömer bin Abdül’azîz “rahmetullahi aleyh” buna son verdi. Allahü teâlâ,
bizim tarafımızdan, ona bol bol mükâfât versin! Fekat, Mu’âviye de “radıyallahü
anh” Emevî halîfelerinden ise de, ona dokunulamaz. Eger, hazret-i Mu’âviye
“radıyallahü teâlâ anh” sögülürse, kötülenirse bu ayrılıkda ve muhârebelerde,
onunla birlik olan, çok sayıda Eshâb-ı kirâm, hattâ asere-i mübessereden birkaçı
da mel’ûn olur. Bu din büyüklerine dil uzatmak, onlardan bize gelmis olan din
bilgilerini bozmaga sebeb olur. Hiçbir müslimân, bunu uygun görmez ve kabûl etmez.
Ba’zıları, üç halîfeyi ve hazret-i Mu’âviyeyi ve ictihâdda ona uyanları “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” kötülüyor, bunlara sögüyor, Peygamber efendimizden
sonra “sallallahü aleyhi ve sellem”, birkaçından baska, Eshâb-ı kirâmın hepsi
mürted oldu diyorlar. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebine göre, Eshâb-ı kirâmın
hepsine, iyilikden baska birsey söylenmez. Hiçbiri fenâ, kötü degildir. Imâm-ı Yahyâ
bin Seref Nevevî, (Müslim) hadîslerini açıklarken buyuruyor ki, o muhârebelerde,
Eshâb-ı kirâm üçe ayrılmısdı: Bir kısmının ictihâdı, hazret-i Alînin ictihâdına
uygun oldu. Bunlara kendi ictihâdlarına uygun yol tutmak vâcib oldu. Bunlar,
hazret-i Alîye “radıyallahü anhüm” yardım etdi. Eshâb-ı kirâmın ikinci kısmı,
ictihâdda, dogru olanı ayıramadı. Bunların, kimseye karısmaması vâcib oldu.
Üçüncü kısmın ictihâdı, hazret-i Alîye karsı gelenlerin ictihâdları gibi oldu. Bu ictihâdda
olanların karsı tarafa yardım etmesi lâzım oldu. Demek ki, her biri, kendi
ictihâdına uygun is yapdı. Bunun için hiçbirini ayblamak dogru degildir. Bununla
berâber, hazret-i Alî ve onun ictihâdında olup, ona uyanlar, ictihâdda dogruyu
bulmuslardı. Karsılarındakiler, ictihâdda yanılmıslardı. Fekat, ictihâdda yanılma
oldugu için, kötülenemez. Yanılanlar bir sevâb aldı. Dogruyu bulanlar, on sevâb
aldı. Yanıldılar demek bile, dogru degildir. Yanılanları da iyilikle anmak lâzımdır.
Demek ki, Mu’âviyeyi “radıyallahü anh” sevmiyen, ona la’net eden bir kimse, bütün
Eshâbı iyi bilip sevse de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’atden olamaz. Böyle kimseyi,
Sî’îler de sevmez. Bu kimse, Ehl-i sünnet olmadıgı gibi, Sî’î de degildir. Üçüncü bir
– 513 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:33
mezhebden olur. Otuzaltıncı mektûbdan terceme, burada temâm oldu.
[Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” arasındaki ayrılıkları iyi
ve dogru anlamak için, güvenilen ve herseyi açık ve ayrı ayrı anlatan i’tikâd kitâblarını
okumalıdır. Sonradan yazılan târîhlere, birbirini tutmıyan çürük sözlere, böyle
olan ansiklopedilere, gazetelere aldanmamalıdır!
Ne kadar sasılır ki, Cevdet Pâsa (Kısas-ı Enbiyâ) kitâbında, (Hazret-i Alî, kendi
hükûmetinin za’îfledigini, Mu’âviyenin kuvvetinin artdıgını görünce, müte’essir
olarak, elem çekerek, Mu’âviyeye ve ayrıca altı kisiye bed düâ etmege basladı.
Mu’âviye, bunu isitince, o da Alîye ve ibni Abbâsa ve Hasen, Hüseyne bed düâ
etmege basladı) diyor. Deve ve Sıffîn vak’alarını anlatırken de Eshâb-ı kirâmdan
“aleyhimürrıdvân” birkaçı için sânlarına yakısmıyan kelimeler kullanıyor. Semseddîn
Sâmî de (Kâmûs-ül-a’lâm) kitâbında, hazret-i Mu’âviye ve ba’zı Sahâbî için,
müslimânın söyliyemiyecegi cümleler yazarak, saygısızlık göstermekdedir. Bunun,
böyle saygısızlık göstermesine, pek de sasılmaz. Çünki bu, (Toprak) ismindeki kitâbında,
Allahü teâlâya karsı da saygısızlık gösteriyor. Hâlık-ı teâlâyı, esîr, madde
derekesine düsürmekden çekinmiyor. Fekat, Cevdet Pâsanın pek safcasına, Abbâsî
târîhlerine, mezhebsizlerin kitâblarına aldanması, insanı hayrete düsürmekdedir.
Çünki, onun (Kısas-ı Enbiyâ)sı, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
hayâtını ve islâm târîhini, genis ve açık yazan, dogru olarak tanınan, güvenilir, kıymetli
bir kitâbdır. Islâm târîhini ögrenmek istiyenlere, tavsıye edilecek kitâbların
önünde gelmekdedir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeleri,
bunların sebeblerini de insâflı ve dogru yazmakdadır. Meselâ dörtyüzotuzsekizinci
(438) sahîfede diyor ki: (Irtidâd tehlükesi birdenbire büyüdü. Her tarafı
dehset bürüdü. Yemendeki ve baska yerlerdeki me’mûrlar geri gelmege, kara haberler
getirmege basladılar. Müslimânlar karanlık gecede yagmura tutulmus koyun
sürüsü gibi saskına döndü. Mürtedlerin sayısı yanında müslimânlar pek az idi.
Fekat, Resûlullahın halîfesi, zemân-ı se’âdetdeki gelismeyi hiç degisdirmemege ve
Resûlullahın niyyetlerini yerine getirmege karârlı idi. Mürtedlerle muhârebeyi göze
aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medîneye hücûma hâzırlanan düsman üzerine,
gece bir siddetli çıkıs yaparak, sabâha kadar savasdı. Hepsini dagıtdı. Yanındaki
askerlerle birlikde, uzakdaki mürtedlerle muhârebeye gitmek üzere devesine
bindi. Fekat, hazret-i Alî “radıyallahü anh”, halîfenin devesinin yularını tutup,
ey Resûlün halîfesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muhârebesinde
söyledigini söylerim. O gün sana, (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!) buyurmusdu.
Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslimânlar, senden sonra düzen bulmaz
dedi. Eshâb-ı kirâmın hepsi, hazret-i Alîyi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” tasdîk
etdi. Halîfe hazretleri Medîne-i münevvereye döndü.
Halîfe seçilmesindeki sert konusmalarından hemen sonra, birbirlerine karsı olan
sevgilerine bakınız! Kimseye boyun egmeyen, halîfe seçimine çagrılmadı diye, hazret-
i Ebû Bekre oy vermesini gecikdiren, Allahın arslanı, hazret-i Alî “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” simdi onun muhârebeye gitmesini önlüyor. Eger, kalbinde
ona karsı ufak bir kırıklık olsaydı, halîfe harbe gitsin de, ona birsey olursa, yerine
ben geçerim diye düsünür, hiç olmazsa, gitmesine karısmazdı.
Hazret-i Sıddîk gibi, din ugrunda, aslâ cânını esirgemeyen bir zâtın da, cihâd gibi
mühim bir ibâdete baslarken, hiç kimsenin sözü ile, bundan vaz geçmeyecegi
meydânda iken, niyyetinden dönmesi, ancak hazret-i Alînin fikrinin ve sözünün
dogru olduguna güvenmesinden ve ona uymasından ileri geldigi sübhesizdir.
Hepsinin düsüncesinin ve konusmasının, hep islâm dînine hizmet niyyeti ile oldugu,
buradan da anlasılmakdadır “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.
Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” birkaçının dünyâya düskün
oldugunu sanan ve yazan sapıklar, onların böyle davranmalarına dikkat etselerdi,
bu büyük zâtlara karsı, kötü zanda bulunmak günâhından kurtulurlardı).
– 514 –
Abbâsî târîhcileri, sultânların gözüne girmek, mal ve mevkı’ elde etmek için
vak’aları degisdirmekden, hâdiseleri yanlıs yazmakdan çekinmemis, Emevîleri insâfsızca
kötülemege koyulmuslardı. Abbâsî halîfeleri, Emevîlere düsman oldugundan,
târîhcileri de, dünyâlık ele geçirmek için, ilmi, siyâsete kurbân etmislerdir. Osmânlılar,
zemân bakımından, Abbâsîlere dahâ yakın, toprak bakımından da,
komsu oldugundan, câhil târîhciler, Abbâsî târîhlerini oldugu gibi terceme etmis,
Cevdet pâsa bile, bu te’sîrden kendini kurtaramamısdır. Bir yandan târîhciler, bir
yandan da, sâh Ismâ’îlin bozguna ugrıyan ordusunun döküntüsü olup, tekkelere
sıgınan kızılbaslar, türk milletine, Eshâb-ı kirâmın düsmanlıgını bulasdırdı. Yalnız,
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından, isin dogrusunu ögrenenler, bu felâketden
kurtulabildi. Allahü teâlâ, dogru yolda bulunanların yardımcısı olsun! Âmîn.
(Merec-ül-bahreyn)de diyor ki, hakîm Alî Tirmizî buyurdu ki, (Yasım ilerledikçe,
ilmim, amelim ve mücâhedem artdıgı hâlde, gençligimde kavusmus oldugum
nûrları, te’sîrleri kendimde bulamaz oldum. Sebebini bir dürlü anlıyamadım.
Gençlik zemânım, Resûlullahın zemânına dahâ yakın oldugu için, o zemândaki hâlin
dahâ üstün oldugu, kalbime ilhâm edildi). O zemâna yakın zemânlar böyle kıymetli
olunca, o zemânın kendinin ne kadar çok kıymetli oldugunu anlamalıdır. Bunun
içindir ki, (Kût-ül-kulûb)da, (Resûlullahın o mubârek cemâlini bir kerre görmek
ve biraz huzûrunda oturmak, insanı öyle seylere kavusdurur ki, baska zemânlarda
yapılan halvetlerle ve erba’înlerle, ya’nî kırk gün riyâzet çekmekle, bunlar
elde edilemezler) buyurulmakdadır. Baska zemânlarda yetisen büyük Velîler de,
Resûlullahın ma’nevî sohbetinde bulunup, feyz almakla yükselmislerdir].
25 — IKINCI CILD, 99. cu MEKTÛB
Bu mektûb, seyyid Muhammed Nu’mâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazılmıs
olup, ba’zı Evliyâ, tesavvuf yolunda ilerlerken, kendilerini, Eshâb-ı kirâmın makâmında
görüyor. Bunu açıklamakda ve dünyâda Peygamberlere çok derd ve
belâ gelmesinin sebebini bildirmekde ve adem, Fenâ ve Bekâyı anlatmakdadır:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdigi kullarına
selâm olsun!
Süâl: Sâlik, tesavvuf yolunda yükselirken, ba’zan kendisini, kendinden yüksek
olduklarında söz birligi olan Eshâb-ı kirâmın makâmında görüyor. Hattâ, ekseriyâ
Peygamberlerin makâmlarında görüyor. Bu nasıl olur? Ba’zı kimseler, bu sâlikin
o makâmların sâhiblerinin derecesinde oldugunu söyledigini sanıyor. Bunun
için, bu sözüne inanmıyorlar. Hattâ, ona dil uzatıyorlar. Bunun sebebi nedir?
Cevâb: Asagı derecedeki insanların, yükseklerin makâmına çıkması, fakîrlerin
zenginler kapısına ve ihsân sâhiblerinin evlerine giderek, onlardan ihtiyâclarını dilemelerine,
ni’metlerine kavusmalarına benzer. Bunların, o makâma çıkmasını, makâm
sâhibleri ile müsâvî olmak sananlar, câhillik etmis olur. Bu yükselmeleri, ba’zan
o makâmları görerek özenmeleri içindir. Dünyâda sultânların ve beglerin serâylarını,
kösklerini seyretmege gitmek gibidir. Bu gibileri, sultânlarla, beglerle müsâvî
oldu sanmak, ahmaklık olur. Hizmetciler, efendilerine hizmet etmek için, husûsî
odalarına kadar girer. Süpürmek için, temizlik için sultânın yanına yaklasır.
Mısra’:
Derd sâhiblerine her yandan gelir belâ...
Ba’zıları, bir zevallıyı ayblamak ve kötülemek için, behâne arar. Allahü teâlâ,
böyle kimselere insâf versin! Bir garîb dervîsi iftirâdan, lâfdan korumak için sebeb
aramaları lâzım gelirdi. Bir müslimânın ırzını, serefini korumak için, çalısmaları
îcâb ederdi. Bu makâmlara yükselen sâliklere dil uzatanlar, iki dürlü olabilir:
Bu sâlik, o makâmların sâhibine müsâvî oldugunu sanıyor derlerse, bu sâliki kâfir
ve zındık bilmis olurlar. Çünki bir kimse, kendini Peygamberler ile berâber bi-
– 515 –
lirse, kâfir olur. Seyhaynın [ya’nî Ebû Bekrin ve Ömerin] “aleyhimürrıdvân” bütün
müslimânlardan üstün oldugunu Sahâbe ve Tâbi’în sözbirligi ile bildirdi. Bu
sözbirligini, din imâmlarımız, kitâblarında yazmakdadır. Bunlardan biri, imâm-ı
Sâfi’îdir “rahmetullahi aleyh”. Hattâ Sahâbe-i kirâmın hepsi, sonra gelen müslimânların
hepsinden dahâ üstündür. Çünki, insanların en iyisinin sohbetinin üstünlügüne
benzeyen hiçbir üstünlük olamaz. Eshâb-ı kirâmın, islâmiyyetin za’îf oldugu
ve müslimânların az oldugu o zemânda, dîni kuvvetlendirmek için ve Peygamberlerin
efendisine “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek
için yapdıgı ufak bir hareketine, o kadar sevâb verilir ki, baskaları, bütün ömrünü,
sıkı riyâzetle ve agır mücâhedelerle ve ibâdetlerle geçirse, o kadar sevâb alamaz.
Bunun için Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden
herhangi biri, Uhud dagı kadar altın sadaka verse, Eshâbımın bir müd
arpa sadakasına verilen sevâba kavusamaz). [Müd, iki rıtldır. (Rıtl) yüzotuz dirhem-
i ser’îdir. Bir (dirhem-i ser’î) 3.36 gr.dır. Bir (Müd) sekizyüzyetmisbes gram
agırlıgında bir agırlık birimidir.]
Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü anh”, bu ümmetin en üstünü olmasının sebebi,
îmâna gelmekde, malının çogunu ve cânını fedâ etmekde ve her dürlü hizmetde,
baskalarının önünde bulunmasıdır. Hadîd sûresinin onuncu âyetinde meâlen,
(Mekke-i mükerremenin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye,
fethden sonra malını dagıtan ve cihâd edenden dahâ büyük derece vardır. Allahü
teâlâ, hepsine Cenneti va’d etdi) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, onun için indirilmisdir.
Ba’zı kimseler, fazîletlere, vak’alara bakarak, bunun en üstün oldugunda
duraklıyor. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, üstünlügün sebebi, fazîletler ve hârikalar olsaydı,
fazîletleri ve hârikaları çok olan herhangi bir müslimânın, o kadar hârikası
olmayan kendi Peygamberlerinden üstün olması lâzım gelirdi. Demek oluyor ki,
üstünlügün esrârı, sebebi, fazîletlerden ve hârikalardan baska birseydir. Bu fakîre
göre, bu sebeb, dîni kuvvetlendirmekde ve mal ve cân fedâ ederek Allahın dînine
yardım etmekde baskalarının önünde bulunmakdadır. Her önde olan, sonra
gelenlerden dahâ üstün olur. Önde gelenler, sonra gelenlerin, dinde üstâdı ve mu’allimidir.
Sonra gelenler, önce gelenlerin nûrları ile aydınlanmakda, onların bereketlerinden
fâidelenmekdedir. Peygamber hepsinden ileride, önde oldugu için, hepsinden
üstündür. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü
vesselâm” sonra, bu devletin, ya’nî se’âdetin sâhibi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü
teâlâ anh”. Çünki, dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” yardım etmek için, malını dagıtmakda, cihâd etmekde,
siddetli mücâdele etmekde ve sânını, serefini gayb etmekde, öncelerin öncesi
Odur. O hâlde, hepsinden dahâ üstün Odur.
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, islâmiyyetin yükselmesinin ve kuvvetlenmesinin,
Ömer-ül Fârûkun yardımı ile olmasını istedi. Allahü teâlâ, sevgili
Peygamberine yardım etmek için, onu kâfi gördü. Enfâl sûresinin, altmısdördüncü
âyetinde meâlen, (Ey Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Sana yardımcı
olarak Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar yetisir) buyurdu. Abdüllah
ibni Abbâs “radıyallahü anhümâ”, (Bu âyet-i kerîme, Ömer-ül Fârûk îmân etdigi
zemân geldi) buyurdu. O hâlde, Ebû Bekr-i Sıddîkdan sonra, en üstün olan budur.
Eshâb-ı kirâm ve Tâbi’în, bu ikisinin en üstün oldugunu sözbirligi ile bildirdi.
Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki: (Ebû Bekr ile Ömer “radıyallahü teâlâ anhümâ”
bu ümmetin en üstünüdür. Beni onlardan üstün sanan, iftirâ etmekdedir.
Iftirâ edeni dövdükleri gibi, onu sopa ile döverim). Bunları baska kitâb ve mektûblarımda
uzun anlatmısdım. [Bu ikisinin üstünlükleri (Kurret-ül ayneyn) ve
(Eshâb-ı Kirâm) kitâbının (Müslimânların iki gözbebegi) kısmında uzun yazılıdır.]
Kendini, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm” gibi sanmak, ahmaklıkdır.
Kendini, önce gelen büyüklere benzetmek, câhillikdir. Sunu da bildirelim ki, ön-
– 516 –
ce olmak serefinin üstünlüge sebeb olması, birinci asrda, insanların en iyisinin sohbetine
kavusanlar içindir. Sonraki asrlarda böyle degildir. Dahâ sonraki asrda gelenler,
önündeki asrlarda gelenlerden üstün olabilir. Hattâ aynı asrda bulunanlardan,
sonraki, öncekinden [talebesi hocasından] ileri geçebilir. Allahü teâlâ, dil uzatanları,
gaflet uykusundan uyandırsın! Bir müslimânı kabâhatli sanarak, dedikodu
yapmak, sögmek, pek senî’, çok çirkindir. Vehm ile, zan ile, bir müslimâna sapık
demek, kâfir demek, inâdcılık, kincilik olur. Bu iftirâları yerinde olmadıgı zemân,
söyliyenler sapık ve kâfir olur. Böyle oldugunu hadîs-i serîf bildirmekdedir.
Sözümüze dönelim. Sâliklere dil uzatanların ikinci kısmını bildirelim. Bunlar,
o derecelerde oldugunu söyliyen sâliklere kâfir ve sapık demez ise de, iki hâlden
birisi olabilir: Ona yalancı derler. Bu da, bir müslimâna sû-i zan etmek olup harâmdır.
Yok eger, sözüne inanır ve o büyüklere müsâvî olmak da’vâsında olmadıgını
bilirler ise, dil uzatmalarına sebeb kalmaz. Onu niçin sögüp çekisdirirler? Dogru
kesflere iyi ma’nâlar vermek lâzımdır. Dogru kesf sâhiblerini ayblamamalı, onlar
için kötü, çirkin seyler söylememelidir.
Süâl: Dedikodu yapan bir kimse, (Sâlikin, fitne ve fesâda sebeb olacak hâlini açıga
çıkarmasına ne lüzûm var?) derse:
Cevâb: Tesavvuf büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, böyle hâllerini
çok bildirmisdir. Hattâ, âdet olmusdur. Bu hâllerini, iyi niyyetlerle, dogru maksadlarla
açıga vurmuslardır. Buna sebeb, ba’zan, sübheli olan hâllerinin, dogru olup
olmadıgını anlamak için mürsidlerine bildirirler. Ba’zan da, tâlibleri, gençleri
tesvîk için söylemislerdir. Ba’zan da, su veyâ bu, hiçbir sebeb olmıyarak, tarîkat
serhoslugu ile, agzından kaçırır. Böyle hâlleri söhret için, kendini begendirmek için
söyleyen yalancıdır. Böyle hâli varsa, kendine zarârdır, istidrâcdır.
Süâl: Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Velîler “aleyhimürrıdvân”,
hep derd ve belâ içinde yasadı. Hattâ (Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere,
sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir) buyuruldu. Hâlbuki, Sûrâ
sûresi, otuzuncu [30] âyetinde meâlen, (Size gelen belâlar, kabâhatlerinizin cezâsıdır)
buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeye göre, derdlerin çoklugu, günâhın çoklugunu
gösterir. Peygamber ve Velî olmayanların, çok sıkıntı çekmesi îcâb eder. Dostlarına,
neden derd, belâ veriyor? Düsmânları râhat ve ni’metler içinde, dostları mihnetler,
belâlar içinde nasıl olur?
Cevâb: Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmısdır.
Dünyâ ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine
sebeb olur. Ya’nî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmege sebeb olur.
O hâlde, dünyâda ni’metleri, lezzetleri çok olanlar, [bunlara lâzım olan sükrü
yapmazlarsa] âhıretde çok korkacak, çok acı çekecekdir. Bunun gibi, dünyâda [tehlükelerden
sakındıgı, çalısdıgı hâlde] çok acı çeken mü’min, âhıretde çok lezzete
kavusacakdır. Dünyânın ömrü, âhıretin uzunlugu yanında, deniz yanında bir
damla kadar bile degildir. Dahâ dogrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun
için dostlarına merhamet ederek, sonsuz ni’metlere kavusmaları için, dünyâda
birkaç gün sıkıntı çekdiriyor. Düsmânlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet
verip, çok elemlere sürüklüyor.
Süâl: Fakîr olan kâfir, dünyâda da, âhıretde de sıkıntı çekiyor. Bunun dünyâda
çekdigi sıkıntılar âhıretde lezzete kavusmasına niçin sebeb olmıyacak?
Cevâb: Kâfir, Allahü teâlânın düsmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyâda,
ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demekdir. Hattâ,
bunun için hadîs-i serîfde, (Dünyâ kâfirlerin Cennetidir) buyuruldu. Kâfirlerden
bir kısmına, dünyâda azâb yapmamakla iyilik etdikleri gibi, ayrıca ni’metler,
lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azâb yapmamak ile iyilik edip, ayrıca
lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, fâideli sebebleri vardır.
– 517 –
Süâl: Allahü teâlâ, herseye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyâda, hem de âhıretde
ni’metler, lezzetler verseydi ve dünyâda verdigi lezzetler, âhıretde, bunların elem
çekmesine sebeb olmasaydı, dahâ iyi olmaz mı idi?
Cevâb: Bunun çesidli cevâbları vardır:
1. ci cevâb: — Dünyâda, birkaç gün derd, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin
kıymetini anlamazlardı ve ebedî ni’metlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık
çekmiyen, yemegin lezzetini anlamaz. Acı çekmiyen, râhatlıgın kıymetini bilmez.
Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artdırmak içindir. Bu elemler,
bir ni’met olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen ni’metler, elem olarak
gösterilmekdedir. Yabancılara elem seklinde gösterilen, dostlar için ni’metdir.
2. ci cevâb: — Belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden
gelen hersey, tatlı olmakdadır. Ni’metlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan
da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzûsu olup, kendi istekleri
karısmadıgı için, dahâ tatlı gelir. Ni’metlerde bu lezzet bulunamaz. Çünki, ni’metlerde,
nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri aglamakda, inlemekdedir.
Bu büyükler, belâyı ni’metden dahâ çok sever. Belâ, bunlara, ni’metden dahâ
tatlı gelir. Bunların dünyâdan aldıkları lezzet, belâlardan, musîbetlerden gelmekdedir.
Dünyâda derd ve belâ olmasaydı, bunların gözünde, dünyânın hiç degeri
olmazdı. Dünyânın acı hâdiseleri olmasaydı, onu bos, abes görürlerdi. Fârisî
nazm tercemesi:
Seni sevmekden maksadım,
derdi ve gammı tadmakdır.
Böyle olmasaydı arzûm,
dünyâda baska tat çokdur.
O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyâda da, âhıretde de lezzetli ve sevinclidir.
Derdlerden aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebeb olmaz. Âhıret
lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Yâ Rabbî! Dostlarına nasıl
ihsân yapıyorsun ki, baskalarına verdigin ni’metler, bunlara da rahmetdir. Onlara
derd, elem olanlar da, bunlara ni’metdir. Baskaları ni’met gelince sevinir. Derd
gelince üzülür. Bu büyükler, ni’metde de sevincli, derdde de sevinclidir. Çünki bunlar,
islerin güzelligine, çirkinligine bakmıyor. Isleri yapanın güzelligine bakmakdadırlar.
O, güzellerin güzelidir. Isleri yapan sevgili oldugu gibi, isleri de sevgili olmakda
ve tatlı gelmekdedir. Bu dünyâda, hersey, güzel olan yapıcının isi oldugundan,
derd ve zarâr verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri sey olmakdadır. Kendilerine
tatlı gelmekdedir. Yâ Rabbî! Bu nasıl lutf ve ihsândır ki, bu gizli ve kıymetli
ni’metleri, yabancılara sezdirmeden, dostlarına gönderiyorsun! Bunları,
her ân, kendi arzûna râzı bulundurup, zevk ve lezzet içinde tutuyorsun! Baskalarına
derd, ayb, asagılık olarak gönderdiklerin, bunlar için, cemâl ve kemâl oluyor.
Bunların arzûlarını, arzû edilmiyen seyler içine yerlesdirdin. Dünyâ lezzet ve
zevklerini, baskalarının tersine olarak, âhıret derecelerinin, lezzetlerinin artmasına
sebeb eyledin. Bu, Allahü teâlânın büyük ni’metidir. Diledigine ihsân eder.
Allahü teâlâ, büyük ihsân sâhibidir.
3. cü cevâb: — Bu dünyâ, imtihân yeridir. Burada hak, bâtıl ile; haklı, haksız ile
karısıkdır. Burada, dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düsmanlarına
verseydi, dost, düsmandan ayrılır, belli olurdu. Imtihânın fâidesi kalmazdı. Hâlbuki,
gayba îmân etmek lâzımdır. Dünyânın ve âhıretin bütün se’âdetleri, görmeden
inanmaga baglıdır. Hadîd sûresi, yirmibesinci [25] âyetinin meâl-i serîfi, (Allahü
teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için...)
olup, bu hâl bildirilmekdedir. Dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düsmanlarının
gözünden sakladı. Dünyâ, imtihân yeri oldu. Dostları, görünüsde belâda,
hakîkatde ise, zevk ve lezzetdedir. Düsmânlar, böylece zarâr, ziyân etmekdedir.
– 518 –
Peygamberlerin, muhârebelerde düsmânlarla dögüsmesi de böyle olurdu. Bedr
gazâsında müslimânlar, Uhud gazâsında kâfirler gâlib gelmisdi. Allahü teâlâ bu hâli,
Âl-i Imrân sûresi, yüzkırkıncı [140] âyetinde bildirmekdedir.
4. cü cevâb: — Evet, Allahü teâlâ herseye kâdirdir. Dostlarına hem dünyâda,
hem de âhıretde râhatlık verebilir. Fekat, âdeti böyle degildir. Kudretini, hikmeti
ve âdeti altına gizlemegi sever. Islerini, yaratmasını, sebebler altında gizlemisdir.
O hâlde, dünyâ âhıretin aksi oldugundan, dostların, âhıret ni’metlerine kavusmak
için, dünyâda sıkıntı çekmeleri lâzımdır. [Allahü teâlânın dostları, derdlere,
belâlara, tehlükelere karsı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmaga çalısır. Dayanılamıyacak
seylerden kaçınmak, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sünnetidir.
Tedbîrlere, çalısmalara ragmen basa gelen belâlardan zevk alırlar. Derdlerden
zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmislerin yapacagı isdir.]
Asl cevâb: — Dertlerin, belâların gelmesine sebeb, günâh islemekdir. Fekat, belâlar,
sıkıntılar, günâhların afv edilmesine sebeb olur. O hâlde, dostlara, belâları,
sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günâhları kalmasın. [Allahü teâlâ, sevdiklerinin
günâhlarını afv etmek için, onlara derd, belâ gönderiyor. Tevbe, istigfâr edince
de, günâhlar afv olur. Derd ve belâ gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmis derdler
de gider. O hâlde, derd ve belâdan kurtulmak için, çok (istigfâr) okumalıdır.] Dostların
günâhını, düsmanların günâhları gibi sanmamalıdır. (Iyilerin, iyilik etmek olarak
bildikleri seyleri, dostlar, günâh islemek bilirler) buyuruldu. Bunlardan günâh
ve kusûr sâdır olsa da, baskalarının günâhları gibi degildir. Yanılmak ve unutmak
gibidir. Niyyet ederek, karâr vererek yapılmıs degildir. Tâhâ sûresi, yüzonbesinci
[115] âyetinde meâlen, (Âdeme önce söyledik. Fekat unutdu. Azm ile, karâr ile
yapmadı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme Âdem “alâ nebiyyinâ ve aleyhisselâm” içindir.
O hâlde, dostlara gelen derdlerin, belâların, musîbetlerin çok olması, günâhların
çok afv edildigini gösterir. Günâhların çok oldugunu göstermez. Dostlarına
çok belâ vererek, günâhlarını afv eder, temizler. Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından
korur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ölüm hâlinde, siddet ve sıkıntıda
iken, Fâtıma “radıyallahü anhâ”, babasını çok sevdigi ve çok acıdıgı için
ve Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Fâtıma, benden bir parçadır) buyurmus
oldugu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî
etmek için, (Babanın çekecegi sıkıntı, ancak bu kadardır. Baska hiçbir sıkıntı görmez!)
buyurdu.
Cehennemdeki çok siddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günâhların
temizlenmesi için dünyâda sebebler gönderilmesi ne büyük ni’metdir.
Dostlara bu mu’âmele yapılırken, baskalarının günâhlarının hesâbını âhırete bırakıyorlar.
O hâlde dostlara, dünyâda çok derd ve belâ vermesi lâzımdır. Baskaları,
bu ihsâna lâyık degildir. Çünki, büyük günâh islerler, yalvarmaz, boyun bükmez,
aglamaz ve Ona sıgınmazlar. Günâhları sıkılmadan islerler ve kasd ile, plânlıyarak
islerler. Hattâ inâd edercesine islerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile
alay edecek, inanmıyacak kadar ileri giderler. Cezâ, suçun büyüklügüne göre degisir.
Günâh küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünyâ derdleri
ile afv olunabilir. Fekat, günâh büyük, agır olur ve suçlu inâdcı, saygısız olursa,
bunun cezâsı âhıretde sonsuz ve çok acı olmak lâzım gelir. Nahl sûresi, otuzüçüncü
[33] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, onlara zulm etmez. Onlar, kendi kendilerine
zulm edip, agır cezâları hak etdiler) buyuruldu.
[(Günâh), Allahü teâlânın emrlerini yapmamak, yasak etdiklerinden sakınmamakdır.
Emr ve yasaklar, müslimânlaradır, îmânı olanlaradır. Îmânı olmayanları,
kâfirleri, emr vermekle, ibâdet etdirmekle sereflendirmedi. Onlar, hayvanlar
gibi, her istediklerini yapar, günâh olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günâh
isledikleri için, dünyâda azâb çekmezler. Her dürlü ni’mete kavusurlar. Istediklerini,
çalısdıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyyet veren-
– 519 –
leri, dünyâda cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emr verilmis, onlardan yalnız
birsey istenilmisdir. Bu bir emr, îmân etmeleri, müslimân olmalarıdır. Kâfirler, bu
emri dinlemedikleri için, biricik suç islemis oluyorlar. Fekat bu suç, en büyük suçdur.
Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyâda böyle cezâ olamaz.
Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhıretde, Cehennemde verilecekdir].
Diyorsunuz ki, câhiller, ahmaklar, [nemâz kılanlarla, oruc tutanlarla, islâmiyyete
uyanlarla] alay ediyor. [Bunlara gerici diyor.] Allah, dostlarına niçin derdler,
belâlar gönderiyor? Iyilikler, ni’metler vermiyor? [Biz Onun emrlerini yapmıyoruz.
Bize cezâ verse yâ? Oh! Biz râhat, istedigimiz gibi zevk, safâ ediyor, keyf sürüyor,
hîle ile, yalan ile, dünyânın tadını çıkarıyoruz. Sizler, nemâzla, orucla vakt
geçiriyor, dünyâ zevklerinden kaçıyor, sıkıntı içinde yasıyorsunuz! Bu sıkıntılar yetismiyormus
gibi, Rabbiniz, derdleri, belâları da size veriyor. Müslimânlık se’âdet
yolu olsaydı, siz bizden dahâ râhat, dahâ tatlı, dahâ mes’ûd yasardınız diyorlar].
Böyle bayagı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar.
Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkân sûresi, yedinci [7] âyetinde
meâlen, (Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir? “sallallahü aleyhi ve sellem”. Bizim
gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi.
Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yâhud,
Rabbi, para hazîneleri gönderir, yâhud, meyve bagçeleri, çiftlikleri olur, istedigini
yirdi dediler...) buyuruldu. Bu gibi sözler, âhırete, Cennete, Cehenneme
inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin sözleridir. Cennet ni’metlerinin, Cehennem
azâblarının sonsuz oldugunu bilen kimse, dünyânın birkaç günlük belâlarına,
sıkıntılarına hiç ehemmiyyet verir mi? Bu derdlerin, sonsuz se’âdete sebeb olacagını
düsünerek, bunları ni’met olarak karsılar. Câhillerin sözlerine aldırıs etmez.
Derdler, belâlar, sıkıntılar, muhabbetin, sevginin, sasmıyan sâhidleridir. Ahmakların
bunu anlamamasının ne ehemmiyyeti olur. En iyisi, böyle câhillerle konusmamalı,
[radyolarını dinlememeli, filmlerini, gazetelerini ve kitâblarını görmemelidir].
6. cı cevâb: — Belâ, kemend-i mahbûbdur [sevgilinin, âsıkını kendine çekmek için
gönderdigi kemenddir]. Âsıkları, sevgiliden baska seylere bakmakdan koruyan bir
kamçı gibidir. Âsıkları, sevgiliye döndürür. O hâlde, derdlerin, belâların dostlara
gönderilmesi lâzımdır. Belâlar, dostları, sevgiliden baska seylere düskün olmak günâhından
korur. Baskaları, bu ni’mete lâyık degildir. Dostları, zorla sevgiliye çekerler.
Istediklerini derd ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler.
Istemediklerini basıbos bırakırlar. Bunların içinden, se’âdet-i ebediyyeye lâyık
olan, kendisi dogru yola gelip, çalısarak, ugrasarak, lutf, ihsâna kavusur. Böyle
yapmıyan, basına gelecekleri düsünsün!
Görülüyor ki, seçilenlere, belâ çok gelir. Çalısanlara, ugrasanlara o kadar çok
gelmez. Bunun içindir ki, seçilmislerin reîsi, begenilmislerin, sevilmislerin bas
tâcı olan Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm”, (Benim çekdigim
acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi!) buyurdu. O hâlde, derd ve belâlar, öyle
usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, sasmadan kavusdurur. Sevgiliden baskasına bakmakla
onu lekelemekden korur. Ne kadar sasılır ki, âsıklar, hazînelere, milyonlara
mâlik olsa, hepsini verip, derd ve belâ satın alır. Ask-ı ilâhîden haberi olmıyan,
derd ve belâdan kurtulmak için, milyon harc eder.
Süâl: Ba’zan, dostlar, derd ve belâ gelince, üzülüyor. Istemedigi anlasılıyor. Bunun
sebebi nedir?
Cevâb: O üzüntü ve isteksizlik, görünüsdedir. Tabî’atden, maddesindendir. Bu
isteksizligin fâideleri vardır. Çünki, bu isteksizlik olmasa, nefs ile cihâd, düsmanlık
edilemez. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edecegi zemân, görülen
sıkıntısı, nefs ile cihâdın son parçaları idi. Böylece, son nefesi de düsman ile
mücâdelede geçmis oldu. Ölüm ânında en siddetli mücâdeleyi yapdı. Insanlık sı-
– 520 –
fatları, tabî’at istekleri kalmadı. Mubârek nefsini tâm itâ’ate, hakîkî itmînâna getirdi.
O hâlde, belâ, ask ve muhabbet pazarının dellâlıdır. Muhabbeti olmıyanın dellâl
ile ne isi olur. Dellâlın buna ne fâidesi olur ve bunun gözünde dellâlın ne kıymeti
vardır?
7. ci cevâb: — Belâ gelmesinin bir sebebi de, dogru âsıkları, dost görünen yalancılardan
ayırmakdır. Dogru olan âsık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise,
acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmıs ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması
görünüsdedir. Âsıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun içindir ki, (Velî “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz”, Velîyi tanır) buyurmuslardır.
Süâl: Ayrıca, soruyorsunuz ki, adem, her bakımdan yok demekdir. Vücûd ile ilisigi
olmaz. O hâlde adem, zihnde, ilmde nasıl bulunuyor? Zihnde bulunan birsey
hayâlden dısarı nasıl çıkabilir?
Cevâb: Evet adem, yok demekdir. Fekat, bütün bu mahlûklar, ondan yapılmısdır.
Herseyin vücûde gelmesi, onun ayna olması sâyesindedir. Allahü teâlânın ismlerinin,
ilm-i ilâhîdeki görünüsleri, adem aynasında aks ederek, onu ademlere ayırmıslar.
Ilmde var olmasına sebeb olmuslardır. Böylece, adem, her bakımdan yok
olmakdan kurtulmus, mahlûklara baslangıç [mense’] olmusdur. Bu mahlûklar, ilmden
dısarıda da vardır. His ve vehm mertebesindedirler. Fekat, his ve vehmin yok
olması ile, yok olmazlar. Hattâ hâricde mevcûddurlar denilebilir. Ademin böyle
terakkî etdigine, niçin sasıyorsunuz? Bu kâinâtın bütün olayları, hep adem üstüne
kurulmusdur. Allahü teâlânın kudretinin büyüklügünü anlamalı ki, bu kâinâtı
adem üzerine kurmusdur. Vücûdün [varlıgın] kemâllerini, onun kusûrları vâsıtası
ile meydâna çıkarmısdır. Ademin terakkî sebebi meydândadır. Çünki, Allahü
teâlânın ismlerinin, sıfatlarının, ilm-i ilâhîdeki sûretleri [görünüsleri] onun
odasında oturmakdadır. Onunla bir yatakda, onun koynundadırlar. Sûretleri, zılleri,
asla, hakîkate kavusduran bir yol bulmusdur. Kör olan kalbler, bunu görmez.
(Bizim vazîfemiz, Rabbine yol bulmak istiyenlere, yol göstermekdir). Vehm ve hayâl
kelimeleri sizi sübheye düsürmüs. Ademin terakkî etmesine sasmayınız! Çünki,
bu âlemdeki her vak’a, her is, ilmin, hayâlin dısında degildir. Fekat, hayâlden
hayâle fark vardır. Hayâl mertebesinde var olmak baskadır. Vehmde, hayâlde meydâna
gelmek baskadır. Hayâl mertebesindeki varlık, hakîkî varlıkdır. Hattâ, dısarda
olan bir varlıkdır denilebilir. Hâlbuki, hayâlde meydâna gelen varlık, böyle degildir.
Böyle devâmlı olmaz. Ademin ba’zı hünerlerini yazmısdım. Bir sûretini emîr
Muhibbullah götürmüsdü. Merâk ediyorsanız, oradan okuyunuz!
Süâl: Fenâ ve Bekâyı soruyorsunuz.
Cevâb: Bunları, çesidli mektûblarımda ve risâlelerimde yazmısdım. Anlasılmıyan
yerleri kaldı ise, bunları iyi anlamak için, görüsmek, berâber bulunmak lâzımdır.
Bunların hakîkati, yazıya sıgmaz. Sıgsa da, yazmak dogru olmaz. Çünki, kim
kavrar, kim anlar? Fenâ ve Bekâ, sühûdîdir. Vücûdî degildir. [Ya’nî Fenâ, kendini
yok görmekdir. Yok olmak degildir. Bekâ da böyledir.] Birsey olmıyan kul, Rab
olmaz. Hak teâlâ ile birlesmez. Kul, hep kuldur. Rab, hep Rabdır. Fenâ ve Bekâyı,
vücûdî sanarak, kulların te’ayyün-i vücûdlerini ortadan kaldırıp, te’ayyünlerden
ve benzemekden münezzeh olan asl ile birlesmegi ve kendisi yok olup, Rabbi
ile sonsuz var olacagını söyliyen, zındıkdır. Bir damla su, yerinden yok olup, denize
damlaması gibi, kaydlardan, baglardan kurtulup, kaydsızla birlesmegi söylemek
zındıklıkdır. Böyle kötü i’tikâddan, inanısdan Allahü teâlâya sıgınırız. (Fenâ)
demek, Allahü teâlâdan baska herseyi unutmak, baskasına baglanmamak ve
bütün isteklerinden kalbini temizlemek demekdir. Kulluk da, bundan ibâretdir.
(Bekâ) da, kulun, Rabbinin irâdesine uyması, Allahü teâlânın isteklerini, kendi istegi
yapmasıdır.
Süâl: Enfüsün üstündeki seyri [yürüyüsü] bildiriyorsunuz. Bu hangi seyrdir?
– 521 –
Âlem-i halkın ve Âlem-i emrin on mertebesinde seyr ve hey’et-i vahdânînin seyri,
enfüs içinde seyrdir. O hâlde, enfüsün dısındaki seyr, hangi seyrdir? Hangi yolculukdur?
Cevâb: Enfüs de, âfâk gibi, ismlerin zılleri, hayâlleridir. Allahü teâlânın ihsânı
ile zıl kendini unutarak, aslına dönerse ve aslını sevmege baslarsa, (Herkes sevdigi
ile berâber olur) hadîs-i serîfi geregince, kendini, kendinin aslı bulur. Varlıgını,
aslının varlıgı görür. Bu aslın da aslı vardır. Birinci asldan, bu asla geçer. Kendini
bu asl bulur. Böylece, asldan asla ilerler. Bu seyr, âfâk ve enfüsün üstünde bir
yolculukdur. Ba’zıları Seyr-i enfüsîye, (Seyr-i fillah) demisdir. Bizim bildirdigimiz
seyr, onların dedigi seyrden baskadır. Çünki, onların seyri, husûlîdir. Bu ise, vusûlîdir.
Husûl ve vusûl arasındaki farkı, çesidli mektûblarda bildirmisdik.
Süâl: Allahü teâlânın zâtının, sıfatlarının ve ismlerinin çok yakın oldugunun açıklanmasını
soruyorsunuz?
Cevâb: Bu sorunun cevâbı konusmaga, bulusmaga baglıdır. Yazmak uygun
degildir. Yazılırsa, kapalı olur. Anlasılabilecegi belli degildir. Karsılıklı anlatılırsa,
çok fâideli olur. [Birinci kısm, kırkbesinci maddeyi okuyunuz!].
Süâl: Kemâlât-i nübüvveti soruyorsunuz. Fenâ ve Bekâ ve tecellî ve mebde’iyyet-
i te’ayyünün hepsi üç vilâyetin [Evliyâlıgın] kemâlâtındandır. Kemâlât-i nübüvvetde
seyr, ne ile belli olur diyorsunuz?
Cevâb: Urûc ederken, ilerlerken birbirinden ayrılıklar bulunursa ve bir asldan,
baska asla geçiliyorsa, böyle kemâlâtın hepsi, Evliyâlıkdadır. Aralarında fark
kalmaz, ayrılık gider, hep bir olursa, Peygamberlik mertebesinin kemâlâtına baslanmıs
olur. Bu mertebede de vüs’at varsa da, bu baska genislikdir. Ayrılık da varsa
da, baska ayrılıkdır. Bundan fazla ne yazılır ve ne de anlasılır.
Nemâzın ba’zı sırlarını soruyorsunuz. Bunun cevâbını baska zemâna bırakıyorum.
Simdi vakt pek azdır.
Zemânımız insanlarından sikâyetinize ba’zı seyler yazdım. Dahâ fazla sormayınız.
Bu fakîre acıyınız!
Yâ Rabbî! Günâhlarımızı ve emrlerini yapmakda kusurlarımızı afv eyle! Bizi
dogru yoldan ayırma! Kâfirlerin karsısında yardımcımız ol, yâ Rabbî! Âmîn.
Aldın mı kalb yoluyla, yektâ haberini sen,
duydun mu hem Yûsüf ve Züleyhâ haberin sen?
Kalbini nice yıllar, aglatmadı mı bu ask,
alsan n’olur dogruca, Leylâ haberini sen?
Daglar dahî duramaz, onun yüzüne karsı,
âlime sor Tûr ile, Mûsâ haberini sen!
Sular gibi yüzünü, yere sür, durma yüksek,
alçaklarda bulursun, deryâ haberini sen!
Âlemde nice yüzbin kisi, askdan bahseder,
sorma o mecnûnlara mevlâ haberini sen!
Bülbüle bakma sakın, âsık olayım dersen,
pervâneden al gizli, sevdâ haberini sen!
– 522 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...