03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN....18 — SEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM


18 — SEFÂ’AT, ÖLÜLERE YARDIM
Süâl: Zümer sûresinin, otuzuncu âyetiyle sarâhaten, Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” öldügü belli iken, hâlâ kabr ziyâreti ile ölülerden sefâ’at istemek
olur mu? (Bütün sefâ’atler Allahın izni iledir) ve (Ona, ancak Onun izn verdigi
kimse sefâ’at eder) ve (Sefâ’at edicilerin sefâ’ati onlara fâide vermez) âyetlerini
okudugumuz hâlde (Sefâ’at yâ Resûlallah!) lâfzı, sirkin en çirkini degil midir?
Cevâb: Yukarıda bildirilen âyet-i kerîmeler, sefâ’at olmadıgını göstermek söyle
dursun, sefâ’at yapılacagını göstermekdedir. Arabî bilen bir kimse, Kur’ân-ı kerîmden
ma’nâ çıkarmaga kalkısırsa, böyle yanlıs ve hattâ ters ma’nâ çıkarıp, dogru
yoldan kayar. Dîninin, îmânının sarsıldıgını, belki de, küfre bulasdıgını anlamaz
da, kendini dogru müslimân sanır ve dogru müslimânlara leke sürmege çabalar.
Arabî dilini iyi bilmekle, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsı anlasılabilseydi, Beyrutdaki arab
hıristiyanların, Kur’ân-ı kerîmi herkesden dahâ iyi anlamaları îcâb ederdi. Hâlbuki
bunlar, Kur’ân-ı kerîmden hiçbirsey anlıyamamıs, îmân serefine bile kavusamamıslardır.
Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat,
ilm-i bedî’, ilm-i beyân, ilm-i me’ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çesidli ilmleri
iyi ögrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinlesmek, âyet-i
kerîmelerin ma’nâ-yı zâhirîsi, ma’nâ-yı zımnîsi, ma’nâ-yı murâdîsi, ma’nâ-yı iltizâmîsini
ve her âyet-i kerîmenin, ne zemân, ne sebeble ve kimler için nâzil oldugunu,
âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i serîflerle ve nasıl açıklandıgını iyi bilmek
lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur’ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya’nî, kelâm-
ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Böyle bilgisi olmıyanların, Kur’ân-ı
kerîmden ma’nâ çıkarmaga kalkısması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına,
kimyâ deneyleri yapmaga kalkısmasına benzer. Böyle nice zevallının,
deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuduk. Bu ilmleri bilmiyenler,
mevcûd ve mu’teber tefsîrlere bas vurmalı, ilm sâhiblerinin anlayıp yazdıgı ma’nâları,
tefsîrlerden anlamaga çalısmalıdır. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için
de, arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bizim gibi, bu ilmleri hiç bilmiyenler,
tefsîrden de birsey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması almıs bulundugumuza
güvenerek, câhil oldugumuz tefsîr ilmine dalmaga kalkısırsak, aldanır, helâk
oluruz. Yüzme bilmiyen bir diplomalının denizde açılması gibi, câhilce, ahmakca
davranmıs oluruz.
Yukarıda sayılı ilmlerde mütehassıs olan, islâm dünyâsında asrlardan beri parmakla
gösterilen büyük tefsîr âlimleri, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) hadîs-
i serîfi ile medh olunan islâm dîninin yüksek bilginleri, yukarıdaki süâlde bulunan
âyet-i kerîmelere, süâl sâhibinin anladıgı gibi ma’nâ vermediler. Derin ilmleri
ve keskin görüsleri ile, dogru ma’nâlarını anladılar. Murâd-ı ilâhînin hiç de öyle
olmadıgını bildirdiler.
Tefsîr âlimlerinin baslarının tâcı, bu ilmin mütehassıslarının üstâdı olan Kâdî
Beydâvî hazretleri, dünyâca tanınan ve islâm dîninin temel direklerinden biri
olan tefsîrinde, birinci âyet-i kerîmeye söyle ma’nâ vermekdedir:
Zümer sûresi, otuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Sen öleceksin. O kâfirler
de ölecekler. Sonra, kıyâmet günü, Rabbinizin huzûrunda hesâblasacaksınız. Senin
haklı oldugun, müsriklerin, bâtıl, bozuk oldugu meydâna çıkacak) buyuruldu.
(Tefsîr-i Hüseynî)de ve (Mevâkib) tefsîrinde, (Mekke kâfirleri, Muhammed “sallallahü
aleyhi ve sellem” ölecek, ondan kurtulacagız diyorlardı. Allahü teâlâ da,
evet, sen öleceksin. Fekat, o müsrikler de, elbette ölecekler. Kendileri elbet ölecek
olan kimselerin, baskasının ölümünü beklemeleri, açık bir câhillikdir) diyor.
Bu âyet-i kerîme, kâfirlerin yanlıs yolda olduklarını bildirmek için geldi. Yoksa,
– 475 –
Resûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” öldükden sonra, duymaz, rûhsuz toprak
olur gibi birsey bildirmedigi gibi, bununla bir ilgisi bile yokdur. Ölmek, dünyâ
hayâtından ayrılmak demekdir. Bundan, kabr hayâtının yok olması, rûhun da
ölmesi anlasılmaz.
Zümer sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesine gelince, (Kureys kâfirleri,
putların kendilerine sefâ’at edeceklerini söylüyor. Onlara söyle ki, Allahü teâlânın
izni olmadan, hiç kimse sefâ’at edemez) olarak tefsîr edilmekdedir. Putların,
heykellerin sefâ’at edemiyeceklerini bildiren âyet-i kerîmeyi, Resûlullah sefâ’at
edemez diye açıklamak çok yanlısdır. Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” sefâ’at
etmesi için izn verilecek. O da, diledigi mü’minlere sefâ’at edecekdir. Bekara
sûresindeki Âyet-el Kürsînin tefsîri de, böyle oldugunu bildirmekdedir.
Müddessir sûresinin kırksekizinci âyet-i kerîmesi de, (Sefâ’at etmelerine izn verilenler,
kâfirlere sefâ’at ederlerse, sefâ’atleri onlara fâide vermez) demekdedir.
Böyle oldugunu bildiren hadîs-i serîfler, (Tefsîr-i Mazherî)de yazılıdır.
Görülüyor ki, âyet-i kerîmelerin hepsi, sefâ’at etmek için, mü’minlere yardım
etmek için izn verilecegini, kâfirlere sefâ’at edilmiyecegini bildirmekdedir. Resûlullahın
mü’minlere sefâ’at edecegini bildiren çesidli hadîs-i serîfler vardır:
Hatîb-i Bagdâdînin bildirdigi hadîs-i serîfde, (Ümmetimden, Ehl-i beytimi sevenlere
sefâ’at edecegim) buyurulmakdadır. Sevmek, yalnız lâfla olmaz!
Imâm-ı Ahmedin “rahmetullahi aleyh” (Müsned) kitâbında bildirilen hadîs-i serîfde,
(Ümmetimden, büyük günâh isliyenlere sefâ’at edecegim) buyurulmakdadır.
Deylemî “rahmetullahi aleyh” (Müsned)inde bildirilen hadîs-i serîfde, (Eshâbıma
dil uzatanlardan baska, herkese sefâ’at edebilirim) buyurulmakdadır.
Yine Deylemînin bildirdigi hadîs-i serîfde, (Ümmetimden, nefsine zulm edenlere,
nefslerine aldananlara sefâ’at edecegim) buyurulmakdadır.
Hatîb-i Bagdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdigi hadîs-i serîfde, (Ümmetimden,
günâhları çok olanlara sefâ’at edecegim) buyurulmakdadır.
Ibni Ebî Seybenin bildirdigi hadîs-i serîfde, (Kıyâmet günü, mezârdan önce çıkan
ben olacagım ve en önce sefâ’at eden ben olacagım) buyurulmakdadır.
Imâm-ı Müslimin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdigi hadîs-i serîfde, (Kıyâmet
günü, en önce ben sefâ’at edecegim) buyurulmakdadır.
(Sir’at-ül-islâm) serhi, yirmisekizinci sahîfesindeki hadîs-i serîfde, (Sefâ’atime
inanmıyan, ona kavusamaz) buyuruldu.
Ahmed ibni Kemâl efendinin “rahmetullahi teâlâ aleyh” kırk hadîsinin sekizinci
hadîs-i serîfinde, (Sünnetimi elinden kaçıran kimseye sefâ’atim harâm oldu) buyurulmakdadır.
Ya’nî, dogusda mâlik oldugu îmânını bırakana, müslimân olmıyana
sefâ’at etmem buyuruldu.
(Taberânî), (Ibni Adî), (Dâre kutnî), (Beyhekî) kitâblarında bildirilen hadîs-i
serîfde, (Kabrimi ziyâret eden kimseye sefâ’at etmek bana vâcib oldu) buyurulmakdadır.
Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” bildirdigi hadîs-i serîfde, (Kabrimi ziyâret
edenin sefâ’atcisiyim) buyuruldu. Bu iki hadîs-i serîf, Resûlullahın kabr-i serîfini
ziyâret etmenin lâzım oldugunu göstermekdedir.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin çesid çesid sefâ’at edecegini
bildiren dahâ nice hadîs-i serîfler vardır. (Milel-nihal) kitâbı, altmısyedinci sahîfesinde
diyor ki, (Resûlullahın sefâ’at edecegine ve kirâmen kâtibîn meleklerine
ve Cennetdeki rü’yete inanmıyan kimsenin arkasında nemâz kılınmıyacagı
(Hülâsa)da yazılıdır). Bunun için vehhâbî imâm arkasında nemâz kılmamalıdır.
Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, kıyâmet günü, her Peygamber sefâ’at edecekdir.
Sonra âlimler, sonra sehîdler, sonra sâlihler, sonra Kur’ân-ı kerîmi tecvîd ile,
– 476 –
tegannî etmeden ve Allah rızâsı için okuyan hâfızlar, küçük çocuklar sefâ’at edecekdir.
Böyle oldugunu bildiren hadîs-i serîfler (Kurtubî tezkiresi) muhtasarında
ve (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde yazılıdır. Çocukların cenâze nemâzını kılarken, (Yâ
Rabbî! Bu çocugu sefâ’atci eyle!) diye okunacagı, bütün fıkh kitâblarında yazılıdır.
Kıyâmet günü, iyilerin, günâhlı olanlara sefâ’at edeceklerini bildiren hadîs-i
serîfler o kadar çokdur ki, bunlar karsısında inanmıyanın, yâ çok câhil veyâ islâmı
yıkmak için ugrasan zındıklara aldanmıs bir zevallı oldugu düsünülebilir. Bunun için,
yukarıdaki süâli soranın, sefâ’ate inanmadıgını degil de, kabr ziyâretinin ve ölmüs
bir kimseden birsey istemenin câiz olmadıgını bildirmek istedigini sanıyoruz.
Bugün ba’zı kimseler, Evliyâ ziyâreti ve meyyitden birsey istemek sirkdir diyorlar.
Bir Velîyi ziyâret edenlere, Resûlullahdan sefâ’at istiyenlere kâfir, ya’nî müslimân
degil diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, meyyit ile tevessülün câiz oldugunu, kelâm
ve fıkh kitâblarında, çesidli delîllerle isbât etmekdedirler. (Dürr-ül-muhtâr)
da, cenâze nemâzını anlatdıkdan sonra, (Kabrleri ziyâret etmenizi yasak eylemisdim.
Bundan sonra, kabrleri ziyâret ediniz!) hadîs-i serîfini bildirmekdedir.
Bu hadîs-i serîfde, kabr ziyâreti emr edilmekdedir. Ibni Âbidîn bunu açıklarken
buyuruyor ki, (Mevtâ, Cum’a günü ve bir gün önce ve bir gün sonra kendini ziyâret
edenleri tanır. Muhammed Vâsi’ böyle bildirmekde ve Cum’a gününün, baska
günlerden üstün oldugu buradan da anlasılıyor demekdedir. Ibni Ebî Seybe, Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin Uhud sehîdlerinin kabrlerini her
sene ziyâret etdigini ve onlara, (Esselâmü aleyküm) dedigini haber verdi. Uzakda
durarak da ziyâret mendûbdur.) Ibni Hacer, fetvâlarında, (Harâm olan seyler
bulunsa da, meselâ erkekler arasına kadınlar karıssa da, Evliyânın mezârlarını ziyâreti
terk etmemelidir) diyor. Çünki bir kimse, baskasının yapdıgı günâh için ibâdetini
terk etmez. Cenâze tasımak da, bu sebeble terk edilmez. Resûlullah “sallallahü
aleyhi ve sellem”, Eshâbının “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını
ziyâret için Bakî’ kabristânına gider, ayakda, onlara (Esselâmü aleyküm)
derdi. Kabrin ayak ucunda durmak iyidir. Bas tarafında durmak da câizdir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, bir mezârın bas tarafında Bekara sûresinin bir
kısmını okuyup, geri kalanını ayak ucunda okudu. Hadîs-i serîfde buyuruldu ki,
(Kabristâna giren kimse, Yasîn sûresini okusa, o gün meyyitlerin azâbları hafîfler.
Meyyitlerin sayısı kadar, ona da sevâb verilir). Bir hadîs-i serîfde de, (Onbir ihlâs
okuyup, sevâbı ölülere gönderilirse, mevtâların sayısınca ona da sevâb verilir) buyuruldu.
(Hidâye) fıkh kitâbında diyor ki, (Bir kimsenin, nemâz, oruc ve sadaka gibi bütün
ibâdetlerinin sevâbını baskasına hediyye etmesi câizdir). Ibni Âbidîn, cenâze
nemâzı sonunda diyor ki, [(Tâtârhâniyye) kitâbında, zekâtı anlatırken diyor ki, (Nâfile
sadaka veren kimsenin, sevâbının bütün mü’minlere verilmesi için niyyet etmesi
çok iyi olur. Kendi sevâbından hiç azalmadan, bütün mü’minlere de sevâbı
erisir. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at mezhebi böyledir). Hanefî ve Hanbelî mezheblerine
göre, nemâz ve Kur’ân-ı kerîm okumak gibi yalnız beden ile yapılan ibâdetlerin
sevâbı da, böyle hediyye edilebilir. Mu’tezile mezhebi, hiçbiri hediyye edilemez
dedi. Sâfi’î âlimlerinin sonra gelenleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”,
Kur’ân-ı kerîmin ve nemâzın da meyyite fâide verecegini bildirdiler. Çünki,
Kur’ân-ı kerîm okunan yere, rahmet ve bereket iner. Bu zemân yapılan düânın
kabûl olması çok umulur. Farz ve nâfile ibâdetlerin sevâbı, ölülere ve dirilere gönderilebilir.
Ibâdeti yaparken, sevâbını baskasına niyyet etmek câiz oldugu gibi, ibâdeti
kendi için yapıp, sonra sevâbını baskasına hediyye etmek de câizdir. Sevâb,
hediyye edilenlere taksîm edilmeksizin, her birine bütünü kadar erisir. Her çesid
ibâdetin sevâbı, Resûlullahın mubârek rûhuna da gönderilebilir. Abdüllah ibni
Ömer “radıyallahü anhümâ”, Resûlullah için ömre yapardı. Hâlbuki, bunu vasıy-
– 477 –
yet etmemişdi. İbnis-Serrâc, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” için onbinden
fazla hatm okumuşdu. Mubârek rûhu için kurban kesmişdi. Bu hediyyelerle
derecesi ve şerefi artar denildi].
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, fârisî (Medâric-ün-nübüvve) kitâbında, ikinci cild,
yüzotuzikinci sahîfede diyor ki: (Bedr gazâsında, dokuzyüzü aşan kâfir ordusundan,
yetmişi öldürülmüşdü. Bunlardan yirmidördü, bir leş çukuruna atıldı. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” üç gün sonra çukur başına geldi. Birkaçının ismini
sayarak, (Rabbinizin ve Onun Resûlünün bildirdikleri azâblara kavuşdunuz
mu? Ben, Rabbimin va’d etdiği zafere kavuşdum) buyurdu. Ömer “radıyallahü anh”
bunu işitince: (Yâ Resûlallah! Cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. (Sözlerimi
siz onlardan dahâ iyi işitici değilsiniz! Fekat onlar cevâb veremez) buyurdu.
Bu hadîs-i şerîf, hadîs âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmekdedir. Bu hadîs-i şerîf,
ölülerin diriler gibi işitdiğini, fekat cevâb veremediklerini gösteriyor. (Müslim-i şerîf)
de bildirilen bir hadîs-i şerîfde de: (Defnden sonra cemâ’at dağılırken, ölü, bunların
ayak sesini işitir) buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Bakî’
kabristânını ziyâret ederken, oradaki meyyitlere selâm verir, onlara söylerdi.
İşitmiyen, anlamıyan kimseye birşey söylenir mi? Hattâ saçma söz olur.
Süâl: Meyyitin, ayak seslerini işitmesi, süâl meleklerine cevâb verinciye kadar
işiteceğini gösteriyor. Bundan her zemân işiteceği anlaşılır mı?
Cevâb: Hadîs-i şerîfde, süâllere cevâb verinciye kadar işitir denilmiyor. Süâli işitmesi
ve cevâb vermesi için, meyyit sonra ayrıca diriltilecekdir.
Süâl: Meyyit, yalnız Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” sözlerini işitir.
Bu ise, bir mu’cizedir. Herkesin sözünü işitir demek nasıl doğru olur?
Cevâb: Hadîs-i şerîfde açıkca bildirilen birşeyi sınırlamak için veyâ başka dürlü
anlatmak için, bu şeyin, açıkca bildirildiği gibi olamıyacağını isbât etmek lâzımdır.
Allahü teâlâ, ölüye, kulaksız, sinirsiz, bizim bilmediğimiz bir sûretle işitdirebilir.
Süâl: Fâtır sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen, (Sen ölüye işitdiremezsin. Sen
kabrde olana duyurucu değilsin!) buyuruluyor. Bu âyet-i kerîme karşısında, o hadîs-
i şerîf nasıl doğru olabilir? Hazret-i Ömere “radıyallahü teâlâ anh” verilen cevâbda,
(Dahâ iyi bilici) denilmiş, bizlere ise, yanlışlıkla (Dahâ iyi işitici) şeklinde
gelmiş olabilir. Çünki, ölüler, âhıret işlerini, dirilerden elbette dahâ iyi bilirler.
Cevâb: Hazret-i Ömer “radıyallahü teâlâ anh” gibi çok sağlam bir zâtın bildirdiği
bir hadîs-i şerîfde yanlışlık olabileceğini, hiçbir müslimân düşünemez. Bu
âyet-i kerîmede meâlen, (Ölülere sen işitdiremezsin. Senin sesini, Allahü teâlâ işitdirir)
buyuruldu. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, Mekke kâfirlerinin
îmân etmeleri için uğraşıyordu. İnanmadıkları için üzülüyordu. Bu âyet-i kerîme
o zemân gelmişdi. Ölülere işitdiremezsin demek, ölü kalbleri, ya’nî kâfirleri îmâna
kavuşduramazsın demekdir. Kâfirlerin bedenleri kabre, kalbleri de ölüye benzetilmekdedir.
Hadîs-i şerîfler ve din büyüklerinin kitâbları, ölülerin işitdiklerini
ve anladıklarını gösteriyor. Bu haberleri bozan başka bir haber bildirilmedi.)
(Kıyâmet ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna Nasîhat) kısmını okuyunuz!
Enfâl sûresinin onyedinci âyetinde meâlen, (Kâfirlere atdığını sen atmadın, onları
Allahü teâlâ atdı) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeyi yanlış anlıyarak, insanın yapdığı
şeyleri, insan yapmıyor demek, insandan birşey istemenin câiz olmıyacağını
sanmak yanlışdır. Böyle olsaydı, ağaç meyve verdi, yemek beni doyurdu, ilâc ağrıyı
durdurdu, taş camı kırdı gibi söz yanlış ve günâh olurdu. Hâlbuki, böyle sözleri
kendileri de söylemekdedir. Bu sözler (Bu şey, bu işin yapılmasına sebeb oldu,
vâsıta oldu) demekdir. Meselâ, taş camı kırmağa sebeb oldu demekdir. Herşeyi
yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yokdur.
İnsan birşeyi yaratdı demek şirk olur. Çok çirkin söz olur. Fekat Allahü teâlâ, çok
– 478 –
seyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebeb kılmısdır. Âdeti böyledir.
Bu âyet-i kerîmeyi Kâdî Beydâvî “rahmetullahi teâlâ aleyh” söyle tefsîr ediyor:
(Yâ Muhammed “aleyhisselâm”! Kâfirlere atdıgın o bir avuç topragı, onların
gözlerine sen götürmedin. Allahü teâlâ gözlerine götürdü. Yâhud Uhud gazâsında,
Übeyy ibni Halefe atdıgın süngüyü o kâfire sen atmadın. Allahü teâlâ atdı). (Hüseynî)
ve (Mazherî) tefsîrlerinde diyor ki, (Kesb etmeleri, istemeleri ve sebeb olmaları
bakımından, isleri insan yapdı denir. Yaratması bakımından da, Allah
yapdı denir. Allahü teâlâ, (Dâvüd, Câlûtu öldürdü) buyuruyor. Hâlbuki, Muhammed
aleyhisselâma, (Sen atmadın, ben atdım) buyuruyor. Böylece, Muhammed
aleyhisselâmın derecesinin yüksek oldugunu bildiriyor).
Nisâ sûresinin yetmissekizinci âyetinde meâlen, (Ey insan! Sana gelen her iyilik,
Allahü teâlânın ihsânı olarak, ni’meti olarak gelmekdedir. Her derd ve belâ
da, kötülüklerine karsılık olarak gelmekdedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü
teâlâdır) buyuruldu. [Allahü teâlâ, derdleri, belâları, günâhlara cezâ olarak, azâb
olarak göndermiyor. Günâhların afv edilmeleri için, ihsân olarak gönderiyor.
Ikinci kısm, 25. ci maddeye bakınız!] Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok seyi sebeblerle
yaratmakdadır. Sebeblere yapısmak, sebeblerden beklemek, istemek, Onun
âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Peygamberden “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” sefâ’at istemek de, tabîbden ilâc istemek, bulutdan yagmur
beklemek gibidir. Böyle sebeblere yapısmak, Allahü teâlâya sirk olmaz.
Onun âdetine uymak, Ona itâ’at etmek olur. (Bana itâ’at etmek isteyen, Resûlüme
itâ’at etsin!) meâlindeki âyet-i kerîme meshûrdur.
Mu’tezile fırkası, sefâ’at edilecegine inanmadı. (Emâlî) kasîdesinin (Daglar
gibi günâhları olanlara, iyiler sefâ’at edecekdir) beyti, sefâ’at olacagını bildirmekdedir.
Bu kasîdenin (Nuhbet-ül-leâlî) ismindeki serhi Istanbulda nesr edilmisdir.
Sarta baglı olarak Evliyâya adak yapmak da, kendini, günâhı çok, düâ etmege
yüzü yok bilerek, mubârek birini vesîle edip, Allahü teâlâya yalvarmak demekdir.
Meselâ (Hastam iyi olursa veyâ su isim hâsıl olursa, sevâbı (Seyyidet Nefîse) hazretlerine
olmak üzere, Allah için, üç Yasîn okumak veyâ bir koyun kesmek nezrim
olsun) deyince, bu dilegin kabûl oldugu çok tecribe edilmisdir. Burada, Allahü
teâlâ için Kur’ân-ı kerîm okunup veyâ koyun kesip, sevâbı seyyidet Nefîse hazretlerine
bagıslanmakda, onun sefâ’ati ile, Allahü teâlâ, hastaya sifâ vermekde, kazâyı,
belâyı gidermekdedir. Koyunu mezâr basında kesmek harâmdır. Hiçbir mezârın
yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine benzememelidir.
Ibni Âbidîn, nâfile nemâzları adak yaparak kılmagı anlatırken bildirdigi
hadîs-i serîfe göre, bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dilegi hâsıl etmez. Bu ibâdet,
o dilegin hâsıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o ibâdetden dolayı veyâ sevdigi
bir kuluna yapılan bir iyilikden dolayı, merhamet ederek, o dilegi kabûl ve ihsân
etmekdedir.
(Serh-ı mekâsıd)da diyor ki: (Eski yunan felsefecilerine göre, esyâyı tanımak için,
bunların görüntülerinin, his organları üzerinde hâsıl olması lâzımdır. Insan ölüp,
rûh bedenden ayrılınca, his organları çalısmıyor ve çürüyüp yok oluyor. Esyâyı tanımak
imkânsız oluyor. Birseyin hâsıl olması için lâzım olan sart yok olunca, o sey
de hâsıl olmaz diyorlar. Onlara deriz ki, esyâyı tanımak için, his organları sart degildir.
Çünki, esyânın tanınmaları, hisde de, rûhda da, onların sûretlerinin, görüntülerinin
hâsıl olması ile degildir. Bundan baska, görüntü, his organlarında hâsıl
olmaksızın, dogruca rûhda hâsıl olamaz demek, mesnedsiz, kuru bir iddi’â olur. Islâm
inancına göre, rûhda, bedenden ayrıldıkdan sonra, yeni bir anlayıs, dirilerin
hâllerini ve bilhâssa dünyâda iken tanımıs oldukları kimselerin hâllerini anlamak
kuvveti hâsıl olmakdadır. Bundan dolayı Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”
kabrlerini ziyâret etmek ve onların mubârek rûhlarından istigâse
– 479 –
etmek, ya’nî yardım dilemek ile, iyiliklere kavusulmakda ve zarârlardan kurtulmak
nasîb olmakdadır.
Rûhun, bedenden ayrıldıkdan sonra, bedenle ve bedenin bulundugu toprakla
alâkası, ilgisi vardır. Bir kimse, bu topragı ziyâret eder ve Velînin rûhuna teveccüh
ederse, ikisinin rûhları bulusurlar ve birbirlerinden fâidelenirler).
(Tefsîr-i kebîr)de diyor ki: (Insanın rûhu, bedenden ayrılıp, dünyâ ilgisinden kurtulunca,
melekler âlemine, kudsî makâmlara gider. O âleme mahsûs kuvvetler kendinde
hâsıl olur. Birçok seyler yapabilirler. Insan hocasını rü’yâda görüp, bilmediklerini
sorup ögreniyor). Fahrüddîn-i Râzî (El-metâlib-ül-âliyye) kitâbının onsekizinci
faslında da buyuruyor ki: (Rûhu olgun, nefsi pâk ve te’sîri kuvvetli bir Velînin
kabri yanına gidip, bir zemân durulur ve o toprakdaki Velî düsünülür ise, rûhu
o topraga baglanır. Meyyitin rûhu da, bu topraga baglı oldugu için gelen insanın
rûhu ile Velînin rûhu bulusmus olurlar. Bu iki rûh, karsılıklı iki ayna gibi olur.
Herbirinde olan me’ârif, kemâlât, ötekine aks eder, yansır. Ikisi de çok fâidelenir).
Alâüddîn-i Attâr “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretleri buyurdu ki: (Mesâyıhın
kabrlerini ziyâret edene, onları anladıgı ve baglandıgı mikdârca fâide hâsıl olur.
Onların kabrlerinden, çok fâide alınır. Fekat, rûhlarına baglanmak, [ya’nî râbıta
yapmak] dahâ fâidelidir. Çünki, uzak ve yakın olmanın bunda bir te’sîri yokdur).
Üçüncü kısm, altmısıncı maddeyi okuyunuz!
19 — IKINCI CILD, 60. cı MEKTÛB
Bu mektûb, Muhammed Takîye yazılmısdır. Fudûl islerden vazgeçip, zarûrî lâzım
olanları yapmak lâzım oldugu bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun ve Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun!
Kıymetli mektûbunuzu okumakla sereflendim. Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîkın “radıyallahü
teâlâ anh” hilâfetinin dogru oldugunu ve asrların en iyisi olan birinci asrın
iyi insanlarının sözbirligi ile halîfe seçildigini bildiren vesîkaları ve senedleri
toplayıp yazmıssınız. Bunun gibi, (Hulefâ-i râsidîn) adı verilmis olan dört halîfenin
üstünlüklerinin, halîfelik sıralarına göre oldugunu ve insanların en üstünü olan
Muhammed aleyhisselâmın yetisdirmis oldugu Eshâb-ı kirâmın birbiri ile olan anlasmazlıklarına
ve muhârebelerine karısmamamız, susmamız lâzım oldugunu gösteren
yazılarınız, bizi çok sevindirdi. Imâmlar, halîfeler için böyle inanmak yetisir.
(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) âlimleri de böyle bildirmekdedir. Allahü teâlâ, bu
âlimlerin çalısmalarına bol bol mükâfât versin!
Merhametli kardesim! Imâmlık, ya’nî halîfelik bilgisi, dînimizin lüzûmlu [zarûrî]
bilgilerinden degildir. Ya’nî (Üsûl-i din) den degildir. (Fürû’-i din)dendir. Zarûrî
lâzım olan, ya’nî (Zarûriyyât-i din) baskadır. Onlar, (I’tikâd) ve (Amel) bilgileridir.
Ya’nî, herseyden önce, inanılacak bilgileri ve yapılacak vazîfeleri ögrenmek
lâzımdır. Zarûrî bilgilerden birincisine (Kelâm ilmi), ikincisine (Fıkh ilmi) denir.
Zarûrî lâzım olanları bırakıp, (Fudûl)lerle ugrasmak, kıymetli ömrü, fâidesiz
seylere harc etmek olur. Hadîs-i serîfde, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesinin
alâmeti, onun mâ-lâ-ya’nî ile vakt geçirmesidir) buyuruldu. Halîfelerle ugrasmak,
zarûriyyât-i dinden ve üsûl-i dinden olsaydı, Allahü teâlâ, Resûlullahın vefâtından
sonra kimin halîfe olacagını Kur’ân-ı kerîmde açık olarak bildirirdi.
Peygamberimiz “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” da, belli birinin halîfe olmasını
emr ederdi. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde, bu ise ehemmiyyet verilmedigi
için, halîfeler üzerinde durmanın, üsûl-i dinden olmayıp, fudûl-i dinden
oldugu anlasılmakdadır. Mâ-lâ-ya’nî ile vakt geçirenler, fudûl ile ugrassınlar. Zarûriyyât-
ı dinden olan bilgiler o kadar çokdur ki, insan fudûl ile ugrasmaga vakt
bulamaz. Herseyden önce, i’tikâdı düzeltmek lâzımdır. Peygamberimizin “aleyhi
ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâdan getirdigi bilgilerden zarûret ve
– 480 –
tevâtür yolu ile bizlere gelmis olanları ögrenip inanmalıyız! Böylece, hasra [ya’nî,
hesâb yerinde toplanmaga] ve nesre [ya’nî, hesâbdan sonra, Cennete veyâ Cehenneme
dagılmaga] ve sonsuz azâblara ve sevâblara ve bunlar gibi bilgilerin dogru
olduklarına ve hiç sübhe olmadıgına inanmak lâzımdır. Bunlara i’tikâd olmazsa,
kıyâmetde kurtulus olamaz. I’tikâdı düzeltdikden sonra, fıkh bilgilerini ögrenmeli
ve yapmalıdır. Böylece, farzları, vâcibleri, hattâ sünnetleri ve müstehabları
yapmak ve halâlı ve harâmı gözetmek ve ahkâm-ı islâmiyye hudûdünün dısına tasmamak
lâzımdır. Ancak, böylece âhıret azâblarından kurtulmak düsünülür. I’tikâd
ve amel dogru oldukdan sonra, tesavvuf yoluna sıra gelir. Vilâyetin kemâllerine
kavusmak ümmîdi baslar. Bu zarûrî din vazîfeleri yanında, halîfelik kimin hakkı
idi gibi seyler, lüzûmsuz ve fâidesizdir. Ancak, bozuk ve sapık kimseler, bu seyleri
yanlıs anlatdıkları, taskınlık yapdıkları ve insanların en iyisinin “aleyhi ve alâ
âlihissalevâtü vetteslîmât” Eshâbına “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” leke sürmege
kalkısdıkları için, onları çürütecek bilgileri açıklamak lâzım olmusdur. Çünki,
bu saglam dinde fesâd, karısıklık çıkmasını önlemek, zarûriyyât-ı dindendir. Vesselâm.
20 — ÜÇÜNCÜ CILD, 36. cı MEKTÛB
Bu mektûb, mîr Muhammed Nu’mâna “rahmetullahi teâlâ aleyh” gönderilmisdir.
Kabr azâbına inanmıyanların sübhelerini gidermek için yazılmısdır:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi, sevdigi kullarına selâm olsun! Kabrde
azâb yapılacagı sahîh ve meshûr hadîsler ile, hattâ Kur’ân-ı kerîmdeki âyetlerle
bildirilmis iken, çok kimsenin bunda sübhe etdigi, hattâ inanmadıgı, böyle sey
olamaz dedigi görülüyor. Kabre konulmamıs ölüleri hareketsiz ve bırakıldıgı gibi
gördükleri için, mezârda azâb oldugunda sübhe ediyorlar. Meyyite azâb yapılsaydı,
canı yansaydı, dirilerde oldugu gibi, çırpınır, hareket ederdi diyorlar. Buna
cevâb olarak deriz ki, (Kabr hayâtı) veyâ (Âlem-i berzah hayâtı) denilen, meyyitlerin
hâli, dünyâdaki dirilerin hayâtı gibi degildir. Dünyânın nizâmı, düzeni için,
buradaki hayâtda, hem his ya’nî duygu, hem de irâde ile hareket vardır. Berzah
[kabr] hayâtında ise, hareket etmek lâzım degildir. Hattâ, berzah âleminde hareket
olmaması lâzımdır. O hayâtda bulunanların, elem ve azâb duymaları için,
yalnız his etmeleri yetisir. Görülüyor ki, berzah hayâtı, ya’nî kabr hayâtı, dünyâ
hayâtının yarısı gibidir. Kabrde, rûhun bedene baglanması, diri iken olan baglanmasının
yarısı kadardır. Iste bunun için, gömülmemis ölüler, berzah hayâtında oldukları
için, azâbı ve elemi duyarlar ve hiç hareket etmez, kıpırdayamazlar. Hep
dogru söyleyici olan (Muhbir-i sâdık)ın “aleyhi ve alâ âlihissalevâtü vetteslîmâtü
etemmühâ ve ekmelühâ” dogru söylemis oldugu böylece anlasılmakdadır.
Sunu da bildirelim ve sübheleri kökünden giderelim: Peygamberlik makâmı aklın
ve düsüncenin dısındadır, üstündedir. Aklın eremeyecegi, anlıyamıyacagı çok
seyler vardır ki, bunlar Peygamberlik makâmında anlasılır. Hersey akl ile anlasılabilseydi,
Peygamberler gönderilmezdi “salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü sübhânehü
aleyhim ecma’în”. Âhıret azâbları, Peygamberler göndererek bildirilmezdi.
Isrâ sûresinin onbesinci âyetinde meâlen, (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden
önce, azâb yapıcı degiliz) buyuruldu. Akl çok seyi anlar. Fekat, herseyi
anlıyamaz. Anlaması da, kusûrsuz, tâm degildir. Çok seyleri, Peygamberler
bildirdikden sonra anlamakdadır. Peygamberlerin gelmesi ile, insanların özr ve behâne
yapmaları önlenmisdir. Nisâ sûresinin yüzaltmısdördüncü âyetinde meâlen,
(Peygamberleri, müjde vermek için ve korkutmak için gönderdim. Böylece, insanların
Allahü teâlâya özr, behâne yapmaları önlendi) buyuruldu. Akl, dünyâ islerinde
bile çok kerre yanılmakdadır. Böyle oldugunu bilmiyen yokdur. Islâm bilgilerini,
böyle bir akl ile dartmaga kalkısmak dogru olamaz. Islâm bilgilerini akl
ile inceleyip, akla uygun olup olmamasına bakmak, aklın hiç yanılmaz olduguna
– 481 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:31
güvenmek olur ve Peygamberlik makâmına inanmamak olur. Böyle bozuk is yapmakdan
Allahü teâlâ hepimizi korusun! Önce, Peygambere inanmak, Allahın
Peygamberi oldugunu tasdîk etmek lâzımdır. Böylece, Onun bildirdiklerinin hepsinin
dogru oldukları kabûl edilmis olur. Seklerden, sübhelerden kurtulus nasîb
olur. Dînin temeli, Peygambere inanmakdır. Peygamberin Allah tarafından gönderildigini,
hep dogru söyledigini aklın kabûl etmesidir. Akl, bu temel bilgiyi kabûl
edince, Peygamberin bildirdiklerinin hepsini kabûl etmis olur. Peygamberin
“sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allah tarafından gönderildigini, Allahın bildirdiklerini
haber verdigini kabûl etmemis olan bir akla din bilgilerini birer birer inandırmak
çok güç olur. Aklın Peygambere kolay inanması ve kalbde tâm îmân hâsıl
olması için en yakın yol, Allahü teâlâyı zikr etmekdir. Ra’d sûresinin otuzuncu
âyetinde meâlen, (Iyi biliniz ki, kalbler, Allahü teâlânın zikri ile itminâna, râhata
kavusur!) buyuruldu. Ya’nî, tam îmâna kavusur. Düsünerek, akl ile ölçerek,
bu yüksek makâma kavusmak, güç, hem de çok güçdür.
Beyt:
Hep akla güvenenin ayagı tahtadandır,
Tahta olan ayaga, hiç denilir mi saglamdır.
Peygamberlerin Allah tarafından gönderildigi ve hep dogru söyledigini uzun
uzun düsünüp kabûl ve tasdîk etdikden sonra, Onun yolunda, izinde bulunan, herseyde
Ona uyan bir kimse, herseyi düsünerek yapmıs ve hepsinde akla uymus olur.
Peygamberin her sözüne uyması, akla uymak olur. Insanın aklı, birseyin var oldugunu
anlar, kabûl ederse, o seyden meydâna gelen ve o seyi meydâna getiren parçaların
da var olduklarını anlamıs, kabûl etmis olur. Bu parçaların herbirinin var
olduklarını ayrı ayrı inceleyip, düsünüp anlamasına lüzûm yokdur. O seyin var oldugunu
inceleyip kabûl etmis oldugu için, o parçaların hepsini de inceliyerek kabûl
etmis sayılır. Bizi dogru yola kavusduran Allahü teâlâya hamd olsun! O, bize
dogru yolu göstermeseydi, hiçbirimiz dogru yola kavusamazdık. Peygamberlerin
“aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” hepsi, Allah tarafından gönderilmisdir. Hepsinin
hep dogru söyledigine inanırız. Dogru yolda bulunanlara bizden selâm olsun!
[(Herkese Lâzım Olan Îmân), 1419 [m. 1999] ve sonraki târîhlerdeki baskılarında
sahîfe 32 de diyor ki, (Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” sayısı
belli degildir. Yüzyirmidörtbinden çok oldukları meshûrdur. Bunlardan üçyüzonüç
veyâ üçyüzonbes adedi Resûldür. Bunların içinden de, altısı dahâ yüksekdir.
Bunlara (Ülül’azm) Peygamberler denir. Ülül’azm Peygamberler, Âdem,
Nûh, Ibrâhîm, Mûsâ, Îsâ ve Muhammed Mustafâdır “aleyhimüssalâtü vesselâm”.
Peygamberlerin içinde otuzüç adedi meshûrdur. Bunların ismleri: Âdem, Sît veyâ
(Sîs), Idrîs, Nûh, Hûd, Sâlih, Ibrâhîm, Lût, Ismâ’îl, Ishak, Ya’kûb, Yûsüf, Eyyûb,
Su’ayb, Mûsâ, Hârûn, Hıdır, Yûsa’ bin Nûn, Ilyâs, Elyesa’, Zülkifl, Sem’un,
Ismoil, Yûnüs bin Metâ, Dâvüd, Süleymân, Lokman, Zekeriyyâ, Yahyâ, Uzeyr, Îsâ
bin Meryem, Zülkarneyn ve Muhammed aleyhi ve aleyhimüssalâtü vesselâmdır.
Bunlardan, yalnız yirmisekizinin ismleri Kur’ân-ı kerîmde bildirilmisdir. Sît, Hıdır,
Yûsa’, Sem’un ve Ismoil bildirilmemisdir. Bu yirmisekizden Zülkarneyn ve Lokman
ve Uzeyrin Peygamber olup olmadıkları kat’i belli degildir. Zülkifl aleyhisselâmın
ikinci ismi Harkıldır. Bunun Ilyâs veyâ Idrîs yâhud Zekeriyyâ aleyhisselâm
oldugunu söyliyenler de vardır.) Sapık din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin kitâblarındaki
bozuk fikrleri ile ingiliz câsûsu Hempherin yalanlarının ve iftirâlarının
karısımına (Vehhâbîlik) denir.]
Allaha tevekkül edenin yâveri Hakdır.
Na-sâd olan bu kalbim, birgün sâd olacakdır.
– 482 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...