03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN....17 — VEHHÂBÎLIK NEDIR?

17 — VEHHÂBÎLIK NEDIR?
Vehhâbîligi kuran, Mehmed bin Abdülvehhâbdır. Binyüzonbir 1111 [m. 1699] de,
Necdde, Hureymile kasabasında dünyâya gelmis, 1206 [m. 1791] de, Der’iyyede ölmüsdür.
Önceleri, seyâhat ve ticâret için, Basra, Bagdâd, Îrân, Hind ve Sâm taraflarına
gitmis, 1125 [m. 1713] de Basrada, ingiliz câsûslarından, Hempherin tuzagına
düserek, ingilizlerin (Islâmiyyeti imhâ) etmek çalısmalarına âlet olmusdur. (Ingiliz
Câsûsunun I’tirâfları) kitâbımızda, Vehhâbîligin kurulusu uzun anlatılmakdadır.
Eline geçirdigi, Ahmed ibni Teymiyyenin, Ehl-i sünnete uymıyan kitâblarını okumus,
(Seyh-i Necdî) diye meshûr olmusdur. Düsünceleri, ingiliz paraları ve ingiliz
silâhları karsılıgında, köylüler ve Der’iyye ehâlîsi ile reîsleri Muhammed bin Sü’ûd
tarafından desteklendi. Sapık din adamı Ahmed ibni Teymiyyenin fikrleri ile
Hempherin yalanlarının karısımına (Vehhâbîlik) denir. (Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâbının
basıldıgı 1306 [m. 1888] senesinde Necd emîri, Abdüllah bin Faysal idi.
Asagıdaki bilgilerin çogu (Mir’ât-ül-Haremeyn)den alınmısdır:
Mehmedin babası Abdülvehhâb, iyi bir müslimân idi. Bu ve Medînedeki âlimler,
Abdülvehhâb oglunun sözlerinden, yeni bir yol tutacagını anlamıs, herkese,
bununla konusmamasını nasîhat etmislerdi. Fekat, 1150 [m. 1737] de, Vehhâbîligi
i’lân etdi. Yazdıgı kitâblarda ve hele bunların en meshûru olan (Kitâb-üt-tevhîd)
de ve torunu Abdürrahmân bin Hasenin buna yapdıgı (Feth-ul-mecîd) adındaki
serhde, ikiyüzelliden fazla, bozuk inanısları vardır. Bunlardan ba’zısı (Üsûlül-
erbe’a) ikinci sahîfesinde yazılıdır. Bozuk inanıslarının temeli, üç mes’eledir:
1 — Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır diyor. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduguna
inandıgı hâlde, bir nemâz kılmıyan kâfir olur diyor. Bunu öldürmeli, mallarını
taksîm etmelidir diyorlar. Bunlar (Feth-ul-mecîd)in 17, 48, 93, 111, 273,
337 ve 348. ci sahîfelerinde yazılıdır.
2 — Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” ve Evliyânın “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”
rûhlarından sefâ’at istiyen, bunların mezârını ziyâret edip, bunları
vesîle ederek düâ eden kâfir olur diyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbının besyüzüçüncü
sahîfesinde diyor ki, (Resûlullah hayâtda iken, düâ etmesini istemek câizdir.
Hattâ, diri olan her sâlih kimseden, düâ etmesi istenir. Nitekim, hazret-i
Ömer, Mekkeye ömre yapmaga gidecegi zemân, Resûlullah, (Yâ Ömer, bizi düândan
unutma!) dedi. Dirilerin, cenâzeye ve kabrde olanlara da düâ etmeleri câizdir.
Fekat, kabrde olandan düâ istemek câiz degildir. Allahü teâlâ, isitmiyenlerden
düâ istemenin sirk oldugunu bildirdi. Ölüler ve gâib olan, uzakda olan diriler,
isitmez ve cevâb vermezler. Bunların fâide ve zarârları olmaz. Eshâbdan ve onlardan
sonra gelenlerden hiçbiri, Resûlullahın kabrinden birsey istemedi. Peygamber
öldükden sonra, ondan birsey istemek câiz olsaydı, Ömer “radıyallahü anh”
yagmur yagmasını Ondan isterdi. Hâlbuki, kabrine gelip, Ondan düâ, yardım istemedi.
Diri ve hâzır olan hazret-i Abbâsdan düâ istedi). Yetmisinci [70] sahîfesinde
diyor ki, (Ölüden ve yanında bulunmıyanlardan birsey istemek, onu Allaha
serîk yapmak olur).
Vehhâbîlerin bu sözlerini, yine kendi kitâbları yalanlıyor. (Feth-ul-mecîd)in ikiyüzbirinci
sahîfesinde, (Buhârîde, Abdüllah ibni Mes’ûd diyor ki, yidigimiz ta’âmın
tesbîh sesini isitirdik. Ebû Zer diyor ki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”,
avucuna tas parçaları aldı. Bunların tesbîh sesleri isitildi. Resûlullahın hutbe
okurken dayandıgı odunun inlemesi haberi sahîhdir) diyor. Demek ki, Resûlullahdan
baska mü’minler de, herkesin isitemiyecegi sesleri isitirmis. Bu taslar hazret-i
Ebû Bekrin elinde iken de tesbîhlerinin isitildigi, aynı haberin sonunda bildirilmekdedir.
Hazret-i Ömerin, Medînede hutbe okurken, Îrânda harb eden ordu kumandanı
Sâriyeyi görerek, (Sâriye, dagdaki düsmandan korun!) dedigini ve Sâriyenin
isiterek, dagı ele geçirdigini bütün kitâblar bildirmekdedir. Puta tapanlar için
– 447 –
gelmis olan âyet-i kerîmelerle, bu sözlerini isbâta kalkısıyorlar. Hâlbuki, mü’minler
[ya’nî Ehl-i sünnet], Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve Evliyâya
“aleyhirrahme” ibâdet etmez. Allahü teâlânın sevgili kulları olduguna ve Allahü
teâlânın, bunların hâtırı ve hurmeti ile, kullarına merhamet edecegine inanır.
Zararı, fâideyi yaratan, ancak Odur. Ondan baska ibâdete kimsenin hakkı yokdur,
der. Kabr ziyâretine gidip, kabrdeki zât vâsıtası ile Allahü teâlâya düâ eder.
(Ibni Âbidîn) nikâh sözlesmesinin son sahîfesinde diyor ki, (Allah ve Resûlullah
sâhid olsunlar diyerek evlenmek câiz degildir. Hattâ böyle söylemek küfr
olur diyenler vardır. Resûlullah gaybı bilir demek olur. Allahdan baskası için
gaybı bilir diyen kâfir olur dediler. Hâlbuki, (Tâtârhâniyye)de, (Hucce)de ve
(Multekıt)de küfr olmaz diyor. Çünki, Allahü teâlâ herseyi Resûlünün rûhuna bildirir.
Peygamberler, baskaları için gayb olan birçok seyi bilirler. Cin sûresinin yirmialtıncı
âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, gaybdan bildigi seylerden ba’zılarını yalnız
Peygamberlerden diledigine bildirir) ise de, akâid kitâblarında, Evliyânın kerâmetlerinden
biri, gaybların çogunu bilmeleri oldugu yazılıdır. Mu’tezile fırkası
[ve onların izinde olanlar], bu âyet-i kerîmeye dayanarak, Evliyâ gaybı bilemez diyorlar.
Bunlara cevâb olarak deriz ki, bu âyet-i kerîme, gaybın vâsıtasız olarak ve
yalnız vahy getiren melege bildirilmesini haber veriyor. Peygamberlere ve Evliyâya
diger melekler vâsıtası ile veyâ baska vâsıta ile bildirilmekdedir. (Sell-ül-hisâmil-
Hindî li-nusrat-i seyyidinâ Hâlid-in-naksibendî) ismindeki kitâbımda Evliyânın
kerâmetleri uzun yazılıdır. Lutfen oradan okuyunuz!) (Tefsîr-i Mazherî)de bu
âyet-i kerîmenin tefsîrinde buyuruyor ki, (Allahü teâlâ, Evliyâsına vâsıtasız da bildirir.
Hazret-i Ömere Sâriyeyi gösterdi “radıyallahü teâlâ anhümâ”. Mûsâ aleyhisselâmın
annesine, oglunu denize koymasını, yine geriye gönderecegini ve Peygamber
yapacagını bildirdigini haber veriyor. Havârîlere vahy gibi bildirdigini ve
hazret-i Meryeme, (Hurma kütügünü salla; tâze hurma olacak. Onları yi!) dedigini
haber veriyor. Bunlar Peygamber degildi. Velî idiler). Fârisî (Usûl-ül-erbe’a
fî-terdîd-il vehhâbîyye) kitâbında genis bildirilmisdir. Bu kitâb 1395 [m. 1975] de,
Istanbulda tekrâr basdırılmısdır. Bu kitâbdan bir kısmı terceme edilerek, (Kıyâmet
ve Âhıret) ve (Fâideli Bilgiler) kitâblarına ilâve edilmisdir.
(Hadîka) ikinci cild, yüzyirmialtıncı sahîfede diyor ki: Resûlullah ile ve Eshâb-ı
kirâm ile ve Tâbi’în ile, bunlar öldükden sonra da, Allahü teâlâya tevessül etmek,
ya’nî bunların hurmeti için, dilekde bulunmak câizdir ve mesrû’dur. Tevessül etmek,
sefâ’atini istemek demekdir. Ehl-i sünnet âlimleri, bunun câiz oldugunu
bildirdi. Mu’tezile fırkası ise inanmadı. Tevessül edenin düâsının kabûl olması, tevessül
olunanın kerâmeti olur. Ya’nî, öldükden sonra kerâmet göstermesi olur.
Bid’at sâhibi, sapık olanlar buna inanmadı. Imâm-ı Münâvî (Câmi’us-sagîr) serhinde,
bu câhillere cevâb vermekdedir. Imâm-ı Sübkî buyuruyor ki, (Resûlullah
ile tevessül etmek, ya’nî istigâse etmek, ondan sefâ’at istemekdir. Bu ise güzel bir
seydir. Önceki ve sonraki islâm âlimlerinden hiçbiri buna karsı birsey dememisdir.
Yalnız Ibni Teymiyye bunu inkâr etdi. Böylece dogru yoldan ayrıldı. Kendinden
önce gelen âlimlerden hiçbirinin söylemedigi bir bid’at çıkardı. Bu bid’ati ile
müslimânların diline düsdü). Resûlullahın ismi ile kasem ederek, ya’nî Resûlullah
hakkı için diyerek, Allahü teâlâdan birsey istemenin câiz oldugunu, Ibni Abdüsselâm
uzun bildirmekdedir. Resûlullahın vârisi olan Evliyâ ile de kasem câiz
oldugunu, Ma’rûf-i Kerhî bildirmekde ve (Kuseyrî) risâlesi yazmakdadır. Yüzellibirinci
[151] sahîfesinde diyor ki, herhangi bir müctehidin câiz olur dedigi birseyi
yapana mâni’ olmamalıdır. Çünki, dört mezhebden birini taklîd etmek câizdir.
Bunun için, kabr ziyâret edenlere, Evliyânın mezârları ile teberrük edenlere,
hastası iyi olmak için veyâ gâibi bulunmak için bunlara nezr yapanlara mâni’ olmamalıdır.
Adak yaparken, Evliyâya adak demek mecâz olup, türbeye hizmet edenlere
adak demekdir. Fakîre zekât verirken ödünc verdigini söylemek gibidir ki, böy-
– 448 –
le söylemenin câiz oldugu bildirilmisdir. Burada söze degil, ma’nâya bakılır. Bunun
gibi, fakîre verilen hediyye, sadaka olur. Zengine verilen sadaka da hediyye
olur. [(VEKÂLET)e bakınız!]. Ibni Hacer-i Hiytemî “rahmetullahi teâlâ aleyh”,
Evliyânın kabrlerine nezr yapılırken, onun çocuklarına veyâ talebesine yâhud
orada bulunan fakîrlere sadaka olması gibi baska bir (Kurbet), ya’nî, baska bir hayr
niyyet edilirse, bu nezrin sahîh olacagına fetvâ vermisdir. Böyle nezrlerin, niyyet
edilen kimselere verilmesi lâzımdır. Simdi türbelere yapılan nezrlerin hepsinde böyle
niyyet edilmekdedir. Velîye nezr sözünden bunu anlamak lâzımdır. Geçmis Evliyâya
dil uzatmak, onlara câhil demek, sözlerinden islâmiyyete uymıyan ma’nâlar
çıkarmak, öldükden sonra da kerâmet gösterdiklerine inanmamak ve ölünce
velîlikleri biter sanmak ve onların kabrleri ile bereketlenenlere mâni’ olmak,
müslimânlara sû’i zan, zulm etmek, mallarını gasb etmek gibi ve hased, iftirâ ve yalan
söylemek ve gıybet etmek gibi harâmdır. (Hadîka)dan terceme temâm oldu.
(Hadîka)da, yüzseksenikinci sahîfede diyor ki, (Buhârînin, Ebû Hüreyreden “radıyallahü
anh” haber verdigi hadîs-i serîfde, (Allahü teâlâ, kulum farzları yapmakla
bana yaklasdıgı gibi baska seyle yaklasamaz. Kulum nâfile ibâdetleri yapınca, onu
çok severim. Öyle olur ki, benimle isitir. Benimle görür. Benimle herseyi tutar. Benimle
yürür. Benden her ne isterse veririm. Bana sıgınınca, onu korurum buyurdu)
denilmekdedir. Bu hadîs-i serîf gösteriyor ki, farzlarla birlikde nâfile ibâdetleri yapan,
Allahü teâlânın sevgisini kazanır. Bunların düâları kabûl olur. Sa’îd bin Ismâ’îl
Ebû Osmân Hayrî Nîsâpûrî “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, bu hadîs-i serîf,
onun görmek, isitmek, gitmek, tutmak gibi her çesid istediklerini, hemen ihsân
ederim demekdir). Üçüncü kısmda sonsöz sonuna bakınız! (Islerinizde sıkısdıgınız
zemân, kabrde olanlardan yardım isteyiniz!) hadîs-i serîfi de, Allahü teâlânın,
sevdigi kullarına, ölü iken de bu kuvveti vermis oldugunu göstermekdedir.
Imâm-ı Birgivî, (Etfâl-ül-müslimîn) risâlesinde, (Bir mü’minin kabrini ziyâret
ederken, yâ Rabbî! Muhammed aleyhisselâm hurmetine, buna azâb yapma denirse,
Allahü teâlâ, kıyâmete kadar azâbını durdurur) hadîs-i serîfini yazmakdadır.
Kabrdeki meyyitde his bulundugunu bildiren çok hadîs-i serîf vardır. Eshâb-ı
kirâm ve Tâbi’în-i ızâm (Kabr-i se’âdet)i ziyâret ve istigâse ederdi. Bunun için çok
kitâb yazılmısdır. (Hısn-ül-hasîn)de düâ âdâbını anlatırken (Düânın kabûl olması
için, Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ve sâlih kulları vesîle etmelidir.
(Buhârî)deki hadîs-i serîfde böyle bildirildi) buyurmakdadır.
Alî Râmîtenî hazretleri buyurdu ki, (Günâh islememis bir dil ile düâ ediniz ki,
kabûl olsun!). Ya’nî, Hudâ dostlarının huzûrunda tevâzu’ eyleyiniz, yalvarınız da,
sizin için düâ etsinler. Istigâse, ya’nî bir Velîye tevessül de, bu demekdir.
Abdülvehhâb oglunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezâra tapan kâfirler gibi bilmesi
ve Ehl-i sünneti öldürmege ve mallarını almaga halâl demesi, nasslara [ya’nî âyetlere,
hadîslere] yanlıs ma’nâ verdigi içindir. (Buhârî)deki hadîs-i serîfde Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, (Kâfirler, kâfirler için gelmis olan âyet-i kerîmeleri,
müslimânlara yükletirler) buyurdu. Bir hadîs-i serîfde, (Müslimân ismini
tasıyanlardan en çok korkdugum kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, yerinden
degisdirenlerdir) buyurdu. Bu hadîs-i serîfler, böyle zındıkların meydâna çıkacagını
ve bunların dalâletde olduklarını haber vermekdedir.
Mezârları ziyâret ile tevessül eden kâfir olsaydı, Peygamberimiz ile de tevessül
edilmezdi. Hâlbuki, O, dünyâya gelmeden önce ve dünyâda diri iken ve vefâtından
sonra, hep tevessül edilmisdir. (Sevâhid-ül-hak) yüzelliüçüncü [153] sahîfede yazılı,
Ibni Mâce hadîsinde, Peygamberimiz (Allahümme innî es’elüke bihakkıssâ’ilîne
aleyke), ya’nî (Yâ Rabbî! Senden isteyip de, verdigin kimselerin hâtırı için,
senden istiyorum!) derdi ve böyle düâ ediniz buyururdu. Hazret-i Alînin “radıyallahü
anh” annesi Fâtımayı “radıyallahü anhâ” kendi mubârek elleri ile mezâra koyunca,
(Igfir li ümmî Fâtımate binti Esed ve vessi’aleyhâ medhaleha bi-hakkı Ne-
– 449 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:29
biyyike vel Enbiyâ-illezîne min kablî inneke erhamürrâhimîn) buyurdugunu, Taberânî
ve Ibni Hibbân ve Hâkim ve Süyûtî bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden
Osmân bin Huneyf bildiriyor ki, iyi olması için düâ istiyen bir a’mâya, abdest
alıp, iki rek’at nemâz kılmasını, sonra (Allahümme innî es’elüke ve eteveccehü
ileyke bi-Nebiyyike Muhammedin Nebiyyirrahme, yâ Muhammed innî eteveccehü
bike ilâ Rabbî fî hâcetî-hâzihî, li takdıye-li, Allahümme seffi’hü fiyye) okumasını
emr etmisdir. Bu düâ, (Merâkıl-felâh) ve bunun Tahtâvî hâsiyesi ve türkçe
tercemesi olan (Ni’met-i islâm) kitâblarında, (Hâcet nemâzı) sonunda ve (Sifâ
üs-sikâm) ve (Nûr-ül-islâm)da ve (Dürerüsseniyye)de de yazılıdır. Eshâb-ı kirâm
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”, bu düâyı hep okurdu. Hâkimin bildirdigi sahîh
hadîsde buyuruldu ki, Âdem “alâ Nebiyyinâ ve aleyhissalâtü vesselâm” Cennetden
çıkarılınca, çok düâ etdi. Tevbesi kabûl olmadı. Nihâyet (Yâ Rabbî! Oglum
Muhammed hurmeti için, bu babaya merhamet et) deyince, düâsı kabûl oldu ve (Yâ
Âdem! Muhammed aleyhisselâmın ismi ile, herne isteseydin kabûl ederdim, Muhammed
olmasaydı, seni yaratmazdım) buyuruldu. Bu hadîs-i kudsî, (Mevâhib) ve
(Envâr)ın basında da yazılıdır. Böyle oldugunu, Âlûsînin (Gâliyye) kitâbı da, yüzdokuzuncu
sahîfesinde uzun bildirmekdedir. Bu düâlarda bulunan (hak) kelimesi,
hurmet, kıymet demekdir. Sevdiklerine verdigi kıymetli dereceler hâtırı için istemekdir.
Çünki, hiçbir mahlûkun, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâda hakkı yokdur.
Süâl: O zemân, Muhammed “aleyhisselâm” dünyâda yokdu. Üçyüzonüçbin
sene sonra dünyâyı tesrîf edecekdi. Âdem “aleyhisselâm”, Onu nereden bildi?
Cevâb: Âdem “aleyhisselâm”, Cennetde iken, Cennetin her yerinde ve Ars üzerinde
(Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı gördü. Onun, Allahü teâlânın
en sevgili kulu oldugunu, bundan anlamısdı. Bunlar, oralarda islâm harfleri
ile yazılı idi. Demek ki, o harfler, insan yapısı degildir. Dünyâ ve Âdem yokken,
o harfler vardı. Bütün kitâblar ve sahîfeler, islâm harfleri ile gönderilmisdir.
Bu düâlar gösteriyor ki, Allahü teâlânın sevdikleri ile tevessül etmek, ya’nî onları
araya koyarak, onların hâtırı ve hurmeti ile Ondan istemek câizdir.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, besinci cild, besyüzyirmidördüncü sahîfede
buyuruyor ki, (Resûlullahı vesîle kılarak Allahü teâlâya düâ etmek güzel
olur. Önce ve sonra gelen âlimlerden hiçbiri buna karsı birsey demedi. Yalnız Ibni
Teymiyye bunu kabûl etmedi. Hiç kimsenin söylemedigini söyliyerek ortaya bir
bid’at çıkarmıs oldu. Böyle oldugunu, Imâm-ı Sübkî güzel açıklamakdadır).
Ahmed bin Seyyid Zeynî Dahlân “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Mekkenin müftîsi
ve reîs-ül-ulemâsı ve Sâfi’î seyh-ul-hutebâsı idi. Birçok eserleri olup, (Hülâsatül-
kelâm fî beyân-i umerâ-il beled-il-harâm), (Firredd-i alel-vehhâbiyyet-i-etbâ-ı
mezheb-i Ibni Teymiyye) ve (Ed-Dürer-üs-seniyye) kitâblarında bunların içyüzlerini
açıklamakda, yanlıs yolda, sapık olduklarını âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflerle
göstermekdedir. (Hülâsat-ül-kelâm)da, söyle demekdedir:
Resûlullahı hayâtda iken de, vefâtından sonra da, vesîle ederek düâ etmek sahîhdir
ve câizdir. Bunun gibi, Evliyâyı ve Sâlihleri vesîle ederek düâ etmek câiz oldugunu
hadîs-i serîfler göstermekdedir. [(Feth-ul-mecîd) kitâbının 167, 170, 191,
208, 248, 353, 414, 416, 482, 486 ve 504. cü sahîfelerindeki yazılar müslimânlara iftirâdır.]
Hazret-i Ömerin yagmur düâsına çıkarken hazret-i Abbâsı götürmesi, Resûlullahdan
baskası ile de tevessül olunabilecegini göstermek için idi. [Yagmur düâsının
nasıl yapılacagı (Islâm ahlâkı) kitâbımızda yazılıdır.] Ehl-i sünnet âlimleri
buyuruyorlar ki: Te’sîri veren, yaratan, îcâd eden, fâide ve zarâr veren, yok eden
ancak Allahü teâlâdır. Onun serîki yokdur. Peygamberler ve bütün diriler ve
ölüler, te’sîr, fâide ve zarâr yaratamazlar. Hiçbir seye te’sîr yapamazlar. Yalnız, Allahü
teâlânın sevgili kulları oldukları için, onlarla bereketleniriz. Onlar da, dirilerin
te’sîr etdigine, ölülerin te’sîr etmedigine inanıyorlar. (Feth-ul-mecîd) kitâbının
70, 77, 98, 104, 239, 248, 323, 503 ve 504. cü sahîfelerinde, (Meyyitden ve gâ-
– 450 –
ib olan diriden birsey istiyen müsrik olur. Insandan kudreti yetisen seyler istenir.
Yalnız Allahın kudretinde olan seyleri insandan istemek câiz degildir) diyor.
Yetmisinci [70] sahîfesinde, (Diri, kendinden istenilen sey için düâ eder. Allah da
kabûl edip, o seyi yaratır. Ölüden ve gâib olandan istemek, kudreti içinde olmıyanı
istemekdir. Bu ise, sirk olur) diyor. Yüzotuzaltıncı [136] sahîfesinde, (Sâlih kimselerin
kabrleri ile teberrük etmek, Lât, Menât putlarına tapınmak gibi sirkdir) diyor.
Ikiyüzsekizinci [208] sahîfede, (Ihtiyâcını ölüden istemek, ölüden istigâse
etmek sirkdir. Ölüden kendisine sefâ’at etmesini istemek câhillikdir. O, Allahın
izni olmadan kimseye sefâ’at edemez. Ondan istigâse etmek, sefâ’at etmesini istemek,
sefâ’at etmesine izn verilmesi için sebeb yapılmamısdır. Sefâ’ate sebeb îmândır.
Istigâse eden ise müsrikdir. Izn verilmesine mâni’ olmakdadır) diyor. Hâlbuki
bu kitâb, kendi kendini yalanlamakdadır. Çünki, ikiyüzüncü [200] sahîfesinde,
(Gökler Allahdan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’ânda, yerlerin
ve göklerin tesbîh etdikleri bildirildi. Resûlullahın avucuna aldıgı tas parçalarının
tesbîh etdiklerini ve mesciddeki Hannâne denilen diregin inledigini ve yemegin
tesbîh etdigini Eshâb isitdiler) diyor. [Daglarda, taslarda, direkde his ve idrak
oldugunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyâda his olmaz demeleri, sasılacak
seydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müsrik
oluyorlar. Çünki bu söz, diriler duyar ve te’sîr eder, ölüler duymaz ve te’sîr etmez
demekdir. Allahdan baskasının te’sîr etdigine inanmak olur. Böyle inananlara
kendileri müsrik diyor. Hâlbuki, ölü de, diri de birer sebebdir. Te’sîr eden, yaratan
yalnız Allahü teâlâdır.] (Âlûsî tefsîri)nde yazılı olan, Imâm-ı a’zamın, Resûlullahı
vesîle yaparak düâ etmegi yasak etdigi dogru degildir. Çünki, Imâm-ı
a’zamdan böyle bir haberi hiçbir âlim bildirmemisdir. Vesîle edilecegini bildirmislerdir.
Tevessül, teseffü’, istigâse ve teveccüh, hep aynı sey demekdir. Hepsi câizdir.
(Buhârî) hadîsinde, (Kıyâmet günü insanlar, önce Âdem aleyhisselâma istigâse
edeceklerdir) buyuruldu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Bilâl bin Hâris “radıyallahü
anh” Resûlullahın kabri yanına gelip, (Yâ Resûlallah! Ümmetin için yagmur
düâsı yap) dedi. Yagmur yagdı. Putlar, bize sefâ’at edecekdir diyen kâfirler,
putlara tapınıyorlardı. Sefâ’at istiyen mü’minler ise, Peygamberlere ve Evliyâya
tapınmaz. (Feth-ul-mecîd) kitâbının ikiyüzdokuzuncu [209] sahîfesinde diyor ki,
(Kur’ân-ı kerîmde, (Ancak Onun izn vermesi ile sefâ’at olunur) ve (Ancak râzı olunan
kimselere sefâ’at olunur) buyuruldu. Sefâ’at istiyen kimse, kendine sefâ’at etmesi
için Peygambere izn verilecegini nereden biliyor? Sonra râzı olunmuslardan
oldugunu nerden anlıyor da sefâ’at istiyor?). Bu sözleri, hem hadîs-i serîflere uygun
degildir. Hem de kendisini yalanlamakdadır. Çünki, aynı kitâbın ikiyüzsekizinci
sahîfesinde, (Sefâ’at olunmaga sebeb îmândır) demekdedir. Ezândan sonra
okunması emr olunan düâda, Allahü teâlânın, Peygamber efendimize “sallallahü
aleyhi ve sellem” fazîle ve vesîle derecelerini va’d etdigi bildirilmekdedir. Bu
düâyı okuyanlara ve salevât getirenlere ve kabrini ziyâret edenlere sefâ’at edecegini
bildirdi. Bunlar gibi, dahâ nice hadîs-i serîfler, diledigine sefâ’at etmek için kendisine
izn verilmis oldugunu göstermekdedir. (Büyük günâhı olanlara sefâ’at edecegim)
hadîs-i serîfi, îmânı olan herkese sefâ’at etmesine izn verilecegini bildiriyor.
(Sevâhid-ül-hak) yüzotuzuncu [130] sahîfesindeki kırk hadîsden onüçüncüsünde,
(Kıyâmet günü sefâ’at edecegim. Yâ Rabbî! Kalbinde hardal zerresi kadar îmân
olanları Cennete koy diyecegim. Bunlar Cennete girecekler. Sonra, kalbinde az birsey
olanlara, Cennete giriniz diyecegim) buyuruldu. Bu hadîs-i serîfi (Buhârî) bildiriyor.
(Istigâse) tevessül demekdir. Ya’nî vesîle etmek, yardımını, düâsını istemek
demekdir. Ondan sefâ’at istemek, Onu vesîle ederek, Allahü teâlâdan son nefesde
îmânla gitmegi düâ etmek demekdir. (Feth-ul-mecîd) kitâbının birçok yerinde,
meselâ üçyüzyirmiüçüncü [323] sahîfesinde, (Gâib kimseden ve ölülerden istigâse
etmek, fâide istemek sirkdir. Allah, müsriklerle harb etmegi emr ediyor) diyor.
Hâlbuki, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Yâ Muhammed, seni ve-
– 451 –
sîle ederek Rabbine teveccüh ediyorum) derdi. Vefâtından sonra, Eshâb-ı kirâm
“radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” bu düâyı okurlardı. Taberânînin bildirdigi
hadîs-i serîfde, (Çölde yalnız kalan kimse, birsey gayb ederse, ey Allahın kulları,
bana yardım ediniz desin! Çünki, Allahü teâlânın, sizin göremediginiz kulları
vardır) buyuruldu. Ibni Hacer-i Mekkî, (Îzâh-ul-menâsik) hâsiyesinde, bu düâ çok
tecribe edilmisdir buyurdu. Ebû Dâvüdün ve baskalarının bildirdikleri hadîs-i
serîfde, Resûlullah, seferde iken aksam olunca, (Ey Rabbimin yeri! Senin serrinden
Allaha sıgınırım) buyurdu.
Ihvân-ül-müslimîn denilen mezhebsizlerin reîslerinden Seyyid Kutb da, Zümer
sûresinin üçüncü âyetini tefsîr ederken, (Tevhîd ve ihlâs sâhibi, Allahdan baska
kimseden birsey istemez. Hiçbir mahlûka i’timâd etmez. Insanlar, islâmiyyetin bildirdigi
tevhîdden ayrıldı. Bugün bütün memleketlerde Evliyâya ibâdet ediliyor. Islâmiyyetden
evvelki arabların meleklere, heykellere tapındıkları gibi, onlardan sefâ’at
istiyorlar. Allahın bildirdigi tevhîdde, ihlâsda, Allah ile kul arasında vâsıta
ve sefâ’at etmek yokdur) diyor. Bu yazıları ile vehhâbî oldugunu i’lân ediyor.
[Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlara, (Sıfât-i zâtiyye)ye ve (Sıfât-i sübûtiyye)
ye (Ülûhiyyet sıfatları) denir. Bir mahlûka ibâdet etmek, tas, agaç, günes, yıldız,
inek, insan, heykel, resm gibi bir mahlûkda, (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduguna inanarak,
ona itâ’at etmek, yalvarmak demekdir. Böyle inanmaga (Sirk) ve inanan kimseye
(Müsrik) denir. Bu seylere (Serîk), (Ma’bûd), (Put) denir. Simdi hıristiyânların
çogu, Budistler, Berehmenler ve mecûsîler müsrîkdir. Müslimânlar hiçbir Velîde
ülûhiyyet sıfatı bulunduguna inanmaz. Peygamberlerin, Velîlerin, Allahın
sevgili kulları olduklarını bilirler. Ziyâret edenleri, düâ istiyenleri, Allahü teâlânın,
kendilerine haber verdigine inanırlar. Sefâ’at etmeleri için, bunlara yalvarırlar.]
3 — Mezârlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde nemâz kılmak ve orada hizmet
ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhlarına sadaka adamak, câiz
degil imis!... Haremeyn ehâlîsi simdiye kadar kubbelere, dıvarlara tapınıyor imis.
(Ehl-i sünnet) olan ve (Sî’î) olan müslimânlar bunun için müsrik oluyormus. Bunları
öldürmek, mallarını yagma etmek halâl imis. Kesdikleri les olurmus.
Türbelerde nemâz kılmanın câiz oldugu, (Kıyâmet ve âhıret) kitâbımızın üçüncü
kısmı olan (Müslimâna nasîhat)ın ondördüncü maddesinde uzun yazılıdır.
Türbe, oda demekdir. Türbe yasak olsaydı, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în”, Resûlullah efendimizi ve hazret-i Ebû Bekri ve hazret-i Ömeri oda
içine defn etmezlerdi. Türbe, ölüye tapınmak için yapılmaz. Ona sevgi ve saygı göstermek
ve okumaga, düâ etmege gelenleri yagmurdan, günesden korumak için yapılmakdadır.
(Mecma’ul-enhür), ikinci cildin besyüzelliikinci sahîfesinde diyor ki,
(Muhammed bin Hanefiyye, Abdüllah bin Abbâsı defn edince, kabri üzerine çadır
kurdu. Ziyâretciler, üç gün bu çadırda okudular). Eshâb-ı kirâmın yolunda olan,
türbe yıkmaz, türbe yapar.
(Kesf-ün-nûr)da diyor ki, (Âlimlerin, Velîlerin kabrleri üzerine türbe yapmak,
onları câhillerin hakâretlerinden korumak içindir. (Câmi’ul-fetâvâ)da ve (Tenvîr)
de, kabr üzerine kubbe yapmak mekrûh degildir diyor. Câhillerin Evliyâyı yaratıcı
sanmalarından korkdugumuz için, türbeleri yıkıyoruz sözü küfrdür. Fir’avn da
böyle söylemisdi. Fesâd çıkarıyor diyerek, Mûsâ aleyhisselâmı öldürmege kalkmısdı.
Allahü teâlâ Evliyâsını seviyor. Onların istediklerini yaratıyor. Onlar ise, Allahü
teâlâya ve Evliyâ ve bütün müslimânlara sû’i zan ediyorlar. Müslimânlara sû’i
zan etmek harâmdır. Velî, diri iken de, ölü iken de birsey yaratmaz. Allahü teâlânın
yaratmasına sebeb olur. Evliyânın rûhları, kabrdeki bedenleri ile alâkalıdır. (Künûz)
da yazılı, Deylemînin bildirdigi hadîs-i serîfde, (Öldükden sonra da, hayâtda oldugum
gibi bilirim), anlarım buyuruldu). Diri veyâ ölü olan bir Velîden feyz almak,
fâidelenmek için, onu sevmek ve hurmet etmek lâzımdır. Câhil halk, ölüyü toprak
altında, hareketsiz görünce, onu kendinden asagı sanır. Türbeyi, Sandukayı da her-
– 452 –
kesin saygı ile ziyâret etdigini görünce, o da saygılı olur. Ya’nî türbe ölü için degil,
dirilerin, saygılı olup, Velîden istifâde edebilmeleri için yapılmakdadır. Ehl-i sünnet
âlimleri buyuruyor ki, kabr üzerine, süs için, övünmek için türbe yapmak harâmdır.
Unutulmamak için olursa mekrûhdur. Meyyiti hırsızdan, hayvandan korumak
için ise, mekrûh olmaz. Önceden yapılmıs türbeye defn etmek câizdir. Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem” oglu Ibrâhîmin kabrini bir karıs yüksek yapdı ve sıvatdı.
Bir gün Ibrâhîmin kabri yanından geçerken, bir yerini açılmıs görünce, burasını
kapatdıgı (Hülâsa)da yazılıdır. Islâm âlimlerinin hiçbiri, türbeleri puta benzetmemis,
en asırı yazanı, harâm olacagını bildirmisdir. Türbe ziyâret ederek, Evliyâya tevessül
eden müslimânlara, hiçbir âlim sû’i zan etmemis, kötülememisdir. (Feth-ulmecîd)
kitâbının ikiyüzkırkikinci sahîfesinde, (Ibni Hacer-i Mekkî, (Zevâcir) kitâbında,
kabrler üzerine kubbeler yapmak büyük günâhdır. Müslimân meliklerinin,
vâlîlerinin, bu kubbeleri yıkmaları vâcibdir. Önce imâm-ı Sâfi’înin kubbesini yıkmalıdır
diyor) yazmakdadır. Hâlbuki, Ibni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” (Zevâcir)
kitâbında, (Kabrler üzerine kubbe yapmak büyük günâhdır) demiyor. (Umûmî,
ya’nî herkesin gömüldügü ve vakf kabristânlardaki türbeleri yıkmalıdır. Çünki,
yer kaplıyarak, müslimânların gömülmelerine mâni’ olurlar) buyuruyor. Yoksa, türbe
yapmaga, türbe ziyâretine harâmdır, küfrdür demiyor. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-
i serîflerin ma’nâlarını degisdirmekden hayâ etmiyenlerin, Ehl-i sünnet âlimlerinin
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kitâblarındaki bilgileri de, degisdirerek,
yazarak müslimânları aldatmaga kalkısdıklarının açık bir vesîkası da, Ibni Hacer-i
Mekkî hazretlerine yapdıkları bu iftirâdır.
Ibni Hacer-i Mekkî “rahmetullahi aleyh” hazretleri (Fetâvâ-i fıkhiyye)nin yüzyirmibesinci
sahîfesinde buyuruyor ki, (Peygamberlerin türbelerinde nemâz kılmak
sahîhdir. Mekrûh dahî degildir. Peygamberler, mezârlarında diridirler. Fekat,
onların hayâtları, her bakımdan bizim hayâtımız gibi degildir. Yimeleri, içmeleri,
ibâdet yapmaları lâzım degildir. Meleklerin hayâtına benzer. Lezzet almak için ibâdet
yaparlar. Çünki, kabr hayâtında cenâb-ı Hakkı müsâhedeleri, dünyâdakinden
dahâ mükemmeldir).
Sudândaki islâm âlimlerinden Tâhir Muhammed Süleymân Mâlikî (Zahîretül-
fıkhil-kübrâ) kitâbında diyor ki, (Seyh Advî, kabrler üzerine türbe yapmak, dört
sart ile câiz olur dedi. Kabr yeri, meyyitin mülkü olmalıdır. Türbede fesâd, bid’at
yapılmamalıdır. Türbeler, zevk ve tefâhur vâsıtası olmamalıdır. Kabrdeki Velîye
alâmet niyyeti ile yapılmalıdır. Ibni Teymiyyenin sapık sözlerinin kıymeti yokdur.).
Ehl-i sünnet âlimleri, Vehhâbîleri red için, çok kitâb yazdı. Bunlardan kırk adedinin
ismleri asagıdadır:
1 — Medîne-i münevverenin Sâfi’î ulemâsından Muhammed ibni Süleymânın
“rahmetullahi aleyh” çok kıymetli (Fetvâ) kitâbıdır.
2 — Mekke-i mükerreme Reîs-ül-ulemâsı Ahmed Zeynî Dahlân-ı Sâfi’înin
(Eddürerüsseniyye) kitâbı, Istanbulda Belediyye kütübhânesinde, [1079] numarada
mevcûddur. Istanbulda, ofset yolu ile tekrâr basdırılmısdır.
3 — Mustafâ Kırîmînin “rahmetullahi aleyh” (Risâlet-üs-sünniyyîn firreddi
alel-mübtedi’în) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde, [992] numarada mevcûddur.
4 — (Müncid) kitâbında, (Hâlidî) kelimesinde yazılı olan Dâvüd bin Süleymân
Bagdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Minhat-ül-vehbiyye) kitâbı, Belediyye kütübhânesinde,
[292] numarada mevcûddur. Istanbulda tekrâr basdırılmısdır.
5 — Muhammed Ebû Zühre, (Târîh-ul-mezâhib-il-islâmiyye)de, vehhâbîleri ve
bunların bid’at ehli olduklarını uzun bildirmekdedir.
6 — Allâme Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâsiyesinde,
üçüncü cild, üçyüzdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki: (Zemânımızdaki mezhebsizler
kendilerine müslimân deyip, kendi i’tikâdlarına inanmıyanlara müsrik,
– 453 –
ya’nî kâfir diyor. Bunun için, Ehl-i sünneti ve âlimlerini öldürmek sevâbdır diyorlar.
1233 [m. 1818] de, Ehl-i sünnet bunlara zafer bulup, kahr ve perîsân oldular). Yukarıdaki
yazının foto-kopisi, (Kitâb-ül-eymân) kitâbı ile Istanbulda nesr olunmusdur.
7 — Zebid müftîsi, Seyyid Abdürrahmân “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki:
Ehl-i sünnetden ayrılanları red ve bozuk olduklarını bildirmek için, su hadîs-i serîfi
okumak yetisir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki,
(Arabistânın sark tarafından bir kimseler çıkar. Kur’ân-ı kerîmi okurlar. Fekat,
Kur’ân-ı kerîm, bunların bugazlarından asagıya gitmez. Ok yaydan çıkar gibi islâmiyyetden
çıkarlar. Yüzleri de hep traslıdır). Çogunun en mühim vazîfelerinden
biri, bası tras etmekdir. Yanaklarını tras edip, yalnız çeneleri üzerinde sivri sakal
bırakırlar. Bu hadîs-i serîf, dogru yoldan çıkdıklarını göstermekdedir.
8 — Zâhid-ül-Kevserînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Esseyf-üs-sakîl) kitâbında
ve (Makâlât)ında, Ibni Teymiyyenin ve Ibni Kayyımın fikrleri îzâh ve red
edilmekdedir.
9 — Doksanaltıncı seyh-ul-islâm seyyid Muhammed Atâullah efendinin “rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Vehhâbîlere reddiyye) kitâbı meshûrdur.
10 — (Müslimâna nasîhat) kitâbı türkcedir. (Feth-ul-mecîd) kitâbından parçalar
alınarak, herbirine, islâm âlimlerinin kitâblarından cevâblar verilmisdir. Ilk baskısı,
[m. 1970] de Istanbulda yapılmısdır. Ingilizce tercemesi de basdırılmısdır.
11 — Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sevâhid-ül-hak) kitâbı, Ibni
Teymiyyeyi kuvvetli vesîkalarla çürütmekdedir. Bu kitâbdaki kıymetli yazılardan
bir kısmı [m. 1972] de basılan (Eshâb-ı kirâm) kitâbının sonunda, (Yûsüf-i Nebhânî)
maddesinde yazılmısdır.
12 — Yûsüf-i Nebhânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Es-sihâm-üs-sâibe) kitâbı
da, mezhebsizleri, âyet-i kerîmelerle isbât ederek red etmekdedir.
13 — Ahmed Dahlân (Hulâsat-ül-kelâm) ve (El-fütûhât-ül-islâmiyye) kitâblarında,
mezhebsizlerin iftirâlarına vesîkalarla cevâb vermisdir. Birinci kitâbın ikinci
kısmı Hakîkat Kitâbevi tarafından ofset yolu ile basdırılmısdır.
14 — Imâm-ı Sübkî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Sifâ-üs-sikâm) kitâbında, Resûlullahı
ve Evliyâyı ziyâretin ve rûhlarından istigâse etmenin câiz oldugunu isbât
etmekdedir. Mısrda Bulak Matba’asında, 1318 [m. 1900] de basılmısdır. Istanbulda,
ofset yolu ile çesidli baskıları yapılmısdır.
15 — Abdülvehhâb oglu Mehmedin kardesi seyh Süleymân, Ehl-i sünnet âlimlerinden
idi. Kardesi Mehmedin yeni bir çıgır açdıgını anlayınca, onun kitâblarına
reddiyyeler yazdı. Bunlardan (Savâik-ul ilâhiyye fir-redd-i alel-vehhâbiyye) kitâbı
1306 da basılmıs ve 1395 [m. 1975] de Istanbulda ofset ile tekrâr basdırılmısdır.
16 — Haleb kâdîsı, Sâfi’î âlimlerinden Muhammed bin Alî Zemlikânî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Dürret-ül-madıyye firreddi-alâ-ibni Teymiyye) kitâbında,
Peygamberlerin kabrlerinden istigâse etmenin câiz oldugunu isbât etmekdedir.
17 — Rumeli Kâdî-askeri Ehî-zâde Abdülhalîm bin Muhammed “rahmetullahi
teâlâ aleyh” (Riyâdüssâdâd fî-isbât-il-kerâmât lil-Evliyâ-i hâlel-hayât ve ba’delmemât)
kitâbında, Evliyânın öldükden sonra da kerâmet sâhibi olduklarını isbât
etmekdedir. Kendisi, binonüç 1013 [m. 1590] senesinde vefât etmisdir.
18 — Hasen Cân Fârûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-akâidüssahîha fî terdîd-
il-vehhâbiyye) kitâbı, arabî olarak, Hindistândaki vehhâbîlerin islâmiyyeti içerden
yıkdıklarını isbât etmekdedir. Istanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994
de ofset baskısı yapılmısdır.
19 — Büyük âlim ve Veliyyi kâmil seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi teâlâ
aleyh, (Keskül) kitâbındaki yazısını söyle bitirmekdedir: Kesf ve sühûd sâhibi
olan milyonlarca âsık, Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” ziyâret ederek,
Allahü teâlânın sonsuz ni’metlerine kavusmuslardır. Imâm-ül-eimme ve sirâc-
– 454 –
ül-ümme Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbit hazretleri ziyâret ederken, (Ey Seyyidler
seyyidi! Senin için geldim. Benden râzı olmanı ricâ ediyorum. Sana sıgınarak korunuyorum!)
diyerek basladıgı kasîdesi meshûrdur.
20 — (Sebîl-ün-necât) kitâbı arabî olarak Hindistândaki vehhâbîlerin bozuk ve
sapık inanıslarını bildirmekde, bunlara vesîkalarla cevâb vermekdedir. Ilk olarak
1394 [m. 1974] de Hindistânda basılmıs, Istanbulda ofset yolu ile nesr olunmusdur.
21 — (El-mesâil-ül-müntehabe) kitâbı arabî olup, Hindistândaki vehhâbîlerin
gençler arasına yaymaga çalısdıkları inanısları yazmakda, bunları vesîkalarla çürütmekdedir.
Ilk olarak 1391 [m. 1971] senesinde Pâkistânda basılmıs, sonra Istanbulda
(Hakîkat Kitâbevi) tarafından ofset yolu ile nesr olunmusdur.
22 — (El-habl-ül-metîn) arabî olup, dört mezhebden birini taklîd etmek lâzım
oldugunu ve kerâmeti ve Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” rûhlarından
istifâde etmegi bildirmekdedir. Ilk olarak Pâkistânda basılmıs, Istanbulda
ofset baskısı yapılmısdır.
23 — (Fetâvâ-yül-haremeyn) kitâbını Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ
hân Berîlevî “rahmetullahi teâlâ aleyh” yazmısdır. Hindistândaki vehhâbîlere ve
bütün mezhebsizlere vesîkalarla cevâb vermekdedir. Hindistânda Lüknov sehrinde
bulunan (Nudvet-ül’ulemâ) ismindeki teskilâtın da islâmiyyete zararlı bir kurulus oldugunu
uzun yazmakdadır. Kitâb arabî olup, 1317 [m. 1898] senesinde yazılmıs, sonra
Pâkistânda basılmıs, Istanbulda 1397 [m. 1977] de ofset baskısı yapılmısdır.
24 — (El-medâric-üs-seniyye firreddi alel-vehhâbiyye-yi Hindiyye) kitâbı, arabî
ve urdu dilleri ile Karaside yazılmısdır. Hindistândaki vehhâbîlere cevâb vermekdedir.
Istanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından m. 1994 de basdırılmısdır.
25 — (Tarîk-un-necât) kitâbını Muhammed Hasen Cân Fârûkî yazmıs, m. 1931
de Sind Haydarâbâd sehrinde basılmıs, Istanbulda Hakîkat Kitâbevi tarafından
m. 1994 de ofset baskısı yapılmısdır. Arabî ve urdu dillerindedir.
26 — Mekke-i mükerreme âlimlerinden Sun’ullah-i Halebî “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Seyfullah alâ men kezzebe alâ Evliyâillah) kitâbında, Evliyânın “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz” öldükden sonra da kerâmetlere mazhar olduklarını
isbât etmekdedir. Bu kitâbını, hicretin binyüzonyedi [1117] senesinde yazmısdır.
Kerâmetin ve tevessülün câiz oldugu (Fetâvâyı Hayriyye)de Kerâhet kısmında
da yazılıdır.
27 — Sâh Ahmed Sa’îd-i Dehlevî hazretleri (Tahkîk-ul-hakkıl-mübîn) kitâbında,
Hindistândaki vehhâbîlerin kırk bozuk sözüne vesîkalarla cevâb vermekdedir.
Kırkıncı cevâbında buyuruyor ki, Abdül’Azîz-i Dehlevî, Fâtiha tefsîrinde:
(Birisinden yardım istenirken, yalnız ona güvenilirse, onun, Allahü teâlânın yardımına
mazhar oldugu düsünülmezse, harâmdır. Eger yalnız, Allahü teâlâya güvenilip,
o kulun Allahın yardımına mazhar oldugu, Allahü teâlânın herseyi sebeb
ile yaratdıgı, o kulun da bir sebeb oldugu düsünülürse, câiz olur. Peygamberler ve
Evliyâ da, böyle düsünerek baskasından yardım istemislerdir. Böyle düsünerek birisinden
yardım istemek, Allahü teâlâdan istemek olur) diyor. (Abese) sûresinin
tefsîrinde, (Ölüyü yakmak, rûhu yersiz bırakmak olur. Ölüyü topraga gömmek ise,
rûh için bir yer belli etmek olur. Bunun içindir ki, gömülmüs olan Velîlerden ve baska
Sâlihlerden fâidelenilmekdedir. Ölülere yardım etmek de mümkin olmakdadır.
Yakılan ölüler için bunlar düsünülemez) diyor. Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri de
(Miskât) tercemesinde buyuruyor ki, (Peygamberler ve Evliyâ öldükden sonra, bunlardan
yardım istemege, mesâyıh-ı ızâm ve fıkh âlimlerinin çogu câizdir dedi.
Kesf ve kemâl sâhibleri, bunun dogru oldugunu bildirdi. Bunlardan çogu rûhlardan
feyz alarak yükseldiler. Böyle yükselenlere (Üveysî) dediler. Imâm-ı Sâfi’î buyuruyor
ki, imâm-ı Mûsâ Kâzımın kabri, düâmın kabûl olması için bana tiryâk gibidir.
Bunu çok tecribe etdim. Imâm-ı Gazâlî buyurdu ki, diri iken tevessül olunan,
– 455 –
feyz alınan kimseye, öldükden sonra da tevessül olunarak feyz alınır. Mesâyıh-ı kirâmın
büyüklerinden biri diyor ki, diri iken tesarruf yapdıkları gibi, öldükden sonra
da tesarruf, yardım yapan dört büyük Velî gördüm. Bunlardan ikisi, Ma’rûf-i Kerhî
ve Abdülkâdir-i Geylânî hazretleridir. Batı âlimlerinin ve Evliyânın büyüklerinden
olan Ahmed bin Zerrûk diyor ki, Ebül’Abbâs-ı Hadremî hazretleri bana sordu
ki, diri olan Velî mi, yoksa ölü olan mı dahâ çok yardım eder? Herkes, diri olan
diyor. Ben ise, ölü olan dahâ çok yardım eder diyorum dedim. Dogru söyliyorsun.
Çünki, diri iken, kullar arasındadır. Öldükden sonra ise, Hakkın huzûrundadır buyurdu.
Ahmed bin Ukbe Ebül’Abbâs Hadremî, Evliyânın büyüklerindendir. (Câmi’u
kerâmât-il-Evliyâ)da Demirdas isminde hâl tercemesi yazılıdır. Insan ölürken
rûhunun ölmedigini âyet-i kerîmeler ve hadîs-i serîfler açıkca bildiriyor. Rûhun
su’ûr sâhibi oldugu, ziyâret edenleri ve onların yapdıklarını anladıkları da bildiriliyor.
Kâmillerin, Velîlerin “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz” rûhları, diri
iken oldugu gibi, öldükden sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya
ma’nevî olarak yakındırlar. Evliyâda, dünyâda da, öldükden sonra da kerâmet vardır.
Kerâmet sâhibi olan, rûhlardır. Rûh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerâmeti yapan,
yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Hersey Onun kudreti ile olmakdadır. Her insan,
Allahü teâlânın kudreti karsısında, diri iken de, ölü iken de hiçdir. Bunun için,
Allahü teâlânın, dostlarından biri vâsıtası ile, bir kuluna ihsânda bulunması sasılacak
birsey degildir. Diri olanlar vâsıtası ile çok sey yaratıp verdigini, herkes, her
zemân görmekdedir. Insan diri iken de, ölü iken de birsey yaratamaz. Ancak Allahü
teâlânın yaratmasına vâsıta, sebeb olmakdadır).
Mevlâna Abdülhakîm-i Siyalkûtî hazretleri, (Zâd-ül-lebîb) kitâbında, Abdülhak-
ı Dehlevînin (Esi’at-ül-leme’ât)ından alarak buyuruyor ki: (Çok kimse, kabr ehlinden
istifâde edildigine inanmıyor. Kabr ziyâreti, ölülere okumak, onlara düâ etmek
için yapılır diyorlar. Tesavvuf büyükleri ve fıkh âlimlerinden çogu ise, kabrdekilerden
yardım görüldügünü bildirdiler. Kesf sâhibi olan Evliyâ da, bunu sözbirligi
ile bildirdiler. Hattâ, bunlardan çogu, rûhlardan feyz alarak olgunlasdıklarını
haber vermislerdir. Bunlara (Üveysî) demislerdir). Siyalkûtî hazretleri, bundan
sonra buyuruyor ki: (Ölü yardım yapamaz diyenlerin, ne demek istediklerini anlıyamıyorum.
Düâ eden, Allahü teâlâdan istemekdedir. Düâsının kabûl olması için,
Allahü teâlânın sevdigi bir kulunu vâsıta yapmakdadır. Yâ Rabbî! Kendisine bol bol
ihsânda bulundugun bu sevgili kulunun hâtırı ve hürmeti için bana da ver demekdedir.
Yâhud, Allahü teâlânın çok sevdigine inandıgı bir kuluna seslenerek, (Ey Allahın
Velîsi, bana sefâ’at et! Benim için düâ et! Allahü teâlânın dilegimi ihsân etmesi
için vâsıta ol!) demekdedir. Dilegi veren ve kendisinden istenilen, yalnız Allahü
teâlâdır. Velî, yalnız vesîledir, sebebdir. O da fânîdir. Yok olacakdır. Hiçbirsey yapamaz.
Tesarrufa, gücü, kuvveti yokdur. Böyle söylemek, böyle inanmak sirk olsaydı,
Allahdan baskasına güvenmek olsaydı, diriden de düâ istemek, birsey istemek yasak
olurdu. Diriden düâ istemek, birsey istemek, dînimizde yasak edilmemisdir.
Hattâ müstehab oldugu bildirilmisdir. Her zemân yapılmısdır. Buna inanmıyanlar,
öldükden sonra kerâmet kalmaz diyorlarsa, bu sözlerini isbât etmeleri lâzımdır.
Evet, Evliyânın bir kısmı öldükden sonra, âlem-i kudse yükseltilir. Huzûr-i ilâhîde
herseyi unuturlar. Dünyâdan ve dünyâda olanlardan haberleri olmaz. Düâları duymazlar.
Birseye vâsıta, sebeb olmazlar. Dünyâda olan, diri olan Evliyâ arasında da
böyle meczûblar bulunur. Bir kimse, kerâmete hiç inanmıyor ise, hiç ehemmiyyeti
yokdur. Sözlerini isbât edemez. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i serîfler ve asrlarca görülen,
bilinen olaylar, onu haksız çıkarmakdadır. Bir câhil, bir ahmak, dilegini Allahü teâlânın
kudretinden beklemeyip, Velî yaratır, yapar derse, bu düsünce ile ondan isterse,
bunu elbet yasak etmeli, cezâ da yapmalıdır. Bunu ileri sürerek, islâm âlimlerine,
âriflere dil uzatılamaz. Çünki Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, kabr
ziyâret ederken, mevtâya selâm verirdi. Mevtâdan birsey istemegi yasak etmedi. Ziyâret
edenin ve ziyâret olunanın hâllerine göre, kimine düâ edilir, kiminden yardım
– 456 –
istenir. Peygamberlerin “salevâtullahi teâlâ aleyhim ecma’în” kabrde diri olduklarını
her müslimân biliyor. Buna karsı kimse birsey diyemiyor. Fekat, Evliyânın
kabrde yardım yapacaklarına, onlardan yardım istenmesine inanmıyanları isitiyoruz).
Abdülhak-ı Dehlevî, (Cezb-ül-kulûb) kitâbında buyuruyor ki: (Ibni Ebî Seybe
haber verdi: Hazret-i Ömer zemânında Medînede kaht oldu. Bir kimse, Kabr-i Nebevîye
gelip, yâ Resûlallah! Ümmetin için yagmur düâsı yap! Helâk olacagız dedi.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” rü’yâsında görünüp, Ömere git! Yagmur
gelecegini müjdele buyurdu. Ibni Cevzî diyor ki, Medînede kaht oldu. Hazret-
i Âiseye gelip, yalvardılar. Resûlullahın türbesinin tavanını deliniz buyurdu.
Öyle yapdılar. Çok yagmur yagdı. Kabr-i serîf ıslandı). Bu iki haber, Eshâb-ı kirâm
zemânında kabrden yardım istenildigini gösteriyor. Hattâ, müctehid olan
hazret-i Âise “radıyallahü anhâ” kabrden yardım istenilmesini emr buyurmusdur.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” de, kabrinden yardım istiyene yagmur yagacagını
müjdelemisdir. Bunun için, Resûlullahın kabrinden yardım istemege
inanmamak, Eshâb-ı kirâmın icmâ’ını inkâr etmek olur. (Hısn-ül-hasîn)de bildirildigi
gibi, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”, (Hayvanı kaçan kimse: Ey Allahın
kulları! Bana yardım ediniz! Allahü teâlâ da, size merhamet eylesin desin!)
buyurdu. Bir hadîs-i serîfde, (Korkulu olan yerde, üç kerre: Ey Allahın kulları!
Bana yardım ediniz demeli) buyuruldu. Bu düâ çok tecribe edilmisdir. Bir hadîs-
i serîfde, (Birseyden zarâr gören, abdest alıp iki rek’at nemâz kılsın! Sonra; Yâ
Rabbî! Senden istiyorum. Senin âlemlere rahmet olan Peygamberin Muhammed
aleyhisselâmı vesîle kılarak sana yalvarıyorum. Yâ Muhammed! Dilegimi kabûl etmesi
için Rabbime seni vesîle ediyorum. Yâ Rabbî! Onu bana sefâ’atcı et desin)
buyuruldu. Her müslimân nemâz kılarken, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü!)
diyerek Resûlullaha seslenmekdedir. Inanmıyanlara cevâb olarak yalnız bu yetisir.
Hem de, (Râbıta) yapmanın câiz oldugunu isbât etmekdedir. Evliyâya “kaddesallahü
teâlâ esrârehümül’azîz” râbıta yapmak, iyi göremiyen yaslı kimsenin gözlük
kullanmasına benzer. (Vesîle arayınız!) âyet-i kerîmesi, Allahü teâlâdan feyz
alabilmek için büyük âlim aramak lâzım oldugunu göstermekdedir.
(Tavâli’ul-envâr) kitâbında diyor ki, (Resûlullahı “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
ziyâret ederken, dünyâ düsüncelerini kalbinden çıkarmalı. Yalnız Resûlullahdan
yardım beklemeli. Dünyâ düsünceleri yardım gelmesine mâni’ olur. Kabrde
diri oldugunu, ziyâret edenleri tanıdıgını, dilenilenleri vermege Allahü teâlâdan
izn verilmis oldugunu, Allahü teâlâya ancak Onun vâsıtası ile kavusulacagını
düsünmelidir).
Imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, (Müsned) kitâbında, Abdüllah ibni Ömerden haber
veriyor ki, (Kabr-i se’âdeti ziyâret eden, kıble tarafından yaklasır. Kıbleye arkasını
döner. Yüzünü kabre döner. Sonra, (Esselâmü aleyke eyyühen-Nebiyyü ve rahmetullahi
ve berekâtüh) der). Ayakda ziyâret etmenin, oturarak ziyâretden efdal
oldugunu, Ibni Hacer-i Mekkî bildiriyor. Hanefî fıkh âlimlerinden, Rüknüddîn Ebû
Bekr Muhammed Kirmânî buyuruyor ki, (Ziyâret ederken, nemâzda oldugu gibi,
sag el sol elin üstüne konur). Sebekeden dört zrâ’ [iki metre] kadar uzakda durmak
müstehabdır. (Tahkîk-ul-hakkıl mübîn) kitâbından terceme temâm oldu.
Semsüddîn Muhammed Kirmânî baska olup, 786 [m. 1384] de vefât etmisdir.
28 — (Feth-ul-mecîd) kitâbının, 66, 107 ve 386. cı sahîfelerinde, her zemân ictihâd
yapılmalıdır diyor. 387 ve 390. cı sahîfelerinde, mezheb taklîd edenlerin, mezheblerinin
delîllerini bilmeleri lâzımdır. Bilmezlerse, müsrik olurlar diyor. 432. ci
sahîfesinde, câhiller ictihâd yapamaz diyerek, kendi kendini yalanlıyor. 78, 167, 183,
503 ve 504. cü sahîfelerinde, meyyitden sefâ’at istiyen müsrik olur diyor. Ölüden
kerâmet olarak fâide beklemek sirkdir diyor. 115, 140, 173, 179 ve 220. ci sahîfelerinde,
müslimânlar Evliyâya tapınıyorlar diyor. 133, 134, 136, 139, 140, 484 ve 485.
ci sahîfelerinde, kabrden bereket, fâide beklemek sirkdir diyor. 143, 146, 191 ve
– 457 –
503. cü sahîfelerde, meyyitden düâ istemek sirkdir diyor. 169, 179, 416 ve 503. cü
sahîfelerde meyyitde his yokdur, birsey duymaz diyor. 222, 223, 234, 247, 274 ve
486. cı sahîfelerde, Evliyâ kabrini ziyâret edip, fâidelenmek sirk olur diyor. 181 ve
211. ci sahîfelerinde, sefâ’at istemek, Allaha serîk yapmakdır diyor. 258, 259 ve 260.
cı sahîfelerde, selâm vermek için Resûlullahın (Hucre-i se’âdet)i yanına gelmek
yasakdır diyor. 486. cı sahîfede, Eshâb “radıyallahü teâlâ aleyhim ecma’în”, Resûlullahın
kabrine arka çevirip düâ ederdi diyor.
Bu iftirâlara, Ehl-i sünnet âlimleri, onlardan yüzlerce sene önce cevâblar vermislerdir.
Bu cevâblar arasında, Kâdî Iyâd hazretlerinin (Sifâ)sı, hadîs âlimi Abdül’azîm-
i Münzirînin (Ettergîb vet-terhîb)i, Veliyyüddîn-i Tebrîzînin (Miskat-ül-
Mesâbîh)i, imâm-ı Kastalânînin (Mevâhib-ül-ledünniyye)si, imâm-ı Süyûtînin (Câmi’us-
sagîr)i, Abdül-Vehhâb-i Sa’rânînin (Elyevâkît-vel-cevâhir)i, imâm-ı Semhûdînin
(Hulâsât-ül-vefâ)sı, Abdülganî Nablüsînin (Cem’ul-esrâr)ı, seyyid Ahmed
Dahlânın (Takrîb-ül-üsûl)i, Fahrüddîn-i Râzînin (Metâlib)i, Ibni Hacer-i Mekkînin
(Tuhfet-üz-züvvâr)ı, Ibni Hacer-i Askalânînin (Feth-ul-bârî)si, Sihâbüddîn Haffâcînin
(Serh-ı sifâ)sı, Allâme Halîl Mâlikînin (Mensek)i, Muhammed Zerkânî Mâlikînin
(Serh-ul-mevâhib)i, imâm-ı Münâvînin (Serh-i semâil)i, Mustafâ Sattî Hanbelînin
(Nükûl-üs-ser’ıyye firreddi alelvehhâbiyye)si, Abdüllah Yâfi’înin (Nesr-ul-mehâsin)
i, seyyid Mürtedâ Hanefînin (Serh-ul-ihyâ)sı, Yûsüf Nebhânînin (Se’âdet-i dâreyn)
i, imâm-ı Kastalânînin (Mesâlik-ül-hunefâ)sı, imâm-ı Ahmedin (Kitâb-üzzühd)
ü, Ebû Muhammed Halîlin (Hilye-tül-Evliyâ)sı, Ibni Cevzînin (Safvet-üs-safve)
si, Lâlkâinin (Kerâmet-ül Evliyâ)sı, Ibni Hacer-i Mekkînin (Fetâvâ-i hadîsiyye)
si, yine onun (El-cevher-ülmünzam)ı, allâme Ebû Abdüllah Mâlikînin ve Kilâ’înin
(Misbâh-uz-zulâm) kitâbları, Nûreddîn Alî Sâfi’înin (Bugyet-ül-ahkâm)ı,
Yûsüf Nebhânînin (Huccet-ullahi alel-âlemîn)i, Tâhir Sünbül efendinin (El-intisâr
lil-Evliyâ-il-ebrâr)ı, Nûreddîn Alî Semhûdînin (Cevâhir-ül-akdeyn)i, Hasen Advî Mısrînin
(Nefehât-i Sâziliyye)si, Abdülvehhâb-i Sa’rânînin (Ecvibet-ül-merdıyye)si, yine
onun (Bahr-ül-mevrûd)u, Mustafâ Bekrînin (Ber’ül-eskâm)ı, yine onun (Lem’uberk-
ıl-makâmât)ı, Abdülganî Nablüsînin (Kesf-ün-nûr)u, Ahmed Zerrûk Mâlikînin
(Serh-i Hızb-il bahr)i, allâme seyyid Alevînin (Cilâ-üz-zulâm firreddi alen Necdillezîedallel-
avâm)ı ve Fadl-ı Resûl Bedâyînin (Seyf-ül-Cebbâr)ı ve Eyyûb Sabri pâsanın
1296 [m. 1878] Istanbul baskılı türkçe (Târîh-i Vehhâbiyyân) kitâbı ilm adamları
arasında söhret bulmuslardır .
Bir mezâr ziyâret edilince, kabrdekinin rûhu, gelenin rûhuna, ayna gibi aks eder.
Gelenin rûhu, dahâ üstün ise, kalbi sıkılır, râhatsız olur, zarar eder. Bunun için,
islâmiyyetin baslangıcında, kabr ziyâreti yasak edilmisdi. Sonradan, müslimânlar
da ölünce, bunları ziyârete müsâ’ade olundu. (Kabrimi ziyâret eden, beni diri iken
ziyâret etmis gibi olur) hadîsi, Hucre-i se’âdeti ziyâret ederek fâidelenmegi emr
buyurmakdadır. Onu diri iken ziyâret eden, çok fâidelenerek ayrılırdı. Mubârek
kabrini ziyâret edenlerin de, böyle ayrılacaklarını, bu hadîs-i serîf bildiriyor.
Islâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülkâdir-i Geylânî, Muhyiddîn-i Arabî, Takıyyüddîn-
i Alî Sübkî, Ahmed ibni Hacer-i Mekkî ve Abdülganî Nablüsî “rahimehümullah”,
Evliyânın kabrlerini ziyâret edip, onlara tevessül ederek, Allahü teâlâdan
afv ve merhamet istemek câiz oldugunu vesîkalarla isbât etmislerdir. Yûsüf Nebhânî
hazretleri (Sevâhid-ül-hak) kitâbında, o yüksek âlimlerin “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” kitâblarından uzun yazılar ve vesîkalar alarak Hindistândaki vehhâbîleri
rezîl etmekdedir. Bu arabî kitâbdan elli sahîfesi, (Ulemâ-ül-müslimîn)
kitâbında 1393 [m. 1972] de basdırılmısdır. Bir kısmının türkceye tercemesi de (Fâideli
Bilgiler) kitâbının (Dogru Söze Inan, Bölücüye Aldanma) kısmına eklenmisdir.
Okuyan akllı gençler, kimlerin dalâlet yolunda olduklarını anlarlar.
(Resehât) kitâbında Alâüddîn-i Attâr “kuddise sirruh” hazretleri buyuruyor ki,
(Evliyânın “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” mezârlarını ziyâret eden, kabr-
– 458 –
deki zâtın büyüklügünü ne kadar anlamıs ise ve o Velîye ne düsünce ile teveccüh
etmis, ya’nî kalbini Ona baglamıs ise, Ondan o kadar feyz alabilir. Kabr ziyâretinin
fâidesi çok olmakla berâber, Evliyânın rûhlarına teveccüh edebilen kimse
için, uzaklık zarâr vermez. Behâüddîn-i Buhârî, Hak teâlâya [teveccüh edebilenlerin
dogruca Ona] teveccüh etmelerini emr buyururdu. Evliyânın kabrlerini ziyâret,
Hak teâlâya teveccüh için olmalıdır. O Velînin rûhunu, Hakka tam teveccüh
edebilmek için vesîle yapmalıdır. Insanlara tevâdu’ ederken, Hakka teveccüh
etmek lâzımdır. Çünki, insanlara tevâzu’, Allah için olursa, makbûl olur).
Dogrudan dogruya Allahü teâlâya teveccüh ederek, her ân nâzil olan feyz-i ilâhîden
nasîb alabilmek için, kalbin gafletden uyanık, dünyâ düsüncelerinden ârî olması
lâzımdır. Böyle olmıyan ve küfr, bid’at ve günâh zulmetleri ile kararmıs
olan kalbler, Allahü teâlâya teveccüh edemez. Feyz-i ilâhîye kavusamaz. Bunların,
(Lâyese’unî...) hadîs-i serîfine uyarak, Allahü teâlânın feyzlerine kavusmus olan
kâmil ve mükemmil, ya’nî Resûlullahın vârisi olan hakîkî rehber bularak, yanında
edeble oturmaları, onun kalbine gelen ilâhî feyzlerden almaga çalısmaları lâzımdır.
Hakîkî rehber bulunmadıgı zemânda, kendinden haberi olmıyan ve îmân
ve küfrü birbirinden ayıramıyan tarîkatcılara, taklîdci seyhlere aldanmamalıdır.
Abdüllah-ı Dehlevî hazretleri sekizinci mektûbunda, (Bu fakîrin rûhâniyyetine
teveccüh ediniz! Yâhud, mirzâ Mazher-i Cân-ı Cânânın mezârına gidip, onun
rûhâniyyetine teveccüh ediniz! Ona teveccüh edince, Allahü teâlânın feyzlerine
kavusulur. O, zemânımızdaki binlerce diriden dahâ fâidelidir) buyurmakdadır. (Makâmât-
i Mazheriyye) 58. sahîfesinde buyuruyor ki, (Evliyâ mezârlarını ziyâret ederek,
feyz vermeleri için yalvar! Fâtiha ve Salevât okuyup, sevâblarını mubârek rûhlarına
göndererek, onları Allahü teâlânın rızâsına kavusmak için vesîle yap ki, zâhir
ve bâtın se’âdetlerine bu vesîle ile kavusulur. Fekat, kalbi tasfiye etmeden, Evliyâ
kalblerinden feyz almak güçdür. Bunun için, hâce Behâüddîn “kaddesallahü
teâlâ sirrehül’azîz” evvelâ, Evliyânın kalblerinden feyz almagı nasîb etmesini Allahü
teâlâdan istemek, dahâ iyidir, demisdir).
Vehhâbîler ve bunların aldatdıkları ba’zı din adamları, mevlid okumaga günâh
diyor. Böyle inanmaları ve söylemeleri ile, kendileri büyük günâha giriyorlar.
Ahmed Sa’îd-i Fârûkî hazretleri, bunlara vesîkalarla cevâb olarak bir kitâb yazdıgı
gibi, (Mektûbât-i Ahmediyye)sinin otuzyedinci mektûbunda ve Yûsüf-i Nebhânî
“kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”, (Huccet-ullahi alel’âlemîn fî mu’cizât’i Seyyid-
il-Mürselîn) kitâbının ikiyüzotuzüçüncü sahîfesinden baslıyarak ve (El-besâir
li-münkirit-tevessül-i bi’ehl-il-mekâbir) kitâbının sonunda ve (En-ni’met-ül
kübrâ alel-âlem fî-mevlid-i seyyid-i veled-i Âdem) kitâbında mevlid okumanın mesrû
ve çok sevâb oldugunu isbât etmekdedirler. Bu üç kitâb ve asagıdaki dört kitâb,
Istanbulda basdırılmısdır. Mevlid okutmaga mâni’ olmamalı, tegannî ile okumaga
ve kadınların erkeklere görünerek dinlemelerine mâni’ olmalıdır.
29 — Sâm âlimlerinden Ebû Hâmid bin Merzûkun “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”
(Ette’akkub-ül-müfîd) kitâbında ve iki cild (El-berâet-ül-es’ariyyîn) kitâbından
özetlenen (Et-Tevessülü bin Nebî ve bis-Sâlihîn) kitâbında Ibni Teymiyyeye
ve Ibni Kayyıma ve Abdülvehhâb ogluna cevâb verilmekdedir.
30 — Bagdâd âlimlerinden Cemîl Sıdkî efendinin (El-fecr-üs-sâdık fir-redd-i alelmünkiri-
t-tevessül-i vel-havârik) kitâbı vehhâbîleri rezîl etmekdedir.
31 — Tayland âlimlerinden Mustafâ bin Ibrâhîm Siyâmî hazretlerinin (Nûrulyakîn)
kitâbı, 1345 de basılmıs, 1396 [m. 1976] da Istanbulda ofset yolu ile tekrâr
basdırılmısdır. Taylanddaki vehhâbîlere vesîkalarla cevâb vermekdedir.
32 — Hindistân âlimlerinden Muhammed Abdürrahmân Silhetî (Seyf-ül ebrâril-
meslûl...) kitâbında Hindistândaki vehhâbîlerin sapık olduklarını bildiriyor.
33 — Hindistân âlimlerinden müftî Mahmûd Sâhib (Reddi vehhâbî-yi Hindî) kitâbında
vehhâbîlere cevâb vermekde, Ehl-i sünnet yolunu bildirmekdedir.
– 459 –
34 — Hindistânın Kerala eyâletinde Calicut sehrinde (Fârûk Collège) profesörlerinden
mevlânâ Muhammed Kutty “rahmetullahi teâlâ aleyh” Maleyalam dilindeki
üç cild, (Kitâb-üs-sünnî) kitâbında vehhâbîlere cevâb vermisdir.
35 — Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Mîzânüs-
serî’a Burhân-üt-tarîka) kitâbında, ba’zı kimselerin tesavvuf âlimlerine yapdıkları
hücûmları yazmakda, çok kıymetli cevâblar vermekdedir. Kitâb türkçe ve yazmadır.
Istanbulda Gümüshâneli Ziyâüddîn efendiden, sonra Sivâsda Hâcı Ahmed
efendiden feyz almısdır. Ahmed efendi, küçük Âsık efendinin, bu da Hâlid-i
Bagdâdînin halîfesidir. 1334 [m. 1916] de, Mer’asda vefât etmisdir. Halîfeleri,
bilhâssa ogulları Bahrî ve Abdürrahmân ve dâmâdı Vehbî ve bu kitâbın kâtibi Berberzâde
Muhammed Nef’î efendiler, milleti irsâda devâm etmislerdir.
36 — Afrikadaki Mali hükûmetinin Koutiala sehrindeki (Medreset-ül-irfân) kolejinin
müdîri Mâlik Beh, (El-hakâik-ul-islâmiyye) kitâbında,vehhâbîlerin, çok zarârlı
bölücülük yapdıklarını bildirmekde, bunlara nasîhat vermekdedir.
37 — Suriyede Hamâda Sultân Câmi’i hatîb ve müderrisi allâme Muhammed Hâmid,
(Lüzûm-ü ittibâ’ı mezâhib-il-eimme) kitâbında, hanefî mezhebini uzun anlatmakda
ve dört mezhebden birine tâbi’ olmanın vâcib oldugunu isbât etmekdedir.
Kitâb 1388 [m. 1967] de yazılmıs, m. 1984 de, Istanbulda (Miftâh-ul-felâh) kitâbının
sonunda ofset baskısı yapılmısdır.
38 — Ahmed Hamevî hanefînin (Nefehât-ül-kurb vel-ittisâl bi-isbât-it-tesarrufi
li-Evliyâ-illâhi teâlâ vel-kerâmeti ba’del-intikal) kitâbı meshûrdur.
39 — Afrikada Gana devleti âlimlerinden Medrese-i vataniyye müdîri Ahmed
Bâbe, (Seyf-ül-Hak) kitâbında, vehhâbîlere, vesîkalarla cevâb vermekdedir.
40 — Ingilizler, islâmiyyeti imhâ etmek, içerden yıkmak için, misyoner teskilâtı kurdular.
Bu misyonerler, kitâblar yazarak, islâmiyyete ve islâm âlimlerine âdî, alçak yazılarla
saldırdılar. Kitâblarının üzerine, satın aldıkları din adamlarının ismlerini koyarak,
islâm memleketlerine, parasız yaydılar. Ehl-i sünnet âlimleri, bu alçak iftirâlara
cevâblar yazarak, ingiliz siyâsetini hezîmete ugratdılar. Bu cevâblardan, (Misbâh-
ul-enâm ve cilâ-ül-zulâm) kitâbını Habîb Alevî bin Alevî Haddâd yazmısdır. 1216
[m. 1800] da yazılmıs, 1325 [m. 1906] de Istanbulda basılmısdır. Kenârında Ahmed
bin Zeynî Dahlânın (Cevâzüt-tevessül) kitâbı vardır. 1416 [m. 1995] de, Hakîkat kitâbevi
tarafından ikinci baskısı yapılarak, bütün dünyâya gönderilmekdedir.
[1381 [m. 1960] de Istanbuldan hacca giden bir müslimân, Hucre-i se’âdet önünde
(Yâ Resûlallah, günâhım çok. Bana sefâ’at eyle!) diye düâ ederken, Afrikalı bir
vehhâbî gelip, (O ölüdür, birsey duymaz) gibi seyler söyler, yakasından çeker. Bu
sünnî müslimân da, Bekara sûresinde, (Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz!
Onlar diridir. Fekat, siz bunu anlamıyorsunuz) meâlindeki, yüzellidördüncü
âyet-i kerîmeyi okur. Insanların en üstününe sen nasıl ölüdür diyorsun der.]
Ilk olarak 1205 [m. 1791] de, Vehhâbîler ile Mekkeliler arasında ihtilâf oldu.
Bu senelerde, Osmânlı devleti, hâricî düsmanlarla muhârebede idi. Dâhilde de
karısıklık vardı. [Söyle ki, Fransa ile senelerden beri dost iken, Napolyon Bonapart,
1213 [m. 1799] de Mısra ellibin askerle saldırdı. Denizden ve karadan muhârebelerle
[1216] da, Mısr düsmandan temizlendi. [1221] de, Rusya, hudûdumuza
saldırıp, harb i’lân edildi. Ingiliz donanması Çanakkaleden girip, Yedikuleye kadar
geldi. Basda pâdisâh üçüncü Selîm hân olmak üzere, bütün me’mûr, asker ve
halk, büyük gayretle üç günde, sâhillere binden fazla top yerlesdirip, donanmayı,
harb olmadan, kaçırdı. Rusya sulh istedi ise de, [1224] de tekrâr hücûm ederek Tunayı
geçdi. Uzun muhârebelerden sonra, [1227] de Bükres Muahedesi yapıldı. Dâhilde
ise, yeryer dinsizler türeyip, halka zulm ediyor ve devleti dinlemiyorlardı. O
zemân, halîfe olan üçüncü Selîm hân, bir yandan ta’lîmli asker yetisdiriyor, bir yandan
da, top fabrikası yapdırıp çalısdırıyordu. Ta’lîmli yeni askeri gören yeniçeri-
– 460 –
lerden, Karadeniz bugazı tabyalarında bulunanlar, Kabakcı Mustafâ kumandasında
ısyân etdi. Pâdisâh, müslimân kanı dökülmesini istemedi. Bütün ilerlemeler durdu.
Selîm hânı sehîd etdiler. Ikinci Mahmûd hân-ı Adlî, evvelâ dinsizleri terbiye
ve itâ’ate getirdi. [1227] de Rusya ile sulh yapdı.]
[1226] da Mısr vâlîsine fermân buyurularak, Mehmed Alî pâsa, müslimânlar arasındaki
bölücülügü önlemek için, oglu Tosun pâsayı Hicâza gönderdi ise de, sulh
ve sükûnu temîn edemedi. Madde basından buraya kadar yazılanların çogunu (Hülâsat-
ül-Kelâm) ve (Mir’ât-ül-Haremeyn) kitâblarından aldım. Kendimin bir fikri
katılmamısdır. Bu yazıların vesîkalarını arzû eden, mezkûr iki kitâbı ve (Kıyâmet
ve Âhıret) kitâbının (Müslimâna nasîhat) kısmını mütâle’a buyursun!
Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere, Osmânlılar tarafından adâlet
ve hurmet ile idâre edilip, milyonlar sarf edilerek, mukaddes makâmlar ta’mîr ve
tezyîn edildi. Haremeynin mubârek ehâlîsi, râhat ve refâh içinde yasadı. Bu
se’âdet zemânı, birinci cihân harbine kadar devâm etdi. Birinci cihân harbi [1332
(m. 1914)-1336 (m. 1918)] sonunda, islâm ittihâdını parçalamak arzûsuna kavusan
düsmanlar, Mekke emîri olan serîf Hüseyn bin Alîyi ve ileri gelenleri, Hicâzdan
çıkardılar. Bütün dünyâya da, kaçdı diye bildirdiler. Necdde yasıyan Abdül’azîz
bin Sü’ûd, 1344 [m. 1926] senesinde Mekkeye gelerek yeni bir hükûmet kurdu.
Osmânlılar devrinde, vehhâbîlik ingiliz câsûsları ve paraları vâsıtası ile, Hindistâna
ve Afrikaya yayıldı. Bagdâdda, sî’îlik yerlesdigi gibi, Mısr din adamları da vehhâbîlige
kaymaga basladı. Çok okumus, çok kitâblar yazmıs olan Mısrlı Muhammed
Abdüh, masonların, islâmiyyeti yok etmek için girisdikleri savasda, en te’sîrli
silâhları olan (Islâm memleketlerine asrîlik, modern ismi altında, dinsizlik sokmak)
propagandalarına aldanarak, Ehl-i sünnet vel-cemâ’ati temâmen bırakdı.
Âyet-i kerîmelere ve hadîs-i serîflere kendi aklı ile, garblılasmaga uyacak ma’nâlar
vererek, Selef-i sâlihînin yolundan ayrıldı. Kitâblarının bir kısmı, o yolda
olanlar tarafından türkçeye çevrilmis, büyük islâm âlimi(!) Abdühün eserleri diye,
gençligin önüne sürülmüsdür. Abdühün ve Cemâleddîn-i Efgânînin mason oldukları,
kitâbımızın sonundaki, Abdüh kelimesinde yazılıdır. Muhammed Arabînin
Mekkede basılan (Ifâdet-ül-ahyâr) kitâbında ve seyh-ul-islâm Mustafâ Sabri
efendinin (Mevkıf-ül-akl vel-ilm vel-âlem) kitâbında ve Câmi’ul-ezher medresesi
yüksek ilm kurulu üyesi Yûsüf-i Decvînin [1966] da Mısrda çıkan (Câmi’ul-ezher
Mecellesi)ndeki yazılarında, bunların islâmiyyete uymıyan fikrleri, kuvvetli delîllerle
red edilmekdedir. Vaktiyle ibni Teymiyye de, ilminin çokluguna aldanarak,
dalâlete düsmüsdü. Fekat bu kadar taskınlık yapmamısdı.
Hakîkî din adamının, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve mezheb imâmlarımızın verdikleri
ma’nâları ve çıkardıkları hükmleri yazması ve onları degisdirmeden söylemesi,
milletin ve gençligin kafasında, Ehl-i sünnet âlimlerinin ismlerini ve büyüklüklerini
yerlesdirmesi lâzımdır. Seyyid Kutb denilen kimse de, eger islâm âlimlerinin tefsîrlerini,
meselâ, tefsîrde ve fıkhda ihtisâs kazanmıs ve tesavvufda (Ma’rifet-ullah)
ile sereflenmis olan, Ehl-i sünnetin gözbebegi Senâullah-i Dehlevî hazretlerinin
(Tefsîr-i Mazherî)sini okumus olsaydı, islâm âlimlerinin yüceligini anlar, haddini bilerek,
derme çatma yazılarını tefsîr diye ortaya koymaga belki sıkılırdı. (Berîka)da,
dil âfetlerinin ellincisinde, (Tefsîr yazanın onbes ilmde mâhir olması lâzımdır) diyor.
Bunları bilmiyenlerin hadîs ve tefsîr okumaga kalkısması, mi’de hastasının, kuvvetlenmek
için, baklava, börek yimesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması,
sonra, kuvvetli yimege baslaması lâzımdır. Iste, bizim gibi, ana ilmleri okumayanlar,
din ögrenmek için, Kur’ân tercemesi, tefsîr, hadîs okumaga kalkısırsak,
bunları kavrayamayız. Yanlıs anlıyarak, dînimizi, îmânımızı da gayb ederiz. Ana yuvasından
almıs oldugu ve senelerce, titizlikle sakladıgı kıymetli îmânını gayb eden
birkaç ilerici kimse ile karsılasdım. Bunların irtidâdına sebeb olan, zihnlerindeki sübhenin
nasıl meydâna geldigini sordum. Elmalı tefsîrini okuyunca, böyle oldugunu an-
– 461 –
ladım dediler. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, (Makâmât)ın yüzüncü sahîfesinde,
bir halîfesinin tefsîr yazmasına mâni’ oldugunu yazmakdadır. Görülüyor ki,
uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercemeleri bir yana bırakalım, meshûr tefsîrler
bile, ehlinden baskasına zararlı oluyor. Kur’ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek
için, seksen din bilgisini iyi ögrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs okumaga
kalkısan, îmânını gayb edebilir. (Berîka) kitâbının binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde,
(Tefsîr kitâblarına tâbi’ olmamız emr olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi’ olmamız
emr olundu) buyurmakdadır. Ikinci kısmda, 46. cı ve üçüncü kısmda, 22. ci
maddelere bakınız! (Birgivî vasıyyetnâmesi) serhinde diyor ki, (Kelâm ve fıkh âlimlerimiz,
tefsîrden, hadîsden anladıklarını, bizim gibi din câhillerine, açık, kolay ögretmek
için, binlerce (Fıkh) ve (Ilm-i hâl) kitâbı yazmıslardır. Islâmiyyeti dogru ögrenmek
için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını okumakdan baska çâre yokdur).
Dört mezhebin inceliklerine vâkıf, derin âlim, veliy-yi-kâmil, seyyid Abdülhakîm
efendi “kuddise sirruh” buyurdu ki, (Hanefî mezhebinde en mükemmel ve en
kıymetli fıkh kitâbı, Ibni Âbidînin (Dürr-ül-muhtâr hâsiyesi)dir. Sâfi’îde (Tuhfetül-
muhtâc) kitâbıdır. En mükemmel, en kıymetli tesavvuf kitâbı, Imâm-ı Rabbânînin
(Mektûbât)ı ve en kıymetli ilmihâl de, Kâdî-zâdenin (Birgivî vasıyyetnâmesi)
serhidir. (Dürr-ül-muhtâr) kitâbı, Semsüddîn Timûrtâsînin (Tenvîr-ül-ebsâr)
kitâbının serhidir.)
Pâkistândaki vehhâbîlerden bir kısmı, müslimânları aldatmak için (Biz Ehl-i sünnetiz.
Hanbelî mezhebindeniz) diyorlar. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarından
islerine gelenleri alıyorlar, islerine gelmiyenleri, inanıslarına uymıyanları
örtbas ediyorlar. Ehl-i sünnet âlimlerinin âyet-i kerîmelere vermis oldukları dogru
ma’nâları degisdiriyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, âyet-i kerîmelere, kendi anlayıslarına,
düsünüslerine göre ma’nâ vermedi. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem”
âyetlerden anlayıp bildirdiklerini, Eshâb-ı kirâmdan ögrendiler. Bu ögrendikleri
ma’nâları kitâblarına yazdılar. Bunlar ise, Resûlullahdan gelen bu ma’nâları
begenmiyorlar. Kendi kafaları ile, âyet-i kerîmelere ma’nâlar veriyorlar. Bu
yazılarını, Ehl-i sünnet bilgisi olarak tanıtıyorlar. Din bilgilerinden, fen ve ahlâk
bilgilerinden ve mantık kurallarından haberleri olmadıgı için, Kur’ân-ı kerîmin ulvî
ve kudsî inceliklerini anlıyamıyorlar. Bunları anlayıp haber veren hadîs-i serîflere,
mevdû’dur, uydurmadır diyorlar. Hadîs-i serîfleri, kendi anladıklarından
üstün tutan Ehl-i sünnet âlimlerini begenmiyor, müslimânları bunlardan uzaklasdırıp,
dinde reform dedikleri, uydurma yola sokmaga ugrasıyorlar. Islâm âlimleri,
vehhâbî imâmların arkasında nemâz kılınmıyacagını bildiren fetvâlar verdiler.
Bu fetvâlardan biri, (Hulâsat-ül-kelâm) kitâbının sonunda mevcûddur.
Muhammed Zihnî efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Ni’met-i islâm) kitâbı, nikâh
kısmı, otuzdokuzuncu sahîfesinde diyor ki: (Nikâh ile alması harâm olan yirmibes
kadından birisi de (Veseniyye), ya’nî puta tapan kadınlardır. Günese ve yıldızlara
ve resmlere, heykellere tapınanlar ve (Mu’attala) ve (Bâtıniyye) ve (Ibâhiyye)
den olanlar ve (Zındık)lar, ya’nî koyu müslimân görünüp, küfre sebeb olan
seyleri îmânın sartı diyenler, hep puta tapanlardandır (Fetâvâ-i Hindiyye). Bâtıniyye
ki, bunlara (Ismâ’îliyye) ve (Ibâhiyye) de denir. Bunlar, son zemânlarda,
(Vehhâbî) ismini almıslardır ve din ismi altında müslimânlara hıyânet, düsmanlık
eden dinsizlerdir). (Vesen), kendisinde (Ülûhiyyet sıfatı) bulunduguna inanılan,
bunun için ta’zîm edilen resm veyâ heykeldir. Bu yazı, vehhâbîler arasına zındıkların
karısmıs oldugunu, bunların ise kâfir olduklarını gösteriyor.
Memleketimizde din bilgisi az olan kimseler, Ibni Teymiyyenin, Mehmed Abdühün,
Mevdûdînin, Seyyid Kutbun, Nobel mükâfâtı almıs olan Abdüsselâmın, Ahmed
Didadın ve Hamîdullahın kitâblarından yapılan tercemeleri okuyarak zehrleniyorlar.
Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i serîfleri anlıyamadıklarını
sanıyorlar. Bu kitâblardaki yaldızlı, nefs-i emmâreyi harekete getiren taskın
yazıların sâhiblerini, Ehl-i sünnet âlimlerinden, hattâ Eshâb-ı kirâmdan “aley-
– 462 –
himürrıdvân” dahâ yüksek görüyorlar. Islâmiyyetde, bu büyük yarayı açan, bilhâssa
Ibni Hazm, Ibni Kayyım-i Cevziyye ve felesof Ibnür-Rüsddür. Her üçü de, Ibni
Teymiyye gibi âlimdir ve yüzlerle kitâbları vardır. Ehl-i sünnet âlimleri, bunlara
degerli cevâblar yazmıs, yanlıslarını ortaya koymuslardır. Fekat ilmi az olanlar
ve Ehl-i sünnet âlimlerinin büyüklügünü anlayamamıs olanlar, onların kitâblarına
aldanmakda, dogru yoldan çıkmakdadır.
Bunlara aldananlar, kendilerini haklı göstermek ve baskalarını da aldatabilmek
için, (Osmânlı âlimleri, siyâsî düsmanlıgı, dinde ayrılıga çevirdiler) diyorlar.
Bu sözleri iki yönden bozukdur: Adı geçen mezhebsizler vehhâbî degildir. Vehhâbîlik
ortaya çıkar çıkmaz, Ehl-i sünnet âlimleri, emr-i ma’rûfa basladı. Bunların yanlıs
yolda oldugunu yazdılar. Dogru yola çagırdılar. Bunların yaldızlı kitâblarına aldanan
câhiller barbarlıga basladı. Islâm sehrlerine saldırdı. Osmânlı devleti, bundan
sonra ise karısdı. Ehl-i sünnet âlimleri, kitâblarını yazarken vehhâbîlik yokdu
ki, âlimler için, dîni siyâsete karısdırdılar denilebilsin. Ehl-i sünnet âlimleri, vehhâbîlik
ortaya çıkmasından yüzlerce sene önce, müslimânlar arasında bir fitne zuhûr
edecegini firâset ile anlamıs gibi, sapık fikrleri yazmıslar ve âyet-i kerîmelerle çürütmüslerdi.
Sayıları pekçok olan bu kıymetli kitâblardan, büyük âlim Celâleddîn-i Süyûtînin
(Tenvîr-ül-halek fî imkân-ı rü’yetin-Nebî cihâren vel-melek) ve (Tenbîh-ulgabî
bitebriet-i Ibni-il-Arabî) kitâbları ile Abdülganî Nablüsînin (Kesf-ün-nûr an
eshâb-il-kubûr) kitâbları meshûrdur. Bu üç arabî kitâb, (El-minha-tül-vehbiyye) kitâbının
ikinci baskısına eklenerek Hakîkat Kitâbevi tarafından nesr edilmisdir.
Bunları okuyanlar, sapıkların, islâmiyyeti yıkmak yolunda olduklarını iyi anlarlar.
(Redd-ül-muhtâr), üçüncü cild, ikiyüzdoksanaltıncı ve üçyüzdokuzuncu sahîfelerinde
diyor ki, (Ma’nâları açık ve kat’î olan âyet-i kerîmelere ve hadîs-i serîflere,
te’vîl etse dahî, yanlıs ma’nâ vererek ve ma’nâları açıkca anlasılmıyanları te’vîl etmeden
yanlıs ma’nâ vererek dinden çıkana, ya’nî îmânı bozuk olana (Mülhid) denir.
Mülhid, kendini müslimân sanır. Hiçbir dinde olmayıp da, dinsiz düsüncelerini
müslimânlık imis gibi, fâsid, bozuk delîller ile isbâta kalkısarak, müslimânların
îmânlarını bozmak istiyene (Zındık) denir). Mülhid ve zındık, müslimân görünerek,
islâmiyyeti yıkmaga çalısmakdadır. Vehhâbîler gibi, açıkca anlasılamıyan delîlleri
te’vîl ederek Ehl-i sünnetden ayrılan da, mülhid veyâ bid’at sâhibi olur.
Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” için, devlet düsmanlıgını
din düsmanlıgı sekline sokdular demek, islâm âlimlerini tanımamak, hattâ
müslimânlıgı lekelemek olur. Dîni dünyâya âlet etmek, islâmiyyetin en çok kötüledigi
bir suçdur. Her memleketdeki islâm âlimlerini böyle agır suçlamak, islâmiyyeti
kötülemege, yıkmaga kalkısmak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, hiçbir zemân siyâsete
karısmamıs, hiçbir müslimânı kötülememisdir.
Mülhidlere, zındıklara aldananlardan, Anadoluda hatîb hoca denilen biri, kitâbında,
(Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i serîfler sayılıdır. Insanların önüne çıkan hâdiseler
ise sonsuzdur denilerek, kıyâs ile birçok sey ilâve edilmisdir. Bu yanlısdır. Kıyâs
ve ictihâd yokdur) diyor. Böylece, yüzbinlerle Ehl-i sünnet âlimine iftirâ ediyor.
Çünki, kıyâs ve ictihâd, bu hocanın sandıgı gibi, kitâba, hadîs-i serîflere birsey
eklemek degil, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i serîflerin, derin örtülü ma’nâlarını
meydâna çıkarmakdır. Eshâb-ı kirâmın da kıyâs yapdıkları, onların da ayrı
mezhebleri bulundugu asagıda bildirilmekdedir. (Beydâvî) tefsîrinde kıyâs ve icmâ’ın,
Âl-i Imrân sûresinin 108. ci âyetinde emr edildigi yazılıdır.
Baska bir sahîfede, (Dinde gizli birsey yokdur, hersey söylenmisdir) diyor. Bir
sahîfe sonra da, (Kitâb ile sünnetin bildirmedigi hersey mubâhdır) diyerek herseyin
bildirilmedigini söylüyor. Yazıları birbirini tutmuyor. Diger bir sahîfede, (Kıyâs
ile, din artdırılıyor, siddetlendiriliyor. Birçok mubâhlar harâm ediliyor) diyerek
iftirâ ediyor. Bunun cevâbı, birinci kısm, yirmialtıncı maddede yazılıdır.
Bu din adamı, yine, (Kıyâs yüzünden, islâm dîninde hiçbir mes’elede ittifâk kal-
– 463 –
mamıs, ihtilâflar çogalmıs) diyor. Hâlbuki, zarûrî olarak ve icmâ’ ile bilinen inanılacak
seylerde, i’tikâd mes’elelerinde kıyâs yokdur. Böyle bilgilerde ictihâd
edip yanılan kâfir olur. Zarûrî olarak ve icmâ’ ile bildirilmemis olan îmân bilgilerinde
ictihâd edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid’at sâhibi olur. Sapık müslimân
olur. Yapılacak islerin, Kitâb ve sünnetde açık bildirilenlerinde de kıyâs olmaz. Buralarda
ayrılık yapan, bu hoca gibi Ehl-i sünnetden ayrılanlardır.
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında insanlar üçe ayrıldı: Inanmayıp
Resûlullaha karsı gelenler (Kâfir) oldu. Inanmayıp inanmıs gibi görünenlere (Münâfık)
denildi. Inananlara (Eshâb) denildi. Eshâb-ı kirâmın inanısları hep aynı idi.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde açıkca bildirilmis isleri yapmakda da, birbirlerine
uygun idiler. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde açık bildirilmemis birseye
inanmagı dînimiz emr etmemisdir. Fen bilgilerinin çogu böyledir. Bunlardan akla
uygun olanlara inanılır. Açıkca emr veyâ yasak edilmemis isler ise, böyle degildir.
Böyle isleri yapıp yapmamakda, açıkca bildirilenlere benzetilmelerini, Allahü
teâlâ, derin âlimlere emr etmekdedir. Bu benzetmeyi yapabilecek derin âlimlere
(Müctehid) denir. Bu benzetmek isine, (Ictihâd) denir. Bir müctehidin ictihâd ederek
elde etdigi bilgilerin hepsine, o müctehidin (Mezheb)i denir. Eshâb-ı kirâmın hepsi
derin âlim, birer müctehid idiler. Islâmiyyet bilgilerinde, siyâset, idârecilik ve zemânlarının
fen bilgilerinde ve tesavvuf ma’rifetlerinde birer deryâ idiler. Bu bilgilerinin
hepsini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek cemâlini görmekle
ve kalblere isliyen, rûhları çeken sözlerini isitmekle, az zemânda edindiler. Herbirinin
mezhebi vardı. Mezhebleri az veyâ çok farklı idi. Tâbi’înin ve Tebe’i tâbi’înin
arasında da müctehidler vardı. Bu müctehidlerin ve Eshâb-ı kirâmın mezheblerinden
yalnız dördü kitâblara geçip, dünyânın her yerine yayıldı. Digerlerinin mezhebleri
unutuldu. Bu dört mezhebin îmânları, Eshâb-ı kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm
ecma’în” ortak olan îmânıdır. Bunun için, dördüne de (Ehl-i sünnet) denir. Îmânları
arasında esâsda ayrılık yokdur. Birbirlerini din kardesi bilirler. Birbirlerini severler.
Birbirlerine uymıyan islerini de, zarûret olunca, birbirlerini taklîd ederek yaparlar.
Allahü teâlâ, mezheblerin böyle ayrı olmalarını istemisdir. Bu ayrılıgın,
Allahü teâlâ tarafından müslimânlara rahmet oldugunu, Peygamberimiz haber vermisdir.
Çünki, dört mezheb arasındaki ufak tefek baskalıklar, müslimânların islerini
kolaylasdırmakdadır. Her müslimân, vücûd yapısına, yasadıgı iklim sartlarına
ve is hayâtına göre, kendisine dahâ kolay gelen mezhebi seçer. Ibâdetlerini ve her
isini, bu mezhebin bildirdigine göre yapar. Allahü teâlâ dileseydi, Kur’ân-ı kerîmde
ve hadîs-i serîflerde, hersey açıkca bildirilirdi. Böylece, mezhebler hâsıl olmazdı.
Kıyâmete kadar, dünyânın her yerinde, her müslimânın tek bir nizâm, tek bir emr
altında yasamaları lâzım olurdu. Müslimânların hâlleri, yasamaları güç olurdu.
Eshâb-ı kirâmın hepsi öldükden sonra, yeni müslimân olanlardan bir kısmının
îmânları bozuldu. Eshâb-ı kirâmın dogru îmânından ayrıldılar. (Dalâlet fırkaları)
meydâna geldi. Bu bozuk fırkalara, (Bid’at fırkaları) veyâ (Mezhebsiz) denir. Bunlar,
ma’nâları açıkca anlasılamıyan nassları te’vîl ederek yanıldıkları için kâfir degildirler.
Fekat, islâmiyyete zararları, kâfirlerin zararlarından çok oldu. Birbirleri
ile ve Ehl-i sünnet ile çekisdiler. Harb etdiler. Çok müslimân kanı döküldü. Müslimânların
yükselmelerini, ilerlemelerini baltaladılar. Mezhebsiz bid’at fırkalarını,
Ehl-i sünnetin dört dogru mezhebi ile karısdırmamalıdır. Dört mezheb, birbirlerinin
dogru yolda olduklarını söyler ve birbirlerini severler. Mezhebsiz fırkalar ise, müslimânları
parçalamakdadırlar. Bugün, dört mezhebden baska Ehl-i sünnet yokdur.
Bu dört mezhebin birlesdirilemiyecegini, bir mezheb hâline getirilemiyecegini, islâm
âlimleri sözbirligi ile bildirmislerdir. Allahü teâlâ, mezheblerin birlesdirilmesini
degil, ayrı olmalarını istiyor. Böylece, islâm dînini kolaylasdırıyor. Âl-i Imrân sûresinde,
yüzüncü âyetinde meâlen, (Ey îmân edenler! Allahın dînine sarılınız. Birbirinizden
ayrılmayınız!) buyurulmusdur. Tefsîr sâhibleri, meselâ Ebüssü’ûd efendi
– 464 –
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, burada, (Ehl-i kitâbın yapdıkları gibi, parçalanıp dogru
îmândan ayrılmayın! Câhiliyye zemânında birbirleriniz ile dögüsdügünüz gibi
bölünmeyiniz!) dediler. Dogru îmânda birlesmemiz, fırkalara bölünmememiz
emr olundu. Dogru yolun, (Ehl-i sünnet) âlimlerinin bildirdigi îmân oldugunu, Peygamberimiz
haber verdi. O hâlde, bütün müslimânların, ehl-i sünnet olmaları,
ehl-i sünnet mezhebinde birleserek, kardes olmaları, sevismeleri lâzımdır. Müslimânların
bu birliginden ayrılan, bu âyet-i kerîmeye uymamıs olur. Bu yolda
birlesir, kardesler oldugumuzu bilip sevisirsek, dünyânın en büyük, en kuvvetli milleti
olur, dünyâda râhata, huzûra, âhıretde de sonsuz se’âdete kavusuruz. Düsmanlarımızın
ve câhillerin ve sömürücülerin, kendi alçak çıkarları için söyledikleri yalanlara
aldanıp, bölünmemege çok dikkat etmeliyiz! Bu husûsda fazla bilgi almak
için fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbını okuyunuz.
Bir sahîfesinde, (Eshâbım gökdeki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidâyet
bulursunuz!) sözü hadîs degildir, sakat bir sözdür diyor. Hâlbuki, imâm-ı Münâvî
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, (Künûz-üd-dekâık) kitâbı ve Imdâdın (Tahtâvî)
hâsiyesi, otuzaltıncı sahîfesinde bu hadîs-i serîfi de yazmakda ve imâm-ı Beyhekî
rivâyeti oldugunu bildirmekdedirler. Bunun sahîh oldugunu ve Dârimî, Ibni Adî
ve baskalarının haber verdiklerini (Savâ’ık-ul-muhrika) da bildiriyor. Üç sahîfe sonra
da, bu konuda bilgi verilmisdir. Bu adam, Eshâb-ı kirâmın büyüklügünü anlıyamadıgından,
bu hadîs-i serîfe, uydurmadır diyor.
(Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) sözü de hadîs degildir diyor. Hâlbuki, imâm-ı
Münâvî bu hadîs-i serîfi de yazıyor ve Ibni Nasr ve Deylemî rivâyeti oldugunu bildiriyor.
Ibni Âbidîn önsözde buyuruyor ki: (Ümmetimin ihtilâfı rahmetdir) hadîsi
meshûrdur. Bunu, Beyhekînin rivâyet etdigi (Mekâsıd-ı hasene)de yazılıdır. Ibni
Hâcib de (Muhtasar)da sahîh oldugunu yazmakdadır. Nasr-ul-mukaddesinin
(Hucce) kitâbında ve Beyhekînin (Risâlet-ül-es’ariyye)sinde sahîh hadîs olarak bildirildigini,
imâm-ı Süyûtî yazmakdadır. Halîmî ve kâdî Hüseyn ve Imâm-ül-Haremeyn
de sahîh olarak bildirmislerdir “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”.
(Mevâhib-i ledünniyye) birinci cild, dördüncü kısmda da uzun yazılıdır. Halîfe
Ömer bin Abdül’Azîz, (Eshâb-ı kirâm ihtilâf etmeselerdi, dinde ruhsat, kolaylık
olmazdı) buyurdu. Halîfe Hârûn-ür-Resîd, Imâm-ı Mâlike, (Senin kitâblarını çogaltıp,
her yere gönderecegim ve herkesin bunlara uymasını emr edecegim) deyince:
(Yâ Halîfe! Böyle yapma! Âlimlerin ihtilâfı Allahü teâlânın rahmetidir. Hepsi
hidâyet üzeredir. Her müslimân, diledigi âlime uyar) buyurdu. (Berîka) yüzonuncu
sahîfede, bu hadîsin (Câmi’us-sagîr)de bulundugunu bildirmekdedir. (Hadîka)
birinci cild, ikiyüzkırkdördüncü [244] ve ikinci cild, yüzdördüncü [104] sahîfelerinde,
bu hadîs-i serîfi açıklamakda ve Nasr-ul-mukaddesî ve Halîmî ve
Beyhekî ve Imâm-ül-Haremeynin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” haber verdiklerini
bildirmekdedir. (Mîzân)ın 45. ci sahîfesinde de yazılıdır. Zevallı hoca, îmân
için olan hadîs-i serîfleri, mezhebler için zan etmis.
(Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor ki: (Nevâzil) kitâbında, (Yalnız hadîs-i serîf okuyup,
fıkh ögrenmiyen kimse, dinde müfsiddir) buyuruldu. Ebû Âsım “rahmetullahi
aleyh” de, böyle buyurmusdur. (Tâtârhâniyye) fetvâsında da yazılıdır.
Kitâbın bir yerinde, (Eshâb-ı kirâmın, Kitâb ve sünnete uymıyan sözleri alınmaz,
red olunur) diyor. Eshâb-ı kirâmı, Kitâb ve sünnete uymıyan seyler söyliyecek sanıyor.
O din büyüklerini, kendi gibi zan ediyor. Bilmiyor ki, Eshâb-ı kirâm “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în”, Kitâb ve sünnete uymıyan birsey söylememisdir. Zâten,
Kitâbı ve sünneti, ya’nî Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i serîfleri toplıyan, sonra gelenlere
ulasdıran, Eshâb-ı kirâmdır. Üsûl âlimlerinden, ya’nî en büyük islâm âlimlerinden
ba’zısı buyuruyor ki, (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” Peygamber oldugunu
isbât edecek hiçbir sâhidi bulunmasaydı, yalnız Eshâbını görmek, Peygamber
oldugunu bildirmege yetisirdi. Çünki, Eshâbının herbiri, her ilmde, islâmiyyet bil-
– 465 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:30
gilerinde, siyâsî, aklî ilmlerde [ya’nî, lise ve üniversitelerde okutulan bilgilerde], zâhirî
ve bâtınî ilmlerin hepsinde birer deryâ idi. Hâlbuki, hiçbiri bir kitâb okumamıs,
bir mu’allim görmemisdi. Bütün bu bilgileri, Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem”
ile birkaç def’a berâber bulunmakla sereflenerek edinmislerdi). Onların birbirine
uymıyan sözleri, Kitâb ve sünnetde açıkca bildirilmiyen islerdedir.
Bir sahîfede (Müctehidlerin ve kıyâscıların, sahîh hadîslerin hepsine vukûfsuzluk
yüzünden, yapdıkları ictihâd ve kıyâs...) diyerek büsbütün câhil oldugunu ortaya
koyuyor.Müctehidin ne demek oldugunu bilmedigi, buradan da anlasılıyor.
Bir sahîfede (Müctehidlerin, kitâb ve sünnete muhâlif ictihâdlarına uyulmaz)
diyerek, Kitâb ve sünnete muhâlif ictihâd var sanıyor. Bu yalan sözlerle, kendinin
Ehl-i sünnet âlimlerini begenmedigini, mezhebsiz oldugunu i’lân ediyor. Hindistânda,
vehhâbîlere satılmıs olanlardan, Ebülkâsım Benârisî, dahâ çok para almak
için (Eccerhualâ Ebî Hanîfe) kitâbını yazarak, bu yüce imâma saldırıyor. Ehl-i sünnet
âlimleri, buna cevâblar yazarak rezîl ediyorlar. Bu alçak iftirâ ve hücûmlardan
ba’zısı ve verilen cevâblar, (Üsûlül-erbe’a) yüzonüçüncü sahîfesinde yazılıdır.
Kitâbının bir yerinde, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin ve imâm-ıMâlikin “radıyallahü
anhümâ” sözlerini de yanlıs yazıyor. Bu iki din imâmına iftirâ ediyor. Bunların,
hadîs-i serîflere uymıyan söz söylemiyeceklerini bilmiyor. Derin din âlimi,
yüzlerce Evliyâ yetisdiren, büyük tesavvuf rehberi, Abdüllah-i Dehlevî “kuddise
sirruh” yazmıs oldugu (Makâmât-ıMazheriyye) risâlesinde tesavvuf yolunu anlatdıkdan
sonra, üstâdı olan Mazher-i Cân-ı Cânânın “kuddise sirruh” hayâtından,
kerâmetlerinden ve mektûblarından ba’zılarını bildirmekdedir. Fârisî olup, Istanbulda
da basılmısdır. Onsekiz fasldır. Onsekizinci faslda, yirmialtı mektûb vardır.
Onaltıncı mektûbda, Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh” buyuruyor ki:
Yavrum! Hadîs-i serîflere nasıl uyulur? Bunu bildirmek için, Muhammed Hayât
“rahmetullahi aleyh” bir kitâb yazmısdır. Bu kitâbda diyor ki: Hüseyn bin Yahyâ
Buhârî Zendevistî, (Ravdat-ül-ulemâ) kitâbında buyuruyor ki, Imâm-ı a’zam,
talebesine (Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i serîfini ve Eshâb-ı
kirâmın sözünü görünce, benim ictihâdımı bırakınız, onlara uyunuz!) buyurdu. Bir
kerre de (Sahîh hadîsler benim mezhebimdir) buyurdu. Hadîs ilminde âlim, mütehassıs
olan, nâsih ve mensûh hadîsleri ayırabilen, kuvvetli ve za’îf hadîsleri anlayabilen
bir kimse, sahîh hadîslere uyarsa, Hanefî mezhebinden çıkmaz.Mezheb
reîsinin sözünü yapmıs olur. Hattâ, böyle bir âlim, sahîh hadîslere uymazsa,
Imâm-ı a’zamın sözünü dinlememis olur. Herkes bilir ki, hadîs-i serîflerin hepsini
birlikde bilen, isiten, hiçbir âlim yokdur. Nitekim, Imâm-ı a’zam (Hadîs-i serîfi
görünce, benim sözümü bırakınız!) buyurdu. Hattâ, bu ümmetin en âlimleri olan
ve ömrlerini, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” hizmetinde geçirmis olan
Eshâb-ı kirâmdan “aleyhimürrıdvân” hiçbiri de, bütün hadîs-i serîfleri isitmis
degildi. Hadîs-i serîfe uymak, her mü’mine vâcibdir. Mezheb imâmlarından, belirli
birine uymak vâcib degildir. Her müslimân, [dört mezhebden] diledigi mezhebe
uymakda serbestdir. Ehl-i sünnet âlimlerinin, mezheb imâmlarımızın bildirdigi
hadîs-i serîflere ve bunlardan anladıkları ma’nâlara uymamız lâzımdır. (Fetâvâ-
yı Hindiyye), besinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki, (Fıkh ögrenmeyip, hadîs
ögrenen, dinde iflâs eder [ya’nî dîni gider]. Ilmi, emîn olan, sâlih kimselerden ögrenmelidir).
Bunların kitâblarını okumalıdır.
Bu mezhebsiz din adamı, kitâbının bir sahîfesinde, (Cenâb-ı Hak ve Resûlü, hiç
kimseye, ümmetden birinin mezhebi ile mezheblenmegi ve dinde onu taklîd etmegi
emr etmemisdir) diyerek, Kur’ân-ı kerîme de iftirâ ediyor. Çünki,Mâide sûresi,
otuzbesinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya yaklasmak için, vesîle arayınız!)
buyuruldu. Enbiyâ sûresinde, (Bilmediklerinizi, bilenlerden sorup ögreniniz!)
meâlinde âyet-i kerîme vardır. Dört mezheb imâmları hakkındaki hadîs-i serîfler,
(Fâideli Bilgiler) adındaki kitâbımızda uzun bildirilmisdir. Mezheb imâmlarımız
– 466 –
“rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”, en büyük din âlimleridir. (Âlimler, Peygamberlerin
vârisleridir) hadîs-i serîfi, (Buhârî)de yazılıdır. Peygamberimizin “sallallahü
aleyhi ve sellem” yolu, akl ile, hayâl ile, rü’yâ ile anlasılmaz. Din âlimlerinden
ögrenilir. Din imâmlarından herhangi birine uymak, Peygamberimize uymak
olur. Ehî Çelebî (Hediyye) kitâbında diyor ki, (Ebû Hanîfenin kıyâsı dogru
degildir diyen kâfir olur). Bu kitâbı, (Hakîkat Kitâbevi) basdırmısdır.
Ibni Teymiyye ile Ibni Kayyımı çok öven Âlûsî bile, (Gâliyye) kitâbında bakınız
ne diyor: (Ilm ögrenmek ve ögretmek, ibâdetlerin en üstünlerindendir. Abdüllah
ibni Abbâs; âlimlerin, âlim olmıyan mü’minlerden yediyüz derece dahâ üstün oldugunu
bildirdi. Hadîs-i serîfde, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyuruldu. Peygamberlik
rütbesinin üstünde hiçbir rütbe olmadıgına göre, bu rütbeye vâris olmanın
serefinden dahâ üstün bir seref olamaz. Islâm âlimlerinin çogu, bu yüksek rütbeye
kavusdu. Fıkh ve hadîs âlimleri ve en basda müctehidlerin dört imâmı, bunların
en üstünleridir. Bunlar, ahkâm-ı islâmiyyenin kapalı emrlerini, yasaklarını açıga
çıkardı. Ilmin temelini kurdular. Din bilgilerini, kısmlara, sınıflara ayırdılar. Onların
yüce kıymetlerinden birkaçını bilmekle serefleniyoruz. Bunların en önde
olanı, büyük imâm, Ebû Hanîfe Nu’mân bin Sâbitdir. Onun yüksekligini bildiren
hadîs-i serîfler elimizde mevcûddur. Buhârî ve Müslimde yazılıdır. Kırkbes sene, bes
vakt nemâzı bir abdestle kıldıgını, Abdüllah ibni Mubârek “rahmetullahi teâlâ
aleyh” bildirmekdedir. Hasen bin Ammâre, yüce Imâmı gasl ederken: (Otuz sene
hep oruc tutdun. Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!) demisdir. Ilmi ile tam amel eden,
onun gibi bir âlim görülmedi. Ondan dahâ üstün âlim bulunmadı. Allahü teâlâ, bizleri,
bu yüce âlimlere uymakla sereflendirsin! Resûlullahın sözlerini bizlere ulasdıran,
bu müctehidlerdir. Bugün de, Onların dört mezhebinden birine muhtâc olmıyan,
onlardan birine uymakdan kurtulabilecek kimse yokdur. Ibni Mâcenin bildirdigi
hadîs-i serîfde, (Ümmetim yetmisüç fırkaya ayrılacak, bunlardan yalnız biri
Cennete gidecekdir. Bunlar, benim ve Eshâbımın yolunda olanlardır) buyuruldu.
Bu ayrılık, üsûlde, îmânda olan ayrılıkdır. Dört mezhebin ayrılıgı degildir.
Çünki, hadîs-i serîfde, (Ümmetimin ayrılması rahmetdir) buyuruldu. Bir hadîs-i serîfde
de, (Kitâbullahda ve benim sünnetimde bulamadıklarınızı, Eshâbımın sözlerinden
alınız! Eshâbım, gökdeki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, hidâyete kavusursunuz.
Eshâbımın birbirlerinden ayrılıkları rahmetdir) buyuruldu).
Sâh Veliyyullah-i Dehlevînin (El-insâf) ve (Ikd-ül-ceyyid) kitâbları, 1327 [m. 1908]
senesinde, Mısrda ve sonra (Hakîkat Kitâbevi) tarafından Istanbulda basdırılmısdır.
Istanbulda Süleymâniyye kütübhânesinde, Izmirli kısmında mevcûddurlar. Birincisinde
diyor ki, (Eshâb-ı kirâm zemânında da mezhebler vardı. Herbirinin mezhebi
baska idi. Tâbi’în, Eshâb-ı kirâmın mezheblerini aldılar. Hârûn-ür-Resîd, imâm-ı Mâlike
dedi ki, (Senin (Muvattâ) kitâbını Kâ’beye asacagım. Bütün müslimânların bu
kitâba uymalarını emr edecegim. Her yerde tek bir mezheb olsun). Imâm-ı Mâlik de,
(Böyle yapma! Eshâb-ı kirâm, fıkh bilgilerinde mezheblere ayrıldılar) dedi. Bunu,
imâm-ı Süyûtî haber vermekdedir). Ikinci kitâbında diyor ki, (Dört mezhebden birine
uymakda büyük fâideler vardır. Bunlardan ayrılmanın zararları çokdur. Bunu
çesidli yollarla isbât ederim. Bugün dört mezhebden baska dogru mezheb yokdur. Imâmiyye
ve Zeydiyye fırkaları bid’at üzeredirler. Dört mezhebden ayrılmak, Sivâd-i
a’zamdan ayrılmakdır. Ibni Hazmın, taklîd harâmdır, Resûlullahdan baskasına uymak
halâl degildir sözü, müctehidlerin birbirlerine uymamaları içindir. Hadîs-i serîfleri
ayıramıyanların, bunları mezheb imâmlarından sorup, onlara uymaları lâzımdır.
Resûlullahın zemânından beri, bilmiyenler, hep bilenlere sormuslardır).
Baska bir sahîfede, büsbütün sapıtarak (Mezheb imâmlarına uymak, onu Peygamber
menziline çıkarmak olur. Bu ise küfrdür) diyor. Bütün mü’minleri ve hocalarına
uyanları kâfir yapıyor. (Mezhebler, ikinci asr sonlarında meydâna çıkdı. Eshâb
ve Tâbi’în hangi mezhebde idiler?) diyor. Fârisî (Redd-i vehhâbî) kitâbında ve
– 467 –
arabî (Hadîka) kitâbı altıyüzdoksanaltıncı sahîfesinde diyor ki, (Dört mezhebden
baskasına uymak câiz degildir. Bu sözümüz, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’înin mezheblerini
küçümsemek degildir. Çünki, Eshâb-ı kirâmın ve baskalarının mezheblerini
tam olarak bilmiyoruz. O mezhebleri de bilseydik, onlara uymamız da câiz olurdu.
Çünki, hepsinin mezhebleri dogru idi. Dört mezheb, tam bilindigi ve kitâbları
her yere yayılmıs oldugu için, her müslimânın yalnız bunlardan birine uyması lâzımdır.
Dört mezhebin kolaylıklarını arasdırıp, bunları bir araya toplayarak, yeni
bir kolaylıklar mezhebi uydurmaga (Telfîk-ı mezâhib) denir. Câiz degildir).
Mezheb imâmı demek, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Kur’ân-ı
kerîmden çıkardıgı ma’nâları, bilgileri, Eshâb-ı kirâmdan isiterek toplayan, kitâba
geçiren büyük âlim demekdir. Resûlullahın, Kur’ân-ı kerîmin hepsini Eshâbına tefsîr
etdigini, (Hadîka), dil âfetlerini anlatırken yazmakdadır. Resûlullahın Kur’ân-ı
kerîme verdigi ma’nâları, açıklamalarını anlamak istiyen, bir mezheb imâmının kitâblarını
okur, bunlara uyar. Bu kitâbları okuyup, bunlara uyan kimse, o mezhebden
olur. Bu ise, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Kur’ân-ı kerîme uymak
demekdir. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân”, Resûlullahdan “sallallahü aleyhi ve sellem”
isitdiklerine uyardı. Kendi talebelerinden birine uymaga, ya’nî dört mezhebden
birinde olmalarına lüzûm yokdu. Onların herbiri bütün bilgileri asl kaynagından
alıyordu. Birbirlerine sorarak da ögreniyorlardı. Hepsi, mezheb imâmlarından
dahâ çok âlim ve dahâ yüksek müctehid idiler. Mezheb sâhibi idiler.
Bir sahîfede, (Ictihâdlar fikr ve kanâ’atdır. Elimizdeki kitâblar, mezheb kitâblarıdır,
din kitâbı degildir. Türkiyede, türkce din kitâbı olmadıgından, bu kitâbı yazdım)
diyor. Kendini müctehid sanıyor. Ömer Rıza Dogrulun, bu kitâba bir önsöz
yazarak, ballandıra ballandıra medh etdigini gördük. Bu önsözde diyor ki: (Asrın
ihtiyâclarını, kıyâs yolu ile dinden degil, medeniyyetin terakkî hamlelerinden
beklemek gerekdir. Kıyâs, Kitâb ve sünnet ile alâkası olmıyan, dînin asl kaynaklarına
dayanmıyan, fekat herseyi dîne dayamak istiyen müctehidlerin îcâdıdır...)
Bu sözleri, kendisinin de, ehl-i sünnet olmadıgını, dîni, kıyâsı ve ictihâdı anlamamıs
oldugunu göstermekdedir. Din âlimlerine dil uzatanlar, bunların bilgilerine erisemiyenlerdir.
(Redd-ül-muhtâr) birinci cild, üçyüzdoksanaltıncı sahîfede, (Dörtyüz
[400] hicrî senesinden sonra kıyâs yapacak âlim yetismedi) diyor. (Mîzân-ülkübrâ)
nın birinci cüz’, kırkikinci sahîfesinde, (Dört mezheb imâmından sonra, hiçbir
âlim, mutlak müctehid oldugunu söylemedi. Mezhebde müctehidler yetisdi.
Evet, Kur’ân-ı kerîmdeki bilgiler, hükmler sonsuzdur. Fekat, kıyâmete kadar,
bütün insanlara lâzım olacak ahkâmı, dört imâm anlamıs, kitâblara yazılmısdır. Simdi,
bir kimse, Kitâbdan ve sünnetden ahkâm çıkarabilirim derse, dört mezhebden
birinde bulunmıyan yeni bir hükm çıkarmasını isteriz. Bunu yapamaz!) diyor.
Bunlar (El-Besâir li-münkir-it-tevessül-i bi-ehl-il-mekâbir) ve (Et-Tevessülü bin
Nebî ve bis-Sâlihîn) ve (Üsûl-ül-erbe’a) kitâblarında dahâ uzun yazılıdır. Bu üç kitâbı,
(Hakîkat Kitâbevi) ofset yolu ile basdırmısdır. Birinci kitâbda, Muhammed
bin Abdülvehhâbın (Kesf-üs-sübühât) kitâbından parçalar yazılarak, hepsine cevâblar
verilmisdir. Bu kitâb arabîdir. (Et-Tevessülü bin Nebî) kitâbı, Ebû Hâmid
bin Merzûkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” Sâmda basılmıs olan (Berâet-ül-es’ariyyîn)
kitâbının kısaltılmısıdır.
Seyyid Ahmed Tahtâvînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) hâsiyesinin
Zebâyıh kısmında diyor ki, (Bugün her müslimânın dört mezhebden birinde
bulunması vâcibdir. Dört mezhebden birinde bulunmıyan kimse, (Ehl-i sünnet)
den ayrılmıs olur. Ehl-i sünnet olmıyan da sapık veyâ kâfir olur). Vehhâbîligi
temelinden çürüten (El-Besâir) ve (El-müstened) ve (Seyfül-ebrâr) kitâbları da
böyle yazıyor ve bunu (Ihyâ-ül-ulûm)dan aldıklarını bildiriyor. Son iki kitâb da,
Hindistânda yazılmıs, (Hakîkat Kitâbevi) tarafından ikinci baskıları yapılmısdır.
Biz, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i serîfleri anlayacak kadar bilgili degiliz. Biz,
– 468 –
Kur’ân-ı kerîmi, anlamak ve anladıgımıza göre amel etmek için degil, kelâm-ı ilâhîden
bereketlenmek, fâidelenmek için okuyoruz. Biz mukallidler, tefsîr ilmini bilmedigimiz
için, ahkâm-ı islâmiyyeyi, din imâmlarımızın kitâblarından ögreniyoruz.
Mezheb imâmlarımız, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını, Tâbi’înden ve Eshâb-ı kirâmdan
ögrenerek, bizim kolay anlıyabilecegimiz seklde, kitâblarına yazmıslardır.
(Nahl) ve (Enbiyâ) sûrelerinde, meâl-i serîfleri, (Âlimlerden sorup ögreniniz!) olan
âyet-i kerîmeler vardır. Hadîs-i serîfde, (Her asr, önceki asrdan dahâ bozuk olur.
Böylece kıyâmete kadar hep bozulur) buyuruldu. Bu hadîs-i serîf, (Hadîka)da, dil
âfetlerinde yazılıdır. Insanların en iyilerinin yazdıkları kitâbları begenmeyip, bozuk
asrların bozuk adamlarına aldanmakdan Allahü teâlâya sıgınırız!
Yûsüf-i Nebhânî, hicrî ondördüncü asrın büyük âlimlerindendir. Uzun seneler Medînede
kalıp vehhâbîligi yakından incelemek imkânını buldu. Topladıgı bilgileri yaymak
için, çok kıymetli kırkyedi kitâb yazdı. (El-Feth-ul-kebîr) kitâbında ondörtbindörtyüzelli
hadîs harf sırasına göre dizilmisdir. Üç cild hâlinde basılmısdır. (Câmi’u
kerâmât-il-Evliyâ) kitâbı iki cild olup, kerâmetin hak oldugunu isbât etmekdedir.
1329 [m. 1911] de Mısrda basılmısdır. Kırkyedi kitâbının hepsi basılmısdır. Çok mühim
olan (Sevâhid-ül-hak) kitâbı Mısrda üçüncü def’a olarak, binüçyüzseksenbes
[1385] hicrî ve [1965] mîlâdî senesinde basılmısdır. Kitâb besyüzyetmis sahîfe olup,
dörtyüzelli sahîfesi Ibni Teymiyyeyi red etmekde, geri kalan yüzyirmi sahîfesi de,
Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, hazret-i Mu’âviye ile Amr ibni Âs “radıyallahü teâlâ
anhüm”ın yüksekliklerini ve islâmiyyete hizmetlerini bildirmekdedir.
(Câmi’ulezher) profesörlerinden, allâme seyh Alî Muhammed Beblâvî Mâlikî
ve allâme seyh Abdürrahmân Serbînî ve seyh Ahmed Hüseyn Sâfi’î ve seyh Ahmed
Besyânî Hanbelî ve ârif allâme Süleymân Sübrâvî Sâfi’î ve seyh Abdülkerîm
Râfi’î ve ayrıca Mısr Basmüftîsi allâme Bekrî Muhammed Sadefî Hanefî ve müderris
allâme Muhammed Abdülhayy Ketânî Idrîsî Fâsî ve allâme seyyid Ahmed
beg Sâfi’î ve fâdıl allâme seyh Sa’îd-i Mûcî Sâfi’î ve allâme seyh Muhammed Halebî
Sâfi’î ve dahâ birçok Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
(Sevâhid-ül-hak) kitâbını begenmisler, uzun yazıları ile övmüslerdir.
(Sevâhid-ül-hak) kitâbında, Ebul’ Abbâs Ahmed ibni Teymiyyenin bid’atlerini
savunan üç kitâbdan parçalar almakda, bunları, âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i serîflerle
çürütmekdedir. Bu üç bozuk kitâb, Ibni Kayyım-ı Cevziyyenin (Igâset-üllehfân)
ve Ibni Abdil-Hâdînin (Firreddi ales-Sübkî) ve Nu’mân Âlûsî Bagdâdînin
(Cilâ-ül-ayneyn fî muhâkemet-il-Ahmedeyn) ismi ile Ibni Hacer-i Mekkîye “rahmetullahi
teâlâ aleyh” karsı yazdıgı kitâblardır.
(Sevâhid-ül-hak)da, Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak diyor ki, (Islâm âlimleri sözbirligi
ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra, dünyâda, ictihâd edebilecek
âlim hiç kalmadı. Simdi bütün müslimânların, bilinen dört mezhebden birine
uymaları lâzımdır. Çünki, simdi, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i serîfi anlayıp bunlardan
ahkâm çıkaracak ilm sâhibi hiç yokdur. Mezheb imâmını taklîd ederek,
Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullahın sünnetine “sallallahü aleyhi ve sellem” uyulmus olur.
Imâm-ı Münâvî, Ibni Hacer-i Hiytemîden nakl ederek buyuruyor ki, Celâleddîn-i
Süyûtî “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gibi bir âlim müctehid oldugunu söyleyince,
zemânındaki âlimler, buna yazılı birsey sordular: Önceki âlimler buna iki
ayrı cevâb vermislerdir. Ictihâdın en asagı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir.
Sen de seçip bize yaz dediler. Isim çok, bunu yapacak vaktim yok diyerek, birini
seçmege cesâret edemedi. Ibni Hacer buyuruyor ki, en asagı derecedeki ictihâd
isi böyle güç olunca, mutlak müctehid olmanın imkânsızlıgını anlamalıdır.
Simdi ba’zı câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Bid’at sâhibi olan kimseleri âlim
sanıp, taklîd ederek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden hükm çıkarmaga kalkısıyorlar.
Mezheb imâmlarından birini taklîd etmege ihtiyâcımız yok diyorlar. Hattâ
mezheb imâmlarının ictihâd buyurdukları, anladıkları bilgileri begenmiyor,
– 469 –
bunlar zemânımıza uymaz diyorlar. Bunlar, kendilerini begenmis câhillerdir.
Kur’ân-ı kerîme uyduklarını sanıyorlar. Hâlbuki, nefslerine ve seytâna uymakdadırlar.
Herkesi de Kur’ândan ve (Buhârî)den ma’nâ çıkarmaga kıskırtıyorlar. Bu
ahmaklara aldanmamalıdır. Her müslimân, (Ehl-i sünnet) i’tikâdında olmalı ve dört
mezhebden birine uymalıdır. Dört mezhebin kolay taraflarını arasdırıp, birbirine
karısdırmaga (Telfîk) denir. Nefse ve seytâna uyarak, telfîk yapmak yasakdır. [Ihtiyâc
oldugu zemân, bir is için câiz olur.] Din adamı geçinen câhil kimse ile müctehid
olan âlimler arasındaki fark, yer ile gök arası gibidir. Hattâ seytân ile melek
arasındaki fark gibidir. Fekat, gâfil, ahmak ve nefslerine baglı olduklarından,
kendilerini âlim, kâmil sanıyorlar. Böyle kimselere zındık denir. Bu zındıkları seytân
aldatmıs oldugundan, müctehidleri taklîd etmek istemiyorlar. Anlıyamıyor ki,
Nass ile açık bildirilmis seylerde ictihâd yapılmaz. Bu söz, hiçbir seyde ictihâd yapılmaz
demek degildir. Ictihâdda en ileri giden Ebû Hanîfe hazretleri, za’îf hadîs
ile bildirilen sey üzerinde bile ictihâd yapmazdı. Mezheb imâmlarının hepsi, bir soru
ile karsılasdıkları zemân, bunun cevâbını, önce Kur’ân-ı kerîmde ararlardı.
Kur’ân-ı kerîmde açıkca bulamazlarsa, hadîs-i serîflerde ararlardı. Hadîs-i serîflerde
bulamazlarsa, (Icmâ’-ı ümmet)de ararlardı. Icmâ’da da bulamayınca, bu soruya
benzeyen baska sorunun, Kitâb, sünnet ve icmâ’da bulunan cevâbına (Kıyâs)
ederek, benzeterek, ictihâd edip cevâbını bulurlardı. Bin seneden beri bütün
müslimânlar, âlimler, sâlihler, Velîler, hep bu dört mezhebden birine uydular. Hiçbiri,
kendinin müctehid oldugunu iddi’â etmedi. Yeni türeyen mezhebsiz bir zındıkın
sözüne aldanıp da, mezhebden ayrılmamalıdır. Dört mezhebin hiçbiri,
Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden kıl kadar ayrılmamısdır. Hepsi, müslimânlara,
Kitâb ile sünneti açıklamıslardır. Islâm âlimleri, müslimânların dört mezhebden
birini taklîd etmelerini emr ediyor. Böylece, kâfir olmak veyâ bid’at sâhibi olmak
gibi, iki tehlükeden kurtulmalarını istiyorlar. Çünki, bir câhil, bir mezheb imâmını
“rahmetullahi teâlâ aleyh” taklîd etmezse, delîlsiz kalarak yoldan çıkar.
Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, Imâm-ı Gazâlîden
alarak buyuruyor ki, (Üç kimse, Kur’ân-ı kerîmin ma’nâsını anlıyamaz: Birincisi,
arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamıs olan câhil. Ikincisi, büyük bir günâha
devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i’tikâd bilgilerinden birini yanlıs anlayıp, anladıgına
uymadıgı için, hak sözü kabûl etmiyen bid’at sâhibi. [Ehl-i sünnet i’tikâdından
ayrılmak büyük günâhdır. Bunun için bid’at sâhibi olan Kur’ân-ı kerîmin
ma’nâsını anlıyamaz. Çünki bid’atin zulmeti kalbi karartır.]) Görülüyor ki, Ehl-i
sünnet mezhebinde olmıyan, arabîyi çok bilse de, Kur’ân-ı kerîmi dogru anlıyamaz.
Yanlıs anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.
Zemânımıza, asrımıza uygun tefsîr lâzımdır sözü de dogru degildir. Tefsîr âlimleri,
Resûlullahdan “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” ve Eshâbından gelen haberleri
yazarak tefsîr yapdılar. Bunların tefsîrleri her asra uygundur ve kâfîdir. Kur’ân-ı
kerîmin emrleri, her asrdaki her insan için aynıdır. Önceki asrlar için baska, sonraki
asrlar için baska ma’nâsı yokdur. Kur’ân-ı kerîme inanan ve uymak istiyen bir müslimân,
her aradıgını, mevcûd tefsîrlerde bulur. Islâmiyyete uymıyan bir zındık, bozuk
isteklerini, bu tefsîrlerde elbet bulamaz. Aklımıza ve asrın isteklerine uygun tefsîr
yapmak câiz degildir. Câhil, ahmak kimseler, kısa aklları ile yeni tefsîr yaparız diyorlar.
Tefsîr yapabilmek için çok sart vardır. Bu sartların basında, (Zemânların en
iyisi, benim zemânımdır. Ondan sonra hayrlısı, benim asrımdan sonra gelen asrdır.
Sonra da, ondan sonra gelen asrdır) hadîs-i serîfi ile medh olunan asrlarda bulunmak
lâzımdır. [Tefsîr âliminin, nâsih ve mensûh olan âyet-i kerîmeleri de bilmesi lâzımdır.
Kur’ân-ı kerîmde yüzdokuz adet nesh edici âyet bulundugu, (Hadîka)nın üçyüzellibesinci
sahîfesinde yazılıdır.] Simdi, kendi görüsleri ile tefsîr kitâbı yapanlarda
bu sartların hiçbiri yokdur. Fikrleri bozuyor, Ehl-i sünnet âlimlerine karsı geliyorlar.
Ehl-i sünnet olduklarını bildirerek, bozuk inanıslarını her yere yayıyorlar. Ehl-i
– 470 –
sünnet olan din adamları bunları okuyunca, bozuk olduklarını hemen anlıyor. Zındık
olduklarını, ehl-i sünnet olmadıklarını müslimânlara anlatıyorlar. Fekat câhiller,
igriyi dogrudan ayıramayıp aldanmakdadırlar). (Sevâhid-ül-hak)dan terceme temâm
oldu. (Hadîka)da, el âfetlerini anlatırken bildirilen (Ümmetim, kötü din adamlarından
çok zarâr görecekdir) hadîs-i serîfi, Vehhâbîleri haber vermekdedir.
(Mîzân-ül-kübrâ), sahîfe ellibir basında ve altmıs sonunda buyuruyor ki, sünnet,
ya’nî hadîs-i serîfler, Kur’ân-ı kerîmi açıklamakdadır. Mezheb imâmları, sünneti açıklamıslardır.
Din âlimleri de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladılar. Kıyâmete kadar
da böyle olacakdır. Sünnet, ya’nî hadîs-i serîfler olmasaydı, sular, tahâret, nemâzların
kaç rek’at oldukları, rükü’ ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze
nemâzlarının nasıl kılınacagını, zekât nisâbını, orucun, haccın farzlarını ve nikâh,
hukûk bilgilerini, hiçbir âlim, Kur’ân-ı kerîmde bulamaz ve ögrenemezdi.
Imrân bin Husayna birisi, (Bize yalnız Kur’ândan söyle!) deyince: Ey ahmak!
Kur’ân-ı kerîmde, nemâzların kaç rek’at oldugunu bulabilir misin dedi. Hazret-i
Ömere, farzların seferde kaç rek’at kılınacagını Kur’ân-ı kerîmde bulamadık dediklerinde,
(Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur’ân-ı kerîmde
bulamadıklarımızı, Resûlullahdan gördügümüz gibi yapıyoruz. O, seferde, dört
rek’at farzları iki rek’at kılardı. Biz de, öyle yaparız) buyurdu. Kırkyedinci [47] sahîfesinde
diyor ki, (Din imâmlarının hiçbir sözü, islâmiyyetin dısında degildir.
Çünki herbiri, hem hakîkatde, hem de ahkâm-ı islâmiyyede âlimdirler).
Ibni Âbidîn, (Fetâvâ-ı Hâmidiyye)yi kısaltarak, (Ukûd-üd-dürriyye) ismini vermis,
bunun sonunda, bir mezhebe tâbi’ olmanın lâzım oldugunu uzun yazmısdır.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, abdestin farzlarını anlatırken buyuruyor
ki, (Bir kisinin haber verdigi hadîsleri veyâ kıyâs ile anlasılan bilgileri kabûl
etmiyen, begenmiyen kâfir olmaz ise de, dogru yoldan sapmıs olur. Bid’at ehli olur.
Cehenneme girmesi muhakkak olur. Kıyâs ile zâhir olan hükmü kabûl edip de yapmıyan,
fâsık olur. Vâcibi terk etmis olur. Te’vîl etdigi için, ya’nî zannî delîlden bir
baska ma’nâ çıkardıgı için o hükmü yapmıyan fâsık da olmaz).
(Vehhâbîler simdi yumusadılar. Eskiden müslimânların mallarına, canlarına saldırıyorlardı.
Simdi böyle vahset yapmıyorlar. Hattâ, Ehl-i sünnet olduklarını söylüyorlar)
diyenler isitiliyor. Evet, açık Nassları degisdirmiyenleri için bu söz dogrudur.
Bunlar her müslimân ile kardesdirler. Fekat, simdi bütün dünyâdaki müslimânların
dinlerine, îmânlarına saldırıyorlar. Eskiden müslimânların dünyâlarını
yok ediyorlardı. Simdi, âhıretlerine, ebedî hayâtlarına saldırıyorlar. Müslimânları
ebedî felâkete sürüklemek için bütün kuvvetleri ile çalısıyorlar. Medîne-i
münevveredeki medresenin müdîri, Abdül’Azîz Bâzın (Tahkîk ve îzâh) bozuk kitâbının
türkçesini hâcılara dagıtarak, Ehl-i sünnet i’tikâdını yok etmege çalısıyorlar.
5.8.1990 târîhli Türkiye gazetesi, bu bozuk kitâba vesîkalarla cevâb vermis, müslimânları
büyük tehlükeden kurtarmısdır. (Râbitatül’âlemil-islâmî) isminde bir merkez
kurdular. Her islâm memleketinde bunun su’belerini açdılar. Dinleri ve ilmleri
çürük olan din adamlarını bol para ile satın alarak, bunları mezhebsizligi
yaymak için kullanıyorlar. Her memleketdeki din adamlarına ve din talebesine onların
dillerinde bozuk kitâbları parasız olarak dagıtıyorlar. Bu yolda her sene, milyonlarla
altın sarf ediyorlar. Ingiliz siyâseti ile elli seneden beri kitâbsız, câhil bırakılmıs
olan dünyâ müslimânları, bunlara aldanıyorlar. Hak olan ve hadîs-i serîfler
ile medh ve senâ edilmis olan Ehl-i sünnet mezhebi böylece unutuluyor, yok
oluyor. Hak gidip, her yere bâtıl yerlesiyor. Müslimânlar için, hattâ bütün insanlar
için bundan dahâ kötü, bundan dahâ zarârlı bir felâket, bir musîbet olamaz.
Ba’zı kimseler, vehhâbîler için (Bunların birkaç yanlıs inanısları varsa da, âyet-i
kerîmelerden ve hadîs-i serîflerden böyle anlıyorlar. Belki bid’at ehli oluyorlar ise
de, bid’at ehlinin bu ümmetden oldukları hadîs-i serîflerde bildirildi. Bunlar da müslimândır.
Ehl-i kıbledir. Müslimânları sevmemiz, vehhâbîleri de kardes bilmemiz lâ-
– 471 –
zım degil mi?) diyorlar. Böyle düsünmek elbet dogrudur. Fekat bid’at sâhiblerini sevmek,
onlara nasîhat vermekle olur. Yukarıda ismlerini bildirdigimiz kırk kitâbı insâf
ile okuyan ve anlıyan kimsenin bu sözümüzde hiç tereddüdü ve sübhesi kalmaz.
Meselâ Hindistânın büyük âlimlerinden Ahmed Rızâ hân Berîlevî (Fetâvel-Haremeyn)
kitâbında diyor ki, (Taberânînin ve baskalarının bildirdigi hadîs-i serîfde,
(Bid’at sâhibine hurmet eden kimse, islâmiyyeti yıkmaga yardım etmis olur) buyuruldu).
Dînimiz bid’at sâhiblerini sevmemegi, onları asagılamagı emr etmekdedir. Onlara
saygı göstermek harâmdır. Islâm âlimleri kitâblarında, meselâ (Serh-i mekâsıd)
kitâbında (Bid’at sâhiblerini sevmemek, onları asagı tutmak, onları red etmek lâzımdır)
demislerdir. Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî, (Mektûbât-i Ma’sûmiyye) kitâbının
ikinci cildi, yüzonuncu mektûbunda, (Bid’at sâhibinin meclisinde bulunma! Gâfil din
adamlarından, yaltakcı hâfızlardan ve câhil tekke seyhlerinden kendini koru! Islâmiyyete
uymakda gevsek davranan [meselâ, Ehl-i sünnet i’tikâdında olmıyan, karısını,
kızını açık gezdiren, çalgı, içki kullanan mezhebsiz, sapık olan] din adamlarına
yaklasma! Onların sözlerini isitme! Hattâ onların bulundugu sehrden uzak ol ki, zemânla
kalbin onlara kaymasın! Onlara uymamalıdır. Onlar din adamı degil, din hırsızlarıdır.
Seytânın tuzaklarıdır. Onların yaldızlı, acıklı sözlerine aldanmamalı, arslandan
kaçar gibi, yanlarından kaçmalıdır) buyurmakdadır. Bid’at yayıldıgı ve zarârının
çogaldıgı zemân, bunu red etmek, bunun kötülügünü müslimânlara duyurmak
farzdır. Hattâ, farzların mühimlerinden oldugunda icmâ’-i ümmet vardır. Selef-
i sâlihîn ve bunların halefleri hep böyle yapdılar. Bu farzı terk eden, icmâ’dan ayrılmıs
olur. Hadîs-i serîfde, (Fitne veyâ bid’at yayıldıgı ve Eshâbım kötülendigi zemânda,
hakkı bilen, bilgisini müslimânlara duyursun! Hakkı, ya’nî dogru yolu bildigi
hâlde, müslimânlara duyurmayanlara, Allahü teâlâ ve melekler ve bütün insanlar
la’net eylesin! Allahü teâlâ, bu kimsenin farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez)
buyuruldu. Bu hadîs-i serîf, (Es-savâ’ik-ul-muhrika) kitâbının basında yazılıdır
ve Hatîb-i Bagdâdînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (El-Câmi’)inde bulundugu bildirilmekdedir.
[Bid’at ehli, bid’at sâhibi demek, bid’atini yaymak için, ya’nî müslimânların
îmânlarını, ibâdetlerini bozmak için ugrasan bid’at sâhibi demekdir. Bunlara
aldanarak bid’at isliyeni sevmemek degil, ona acımak, nasîhat vermek lâzımdır.
Bugün, bütün dünyâdaki müslimânlar, üç fırkaya ayrılmısdır. Birinci fırka, Eshâb-
ı kirâmın yolunda olan hakîkî müslimânlardır. Bunlara (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî)
ve (Fırka-i nâciyye) Cehennemden kurtulan fırka denir. Ikinci fırka, Eshâb-ı kirâma
düsman olanlardır. Bunlara (Sî’î) ve (Fırka-i dâlle) sapık fırka denir. Üçüncüsü,
sünnîlere ve sî’îlere düsman olan bid’at sâhibleridir. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî)
denir. Çünki bunlar, ilk olarak Arabistânın Necd sehrinde meydâna çıkmısdır.
Bunlara (Fırka-i mel’ûne) de denilmekdedir. Çünki, müslimânlara kâfir demekdedirler.
Böyle diyene, Resûlullah, la’net etmisdir. Müslimânları bu üç fırkaya parçalayan,
yehûdîlerle ingilizlerdir.]
(Edille-i ser’ıyye) dörtdür. Birincisi, Kur’ân-ı kerîmdir. Ikincisi, hadîs-i serîflerdir.
Bu iki delîlin herbiri (Kat’î) veyâ (Zannî) olur. Ibni Âbidîn, bâgîleri anlatırken
diyor ki, (Hâricî denilen kimseler, zannî ya’nî sübheli olan [birkaç ma’nâ çıkarılabilen]
delîlleri [ya’nî âyetleri ve hadîsleri] yanlıs (te’vîl) ediyorlar. Ya’nî
ma’nâsı açıkca anlasılamıyan âyet-i kerîmelere ve mütevâtir olan hadîs-i serîflere,
açık ve meshûr olmıyan yanlıs ma’nâlarını veriyorlar. Hazret-i Alînin askerinden
ayrılarak, ona karsı harb edenler böyle idi. (Hâkim ancak Allahdır. Hazret-i
Alî, iki hakemin hükmüne uyarak, hilâfeti Mu’âviyeye bırakmakla büyük günâh
isledi. Büyük günâh isleyen kâfir olur) dediler. Onunla harb etmelerine bu yanlıs
te’vîlleri sebeb oldu. Kendileri gibi inanmıyanlara kâfir dediler. Bunlara (Hâricî)
denir. 1150 [m. 1737] senesinde Necdde ortaya çıkan Abdülvehhâb oglu Muhammede
tâbi’ olanlar da, yalnız kendilerinin müslimân olduklarını söylüyorlar. Kendileri
gibi inanmıyanlara müsrik diyorlar. Onları öldürmek, mallarını, kadınlarını
ganîmet almak halâldir diyorlar. Bunlara (Vehhâbî) ve (Necdî) denilmekdedir.
– 472 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...