03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN......15 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN ISMLERI


15 — ALLAHÜ TEÂLÂNIN ISMLERI

Allahü teâlânın ismleri çokdur. Sayısını bilmiyoruz. Ismlerinden doksandokuzunu,
Kur’ân-ı kerîmde insanlara bildirmisdir. Kâdî zâde Ahmed efendi, (Birgivî
vasıyyetnâmesi) serhinde diyor ki, (Allahü teâlânın doksandokuz ismine (Esmâ-
i hüsnâ) denir. Allahü teâlânın ismleri (Tevkîfiyye)dir. Ya’nî islâmiyyetin
bildirmesine baglıdır. Islâmiyyetin bildirdigi ismler ile çagrılır ve onlar ile zikr olunur.
Bunlardan baska ismler ile çagırmaga, zikr etmege, islâmiyyet izn vermemisdir).
(Serh-i Mevâkıf), besyüzkırkbirinci sahîfesinde diyor ki, (Kâdî Ebû Bekr “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyurdu ki, Allahü teâlâya yakısmaz ma’nâ çıkmıyan, Ona
yakısan ism söylenebilir. Çogunluk ise, belli doksandokuz ismden baskası söylenemez
dedi).
Bundan anlasılıyor ki, Allahü teâlâya (Tanrı) demege izn yokdur. Ya’nî tanrı demek
günâh olur. Allah ismini kullanmak istemeyip, bunun yerine, tanrı demek veyâ
doksandokuz ismden birini bile kullanmak istemek, çok büyük ve çirkin suç olur.
Nûh aleyhisselâmın oglu Yâfes mü’min idi. Evlâdı çogalınca, onlara reîs olmusdu.
Hepsi, dedelerinin gösterdigi gibi, Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes
nehrden geçerken bogulunca, Türk ismindeki küçük oglu, babasının yerini tutdu.
Bunun evlâdı çogalarak, bunlara Türk denildi. Bu Türkler, ecdâdı gibi, müslimân,
sabrlı, çalıskan insanlardı. Bunlar zemânla çogalarak Asyaya yayıldı. Baslarına geçen
ba’zı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni bozarak, puta tapdırmaga basladılar. Bunlardan,
bugün Sibiryada yasayan Yâkutlar, hâlâ puta tapmakdadır. Dinden uzaklasdıkca,
eski medeniyyet ve ahlâklarını da gayb etmislerdi. Hele Hunlar ve onların
reîslerinden Attilâ, dinsizligi ve zulmü ile (Allahın gadabı) ismini almısdı. Islâm
günesi Mekke-i mükerremeden dogarak, ilm, ahlâk ve her dürlü fazîlet ısıklarını
dünyâya saçınca, Romalıların, Asyaya kadar yayılan sefâhet ve ahlâksızlıkları
ve Asyayı, Afrikayı kaplamıs olan dinsizlik, câhillik ve vahset altında yetismis
diktatörler, sömürdükleri insanların islâmiyyeti isitmelerine, anlamalarına mâni’
oldular. Bu engeller kılınc gücü ile ortadan kaldırıldı. Türk hâkânları, asâletleri ve
uyanık olmaları sebebi ile islâmiyyetin isitilmesine mâni’ olmadılar. Semseddîn Sâmî,
(Kâmûs-ül-a’lâm)da diyor ki: (Hazer gölünün sarkındaki Aral gölünün sark tarafına,
simâlde Seyhûn, cenûbda Ceyhûn nehrleri, simâl-i garbîye dogru akarlar.
Iki nehr arasına (Mâ-verâ-ün-nehr) denir. Iki göl arasının cenûb kısmına (Hârizm)
denir. Merv sehri buradadır. Bunun cenûbu, Îrânın (Cürcân) ve (Horasan) vilâyetleridir.
Buraya simdi (Türkmenistân) deniyor. Aral gölünün simâline (Kazakistân)
deniyor. Mâ-verâ-ün-nehrin cenûbuna (Özbekistân) deniyor. Buhâra, Semerkand,
Taskend buradadır. Bunun sarkına (Tâcikistân) deniyor. Yârkend, Fergâne
ve Kâsgar buradadır. Bu memleketlerin hepsine (Türkistân) denir. Buhârâyı, 55 [m.
674] de, Horasan vâlîsi Sa’îd bin Osmân ibni Affân, Semerkandi ve bütün Mâverâün-
nehri 77 [m. 695] de Kuteybe feth eyledi. Semerkandi, 1285 [m. 1868] de ve bütün
Türkistânı, 1292 [m. 1874] de ruslar istilâ eyledi. [Osmânlı devletinin idâresini
ele geçirmis olan masonlar, bu istilâlara seyirci kaldılar.] Türkün asâleti ile islâmiyyetin
serefi bir araya gelmeden çok önce, Âsûrîler Türkistâna girerek, Türkleri, günese,
yıldızlara tapınmaga alısdırmısdı). Tanyeri agarınca, günese tapınırlardı. Bu
sebebden, günesin ismi, tanyeri ve nihâyet tanrı oldu. Kur’ân-ı kerîmde, (Benim ismim
Allahdır. Beni Allah diye çagırınız. Allah diye ibâdet ediniz. Allah diye yalvarınız!)
meâlinde müteaddid âyet-i kerîmeler vardır. Ona, Onun istedigi ismi söylemeyip
de, kâfirlerin, Onun en sevmedigi ma’bûdlarına koydukları tanrı ismi ile
Onu çagırmak, ne kadar yanlıs ve ne büyük inâd oldugu meydândadır. Meselâ, bir
hükümdâr, emri altında bulunan kimselere: (Benim ismim Ahmeddir. Beni, Ahmed
diye çagırınız!) dese, onlar da, (Hayır efendim. Bizim canımız sana Ahmed
demek istemiyor. Tas veyâ kurd, köpek veyâhud en asagı, büyük düsmânının ismi
ile çagırmak istiyoruz) deseler ve öyle çagırsalar, nasıl çok kızarsa, Allah ismi
– 431 –
yerine, Onun emr etmedigi, hattâ düsmanı oldugu tanrı ismini söyliyerek ezân okumak
ve ibâdet etmek, Allahü teâlâyı gadaba getirir, düsmanlıga sebeb olur. Ibni
Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, ezânı anlatmaga baslarken buyuruyor ki:
(Ezân, bildirilen seklde, bildirilen kelimeleri okumakdır. Ma’nâsı aynı olsa ve herkes
anlasa da, tercemesini okumak câiz degildir. Tegannî ederek, ya’nî kelimeleri
bozarak da okumak câiz degildir. Kelimeleri bozmak demek, mûsikî perdesine
uydurmak için, hareke, harf ve med [uzatmak] eklemek veyâ çıkarmak demekdir.
Böyle okunan ezânı ve Kur’ân-ı kerîmi ve mevlidleri dinlemek de günâhdır. Bunları
ilâve etmeden, ya’nî kelimeleri bozmadan tegannî etmek, [ya’nî sesi güzellesdirmek]
câizdir ve iyidir.)
Ibâdetler emre uygun yapılmazsa oyuncak olur. Dîni, oyun yapmak, âdete uydurmak
ise, kâfirligin en kötüsü, en çirkinidir.
Allahü teâlânın, Kur’ân-ı kerîmde bildirdigi doksandokuz isminden birçogu, yaratıcı
oldugunu göstermekdedir. Meselâ, Mukît, Hâlık, Bâri, Müsavvir, Razzâk,
Mübdi, Mu’îd, Muhyî, Mümît, Kayyûm, Vâlî, Bedî’ ismleri böyledir.
Bu oniki ismden, meshûr olan (Hâlık) ismi, takdîr, ta’yîn edici demekdir. (Bâri)
var edici demekdir. (Müsavvir) sûret vericidir. Meselâ, bir mühendis, binâ
yapmak isteyince, önce lâzım olan kereste, tugla, çimento, demir, arsa, odaların adedi,
büyüklüklerini takdîr ve ta’yîn eder, kesf eder, plân hâzırlar. Halk, bu demekdir.
Sonra, mi’mâr bu plâna göre binâyı yapar. Mi’mâr binânın bârisi olur. Nihâyet,
binânın naksları, süsleri yapılır. Bunu yapan, müsavvir olur.
Allahü teâlânın, her isinde, serîki, ortagı yokdur. Her varlıgın hâlıkı, bârisi, müsavviri
yalnız Odur. Yaratmak, yokdan var etmekdir. Maddeyi, elemanı yok iken
var etmek ve var etdikden sonra, baska bir varlıga çevirmek de yaratmakdır. Meselâ,
(Insanı nutfeden, cinni ates alevinden yaratdı) meâlindeki âyet-i kerîme
böyle oldugunu bildirmekdedir. Yerler, gökler, bugün bildigimiz yüzbes basît
cism (eleman) yok idi. Bunların hepsini sonradan var etdi. Elemanları, oksidleri,
asidleri, bazları, tuzları birbiri ile birlesdirerek, parçalıyarak milyonlarla uzvî
(organik) ve inorganik cismler meydâna getirmekde, ya’nî yaratmakdadır. Allahü
teâlânın âdeti söyledir ki, herseyi bir sebeb, bir vâsıta ile yaratmakdadır. Sebebleri
yapan, var eden, bunlarda aktiflik, te’sîr kuvveti yaratan da Odur. Cismlerin
fizik ve kimyâ özellikleri, fizik, kimyâ, biyoloji olayları, reaksiyonları, Onun yaratdıgı
sebeblerdir. Elektrik, ısı, mekanik, ısık ve kimyâ enerjilerini ve tepkimeleri
hâsıl eden çesidli kuvvet sekllerini sebeb olarak yaratmısdır. Bu sebebleri, cismleri
yaratmasına vâsıta kıldıgı gibi, insan aklını, insan gücünü de, kendi yaratmasına
vâsıta kılmısdır. Meselâ, kömürün, besyüz derece üstüne, ya’nî tutusma sıcaklıgına
kadar ısınarak yanma olayının baslamasına, kibritin alevi sebeb olmakda ise
de, kömürün oksidlenmesini, yanmasını yaratan Odur. Kibrit, yanma olayının
yaratıcısı degildir. Çünki, kibritin yapısını, özelliklerini, alevini, ısı enerjisini, karbon
atomlarının oksigene ilgisini, olayın ekzoterm olup, kömürü ısıtıp kırmızı suâ’
(ısıma) yaymasını yaratan hep Odur. Bunun gibi, tuz asidi içinde, çinko eriyip, çinko
klorür adında, yeni özellikde bir bilesik cism meydâna geliyor. Bu iyon sebekesini
çinko atomları ve asit molekülleri yaratdı denilemez. Çünki, çinko klorür
denilen iyon sebekesindeki, çinko ve klorür iyonlarının atomlardan meydâna gelisindeki
elektron mubâdelesinde ve bunun sebeblerinde, iyonlar arasındaki çekme
ve itme kuvvetlerinde, çinko ve asit birsey yapmadıgı gibi, çinkoyu asidin içine
atan insan da, bu isinden baska, birsey yapmamısdır. Çinko klorürün meydâna
gelmesinde, insan seyrci kalmıs, iyon sebekesini hâsıl eden tepkimeyi, özellikleri,
kuvvetleri, Allahü teâlâ yaratmısdır. Demek ki, insanın aklı ve gücü de, diger
tabî’at kuvvetleri gibi, Allahü teâlânın önce yaratmıs oldugu, maddeler, elemanlar,
özellikler, kuvvetler, enerjiler arasındaki sartları, dengeleri degisdirerek, yeni
bir dengenin, bir âhengin, bir sistemin yaratılmasına bir sebeb, bir vâsıtadan bas-
– 432 –
ka birsey degildir. Su hâlde, Arsimed, bir kanûn yaratmamıs, dahâ önce mevcûd
olan özellikler arasındaki bir baglantıyı görebilmisdir. Bunun gibi, phonograph,
megaphon, elektrik ampulü gibi âletlere son seklini veren Thomas Edison, bunları
yaratmamıs, yapmamıs, yapılmasına sebeb olmusdur. Bunları yaratan, Allahü
teâlâdır. Edisonun bunları yaratması söyle dursun, mevcûd maddeleri bir araya
toplayıp, yeni âletlerin yaratılmasına sebeb olurken, elinin, ayagının, gözünün,
diger duygularının, çesidli hücrelerinin, kalbinin, ciger, böbrek ve dahâ nice organlarının
islemesinden ve kullandıgı maddelerin, âletlerin yapısından, içlerindeki
atom, proton kuvvetlerinden haberi bile yokdu. Ne kendinin, ne de kullandıgı seylerin
birçok inceliklerinden haberi olmıyan bir vâsıtaya, bir sebebe yaratıcı denilir
mi? Yaratıcı, bunların en ufagını, en incesini, hepsini bilen, hepsini yapandır ki,
bu da ancak Allahü teâlâdır.
Üniversiteden birkaç diploması bulunan, yeni literatürleri okuyup, çok tecribesi
olan, zekî ve akllı bir fen adamı iyi anlar ki, insan, bütün islerinde, bütün buluslarında,
bir vâsıtadan, bir sebebden baska birsey degildir. Her olayı, her reaksiyonu,
her hareketi yapan, her kanûnu idâre eden, yalnız Allahü teâlâdır. Insan gücünü,
tabî’î kuvvetlerden ayıran biricik serefli pay, düsünceli, su’ûrlu olarak vâsıta
olmasıdır. Insan, Allahü teâlânın yaratmasını, kendi istedigi gibi tecellî etdirebilmekdedir.
Allahü teâlâ, insanlara bu serefli payı ikrâm ederek, diger mahlûklarından
ayırdıgını, onu, böylece, baska mahlûklardan üstün yaratdıgını, Isrâ sûresi,
yetmisinci âyetinde beyân buyurmakdadır.
Yaratıcı, yalnız Allahü teâlâdır. Allahdan baskasına, her ne maksadla olursa olsun,
yaratıcı demek küfrdür. (Birgivî vasıyyetnâmesi)nde, (Bir kimse, rızk Allahdandır.
Fekat, kulun da hareket etmesi lâzımdır dese, kâfir olur. Çünki, hareket
de Allahdandır) yazıyor. Ya’nî, hareketi ve isi insan yaratıyor diyen kâfir olur. Bursalı
Ismâ’îl Hakkı hazretleri, (Huccet-ül-bâliga)da diyor ki, (Hakîkatde hâlık ve
râzık Allahü teâlâdır. Insana hâlık veyâ râzık demek ilhâddır. Insanın sıfat-i asliyyesi
acz ve iftikardır. Hak teâlânın sıfat-ı zâtiyyesi, kudret ve gınâdır). Insanlara,
yaratdı, yaratıcı dememeli, Allahü teâlâya mahsûs olan Hâlık ismini, kimse için kullanmamalı
ve ad takmamalıdır. Rahmân ve Rahîm ismleri de böyledir.
Allahü teâlâ, birseyi yaratmasına, baska seyleri sebeb yapmısdır. Birseyin yaratılmasını
istiyen, onun yaratılmasına sebeb olan seyleri elde etmelidir. Birseyin
yaratılmasına sebeb olan seyler arasında insan gücü de varsa, yaratılan seye (Sun’î
cism) veyâ (Artifisiel) denir. Meselâ, kok kömürü, turyagı sun’î maddedirler.
Maddenin yaratılmasına yarayan sebebler arasında insan gücü bulunmazsa, böyle
yaratılan maddeye (Tabî’î cism) veyâ (Natürel) denir. Tabî’î maddenin meydâna
gelmesine insan gücü karısmazsa da, bunun kullanılacak hâle sokulmasına, insan
gücü de sebeb olmakdadır. Taskömürü, tereyagı tabî’î maddedirler. Tabî’î maddeler
için tabî’at yaratdı demek ve sun’î maddeler veyâ olaylar için de insan yaratdı
demek, baska sebeblere de yaratıcı demek gibi, câhilce, saçma bir söz olur. Meselâ,
balı arı yaratdı veyâ ısıgı elektrik yaratdı demek gibi olur.
Müslimânların yetmisiki sapık fırkasından (Mu’tezile) de, insan kendi isinin hâlıkıdır
dedi. Bunlar, bu yanlıs inanısı, âyet-i kerîme ve hadîs-i serîflerden çıkardıkları
için, kâfir olmuyor ise de, dogrusunu kabûl etmedikleri için, bir müddet Cehennemde
yanacaklardır. Fekat âyetden, hadîsden, dinden, îmândan haberi olmıyanların,
devlet ve saltanat sâhiblerine yaltaklanmak, teveccüh kazanmak için, yaratdın
demeleri küfr olur. Allahü teâlâdan baskasına, yaratdı demek, çok tehlükelidir.
Herseyi yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Ondan baska yaratıcı yokdur.
Fekat, Allahü teâlânın âdeti söyledir ki, herseyi sebeblerle yaratmakdadır. Böylece,
madde âlemine ve sosyal hayâta düzen vermekdedir. Sebebsiz yaratsaydı,
âlemdeki bu nizâm, bu düzen olmazdı. Mikroplar hastalıga, bulutlar yagmura, günes
hayâta, katalizörler birçok kimyâ reaksiyonlarının hızlanmasına ve hayvanlar,
– 433 – Se’âdet-i Ebediyye 2-F:28
bitkisel maddelerin et, süt, bal hâline gelmelerine, yapraklar organik maddelerin
sentezine sebeb oldukları gibi, insanlar da, tayyâre, otomobil, ilâc, elektrik motorlarının
ve dahâ nice seylerin yapılmasına sebeb olmakdadır. Bütün bu sebeblere kuvvet,
te’sîr veren Allahü teâlâdır. Insanlara fazla olarak akl ve irâde de vermisdir.
Sebeblere, vâsıtalara yaratıcı demek dogru olamaz. Böyle oldugu (Kelime-i temcîd)
ya’nî (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) diyerek çok güzel anlatılmakdadır. Sî’îler
de, günâhları insanlar yaratıyor; Allah yalnız iyilik yaratır diyorlar. (Eshâb-ı Kirâm)
ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâblarımızda bu sözlere cevâb verilmisdir.
Allahü teâlânın sıfatlarını gösteren, Âlim (bilici), Semî’ (isitici), Basîr (gören),
Kâdir (gücü yetici, kudretli), Mürîd (dileyici) ve Mütekellim (söyleyici) ve
bunlar gibi ismleri, ikinci kısmın elliikinci maddesinde bildirilen ma’nâları ve
sartları düsünerek, insanlar için kullanılabilir. (Hadîka)da dil âfetlerini anlatırken
diyor ki, (Rahmân), (Kuddûs), (Müheymin) ve (Hâlık) gibi yalnız Allahü teâlâya
mahsûs olan ismleri insanlara ism yapmak harâmdır. Imâm-ı Nevevî “rahmetullahi
teâlâ aleyh” bunu (Müslim) serhinde bildirmekdedir. (Azîz) gibi sıfatları
olan ismleri, mecâz ma’nâları ile insanlar için de kullanmak câiz ise de, edebe yakısmaz.
Allahü teâlânın ismini söyleyince, isitince, yazınca, (Sübhânallah), (Tebârekallah),
(Celle-celâlüh), (Azze-ismüh), (Cellet kudretüh) veyâ (Teâlâ) gibi saygı
sözlerinden birini söylemek, yazmak birincisinde vâcib, tekrârında ise müstehabdır.
Resûlullahın ismini isitince salevât söylemek de böyledir. (Bezzâziyye)de ve
(Hindiyye)nin besinci cüz’ünde diyor ki, (Allahü teâlânın ismini isitince ve söyleyince,
“celle celâlüh” veyâ “teâlâ” yâhud “tebâreke”, “sübhânallah” diyerek saygı
göstermek vâcibdir. Tekrâr edince de, yalnız söylemeyip, teâlâ da demek müstehabdır.
Ya’nî, Allahü teâlânın isminden sonra, ta’zîm, saygı gösteren bir kelime
de söylemelidir. Bunun gibi, yalnız (Kur’ân) dememeli, dâimâ (Kur’ân-ı kerîm) demelidir.
Görülüyor ki, (Allah buyurdu ki...) veyâ (Allah teâlâ buyurdu ki...) demek
ve yazmak yanlısdır. (Allahü teâlâ buyurdu ki...) demek lâzımdır. Islâmiyyetde kavmiyyet,
ırkcılık yokdur. Her milletin, her dil sâhiblerinin böyle arabî söylemeleri
lâzımdır. Tercemesini söyliyorum diyerek saygısızlık yapmamalıdır. Ibni Âbidîn
besinci cildin sonunda ve (Birgivî)nin Kâdî zâde serhinde diyor ki, (Eshâb-ı kirâmın
ismine (radıyallahü anh), baska âlimlere (rahmetullahi aleyh) demek [ve yazmak]
müstehabdır).
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâmı çok sevmek, ta’zîm ve hurmet
etmek lâzımdır. Bunun için, ismlerini yazarken, okurken ve isitince, “radıyallahü
anh” demek müstehabdır). Bunlar, (Islâm ahlâkı) kitâbımızda da yazılıdır. Râfizîler,
müslimânları aldatmak için, (Eshâb çok yüksekdir. Yüksekliklerini bildirecek
bir kelime yokdur. Ismlerinin yanına “radıyallahü anh” demek, onlara hakâret
olur. Böyle seyler söylememelidir) diyorlar. Râfizîlere aldanmamalıyız!
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmin çok yerinde kendisini (Biz) sözü ile bildiriyor.
Allahü teâlâ birdir. Kur’ân-ı kerîmde kendisinin bir oldugunu bildiriyor. Kur’ân-ı
kerîmin çok yerinde kendisine (Ben) demedi. Büyüklügünü, herseye mâlik, hâkim
oldugunu bildirmek için, (Ben) yerine, (Biz) de diyor. (Biz) dedigi yerleri, (Herseyin
mâliki, hâkimi olan (Ben) olarak anlamalıdır.)
(Dürr-ül-muhtâr) besinci cild, ikiyüzaltmıssekizinci sahîfede buyuruyor ki:
(Çocuklarına, Abdüllah, Abdürrahmân, Muhammed, Ahmed ... gibi, ismleri koyanları
Allahü teâlâ sever. Allahü teâlânın Alî, Resîd, Kebîr, Bedî’ gibi ismlerini,
insanlara yakısan ma’nâ ile ad koymak câiz ise de, câhiller, bu ismlerin ma’nâlarını
ve söylemesini yanlıs yaparak, günâha, hattâ küfre sebeb olur. Meselâ Abdülkâdir
yerine Abdülkoydur diyorlar ki, kasd ile olursa küfrdür. Kasd ile bu ismleri
tahkîr eden, meselâ Abdül’azîz yerine Abdüluzeyz diyen kâfir olur. Muhammed
yerine Hamo, Hasen yerine Hasso, Ibrâhîm yerine Ibo demek de böyledir).
– 434 –
[Kur’ân-ı kerîmi tegannî ile, kelimeleri degisdirerek okumanın harâm olması,
buradan da anlasılmakdadır.] Ba’zı esnaf, kendi adı oldugu için, bu mubârek ismleri,
ayakkabıların, terliklerin içine reklâm olarak yazıyor; satın alan da ayagına
giyerek, üstüne basıyor. Yazanın ve giyenin îmânlarının gitmesinden korkulur.
(Ibni Âbidîn) üçüncü cildde buyuruyor ki, (Îmân), Muhammed aleyhisselâmın
Allahü teâlâdan getirdigi sözbirligi ile bildirilmis olan seylerin hepsini kalbin tasdîk
etmesi, ya’nî inanması demekdir. Allahü teâlânın var ve bir olduguna, tekrâr
dirilecegimize, nemâz kılmanın, Ramezân ayında oruc tutmanın farz olduguna, serâb
içmenin, [kadınların baslarını, saçlarını, bacaklarını yabancı erkeklerin yanında
açmalarının] harâm olduguna inanmak böyledir. Inandıgını söyliyenin (Mü’min),
ya’nî (Müslimân) oldugu anlasılır. Puta tapmak, Kur’ân-ı kerîmi pislige atmak gibi,
küfr alâmeti olan birseyi yapan kâfir olur. Abdestsiz oldugunu bilerek nemâz
kılmak, sünnet olan bir isi begenmemek de küfr olur. Âyet-i kerîmeden ve mütevâtir,
ya’nî her yerde bilinen hadîs-i serîfden açıkca anlasılmıs olmıyan veyâ açık
ise de, icmâ’ ile bildirilmis olmıyan birseyi inkâr eden, kâfir olmaz. Harâm oldugu
açıkca bildirilmis bir seye halâl diyen kâfir olur. Serâb içmek, domuz eti yimek
böyledir. Aslı halâl ise de, bir sebeb ile harâm olan bir seye halâl diyen kâfir olmaz.
Baskasının malını almak böyledir. Bir müslimânın bir sözü veyâ bir isi
(Te’vîl) olunabilirse, ya’nî birçok bakımdan kâfir olacagını gösterse, bir bakımdan
kâfir olmayacagını gösterirse, bu bir bakımı anlamalı, ona kâfir dememelidir. O
bir bakımdan söylemedigini bildirirse, kâfir olur. Sözün küfre sebeb olmasında,
âlimlerin sözbirligi yoksa, o sözü söyliyene kâfir denemez.
Mürted olana nasîhat etmek, sübhesini gidermek müstehabdır. Mühlet isterse,
üç gün habs olunur. Yine tevbe etmezse, mahkeme katline karâr verir. Dâr-ül-harbe
kaçıp, sonra esîr alınırsa da böyledir. Nasîhat etmeden öldürülmesi mekrûhdur.
[(Hadîka) ikinci cild, yüzdoksansekizinci sahîfede diyor ki, (Erkek ve kadından biri
mürted olunca, nikâhları fesh olur. Sonraki çocukları veled-i zinâ olur. Erkek
tevbe ederse, tecdîd-i nikâh etmeleri lâzım olur. Fekat kadın nikâh yapmaga zorlanmaz.
Kadın mürted oldu ise, tevbe etmesi ve sonra nikâhının yenilenmesi için
zorlanır. Talâk olmadıgı için hulle lâzım degildir. Sözbirligi olmıyan seyi inkâr eden,
tevbe edince, nikâhını tâzelemesi ihtiyâtlı olur, ya’nî iyi olur).] Mürted olunca, malları
mülkünden çıkar. Hepsi elinden alınır. Tevbe ederse, kendine geri verilir. Ölürse
veyâ Dâr-ül-harbe, ya’nî Fransa, Italya gibi kâfir memleketlerinden birine giderse
müslimân vârislerine verilir. Müslimân olup dâr-ül-islâma gelirse, vârislerinde
geri kalan alınıp, kendisine verilir. Mürted iken kazandıkları ise, Fey’ olur. Beytül-
mâlın olur. Cizye kısmından hakkı olanlara verilir. Dâr-ül-harbde kazandıkları,
esîr alınınca, müslimânlara Fey’ olur. [(Hindiyye) ve (Kâdîhân).] Orada ölürse,
kâfir olan vârislerinin olur. Mürtedin hiçbir ibâdeti sahîh olmaz. Hiçbir kadın
ile nikâhı sahîh olmaz. Esîr alınınca, köle ve câriye yapılmayıp, erkek katl, kadın
habs olunur. Kesdigi ve avladıgı yinilmez. Sâhidligi kabûl olmaz. Kimseye vâris olamaz.
Mürted iken Dâr-ül-islâmda kazandıklarına kimse vâris olmaz. Dâr-ül-islâmdaki
ticârî mu’âmeleleri, Imâm-ı a’zama göre askıda kalıp, müslimân olursa nâfiz
olur. Ölür veyâ Dâr-ül-harbe giderse, hepsi bâtıl olur. Imâmeyne göre ise, baslangıcda
nâfiz olurlar. Zevci mürted olan kadın, iddet zemânı bitince, baskası ile evlenebilir.
[Ba’zıları diyor ki, insan, nemâz kılıp, her ibâdeti, her iyiligi yapdıgı hâlde, bir
kelime söylemekle kâfir olur mu? Kâdî zâde Ahmed efendi “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, (Birgivî) serhinde buyuruyor ki: (Bir kâfir, bir kelime-i tevhîd söylemekle
mü’min oldugu gibi, bir mü’min de, bir söz söylemekle kâfir olur. Erkek veyâ
kadın inâdî küfr ile mürted olunca, nikâhı fesh olup gider ki, bu talâk demek degildir.
Bunun için, üçden fazla îmânını ve nikâhını tâzelemeleri, hullesiz câiz
olur). Yalnız birinin nikâhı tâzelemesi yetismez. Erkek ile zevcesinin, iki sâhid ya-
– 435 –
nında nikâhı tâzelemeleri lâzımdır. Sâfi’îde iddet zemânı içinde tevbe ederse,
tecdîd-i nikâh lâzım olmaz. Hanefî olan, kolaylık olmak için, nikâhını yenilemege,
zevcesinden vekâlet almalı, iki sâhid yanında, (Öteden beri nikâhım altında bulunan
zevcemi, onun tarafından vekîl olarak ve tarafımdan asîl olarak kendime tezvîc
etdim) demelidir. Câmi’de cemâ’atin çok oldugu bir nemâzın düâsından sonra,
imâm efendi, tecdîd-i îmân ve nikâh düâsını cemâ’at ile birlikde okursa, cemâ’at
birbirlerine sâhid olmus, nikâhları da tâzelenmis olur. 566. cı sahîfeye bakınız! Son
nefesde müslimânın tevbe etmesi sahîh olur. Fekat, kâfirin îmâna gelmesi sahîh olmaz.
Her müslimân, sabâh ve aksam, su îmân düâsını okumalıdır: (Allahümme innî
e’ûzü bike min en-üsrike bike sey-en ve ene a’lemü ve estagfirü-ke li-mâ lâ-a’lemü
inneke ente allâmülguyûb). Sabâh düâsı gece yarısında okumaga baslanır. Aksam
düâsı zevâlden baslar. Mürted oldugunu inkâr etmek, tevbe olur.
(Berîka) ve (Hadîka)da, dil âfetlerinde ve (Mecmâ’ul-enhür)de diyor ki, (Erkek
veyâ kadın, bir müslimân, âlimlerin sözbirligi ile küfre sebeb olacagını bildirdikleri
bir sözün veyâ isin küfre sebeb oldugunu bilerek, amden [tehdîd edilmeden,
istekle] ciddî olarak veyâ hezl, güldürmek için söyler, yaparsa, ma’nâsını düsünmese
dahî îmânı gider. (Mürted) olur. Buna (Küfr-i inâdî) denir. Küfr-i inâdî
ile mürted olanın, evvelki ibâdetlerinin sevâbları yok olur. Tevbe ederse, geri gelmezler.
Zengin ise, tekrâr hacca gitmesi lâzım olur. Mürted iken kılmıs oldugu nemâzları,
orucları, zekâtları kazâ etmez. Riddetden evvel yapmadıklarını kazâ eder.
Çünki, mürted olunca, evvelki günâhları yok olmaz. Riddet zemânında yapmadıklarını
kazâ etmez. Küfr-i inâdî ile mürted olanların nikâhları bozulur. Tekrâr
îmâna gelince, iki sâhid yanında (Tecdîd-i nikâh) yapmaları lâzım olur. Hulle lâzım
olmaz. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i sehâdet söylemeleri kâfî degildir. Küfre
sebeb olan seyden de tevbe etmeleri lâzımdır. Eger, küfre sebeb oldugunu bilmeyip
söyler, yaparsa veyâ küfre sebeb olacagı, âlimler arasında ihtilâflı olan bir
sözü amden söylerse, îmânının gidecegi ve nikâhının bozulacagı, sübhelidir. Ihtiyât
olarak, tecdîd-i îmân ve nikâh etmesi iyi olur. Bilmiyerek söylemege (Küfr-i cehlî)
denir. Çünki her müslimânın, bilmesi lâzım olan seyleri ögrenmesi farzdır.
Bilmemesi özr degil, büyük günâhdır. Küfre sebeb olan sözü, hatâ ederek, yanılarak
veyâ te’vîlli olarak söyleyenin îmânı ve nikâhı bozulmaz. Yalnız tevbe ve istigfâr,
ya’nî tecdîd-i îmân etmesi ihtiyâtlı olur. Tecdîd-i nikâh lâzım olmaz.) Câmi’lere
giden müslimânın küfr-i inâdî ile mürted olması düsünülemez. Yalnız diger
dört sekl ile küfr söylemesi ihtimâli oldugu için, imâm efendiler cemâ’ate, (Allahümme
innî ürîdü en üceddidel îmâne vennikâha tecdîden bi-kavli lâ ilâhe illallah
Muhammedün resûlullah) okutarak, tevbe ve tecdîd-i îmân ve nikâh yapdırıyorlar.
Böylece (Lâ ilâhe illallah diyerek, tecdîd-i îmân yapınız!) hadîs-i serîfindeki
emr yapılmıs olmakdadır.]
Mu’cizelerine Ahmedin, yokdur adedle hesâb,
etdiler ammâ sahâbe, ondan üç bini ta’dâd.
Mu’cize, herkim nebîdir, sıdkına olur delîl,
söyle ki, gün oldugunu haber verir âfitâb.
Mu’cize, bir de görülse, yetisir tasdîk için,
göstermisdir, hod Muhammed, mu’cizât-ı bî hesâb.
Sıdkına Kur’ân yeter ki, Hak sözüdür sübhesiz,
zîrâ üstündür belâgatde, cümleye ol kitâb.
Söyle ki, cin ve beser mislini yapamadılar,
tâ ki bildiler, kelâmullah imis bî irtiyâb.
– 436 –

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...