4 — ADÂLET, AKL, ÎMÂN, KAZÂ VE KADER
Bu mektûb, derin ilmi, hâlleri ve sözleri ile her ihtisâs sâhibini hayretde bırakan,
kerâmet ve fazîletler hazînesi, Eshâb-ı kirâmın ve islâm âlimlerinin büyüklügünün
vesîkası, seyyid Abdülhakîm efendi “rahmetullahi aleyh” tarafından yazılmısdır:
Efendim,
Yüksek mektûbunuzda yerlesdirmis oldugunuz bilgi cevherleri, okuyanları
çok sevindirdi. Çünki, böyle ince din mes’elelerini çözüp, fikrlerdeki pürüzleri düzeltmek,
bu fakîr için, en zevkli bir vazîfe ve rûhumu besliyen bir gıdâdır.
Bu süâllerinizi çözüp, zihnleri aydınlatmak üç dürlü olabilir: Ilm ile, zevk ile ve
akl yolu ile.
Ilm ile cevâb vermek için, i’tikâd bilgilerine dayanılacagından, önce, kelâm ilminde
kullanılan kelimelerin, bu ilme mahsûs olan ma’nâlarını bilmek lâzımdır.
[Birçok kelimeler, her ilmde, baska ma’nâya kullanılır. Meselâ, zâlimler kelimesi
tefsîr ilminde, kâfirler demekdir. Fıkh ilminde, baskasının hakkına saldıran
kimselere denir. Tesavvufda ise, ayrı ma’nâsı vardır. O hâlde, bir ilme âid bir kitâbı
okuyup anlıyabilmek için, önce kelimelerin bu ilmdeki husûsî ma’nâlarını bilmek
lâzımdır. Iste, birkaç sene Mısrda, Bagdâdda bulunup da argo lisânı arabca
ögrenenlerin ve eline bir ceb lügati alıp da, Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i serîfleri tercemeye
kalkısan yeni din âlimlerinin(!), para kazanmak için yapdıkları terceme ve
tefsîrler, bozuk ve zararlı olmakdadır. Bir tesavvuf âliminin huzûrunda, senelerce
dirsek çürütüp, emek verip, pismeden, olgunlasmadan, (Mesnevî) okutan, tesavvuf
kitâbları tercemesine kalkısan tarîkatcıların sözleri ve yazıları da, yanlıs ve
çok zararlı olur].
Kazâ ve kader. Halâl rızk, harâm rızk. Allahü teâlânın ilminin sonsuz olması ne
demekdir? Halâl, harâm, Allahü teâlânın rahmeti nedir? Adâlet ve zulm; Allahü
teâlânın adâleti. Akl nedir? Aklın kısmları, akl-ı selîm, akl-ı sakîm, Rab nasıl olur?
Rabbin üzerine birsey lâzım mıdır? Rab, mahlûklara fâideli, uygun seyleri yapmaga
mecbûr mudur?
Zevk yolu ile anlıyabilmek, bu bilgileri, uzun uzadıya açıklamakla, genis anlatmakla
ve yazmakla olamaz. Anlayısların yüksek ve asagı derecelerine göre, müskillerini
çözene hüsn-i zan ederek, güvenerek uzun zemân birlikde bulunmaları ile
güzel, feyzli bir sûretde olur. Bu sûretde hiçbir delîle, isbâta, kelimelerin ma’nâlarını
bilmege hâcet kalmaz. Içinde zarûrî bir bilgi hâsıl olur. Yakîn ile, vicdân ile
inanır. Ulûm-i nakliyye ile, ya’nî âyet ile, hadîs ile ve ulûm-i akliyye ile isbâta lüzûm
kalmaz. Hattâ, isbât için gösterilen delîlleri, senedleri, maksaddan, gâyeden
uzak görür, yabancı bulur. Bu sartlar olmazsa, her delîl, her isbât noksân olur. Zekî
olanların zihnlerine gelen sübheler, yanlıs düsünceler giderilemez. Hattâ artarak,
îmânı da sarsılır. Iste, yarım fen adamları hep böyledir.
Islâm ilmlerinden ikinci kısmı olan akl bilgilerinin, ya’nî tecribî ilmlerin iyi ögrenilmesi,
ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlasılmasına yardım eder.
Akl yolu ile anlamaga gelince, bunun için, önce ulûm-i akliyyeyi, ya’nî akla dayanan
bilgileri ögrenmek lâzımdır. Bu bilgiler nelerdir, kaça ayrılır? I’tikâd
mes’elelerine baglılıgı olanlar hangileridir. Baglı olmıyanları, uymıyanları hangileridir?
Tecribî fizik, riyâzî fizik, ilâhî fizik ilmleri nelerdir? Riyâzî fizik ögrenmek,
din bilgilerini kuvvetlendirir. Din bilgilerini sarsmaz. Astronomi [ilm-i heyet], aritmetik
[hesâb] ve geometri [hendese], dîne yardımcı bilgilerdir. Tecribî fizikdeki,
(Tecribe ve isbât edilenlere uymıyan) birkaç yanlıs teori [nazariyye] ve hipotez [faraziyye]
den baska, hepsi dîne uymakda, îmânı kuvvetlendirmekdedir. Ilâhî fizik
[metafizik] bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dîne uymaz. Bu ilmler ögrenilin-
– 402 –
ce, din bilgilerinin, aklî ilmlere uyan ve aklî bilgilerle çözülmiyen yerleri ve sebebleri
meydâna çıkar ve akla uygun sanılmıyan, aklın erisemedigi mes’elelerin inkâr
edilemiyecegi anlasılır.
ADÂLET
Kıymetli mektûbunuzun sonunda, (Adâlete uymuyor gibi görünmüyor mu?) diyorsunuz.
Efendim, adâletin ve bunun zıddı olan zulmün, ikiser ta’rîfi vardır:
1 — Adâlet, bir âmirin, bir hâkimin, memleketi idâre için koydugu kanûn,
kâ’ide, çizdigi hudûd içinde hareket etmekdir. Zulm ise, bu kanûnun, bu hudûdun,
bu dâirenin dısına çıkmakdır.
Âlemleri yaratan, yokdan var eden, mâlikimiz, sâhibimiz Allahü teâlâ, hâkimlerin
hâkimi, herseyin asl sâhibi ve tek yaratıcısıdır. Üstünde bir âmiri, hâkimi, sâhibi,
mâliki yokdur ki, Onu bir hudûd içinde harekete, bir dâire içinde kalmaga mecbûr
etsin ve bir kanûn altında bulundursun. Bir vezîri, bir müsâviri, bir yardımcısı
yokdur ki, iyiyi fenâdan ayırmak için isâret versin, yol göstersin. Bundan dolayı, Allahü
teâlânın, adâletin bu ta’rîfi ile zâten bir ilgisi olmaz. Ona zulm kelimesi yaklasamıyacagı
gibi, bu ta’rîfe uyarak, âdil demek de, yakısmaz. Âdil denilmesi, zulmü
hâtırlatabilir. Allahü teâlâ için bu ta’rîfe göre, adâleti hâtırlamak da, zulmü hâtırlamak
gibi, câiz olmaz. Allahü teâlânın bir ismi (adl)dir. Âdil oldugu muhakkakdır.
Bu ism de, baska ismleri gibi, (te’vîl) olunur. Islâmiyyete uygun bir ma’nâya çevrilir.
Ya’nî, adlden murâd, adâletin gâyesidir. Meselâ, Rahmân ve Rahîm de, Allahü
teâlânın ismidir. Rahmet ve rahm sâhibi demekdir. Rahm, kalbin bir tarafa egilmesine
denir. Allahü teâlânın kalbi yokdur ki, meyl etsin. O hâlde, rahm demek,
rahmın gâyesi demekdir ki, ihsân etmek, iyilik etmekdir. Adl isminin de gâyesi, netîcesi,
iyilik edici, nefse uygun gelen, tatlı gelen seyleri verici demekdir.
Allahü teâlâ, adle, adâlet yapmaga mecbûr degildir. Mecbûr olsaydı, muhtâr olmazdı.
Ya’nî, irâdesi, istegi bulunmazdı. Irâdesi olmıyan, mecbûr olur.
Bu ta’rîfe göre, (Filân sey adâlete uymuyor) denilemez. Allahü teâlâya, bu
ma’nâda âdil denilemiyecegi gibi, böyle adâlete mecbûr da degildir.
2 — Adâletin yüksek ta’rîfi, (Kendi mülkünde olanı kullanmak) demekdir.
Zulm de, baskasının malına, mülküne tecâvüzdür. Adâletin, dînimizdeki ta’rîfi de,
iste budur.
Âlemlerin hepsi, ulvî, süflî, cismânî, arazî (sıfatlar), bedenî, rûhî, melekî, insânî,
cinnî, hayvânî, nebâtî, cimâdî [cânsız], felekî [gökler], kevâkib [yıldızlar], büyük
ve küçük cismler, Ars ve Kürsî, yer ve gökler, elementler ve mineraller, madde
ve ma’nâ âlemleri, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın kemîne [âciz, muhtâc] mahlûkları
ve mülkü olup, hepsinin tek yaratanı, müstekıl sâhibi, yalnız Odur. O, her
hâlde, her bakımdan kemâldedir. Noksânlık yokdur ki, ikmâl etmek, temâmlamak
lâzım olsun. Ondan baska hersey, Onun mülkü ve mahlûkudur. Memlûk mâlike,
mahlûk hâlıka, mülkde ve yaratmakda serîk [ortak] olmadıgı gibi, birseye de mâlik
degildirler.
Bu her iki ta’rîfe göre, Allahü teâlânın isleri için, (adâlete uymayan) birsey olmaz.
Böyle görmek, yaratanı, ba’zı seylerde, yaratdıgı seylere benzetmek olur. Bu
ise, büsbütün haksızlıkdır. Yaratan, hiçbir sûretle yaratdıklarına benzemez.
[Süâl: — Islâm memleketlerinde dünyâya gelen müslimân çocukları, ana, babasından,
komsularından, hocalarından görerek, ögrenerek müslimân oluyor. Baska
memleketlerdeki kâfir çocukları ise, kâfir olarak yetisdirilip, müslimânlıkdan
mahrûm ediliyor. Bunlar da islâm terbiyesi ile yetisdirilseydi, müslimân olur,
Cennete giderlerdi. Böyle yetisenlerin Cehenneme gitmesi haksızlık olmaz mı?
Cevâb: — Adâlet ile ihsânı karısdırmamalıdır. Allahü teâlâ, her memleketde yetisen
kulları için, adâleti fazlası ile yapmısdır. Ya’nî âkıl ve bâlig olmadan ölen kâ-
– 403 –
fir çocuklarını Cehenneme sokmıyacakdır. Âkıl ve bâlig oldukdan, ya’nî evlenecek
çaga geldikden sonra, Muhammed aleyhisselâmın dînini duymadan ölen kâfirlere
de azâb yapmıyacakdır. Bunlar, islâm dînini, Cenneti, Cehennemi isitdikden
sonra, merak etmez, ögrenmez ise, inâd edip inanmazsa, o zemân azâb göreceklerdir.
Âkıl ve bâlig olanlar, ana babanın, muhîtin yapmıs oldukları eski te’sîrlerin
altında kalmaz. Eger kalsaydı, elli seneden beri islâm memleketlerinde, islâm
terbiyesi altında yetisen yüzbinlerle müslimân evlâdı, islâm düsmanlarının yalanlarına,
iftirâlarına aldanmaz, dinsiz, mürted ve hattâ din düsmanı olmazdı.
Bunlar, âkıl ve bâlig oldukdan sonra, hattâ kırkından sonra, hattâ, hoca, hâfız oldukdan
sonra, dinden çıkmakda, hattâ din düsmanı olmakda, hattâ din düsmanlıgında
önderlik yapmakdadırlar. Anasına, babasına, komsularına ve akrabâsına,
yobaz, gerici, mürteci’, serî’atcı, ileri sagcı diyerek alay etmekdedirler. Bu pek acı
misâller, ana baba terbiyesinin te’sîrinin devâmlı olmadıgını açıkca göstermekdedir.
Bunun içindir ki, bugün dinden çıkmak, bütün dünyâyı saran bir âfet, fecî’ bir
akıntı hâlindedir. Genç, ihtiyâr, bu felâkete kapılmıyan pek az kimse kalmısdır. Diger
tarafdan, birçok kâfirlerin, ilm, fen adamlarının müslimân oldugunu görüyoruz.
Pek az olsa da, dînini degisdirmiyenlerin bulunması, ana terbiyesinin te’sîrinin,
ba’zan da devâmlı oldugunu gösteriyor denirse, bir çocugun müslimân evlâdı
olması, islâm terbiyesi ile yetismesi, Allahü teâlânın bir ihsânıdır. Kâfir çocuklarına
bu ihsânı yapmıyor. Fekat, kimseye ihsân yapmaga mecbûr degildir. Ihsân
yapmamak zulm olmaz. Meselâ, bakkaldan bir kilo pirinç alsak, tam bir kilo dartması
adâletdir. Noksan dartarsa zulm olur. Biraz fazla verirse ihsân olur. Bu ihsânı
istemek, kimsenin hakkı degildir. Iste, Allahü teâlânın islâm terbiyesi ile yetisdirmesi,
büyük ihsânıdır. Diledigine ihsân eder. Kâfir çocuklarına bu ihsânı yapmaması
zulm olmaz. Ihsân etdigi kimseler kâfir olursa, bunların cezâsı, azâbı da,
katkat ziyâde olacakdır. Imâm-ı Rabbânî “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikiyüzellidokuzuncu
mektûbunda buyuruyor ki, (Bu fakîre göre, dagda yetisip, hiçbir din
duymayıp, puta tapan müsrikler, Cennete ve Cehenneme girmiyecekler, hesâb yapılırken,
zulmleri kadar azâb çekeceklerdir. Sonra hayvanlar gibi, yok edileceklerdir.
Küçük iken ölen kâfir çocukları ve Peygamberlerden haberi olmıyanlar da
böyle olacaklardır.)]
AKLIN TEFSÎRI
Akl, bir (Kuvve-i derrâke)dir. Ya’nî anlayıcı bir kuvvetdir. Hakkı bâtıldan, iyiyi
kötüden, fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmısdır. Bunun için, hakkı
bâtıl ile karısdırabilecek olan insanda, cinde ve meleklerde akl yaratılmısdır. Allahü
teâlânın kendisinde ve Ona âid bilgilerde, hakkın bâtıl ile karısdırılması
olamıyacagından, o bilgilerde, akl yalnız basına sened olamaz. Mahlûklara âid bilgilerde,
hakkı bâtıl ile karısdırmak mümkin oldugundan, bu bilgilerde aklın ise karısması
dogru olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde hakkı bâtıl ile karısdırmak isti’dâdı
olmadıgından, akl, o bilgilerde yürüyemez. Rubûbiyyet, yaratıcılık, her bakımdan
bir olmak ister. Ayrılık olmadıgı için, orada aklın isi yokdur.
Akl, bir ölçü âletidir. Allahü teâlâya âid bilgilerde, kıyâs [ölçmek] olamaz.
Mahlûklara âid bilgilerde, kıyâs olup, dogru kıyâs etdi ise sevâb kazanır. Yanlıs kıyâs
etdi ise afv olur. Allahü teâlâya âid bilgilerde kıyâs olsa, sâhid ile gâibe istidlâl
[bilinmiyeni, bilinene benzeterek anlamaga çalısmak] lâzım olur. Ya’nî, anlasılmıyan
seyleri, bilinen seyler gibi sanmak olur. Akl ve ilm adamlarının hepsi, sâhidden
gâibe istidlâlin bozuk bir yol oldugunu, sözbirligi ile bildirmekdedir. Akl,
yalnız, Allahü teâlânın varlıgını isbât etmekde biraz is görür. Bu bilgi, derin ve güçdür.
Önce, aklın müsekkik mi, mütevâtî mi oldugunu anlıyalım:
(Mütevâtî) ne demekdir? Mütevâtî, bir cins içinde bulunan ferdlerin hepsinde
müsâvî mikdârda bulunan sıfat demekdir. Insanlık ve hayvanlık sıfatları gibi. In-
– 404 –
sanlık, en yüksek insan ile en asagı bir insanda müsâvîdir. Meselâ, bir Peygamberin
“sallallahü aleyhi ve sellem” ve bir kâfirin insanlıgı müsâvîdir. Insanlık, Nebîde
dahâ çok, dahâ kuvvetli degildir. Bir Nebînin insanlıgı ile bir kâfirin insanlıgı
arasında fark yokdur. Cemsîd gibi büyük bir pâdisâh ile, bir köy çobanının insanlıgı
aynıdır. Ya’nî, Cemsîddeki insanlık, çobandaki insanlıkdan üstün degildir.
(Müsekkik) — Bir cins içindeki ferdlerin hepsinde müsâvî mikdârda bulunmıyan
sıfatdır. Ilm gibi. Ilm, âlimlerin ba’zısında çok, ba’zısında azdır. Büyük bir fen
adamı da olan bir islâm âliminin ilmi, bir köy hocasındaki ilmden elbette dahâ çokdur
ve dahâ genis, dahâ parlakdır. O hâlde, din bilgilerinde, hangi âlimin bilgisine
güvenilir? Elbette, en büyük ve ilmi çok ve fen kollarında tedkîk ve tecribe sâhibi
olan âlimin ilmine dahâ çok güvenilir. Bunun üstünde, baska bir âlim bulunursa,
ona i’timâd elbette dahâ çok olur.
Akl, insanlık gibi mütevâtî midir, yoksa ilm gibi müsekkik midir? Elbette müsekkikdir.
Ya’nî, nev’inin ferdlerinde müsâvî olarak bulunmaz. O hâlde, en yüksek
akl ile en asagı akl arasında binlerce dereceleri vardır. Su hâlde, (aklın kabûl
edebilecegi) sözü nasıl dogru olabilir? Hem hangi akl, ya’nî kimin aklı, en çok aklı
olan kimsenin mi, yoksa her akllı denen kimsenin mi?
Akl, baslıca iki kısmdır: (Selîm akl), (Sakîm akl). Bunların her ikisi de akldır.
Tam selîm akl, hiç yanılmaz, hatâ etmez. Pismân olacak hiçbir hareketde bulunmaz.
Düsündügü seylerde aslâ hatâ etmez. Hep dogru ve sonu iyi olan islerde bulunur.
Dogru düsünür ve dogru yolu bulur. Isleri hep dogrudur. Böyle akl, ancak
Peygamberlerde “aleyhimüssalâtü vesselâm” bulunur. Her basladıkları isde muvaffak
olmuslardır. Pismân olacak, zarar görecek birsey yapmamıslardır. Bunların
aklına yakın, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’în ve Tebe-ı tâbi’înin, din imâmlarının “rıdvânullahi
aleyhim ecma’în” akllarıdır. Bunların aklları, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun
akllardır. Onun için, bunların zemânında, islâmiyyet genisledi. Müslimânlar
çogaldı. Târîhi iyi anlıyan, bunu pek iyi görür. Sakîm akllar, bunların aksi, tam tersi
olan akllardır. Düsündükleri seylerde ve yapdıkları islerde yanılır. Hepsi üzüntüye,
pismânlıga, zarara, sıkıntıya sebeb olur.
Bu iki kısm akl arasında, çok ve çesidli dereceler vardır. Sunu da bildirelim ki,
mü’minlerin, dînî aklı ve dünyevî aklı oldugu gibi, kâfirlerin de, dînî ve dünyevî
aklı vardır. Kâfirin dünyâ islerine eren aklı, âhıret islerine eren aklından üstün oldugu
gibi, mü’minin âhıret islerini anlıyan aklı, dünyâ islerini anlıyan aklından üstündür.
Fekat, bu hâl devâmlı degildir. Dünyâ geçer, biter. Geçici islere yarayan
akl, devâmlı olan, bitmiyen islere yarayan akldan dahâ kıymetli olamaz.
[Aklı ve zekâyı birbirine karısdırmamalıdır. Zekâ, sebeb ile netîce arasındaki
baglılıkları bulmak, benzeyis ve ayrılısları anlamakdır. Isviçreli Claparede, zekâyı
(Yeni îcâb ve vaz’ıyyetlere, zihnin en iyi seklde uymasıdır) diye anlatmısdır. Ya’nî
muhîtimize uymamızı saglıyan bir kuvvetdir. Tek hücreli hayvanlar, muhîtin yalnız
te’sîr etmesi ile hâl degisdirerek, bu tepkiye uyar. Dahâ ileri olan eklem bacaklılarda,
tepkilere sevk-ı tabî’î (iç güdü)ler de katılır. Kemikli hayvanlarda, bu iki
kuvvete, alıskanlık da karısır. En yüksek hayvanlarda ve insanlarda ise, muhîte uymak
için, yeni bir fe’âliyyet, bir davranıs ortaya çıkar ki, bu da zekâdır. Bergson
diyor ki: (Ilk insanların ve her asrın, geri kalmıs kısmları, tabî’ate uymak, hayvanlar
ve kendileri arasında münâsebet kurmak için âletler yapmısdır. Bu âletler, zekâ
ile yapılmısdır). Görülüyor ki, âlet yapmak, teknikde yükselmek akla degil, zekâya
alâmetdir. Alman pyschologue ve pédagogue’larından William Stern, (Zekâ,
düsünceyi, hayâtın yeni sartlarına uydurmakdır), dedi. Ya’nî problem, mes’ele
çözmek kuvvetidir. Amerikalı Terman ise, (Zekâ, mücerred fikrlerle düsünebilmekdir)
demisdir. Bütün bu ta’rîfler gösteriyor ki, zekâ, sevk-ı tabî’îden yukarı,
akldan asagı, bir sü’ûr basamagıdır. Aklın tatbîkcisi gibi olan zekâ, akldan önce tesekkül
etmekdedir. Akl sâhibleri, teorik yollar ve kâ’ideler ortaya koyar. Zekî kim-
– 405 –
se, bunların pratige tatbîkını saglar. Fekat, aklı az ise, akl sâhiblerinden ögrendiklerini
kullanmakla kalıp, zarûrî ve küllî prensiplere, kendiliginden ulasamaz.
Ya’nî, zihni iyi islemez ve istidlâlleri dogru yapamaz. Zekâ, düsünebilmek kuvvetidir.
Fekat, düsüncelerin dogru olması için, akl lâzımdır. Zekî insan, düsüncelerinin
dogru olabilmesi için, bir takım prensiplere muhtâcdır. Bu prensipleri idâre
eden akldır. O hâlde, her zekî kimseyi akllı sanmak dogru olamaz. Zekî bir kimse,
büyük bir kumandan olabilir. Akllılardan ögrendigi üsûlleri, yeni harb vaz’ıyyetine
uydurarak, kıt’aları fethedebilir. Fekat, aklı az ise, bir hatâ ile, basarıları,
felâkete döner. Meselâ, Napolyonun zekâ saçan askerî plânları, zaferleri ve aklsız
hareketlerinin sonu olan felâketleri meydândadır. Üçüncü sultân Selîm hân “rahmetullahi
teâlâ aleyh” zemânında, Napolyonun Sûriyede, islâm askerleri karsısında
bozguna ugrayarak nasıl kaçdıgı târîhlerde yazılıdır. Bir arslanın zekâsı, insan
zekâsı kadar kuvvetli olsaydı, bu arslan öteki arslanlardan, onbin kat dahâ çok korkunç
olurdu. Aklsız, dinsiz kimse de, kuvvetinin ve zekâsının çoklugu kadar,
cem’iyyetlere büyük tehlüke olur].
Bu yazılar dikkatle okunursa, her isde ve hele dînî islerde akla güvenilemiyecegi,
bu islerin akl ile ölçülemiyecegi meydâna çıkar.
Din isleri, akl üzerine kurulamaz. Çünki, akl, bir karârda kalmaz. Herkesin aklı,
birbirine uymadıgı gibi, bir adamın, selîm olmıyan aklı da, ba’zan dogruyu bulur,
ba’zan da yanılır ve yanılması dahâ çok olur. En akllı denilen kimse, din islerinde
degil, mütehassıs oldugu dünyâ islerinde bile, çok hatâ eder. Çok yanılan bir akla
nasıl güvenilebilir? Devâmlı, sonsuz olan âhıret islerinde, nasıl olur da, akla uyulur?
Insanların sekl ve ahlâkları baska baska oldugu gibi, akl, tabî’at ve ilmleri de,
ayrı ayrıdır. Birinin aklına uygun gelen birsey, baskasının aklına hiç de uygun gelmiyebilir.
Birinin tabî’atine uygun olan birsey, baskasının tabî’atine uymaz. O hâlde,
din islerinde, akl, tam bir ölçü, dogru bir sened olamaz. Ancak, akl ile islâmiyyet,
birlikde, tam ve dogru bir vesîka ve ölçü olur. Bunun içindir ki:
(Dînini ve îmânını, insan düsüncelerinin netîcelerine baglama ve akl ile inceleyerek
varılan sonuçlara uydurma!) buyurmuslardır.
Evet, akl huccetdir, dogru yolu gösterir. Fekat, selîm olan akl gösterir, her akl
degil.
Demek oluyor ki, selîm olmıyan aklların, yanıldıkları için, bir hakîkati kabûl etmemeleri,
uygun bulmamaları, bir kıymet bildirmez. Selîm olan akllar, ya’nî Peygamberlerin
“aleyhimüsselâm” aklları, din hükmlerinin hepsinin pek yerinde ve
dogru olduklarını açıkça görür. Islâmiyyetin her hükmü, bu akllar için, pek meydânda,
âsikâr ve apaçıkdır. Senede, isbât etmege lüzûm olmadıgı gibi, tenbîh etmege,
haber vermege de lüzûm yokdur.
HALÂL VE HARÂM
Herseyi, Allahü teâlâ yaratdı. Herseyin sâhibi, mâliki Odur. Kullanmamız için
izn verdigi seyler, halâl olur. Izn vermedigi seye de, harâm denir. Meselâ, bir erkege,
iki kız kardesden birini nikâhla almagı halâl eyledi. Ikincisini de almagı harâm
etdi. Harâm demek, sâhib ve hâlık olan Allahü teâlânın, bir seyi kullanmaga
izn vermemesi demekdir. Halâl ise, o yasak dügümünü çözmek demekdir.
Birsey, bir kimseye halâl, baska bir kimseye harâm olabilir.
Dünyâda harâm isliyen kimse, âhıretde ondan mahrûm kalır. Burada halâl
seyleri kullananlar, orada, o seylerin hakîkatine kavusur. Meselâ, bir erkek, dünyâda
harâm olan ipegi giyerse, âhıretde ipek giymekden mahrûm edilir. Ipek ise,
Cennet elbisesidir. O hâlde, bu günâhdan temizlenmedikce, Cennete giremez
demekdir. Cennete girmiyen de Cehenneme girer. Çünki, âhıretde, bu ikisinden
baska yer yokdur.
– 406 –
Âhıret isleri, hiçbir bakımdan dünyâ islerine benzemez. Bu dünyâ, yok olmak
için yaratıldı. Yok olacakdır. Âhıret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak seklde
yaratıldı. Sonsuz kalacak sey ile çabuk yok olacak sey arasında ne kadar fark
varsa, dünyâ ile âhıret yapısı ve isleri arasında da o kadar fark vardır. Yalnız ismleri,
anlatılması benzemekdedir. Meselâ Cennet kelimesi, dünyâda bostân, âhıretde
ise, Cennet denilen, sonsuz ni’metlerin bulundugu yer demekdir. Cehennem de,
burada derin ates kuyusu, orada ise Cehennem denilen azâb dolu yere denir.
ÎMÂN
Efendim! Yüksek mektûbunuzun bas tarafında (kâmil olan îmân) demissiniz.
Îmân, hâsıl olunca, zâten kâmildir. Çünki, îmânda azlık, çokluk olmaz. Îmânın kendisi,
az veyâ çok olmaz. Azlık, çokluk, îmânın parlaklıgında, belli olmasındadır. Îmânın,
aslı, kendisi:
Server-i âlem olan Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdigi seyleri,
akla, tecribeye ve felsefeye danısmaksızın, tasdîk ve i’tikâd etmekdir, inanmakdır.
Akla uygun oldugu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmis olur. Resûlü tasdîk
etmis olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikde tasdîk etmis olur ki, o zemân Peygambere
i’timâd tam olmaz. I’timâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünki, îmân parçalanamaz.
Akl, Resûlün “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bildirdiklerini uygun
bulursa, bu aklın kâmil, selîm oldugu anlasılır.
Inanılması lâzım sey için, tecribî ilmlere danısıp, tecribeye uygun ise, inanır, tecribe
ile isbât edemeyince, inanmaz veyâ sübheye düserse, o zemân, tecribesine inanmıs
olup, Resûle inanmamıs olur ki, böyle îmân, kâmil degil, zâten îmân olmaz.
Çünki, îmân parçalanamaz. Az ve çok olmaz.
Din bilgileri, felsefe ile ölçülmege kalkısılırsa, bu sefer felesofa inanılmıs olup,
Peygambere inanılmıs olmaz. [Evet, Allahü teâlânın var oldugunu ve Muhammed
aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi oldugunu anlamakda, aklın, felsefî ve tecribî
ilmlerin yardımı büyükdür. Fekat, bunların yardımı ile Peygambere “sallallahü
teâlâ aleyhi ve sellem” inanıldıkdan sonra, Onun bildirdigi seylerin herbiri için
akla, felsefeye ve tecribî ilmlere danısmak dogru olmaz. Çünki, akl ile, tecribe ve
felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zemânla degismekde, yenileri bulununca,
eskilerinin atılmakda oldugunu gösteren misâller, literatürlerde az degildir.]
O hâlde:
Îmân, Resûl-i Ekrem efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, Allahü teâlâ tarafından,
Peygamber olarak, bütün insanlara getirdigi ve bildirdigi emrlerin hepsine
i’timâd ve i’tikâd etmekdir. Bu emrlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak
veyâ sübhe etmek küfrdür. Çünki, Resûle inanmamak veyâ i’timâd etmemek,
Resûle yalancı demek olur. Yalancılık kusûrdur. Kusûru olan kimse, Peygamber
olamaz.
[Îmân demek, (Nass)larda, ya’nî, Kur’ân-ı kerîmde ve icmâ’ ile ve zarûrî olarak
bilinen hadîs-i serîflerde açıkca bildirilen seylerin hepsine, inanmak demekdir. Burada
(Icmâ’) demek, Eshâb-ı kirâmın “rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecma’în” sözbirligi
demekdir. Birseyi, Eshâb-ı kirâm, sözbirligi ile bildirmedi ise, Tâbi’înin sözbirligi
bu sey için icmâ’ olur. Tâbi’în de bu seyi sözbirligi ile bildirmedi ise, Tebe-i tâbi’înin
sözbirligi ile bildirmeleri, bu sey için icmâ’ olur. Çünki, bu üç asrın âlimleri,
ya’nî müctehidleri, hadîs-i serîf ile övülmüsdür. Bunlara (Selef-i sâlihîn) denir.
Sahâbe ve Tâbi’îne (Selef-i sâlihîn) denildigi, Ibni Âbidînde (Kâdîlık) bahsinde yazılıdır.
(Buhârî) ve (Müslim) ve (Kütüb-i sitte)den olan diger dört kitâbda yazılı
binlerce hadîs-i serîfin sahîh oldukları, bunlardan sonraki âlimlerin sözbirligi ile
bildirilmisdir. Zarûrî olarak bilinmek demek, her asrda, müslimânların çogunun
isitdikleri, yayılmıs bilgi demekdir. Bunları bilmemek özr olmaz.
– 407 –
(Hadîka)nın yüzonbirinci sahîfesinde diyor ki, (Icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmis
olan inanılacak ve yapılacak din bilgilerinde ictihâd yapmak câiz degildir.
Çünki, bunlara inanmıyan kâfir olur. Bunlara inananlara (Mü’min) ve (Müslimân)
denir. Bunlar, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti olur. Muhammed aleyhisselâmın
ümmetinden ba’zıları i’tikâdda ictihâd yaparak yetmisüç fırkaya ayrıldı.
Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i serîflerde açıkca bildirilmemis olan ve açık olanların
da ma’nâları icmâ’ ile ve zarûrî olarak anlasılmamıs olan yapılacak islerde ictihâd
etmek câizdir. Inanılacak olan bilgilerde ictihâd hiç câiz degildir. Böyle bilgilerde
ictihâd ederken yanılmak, küfr olmaz ise de, büyük günâh olur. Müslimânların
yetmisüç fırkasından yetmisiki fırkası böyle yanılmıs, dogru yoldan ayrılmıs,
(Bid’at sâhibi) olmuslardır. Bunlar sapık inançlarının cezâsı olarak Cehenneme gireceklerdir.
Fekat, müslimân oldukları için, Cehennemde sonsuz kalmıyacaklar,
azâb gördükden sonra, çıkarılacaklardır. Sübheli bilgilerde Eshâb-ı kirâmın yolundan
ayrılmayan fırkaya (Ehl-i sünnet) denir. Icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemis
olan islerin halâl veyâ harâm olmalarını anlamakda ictihâd yaparken yanılmak
suç olmaz. Sevâb olur. Ehl-i sünnet fırkasının içinde bulunan, inanısları birbirlerine
uygun, dogru dört mezhebin is bakımından birbirlerinden ayrılmaları bu sûretle
olmusdur.
[Bir hükm üzerinde, dört mezhebin ictihâdları arasında icmâ’ hâsıl olursa, bu
icmâ’a inanmak da lâzım oldugu, inanmıyanın kâfir olacagı, (Mektûbât)ın ikinci
cildinin otuzaltıncı mektûbunda yazılıdır.
Selef-i sâlihînin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yolunda bulunan müslimânlara
(Ehl-i sünnet) denir. Ehl-i sünnet olmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin (Nass)larda
açık bildirilmemis olan ahkâmdaki ictihâdlarını begenmeyen ve bu ma’nâsı açıkca anlasılamıyan
nassları yanlıs te’vîl ederek, anladıklarını Selef-i sâlihînin yolu olarak savunan
sapıklara (Silfiyye) veyâ (Selefiyye) denir. Silfiyye bid’atini ortaya çıkaranların
en meshûru Ibni Teymiyye ve vehhâbîlerdir. Bunlar kendilerinin Eshâb-ı kirâm
yolunda oldugunu savunuyor, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i serîflerden yanlıs ve bozuk
ma’nâlar çıkararak, Ehl-i sünnet olan hakîkî müslimânları kötülüyorlar.]
Hadîs-i serîfde, (Lâ ilâhe illallah ehline kâfir demeyiniz! Bunlara kâfir diyenin
kendisi kâfir olur) buyuruldu. Bu hadîs-i serîf, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i
kıble) olan kimse, icmâ’ ile ve zarûrî olarak bildirilmemis inanılacak seylerde
ma’nâsı açıkca anlasılamıyan nassları yanlıs te’vîl ederek, Ehl-i sünnetin dogru yolundan
ayrılınca veyâ baska bir büyük günâh isleyince kâfir olmaz demekdir. Fekat,
Ehl-i sünnetden ayrılan kimse, tevâtür ile zarûrî olarak ögrenilen din bilgilerinden
birine inanmazsa, buna (Lâ ilâhe illallah ehli) denmez. Böyle kimse kâfir
olur.) Ibnî Âbidînin üçyüzyetmisyedinci sahîfesinde de böyle yazılıdır. (Hadîka)
da, ikinci kısmın sonunda buyuruyor ki, (Hazret-i Alîyi üç halîfeden üstün tutana
(Sî’î) denir. Eshâb-ı kirâma sögene (Mülhid) denir.) Sî’î, Ehl-i kıbledir. (Mülhid)
ise, kâfir olmakdadır. (Mülhid)lere bugün Kızılbas da denilmekdedir. Sî’îler
bugün kendilerine (Ca’ferî) diyorlar.
Görülüyor ki, (Lâ ilâhe illallah ehli) ya’nî (Ehl-i kıble) demek, tevâtür ile ve zarûrî
olarak bilinen din bilgilerinin hepsine inanan, ya’nî müslimân olan kimse
demekdir. Böyle kimse, sapık inanısı ile kâfir olmaz.
(Hadîka)da yüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir kisinin bildirdigi hadîs-i serîfe
inanmak lâzım degil ise de, ma’nâsı tevâtür ile bildirildi ise, bu icmâ’a inanmak
lâzım olur).
(Milel-nihâl) kitâbı tercemesinin altmısdokuzuncu sahîfesinde diyor ki, (Imâm-ı
a’zam Ebû Hanîfe ve imâm-ı Sâfi’î, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdular. Bu
sözün ma’nâsı, Ehl-i kıble olan, günâh islemekle kâfir olmaz demekdir. Yetmisiki
fırka âlimleri ve bunların yollarında olanlar, Ehl-i kıbledirler. Ictihâd yapılması câiz
olan açıkca anlasılamıyan delîllerin te’vîllerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir de-
– 408 –
nilmez. Fekat, zarûrî olan ve tevâtür ile bildirilmis olan din bilgilerinde ictihâd câiz
olmadıgı için, böyle bilgilere inanmıyan, sözbirligi ile kâfir olur. Çünki, bunlara
inanmıyan, Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” inanmamıs olur. (Îmân) demek,
Resûlullahın “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” Allahü teâlâ tarafından getirdigi, zarûrî
olarak bilinen bilgilere inanmak demekdir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak
küfr olur. Inanmamagı gösteren her söz ve her is, ister saka olarak, isterse gönülden
olmıyarak olsun, küfr olur. Zorlanarak veyâ yanılarak olursa, küfr olmaz).
Ibni Âbidîn, birinci kısmın önsözünde buyuruyor ki: (Felsefe) yunanca bir kelimedir.
Eski ma’nâsı, begendigi düsüncelerini, hakîkat olarak anlatmak, yaldızlı,
heyecân verici lâflarla inandırmaga çalısmak demek idi. Görünüsde dogru, çogu
bozuk olan sözler idi. Tecribeye, hesâba dayanmıyan sahsî düsüncelere (Felsefe)
denirdi. Varlıklar yokdan yaratılmamıs, böyle gelmis böyle gider demek, îmân
edilecek seylere, halâl, harâm olanlara inanmaga gericilik demek böyledir. (Ihyâül’
ulûm)da diyor ki, (Eski yunan felsefesi, baslı basına bir ilm degildir. Matematikçiler,
geometri okuyanlar, mantık ögrenenler, tabî’iyyeciler ve tabîbler arasında
bu felsefeye kayanlar çok oldu. (Ilâhiyyât) üzerinde, ya’nî Allahü teâlâ ve
onun sıfatları, emrleri, yasakları üzerinde, kendi aklları, görüsleri ile konusdular.
Hâlbuki hesâb, hendese, mantık, tabî’at bilgisi, fizik, kimyâ, tıb bilgisi ögrenmek
mubâhdır. Bunlarda mütehassıs olmak fâidelidir. Îmânı kuvvetlendirmek ve millî
kalkınma, râhat, huzûr için ve cihâd için, islâmiyyeti yaymak için bunlar lâzımdır.
Bunların hepsi islâm bilgileridir. Medeniyyet de, bu demekdir. Fekat bunları
islâmiyyete karsı bozuk düsüncelerine âlet etmek, gençleri aldatmak için kullanmak
felsefe olur). Görülüyor ki, fen bilgilerini, insanlara hizmet için ögrenmek fâidelidir,
sevâbdır. Insanların râhatını, huzûrunu kaçırmak, insan haklarını yok etmek,
insanları sömürmek, îmânlarını, ahlâklarını bozmak için ögrenmek, felsefe
olur. Harâm olur. Ögrenilmesi lâzım olan ve yasak olan ilmler, (Hadîka)da uzun
yazılıdır. Bunlar, Istanbulda nesr edilen arabî (Hulâsat-üt-tahkîk fî hükm-it-taklîd
vet-telfîk) kitâbının sonunda basdırılmısdır.
(Fetâvâ-i Hindiyye)de, besinci cild, 377. ci sahîfede diyor ki: Îmân edilecek ve
yapılacak, kaçınılacak seyleri ve geçinecek san’at bilgilerini ögrenmek herkese farzdır.
Bundan fazlasını ögrenmek farz degil ise de, sevâbdır. Ögrenmezse günâh olmaz.
Farz olan bilgilere yardımcı olanları, meselâ astronomi ögrenmek de sevâbdır.
Fıkh ögrenmeyip, yalnız hadîs ögrenen, iflâs eder. Kelâm ilmini, ya’nî
îmân bilgilerini, ihtiyâcdan fazla ögrenmek câiz degildir. Bid’atlerin, fitnelerin yayılmasına
sebeb olur. Sadr-ül-islâm Ebül-Yüsr buyuruyor ki, (Kelâm, tevhîd kitâblarının
birkaçında felsefî bilgiler gördüm. Ibni Ishak Kindî Bagdâdînin ve Istikrârînin
kitâbları böyledir. Bunlar, islâmın bildirdigi dogru yoldan ayrılmıs sapık
kimselerdir. [Ehl-i sünnet bilgilerini ögrenmeden önce] böyle sapık kitâbları okumak
câiz degildir. Abdül-Cebbâr Râzî ve Ebû Alî Cübbâî ve Kâ’bî ve Nazzâm Ibrâhîm
bin Yesâr Basrî ve talebelerinden Amr Câhız (Mu’tezilî) sapıklarının kitâbları
da, eski yunan felsefecilerinin bozuk fikrleri ile doludur. Böyle kitâbları okumak
gençlere zararlıdır. Muhammed bin Hîsûm gibi(Mücessime) fırkasındakilerin
kitâbları da böyledir. Bunlar bid’at fırkalarının en kötüsüdür. Ebül-Hasen-i
Es’arî de, önceleri Mu’tezile inancını yaymak için çok kitâb yazdı. Allahü teâlâ,
kendisine hidâyet verdikden sonra, eski fikrlerini kötüleyici kitâblarını yaydı.
Yanlıslarını görebilenlerin, bu kitâbları okuması zararlı olmaz. Sâfi’î âlimleri,
îmân bilgilerini Ebül-Hasen-i Es’arînin kitâblarından aldılar. Ebû Muhammed Abdüllah
bin Sa’îdin bu kitâbları açıklıyan eserleri temâmen zararsız hâldedir. Sözün
kısası, eski felsefecilerin yazdıgı din kitâblarını gençlere okutmamalıdır. Ehl-i
sünnet bilgilerini ögrendikden sonra okumaları câiz olur). Hindiyyeden terceme
temâm oldu. 1368 [m. 1949] da öldürülen (Ihvân-ül-müslimîn) cemâ’atinin müessisi
Mısrlı mezhebsiz, Hasen el-Bennânın ihtilâlci yazıları ve Seyyid Kutbun (Fî-
– 409 –
zılâl-il-Kur’ân) ismindeki bozuk tefsîri ve baska kitâbları ve Hindistândaki vehhâbîlerden
Muhammed Sıddîk hânın ba’zı kitâbları ve Mevdûdî ve Hamîdullah ve
1359 [m. 1940] da ölmüs olan Cezâyirli Ibni Bâdis gibi dinde reformcuların kitâbları
da böyledir. Dînini ögrenmek istiyenler, bunların bozuk kitâblarını okumamalıdır.]
Dînimizin bildirdigi birseyde sübheye düsen kimse, Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi,
bu sey ile neyi bildirmek istemis ise, öylece îmân etdim, inandım demelidir.
Hemen, sübhesini giderecek bir din âlimi aramalıdır. Ilmine ve dîne baglılıgına
güvenilir, zekî, ârif, harâmlardan kaçınan, din bilgilerinin inceliklerini bilen,
müskilleri çözebilen bir zâtı arar, bulur. Bundan aldıgı cevâb, sübhesini giderince,
artık öylece îmân eder. Böyle bir zâtı aramak farzdır. Tesâdüfe bırakmayıp, hemen
aramalıdır. Bulamazsa veyâ bulup da, sübheden kurtulamazsa, Allahü teâlânın
ve Resûlünün diledigi gibi inandım demeli ve sübhesinin giderilmesi için, Allahü
teâlâya düâ etmeli, yalvarmalıdır. Iste, bunun için, her sehrde, müskilleri çözebilen
bir zâtın bulundurulması farz-ı kifâyedir. Felsefecilerin iftirâlarını, fen ve
felsefe bilgileri ile karsılıyabilen, fen adamı geçinenlerin i’tirâzlarını, fennî metodlara
dayanarak çözebilen, kitâblı kâfirlerin yanlıs sözlerini, dinlerindeki bozuk yerleri
isbât ederek, red edebilen, dogru yoldan ayrılmıs olanların, fitne ve fesâd ateslerini
söndürebilen, dünyâ târîhini iyi anlamıs, matematik bilgisi kuvvetli ve islâm
bilgilerinin derinliklerine ermis bir din âlimi bulundurmak lâzımdır. Islâm devletleri
böyle âlim yetisdiriyordu. Böyle bir din âlimi bulunmazsa, islâmiyyet, din câhillerinin
elinde oyuncak olur. Istedikleri gibi din kitâbları yazar, gençlerin dinsiz
yetismesine sebeb olurlar. Bir memleketde, islâmiyyetin yerlesmesi için, herseyden
önce, hakîkî din âlimi yetisdirmek lâzımdır. Din âlimi bulunmazsa, Ehl-i
sünnet âlimlerinin kitâblarını yaymaga çalısmalıdır. Bu kitâblar bulunmazsa, din
câhilleri, din adamı sekline girip, kitâb ve mecmû’a yazarak, konferanslar, va’z ve
dersler vererek milletin dînini, îmânını çalarlar. Islâmiyyeti yıkarlar da, kimsenin
haberi olmaz. [Serefül insan bil ilmi vel-edeb, lâ bil mâl-ı vel haseb.]Ya’nî insanın
serefi, kıymeti, ilmi ve edebi ile ölçülür. Malı ve baba ve dedeleri ile degil!
(Bezzâziyye)de, kerâhiyyet kısmında diyor ki, (Ibâdetleri yapan kimse, îmânının
bozulmasında sübhe eder ve günâhım çokdur, ibâdetlerim beni kurtarmaz diye
düsünürse, îmânının kuvvetli oldugu anlasılır. Îmânının devâm edeceginden sübhe
eden kâfir olur. Sübhe etmegi begenmezse, mü’min oldugu anlasılır).
[Ibni Âbidîn, Mürted bâbında diyor ki, (Bes sınıf kâfir vardır: Dehriyye, Seneviyye,
Felâsife, Veseniyye ve Ehl-i kitâb. Ilk dördü kitâbsız kâfirdir. Ya’nî semâvî
kitâbları yokdur.) Bugün Hindistânda yayılmıs olan Berehmen ve bunun, mîlâddan
542 sene evvel ölmüs olan Budda Gautama tarafından degisdirilmesi ile hâsıl
olan Buda dinlerinde olanlar, Vesenîdir, ya’nî putlara [heykellere] taparlar. Bu
dinlerde, oradaki eski Peygamberlerin kitâblarından, sözlerinden alınmıs kıymetli
bilgilerin bulundugu görülmekdedir. Berehmen ve Buda dinleri, hıristiyanlık
dîni gibi, eski Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” bildirdigi, dogru dinlerin
bozulmus, degisdirilmis bir hâlidir. Mazher-i Cân-ı Cânân “kuddise sirruh”, ondördüncü
mektûbunda diyor ki, (Allahü teâlâ, insanları yaratdıgı zemân, Birmîhâ [veyâ
Brahma] ismindeki bir melek vâsıtası ile, Hindistâna da, Bîd ve Vidâ isminde
bir kitâb gönderdi. Dört cüz’ idi. Âlimleri bu kitâbdan altı mezheb çıkardılar. Insanları
dörde ayırdılar. Her sınıfına cûk dediler. Hepsi Allahın bir olduguna, insanları
Onun yaratdıgına, kıyâmet gününe, Cennete, Cehenneme ve tesavvufa inanırlar.
Uzun zemân sonra, baska Peygamberler gönderildi. Bunlar hakkında, kitâblarımızda,
hiçbir bilgi yokdur. Sonradan bozuldular. Peygamberlerin ve Evliyânın
rûhlarını ve melekleri hâtırlatmak için heykeller yapdılar. Sefâ’atlerine,
yardımlarına kavusmak için, bu heykellere secde etdiler [ise de, (müsrik) degildirler.
Ehl-i kitâb, ya’nî kitâblı kâfirdirler.] Arabistândaki putperestler [ve hıristiyan-
– 410 –
lar], böyle degildir. Bunlar, putlarının hâlık, yaratıcı olduklarına inanıyor. Herseyi
yalnız putlardan istiyorlar. Putlarına ilâh diyerek secde ediyorlar. [Bunun için,
(müsrik) oluyorlar.] Berehmenler ise, hurmet, sefâ’at etmeleri için yalvarıyorlar.
Bunun için, Muhammed aleyhisselâmdan önceki Berehmenlerin bozulmus olanları
için de, kâfir diyemeyiz. Fekat simdi, dünyânın her yerindeki, her insanın Muhammed
aleyhisselâma îmân etmesi, ya’nî müslimân olması lâzımdır. Simdi müslimân
olmayana kâfirdir deriz.) [Hindistânda bulunan (Sîh)ler, Baba Nanek isminde
bir Hindûnun mezhebinde olan kâfirlerdir. Islâmiyyeti ve Berehmen dinlerini
karısdıran bu adam, 946 [m. 1539]da öldü.] Seyyid Serîf-i Cürcânî “rahmetullahi
aleyh”, (Serh-i mevâkıf) sonunda, üçüncü maksadda buyuruyor ki: (Muhammed
aleyhisselâmın Peygamber olduguna inanmıyan kâfir olur. Bunlardan yehûdî ve
nasârâ [hıristiyan], Berehmen ve Budistler, baska Peygamberlere “salevâtullahi
teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim ecma’în” inanıyor. Bunların getirdikleri ve sonradan
bozulmus olan kitâbları okuyorlar. Bunlara tapınmıyorlar. Bunun için bu kâfirlere
(Ehl-i kitâb) denir. Dehriyye ise, Allahü teâlâya da inanmıyor. Hersey tabî’at
kanûnları ile var oluyor. Bir yaratıcı yokdur. Dehr, ya’nî zemân ilerledikce, hersey
degismekdedir diyor). Mecûsîler, Senevîdir. Allahü teâlânın iki olduguna,
putperestler ise, çok olduguna inanıyor. Hepsi, müsrik, ya’nî kitâbsız kâfirdirler.
Çünki, bir Peygambere inanmıyor. Bir semâvî kitâb okumuyorlar. Komünistler,
masonlar, tanrısız kâfir olup, Dehriyye kısmındandır. Berehmen, Budist, Yehûdî
ve Hıristiyanlar, Ehl-i kitâb iken, zemânla, (müsrik) oluyorlar. Simdi, yeryüzünde,
degisdirilmemis bulunan hak din, yalnız Muhammed aleyhisselâmın getirdigi
islâm dînidir. Bu dînin, kıyâmete kadar bozulmıyacagını, dogru olarak kalacagını
Allahü teâlâ söz vermisdir.
Insan resmine, heykeline hurmet, ta’zîm etmek, kıymet vermek, onu yüksege
koyup, karsısında dikilmek, egilmek, secde etmek, medh edici seyler söylemek, yalvarmakdır.
Bu da iki sebeble olur:
1 — Hocasının, babasının, âmirinin, bir Peygamberin, Velînin, dîne ve millete
hizmet edenin resmi olduguna inanarak hurmet eder. O kimsede ülûhiyyet sıfatlarından,
ya’nî Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlardan birinin bulunduguna inanmaz.
Onu mahlûk bilir. Onu sevdigini bildirmek, onu sevindirmek için, baskalarına
uyarak hurmet eder. Böyle hurmet eden kâfir olmaz. Harâm islemis olur. Harâm
olduguna inanmıyan kâfir olur. Kâfirlerin resmine böyle ta’zîm küfr olur.
2 — Resmin, heykelin sâhibinde ve salîbde [haçda] veyâ yıldız, günes, inek gibi
herhangi bir seyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduguna inanarak, meselâ, istedigini yaratır,
her istedigini yapar, hastaya sifâ verir diyerek ta’zîm etmek, küfr olur. Sirk
olur. Bu kimse müsrik olur. Ta’zîm etmesi ibâdet, tapınmak olur. Bu resmler, heykeller
ve seyler sanem, put olur. Hıristiyanlar, Îsâ Allahın ogludur, melekler kızlarıdır
diyerek, erkek ve kız resmlerine ve heykellere hurmet etdikleri için, müsrikdirler.
Barnabas ve Aryüs mezhebinde olanları, böyle sapık inanmadıkları
için, müsrik degil, Ehl-i kitâbdırlar. Fekat, Muhammed aleyhisselâma inanmadıkları
için, kâfirdirler.]
KAZÂ VE KADER
Îmânın altı sartından altıncısı, kazâ ve kadere inanmakdır. Kazâ ve kader, zekî
insanların zihnlerinin en çok takıldıgı bir bilgidir. Bu takıntılar, kazâ ve kaderi
iyi anlamamakdan ileri gelmekdedir. Kaderin ne demek oldugu iyi anlasılsa, hiçbir
zekînin sübhesi kalmaz ve îmânı kuvvetli olur.
Âlemlerin yaratanı, yaratdıgı ve yaratacagı seylerin hepsini, ezelden ebede, zerreden
Arsa kadar hepsini, maddeleri, ma’nâları, bir ânda ve bir arada bilir. Herseyi
yaratmadan önce biliyordu. Herseyin iki dürlü varlıgı olur. Biri ilmde varlık,
– 411 –
ikincisi, hâricde, maddeli varlıkdır. Imâm-ı Gazâlî “rahmetullahi aleyh” bunu bir
misâl ile, söyle anlatmısdır: Bir mühendis mi’mâr, yapacagı bir binânın seklini, her
yerini, önce zihninde tasarlar. Sonra zihnindeki bu resmi, kâgıda çizer. Sonra bu
plânı, mi’mâra ve ustalara verir. Bunlar da, bu plâna göre, binâyı yapar. Kâgıddaki
plân, binânın, ilmdeki varlıgı demekdir ve zihnde tasavvur edilerek çizilen
seklidir. Buna, (ilmî, zihnî, hayâlî vücûd) ismleri verilir. Kereste, tas, tugla ve harçdan
yapılan binâ da, hâricdeki varlıkdır. Mühendis mi’mârın zihninde tasavvur etdigi
sekl, ya’nî bu sekle olan bilgisi, binâya olan kaderidir.
Kazâ ve kader bilgisi karısık oldugundan, okuyanlarda, bir takım yanlıs fikrler,
evhâm ve hayâller hâsıl olabilir. Bunun için, din büyüklerimiz, kazâ ve kaderi çesidli
seklde anlatmıslardır. Böylece okuyan ve dinliyenler, sözlerin gelisine ve sekline
göre, ta’rîflerin birinden fâidelenebilir ve sübheye düsmekden kurtulurlar. (Fâideli
Bilgiler) s. 224 e bakınız!
Kader, ileride yaratılacak seyleri, Allahü teâlânın ezelde bilmesidir.
Allahü teâlâ, herseyi, kudreti ve ilmi ile yaratıyor. Iste kader, bu ilmdir.
Kader, hiçbirsey yaratılmadan önce, Allahü teâlânın ilm sıfatının mahlûklara
olan baglılıgıdır. Mazher-i Cân-ı Cânânın onüçüncü mektûbu, kazâ ve kader bilgisini
çok güzel açıklamakdadır. Altıyüzdoksanaltıncı sahîfeye bakınız!
(Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) kadere îmân etmis, kadere inanmak îmânın sartıdır
demisdir. Ya’nî kadere inanmıyan, mü’min degildir dediler.
Kaderin, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allahü teâlâdandır. Çünki, kader, bildigi
seyleri yaratmak demekdir.
[Kader ve kazâ kelimeleri, birbiri yerine kullanılır. Kader yerine, kazâ denir].
Büyük âlim imâm-ı Begavî buyuruyor ki: (Kazâ, kader bilgisi, Allahü teâlânın
kullarından sakladıgı sırlardan biridir. Bu bilgiyi, en yakın meleklere ve din sâhibi
olan Peygamberlerine “aleyhimüsselâm” bile açmadı. Bu bilgi, büyük bir deryâdır.
Kimsenin, bu denize dalması, kaderden konusması câiz degildir. Su kadar
bilelim ki, Allahü teâlâ, insanları yaratıyor. Bir kısmı sakîdir. Cehennemde kalacakdır.
Bir kısmı da sa’îddir. Cennete gidecekdir. Bir kimse, hazret-i Alîden “radıyallahü
anh” kaderi sordukda: (Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme!) buyurdu.
Tekrâr sorunca: (Derin bir denizdir) buyurdu. Tekrâr sordu. Bu def’a: (Kader,
Allahü teâlânın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı) buyurdu.)Ilm olmazsa, din, sıyrılıp kalkar aradan,öyleyse, cehâlet denilen, yüz karasından,kurtulmaya çalısmalı, basdan basa millet,kâfi degil mi yoksa, bu son dersi felâket?Bu felâket dersi, neye mal oldu, düsünsen,beynin eriyip, yas gibi, damlardı gözünden.Son olaylar, ne demekdir, bilsen ne demekdir:Gelmezse eger, kendine millet, gidecekdir.Zîrâ, yeni bir sarsıntıya pek dayanılmaz,zîrâ, bu sefer, uyku ölümdür uyanılmaz.Ahlâkı düzeltip, fenne çok çalısmak lâzım,dîne baglı, atomla silâhlı er olmak lâzım!Din bilgisi, harb gücü, ileri olmak gerek,ikisidir ancak, millete huzûr verecek.
– 412 –