TOPRAK MAHSÛLLERININ ZEKÂTI
Usr vermek de farzdır. Toprakdan alınan mahsûlün zekâtına (Usr) denir. Borcu olanın da usr vermesi lâzımdır.Imâm-ı a’zam buyuruyor ki: (Her sebze ve meyve, az olsun, çok olsun, mahsûl toprakdan alındıgı zemân, onda birini veyâ kıymeti kadar altın veyâ gümüsü, müslimân fakîrlere vermek farzdır). Hayvan gücü ile veyâ dolap, motör ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, yirmide biri verilir. Ister onda bir, ister yirmide
bir olsun, hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve isçi masraflarını düsmeden evvel,
vermek lâzımdır. Bir sâ’dan az mahsûlün usru verilmez. Topragın sâhibi çocuk, deli,
köle olsa da, usru verilir. Usru vermiyenden hükûmet zorla alır. Ne kadar
olursa olsun, ev bagçesindeki meyve ve sebzeler için ve odun ve ot ve saman için
usr verilmez. Balın [fennî te’sîsât ve masraflar yapılsa dahî], pamugun, çayın, tütünün,
dagdaki agaç meyvelerinin [meselâ zeytinlerin, üzümlerin] onda biri, usr verilir.
Zift, petrol ve tuz için usr yokdur. [Birkaç sahîfe ileride Beyt-ül-mâlın dört
hazînesinden ikincisine bakınız!] Usru verilmiyen mahsûlü yimek harâmdır. Yidikden
sonra da, vermek lâzımdır.
– 303 –
(Ibni Âbidîn) buyuruyor ki: (Meyvenin ve ekinin usru, Imâm-ı a’zama ve
imâm-ı Züfere göre, bitki üzerinde meydâna geldikleri ve çürümekden emîn oldukları
zemân farz olur. Toplanacak hâle gelmese de, fâidelenecek, yinecek hâle
gelince usrunu vermek farz olur. Imâm-ı Ebû Yûsüfe göre olgunlasınca, toplamadan
önce farz olur. Imâm-ı Muhammede göre ise, hasâddan sonra, ya’nî hepsini
toplayınca farz olur. Hasâddan önce, yerinden koparıp yimesi veyâ baskasına
yidirmesi câizdir. Fekat, Imâm-ı a’zama göre, bunun usrunu da sonra verir. Iki
imâma göre, bunun usrunu vermesi lâzım olmaz. Fekat, mahsûlün bes vesk olması
için, bu da hesâba katılır. Olgunlasdıkdan sonra koparmıs ise, imâm-ı Muhammede
göre, yine usrunu vermek lâzım olmaz. Hepsini topladıkdan sonra telef
olanın ve çalınanın usrunu vermek lâzım olmaz). Fakîr olanlar, usrlarını iki imâma
göre hesâb edip verir. Zenginler, Imâm-ı a’zama göre vermelidir.
(Imâd-ül-islâm) kitâbı, ikiyüzyirmibesinci sahîfede diyor ki, (Çift sürmekle
hâsıl olsun, bagdan hâsıl olsun, mahsûlün onda birini fakîr müslimâna vermeden
önce yimek harâmdır. Eger ölçü ile çıkarıp, ölçü ile yidikden sonra, yidiginin de
usrunu hesâb edip verirse, önce yimis oldugu halâl olur.
On kile bugday alan, bir kilesini müslimân fakîre vermezse, yalnız o bir kilesi
degil, on kilenin hepsi harâm olur. Sâhibinin rızâsı yok iken, onun yerini ekip mahsûl
alan kimseye, elde etdigi mahsûlden yalnız masrafı, sermâyesi kadarı halâl olup,
fazlası harâm olur. Fazlasını fakîrlere sadaka vermesi lâzımdır).
Imâm-ı Ebû Yûsüf ile imâm-ı Muhammede göre usr vermek için, toprakdan çıkan
mahsûlün, bir sene dayanıklı olması ve mikdârının bes veskden çok olması lâzımdır.
Vesk, bir deve yükü demek olup, altmıs sâ’ alan bir hacm ölçegidir. Altmıs
sâ’, ikiyüzelli litre olur. Buna göre, iki imâm, usr için binikiyüzelli litre nisâb
oldugunu bildirmekdedir. Fekat fetvâ Imâm-ı a’zamın ictihâdına göre verilmisdir.
Ibni Âbidîn, üçüncü cild ikiyüzellidördüncü sahîfede diyor ki, (Bir sehr halkı kendiliginden
müslimân olur veyâ müslimânlar, sehri zor ile alıp, erâzînin besde biri
ayrılıp, geri kalan askere veyâ baska müslimânlara verilirse, böyle yerler, alanların
mülkü olur. Mahsûlünden usr vermeleri farz olur. Zor ile alınıp da, kâfirlere
bırakılan veyâ sulh ile alınıp, kâfirlerin olan toprakdan usr alınmaz, (Harâc) alınır.
[Harâc ile usrun masrafları, ya’nî kullanıldıkları yerler baskadır.] Basradan baska
Irâk, Suriye ve Mısr topraklarından harâc alınır). Ikinci cild, elliikinci sahîfede
buyuruyor ki, (Harâclı topragı, sâhibi, mü’mine dahî vakf ederse veyâ satarsa,
mahsûlden yine harâc verilir). (Mecmû’a-i cedîde)de diyor ki, (Bir zimmî, mülkünü
vakf edip, kirâlarının müslimân fakîrlerine verilmesini sart etmesi câiz olur).
Serhin üçüncü cild, ikiyüzellibesinci sahîfesinde, (Kâfir ölünce vârisleri yine harâc
verir. Vâris kalmazsa, beyt-ül-mâlın olup, harâc sâkıt olur, ya’nî verilmez. Hükûmet,
bu mîrî topragı satar veyâ vakf ederse, harâc vermez, mahsûlden usr verir).
Anadolu topraklarının çogu, bu yoldan, usrlu olmusdur. Ikinci cild, ellinci sahîfede
de böyle yazmakdadır. Ikinci cild, kırkdokuzuncu sahîfede buyuruyor ki, (Bir
kimse, kendi usrlu topragını vakf ederse, bu topragı isleten, usr verir). Ellibesinci
sahîfede diyor ki, (Beyt-ül-mâl topragını, hükûmet kirâya verirse, her sene alınan
kirâ harâc yerine geçer. Ayrıca usr da alınmaz. Çünki, harâc alınan yerden usr
alınmaz). Bir kimse, usrlu topragını kirâya verirse, mahsûlün usrunu, Imâm-ı
a’zama göre, mal sâhibi verir. Kirâ ücreti yüksek olan yerlerde, böyle fetvâ verilir.
Iki imâma göre, kirâcı verir. Kirâ az olan yerlerde, böyle fetvâ verilir. Beyt-ülmâlın
topragını, devlet reîsinden baska kimse satamaz. Harâclı toprak sâhibi
müslimân olsa veyâ bu topragı vakf etse, yine harâcı verilir. Usrlu bir topragı, zimmî,
ya’nî gayr-i müslim satın alsa, bu toprak harâclı olur. Üçüncü cild, ikiyüzaltmısbesinci
sahîfede buyuruyor ki, (Devlet reîsi harâcı, topragın sâhibi müslimâna
bagıslarsa, beyt-ül-mâldan hakkı varsa, kendi kullanır. Yoksa, hakkı olana
verir. Usru bagıslarsa, câiz olmaz. Hükûmetin kaldırması ile usr afv olmaz. Top-
– 304 –
rak sâhibinin, usrunu, beyt-ül-mâldan hakkı olanlara vermesi lâzım olur).
Ikinci cildde buyuruyor ki: (Harâclı, usrlu olmıyan yerler, meselâ daglardaki, ormanlardaki
mahsûller, usrlu sayılır). Usrunu vermedigi bilinen toprak sâhiblerinin
gönderdigi hediyyenin onda birini ayırıp, fakîre verdikden sonra, yimek iyi olur.
Beyt-ül-mâlın, ya’nî mîrî toprakların kullanılmasını gösteren eski (Erâzî kanûnu)
nun çesidli serhleri arasında, mülkiyye mektebi mecelle muallimi, Âtıf begin
[1319] baskılı kitâbı basında diyor ki:
Bir memleket harb ile alınırsa, topragın besde biri beyt-ül-mâlın olur. Geri kalan
üç dürlü olabilir:
1 — Askere veyâ baska müslimânlara taksîm edilir. Bunların mülkü olur. Böyle
toprakdan, her sene usr alınır.
2 — Toprak kâfirlerin elinde bırakılır. Böyle toprakdan harâc alınır.
3 — Devlet reîsi topragı kimseye vermeyip, beyt-ül-mâla verir. Böyle topraga
mîrî toprak da denir. Usrlu veyâ harâclı topragın sâhibi ölüp, hiç vârisi kalmazsa,
bu toprak beyt-ül-mâlın olur. Mîrî toprak olur. Sultânın tesbît edecegi bedel ile satılır
veyâ kirâya verilir. Semeni ve ücreti harâc olur. Ya’nî, beyt-ül-mâlın üçüncü
kısmına konur. Yâhud, her sene kirâ olarak mahsûlün yüzdesi alınmak üzere, tapu
ile, müslim ve gayr-i müslim vatandaslara kirâya verilir. Kirâları askerin ve subayların
olurdu. Kirâ almak hakkı bulunan askere (Timarcı), subaylara (Za’îm)
denirdi. Askerin topragına (Timar), subay topragına (Ze’âmet), general topragına
(Hâs) denirdi. Müftî-üssekaleyn Ebüssü’ûd efendi, Nûr-i Osmâniyye kütübhânesinde
bulunan fetvâlarında buyuruyor ki, (Beyt-ül-mâla âid mîrî toprakları tapu
ile kirâlayanların, her sene timarcılara mahsûlün onda birini vermelerini sultânlar
emr etmislerdir. Bu verilenlere usr denilmekde ise de, usr degildir, kirâ ücretidir).
Son zemânlarda mîrî erâzînin çogu, devlet tarafından vakf edilmis veyâ
millete satılmıs, her iki seklde de, usrlu olmusdu. Böylece, Anadolu ve Rumelideki
toprakların hemen hepsi, milletin mülkü olup, usrlu olmusdu. Görülüyor ki, tarladan
usr veyâ harâcdan birini vermek lâzımdır. Ba’zıları, Anadolu topragı, usrlu
toprak degildir, diyor. Hâlbuki, simdi memleketimizde mîrî toprak yokdur. Herkesin
tarlası, bostanı, kendi mülküdür, yâhud kirâcıdır. Mahsûlün usrunu vermeleri
farzdır.
Osmânlılar zemânında bes dürlü toprak vardı:
1 — Milletin mülkü olan topraklar olup, pek azı harâclı, pek çogu usrlu idi. Mülk
olan toprak dört dürlüdür: Birincisi, köy, sehr içindeki arsalar veyâ köy yanında
olup, yarım dönümü geçmiyen yerlerdir. Bunlar, mîrî toprak iken, halîfenin izni
ile millete satılmıs yerlerdir. Yâhud usrlu veyâ harâclı yerlerdir. Ikincisi, halîfenin
izni ile millete satılan mîrî tarla, çayırlardır. Buraların mahsûlünden usr verilir.
Üçüncüsü usrlu, dördüncüsü harâclı topraklardır.
Bu dört nev’ topragı, sâhibi satabilir. Vasıyyet edebilir. Vârislerine, ferâiz bilgisine
göre taksîm olunur. Hâlbuki mîrî toprakları kirâ verip tapu ile kullanan kimseler
ölürse, bu toprakları vârisleri taksîm edemezler ve satamazlar. Satılmasını,
parasından borcunun ödenmesini vasıyyet edemez. Vârislerinin malı olmaz. Bu topraklar
kurban nisâbına katılmaz. Satılamaz. Yalnız, timâr sâhibinin izni ile, para
karsılıgı, baskasına devr olunabilir. Mîrî topragı kirâlayan kimse, her sey ekebilir
veyâ kirâ ile baskasına ekdirir. Üç sene bos bırakılan toprak baskasına verilir.
Kirâcı, mîrî topraga agaç, asma iznsiz dikemez. Iznsiz, binâ da yapamaz. Meyyit
gömülmez. Mîrî toprak, tapu ile kirâlamıs olanın mülkü olmaz. Bu kimseler kirâcıdırlar.
Bu kimse vefât edince, topragın, vârisine kirâya verilmesi âdet olmusdur.
Kendisine kirâya verilmesi, vârisin ser’î hakkı olmayıp, devletce yapılan bir ihsândır
[Üçüncü kısmda, altmısdördüncü madde sonuna bakınız!]
2 — Beyt-ül-mâlın toprakları, ya’nî mîrî topraklar. Memleketin çogu böyle
– 305 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:20
olup, kirâya verilirdi. Sonraları çogu millete satıldı. Usrlu oldu.
3 — Vakf topraklar olup, mahsûlü usrlu idi.
4 — Umûma terk edilen meydânlar, çayır ve benzerleri.
5 — Beyt-ül-mâlın ve hiç kimsenin olmıyan daglar gibi, ormanlar gibi yerler olup,
buraları isletip mahsûl alan müslimân, usr verir.
HAYVAN ZEKÂTI — (Mevkûfât) kitâbında buyuruyor ki: (Yılın yarıdan
fazlasında parasız çayırda otlıyan hayvanlar, üretmek için, [sütü için] olursa, bunlara
(Sâime) hayvan denir. Sâime hayvan sayısı, nisâb mikdârı oldukdan bir yıl sonra,
zekâtı verilir. Yün için, yük tasımak için, binmek için olursa, sâime denilmez
ve zekât lâzım olmaz). Deve, sıgır gibi baska cinsden sâime hayvanlar, birbirlerine
ve diger ticâret esyâsına eklenmezler.
DEVE ZEKÂTI — Dört devenin zekâtı verilmez. Devenin nisâbı besdir. Bes
deve, ikiyüz dirhem gümüs karsılıgı oluyor. Bes devesi olan, bir koyun verir. Bir
koyun, bes dirhem [onyedi gram] gümüs demek oluyor. Dokuza kadar bir koyun
verilir. Ondan ondörde kadar devesi olan, iki koyun verir. Onbesden ondokuza kadar
üç koyun, yirmiden yirmidörde kadar dört koyun verilir. Yirmibesden otuzbese
kadar deve için, iki yasına girmis bir yavru disi deve verilir. Otuzaltıdan kırkbese
kadar, üç yasına girmis disi deve yavrusu verilir. Kırkaltıdan altmısa kadar, yük
vurulabilecek, dört yasına girmis disi deve verilir. Altmısbirden yetmisbese kadar
için, bes yasında, yetmisaltıdan doksana kadar için iki aded üç yasındaki, doksanbirden
yüzyirmiye kadar için, iki aded dört yasında deve verilir. Yüzyirmiden
fazla olan her bes deve için, ayrıca birer koyun verilir. Fekat, yüzkırkbes olunca,
koyunlar yerine, iki yasında bir disi deve verilir. Yüzelli deve için, üç aded dört yasında
deve verilir. Sonra her bes deve için, birer koyun da verilir. Fekat, yüzyetmisbesden
yüzseksenbese kadar devesi olan, koyunlar yerine, bir aded iki yasında
disi deve verir. Yüzseksenaltı deveden yüzdoksanbese kadar deve için, üç aded
dört yasında deve ile bir aded üç yasında deve verilir. Yüzdoksanaltıdan ikiyüze
kadar, dört aded dört yasında deve verilir. Zekât olarak erkek deve verilmez.
Verecek disi devesi olmıyan, erkek devenin degerini, altın veyâ gümüs olarak verir.
Bir yasını doldurmayan deve yavrusunun zekâtı verilmez. Ikiyüzden çok devesi
olan, her elli deve için, yüzelli ile ikiyüz arasındaki islemi yeniden yapar.
SIGIR ZEKÂTI — Sıgırın nisâbı otuzdur. Otuzdan az sıgırı olan, bunların zekâtını
vermez. Otuz sıgır için bir aded, bir yasını asmıs erkek veyâ disi buzagı verilir.
Otuzdokuza kadar hep böyledir. Kırkdan ellidokuza kadar sıgırı olan, bir aded,
iki yasını bitirmis, erkek veyâ disi dana verir. Altmısdan altmısdokuza kadar
sıgır için, iki buzagı verilir. Yetmis sıgır için, bir dana ile bir buzagı verilir. Yetmisden
sonra, her on için, böyle hesâb edilir. Her otuz için bir buzagı, her kırk için bir
dana artmakdadır. Seksen olunca, iki dana artmakdadır. Manda zekâtı, sıgır gibidir.
KOYUN ZEKÂTI — Koyunun nisâbı kırkdır. Kırkdan az koyunu olan zekâtını
vermez. Kırkdan yüzyirmiye kadar koyunu olan, yalnız bir koyun verir. Yüzyirmibirden
ikiyüze kadar koyun için, iki koyun verilir. Ikiyüzbirden dörtyüze kadar
üç koyun verilir. Dörtyüz için dört koyun, sonra her yüz için bir koyun artar.
Koyun, keçi, erkek, disi zekâtları hep böyledir. Bir yasını doldurmayan kuzuların
zekâtı verilmez. Fekat, koyunu da varsa, yavrular da hesâba katılır. Deve ve sıgır
yavruları da böyledir. Kuzu, hiçbir zemân zekât olarak verilmez.
AT ZEKÂTI — Erkek ve disi bir arada ve çayırda, üretmek için beslenirse zekât
lâzım olur. Binmek ve yük için ise, lâzım olmaz. Yalnız erkek atı olanın [aygırın]
zekâtı olmaz. Çünki üremez. Ticâret niyyeti ile beslenirse, ticâret malı zekâtı
verilir. Ticâret için olmıyan katır ve merkeb çok olsa da, zekâtları verilmez.
Atın nisâbı yokdur. Her at için bir miskal altın verilir. Isterse, atların kıymeti-
– 306 –
ni hesâblar. Kıymetleri altın nisâbını dolduruyorsa, kırkda biri kadar altın verir.
Deve, sıgır ve koyun zekâtı olarak, degerleri kadar altın da verilebilir.
ZEKÂT KIMLERE VERILIR? — Zekât, yalnız asagıda yazılı, yedi sınıfda bulunan
müslimânlara verilir. Sekizinci sınıf, (Müellefet-ül-kulûb) idi. Ya’nî, azılı kâfirlerin
serlerini def’ için bunlara zekât verilirdi. Ebû Bekr “radıyallahü anh” zemânında
buna lüzûm kalmadı.
1 — (Fakîr): Nafakasından fazla, fekat nisâb mikdârından az malı olana fakîr
denir. Ma’âsı kaç lira olursa olsun, evini idârede güçlük çeken her fakîr me’mûr,
îmânı var ise, zekât alabilir ve kurban kesmesi, fıtra vermesi lâzım olmaz. [Birinci
kısm seksenbirinci maddeye bakınız!].
2 — (Miskîn): Bir günlük nafakasından fazla birseyi olmıyan müslimâna miskîn
denir. Din adamı olarak tanıtılan Hamîdullah (Islâma giris) kitâbında, miskîn,
gayr-i müslim vatandas demekdir diyor. Bu fikri yanlısdır. Dinde reform yapmakdır.
Müslimân olmıyana zekât vermek câiz degildir.
3 — (Âmil): Ya’nî Sâime hayvanların ve toprak mahsûllerinin zekâtlarını toplayan
(Sâ’î) ile, sehr dısında durup rastladıgı tüccârdan ticâret malı zekâtını toplıyan
(Âsir), zengin dahî olsalar, isleri karsılıgı zekât verilir.
4 — (Mükâteb): Ya’nî efendisinden kendisini satın alıp, borcunu ödeyince,
âzâd olacak köle.
5 — (Münkatı’): Cihâd ve hac yolunda olup, muhtâc kalanlar. (Dürr-ül-muhtâr)
da diyor ki, din bilgilerini ögrenmekde ve ögretmekde olanlar da, zengin olsalar
bile, çalısıp kazanmaga vaktleri olmadıgı için zekât alabilirler. Ibni Âbidîn
bunu açıklarken buyuruyor ki, (Câmi-ul-fetâvâ)da bildirilen hadîs-i serîfde, (Ilm
ögrenmekde olanın kırk yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek câizdir) buyuruldu.
6 — (Medyûn): Borcu olan ve ödeyemeyen müslimânlar.
7 — (Ibnüs-sebîl): Kendi memleketinde zengin ise de, bulundugu yerde yanında
mal kalmamıs olan ve çok alacagı varsa da, alamayıp muhtâc kalan.
Bunların hepsine veyâ birine vermelidir. Zekât parası ile meyyite kefen alınmaz.
Meyyitin borcu ödenmez. Câmi’, cihâd, hac yapılmaz. Zimmîye, ya’nî gayr-i müslim
vatandasa zekât verilmez. Zimmîye fıtra, adak, sadaka, hediyye verilebilir. Zenginin
kölesine ve zenginin küçük ogluna da verilmez. Zenginin büyük çocugu veyâ
zevcesi veyâ babası veyâ yetîm kalan küçük çocugu fakîr iseler bunlara, baskaları
zekât verebilir. Küçük çocuk akllı ise, ya’nî parayı baska seyden ayırabiliyor
ve aldatılarak elinden alınamıyor ise, buna verilir. Böyle âkıl degilse, babasına veyâ
vasîsine yâhud akrabâsından veyâ yabancıdan çocuga bakan kimseye vermek
lâzım olur. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve amcalarının evlâdlarından,
kıyâmete kadar geleceklere zekât verilmez. Çünki, her mühârebede, düsmandan
alınan ganîmetin besde biri bunların hakkıdır. Ahmed Tahâvî, (Emâlî) kitâbının
serhinde diyor ki, (Imâm-ı a’zam buyurdu ki, bunlara ganîmet hakları verilmedigi
için, zekât ve sadaka vermek câizdir). Câiz oldugu (Dürr-i Yektâ)da da
yazılıdır.
Anaya, babaya ve dedelerin, ninelerin hiçbirine ve kendi çocuklarına ve torunlara
zekât verilmez. Bunlara, sadaka-i fıtr, adak ve keffâret gibi vâcib olan sadakalar
da verilmez. Fakîr iseler, nâfile sadaka verilebilir. Zevceye de zekât verilmez.
Imâm-ı a’zam buyurdu ki, kadın da, fakîr olan zevcine zekât veremez. Imâmeyn
ise, fakîr zevcine zekât verir dediler. Fakîr olan gelinine, dâmâdına, kayın vâlideye,
kayın pedere ve üvey çocuguna zekât verilir. Zimmîye sadaka ve hediyye verilir.
Zekât verilebilecegini sorusdurup anlıyarak, zekâtını verdikden sonra, bunun
zengin veyâ zimmî olan kâfir veyâ ana, baba, evlâd veyâ kendi zevcesi oldugu an-
– 307 –
lasılsa, zararı olmaz. Ya’nî kabûl olur. (Nehr-ül-Fâik)da diyor ki, (Zekât verilecek
olan kimse, fakîrler arasında bulunuyor ve onlar gibi ise yâhud fakîr oldugunu söyleyip,
zekât istemis ise, bu kimsenin zekât almaga hakkı olup olmadıgını arasdırmaga
lüzûm yokdur. Buna zekât verince, sorusdurarak, arasdırarak vermis sayılır).
Abdülkâdir Gazzî “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Esbâh hâsiyesi)nde diyor ki,
(Debbûsînin (Mültekıt)de bildirdigi gibi, vasîsi bulundugu yetîme, zekât olarak giyecek
ve yiyecek vermek câizdir. Çünki, yetîm onun ıyâli, evlâdı gibidir). Vasîsinin,
zekât malı ile yetîme lüzûmlu seyleri alıp buna vermek hakkı vardır. Yetîm,
alıs verisi anlıyacak kadar akllı ise, giyecegi ve yiyecegi, çocugun eline vermek lâzımdır.
Fakîrin, hiç olmazsa, bir günlük ihtiyâcını karsılayacak kadar vermek müstehabdır.
Borcu olmıyan ve çoluk çocugu bulunmıyan fakîre, nisâb mikdârı veyâ malını
nisâb mikdârına temâmlıyacak kadar zekât vermek mekrûhdur. Çoluk çocugu
olan fakîre, bunların herbirine bölünce, nisâb mikdârı düsmiyecek kadar, çok
zekât vermek câizdir. Zekâtı, fakîr olan kardese ve hala, amca, dayı ve teyze gibi
yakın akrabâya vermek dahâ sevâbdır. Yakınları muhtâc iken, baskalarına verirse,
sevâbı olmaz [Imdâd]. Zî-rahm mahrem olan akrabâsına nafaka vermesine mahkemece
hükm olunan kimsenin zekât niyyeti ile, zekât malından nafaka vermesi
câizdir. Zekâtı baska sehre göndermek mekrûh ise de, akrabâya vermek için veyâ
kendi sehrinde fakîr müslimân bulamazsa, baska sehre göndermek câizdir.
Zekâtı, borcu olana vermek, fakîre vermekden dahâ iyi oldugu (Bezzâziyye) fetvâsında
yazılıdır. Malını isrâf edene, harâmda kullanana zekât vermek lâyık olmadıgı
(Dürr-i Yektâ)da yazılıdır.
Zenginin vekîli, zekâtı, zenginin emr etdigi kimseye verir. Baskasına veremez.
Baskasına verirse veyâ gayb ederse, öder. Vasıyyet de böyledir. Emr olunan fakîre
verilir. Zengin, vekîline, diledigine ver derse, vekîl kendi fakîr olan çocuguna
ve zevcesine de verebilir. Kendi fakîr ise, kendi de alabilir. Hâlbuki, nezr böyle degildir.
Vekîl, adak sâhibinin emr etdiginden baskasına da verebilir. Ibni Âbidîn,
bu satırları açıklarken, onikinci sahîfe basında buyuruyor ki, (Vekîl zenginden aldıgı
altın ve gümüs yerine, kendi altın ve gümüsünü fakîre verip sonra zenginin verdigini,
kendi kullanması câizdir. Fekat, zenginin parasını önce kendi kullanıp, sonra
kendi parasından zekâtı verirse, câiz olmaz. Kendi için sadaka vermis olur. Zekâtı,
zengine öder. Nafaka vermek, satın almak, borc ödemek için aldıgı parayı kullanan
vekîl de böyledir. Görülüyor ki, zekâtı kendi malından ayırıp vermek sart
degildir. Zenginin vekîli, zekâtı vermek için, izn almadan bir baskasını da vekîl edebilir).
Zekât ayrılmakla verilmis olmaz. Ayrılan zekât, kendinde veyâ vekîlinde iken
gayb olursa, tekrâr ayırıp vermesi lâzımdır. Vekîli gayb edince, öder. (Âmil)in veyâ
fakîr vekîlinin gayb etdikleri zekâtı tekrâr vermek lâzım olmaz. Vekîl fakîre öder.
(Âmil), hem (Sâ’î), hem de (Âsir) demekdir.
Meyyit kefenlemek ve câmi’ yapmak, cihâd edenlere yardım etmek için, kâgıd
para zekâtını anlatırken bildirdigimiz gibi, fakîrler, zekâtlarını alması ve bildirdigi
yere vermesi için, güvenilen birini vekîl ederler. Bu vekîl, fakîrler için zekâtları
alır. Fakîrlerin emr etmis oldugu yere verir. Hayr cem’ıyyetlerine zekât vermek
için de, böyle yapılır. Vekîlin zekâtı alırken ve verirken, birsey söylemesi lâzım degildir.
Yalnız, vekîl eden fakîrlerin, zekât alabilecek müslimân olmaları lâzımdır.
Zekâtı kâgıd para olarak verebilmek için de, böyle yapılacagını yukarıda bildirmisdik.
Alacaklarını ve malını eline geçiremeyen, elindeki bononun ödeme zemânı
gelmeyen zengin kimse, fâizsiz ödünç veren bulamazsa, ihtiyâcı kadar, zekât alabilir.
Malına kavusdugu zemân, almıs oldugu zekâtı, fakîrlere dagıtmaz. Hâlbuki
– 308 –
fakîr, ihtiyâcından fazla, nisâbdan az zekât alabilir. Altın ile gümüsün ve ticâret
esyâsının zekâtının fakîre veyâ fakîrin vekîline teslîm edilmesi lâzımdır. Baska yerlere,
kurumlara verilen zekât, müslimân fakîrin eline geçmezse, zekât ödenmis olmaz.
Bir günlük yiyecegi bulunan kimsenin ve hiç yiyecegi yok ise de, saglam, çalısacak,
ticâret edecek hâlde olan kimsenin, yiyecek, içecek veyâ bunları almak için
para istemesi, dilenmesi harâmdır. Bunun varlıgını bilerek, istedigini vermek de
harâmdır. Istemeden verilmesi ve verileni alması câizdir. Bu kimsenin yiyecek, içecekden
baska ihtiyâclarını meselâ, elbise, ev esyâsı, kirâ paraları istemesi câiz olur.
Aç veyâ hasta olanın, oturacak evi olsa da, yiyecek istemesi câizdir. Bir günlük yiyecegi
olan, olmasa da, çalısabilecek hâlde olan kimse, ilm ögrenmekle [veyâ ögretmekle]
mesgûl ise, yiyecek istemesi, yine câiz olur. [Ikinci kısmda, otuzsekizinci
maddeye bakınız!] Parasını harâma sarf edene ve isrâf edene sadaka verilmez.
BEYT-ÜL-MÂL — Usr ve kırda otlıyan hayvanların zekâtı, fakîrlere verilecegi
gibi, beyt-ül-mâla da teslîm edilmesi câizdir. Beyt-ül-mâla verilmesi lâzım olan
bir seyi eline geçiren kimse, beyt-ül-mâldan hakkı varsa, bu seyi kendi kullanır.
Kendi hakkı yoksa, beyt-ül-mâldan hakkı olan bir müslimâna verir. Bu seyi, beytül-
mâla vermez. Ibni Âbidîn, ikinci cild, ellialtıncı sahîfede buyuruyor ki, (Beytül-
mâldan hakkı olan fakîrler, zekât me’mûrları, âlimler, mu’allimler, vâ’ızlar, din
dersi ögrenen talebe, borclular, Ehl-i beyt-i nebevî, ya’nî seyyidler ve serîfler, askerler,
beyt-ül-mâl parası ellerine geçerse, hakları kadar almaları câizdir).
(Bezzâziyye) fetvâsının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Halvânîden alarak diyor
ki, (Elinde emânet bulunan kimse, sâhibi ölürse, emâneti vârislerine verir. Vârisleri
yoksa, beyt-ül-mâla verir. Beyt-ül-mâla verince zâyı’ olacak ise, kendi kullanır
veyâ beyt-ül-mâldan nasîbi olanlara verir).
Zekât, fakîrlerin hayâtını, ihtiyâclarını, cem’ıyyetin tekeffül eylemesi, garanti
etmesi demekdir. Bir sehrin bir kösesinde, bir müslimân, açlıkdan ölse, sehrdeki
zenginlerden birinin, az bir zekât borcu kalsa, onun kâtili olur. Zekât, müslimânlar
arasında, sigorta teskilâtıdır. Islâmiyyet (beyt-ül-mâl) denilen sigortayı, sahsların,
açık gözlerin, kendi menfe’atlerini düsünenlerin eline bırakmamıs, devletin
emrine vermisdir. Bu sigorta, baska sigortalara benzemez. Fakîrlerden para istemez,
zenginlerden alır. Zekât veren zenginlerin dünyâda malı artar. Âhıretde
de, bol sevâb verilir. Islâm sigortası, her fakîre yardım eder. Bir âile reîsi ölünce,
fakîr âilesine ma’âs baglayıp, herkesi mes’ûd eder. Iste islâmiyyet, zekât ile, böyle
sosyal bir sigorta kurmusdur.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: (Dört nev’ zekât malından
ikisine, ya’nî zekât hayvanları ile toprakdan elde edilen mallara (Emvâl-i zâhire)
denir. Bunların zekâtlarını, halîfenin me’mûrları gelip toplar. Bu me’mûrlara
(Sâ’î) denir. Devlet, bu toplanan malı [ve (Âsir) denilen me’mûrların, yolcu tüccârdan
aldıkları emvâl-i bâtına zekâtını] beyt-ül-mâlda saklayıp, yedi sınıfdan
herbirine sarf eder. Zekât mallarından altın, gümüs ve ticâret esyâsına (Emvâl-i
bâtına) denir. Bunların mikdârını sâhibine sormak câiz degildir. Bunların zekâtını
mal sâhibi, yedi sınıfdan diledigine, kendi verir. Böyle verilmis olan zekâtları,
devlet ayrıca istiyemez. Bir sehrdeki zenginlerin hiç zekât vermedikleri anlasılırsa,
emvâl-i bâtınalarının zekâtını da devlet toplıyabilir. (Dıyâ-ul-ma’nevî) ve
(Îzâh)da diyor ki, (Devlet bes malı alamaz: Emvâl-i bâtına zekâtı, fıtra, kurban,
nezr ve keffâret).
[Son zemânlarda, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în”
büyüklüklerini anlıyamıyanlar çogalmakdadır. Çünki, âlimi âlim anlar. Câhiller
anlıyamaz. Din adamı geçinen câhiller, kendilerini âlim sanıyorlar. Birbirlerini,
millete, islâm âlimi diye tanıtıyorlar. Biz, yalnız Kur’âna ve hadîslere inanırız
diyerek, Selef-i sâlihînin ictihâdlarını begenmiyorlar. Kur’ân-ı kerîmden ve
– 309 –
hadîs-i serîflerden, kısa görüslerine ve kısır düsüncelerine uygun yeni yeni ma’nâlar
çıkarıyorlar. Hadîs-i serîfde ögülmüs olan ikinci yüzyılın büyüklerine, din
imâmlarımıza dil uzatıyorlar. Onların kıymetli kitâblarını lekelemege ugrasıyorlar.
Ibni Teymiyye, Mevdûdî, Resîd Rızâ, Seyyid Kutb, Hamîdullah, fizikci Abdüsselâm
ve Ahmed Didad gibi mezhebsizlerin kitâbları, islâm âlimlerinin sözbirligi
ile bildirdiklerine uymıyan bilgileri yaymakdadır. Meselâ, (Cihân Sulhu ve Islâm)
ve (Islâma Giris) kitâblarında, (Zekât devlete verilen vergi demekdir. Zenginlerin,
diledikleri fakîrlere verdikleri paraya zekât denmez. Zekât yalnız devlete
verilir. Devlet, bunu kâfirlerin fakîrlerine de verebilir. Çünki (Miskîn), kâfirlerin
fakîrleri demekdir) yazılıdır. Mezhebsizlerin yanlıs yolda oldukları, (Fâideli Bilgiler)
kitâbının (Din Adamı Bölücü Olmaz) ve (Dogru Söze Inan, Bölücüye Aldanma)
kısmlarında uzun bildirilmekdedir.]
Zâlim olan sultânlar, (Emvâl-i zâhire)den vergi alırken, zekât niyyeti ile verilirse,
kabûl olur diyen âlimler vardır. (Emvâl-i bâtına)dan alırlarsa veyâ kâfir ve
mürted olanların aldıgı her nev’ vergi verilirken, zekât olarak niyyet edilse de, zekât
yerine geçmez. Ayrıca zekât vermek lâzım olur.
Beyt-ül-mâlda, birbirlerinden ayrı dört cins mal bulunur:
1 — Hayvânlardan, toprak mahsûllerinden alınan ve (Âsir)in, ancak yolda
rastgeldigi müslimân tüccârdan aldıgı zekâtlar olup, yukarıdaki yedi sınıfa verilir.
2 — Ganîmetin ve yerden çıkarılan ma’denlerin besde biri olup, yetîmlere,
miskînlere ve parasız kalan yolculara verilir. Bunların üçünde de, önce (Benî
Hâsim) ve (Benî Muttalib) olanlara verilir. Petrol gibi sıvılardan ve oksidler, tuzlar
gibi atesde erimiyen filizlerden ve denizden çıkarılanlardan birsey alınmaz.
3 — Gayr-i müslimlerden alınan, harâc ve cizye ve âsirin bunlardan aldıgı maldır.
Bunlar, yol, köprü, han, mekteb, mahkeme gibi umûmî ihtiyâclara ve millî müdâfe’aya
sarf edilir. Memleket hudûdunu bekliyen, memleket içindeki yolları
bekliyen müslimânlara, köprü, mescid, havuz, nehr yapmaga ve ta’mîrlerine, imâma,
müezzine, hademe-i hayrâta, islâm ilmlerini, ya’nî din ve fen bilgilerini okutanlara
ve okuyanlara, kâdîlara, müftîlere, vâ’ızlara ve dîni ve milleti, devleti yasatmak
için çalısanlara verilir. Bunlar, zengin olsalar bile, çalısmaları, hizmetleri
karsılıgı, âdete ve ihtiyâc esyâsının degerine göre, uygun bir pay verilir. [(Hadîka)
el âfetlerinde, beyt-ül-mâldan hakkı olanları genis anlatmakdadır.] Öldükleri zemân,
çocukları degerli ise, baskalarına tercîh olunur. Çocukları câhil, fâsık iseler,
babalarının yerine ta’yîn edilmez. (Esbâh) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor
ki, (Sultân, câhil birini, mu’allim, hatîb, vâ’ız ta’yîn ederse, sahîh olmaz. Zulm etmis
olur).
4 — Vârisi olmıyan zenginlerin bırakdıgı mal ve (lukata), ya’nî yerde bulunup
sâhibi çıkmayan seyler; hastahânelere ve fakîrlerin cenâzelerini kaldırmaga sarf
edilir ve çalısamıyacak hâlde olan kimsesiz fakîrlere verilir. Bu dört sınıf malı, hakkı
olanlara ulasdırmak, devletin vazîfesidir.
Devlet sehr dısına (Âsir) adında me’mûr koyar. Bunlar, tüccârı hırsızdan ve
her tehlükeden korur. Bu âsir, yoldan geçen tüccârdan, yanındaki malın mikdârını
sorar. Nisâb mikdârı ise ve yanında bir sene kaldı ise ve ticâret malı ise, her
çesid maldan, müslimândan kırkda birini, zimmîden yirmide birini, harbîden
onda birini alır. Müslimândan alınan bu mal, onun zekâtı yerine geçer. Sehrde zekâtını
vermisdim veyâ bir yıl olmadı diyenden birsey almaz. Müslimân tüccârdan
birsey almayan kâfir memleketin tüccârından birsey alınmaz. Onların müslimân
tüccârlardan ne kadar aldıkları bilinirse, o kadar alınır. [Kâfir memleketlerinde
çalısanların, o devlete vergi vermelerinin lâzım oldugu buradan da anlasılmakdadır.]
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” ikinci cild, elliyedinci sahîfede buyuru-
– 310 –
yor ki, (Beyt-ül-mâlın dört hazînesinden birinde mal tükenir ise, diger üç hazînesinde
bulunan maldan buraya ödünc olarak aktarılıp, bu hazîneden hakkı olan yerlere
dagıtılır). Buna göre de, üçüncü hazînede harâc, cizye malı bulunmadıgı zemân,
din adamlarına ve cihâd edenlere birinci hazînedeki zekât ve usr mallarından
verilir. Din düsmanlarının yazı ile, her çesid propaganda ile islâmı yıkmaga,
müslimân yavrularını dinden çıkarmaga saldırdıkları zemân, bunlara cevâb veren
ve müslimânları aldanmakdan koruyan yazarlar, dernekler, Kur’ân-ı kerîm kursları,
matba’a ve kitâblar ve gazeteler hep mücâhid ve islâm kahramanıdırlar.
Böyle soguk harbde, islâmiyyeti ve müslimânları koruyan bu mücâhidlere, beytül-
mâlda bulunan usr ve zekât mallarından vermek farzdır. Sultân usru kaldırsa,
müslimânların usr vermesi afv olmaz. Usru kendilerinin vermesi farzdır. Bu mücâhidlere
vermelidirler. Hem farz yapılmıs olur, hem de cihâd sevâbı kazanılır.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh” besinci cild ikiyüzkırkdokuzuncu sahîfede
diyor ki, (Beyt-ül-mâl, halâl olarak, hak üzere toplanmayıp, zulm ile alınmıs
ise, böyle haksız alınan malları sâhiblerine geri vermek farz olur. Beyt-ül-mâldan
hakkı olanlara verilmez. Bunların alması harâm olur. Mal sâhibleri ma’lûm degilse,
beyt-ül-mâlın dördüncü kısmına konur. Buradan hakkı olanlara verilir).
ZEKÂT VERMIYENLER — (Riyâd-un-nâsıhîn) kitâbının sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh” diyor ki: Emîrülmü’minîn Alî “kerremallahü vecheh” buyuruyor: Resûlullah
“sallallahü aleyhi ve sellem”, vedâ’ haccında buyurdu ki, (Malınızın zekâtını
veriniz! Biliniz ki, zekâtını vermiyenlerin, nemâzı, orucu, haccı ve cihâdı ve îmânı
yokdur). Ya’nî, zekât vermegi vazîfe bilmez, farz olduguna inanmaz, vermedigi
için üzülmez, günâha girdigini bilmezse, kâfir olur. Senelerle zekât vermiyenlerin
zekât borcları birikerek, bütün malını kaplar. Malı kendinin sanıp, müslimânların
o malda hakkı oldugunu, hâtırına bile getirmez. Kalbi hiç sızlamaz. Bu mala sımsıkı
sarılmısdır. Böyle kimseler, müslimân olarak tanınır. Fekat bunlardan, îmânını
kurtaran pek nâdir olur. Zekât vermek, Kur’ân-ı kerîmin otuziki yerinde, nemâzla
birlikde emr edilmekdedir. Tevbe sûresi, otuzdördüncü âyet-i kerîmesi, böyle kimseler
için olup, meâl-i serîfi, (Malı, parayı birikdirip zekâtını, müslimân fakîrlerine
vermeyenlere çok acı azâbı müjdele!)dir. Bu azâbı, bundan sonraki âyet-i kerîme
bildirmekde olup, meâl-i serîfinde: (Zekâtı verilmiyen mallar, paralar, Cehennem
atesinde kızdırılıp, sâhiblerinin alınlarına, bögürlerine, sırtlarına mühür basar gibi
basdırılacakdır) buyurulmusdur.
Ey magrûr zengin! Dünyânın çabuk geçip, gidici malı, parası, seni aldatmasın!
Bunlar, senden önce, baskalarının idi. Senden sonra da, baskasının olacak. Cehennemin
siddetli azâbını düsün! Zekâtını ayırıp vermedigin o mal, usrunu vermedigin
o bugday, hakîkatde zehrdir. Malın hakîkî sâhibi, Allahü teâlâdır. Zenginler,
Onun vekîlleri, me’mûrları, fakîrler de, âilesi, akrabâsı demekdir. Vekîllerin, Allahü
teâlânın borcunu fakîrlere vermesi lâzımdır. Zerre kadar iyilik eden iyiligini
bulacakdır. Hadîs-i serîfde, (Allahü teâlâ, iyilik edenlere, karsılıgını elbette verecekdir)
buyuruldu. Hasr sûresi, dokuzuncu âyet-i kerîmede, (Zekâtını veren, elbette
kurtulacakdır) müjdelendi. Âl-i Imrân sûresinde, yüzsekseninci âyet-i kerîmede
meâlen, (Allahü teâlânın ihsân etdigi malın zekâtını vermeyenler, iyi etdiklerini,
zengin kalacaklarını sanıyor. Hâlbuki, kendilerine kötülük yapmıs oluyorlar.
O malları, Cehennemde azâb âleti olacak, yılan seklinde boyunlarına sarılıp, basdan
ayaga kadar onları sokacakdır) buyurulmusdur. (Elbasît) ve (Vasît) tefsîrlerinde
böyle yazılıdır. Kıyâmete ve Cehennem azâbına inanan zenginlerin, mallarının
zekâtını, tarla mahsûllerinin, meyvelerin usrunu vererek, bu azâblardan kurtulmaları
lâzımdır. Hadîs-i serîfde, (Zekât vererek, malınızı zarardan koruyunuz!) buyuruyor.
(Tefsîr-i Mugnî) sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” diyor ki: (Kur’ân-ı kerîmde
üç sey, üç seyle berâber bildirildi. Bunlardan biri yapılmazsa, ikincisi kabûl olmaz.
Peygambere “sallallahü aleyhi ve sellem” itâ’at edilmedikce, Allahü teâlâ-
– 311 –
ya itâ’at edilmis olmaz. Anaya, babaya sükr edilmedikce, Allahü teâlâya sükr edilmis
olmaz. Malın zekâtı verilmedikce, nemâzlar kabûl olmaz). Ey gaflet serâbının
serhosu! Dünyânın zevk ve safâsı pesinde, dahâ ne kadar kosacaksın? Bu kıymetli
ömrü harâmdan, halâldan mal yıgmakda, ne zemâna kadar ziyân edeceksin? Islâmiyyetin
emr ve yasaklarına aldırıs etmezsin! Azrâîl aleyhisselâmın gelip cânını
zorla alacagı, ecel arslanı pençesini sana takacagı, can verme acılarının basına
gelecegi, seytânın, îmânını çalmak için kasd edecegi, dostlarının, vah vah öldü, siz
sag olun, diye evlâdına ta’ziye edecekleri vakti düsün! Firâk sesi gelip, bize yarayan
birsey yapmadın. Hep begenmediklerimizi isledin. Biz de sana, senin bize yapdıgın
gibi yaparız, diyecekleri zemândan korkmuyor musun?
Düsün, kabr ve âhıret süâllerine ne cevâb hâzırladın? Allahü teâlânın tekdîrine
ne behâne yapacaksın? Kendine acı! Süâle çekileceksin. Hâlbuki, verecek cevâbın
yok. Cehenneme girersen, atesine dayanamazsın. Kendine ve herkese öyle
iyilik et ki, baskası iyilik yapınca, sen yapdın sansınlar. Kendine ve kimseye kötülük
etme ki, baskası bir fenâlık yapınca, sen yapdın sanmasınlar.
(Sahîh-i Müslim)deki bir hadîs-i serîfde, (Ey Âdem oglu! Benim malım, benim
malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok etdigin, giyerek eskitdigin ve Allah
için vererek, sonsuz yasatdıgındır) buyuruldu. Eger malını seviyorsan, niçin düsmanlarına
bırakıp da gidiyorsun. Sevdiginden ayrılma, berâber götür! Hepsini veremezsen,
bâri kendini de, bir vâris yerine koyup, hisseni âhıret yolunda gönder.
Bunu da yapamazsan, bâri, zekâtını ver de, azâbdan kurtul! Nükte [güzel ma’nâlı
söz]: Hiratlı üstâd, Hâce Abdüllah-i Ensârî diyor ki: (Malı seviyorsan, yerine sarf
et de, sana sonsuz arkadas olsun! Eger sevmiyorsan, yi de, yok olsun!).
Hikâye: Ferîdeddîn-i Attâr, (Tezkire-tül-Evliyâ) kitâbında diyor ki: (Cüneyd-i
Bagdâdî, yedi yasında idi. Mektebden gelince, babasını aglıyor görüp sordu: Bugün,
zekât olarak, dayın Sırrî Sekâtîye birkaç gümüs göndermisdim, almamıs.
Kıymetli ömrümü, Allah adamlarının, begenip almadıgı gümüsler için geçirmis olduguma
aglıyorum, dedi. Cüneyd, babacıgım, o parayı ver, ben götüreyim deyip,
dayısına gitdi. Kapıyı çaldı. Dayısı sorunca, ben Cüneydim. Dayıcıgım kapıyı aç ve
babamın zekâtı olan bu gümüsleri al! dedi. Dayısı, almam, deyince, Cüneyd: (Adl
edip, babama emr eden ve ihsân edip, seni serbest bırakan Allahü teâlâ için al!)
dedi. Sırrî: (Babana ne emr etdi ve bana ne ihsân etdi?) dedi. Cüneyd: (Babamı zengin
yapıp, zekât vermesini emr etmekle adâlet eyledi. Seni de fakîr yapıp, zekâtı
kabûl etmek ve etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi) dedi. Bu söz,
Sırrînin hosuna gidip, (Oglum! Gümüsleri kabûl etmeden önce, seni kabûl etdim)
dedi. Kapıyı açıp parayı aldı. (Riyâd-un-nâsıhîn)in sözü burada temâm oldu.
Âdem oglu aç gözünü, yeryüzüne kıl, bir nazar,
gör bu latîf çiçekleri, hangi kuvvet yapar, bozar.
Herbir çiçek bir nâz ile, öger Hakkı, niyâz eder,
kurdlar, kuslar, durmaz söyler, ol Hâlıka âvâz eder.
Öger onun kâdirligin, herbir ise hâzırlıgın,
ille onun kâhirligin, anlayınca, rengi döner.
Rengi döner günden güne, topraga dökülür yine,
bu ibretdir anlayana, hakîkatı, ârif sezer.
Ger bu sırrı duya idin, yâ bu gammı yiye idin,
yerinde eriye idin, insan degil misin, meger.
Bilir, gelen gider imis, konan geri göçer imis,
mevt serbetin içer imis, her kim, bu ma’nâdan geçer.
– 312 –