03 Eylül 2013

TAM İLMİHAL'DEN....77 — IKINCI CILD, 69. cu MEKTÛB

77 — IKINCI CILD, 69. cu MEKTÛB
Bu mektûb, Muhammed Murâd-ı Bedahsîye yazılmıs olup, nemâzın ta’dîl-i erkânı
ve tumânîneti ve câmi’de safların düzeltilmesi ve kâfirlere karsı harbe giderken
niyyetin düzeltilmesi ve teheccüd nemâzı ve yemeklerin halâlden seçilmesine
dikkat olunması bildirilmekdedir:
Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçdigi, begendigi kullarına selâmlar, râhatlıklar
olsun! Mektûbunuz geldi. Arkadasların, dostların, dogru yoldan ayrılmadıkları
anlasılarak, çok sevindirdi. Allahü teâlâ, dogrulugunuzu ve dogru yolda bulunmanızı
artdırsın! Arkadaslarımız ile birlikde verdiginiz vazîfeyi yapmaga devâm
ediyoruz. Bes vakt nemâzı, elli altmıs kisilik cemâ’at ile kılıyoruz, diyorsunuz.
Bunun için, Allahü teâlâya hamdü senâlar olsun! Kalbin Allahü teâlâ ile olması,
bedenin, a’zânın da ahkâm-ı ser’ıyyeyi yapmakla zînetlenmesi, ne büyük bir
ni’metdir. Bu zemânda insanların çogu nemâz kılmakda gevsek davranıyor. Tumânînete
ve ta’dîl-i erkâna ehemmiyyet vermiyorlar. Bunun için, siz sevdiklerime, bu
noktayı belirtmege mecbûr oldum. Iyi dinleyiniz! Peygamberimiz “sallallahü
aleyhi ve sellem”, (En büyük hırsız, kendi nemâzından çalan kimsedir) buyurdu.
Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi nemâzından nasıl çalar? diye sordular. (Nemâzın
rükü’unu ve secdelerini temâm yapmamakla) buyurdu. Bir def’a da buyurdu ki,
(Rükü’da ve secdelerde, belini yerine yerlesdirip biraz durmayan kimsenin nemâzını
Allahü teâlâ kabûl etmez). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, bir
kimseyi nemâz kılarken, rükü’unu ve secdelerini temâm yapmadıgını görüp, (Sen
nemâzlarını böyle kıldıgın için, Muhammedin “aleyhissalâtü vesselâm” dîninden
baska bir dinde olarak ölmekden korkmuyor musun?) buyurdu. Yine buyurdu ki,
(Sizlerden biriniz, nemâz kılarken, rükü’dan sonra temâm kalkıp, dik durmadıkca
ve ayakda, her uzv yerine yerlesip durmadıkca nemâzı temâm olmaz). Bir kerre
de buyurdu ki, (Iki secde arasında dik oturmadıkca, nemâzınız temâm olmaz).
Birgün Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, birini nemâz kılarken, nemâzın
ahkâm ve erkânına riâyet etmedigini, rükü’dan kalkınca, dikilip durmadıgını
ve iki secde arasında oturmadıgını görüp, buyurdu ki, (Eger nemâzlarını böyle kılarak
ölürsen, kıyâmet günü, sana benim ümmetimden demezler). Bir baska yerde
de buyurdu, (Bu hâl üzere ölürsen, Muhammedin “aleyhisselâm” dîninde olarak
ölmemis olursun). Ebû Hüreyre “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Altmıs sene,
bütün nemâzlarını kılıp da, hiçbir nemâzı kabûl olmıyan kimse, rükü’ ve secdelerini
temâm yapmıyan kimsedir). Zeyd ibni Vehb “rahmetullahi teâlâ aleyh” birini
nemâz kılarken rükü’ ve secdelerini temâm yapmadıgını gördü. Yanına çagırıp,
ne kadar zemândır böyle nemâz kılıyorsun, dedi. Kırk sene deyince, sen kırk senedir
nemâz kılmamıssın. Ölürsen Muhammed Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve
sellem” sünneti [ya’nî dîni] üzere ölmezsin, dedi.
Taberânînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Evsât)ında bildirilmisdir ki, bir mü’min
nemâzını güzel kılar, rükü’ ve secdelerini temâm yaparsa, nemâz sevinir ve nûrlu
olur. Melekler, o nemâzı göke çıkarır. O nemâz, nemâzı kılmıs olana, iyi düâ eder
ve sen beni kusûrlu olmakdan korudugun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza
etsin, der. Nemâz güzel kılınmazsa, siyâh olur. Melekler o nemâzdan igrenir. Göke
götürmezler. O nemâz, kılmıs olana, fenâ düâ eder. Sen beni zâyı’ eyledigin, kötü
hâle sokdugun gibi, Allahü teâlâ da, seni zâyı’ eylesin, der. O hâlde, nemâzları
temâm kılmaga çalısmalı, ta’dîl-i erkânı yapmalı, rükü’u, secdeleri, (Kavme)yi
[ya’nî rükü’dan kalkıp dikilmegi] ve (Celse)yi [ya’nî, iki secde arasında oturmagı]
iyi yapmalıdır. Baskalarının da kusûrlarını görünce söylemelidir. Din kardeslerinin
nemâzlarını temâm kılmalarına yardım etmelidir. Tumânînet [ya’nî uzvların
hareket etmemesi] ve ta’dîl-i erkânın [Bir kerre sübhânallah diyecek kadar hareketsiz
durmak] yapılmasına çıgır açmalıdır. Müslimânların çogu, bunları yapmak
serefinden mahrûm kalıyor. Bu ni’met, elden çıkmıs bulunuyor. Bu ameli meydâ-
– 289 – Se’âdet-i Ebediyye 1-F:19
na çıkarmak çok mühimdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu
ki, (Unutulmus bir sünnetimi meydâna çıkarana, yüz sehîd sevâbı verilecekdir).
Cemâ’at ile nemâz kılarken safları düz yapmaga da dikkat etmelidir. Safdan ileride
ve geride durmamalıdır. Herkes, bir hizâda durmaga çalısmalıdır. Peygamberimiz
“sallallahü aleyhi ve sellem”, önce safları düzeltir, ondan sonra nemâza dururdu.
(Safları düzeltmek, nemâz kılmanın bir parçasıdır) buyururdu. Yâ Rabbî!
Bizlere, nihâyetsiz rahmet hazînenden nasîb eyle! Hepimizi dogru yoldan ayırma!
Ey mes’ûd ve bahtiyâr kardesim! Amel ve ibâdet, niyyet ile dürüst olur. Kâfirlere
karsı muhârebeye giderken, önce niyyeti düzeltmelidir. Ancak, bundan sonra
sevâb kazanılır. Muhârebeye gitmekden maksad, Allahü teâlânın ismini, dînini
yaymak ve yükseltmek ve din düsmanlarını za’îfletmek ve bozguna ugratmak
olmalıdır. [Allahü teâlânın dînini, Onun kullarına ulasdırmak, insanları küfrden,
cehâletden kurtarıp îmâna, ebedî se’âdete kavusdurmak olmalı. Adam öldürmek,
can yakmak niyyeti ile cihâda gitmemelidir. Cihâd, kâfirleri zorla küfrden kurtarmakdır.]
Çünki, biz müslimânlara böyle emr edilmisdir ve cihâd da, bu demekdir.
Baska seylere niyyet ederek, cihâd sevâbından mahrûm kalmamalıdır. Gâzîlerin
beyt-ül-mâldan ma’âs almaları, cihâdı ve cihâd sevâbını bozmaz. [Bütün
ibâdetlerin kabûl olması için de, Allahü teâlâ için yapılması ve böyle niyyet edilmesi
sartdır.] Kötü niyyetler, ibâdeti bozar. Niyyeti düzeltmeli, ma’âs da almalı,
cihâda gitmelidir. Gâzîlik ve sehîdlik sevâblarını beklemelidir. Sizin hâlinize gıbta
ediyor, imreniyorum. Kalbiniz Allahü teâlâ ile, a’zâlarınız, cemâ’at ile nemâz
kılmakla ve ayrıca, din düsmanları, kâfirler ile cihâd etmekle [Allahü teâlânın dînini
kâfirlere yaymakla da] sereflenmekdesiniz. Gazâdan selâmet ile çıkan gâzî olur,
mücâhid olur. Ölen, hâlis sehîd olup, en büyük sevâblara, ni’metlere kavusur. Fekat,
tekrâr bildireyim ki, bunlar, ancak niyyeti düzeltdikden sonradır. Hâlis niyyet
kalbe gelmezse, böyle niyyet etmege, kendinizi zorlamalı ve bu niyyetin kalbde
hâsıl olmasını, Allahü teâlâdan yalvararak istemelidir.
Harbde kâfirlerin öldürdügü, sulh zemânında zâlimlerin iskence yaparak öldürdügü
kimsenin sehîd olması için, ölürken müslimân olması, kalbinde îmân olması
lâzımdır.
[TENBÎH: Âdem aleyhisselâmdan bugüne kadar, her zemân, her yerde, kötü
insanlar iyilere saldırmıslardır. Allahü teâlâ herseyi sebebler ile yaratmakdadır.
Kötülerin cezâsını da, kötü insanlar vâsıtası ile vermekdedir. Iskence edenlere dünyâda
da cezâlarını vermekdedir. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görmekdedir.
Bunların ve harbde ölenlerin ve kazâda ölen müslimânların hepsi sehîddir. Dünyâda
azâb çeken iyi, suçsuz müslimânlara âhıretde bol ni’metler verilecekdir.
Âhıretde ni’mete kavusmak için, îmân sâhibi olmak lâzım oldugu din kitâblarında
yazılıdır. Bu kitâblar dünyânın her yerinde çok vardır. Bu kitâbları okuyup da
inanmıyana kâfir denir. Islâmiyyeti isitmiyen kâfir olmaz. Isitince (Lâ ilâhe illallah
Muhammedün Resûlullah) diyen ve buna inanan müslimân olur. Bunun
ma’nâsı, (Herseyi yaratan bir Allah vardır ve Muhammed aleyhisselâm Onun
Resûlüdür)dır. Müslimân olan, Onun son Peygamberine tâbi’ olur. Birçok yerde,
kâfirler, zâlimler, suçsuz müslimânları, kadınları, çocukları öldürmüslerdir. Öldürülen
müslimânlar, sehîd olur. Öldürülürken, yapılan iskencelerin acısını duymaz.
Ölürken, kabrde verilecek olan Cennet ni’metlerini görerek çok sevinir. Sehîdler
ölürken hiç acı duymaz. Sevinir ve çok nes’elenir. Cennet ni’metlerine kavusur. Hadîs-
i serîfde (Müslimânların kabri Cennet bagçelerindendir) buyuruldu.]
Oradaki ahbâbıma bir nasîhatim de, (Teheccüd) nemâzını kılmanızdır. [Ya’nî gece
sonuna dogru nemâz kılmalıdır.] Büyüklerimiz, bu nemâzı hep kılmısdı. Size burada
iken de söylemisdim ki, eger o zemân uyanamaz iseniz, evdekilere söyleyiniz,
sizi her hâl-ü-kârda uyandırsınlar. Sizi, gaflet uykusunda bırakmasınlar. Böylece, birkaç
gece kalkınca, alısarak, kendiniz kolayca kalkar ve bu se’âdete kavusursunuz.
– 290 –
Baska bir nasîhatim de, yenilen lokmalarda, ihtiyâtlı davranmakdır. Bir müslimânın,
heryerde buldugu, herseyi yimesi dogru degildir. Lokmaların halâldan mı,
harâmdan mı geldigini düsünmek lâzımdır. Insan, baslı basına degildir ki, her
bildigini, aklına geleni yapsın. Sâhibimiz, yaratanımız var “celle celâlüh”. Onun
emrleri ve yasakları var. Begendigi ve begenmedigi seyleri, âlemlere rahmet olan
Peygamberleri “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” ile, bizlere bildirmisdir. Sâhibinin,
yaratanının begenmedigi seyleri istiyen, ne kadar bedbaht ve zevallıdır. Herseyi
sâhibinin izni olmadan kullanmak istiyor. Böyle kimseler, utansın ki, dünyâda, bu
seylerin gelip geçici sâhiblerine sormadan birseylerini kullanmıyor. Bu, hakîkî olmıyan
sâhiblerin haklarını gözetiyorlar da, bunların hakîkî sâhibi, begenmedigi seyleri,
siddetle, pek sıkı yasak etdigi ve yapanları agır cezâlarla korkutdugu hâlde,
Onun sözüne iltifât etmiyor, aldırmıyorlar. Bu hâl, müslimânlık mıdır, yoksa kâfirlik
midir? Iyi düsünmelidir! Simdi ecel gelmemis, fırsat elden kaçmamısdır.
Geçmisdeki kusûrları temâmlamak, düzeltmek mümkindir. Çünki, (Günâhına
tevbe eden, hiç günâh yapmamıs gibidir) hadîs-i serîfi, kusûru olanlara müjdedir.
Fekat bir kimse, bile bile günâh isler ve herkese bildirir, hiç sıkılmazsa, münâfık
olur. Müslimân görünmesi, onu azâbdan kurtarmaz. Bundan dahâ çok ve dahâ agır
söylemege ne lüzûm var? Aklı olana, bir isâret yetisir.
Sunu da söyliyeyim ki, korkulu yerlerde ve düsman karsısında ve emîn ve râhat
olmak için (Li îlâfi) sûresini okumalıdır. Tecribe edilmisdir. Her gün ve her gece,
hiç olmazsa, onbirer def’a okumalıdır. Hadîs-i serîfde buyuruldu ki, (Bir yere
gelen kimse E’ûzü bikelimâtillâhit-tâmmâti min serri mâ haleka okursa, o yerden
kalkıncaya kadar, ona hiçbirsey zarar, kötülük yapmaz). [Korkulu seyden kurtulmak
ve bir dilege kavusmak için, Tâhâ sûresinin otuzyedinci âyetinden (Velekad)
dan, otuzdokuz sonuna (alâ aynî)ye kadar kâgıda mürekkeble yazıp, bir seye
yedi kerre sarıp, yanında tasımalıdır. Fâidesi çok görülmüsdür.] Dogru yolda
gidenlere, Allahü teâlâ selâmet versin! Âmîn.
Ey gözlerimin nûru, ey cândan yakın cânân!
Abdülhakîm Arvâsî, hasta rûhlara dermân!
Bizler nerde siz nerde, perdeler feth olmuyor,
Sizden uzak kaldıkca, kalbler râhat bulmuyor.
Sohbetden, muhabbetden, dâim konusurdunuz,
Talebe, hocası ile ölçülür, diyordunuz.
Adım adım, hakîkat yolunu geçmissiniz!
Rûhları serhos eden, serbetden içmissiniz!
Dünyâ yok gözünüzde, kalb sâhibi ile mesgûl,
Sensin cihânda simdi, Rabbin en sevdigi kul!
Tevâzû’, büyüklügün alâmeti derdiniz,
Her hareketinizde bunu gösterirdiniz.
Cihân zûlmetde iken Fehîm nûr saçıyordu,
O haznedeki esrâr, hep size nasîb oldu!
Ya Rabbî! Seyyid Fehîm, ne büyük mürsid imis,
ölü kalbi dirilten, bir Hakîm yetisdirmis.
Resûlullahdan gelen, nûru naks etmis size,
En büyük arzûmuzdur, kavusmak lutfünüze!
Nûra kavusulur mu, bir rehber olmadıkca?
Kalbleri ihlâs ile, ona baglamadıkca.
– 291 –
78 — ZEKÂT VERMEK
Zekât vermek, hicretin ikinci senesinde Ramezân ayında farz oldu. Zekâtın farzı
birdir. Her müslimânın tam mülkü olan nisâb mikdârındaki (Zekât malı)nın, belli
zemânda, belli mikdârını, zekât niyyeti ile ayırıp, emr edilen müslimânlara vermekdir.
Tam mülk, halâl yoldan gelip, kullanması mümkin ve halâl olan öz malı
demekdir. Vakf malı, kimsenin mülkü degildir. Gasb, sirkat, rüsvet, kumar, alkollü
içki satısının semeni ve fâsid olarak satın aldıgı mal gibi, harâm malı kendi halâl
malı ile veyâ çesidli kimselerden aldıgı harâm malları birbirleri ile karısdırmamıs
ise, bu harâm mallar, mülkü olmaz. Kullanması, nafaka yapması halâl olmaz.
Bunlarla câmi’ ve baska hayrlar yapamaz. Bunların zekâtını vermesi farz olmaz.
Ya’nî, zekât nisâbının hesâbına katılmazlar. Sâhibleri veyâ vârisleri belli ise, kendilerine
geri vermesi farzdır. Belli degil ise, hepsini sadaka olarak fakîrlere dagıtır
ise de, sonra sâhibi çıkıp, tazmînini isterse, tazmîn eder. Sâhiblerini buluncıya
kadar dayanamayıp bozulacak malı, kendi kullanıp, sonra tazmîn etmesi, ya’nî benzerini,
benzeri yoksa kıymetini ödemesi câiz olur. Birinci kısm, kırkikinci maddeye
ve 303. cü sahîfeye bakınız! Ticâret sirketinde ortak olanın, hissesi nisâb mikdârı
ise, kendi hissesinin zekâtını hesâb ederek vermesi lâzımdır. Ibni Âbidîn, Bey’
ve sirâyı anlatırken diyor ki, (Din adamlarının, evkafdan alacakları erzâkı, teslîm
almadan önce satmaları câiz degildir. Çünki bunlar, hak edilmis ücret iseler de, hak
edilen mal, kabz edilmeden önce mülk olmaz. Düsmandan alınan ganîmet, dâr-ülislâma
getirilince, askerin hakkı olur. Fekat, taksîm edilmeden önce, mülk olmaz).
Bunun için me’mûrların ve isçilerin alacakları ma’âs ve ücretler, ellerine geçmeden
önce mülkleri olmaz. Ma’âs, ücret ele geçmeden önce, bunlar nisâb hesâbına
katılmaz. Ya’nî zekâtları verilmez. Bunlardan kesilen yardım sandıgı, sigorta paraları
ve tasarruf bonoları zekât hesâbına katılmaz. Senelerce sonra birikmis olarak
ele alınınca, yalnız alınan para, o senenin zekât nisâbının hesâbına katılır. Satıs
karsılıgı alınan bonolar, böyle degildir. Bunlar ve hisse ve tahvîl senedleri, her
sene zekât hesâbına katılır.
Hanefî mezhebinin âlimleri dediler ki, (Mükellef) olan, ya’nî âkıl, bâlig [cünüb
olup gusl abdesti almaga baslıyan bir yasa gelmis] olan ve hür olan müslimân erkek
ve kadının, sartları bulununca, zekât vermeleri farzdır. Zekât vermek, malı müslimân
fakîre temlîk etmekle olur. Ya’nî, malı fakîrin eline vermek lâzımdır. Fakîr
ve âkıl olan yetîme velîsi yemek yidirse, zekât yerine geçmez. Yemegi yetîmin eline
verse veyâ velîsi bu yetîmi giydirse zekât olur. Âkıl olmıyan fakîr yetîmle birlikde
yemek yiseler zekât vermis olur. Velî olmak, yetîme babası tarafından veyâ
hâkim tarafından vasî ta’yîn edilmekle olur. Bu kimse, yetîme verilecek hediyyeleri
almak ve ona vermek hakkına mâlik oldugu için, kendi zekâtı ile de, elbise ve
yiyecek ve baska lüzûmlu seyler satın alıp ona verebilir. Hâkim emri ile fakîr akrabaya
verilen nafakanın da böyle oldugu (Bezzâziyye)de yazılıdır. Baska fakîrlere,
zekât malını degisdirmeden vermesi lâzımdır. Imâm-ı Nesefî “rahmetullahi
aleyh” (Zahîre)de diyor ki, (Bir zengin, ta’âm satın alıp fakîrlere yidirse, zekât vermis
olmıyacagı (Ziyâdât)da yazılıdır). (Bezzâziyye) ve (Fetâvâ-i Hindiyye)de diyor
ki, (Kurban etini, koyunlarının zekâtı niyyeti ile fakîre verse, zekât olmaz).
(Îzâh)da diyor ki, (Çocuga, deliye verilecek zekât, babasına veyâ velîsi olan akrabâsına
veyâ vasîsine verilir).
Dört mezhebde de dört dürlü (Zekât malı) vardır:
1 — Senenin ekserî zemânında, çayırda parasız otlayan dört ayaklı hayvanlar.
2 — Altın ile gümüs.
(Dürr-ül-müntekâ)nın sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” buyuruyor ki, (Altın
ile gümüsün oniki ayârdan ziyâdesi, para olarak kullanılsın, kadınların süsü gibi,
halâl olarak kullanılsın, erkeklerin altın yüzük takması gibi, harâm olarak kulla-
– 292 –
nılsın, ev, yiyecek, kefen satın almak için saklanılsın, kılınc [ve altın dis] gibi ihtiyâc
esyâsı olsalar da, zekât nisâbının hesâbına katılacaklardır). Görülüyor ki, erkeklerin
altın yüzük takması harâmdır. Ikinci kısm, 41. ci maddenin sondan ikinci
sahîfesine bakınız!
3 — Ticâret için alınıp, ticâret için saklanılan (Ticâret esyâsı).
Ibni Âbidîn “rahmetullahi aleyh”, zekâtın sebebini ve sartını bildirirken, buyuruyor
ki, (Esyânın ticâret niyyeti ile satın alınması lâzımdır. Usr vermesi lâzım gelen
topraklardan hâsıl olan ve mîrâs olarak ele geçen veyâ hediyye, vasıyyet gibi
kabûl edince mülk olan seylerde, ticârete niyyet edilse de, bunlar ticâret malı olmaz.
Çünki, ticâret niyyeti, alıs verisde olur. Meselâ, tarlasından bugday alıp usrunu
veren veyâ mîrâsdan eline urûz geçen kimse, satmak niyyeti ile saklasa, nisâb
mikdârından fazla olsa ve bir seneden fazla kalsa, zekâtlarını vermek îcâb etmez).
Ticâret niyyeti ile [ya’nî satmak için] satın aldıgı bugdayı tarlasına ekse veyâ
ticâret için aldıgı hayvanı, kuması kendi kullanmaga niyyet etse, ticâret malı olmakdan
çıkarlar. Sonra bunları satmaga niyyet ederse, ticâret malı olmazlar.
Bunları satınca veyâ kirâya verince, eline geçen mal ticâret malı olur. Kullanmak
için satın aldıgı malı, aldıkdan sonra ve mîrâs olarak eline geçen urûzu veyâ hediyye,
vasıyyet, sadaka gibi kendinin kabûl etmesi ile mâlik oldugu malı alırken veyâ
tarlasından aldıgı bugdayı satmaga niyyet etse, ticâret malı olmazlar. Bunları
satsa ve satarken semenleri olan urûzu ticâretde kullanmagı niyyet etse, bu bedelleri
ticâret malı olurlar. Çünki ticâret bir isdir. Yalnız niyyet ile olmaz. Baslamak
da lâzımdır. Ticâreti terk etmek ise, yalnız niyyet ile olur. Herseyi terk etmek, yalnız
niyyet ile olur. Bunun gibi, insan yalnız niyyet etmekle müsâfir olmaz ve orucu
bozulmaz. Kâfir, müslimân olmaz ve hayvan sâime olmaz. Bunların tersi ise, yalnız
niyyet etmekle olur. Altın ve gümüs esyâ ve kâgıd paralar, her ne sûretle ele
geçerse geçsin, zekât malı olurlar.
4 — Yagmur suyu veyâ nehr, dere suyu ile sulanan, harâclı olmıyan bütün topraklardan
[usrlu toprak olmasa bile] ve vakf toprakdan çıkan seyler. Bunların zekâtına
(Usr) denir. Usr vermek, Kur’ân-ı kerîmde, En’âm sûresinin yüzkırkbirinci
âyetinde emr edilmis, onda birinin verilmesi de hadîs-i serîfde bildirilmisdir. Usr,
mahsûlün onda biridir. (Harâc) ise, besde bir, dörtde bir, üçde bir, yarıya kadar olabilir.
Bir toprakdan, yâ usr veyâ harâc vermek lâzımdır. Kul borcu olan, borcunu
düsmez. Usrunu tâm verir.
Zekâtın farzı birdir. Bu da, niyyet etmekdir. Niyyet kalb ile olur. Malın zekâtını
ayırırken veyâ müslimân fakîre verirken (Allah rızâsı için, zekât verecegim)
diye niyyet edip de fakîre veyâ zekâtını fakîrlere vermek için vekîl etdigi kimseye
verirken borç veyâ hediyye veriyorum dese, câiz olur. Söze bakılmaz. Zekât ve
sadaka diye birlikde niyyet ederse, imâm-ı Ebû Yûsüfe göre, zekât olur. Imâm-ı
Muhammede göre “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sadaka olur. Zekâtını vermemis olur.
Vasıyyet etmemis meyyitin, bırakdıgı maldan zekât borcu verilmez. Çünki, niyyet
etmesi lâzım idi. Vârisleri, kendi mallarından ödeyebilirler. [Bu takdîrde, zekâtın
iskâtı yapılmıs olur.] Zekâtı ayırırken ve fakîre verirken niyyet etmeyip, verdikden
çok sonra niyyet ederse, mal, fakîrde bulundugu müddetce, câiz olur. Vekîline
verirken niyyet etmesi yetisir. Vekîlinin fakîre verirken, ayrıca niyyet etmesi
lâzım degildir. Zekâtını müslimân fakîre vermesi için, zimmîyi de, ya’nî baska
dinde olan vatandası da vekîl etmesi câiz olur. Hâlbuki, hac için, zimmîyi vekîl göndermek
câiz degildir. Çünki, zekât için yalnız zenginin niyyet etmesi lâzımdır. Hac
için, vekîlin de niyyet etmesi lâzımdır. Vekîline verirken sadaka, keffâret, hediyye
dese, vekîli fakîre bu niyyet ile vermeden önce, zengin zekât için niyyet etse câiz
olur.
Iki zenginin de vekîli olan kimse, bunların zekâtlarını, haberleri olmadan karısdırır,
sonra fakîre verirse, zekât verilmis olmaz. Vekîl sadaka vermis olur. Ve-
– 293 –
kîl, zekâtları öder. Ibni Âbidîn, onbirinci sahîfede, bunu açıklarken buyuruyor ki,
(Zekâtları karısdırınca, kendi mülkü olur. Fakîre, kendi malını vermis olur). Zenginlerin
izni ile karısdırmıs ise veyâ karısdırdıkdan sonra ve fakîrlere vermeden önce
izn almıs ise, câiz olur. Fakîrlerin vekîli olan kimse, aldıgı zekâtları, habersiz karısdırıp,
sonra fakîrlere dagıtması câizdir. Zenginlerin vekîlinin de, bunlardan
iznsiz karısdırdıkdan sonra vermesi câiz olur da denildi. Bir zengin, bir kimseye benim
için, su kadar altın zekât ver dese [veyâ baska memleketde bulunan bir kimseye
mektûbla bildirse], bu kimse de emr olunan bu altınları, kendi kâgıd parası
ile satın alıp, fakîrlere verse, câiz olur. Imâm-ı Ebû Yûsüfe göre “rahmetullahi teâlâ
aleyh”, bu kimse, sonra parasını zenginden isteyebilir. Imâm-ı Muhammed “rahmetullahi
teâlâ aleyh” buyurdu ki, (Sonra sana öderim dedi ise, istiyebilir. Öderim
demedi ise, isteyemez). Vekîl elindeki zekâtı, zenginin emr etmedigi fakîrlere
verse, sonra zengin kabûl ederse, câiz olur denildi. Benim için fakîre sadaka ver
diyen kimse, sonra sana öderim demedi ise, ödemez. Zengin, kendi vekîline, fakîrlere
dagıtması için istedigi kadar zekât verebilir. Fakîrlerin vekîli, her fakîr için,
nisâb mikdârından fazla zekât alamaz. Zekâtın, fakîr vekîlinin eline girmesi, fakîrin
eline girmesi demekdir. Fakîr bu mala mâlik olur. Vakf hayvanlarının ve vakf
ticâret malının zekâtı verilmez.
ALTIN, GÜMÜS ve TICÂRET MALI ZEKÂTI — Canlı, cansız her mal,
meselâ yerden, denizden çıkarılmıs tuzlar, oksidler, naft, ya’nî petrol ve benzerleri,
ticâret yapmak için, ya’nî satmak için satın alındıkları zemân, (Ticâret esyâsı)
olurlar. Altın ile gümüs her ne niyyet ile olursa olsun, hep ticâret esyâsıdır.
Ödünc alma karsılıgı olan borclar ve zekât vermek farz oldugu günden önce ödeme
zemânı gelmis olan müeccel [taksîdli] kul borcları, nisâb hesâbına katılmaz.
Ya’nî bunlar, altın ve gümüsden ve ticâret esyâsından elde mevcûd olanların ve alacakların
kıymetinden çıkarıldıkdan sonra, kalanlar, nisâb mikdârı olursa, bir sene
sonra zekâtlarını vermek farz olur. Zekât farz oldukdan sonra yapılan borclar
özr olmaz, bunların zekâtı verilir. Geçmis senelerin ödenmemis zekâtları kul borcu
sayılır. Müeccel olan, ya’nî zekât farz oldukdan sonra, belli zemânda ödenecek
olan eski borcların, meselâ talâk vaktine müeccel mehrin nisâb hesâbına katılacaklarını,
ya’nî zekâtlarının verilecegini bildiren kitâblar Ibni Âbidînde yazılı ise de,
bunların nisâba katılmamasının sahîh oldugu (Dürr-ül-muhtâr), (Hindiyye),
(Dürr-ül-müntekâ), (Dâmâd) ve (Cevhere)de yazılıdır. Hac, nezr ve keffâret için
saklanan paraların zekâtı verilir. Çünki, kul borcu degildirler. Elinde nisâb mikdârı
altını veyâ gümüsü olan, yıl sonuna dogru birkaç teneke arpa ödünç alsa, yıl
sonunda bu arpa da elinde bulunsa, zekât vermesi lâzım olmaz. Çünki borc, önce
zekât malından ödenir. Zekât hesâbına katılmıyan arpadan ödenmesi düsünülemez.
Alacaklara gelince, Imâm-ı a’zama göre, üç dürlü alacak vardır:
1 — (Deyn-i kavî), ödünc verilen zekât malı ve zekât malının satısı karsılıgı alınacak
olan (Semen)dir. Nisâb hesâbına katılır. Alınacak para veyâ bunun ile yanında
bulunanın toplamı nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra, eline geçen her
mikdârın kırkda birini hemen vermesi farz olur. Iki sene sonra eline geçenin iki yıllık,
üç sene sonra geçenin üç yıllık zekâtını verir. Meselâ, üçyüz dirhem gümüs alacagı
olan, üç sene sonra, ikiyüz dirhem alırsa, bunun, üç yıl için, beser dirhemden,
onbes dirhem zekâtını verir. Almadan önce zekâtını vermesi lâzım olmaz. Kirâcı,
mal sâhibinin izni ile, kirâ karsılıgı ta’mîr yaparsa, bu masrafı mal sâhibine ödünc
vermis olur. (Ibni Âbidîn).
2 — (Deyn-i mütevassıt), ticâret malı olmıyan zekât hayvanlarının ve köle, ev,
yiyecek, içecek gibi ihtiyâc maddelerinin satısları karsılıgı ve binâların kirâ alacaklarıdır.
Nisâb hesâbına katılır. Nisâba mâlik oldukdan bir sene sonra, eline nisâb
mikdârı veyâ dahâ çok geçince, her sene için, aldıgının kırkda biri hemen verilir.
– 294 –
3 — (Deyn-i za’îf), mîrâs, mehr mallarıdır. Nisâb hesâbına katılır. Nisâb mikdârı
teslîm aldıkdan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Elinde nisâb mikdârı
mal da varsa, deynden aldıgını, buna katıp, elindekinin bir yılı temâm olunca,
aldıgının zekâtını da birlikde verir. Bunun için ayrıca bir yıl beklemez. Kavî ve vasat
deynleri de bir sene geçmeden önce alınca, böylece elindeki nisâba katarak zekâtlarını
birlikde verir. Iki imâma göre “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ”, her alacak,
nisâb mikdârı ise, alınan mikdâr az ise de, bir yıl geçmisse, zekâtı verilir.
Gayb olmus, denize düsmüs, gasb olunmus, gömüldügü yer unutulmus mal ve
inkâr olunan alacaklar, tam mülk olmadıkları için, nisâb hesâbına katılmaz ve ele
geçerlerse, önceki senelerin zekâtları verilmez.
Senedli veyâ iki sâhidli olan veyâ i’tirâf olunan alacaklar, iflâs edende ve fakîrde
de olsa, nisâba katılır. Ele geçince, geçmis yılların zekâtı da verilir.
IHTIYÂC ESYÂSI — Insanı ölümden koruyan seylerdir. Bunların birincisi nafakadır.
Nafaka da üçdür: Yiyecek, giyecek ve evdir. Yiyecek deyince, mutfak esyâsı
da anlasılır. Ev demek, ev esyâsı da demekdir. Binek hayvanı veyâ arabası, silâhları,
hizmetcisi ve san’at âletleri ve lüzûmlu kitâbları da ihtiyâc esyâsı sayılır.
Hacca gitmek için de, yine bu ihtiyâc esyâsından fazla parası, malı olması lâzımdır.
Nafaka, kendinin ve bakması vâcib olanların nafakasıdır. Bunların ihtiyâcdan
fazla olanı ve din ve meslek kitâblarından baska kitâbların hepsi, hac parası için
satılır ve kurban, fıtra nisâbına katılır. Fekat, ticâret niyyeti olmadıkça, zekât nisâbına
katılmaz. Hacca gitmek için, oturdugu evden fazla evi satılır. Fekat, bir evin
fazla odaları satılmaz. Oturdugu evini satıp, kirâ ile ev tutmak lâzım degildir.
Hac vakti gelmeden önce, ihtiyâc esyâsı satın almak câizdir. Hac farz oldukdan sonra,
bunları alarak hac parasını yimek câiz degildir. Önce hacca gitmesi lâzımdır.
Ibni Âbidîn haccı anlatırken buyuruyor ki, (Bir senelik yiyecek veyâ parası nafaka
sayılır. Dahâ fazlasını satıp hacca gidilir. Tüccârın, esnafın, san’at sâhiblerinin,
çiftcinin kendi memleketlerinde âdet olan sermâyeleri, hac için ihtiyâc esyâsıdır.
Kendinin ve bakması kendine vâcib olanların nafakası, bulundugu sehrin âdetine
ve arkadaslarına göre hesâb edilir. Iyi, temiz ve güzel yimek, giyinmek lâzımdır.
Isrâf da etmemelidir. Kul hakkı, Allahü teâlânın hakkından önce ödenir. Hacca
gitmek için ödünc almamalıdır. Ödemesi muhakkak ise alınabilir).
Ihtiyâc esyâsını almak için ve cenâze masrafının yapılması için ayırdıgı para nisâb
hesâbına katılır. Yalnız bu parası bulunan kimse, nisâb mikdârı oldugu günden
bir sene sonra, yine nisâb mikdârından az olmazsa, elinde kalan bu paranın zekâtını
verir. Çünki, zekât, fıtra ve kurban için, ihtiyâc esyâsına mâlik olmak sart
degildir. Bu esyâdan elde bulunanı nisâba katılmaz.
Altın ile gümüsün agırlıgı ve ticâret esyâsının mal olus kıymeti, nisâb mikdârı
oldukdan i’tibâren, bir hicrî sene, ya’nî arabî sene [354 gün] elde kalırsa, yıl sonunda
elde bulunanın kırkda birini, zekât niyyeti ile ayırıp, müslimân fakîrlere vermek
farzdır. Acele edip, hemen vermek vâcibdir. Özrsüz gecikdirmek mekrûh olur. Verirken
dört mezhebde de niyyet etmek ve zekât oldugunu söylemek lâzım degildir.
Altının nisâbı yirmi miskaldir. Miskal, agırlık ölçü birimidir. Agırlık, uzunluk,
hacm, zemân ve kıymet [para] ölçü birimleri, ser’î birimler ve urfî birimler olarak,
ikiye ayrılır: Ser’î birimler, Peygamberimiz “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem”
zemânında kullanılan ve hadîs-i serîflerde ismleri geçen birimlerdir. Bunlardan
ba’zılarının mikdârları ne kadar oldugunu dört mezheb imâmları farklı bildirmislerdir.
Urfî birimler, kullanılması âdet olan veyâ hükûmetlerin kabûl etdikleri birimlerdir.
Meselâ, hanefîdeki miskal ile sâfi’îdeki ve mâlikîdeki miskal birbirinden
farklı oldugu gibi, çesidli urfî miskaller mevcûddur. Hanefî mezhebinde, bir miskal,
yirmi kırâtdır. Bir kırât-ı ser’î, kabuksuz, uçları kesilmis, kuru bes arpadır. [Ec-
– 295 –
zâhânedeki hassâs terâzî ile yapdıgım tecribelerle] böyle bes arpanın yirmidört santigram
[0,24 gr.] agırlıgında oldugu görüldü. Böylece, bir ser’î miskal, yüz arpa, mâlikîde
bir miskalin yetmisiki arpa oldugu (Zahîre)de yazılıdır. Bir miskal, mâlikîde
üçbuçuk [3,456] gram ve hanefîde, dört gram ve seksen santigram [4,80 gr.] agırlıgında
olmakdadır. O hâlde, altının nisâbı, [96] gramdır. Osmânlı devletinde son
kabûl edilen urfî miskal 24 kırât ve bir kırât da [20] santigram idi. Buna göre, urfî
miskal 4,80 gram olmakdadır. Ser’î miskal ile urfî miskal aynı agırlıkda olmakdadır.
Bir Osmânlı ve Cumhûriyyet altını bir buçuk miskal agırlıgında oldugu için,
nisâb mikdârı, 20÷1,5=13,3 adet altın liradır. Bir liralık altın, [7,20] gramdır. 13,3
adet altın, 96 gram olur. Demek ki, onüç aded ve bir sülüs [13,3] altın lirası veyâ
bu kadar degerinde kâgıd parası olan kimsenin, zekât vermesi farz olur. Bir miskal
20 kırâtdır deyince, ser’î miskâl anlasılır. Bu miskalin kaç gram oldugunu anlamak
için, 20 yi bir ser’î kırâtın agırlıgı olan, 0,24 ile çarpmak lâzım olur. Urfî kırâtın
agırlıgı olan 0,20 ile çarpılırsa, bulunan 4 gr., ser’î miskalin agırlıgı olmadıgı
gibi, urfî miskalin de olmaz. Altının nisâb mikdârını bu yanlıs miskale göre yaparak
4x20=80 gramdır demek de dogru olmaz.
Gümüsün nisâbı, ikiyüz dirhem-i ser’îdir. Bir dirhem-i ser’î, ondört kırât-ı
ser’îdir. Yetmis arpadır. Mâlikîde ellibes arpa olup, [2,64] gramdır. Hanefîde, on
dirhemin agırlıgı, yedi miskalin agırlıgına müsâvî olmakdadır. Bir miskalden, onda
üçü çıkarılınca, bir dirhem olur. Bir dirheme, yedide üçü ilâve edilince bir
miskal olur. Bir dirhem-i ser’î, 0,24x14=3,36 üç gram ve otuzaltı santi gramdır. [3,36
gram.] O hâlde, Hanefîde gümüsün nisâbı, 2800 kırât veyâ altıyüzyetmisiki [672]
gramdır. Bir mecidiye, bes miskaldir. Ya’nî yüz kırât-ı ser’î, ya’nî yirmidört gram
oldugundan, yirmisekiz mecidiyesi olana zekât farz olur. Yirmi miskal altın ile ikiyüz
dirhem gümüs, ortak bir nisâb mikdârını gösterdikleri için, degerlerinin birbirine
esit olması lâzımdır. Buna göre, islâmiyyetde bir miskal altın, on dirhem gümüs
kıymetinde oluyor. Bu da, yedi miskal agırlıgında gümüsdür. Bir gram altın,
yedi gram gümüs degerinde olur. Buna göre islâmiyyetde, para olarak kullanılan
altının kıymeti, aynı agırlıkdaki gümüs paranın kıymetinin yedi katıdır. Bugün gümüs,
para olarak kullanılmıyor. Gümüs esyânın degeri çok düsükdür. Bunun için,
kâgıd paraların ve ticâret esyâsının nisâbını hesâb etmek için, gümüsün degeri kullanılamaz.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, mal zekâtı kısmında diyor ki,
(Kırât-ı urfî dört arpadır. Dirhem-i ser’î, yetmis arpa, dirhem-i urfî, onaltı kırât,
ya’nî 64 arpa agırlıgında oldugundan, dirhem-i urfî dahâ küçükdür). [O hâlde, eskiden
kullanılan bu dirhem-i urfî, takrîben üç gramdır. Osmânlıların son zemânlarında
kullanılmıs olan bir kırât, dört bugday vezninde olup, yirmi santigram, [0,20
gram] idi ve bir dirhem=16 kırât=[3,20] gram idi.
(El-mukaddemet-ül-hadremiyye)de diyor ki, (Sâfi’î mezhebinde bir miskal,
24 kırât agırlıgındadır. Bir dirhem-i ser’î, 16,8 kırât agırlıgında olur). (Misbâh-unnecât)
ve (Envâr)de diyor ki, (Sâfi’îde, bir miskal [72] arpadır. Bir miskal, bir dirhemden,
dirhemin yedide üçü kadar fazladır. Ticâret esyâsının kıymeti kendi semeni
ile, ya’nî alıs fiyâtı ile hesâb edilir). Bir miskal [24] kırât, bu da 72 arpa olunca,
sâfi’îde bir kırât üç arpa agırlıgında olur ki, bu da, 14,4 santigramdır. Bir miskal,
takrîben üçbuçuk [3,45] gram, yirmi miskal, altmısdokuz [69] gram olur ki, yaklasık
olarak dokuzbuçuk altındır. Sâfi’î ve hanbelî mezheblerinde de bir dirhem,
bir miskalden onda üçü noksan oldugundan, bir dirhem, 16,8 kırât, ya’nî iki gram
ve kırkiki santigram [2,42 gr.] olur. Gümüsün nisâbı da dörtyüzseksendört [484]
gram olmakdadır. Mâlikî mezhebinde, bir miskal [72] arpa, bir dirhem ise [55] arpa
oldugu (Cevâhir-üz-zekiyye)de yazılıdır. Sâfi’î mezhebinde, bir malın zekâtı,
baska cins maldan verilemez. Meselâ altın yerine gümüs ve bugday yerine arpa verilemez.
Sâfi’îlerin Hanefî mezhebini taklîd ederek, mal yerine nakd vermeleri ve
yedi sınıfın hepsine degil de, diledikleri bir veyâ birkaç sınıfa vermeleri câiz ola-
– 296 –
cagı, (Kimyâ-i se’âdet)de ve Ibni Hacer-i Mekkînin “rahmetullahi teâlâ aleyh” (Fetâvâ-
i fıkhiyye)sinde yazılıdır.
(Dürr-ül-muhtâr) ikinci cild, otuzuncu sahîfede diyor ki, (Zekât nisâbı gümüs
ile hesâb edilecegi zemân, dirhem-i ser’î kullanılır. Her sehrde kullanılmakda
olan urfî dirhem de, kullanılabilir diyenler oldu). Ibni Âbidîn bu satırları açıklarken
buyuruyor ki, (Her sehrde kullanılmakda olan dirhem üzerinden hesâb olunur
diyen âlimler diyor ki, fekat kullanılan dirhemlerin agırlıgı, Resûlullahın
“sallallahü aleyhi ve sellem” zemânında kullanılan üç çesid dirhemin en hafîfinden
dahâ az olmaması lâzımdır. En hafîf dirhem, yarım miskal, ya’nî on kırat
agırlıgında idi. Böyle degilse, nisâbın, ondört kırât olan dirhem-i ser’î ile hesâb edilmesi
lâzımdır. Hanefî âlimlerinin çogu, bu ser’î dirhemi söylemekdedir. Eskilerin
de, yenilerin de kitâblarından bu dirhem anlasılmakdadır). Görülüyor ki, bir
memleketde eskiden kullanılmıs olup sonradan bırakılmıs olan veyâ yeni kullanılanı,
dirhem-i ser’îden hafîf olan dirhemlerle zekât hesâb edilemez. Bunun için, gümüse
göre nisâbı, eski Istanbul veyâ Mısr dirhemleri ile hesâb etmek câiz degildir.
Üç gram ve otuzaltı santigram [3,36 gr.] agırlıgında olan dirhem-i ser’î ile hesâb yapmak
lâzımdır.
Âlimlerin çoguna göre, altın ile gümüs her ne hâl ve seklde olursa olsun ve her
ne niyyet ile saklanırsa saklansın, zekâtı verilir. Sâfi’înin sahîh kavlinde ve hanbelî
mezhebinde, kadınların zînet olarak kullandıkları altının ve gümüsün zekâtı verilmez.
Altın ve gümüs, saf iken yumusak olduklarından, para ve süs olarak kullanılamaz.
Bakır veyâ baska ma’denle karısık halîta [alasım, alliage, legierung] hâlinde
kullanılırlar. Altın ve gümüsü yarıdan [% 50 den] çok olan, ya’nî ayârı onikiden
yukarı olan altın ve gümüslere, saf gibi bakılır. Bunların ayâr farkları düsünülemez.
Altını ve gümüsü yarı veyâ dahâ az olan halîtalar ise, ticâret esyâsı gibidir.
[Kânûnî sultân Süleymân “rahmetullahi teâlâ aleyh” zemânında, gümüs nisâbı 840
akça oldugu, Ebüssü’ûd efendi “rahmetullahi teâlâ aleyh” fetvâsında yazılıdır. Demek
ki bir akça, 0,24 dirhem, ya’nî seksen santigram [0,8 gr.] gümüs imis. Abdürrahmân
Seref beg, 1309 [m. 1892] baskılı (Târîh-i devlet-i Osmâniyye) kitâbında
diyor ki, (Sultân Süleymân zemânında, bir dirhem gümüsden üç akçe basılırdı. 1100
[m. 1688] senesinden sonra, gümüs mikdârı altı def’a azaldı.) 1308 [m. 1891] târîhli
(Osmânlı takvîmi)nde, (Bir parça üç akçadır. Bir akça üç fülûsdur) yazılıdır.]
Ticâret esyâsının kıymeti, ya’nî nisâb hesâb edildigi vaktdeki alıs fiyâtı, alıs verisde
kullanılan altın veyâ gümüs paradan hangisi ile nisâb mikdârı oluyorsa,
onun ile hesâb edilir. Ikisi ile de nisâb mikdârı oluyorsa, fakîrlere dahâ fâideli olanı
ile hesâb edilir. Para olarak kullanılmayan altın ve gümüs ile hesâb edilmez. Hükûmet
tarafından damgalı altın veyâ gümüs paralardan kıymeti en az olanı ile hesâb
edilir. Hangisi ile hesâb edildi ise, yine onun ile zekât farz oldugu gündeki, ya’nî
nisâb üzerinden bir sene geçdikden sonraki piyasaya göre, yeniden hesâb edilen
kıymetinin, ya’nî alıs fiyâtının veyâ esyânın kendisinin kırkda biri verilir. Altın ile
gümüsün para olarak kullanılmadıgı yerlerde, baska metal veyâ kâgıd paralar, simdi
altın karsılıgıdır. Böyle paralarla satın alınmıs olan ticâret esyâsının ve kâgıd paraların,
fıtra ve kurbanın nisâbları, Seyhayne “rahmetullahi teâlâ aleyhimâ” uyarak,
damgalı altın paralardan kıymeti en az olanı ile hesâb edilir. Gümüs ile hesâb
edilmez. (Kesf-i rümûz)da diyor ki, (Esyânın kıymetleri altın ve gümüs ile anlasılır).
Ticâret için olmıyan, ya’nî satılık olmıyan evlerin, apartmanların, san’at âletlerinin,
motör, tezgâh, kamyon ve gemilerin ve ne kadar çok olursa olsun evde kullanılan
esyânın zekâtı verilmez. San’at sâhibleri, sanâyı’cılar, i’mâlâtcılar, ham ve
islenmis, ma’mûl esyânın zekâtını verirler. Demirbas esyânın zekâtı verilmez. Ticâret
esyâsından evde kullanılmak için ve ticâret olunan gıdâdan bir senelik ev ih-
– 297 –
tiyâcı için ayrılmıs olanların da verilmez. Ya’nî bütün bunlar ve ödenecek borçlar,
nisâb hesâbına katılmaz. Bütün bu esyâyı ve yiyecek, içecek ve giyecek ve barınacak
ev gibi lüzûmlu nafakayı satın almak için sakladıgı altın, gümüs ve kâgıd paranın
hepsi nisâb hesâbına katılır. Ya’nî zekâtları verilir.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” buyuruyor ki: Ticâret esyâsının altın ve gümüs
üzerinden kıymetleri, nisâb mikdârını bulmaz ise ve yanında altın veyâ gümüs
de varsa, esyânın kıymeti altın veyâ gümüs kıymetine eklenerek, nisâb temâmlanır.
Meselâ, yüz dirhem gümüs kıymetinde, satılık bugdayı ile, yine yüz dirhem kıymetinde
bes miskal altını bulunursa, zekât verecekdir. Çünki, altının ve bugdayın
gümüs üzerinden kıymetleri ikiyüz dirhem olup, nisâbı doldurmakdadır.
Yalnız altını olan, zekâtını, altın olarak verir. Gümüs olarak kıymeti verilmez.
Gümüsün zekâtı da, altın olarak verilemez. Yalnız altını veyâ gümüsü veyâ kâgıd
parası olup da, ticâret esyâsı bulunmıyan kimse, bunların zekâtı olarak, baska mal
veremez. Sernblâlînin (Merâkıl-felâh) kitâbında, (Altın ve gümüs yerine, bunların
kıymeti kadar (Urûz) [Altın ve gümüsden baska, canlı veyâ cansız, her çesid
mal] vermek sahîh olur) buyuruyor ise de, o sahîfe temâm okunursa, altın, gümüs
yerine ticâret yapdıgı maldan verilecegi anlasılmakdadır. Nitekim, (Tahtâvî)
“rahmetullahi teâlâ aleyh”, bu kitâbı açıklarken, (Urûz ticâret malı demekdir) diyor.
Bütün fıkh kitâblarında da, açıkca bildirildigi gibi, altın veyâ gümüs ile birlikde,
ticâret esyâsı da bulunan bir tüccâr, herbiri ayrı ayrı nisâb mikdârında olsalar
dahî, altın ve gümüs zekâtı olarak da, ticâret malından verebilir.
Ibni Âbidîn “rahmetullahi teâlâ aleyh”, koyunların zekâtını anlatırken buyuruyor
ki: Zekât ve usr ve harâc ve fıtra ve nezr ve keffâret olarak verilecek mallar
yerine bunların kıymetlerini de vermek câizdir. Ya’nî, bunların kendileri mevcûd
oldugu hâlde, aynı degerde olan, kendi cinslerinden veyâ baska cinsden zekât
malı veyâ altın, gümüs para da verilebilir. [Kâgıd para verilmiyecegi asagıda bildirilecekdir.]
Hayvanın kıymeti, verilecegi gündeki piyasaya göre hesâb edilir. Orta
dört koyun yerine, semiz üç koyun verilebilir. Fekat, agırlık ve hacm ile ölçülen
mal yerine kendi cinslerinden kıymetleri verilemez. Baska cinsden kıymetleri
verilebilir. Altın ve gümüsün zekâtı agırlıkları ile, ya’nî dartarak verilir. Ticâret
için olan hubûbâtın ise, hacmları ile, ya’nî ölçek ile verilir. Böyle fâiz olabilen
[ya’nî vezn veyâ hacm ile ölçülen] malların kendi cinsinden, kıymetleri verilmez.
Meselâ, bes dirhem bakırlı gümüs yerine, aynı kıymetde, dört dirhem saf gümüs
verilemez. Bes dirhem hâlis yerine, bes dirhem âdî, ya’nî ayârı düsük verilir. Fekat
bu sûretde, bile bile vermek mekrûh olur. Bes kile âdî bugday yerine, aynı kıymetde
olan dört kile hâlis bugday verilemez. Bir kile dahâ vermek lâzım olur. Fekat
bunlardan herhangi birinin zekâtı olarak baska cinsden ticâret malı verilirken,
o memleketlerdeki alıs kıymeti hesâb edilerek verilir. Meselâ, ikiyüz dirhem agırlıgında
olan bir gümüs ibrik, san’at, isçilik bakımından üçyüz dirhem kıymetinde
olsa, bunun zekâtı bes dirhem gümüs verilir. Bes dirhem gümüs kıymetinde altın
verilemez. Yedi buçuk dirhem gümüs kıymetinde altın vermek lâzımdır. Hem
altını, hem gümüsü olup, her biri ayrı ayrı nisâb mikdârı ise, zekâtları ayrı ayrı dartı
ile verilir ise de, yalnız bu takdîrde, ya’nî hem altını, hem gümüsü bulunan bir
kimse, nisâb mikdârı oldukları zemân dahî, fukarâya fâideli olmak, ya’nî geçer akça
verilmis olmak sartı ile, kıymeti hesâb edilerek, ikisinden birini vermek de câiz
olur. Hem altını, hem de gümüsü olup, birisi veyâ her biri, nisâb mikdârından
az ise, bu vakt, herhangi birinin, digeri üzerinden kıymeti alınarak birisinin nisâbı
doldurulabilir ise, öteki yerine de, bu verilir. Yine fukarâya fâideli olan hesâb
edilmeli ve verilmelidir. [Birinci kısm, 83. cü maddeye bakınız!] Yüz dirhem agırlıgında
gümüs bir ibrigin isçilik kıymeti ikiyüz dirhem olsa, zekâtı lâzım gelmez.
Zîrâ zekât, agırlık ile hesâb edilir. Yüzelli dirhem gümüsü ile, kırk dirhem kıymetinde,
bes miskal altını olan, zekât verecekdir. Çünki, altının gümüse ilâvesi nisâ-
– 298 –
bı doldurmuyor ise de, gümüsün altına ilâvesinde nisâbı hâsıl olmakdadır. Doksanbes
dirhem gümüsü ile, bir miskal altını olsa ve bir miskal altın kıymeti, bes dirhem
gümüs ise, altın nisâbını doldurdugu için zekât verir.
Bir kimse, zekât niyyeti ile kırkda bir ayırmadan veyâ verirken niyyet etmeden,
fakîrlere milyonlarla lira dagıtsa, zekât vermis olmaz. Çünki, ayırırken veyâ kendi
vekîline veyâ fakîre veyâ fakîrin vekîline verirken niyyet etmesi farzdır.
Eldeki para ve ticâret malı nisâb mikdârı oldukdan sonra, bir sene temâm olmadan,
azalıp nisâbdan asagı düsse veyâ dahâ çogalırsa, zekâta te’sîri olmaz.
Ya’nî, sene sonunda, nisâb mikdârından az olmaz ise, mevcûdun zekâtı verilir. Sene
sonunda elinde bulunan paradan, yiyecek, giyecek, ev satın almak, kirâ vermek
gibi lüzûmlu paraları düsmez. Bütün paranın zekâtını verip kalanı bunlara harc eder.
Hanefîde ve Sâfi’îde, sene sonu gelmeden önce, nisâb telef olur veyâ telef ederse,
ya’nî elinde zekât malı nisâb mikdârı kalmazsa, evvelki nisâb sayılmaz olur. Yeniden
nisâba mâlik olursa, yeniden bir sene dahâ bekleyip, sene sonunda da, nisâb
elinde kalırsa, bu elindekinin kırkda birini, niyyet ile, ayırıp, verir. Mâlikî ve
hanbelî mezheblerinde, nisâb helâk olursa, yine böyledir. Fekat, zekâtdan kaçmak
için, kendi telef ederse, evvelki nisâb degismez. Bir sene geçdikden birkaç gün sonra,
eline çok para, mal gelse, bunun zekâtı hemen verilmez. Bir sene sonra, elinde
bu da kalırsa, verilir. Alacak baskadır, ele geçen baskadır. (Câmi’ur-rümûz) kitâbı,
seksenaltıncı sahîfede buyuruyor ki, (Nisâba mâlik oldukdan sonra, bir sene
temâm olmadan önce satın alınan ticâret esyâsı ve tevellüd ederek veyâ hediyye,
mîrâs, vasıyyet sûretleri ile ele geçen (Sâime) hayvan ve altın, gümüs, hattâ sene
sonuna yakın iken de ele geçseler, kendi cinsinden nisâblara eklenerek hepsinin
zekâtı birlikde verilir. Buradan anlasılıyor ki, sene temâm oldukdan sonra ele geçenler
nisâba eklenmez. Ya’nî o senenin zekâtına sokulmayıp, ondan sonra gelen
senenin zekâtına bırakılır. Yine anlasılıyor ki, nisâbı olmıyanların eline geçerlerse,
bunların, o sene zekâtları verilmez).
KÂGID PARA ZEKÂTI — Kâgıd paraların zekâtını da vermek lâzımdır.
Sî’îler altın ve gümüsden baska paraların zekâtı verilmez, diyorlar. Nûr-i Osmâniyye
kütübhânesi, [1968] numaralı (Tâtârhâniyye) kitâbının sâhibi “rahmetullahi
teâlâ aleyh”, doksanbesinci sahîfede diyor ki, (Gümüs para gibi kullanılan Fülûs,
ya’nî bakır paraların kıymeti, ikiyüz dirhem gümüs veyâ yirmi miskal altın oldugu
zemân, bu paranın zekâtını vermek lâzımdır. Ticâret niyyeti ile kullanması
sart degildir ve kıymeti, ya’nî degeri kadar altın verilir).
[(Miftâh-üsse’âde) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh” arabî olarak diyor
ki, (Fülûs denilen bakır paraların gümüs para ile hesâb edilen kıymetleri ikiyüz
dirhem gümüs olursa, bu fülûsların degerlerinin kırkda biri kadar gümüs parayı
zekât olarak vermek lâzım olur). Bundan anlasılıyor ki, simdi kâgıd liraların
zekâtını altın lira olarak vermek lâzımdır. Kâgıd olarak verilemez.
(Dürr-ül-müntekâ) kitâbının sâhibi “rahmetullahi teâlâ aleyh”, Sarf bahsi sonunda
diyor ki, (Fülûs, geçer akça oldugu zemân, gümüs para gibidir. Geçmez ise,
baska mallar gibidir. Sayısı veyâ agırlıgı belli olan, meselâ bir dirhem agırlıgında
fülûs ile mal satın almak câizdir. Bir dirhem agırlıgında fülûs ödemesi lâzım olur.
Fülûs, aslında para degildir. Gümüs dirhem parçalarının yerini tutmak için basılmıs
ma’den parçaları olup, ucuz seyleri satın almak için kullanılır.)]
Kâgıd paraların nisâbları, çarsıda kullanılan en ucuz altın para ile hesâb edilir.
Çünki kâgıd paralar, altın karsılıgı senedlerdir ve kendi kıymetleri azdır. Altın karsılıgı
olan i’tibârî kıymetleri hükûmetler tarafından konmusdur. Her zemân degismekdedir.
Karsılıkları kadar altın liraların kırkda biri veyâ bunun agırlıgı kadar
her çesid altın verilmelidir. Fakîre altını teslîm etdikden sonra, ona kolaylık olmak
için, altınları piyasadaki kıymetine göre ondan satın alıp, ona kâgıd para verilebilir.
Nakdeynden, ya’nî altından ve gümüsden baska ticâret esyâsını böyle satın alıp,
– 299 –
kendisinin kullanması mekrûh oldugu (Buhârî)de yazılıdır. Kâgıd olarak verilen
zekâtlar sahîh olmaz. Tekrâr vermek lâzımdır. Sonradan fakîr olan, az altın ile devr
yaparak kazâ eder. Asrlardan beri müslimânlar, zekâtlarını altın, gümüs olarak
vermisdir. Hiçbir din âlimi, fülûs denilen paraların ve borç senedinin zekât olarak
verilecegini söylememisdir. 5 Mayıs 1338 [m. 1922] târîhli fetvâ denilen yazı dogru
degildir. Sâfi’îde câiz olmadıgı (Ikdül-ceyyid)de yazılıdır. [Birinci kısm, 54. ncü
maddenin sonuna bakınız!]
(Ibni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh”, sarf, ya’nî sarraflık satısını anlatırken
diyor ki, (Fülûs, ya’nî bakır paralar, geçer akçe ise, üzerindeki degere göre para
olur. Üzerindeki deger geçer degilse, kıymetsiz mal olur). Onüçüncü sahîfesinde
diyor ki, (Ödenecek senedlerin iki dürlü degeri vardır: Üzerinde yazılı olan degeri
olup, sened sâhibinin, kendinde bulunmıyan malını göstermekdedir. Kâgıdın kendi
degeri ise pek azdır). Insanın malı, kendinde bulunuyorsa, bu mala (Ayn) denir.
Kendinde bulunmıyorsa, (Deyn) denir. Kâgıd liraların üzerlerinde yazılı olan
degerler, deyn olan zekât malını göstermekdedir. (Dürr-ül-muhtâr), onikinci sahîfede
diyor ki, (Ayn veyâ geri alınacak deyn olan malın zekâtını deyn olan maldan
vermek câiz degildir. Ayn olan maldan vermek lâzımdır). Meselâ fakîrden alacagı
olan ikiyüz dirhemin bes dirhemini zekât niyyeti ile ona bagıslayıp kalanı alsa,
câiz olmaz. Ancak bes dirhemin zekâtı verilmis olur.
(Kâgıd paralar, birkaç kisi arasında yapılan âdî senede benzetilemez. Bunlar her
yerde geçer. Altın gibidirler) demek dogru degildir. Çünki, (Ibni Âbidîn) yemîn
bahsinde diyor ki, Imâm-ı Ebû Yûsüf, Hârûn Resîd için yazdıgı, (Harâc ve Usr)
kitâbında buyuruyor ki, (Halîfenin, toprak sâhiblerinden, harâc ve usr olarak, altın,
gümüs yerine, baska geçer akça, meselâ sütûka denilen parayı alması harâmdır.
Çünki bunlar, herkesin kabûl etdigi damgalı para ise de, altın degil, bakır paradır.
Altın, gümüs olmayan parayı zekât ve harâc olarak alması harâmdır).
Kâgıd paraların zekâtını, altın olarak vermek takvâ degildir. Ibâdetlerde takvâ,
bunların bir mezhebin imâmlarının hepsine, hattâ her mezhebe uygun olmasına
çalısmak demekdir. Fakîr, kâgıd paraya râzı oluyor ve onunla ihtiyâclarını gideriyor
denirse, fakîrin râzı olması degil, Allahü teâlânın râzı olması ve kabûl etmesi
lâzımdır. Meselâ, (Ibni Âbidîn) onikinci sahîfede diyor ki: (Bir zenginin, bir
fakîrden alacagı olsa, fakîre borç senedini verip, sana, alacagım kadar zekât vermege
niyyet etdim. Sen de kabûl et ve borcuna karsılık tut, ödesmis olalım dese,
fakîr de kabûl etdim dese, islâmiyyet, bunu kabûl etmiyor ve zengin, zekâtını
vermis olmuyor. Çünki, zekât, lâf ile, borc senedi vermek ile, râzı olmak ile edâ edilmis
olmuyor. Mal teslîm etmek ile oluyor. Bu zenginin, zekâtını fakîre vermesi, fakîrin
de, aldıkdan sonra, tekrâr zengine geri vererek borcunu ödemesi lâzımdır.
Sâfi’î ve hanbelî mezheblerinde de böyledir. Fakîrin, bu parayı geri verecegine güvenemiyorsa,
güvendigi birini fakîre göstererek, zekâtını almak ve borcunu ödemek
için, bunu vekîl yap der. Zekâtı bu vekîle verir. Vekîl de, zengine geri vererek,
fakîrin borcunu öder). Böyle oldugu (Dürr-i yektâ) ve (Mîzân-ı kübrâ) kitâblarında
da yazılıdır.
(Ibni Âbidîn) “rahmetullahi teâlâ aleyh” yine aynı sahîfede buyuruyor ki:
(Zengin bir kimse, ayn olan, ya’nî elinde bulunan malının [veyâ elinde bulunan kâgıd
paraların karsılıgı deyn olan altınların] zekâtını fakîre vermek için, baska birinde
bulunan alacagının senedlerini [veyâ bankadan veyâ sarrafdan altın alacak
kadar kâgıd parayı] o fakîre verip, senedlerde yazılı malı, borçludan almasını
[veyâ o kâgıd paralarla bankadan, sarrafdan altın almasını] fakîre emr etse, fakîr
o malı, borçludan aldıgı zemân [ya’nî kâgıd para verip altın alınca] zenginin zekâtı
ayn olarak verilmis olur. Malı [altını] fakîr teslîm almadıkca, yalnız senedi [kâgıd
parayı] vermekle, zekât verilmis olmaz. Çünki, fakîr, o malı [altını] aldıgı zemân,
borc senedi [ya’nî kâgıd para], mal [altın] olup, aynın [ve deynin] zekâtı, ayn
– 300 –
olarak verilmis oluyor). Görülüyor ki, kâgıd para zekâtını, altın olarak vermek veyâ
kâgıd olarak verilince, bunu fakîrin bankadan veyâ sarrafdan altına çevirmesi
ve kâgıd para verirken, bunu altına çevirmesi için, fakîre emr etmek, muhakkak
lâzımdır. Verilen kâgıd parayı, fakîr altına çevirmezse, zengin zekât vermis olmaz.
Zîrâ altına çevirmek, ya’nî deyn olan malın zekâtını ayn olarak vermek, zenginin
vazîfesidir.
Hülâsa: Ticâret esyâsı bulunmıyanlar, kâgıd paralarının zekâtını altın olarak vermelidir.
Verilecek kâgıd parayı altına çevirmek, altın bulmak her zemân kolaydır.
Zîrâ, altının lira olması sart degildir. Dartarak, bileyzik, yüzük veyâ herhangi bir
sekldeki altın verilebilir. Bunlar da, her yerde, kuyumcularda bulunur. Bulundugu
yerde hiç altın bulunmıyan bir zengin, ticâret esyâsı da yoksa, altın bulunan bir
sehrdeki bir müslimânı vekîl edip, buna kâgıd para gönderir. Bu vekîl de, kâgıd paraları
altına çevirip, fakîre altın verir. Dogrudan dogruya, fakîri de vekîl edebilir.
Fakîr, zenginden veyâ vekîlinden uzak yerde ise ve fakîrin bulundugu yerde altın
yoksa, fakîrin ta’yîn edecegi vekîline de altın teslîm olunabilir. Hattâ zengin, zekâtı
olan altını, fakîrin emri ile, fakîrin alacaklısına teslîm ederek, fakîri borcdan
kurtarabilir. Burada, alacaklı zekâtı almakda, fakîrin vekîli olmakdadır. Fekat, fakîrin
rızâsı, ya’nî önceden vekîl etmesi sartdır.
Zekât, kâgıd para olarak verilemez demek, zekâtı kâgıd para olarak vermemelidir
demek degildir. Kâgıd para, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun verilmelidir demekdir.
Herhangi bir zekât malının zekâtını kâgıd para ile, ahkâm-ı islâmiyyeye uygun olarak
vermek için, fakîrdeki alacagını, ona, o kadar zekât vermege niyyet ederek
ödesmek istiyen bir zenginin yapacagı gibi yapmak lâzımdır. Bu da, (Esbâh) ve
(Redd-ül-muhtâr)da ve (Hindiyye) 6. cı cildi sonunda söyle anlatılmakdadır: (Dagıtmak
istedigi, nisâbdan az kâgıd paranın degerinde altını zevcesinden veyâ baskasından
ödünc alır. Sâlih bir fakîr bulur. Buna emîn degilse, sana ve bir kaç tanıdıgıma
kâgıd para olarak zekât verecegim. Dînimiz, zekâtın altın olarak verilmesini emr ediyor.
Altınları kâgıd paraya çevirmekde kolaylık olmak için, (Zekâtını almak ve diledigi
gibi tasarruf etmek üzere, sunu vekîl yapmanı istiyorum. Böylece, benim ahkâm-
ı islâmiyyeye uymamı saglamıs olacaksın. Bunun için de, sevâb kazanacaksın!)
der. Zenginin güvendigi bir kimse vekîl yapılır. Zengin olan da vekîl yapılabilir.
Altınları, bu fakîrin yanında olmayarak bu vekîle, zekât niyyeti ile verir. Böylece
zekât fakîre verilmis olur. Vekîl, altınları teslîm alıp, birkaç dakîka sonra, bunları,
kâgıd para karsılıgı zengine satar. Aldıgı kâgıd paraları da, zengine hediyye eder.
Zengin de, bu kâgıd paraları, o fakîre ve baska fakîrlere [Kur’ân-ı kerîm kurslarına
ve dîne hizmet eden, cihâd yapan müslimânlara] dagıtır). Zenginlere verirse, sevâbı
az olur. Kimseye vermezse veyâ câiz olmıyan kimselere ve nemâz kılmıyanlara verirse,
zekâtın azâbından kurtulursa da, sevâblarına kavusamaz. Altınları alınca götürmiyecegine
emîn oldugu bir fakîr bulursa, zekâtını dogruca bu fakîre verir. Fakîr
altınları aldıkdan birkaç dakîka sonra, bunları, zekâtı vermis olan zengine satar. Aldıgı
kâgıd paraları zengine hediyye eder. Hatta, altınları satmayıp, dogruca bunları
hediyye eder. Zengin de bu degerde kâgıd parayı, yukarıda bildirdigimiz yerlere dagıtır.
Altınları, ödünc almıs oldugu kimseye geri verir. Nisâbdan çok zekât vermesi
îcâb ediyorsa, bu isi tekrâr yapar. Zekâtı altın olarak dagıtmak, dahâ sevâbdır. Altın
ile verilecegi, herkese gösterilmis, ögretilmis olur. Zekâtı fakîre veyâ vekîline, önce
altın olarak verip sonra bunu kâgıd paraya çevirmek, (Hîle-i ser’ıyye) olur. Zekâtı
ahkâm-ı islâmiyyeye uygun verebilmek için, bunu yapmak lâzımdır ve çok sevâbdır.
Hîle-i ser’ıyye yapmanın câiz oldugu ve fakîrin aldıgı zekâtı, sadakayı zengine
hediyye etmesinin câiz oldugu üçüncü kısm, 15. ci ve 63. cü maddeleri sonunda bildirilmisdir.
Farz oldukdan sonra zekât vermemek için, (Hîle-i bâtıla) yapmak harâm
olur. Farz olmadan önce yapılan hîle, imâm-ı Muhammede göre mekrûh, imâm-ı
Ebû Yûsüfe göre câiz olur. Fetvâ imâm-ı Muhammede göredir. Üçüncü kısm, 15.
– 301 –
ci maddenin son sahîfesine bakınız!
Bekara sûresinin ikiyüzyetmisbesinci âyetinde meâlen, (Allah, fâiz ile elde
edilenleri yok eder. Izlerini bile bırakmaz. Zekâtları verilen malları artdırır) buyuruldu.
Allahü teâlânın bu va’dini bilmiyen veyâ inanmıyan, zekât vermekden kaçıyor.
Fakîrlerin ve devletin bu hakkını ödememek için, hîle-i bâtıla yapanlar
oluyor. Bu bâtıl hîlelerden birisi, zekât nisâbına mâlik olmamak için, ev, dükkân,
arsa, tarla satın alarak, paralarını ellerinden çıkarıyorlar. Satın aldıklarını kirâya
veriyorlar. Böylece, zekât vermeleri farz olmıyor ise de, fakîr olan akrabâlarına nafaka
vermeleri farz oluyor. Bunu zâten hiç bilmiyorlar. Hem, nafaka vermek farzını
yapmıyorlar, hem de, sıla-i rahm sevâbından mahrûm kalıyorlar. Hem de, ticâretde,
sanâyı’de, bütün milletin kalkınmasında kullanılacak paraları tasa, topraga
baglamıs oluyorlar. Bundan baska, Allahü teâlânın zekât verenlere va’d etmis
oldugu bereketden, zenginlikden mahrûm kalıyorlar.
(Ibni Âbidîn) ve (Mevkûfât) ve birçok kitâbların sâhibleri “rahmetullahi teâlâ
aleyhim ecma’în” yemînin çesidlerini anlatırken diyor ki, (Bir kimse filâna olan su
kadar gümüs borcumu, bugün ödeyecegim diye yemîn etse, gümüs yerine, züyûf
veyâ bakırı yarıdan fazla olan gümüs verse, yemîni yapmıs olur. Eger fülûs denilen,
bronzdan, kalaydan, bakırdan geçer akça [veyâ kâgıd para] verse yâhud alacaklı,
yemîn eden borçlusuna, alacagını hediyye etse, bagıslasa, yemînini yapmıs
olmaz. Çünki, bakır para, gümüs degildir. Borçlunun, parayı teslîm etmesi lâzımdır.
Alacaklının sözü ile olmaz). Züyûf, gümüsü az para demek ise de, bakırı
yarıdan çok degildir. Fülûs, altından ve gümüsden baska, ma’denî para demekdir.
Görülüyor ki, yemîn bahsinde, züyûf da, gümüs kabûl olundugu hâlde, fülûs,
ya’nî bakırdan geçer akça [ya’nî kâgıd para], yine kabûl edilmiyor, câiz olmuyor.
Mezhebsizler, câhiller, (Kâgıd para, iki kisi arasında yapılan senede benzetilemez.
Günün geçer akçasıdır. Umûm-ı belvâ hâlini almısdır. Bugün için bunu vermek
zarûrîdir) diyorlar. Bunlara aldanmamalıdır. Umûm-ı belvâ ve zarûret olmak
ve ruhsat, izn vermek, bizim gibi avâmın sözü ile olamaz. Burada konusmak,
müctehidlerin hakkı ve salâhiyyetidir. Bugün, yeryüzünde mutlak müctehid yokdur.
Bunun için hiçbir müslimânın dört mezhebin dısına çıkması câiz degildir. Müctehidlerin,
bugünkü sartları dahî içine alan fetvâları yukarıda bildirilmisdir. Ibni
Âbidîn, hutbeyi dinlemegi anlatırken buyuruyor ki, (Eshâb-ı kirâm “radıyallahü
teâlâ anhüm ecma’în” ve müctehidler zemânında baslıyan ve devâm eden âdetler,
halâle delîl olurlar. Sonradan âdet olan seyler, delîl-i ser’î olamaz). [Ho-parlör ile
ezân okumanın câiz olmadıgı buradan da anlasılmakdadır.]
Dünyânın en büyük islâm devleti olan Osmânlılarda, kâgıd para, ilk olarak, 1256
[m. 1840] senesinde kullanıldı. Sonra, vaz geçildi. Ikinci olarak 1268 [m. 1851] de, üçüncü
olarak 1279 [m. 1862] da kullanılıp, yine vaz geçildi. Dördüncü olarak 1294 [m. 1877]
de Osmânlı bankası hesâbına çıkarıldı. Bunlar, ara sıra degisdirilerek, bugüne kadar
kullanılmakdadır. Bu uzun zemân içinde yazılan kitâbların ve verilen fetvâların hiçbirinde,
zekâtın kâgıd para olarak verilecegi bildirilmemis ve söylenmemisdir. Herkes
zekâtını altın ve gümüs olarak vermisdir. Zekâtın fülûs olarak verilmesinin, Sâfi’î
mezhebinde de câiz olmadıgı, (Ikd-ül-ceyyid)in kırkdördüncü sahîfesinde yazılıdır.
Her müslimân mâlik oldugu zekât malının mikdârını, her zemân düsünmeli, nisâb
mikdârı oldugu günü, bir yere yazmalıdır. Bu günden sonra, bir yıl temâm olmadan
önce, nisâb helâk olursa, ya’nî elinde, ihtiyâcından fazla hiç malı kalmazsa,
baslangıç olarak yazdıgı günün kıymeti kalmaz. Bir yıl temâm olmadan önce,
eline yine nisâb mikdârı mal geçerse, bu günü yeniden yazması ve bundan bir sene
sonra, nisâb helâk olmadan elinde kalırsa, o zemân zekât vermesi farz olur. Nisâb,
yıl sonunda da helâk olursa, ya’nî farz oldukdan sonra helâk olursa, yine böyledir.
Zekât afv olur ve eline nisâb mikdârı mal gelirse, yeniden bir sene beklemesi
lâzım gelir. Çünki, zekât farz olur olmaz, Hanefîde hemen vermesi lâzım degil-
– 302 –
dir. Vermeden ölürse, bırakdıgı maldan verilmez. Sâfi’î ve Mâlikî mezheblerinde,
zekât farz olunca, hemen ayırıp vermek farzdır [Mîzân-ı Sa’rânî]. Nisâb yıl ortasında
helâk olmaz, fekat azalırsa, yıl sonunda tekrâr nisâb mikdârı olursa, zekât
farz olur ve yıl sonunda, mâlik oldugu mikdârının kırkda birini verir. Sene arasında
azalan nisâb, sene sonunda nisâb mikdârına yükselmezse, zekât farz olmaz. Malı,
bundan sonra nisâb mikdârı olursa, o günden sonra, tekrâr bir yıl beklemek lâzım
gelir. Zekât farz oldukdan sonra, nisâb helâk olmayıp, kendi harc eder, telef
ederse veyâ borçlu olursa, zekât afv olmaz. Malı ödünc veyâ âriyet verip geri
alamazsa, helâk olur. Telef etmis olmaz. Zekât vermemek için, farz oldukdan sonra
malı helâk etmek, söz birligi ile mekrûhdur. Farz olmadan önce, farz olmaması
için çâre aramak da, imâm-ı Muhammede göre mekrûhdur. [Üçüncü kısm, onbesinci
maddeye bakınız!].
Harâm yoldan gelmis olan zekât malını, kendi halâl zekât malı ile karısdırmamıs
ise, bunu nisâba katmaz. Çünki, kendi mülkü degildir. Sâhiblerine veyâ sâhiblerinin
vârislerine geri vermesi, sâhibleri bilinmiyorsa, fakîrlere sadaka vermesi farzdır.
Karısdırmıs ise, eger birbirinden ayırabilirse, yine böyledir. Birbirinden ayıramaz
ise, sâhiblerini biliyorsa, kendi halâl zekât malı ile öder. Sâhiblerini buluncıya
kadar, bu zekât malını saklar. Bunun ve tam mülkü olmadıgı için, karısımın
zekâtlarını vermez. Bundan baska, nisâb mikdârı zekât malı da varsa, bu nisâb ile
berâber karısımın da zekâtını verir. Ödedikden sonra da, habîs malın hepsine zekât
farz olur ve kullanması câiz olarak, karısık malı tam mülkü olur ve nisâb mikdârına
katar. Birine verince, onun alması câiz olur. Fekat, (Mülk-i habîs) olur. Sâhiblerinin
o malda hakları kalmaz. Habîs karısımdan birine verince, onun alması
câiz olur. Fekat, habîs malları tazmîn etmedikçe, kendisi kullanamaz. Baskasına
veremez. Fakîrlere sadaka da veremez. Zekât nisâbına katamaz. Tazmîn, benzerlerini,
benzerleri yoksa, aldıgı gündeki kıymetlerini sâhiblerine ödemekdir. Karısımdan
degil, kendinin halâl zekât malından tazmîn etmesi lâzımdır. Zekât vermemek
için, habîs karısım edinmek, zekât vermemekden dahâ büyük günâhdır. Sâhibleri
bilinmiyorsa karısmamıs olanı, karısmıs ise, bu habîs malın hepsini fakîrlere
sadaka verir. Çünki, her parçasında harâm mal mevcûddur. Çesidli kimselerden
alınmıs olan harâm mallar birbirleri ile karısdırılırsa, yine hepsi kendi habîs
mülkü olur. Fekat hepsini sâhiblerine, sâhibleri bilinmiyorsa fakîrlere vermesi vâcib
olur. Sadaka verilmesi vâcib olan malın zekâtı verilmez. (Fâsid bey’) ile alınan
malı ve parayı, kendi parası ile karısdırmasa da, mülk-i habîs olur. (Bezzâziyye)de
diyor ki, (Sadaka vermesi lâzım olan habîs karısımı sadaka verirken, halâl malının
zekâtı niyyeti ile verse, hem zekât, hem de sadaka vermis olur). Görülüyor ki,
halâl malın zekâtını harâm maldan vermek câizdir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...