Allah ism-i şerifi, sayılan isimlerin içinde ism-i a'zamdır. Çünkü bu ism-i şerifde bir takım hususiyetler var ki, öteki isimlerde yoktur. Bunlardan bazılarını yazalım:
1- Bu ism-i şerif Kur'ân'daki Esmâü'l-Hüsnâ'dan ilk gelmiş olandır. Bilindiği gibi ilk âyet Besmele-i Şerîfe'dir. Bütün bir sûre hâlinde ilk gelen sûre de Fatiha süresidir.
Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn, Kur'ân'da ve hadîste hemen dâima önceden bu ism-i şerif zikredilmiş, ondan sonra Allahu teâlâ'nın sıfatlarından veya fiillerinden bir veya bir kaçı gelmiştir. Yâhud bu sıfatlara veya fiillere delâlet eden Esmâü'l-Hüsnâ bildirilmiştir. Şu halde Esmâü'l-Hüsnâ içinde bu ism-i şerif asıldır. Öteki isimler buna mülhaktır, muzaftır. Bunun için Esmâü'l-Hüsnâ'dan herhangi biri tefsir ve izah edilirken Allah ism-i şerifine izafe edilir de meselâ: "El-Muhsî, Allahu teâlâ'nın isimlerindendir" denilir. Fakat "Allah, El-Muhsî Celle Celâlühû'nun ismidir" denilmez.
2- Allah ism-i şerifi, Cenâb-ı Hakk’ın zât-i sübhânîsine mahsus ism-i alemdir. Alemler, ancak tek olarak müsemmâlarını bildirir, bu sebepten, bu ism-i şerif mecaz yoluyla da olsa, Allah'dan başkasına söylenemez. Fakat öteki isimlerle meselâ:
Reşîd, Halîm, Hasîb gibi isimlerle, fakat mecaz olarak (çünkü Esmâü'l-Hüsnâ'dan hiç biri hakikat ma'nâsiyle Allah'tan mâadasına ıtlak edilemez) başkaları da adlanabilirse de, Allah ismiyle hiçbir mahlûk adlanamaz ve adlanmamıştır da. Tanrılık da'vâsına cür'et eden fir'avun bile, kendi adamlarına karşı (Ene Rabbükümü'l-a'lâ) demiş; fakat (Ene'llâh) dememiştir. Cehalet devrinde Mekke müşrikleri, senenin günleri sayısınca Kâbe’nin etrafını 360 putla doldurmuşlardı. Bu putların ayrı ayrı adları da vardır. Kendileri de son derece câhil ve kaba adamlar olduğu halde, hiçbir puta Allah diye isim vermemişlerdir.
3- Müslümanlığın anahtarı, îmânın temeli olan "Kelime-i Şehâdet" ancak bu ism-i şerifle hâsıl olur, başka isimlerle olmaz.
'Eşhedü en lâ ilahe illa'llâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resulüh." Meselâ bir gayr-i müslim, müslim olmak için Eşhedü en lâ ilahe illa'llâh yerine Eşhedü en lâ ilahe ille'r-Rahmân yahud Eşhedü en lâ ilahe iller-Rahîm yâhud Eşhedü en lâ ilahe îlle'l-Melik... dese Müslümanlığa girmiş olmaz. Her halde Eşhedü en lâ ilahe illa'llâh demesi lâzımdır. Çünkü, şimdi söylediğimiz gibi Allah ismi müteferrid, yâni tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hak'kı ifâde eden bir ism-i hastır. İsm-i haslarda ortaklık ma'nâsı düşünmek mümkün değildir. Bunun için hakikî bir tevhiddir. Fakat öteki isimler alem değildir, muayyen ve has olarak zâta delâlet etmezler. Ya bir sıfat veya ism-i cins gibi umumî ve kaplayıcı bir ma'nâ ifâde ederler. Bu ma'nâlarda ise. ortaklık ma'nâsı düşünülmek mümkündür. Gerçi bu ma'nâlarda da Allah tekdir ve eşsizdir. Fakat bu hüküm, ma'nâsının kendine nazaran değil, dış delillere nazaran sabit olmuştur. Onun için tevhid de sarih değildir.
İman ve İslâmın temelini teşkil eden kelime-i şehâdetin, doğrudan doğruya sarih ve kat'î tevhid ifâde eden Allah ismiyle söylenmesi kabul edilmiştir.
4- Allah ism-i şerifinin hem lâfzında hem ma'nâsında topluluk vardır. Lâfzındaki topluluk: Bu ismi teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa, ma'nâ bozulmaz ve yine Zât-ı Hakk’a delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır. Baştaki hemze kaldırılarak (Li'llâhi) dense, birinci lâm kaldırıp (Lehû) dense, bu lâm da kaldırıp (Hû) dense hep aynı ma'nâdır, Allah'a delâlet ederler. Kur'ân'da çok yerlerde her üçü de gelmiştir. Yalnız bir (He) kaldığı surette de yine Zâtu'llah'a delâlet eder. Çünkü (Hû) ism-i şerifinin aslı da Yalnız (He) dir. (Vav) aslî değil zaidedir. -Sarf ilminde beyan edildiğine göre tesniye ve cemi hallerinde ve (vav) bütün bütün yâni hem yazılışta, hem okunuşta düşüyor. -Eğer (vav) aslî olsaydı sabit kalırdı. Şu halde tek bir harf olan (He) de Esmâü'l-Hüsnâ'dan bir isimdir. Hem de zât-ı ülûhiyyete delâlet eden bir isimdir.
Her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle mecburî olarak Allah'ı anmaktadır. Çünkü (He) harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Her nefes, bir (He) harfidir. Her insan ve hattâ teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste Allahu teâlâyı bu ismiyle anmaktadır. Teneffüs, Allah'ı anmak olunca, Allah anılmadığı surette hayat bitiyor demektir. Şu halde bu ism-i şerif aynı hayat demektir. Ruhların, bedenlerin varlıkta devamının ancak bu ism-i şerif ile temin edilmekte olduğu ne kadar açık görülmektedir.
Mâ'nâ itibariyle Allah ism-i şerifi öteki isimlerin hepsini câmî'dir. Öteki isimlerde bu cemiyet yoktur. Onlar yalnız bir sıfat veya bir fiile delâlet ederler. Meselâ: Er-Rahmân, yalnız merhameti; El-Kahhâr, yalnız kahrı; El-Alîm, yalnız ilmi; El-Kâdir, yalnız kudreti ifâde eder. Fakat Allah ism-i şerîfi bunların ve daha ötekilerinin ma'nâlarını hepsini birden toplu olarak ifâde eder. Onun için ma'nâdaki bu topluluğu mülâhaza ederek "Ya Allah" diyen bir kimse, Cenâb-ı Hak'kı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlariyle zikretmiş olur. İşte bu hususiyetlerinden dolayı, sayılan Esmâü'l-Hüsnâ içinde Allah ism-i şerîfî (İsm-i A'zam)dır. Onun için şanı büyük, bereketi daha bol, feyzi ve inayeti daha süreklidir. Bu sebepten bu ism-i şerîf dâima âşıkların gıdası, sâdıkların nevası olagelmiştir.
Mademki, Allah ism-i şerîf-i bütün isimlerin, sıfatların birleştiği bir ism-i câmi'dir ve biz bu ism-i şeriften Cenâb-ı Hak'kın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlariyle muttasıf bulunduğunu öğreniyoruz; o halde bu ism-i şerifin hükmüne göre kul için yapılması gereken şey, tam ve kâmil bir insan olmağa çalışmaklar. Yâni mümkün olduğu kadar noksanlarını azaltmağa, faziletlerini çoğaltmağa gayret etmekdir.
1- Birincisi ve en mühimi, Allah bilgisi edinmek: Düşünme çağına gelen her insanın ilk vazifesi Allahu teâlâ'yı öğrenmektir. Bir çiftçi, bir mühendis, bir asker, bir tüccar, bir âmir, bir san'atkâr velhâsıl içtimaî sınıflardan hangisine mensup olursa olsun, bir şahsın mesleğinden gerek kendisinin, gerek başkalarının samimî surette faydalanması için, bu bilgi ile mücehhez olması şarttır. Allah'ı bilmeyen ve Allah'dan korkmayan bir şahıstan ne ferde, ne cemiyete bir hayır vardır. Şayet bu bahtiyarlığı hayâtının ilk çağlarında kazanamamışsa, hayâtının bitim noktasına varmadan bu yüksek bilgiyi elde etmeğe çalışmak lâzımdır, insanın ömrü doğduğu günden değil, Allah'ı bildiği günden itibaren başlar. Allah'ı bilmeyen gönüller, gezen ve konuşan birer ölüdür. Birçokları evlâdının, kardeşlerinin, sevdiklerinin ölümünden kederlenir, günlerce acılar içinde kalır. Halbuki kendi kalbinin ölü olduğundan haberi bile yoktur. Ne hazin bir hal!..
2- Allah bilgisini kat'î delillere dayamak: Allah bilgisinde bir taklitçi gibi, şundan bundan duyduğu yarım yamalak sözlerle kanaat etmemek lâzımdır. Çünkü dediğimiz gibi bu duygu, hayâtın her safhasında âdilâne muamelenin, samimiyetin, hele ibâdette ihlâsın temel taşıdır. Bu, ne kadar kuvvetli olursa, bu hususlarda insan o kadar dürüst ve o kadar kıymetli olur. Bunun için herkes anlayışı nisbetinde yerleri, gökleri, havayı, bulutu, yağmuru, değişen mevsimleri, geceleri, gündüzleri, yerden çıkan mahsulleri, sınıf sınıf hayvanları ve nihayet kendi şahsını, içinde, dışında yapılmış, kurulmuş, durup dinlenmeden işleyen bunca makinaları düşünmeli, düşünmeli de basit bir bostan kulübesinin bile kendi kendine olamayacağına ve her eserin bir müessiri bulunacağına göre, bütün bunları yapan, eden, görüp gözeten, kurup işleten, mutlak kudret sahibi bir zâtın varlığına ve O'nun kemâl sıfatlarına yürekten inanmalı ve bu inancı ile dünya yüzünde tek başına kalsa bile sarsılmamalı.
Eser, iz; müessir, izin sahibidir. Eser gözle görülür; müessir, akıl ile sezilir. Meselâ, uzaktan yükselmiş bir duman sütunu görüp de orada ateş bulunduğunu anlamak, ateşin varlığına hükmetmek aklın işidir. Duman gözle görülmüş, onun delaletiyle ateşin varlığına aklen hükmedilmiştir. İşte buna: “eserden müessire istidlal” denir. Eseri görünce hemen müessire intikâl etmek, insanların yaradılışlarında bulunan bir hassadır. Bir insan -aydın olsun, câhil olsun- eseri görüp dururken müessiri inkâr edemez, inkâr edeni de şiddetle reddeder. Şu halde bir tabloyu görüp de onun ressamını, bir nakşı görüp de onun nakkaşını bilmek kadar tabiî bir şey olamaz, işte bu bilgi yolunca yaradılmıştan, Yaradan'a, gözetilmişten Gözeten'e, yaşayanlardan ekmel bir hayat sahibine, büyük ve mühim işler başında bulunanlardan Kayyûm'a, işleri nizam ve tertibine koyanlardan her şeye bir nizam veren Nazzâm'a, adaletlilerden büyük Âdile, kâinatta zıt kuvvetlerin muvâzenesinden tek bir Hâkim'e, merhametlilerden Rahman ve Rahîm'e... velhasıl her şeyde suretten ma'nâya, eşyadan esmaya, esmadan müsemmâya geçerek fikirlerde Allah bilgisi delillerini çoğaltmak, genişletip derinleştirmek iktizâ eder.
3- İbadetlere îtinâ etmek: Allahu teâlâ'ya karşı borçlu olduğumuz ibâdetlere itinâ etmek, âdâb ve erkânını gözeterek her birini vaktü zamanı ile ifa etmek, bu hususta kat'iyyen gevşeklik göstermemek lâzımdır. Çünkü ibâdetler, insanları kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmillerdir.
4- İyi veya kötü huylarını sıkı bir kontrole tâbi tutmak: Kibir, hased, cimrilik, zorbalık, şunu bunu çekiştirmek gibi he'rbiri insan için birer ayıp, birer eksiklik demek olan birçok kötü huylardan kalbde hangileri varsa (korkunç bir hastalığın tedavisine çalışılır gibi) bunlara teşhis koyarak kendini onlardan kurtarmak, buna mukabil bütün güzel huylarla nefsini kıymetlendirmek lâzımdır. Ancak bunun ne kadar çetin ve başarılması ne kadar güç bir iş olduğu, kendini ıslaha çalışan her insanın duyduğu bir hakikattir. Bir kötü huyu kalbden. söküp atmak için aylarca ve bâzan daha uzun zamanlar uğraşmak lâzım gelir. Fakat her kötü huydan kurtuldukça (mühim bir ameliyat atlatmış hastalar gibi) bir bayram yapmak haktır. Allah'ın sevdiği kulları arasına katılmak, elbette ki kolay olmaz. Kuvvetli irâde, geniş tahammül lâzım...
Kim ki, bu zorluklarla savaşır, yılmaz; neticede muhakkak ki, muzaffer olur. İyi bir insan olmak uğrunda zorluklara katlananları, muratlarına erdireceğine dâir Allah'ın vaa'di vardır. Bu muzafferiyetin ma'nâsı İsm-i A'zam ile tahakkuk etmek demektir ki, kullar için bundan daha ileri bir mertebe yoktur. Ni'met külfete göredir; kâidesince mükâfatın büyüklüğünün, tahammül edilecek zorluklar nisbetinde olacağına şüphe yoktur.
Bir Müslüman inanarak, ihlâsla “Yâ Allah" diye bu mübarek ismin zikrine devam ederse onun tecellisine, eserlerine nâil olur. İmanı kuvvetlenir. Duası kabûl olunur. Şeytanın şerrinden emin olur. Mutluluğa ulaşır. Rızkı genişler ve Allah'ın izniyle şifa bulur.
|
|
|
|
|