Aynalı Baba okumaya devam ediyordu:
Tamah ve hırsa uyup nejs ile mahkûr olma,
Rahatın zail olur, nam-ı meşhur olma!
Sohbet-i ârij-i billaha eriş dür olma,
Saltanat — ı mesned — i dünya ile mağrur olma!*
Kendimden geçecek dereceye gelmiştim. Baba'nın sesini çok yavaş ve âdeta uzaktan geliyormuş gibi duymaktaydım. Ney, şaşılacak güzellikte sesler
çıkarmaya başlamıştı:
Zevk — i dünyaya jirîb olmadılar ehl — i kemal
Bildiler hasılı hep zill-ü heva lüb-ü hayal.
Zevke teşbihi cihanın hele rüyaya misal,
Dâmen — i aşkı tutup buldu kamu feurb-i visal.**
*Açgözlülüğe ve hırsa kapılıp nefsin kahrına uğrama. Meşhur biri olma, sonra rahatın kaçar. Allah'ı bilenlerle arkadaş ol, onlardan uzak kalma. Dünya
tahtındaki gücünle gururlanma.
**Kâmil kimseler dünya zevkine kapılmadı. Sonuçta dünyanın bir gölge, boş bir arzu, bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler. Rüyanın gerçekle ne kadar
ilgisi varsa, cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır. Herkes aşk eteğini tutarak Allah'a yaklaştı.
Kulağım çok ağır işitiyordu. Ses sanki çok uzaklardan geliyordu. Yavaş yavaş duygularımdan, daha doğrusu dış âlemden sıyrılmaya başladım. Hiçbir
şey görmüyor ve duymuyordum.
Bir süre uykuyla uyanıklık arasında öylece kaldım. Fakat bu durum çok sürmedi. Kafam çalışmaya başladı. Görünüşte birşey hissetmememe rağmen
kendimi garip bir âlemde görmeye başladım. Hayalin derinliklerine dalmıştım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen görüyordum. Kendimi, yaşadığım
memlekete benzemeyen bir ovada görüyordum. Ova, tam olarak seçemediğim birtakım otlarla örtülüydü. Sazlığı andıran uzun otlar arasında çeşit çeşit hayvanlar dolaşıyordu. Bunların bazısı canavardı. Fakat ben onlardan korkmuyor, korkusuzca yoluma devam ediyordum. Ara sıra bana birşeyler söyleyen bir
arkadaşım vardı yanımda. Fakat cismini göremiyordum. Birşey sormak isteyince soruyor ve cevabını alıyordum. Saatlerce yürüdük. Sonunda yoruldum.
Görünmeyen yol arkadaşıma nerede bulunduğumuzu ve nereye gittiğimizi sordum. "Hindistandayız. Yokluk tepesine gidiyoruz." dedi.
Ona uyarak yoluma devam ettim. Bir süre sonra karşımıza bir dağ çıktı. Yüksek, çok yüksek bir dağdı. Bir müddet yürüdükten sonra dağa ulaştık. O
sırada gümüş gibi parlayan bir dereciğin kenarında bir kulübe göründü. Arkadaşım oraya doğru gitmemi söyledi. Kulübeye gittim. İçinde genç bir adam
vardı:
-Ne istiyorsun, dedi.
Fakat ben ne istediğimi bilmiyordum. Arkadaşım cevap verdi:
-Yokluk tepesini görmesi için getirdim. Lütfen onun kılavuzu olun!
Genç adam, memnun bir ifadeyle bana baktı. Elimden tuttu ve: "Gel!" dedi. Bir ağacın gölgesine oturduğumuzda bana:
-Yokluk tepesine insanların binde biri, yüzbinde biri çıkabilir. Zira ona ulaşmak için insanın kendine hakim olması lâzımdır. Bir kimsenin kalbinde arzu
ve istek olursa yarı yolda kalır. Oraya yalnızca canlı cenazeler çıkabilir. Sen kendinde böyle bir güç hissediyor musun? dedi.
Dayanıksız ve sabırsız fakat iyi niyetli bir insan olduğumu, söyledim.
-Yazık, dedi. Zaten insanların çoğu böyledir. Hele bir girişimde bulunalım, belki başarırız.
Beni tekrar elimden tutarak kulübeye götürdü ve:
-Bugün misafirimsin. Yarın sabah yola çıkanz. Şimdi vaktimizi öldürmemek için biraz konuşalım istersen? dedi. İsmimi sordu:
-Raci, dedim.
Bu insana büyük bir saygı duymaya başladım. Ben de sıkıla sıkıla ismini sordum.
-Buddha Gotama Sakyamuni, diye cevap verdi.
Bu insanın, insanoğlunun en büyüklerinden biri olduğunu, kitaplardan öğrenmiştim. Evet, Buddha'nın huzurundaydım. Saygıyla ayağa kalktım ve elini
öpmek istedim. Engel oldu.
-Eğer bunu benim için yapıyorsan, bil ki ben bir hiçim. Benim nazarımda övgü de yergi de birdir. Kendin için yapıyorsan, kalbindeki sevgi yeter de artar
bile, dedi.
Ertesi sabah erkeden yola çıktık. Buddha elimden tutuyordu. Yokluk tepesinin etekleri, dünyada, -daha doğrusu dünyayı basit bir gözle seyrettiğimizde-
görülmesi mümkün olmayan bir güzelliğe sahipti. Tırmandığımız yolun her iki tarafı da eşsiz güzellikteki manzaralarla doluydu. İnsanı mest eden güzel bir
koku etrafa yayılmakta, gül ağaçlarını muhabbet yuvası edinmiş bülbüllerin nağmeleri insanın kalbini titretmekteydi. Üzerinde yürüdüğümüz yol çok ince,
altın gibi parlak, pamuk gibi yumuşak kumlarla örtülüydü. Yolun her iki tarafından akan hoş ve mini mini derelerin şırıltısı, âşığın maşukuna kavuştuğu sırada
söylediği kesik, heyecanlı, titrek ve coşturucu sözler gibi insanın kulağını ve yüreğini okşuyordu.
Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı. Sonunda bir köşke, daha doğrusu bir saray yavrusuna vardık. Bir taraftan yükseklere tırmanmak, bir taraftan da
hava beni son derece acıktırmıştı. Köşkün kapısından içeri girer girmez muhteşem güzellikteki yemeklerden yayılan kokular burnumu okşadı. Büyük bir
odaya girdik. Ortaya bir sofra kurulmuştu. Altın tabakların içinde, insanoğlunun sanatkârca yaptığı ne kadar yemek varsa hepsi bulunuyordu. Bana kalsa,
hemen sofraya kurulup karnımı doyuracaktım. Fakat Buddha elimden tutuyor ve kulağıma:
-Yokluk tepesine tırmanıyoruz. Bu yemeklerden yediğin takdirde buradan geri dönmen ve benden ayrılman gerekir, diyordu.
Bir kurt gibi acıkmama rağmen bu emre itaat ettim. O enfes yemeklerin karşısında bir saat oturduk. Buddha susuyordu. Ben ise garip birtakım hislerin
etkisi altında kalarak gücümü yitirmiştim. Bu zatın, yaşayan ve yiyip içmeye ihtiyaç duyan bir insanı, sanki bir melekmiş gibi aç bırakmasına içten içe
kızıyordum. Nihayet birdenbire:
-Haydi artık gidelim. Yeteri kadar dinlendik, dedi.
Tam köşkten çıkacağımız sırada cennetteki gılmanları andıran bir genç karşıma çıktı. Elindeki altın tepsinin üzerinde üç tane billur kâse bulunuyordu.
Bunların birinin içinde su, diğerinde şarap, üçüncüsünde ise şerbet vardı. Genç:
-Efendim! Tırmanılacak yer hayli uzakta. Yemek yemediniz, bari birşeyler için, dedi.
Nazikçe sunulan bu teklifi hemen kabul edip, şarap kâsesini elime aldım. Genç, sevinç ve mutluluk içinde yüzüme bakıyordu. Seher vaktindeki güzelliği
andıran hoş bir gülümseme, yüzündeki parlaklığa göz kamaştırıcı bir dalgalanma veriyordu. Kâseyi dudaklarıma değdireceğim sırada Buddha elime vurdu.
Kâse yere düştü. Hiçbir şey söylemeden elimden tuttu. Köşkten çıkıp yola devam ettik. Bir ara nereden geldiğini anlayamadığım bir ses duydum. Bu ses o
kadar güzeldi ki Davud'un sesi bunun yanında karga sesi gibi kalırdı. Şöyle söylüyordu:
Yürü, ey seyyah-ı avare yürü, durma yürü!
Koymasın rah — ı visalden seni ezyak — ı misal.
Bu bedayi, bu letaij, neme rüya ve hayal,
Yürü, ey zair—i biçare yürü, durma yürü!
Yürü ki, müzhet-i vuslatta teali göresin,
Yürü, aslında fena bul, budur etvar-ı kemal.
Yürü, alâyişi terk et içersin ke's-i visal,
Yürü ki, saha-i hîçîde tecelli göresin.*
*Ey avare yolcu! Yürü! Durma, yürü! Bu geçici âlemin zevkleri seni Allah'a kavuşmaktan alıkoymasın. Bu eşsiz manzaraların, bu güzelliklerin hepsi yalnızca bir rüya ve hayaldir. Ey zavallı ziyaretçi! Yürü! Durma, yürü! Yürü, kendi aslına kavuş. Kemalin dereceleri bunlardır. Geçici süs ve gösterişi terk edip,
yürü ki Allah'a kavuşma kadehinden içesin. Yürü ki, yokluk meydanında Allah'ın kudretini ve sırrını göresin.
Bu sesin tatlılığından, gözlerimden hüzün ve zevk yaşları akıyordu. Fakat yolumuza devam ettik. Geceyi çimenlerin üstünde geçirdik. Derin bir uykuya
dalmıştım. Ne rüya, ne de hayal gördüm. Ertesi gün sabah erkenden tekrar yola koyulduk. Öğle üzeri karşımıza bir saray çıktı. Bu saray ancak hayal
âleminde görülebilirdi, yani ancak hayal gücünün yaratabileceği nitelikte muhteşem bir eserdi. Bundan daha güzel, daha mükemmel, daha gösterişli bir yapı
hayal etmek imkânsızdı. Oraya doğru yöneldik. Aramızda beş on adımlık bir uzaklık kaldığında kapısı kendiliğinden açıldı. O sırada Buddha şöyle dedi:
-Bu saray insanların ayağını kaydıran yerdir. Bu saray imtihan yeridir. Doğruluk ve sebatın sağlam ipine sımsıkı yapışanlar bu yeri geçebilir. İlerisinde
Yokluk Tepesi vardır. Fakat buradaki gösterişe ve gönül alıcı şeylere kapılanlar, keder dolu olan cehennem çukuruna düşerler. Burası bir arzu cenneti, ilerisi
ezeli bir yokluk meydanıdır. Burası göz boyayan şeylerle dolu bir saray, tüm konuklarını işkence ederek öldüren bir misafirhanedir; ilerisi zevk ve hürriyet
meydanı, mutlak âlemdir, birlik yeridir. Burada kalan ağlayıp sızlanma yurduna gider, ileriye giden dert ve sıkıntıdan kurtulup makamsızlığa kavuşur. Burada
kalan arzu ve isteğe, hırs ve emele esirdir. İleri gidenin tahtı, sonsuz bir meydan ve mânâ âlemidir. Akıllı ol, aldanma! Sebat et! Ben seni burada
bekliyorum. Haydi, içeri gir!
Hava serindi ve mis gibi kokular kaplamıştı etrafı. Zümrüt gibi çimenleri, parlayan çiçekleri, çakıl taşı büyüklüğünde her çeşit mücevherle döşenmiş
bahçeyi geçerek sarayın kapısına ulaştım. Yirmi otuz kadar cariye beni karşıladı. Her biri eşsiz güzellikteydi. Benzerlerine hayal âleminde bile çok az
rastlanırdı. İki tanesi teşrifatçı görevini görüyordu. Binbir türlü hürmet ve ağırlamayla bir odaya götürüldüm. Sarayın görkeminden, kızların eşsiz
güzelliğinden, özellikle de kollarıma girenlerin cazibesinden şaşırmış, aptallaşmıştım.
Kuşların cıvıltısını ya da perilerin şarkısını andıran gönül okşayıcı sözlerle "Hoş geldin!" diyen kızlardan biri kavrulan dudaklarıma bir kadeh uzattı.
Aklımı kaybetmiştim. Kadehi alıp içtim. Buz gibi soğuktu ve tattığım içeceklerin hepsinden güzeldi. Yeniden doğmuş gibi oldum. Derhal bohçalar getirildi.
İçlerinden süslü ve ipekli havlular çıkarıldı. Hizmetçiler mini mini elleriyle elbisemi çıkarmaya başladılar. Önce odanın bitişiğindeki bir salona, oradan da
hamama sokuldum. Hepsi çıplak bir sürü huri karşıladı beni. Bedenleri o kadar mükemmel ve çekiciydi ki bu güzellik abidelerinin arasına melek bile girse
şehvete kapılırdı. Her yanı çeşitli renklerdeki taşlardan yapılmış olan hamamın göbek taşına serilmiş bir yatağa yatırıldım. Hurilerin mini mini elleri altında
bedenim titrerken, kadın tellâk kılığına girmiş bu eşsiz heykellerin zarif dokunuşlarıyla fazlaca yorulmuş olan bedenim kısa bir süre sonra tamamen uyuştu
ve tatlı bir uykuya daldım. Uyandığım zaman hamamın sıcak bir bölmesine götürülerek yıkandım. Arkasından soğuk su dökündüm. Böylece yorgunluğum
geçmiş, canlanmıştım. Baştan başa hayat pınarı kesilmiş bir vaziyette hamamdan çıkarılıp, mükemmel bir odaya götürüldüm. Abanoz ağacından yapılmış
bir masaya gümüş bir tepsi konuldu. Sofra kuruldu. Dünyadaki yemeklerden hiçbirisiyle kıyaslanamayacak kadar lezzetli yemekler getirildi. Peri yüzlülerden
biri billur bir sürahi getirdi. Bir kadeh şarap sundu. Bir grup kız ellerine müzik âletleri alıp, şarkı söylemeye başladılar. Bu zevk âlemi bir saat kadar sürdü.
Sevincim son haddine varmış, nefsim kudurmuş ve şehvetin verdiği azgınlıkla âdeta bir canavar kesilmişti. O sırada içeriye bir kız girdi. Ellerini göğsünde
kavuşturarak karşımda durdu.
-Efendim, Peri, size kavuşmaya ve sizinle muhabbet etmeye can atmaktadır. Kaç gündür gözyaşları içinde gelmenizi bekliyordu. Buyurun!., dedi.
Sonra koluma girerek beni sarayın ikinci katına çıkardı. Bir odaya sokup, kapısını kapadı. Güzellik perisinin yüzünü görünce, hayretlere düştüm.
Dünyada gördüğüm en güzel kadının bu güzellik perisine göre durumu, on paralık bir mumun, güneşe göre durumu gibiydi.
Gözlerim kamaştı. Karardı. Dizlerimin bağı çözüldü. Gözlerindeki şehvet kıvılcımı o kadar çekici, dudaklarındaki gülümseme o kadar arzu uyandırıcıydı
ki heyecandan ayağa kalkamadım, sürüne sürüne yatağın yanına gittim. Merhamet dilercesine, bayağılaşarak, bir dilenci gibi, gözlerimi bu eşsiz güzele
çevirdim. Aşk perisi, erguvanî tüllerle süslü bir yatakta yatıyordu. Gümüş gibi beyaz vücudunu yalnızca ince, ipek bir giysi örtüyordu. Bu haliyle, etrafında
ışık huzmesi olan aya benziyordu.
Bu ince örtü o eşsiz güzellikteki bedeni örtmüyor, o melek yüzlünün arzu ile seyredilmesini engellemiyordu. Gözlerindeki şehvet ateşi alevlendi.
Dudakları arzu ve gücenmeyi anlatan can alıcı bir titreme ile titremeye başladı. Al yanağı şehvet ateşiyle bir kat daha kızardı. Kollarını açtı. Siyah saçları,
aşkla titreyen gümüş gerdanını sardı. Böylece, bir güzellik abidesi çıktı ortaya. Kollarını açarak: "Gel!.. Gel!" dedi.
Ben minnet ifade eden bir çığlık kopararak kucağına atladım. Parlak yanaklarını ve titreyen dudaklarını öptüm. Bu birleşme sadece bir an sürdü, bir
an...
O sırada gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Korkunç bir zelzele, sanki dünyayı alt üst etti. Düşen bir yıldırım sarayı sarstı. O kocaman
bina bir avuç toprak gibi yığıldı. Yıkılıp gitti. Korkudan gözlerimi kapadım. Sevgilime sarıldım. Gözlerimi açtığımda kendimi bir cadının kucağında buldum.
Çok iğrenç ve çok pisti.
Hayret ve nefretle dolu bir çığlık kopararak, boynuma sarmış olduğu kollarını açtım ve kendimi kurtarmaya çalıştım. Baykuş sesini andıran kahkahalar
kopardıkça hilâl şeklindeki çenesi, kartal gagasına benzeyen burnuna değiyor, bu iki çengel birbirinden ayrıldıkça lağım çukuruna benzeyen ağzı açılıyor,
sararmış uzun dişleri görülüyordu. Ben kendimi kurtarmaya çalıştıkça, cadı olanca kuvvetini kollarına verip beni bırakmamaya çalışıyor ve şöyle diyordu:
-Nankör! Az önce ayaklarıma kapandığını ve tattığın eşsiz zevki unuttun. Merak etme, ben, bir müddet sonra yine eski hâlime döneceğim.
Güç belâ cadının elinden yakamı kurtardım. Saray, bir çöplüğe dönüşmüştü. Önceden her biri birer huriye benzeyen hizmetçiler şimdi birer cadı
olmuştu. Beni kovalamaya başladılar. Ellerine düşmemek için ardıma bakmadan koşuyordum, daha doğrusu uçuyordum. Nihayet yorgunluktan bitkin
düştüm. Cadılar beni takip etmekten vazgeçmişlerdi. Etrafıma bakındım. O zümrüt gibi çimenlerin yerinde dikenler, bülbüllerin yerinde baykuşlar, altın
kumların yerinde siyah ve sivri çakıllar vardı.
O an aklıma Buddha geldi. Beni kapının önünde bekleyecekti. Fakat ortalıkta ne kapı, ne de Buddha vardı. Ağır ağır dağdan inmeye başladım.
Sonunda bir meydana vardım. Karşımda bir kalabalık belirdi o an. Meydanın doğusunda, başında altın bir taç, elinde kıymetli taşlarla süslenmiş bir asa,
üstünde kıymetli elbiselerle Buddha bir tahtın üzerinde oturuyordu. Etrafı, süslü ve parlak elbiseler giymiş, başları ululuk taçlarıyla süslenmiş insanlarla
çevriliydi. İki kişi kollarımdan tutup, beni onun huzuruna götürdü. Buddha büyük bir heybetle ayağa kalktı. Kolunu bana doğru uzattı. Şehadet parmağıyla
işaret ederek:
-Ey, sözünde durmayan insan! Ey insan! Ey, kadın yaratılışlı insan! Yazık sana! Sözünde durmadın. İstenilen noktaya varmadın. "Birlik" sarayına
girmedin. Mutlak birlikteliğe ulaşmadın. Yokluk tepesine çıkmadın. Ey gafil adam! Git bu yerlerden, git! Önünde diz çöküp, bedenini ve ruhunu teslim ettiğin
cadıya, dünyaya git! Sen seçkin bir insan değilsin. Sen bu meclisin eri değilsin. Git! Git ki arzu ejderhası ciğerlerini yesin. Git, git ki hırs akrebi Nemrut'un
beynini kemirdiği gibi seninkini de kemirsin. Git, git ki dünyadan bir köpek eksilmiş olmasın. Git, git ki mert insanların gül bahçesi dolmasın. Git namert! Git!..
Git!., dedi.
Sonra eliyle, taşlara emir verir gibi bir işaret yaptı. Bulunduğum yerdeki taş, toprak, ot, kısacası her şey şimşek hızıyla aşağı doğru akmaya başladı.
Nihayet karanlık bir uçuruma yuvarlandım. Bir ıstırap çığlığı, ciğerlerimi parçalayarak, boğazımı yırtarak ve titreyen dudaklarımı hırpalayarak çıktı. Gözlerimi
açtım.
Aynalı Baba'nın güleç ve yumuşak yüzü, hüzünlü gözleri gözlerime ilişti. Elindeki maşrapayı bana verdi. İçtim.
Sonra, yeni pişirdiği sade kahveyi ikram etti:
-Evlâdım! Yokluk Tepesi'ne varmak kolay değildir, kolay değil, dedi.
Elimde olmayarak ayaklarına kapandım. Ertesi gün yanına gelmek üzere izin istedim.
-Bu memlekette bulunduğum müddetçe, aramızda geçen şeyleri kimseye söylemeyeceğine söz ver, dedi. Ben de söz verdim. İzin verdi.
Temaşa Bayramı
"Ey Aydınlık! Karanlıkları aydın eyle!"
Zerdüşt
Mezarlıktan çıkıp eve gittim. Annem şaşkın bir hâldeydi. Her gece beni sarhoş olarak görmeye alışmıştı. Her zaman eve sabaha doğru gelirdim. Onu
hasta olmadığıma ikna ettikten sonra kendi hâlime bırakıldım. Gördüğüm hayalleri düşündüm ve erkenden yattım. Ertesi sabah çarşıya gittim. Birkaç küçük
tencere, tabak, sahan, kaşık ve mangal gibi eşyaların yanı sıra yağ, pirinç, kahve gibi şeyler aldım. Ve mezarlığa gittim. Aynalı Baba kulübesinin önünde
oturuyordu. Aldığım hediyeleri reddetmedi. Kahve pişirdi. Bir müddet sohbet ettik. Sonra yemek yedik. Biraz uyuduk. Sonra kahve içtik. Aynalı Baba neyini
eline aldı. O güzel sesiyle gazel okuyarak neyi üflemeye başladı.
Bu şuun, âlem
Bîsebat-u bîkıdem
Nerde Havva, Adem?
Varsa aklın ey dedem.
Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
Yâd-ı mazi bahşeder Hayf-ü âlâm-ü keder
Olma meşgul-i kader
Kimse kalmaz hep gider.
Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
Sen gibi bir saile
Heyf değil mi gaile?
Olma meşgul hâl ile
Derd-i istikbal ile.
Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
Bu hayatta yok vefa
Her günü derd-ü cefa
Sen, ey müştak-ı sefa
Ömrünü etme heba.
Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!
Kim bilir Ethem imiş
Bilmeyen sersem imiş
Gayesi bir dem imiş
Maadası hem imiş.
Dem bu demdir, dem bu dem!
Dem bu demdir, dem bu dem!*
*Bu olaylar ve bu âlem ezelî ve ebedî değildir. Havva ve Adem nerede? Ey dedem! Aklın varsa an bu andır, an bu an. Geçmişi hatırlamak korku, ıstırap
ve keder verir. Kaderle uğraşma. Çünkü kimse kalıcı değildir, herkes gidicidir. An bu andır, an bu an. Senin gibi bir dilencinin dert ve sıkıntı ile uğraşması
yazık değil mi? Şimdinin ve geleceğin derdiyle uğraşma! An bu andır, an bu an. Bu hayatta vefa yoktur, her günü dert ve eziyettir. Ey huzura can atan!
Ömrünü boşa geçirme. An bu andır, an bu an. Bilen kimse Ethem imiş, bilmeyen ise sersem imiş. Ölüm sırasında hayat sadece bir nefesten ibaret olup,
geride kalanlar dert ve keder imiş. An bu andır, an bu an. An bu andır, an bu an.
Kısa bir süre sonra neyin sesi hafif ve hoş bir inilti hâlini aldı. O sırada dalmışım.
Yeni bir yer görmeye başladım. Belh şehrinde bir evde bulunuyordum. Yatağımdan yeni kalkmıştım. Odama bir kadın girdi. Bu kadın benim karımmış.
Benimle Farsça ile Sanskritçe arası bir dille konuşuyordu. İşin garip tarafı ben bu dili iyi biliyordum. İki kişiden meydana gelmiş bir insandım. Ben, hem ben
idim, hem binlerce yıl önce yaşamış bir İranlı. Kadın dedi ki:
-Geç kalıyorsunuz. Artık elbisenizi giyin ki Temaşa bayramını seyredebilesiniz.
Karnımı güzelce doyurduktan sonra elbiselerimi giydim. Elbisem, sırtıma giydiğim uzun bir şal ile belime doladığım bir kuşaktan ibaretti. Başıma sivri bir
külah geçirip sokağa çıktım. Telâş içinde yürüyen bir kalabalık gördüm. Onların arasına katıldım. Sokaklardan geçerek bir meydana vardık. Binlerce insan
toplanmıştı meydanda. Ortaya büyük bir çadır kurulmuştu. Buraya niye geldiğimi ve ne olacağını bilmediğim için yanımda bulunan adamlardan birisine ne
olup bittiğini sormak zorunda kaldım. Cevaben şöyle dedi:
-Bugünden itibaren kırk gün Temaşa bayramı yapılacak. Şimdi ortaya tellâllar çıkıp, herkesi imtihana davet edecek. Herkes birer birer Zerdüşt'ün
huzuruna çıkacak. Her kim "hak sözü" söylerse hakikatleri temaşa etmesine izin verilecek. Alnına "Cennetlik" yazılacak. Her kim söyleyemezse bundan
mahrum kalacak. Alnına "Cehennemlik" yazılacak. Fakat şunu belirtmeliyim ki iyi işler yapanların alnından bu yazı silinir. Böylece ailesi, ak-rab» ve dostları
sevinçlerinden bayram yaparlar.
Ben, hiçbir şey bilmediğim için doğal olarak bu imtihanı veremeyecektim. Alnıma "Cehennemlik" yazılacaktı. Geldiğime pişman oldum. Eve dönmeye
karar verdim. Önceden konuştuğum adama bu düşüncemi söyledim.
-Sakın gideyim deme! Zira hem gelmeyenlerin, hem de gelip imtihanı veremeyenlerin alnına "Cehennemlik" yazısı yazılır, dedi. Zarurete binaen, iyisi mi
imtihana gireyim, diye düşündüm.
Tellâllar bağırınca, herkes birer birer, düzenli olarak çadıra doğru yürümeye başladı. Bulunduğum yer çadıra çok uzak değildi. Bu yüzden bir saat içinde
çadırın kapısına vardım. Kapıda duran bir nöbetçi herkesi birer birer çadıra alıyordu. Sıra bana geldi, içeri girdim. Zerdüşt büyük bir tahta oturmuştu.
Başında altından yapılmış bir taç, üzerinde değerli bir kaftan vardı. Etrafında kırk kadar ihtiyar, saygı ifadesi olarak ellerini göğüslerinde bağlamış, ayakta
duruyorlardı. Meclisin azameti karşısında şaşırıp kaldım. Cahillik kusurundan dolayı utanç verici bir duruma düşmemek ve kınanmamak için, içimden dua
etmeye başladım. Zerdüşt sordu: