51. EL-HAKK,52. EL-VEKÎL,53. El-KAVİ,54. EL-METÎN,55. EL-VELÎ,56. EL-HAMÎD,57. EL-MUHSÎ,58. EL-MÜBDİ,59. EL-MUÎD,60. EL-MUHYÎ,61. EL-MÜMÎT,62. EL-HAYY,63. EL-KAYYUM,64. EL-VACİD,65. EL-MACİD,66. EL-VAHİD,67. EL-EHAD,68. ES-SEYYİD, ES-SAMED,69. EL-KADİR,70. EL-MUKTEDİR, 71. EL-MUKADDİM,72. EL-MUAHHİR, 73. EL-EVVEL,74. EL-AHİR,75. EZ-ZAHİR,76. EL-BATIN,77. EL-VALÎ
Fiilen var olan, mevcudiyeti ve uluhiyeti gerçek olan, varlığı hiç değişmeden duran.
"Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır."
Allah'ın varlığı en açık bir gerçektir. Allah, her türlü noksanlıklardan münezzeh, fiilen var ve uluhiyeti ve mevcudiyeti gerçektir. O, haktır, hak ondan südûr etmiş, bütün hak kendisine racidir. Allah Tealâ'nın bütün sıfatları fiilen var ve mevcudiyeti gerçektir. Adalet hak, doğruluk haktır manasına kullanılmıştır. Bunun için "adaleti gerçekleştirdi" manasında, "Allah hakkı gerçekleştirdi" denilir. Yani hakkı ortaya çıkardı, onu ispat etti, hak onun sözleriyle gerçekleşti demektir.
"Şair Lebid'in söylediği sözlerin en doğrusu "Dikkat edin Allah'tan başka her şey batıldır." buyurmuştur.
Peygamber (s.a.v.) gece teheccüd namazı kıldığı zaman şöyle dua ederdi:
"Ey Allah'ım! Bütün hamd Sanadır, Sen göğün, yerin ve içindekilerin sahibisin. Her türlü hamd Sana aittir. Sen haksın (fiilen var ve mevcudiyeti hak olansın). Senin sözün hak, senin vaadin hak, sana kavuşma hak, cennet hak, cehennem hak kıyamet saati haktır. Ey Allah'ım! Sana sığındım. Senin için kafirlere düşmanlık yaptım. Senin hükmüne razı oldum. Geçmiş ve gelecekteki gizli, açık yaptığım günahları bağışla! Sen benim ilahımsın. Sen'den başka mabud yoktur."
El-Hakk, Kur'ân-ı Kerim'de 6 yerde geçmektedir: En'âm: 6/62; Yûnus: 10/32; Hac: 22/6; Mü'minun: 23/116; Nür: 24/25'de geçmektedir.
Hakk münferid olarak Kur'an-ı Kerim’de, yüzlerce defa zikredilmiş ki bu sayı, 227'dir.
"İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz?"
Yüce Allah bizi hakka ulaştırsın. Allah'tan bizi hakka ulaştırmasını ve kendi rızasına erdirmesini niyaz ediyoruz.
Allah (c.c.) zâtında ve sıfatlarında haktır/gerçektir.
O, Vâcibü'l-vücuddur/varlığı zorunlu olandır. Sıfatları mükemmeldir. O'nun varlığı, zâtının gereklerindendir.
O olmadan hiç bir şey olamaz.
O, yücelik, güzellik ve mükemmellik sıfatlarıyla mevsuf/nitelenmiş olarak ezelî ve ebedîdir.
O, ihsan ve iyilikle maruf olarak ezelî ve ebedîdir.
O'nun sözü haktır, fiili haktır, O'nunla karşılaşmak da haktır. O'nun peygamberleri haktır, kitapları haktır, dini haktır. Kendisine ortak koşmaksızın sadece O'na kulluk etmek, o da haktır. Her şey O'na nisbet edilir. O, haktır/gerçektir.
"Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir. O'nun dışındaki taptıkları ise bâtılın ta kendisidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyüktür."
"De ki: Hak, Rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin."
"İşte O, sizin hak/gerçek Rabbimiz olan" Allah'tır. Artık haktan ayrıldıktan sonra sapıklıktan başka ne kalır?"
"De ki: Hak geldi, bâtıl yıkılıp gitti. Zâten bâtıl yok olmaya mahkûmdur."
"O gün Allah onlara hak ettikleri cezalarını tam olarak verecek ve onlar Allah'ın apaçık gerçek olduğunu anlayacaklardır."
O'nun sıfatları haktır, fiilleri haktır, O'na kulluk haktır, va'di haktır, tehdidi haktır, hesabı haktır, Adildir, hesabında haksızlık yoktur.
Hak, varlığı hakikî bulunan zâtın ismidir. Yâni varlığı dâima mütehakkıktır; dâima sabittir. Allahu teâlâ'nın zâtı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakîkaten var olan yalnız Allah'tır ve hiç değişmiyerek hakîkaten sabit olan da O'dur. Çünkü O, varlığında zâtından başkasına muhtaç değildir. Kâinat dediğimiz başka varlıklar ise, Allahın yaratmasiyle var olmuşlardır. Onların içinde varlığı, Allah'a muvazi - yâni ezelî ve kadîm - hiçbir mevcut yoktur. Meselâ, ben, sen ve bütün insanlar, birer birer nasıl sonradan, Allah'ın yaratmasiyle meydana gelmişsek, yekûnumuz da öyledir. Bütün hayvanât, bütün nebatat da böyledir. Alelumum madenler de, diğer uzvî olmayan varlıklar da öyle... Üzerinde barındığımız arz küresi ve kardeşleri olan öteki seyyareler ve peykleri ve bütün bunların merkezi bulunan güneş de böyledir. Aralarında büyüklük küçüklük ve ömürlerinde uzunluk ve kısalık gibi farklar varsa da, hepsi de sonradan yaratılmış ve her birinin ömrü bir başlangıç ve bir son ile çevrilmiştir. Zamanın ancak bir parçasını işgal ederler. Sonra bütün kâinat ve onun her zerresi, ömürleri boyunca bir hâl üzere sabit değildir. Dâima halden hâle, tavırdan tavıra değişir dururlar. Hayâtın değişikliğini aya benzetmişler: Ay, başında, görülür görülmez incecik bir hilâlken, gün gün büyür, bedir hâline gelir; sonra bu hâlde de kalmaz, kemâli bulan, zevale döner. Tamamlığı eksiklik ta'kib eder. Gittikçe küçülmeğe başlar. Nihayet tamâmiyle perdenin arkasına çekilir. Bütün bütün gözden kaybolur.
İşte bütün kâinatı kaplayan ezelî nizam budur. Allah'tan başka her şey değişir, yıkılır; tekrar yapılır; bâki, ancak Hak'tır;
İsbâtı lâzım, inkârı mümkün olmıyan her şey haktır; bu i'tibarla dürüst i'tikatlara, Hak uğrunda söylenmiş dürüst sözlere, hak söz, hak i'tikat denir; çünkü bu i'tikatlar ve bu sözler de sabittir. Allah onları yaşatır; sahiplerini de mükâfatlandırır.
Ancak Hak'ka tapmalı, ancak O'na dayanıp güvenmeli; başkaları yıkılır. Aramalı, hak i'tikadı buluncaya kadar çalışmalı; elden gelirse hak için hak sözü söylemekten veya yazmaktan çekinmemeli; çünkü sabit tutamak sâdece bunlardır. Bunları tutmağa muvaffak olanlar, yıkılmayan bir akarın iradından veya kurumayan bir bahçenin hâsılatından faydalanıp duranlara benzerler. Bâtılları Allah tervîc etmez. Onun için bâtıl peşinde koşanlar ümitleriyle beraber yıkılır gider; işte insanın uğrayacağı en hazin bir akıbet.
Kendisine güvenilip, dayanılan, işlerini yoluyla kendisine bırakanların işini düzeltip, onların yapabileceğinden daha iyisini te'mîn eden.
"Allah'a güven. Allah vekil olarak yeter."
Vekil, “Vekele” kökünden türemiş olup vekil kılma demektir. Sübhan Tealâ kendisine güvenen ve dayanan için vekil olarak yeter. Allah kullarının işlerini idare edendir. O, her şeyden müstağni güvenilip dayanılandır. O, iradesi yönünde bütün işleri çekip çeviren, bütün işlerin çekip çevrilmesinde kendisine güvenilip dayanılandır.
Yüce Allah'ın el-Vekil ismi şerifi, Kitab-ı Hakim'de 13 yerde zikredilmiştir. "O her şeye vekildir:” "Allah söylediğimiz şey üzere vekildir", "Allah güvenilip dayanılan olarak yeter", "Rabbin vekil olarak kafi", "Allah'a güvenip dayan", "Allah vekil olarak yeter" şeklinde geçmektedir.
"O doğunun da batının da Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız Onun himayesine sığın."
"Kararını verdiğin zaman da artık Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir."
O, ilmi, mükemmel kudreti ve kapsamlı hikmeti ile bütün varlıkların rızık ve idarelerini üstlenendir. O veli kullarına/dostlarına yardım eder ve onları kolay şeylerde muvaffak kılar, zorluklardan uzaklaştırır. Her şeylerinde onlara kâfidir.
Kim Allah'ı kendisine vekil edinirse Allah ona kâfidir.
"Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır."
Kendisine iş ısmarlanan zâta vekîl denir. Allahu teâlâ ne güzel ve ne büyük vekildir. İşlerin hepsini tedbir ve idare eden O'dur. Fakat kendisi hiçbir işinde vekîle muhtaç değildir. O her şeyin yerini tutar, fakat hiçbir şey O'nun yerini tutamaz ve O'na dayanmadan duramaz. Allah'ın yerini tutacak bir vekîl düşünülmesine imkân yoktur. Peygamberler bile O'nun makamına kâim, vekîl olamaz. Fakat O hepsinin üzerinde Rab ve Mâlik olduğu gibi, her şeye karşı Vekîl'dir de. Peygamber demek, Allah'ın bir vekîli demek değildir. Allah'ın buyruklarını insanlara öğreten bir emir kulu demektir. Bunun için Hıristiyanlık dünyâsının patriklere, papazlara ve hele Roma'daki Papa'ya "Allah'ın vekilidir" diye i'tikad etmeleri bâtıldır.
Allahu teâlâ, kendisine yoluyla tevekkül edenlerin işlerini en iyi bir neticeye ulaştırır. Gerçi O'na hiçbir şey vâcib değildir. Yani hiçbir şeyi yapmağa veya yapmamağa mecburiyeti yoktur. O'nun irâdesi çerçevelenemez; isterse yapar, istemezse O'na zorla yaptıracak bir kuvvet yoktur. Fakat O'nun razı olacağı surette işler kendisine bırakılırsa, hayırlı ve kârlı olanı işler; âdeti ve hikmeti budur.
Bilindiği gibi vekîl yapılacak zâtın, vekîl olacağı iş hakkında kâfi derecede bilgi sahibi olması, o işi yapmağa gücü yetmesi, kendisini vekîl edenin her bakımdan güvenine lâyık olması iktizâ eder. Şu halde, tevekkül, emin ve muktedir bir vekile güvenerek, işlerini ona tefviz etmektir. Meselâ bir da'vâ için vekîl tutmak lâzım gelse, evvelâ o da'vâya âit geniş bilgisi ve müdâfaa kudreti, bununla beraber sadâkat ve merhameti var mıdır? Bu cihetler araştırılır ve ancak bu hususlar tahakkuk ettikten sonra i'timâd edilir. Şu hâlde, bir adam her iş için vekîl olamaz, bilemediği veya yapamayacağı işlerde vekîl de, müvekkil gibi acz içindedir, hele müvekkiline merhameti olmayan vekiller daha korkunçtur.
Hakîkî vekîl ancak Allahu teâlâ’dır. Çünkü her işi bütün esrâriyle bilen ve her müşkülü açan yalnız O'dur. İnsanların, birbirlerinin işlerini görüvermeleri mecazî bir vekâlettir. Ondan dolayı, vekâlet ma'nâsından ziyâde yardımlaşma ve karşılıklı ivaz ma'nâsı vardır. Bir tüccar, bir avukata iş verdiği zaman, biri ona bilgisi ile yardım ediyor, öteki de para ıvaziyle onu karşılamış oluyor demektir
Bir insanın gerek şahsına âit husûsatta, gerek ailesi umurunu tedbir ve idarede, çocuklarının terbiyesinde, sağlık işlerinde, bir tüccar olduğuna göre, mütemadiyen temevvüc hâlinde bulunan ticâret muamelâtında veya bir me'mur olduğuna göre, resmî işleri etrafında, velhâsıl hangi meslektense ona göre iş ve gücünün her gün çeşitleşen pürüzleri karşısında, kâr-zarar düşünülerek, işler ne kadar hesaplı tutulursa tutulsun, yine insanın karşısına hiçbir hesapta olmayan şeylerin çıktığı çok görülür. Alınan tedbirler, yapılan istişareler, hatır ve hayâle gelmedik nice sebepler yüzünden hükümsüz kalabilir. Allah korusun, yerden, gökten beklenmedik nice afatlar, insan takatinin, fen kudretinin önleyemeyeceği nice engeller beliriverir; bütün hesaplar alt üst olabilir, işte bundan dolayı, arzularımıza nail olmak için, elimizden gelen bütün gayreti sarf ederek çalışıp çabaladıktan sonra, üst tarafı için telâş ve heyecana kapılmıyarak, bütün sebepleri emir ve fermanı altında tutan Allah'a tevekkül etmek iktizâ eder.
Burada tevekkülün ma'nâsı, sarf ettiğimiz bu gayretlerin mahsûl vermesi, boşuna gitmemesi için Allah'tan muvaffakiyet ve yardım dilemektir ve ancak O'na güvenmektir. Bu ise, maddî kuvvetten sonra manevî kuvveti de kazanmak istemektir. Şu halde tevekkül, manevî bir istimdat demektir ki, her işte her insanın buna ihtiyâcı vardır.
Tevekkül denilen ma'nânın bir gönülde yer tutması, sahibi için, dünyânın en zengin hazinelerine sahip olmaktan daha kıymetlidir. Bilenler tasdik eder ki, bir insan için gönlünün feragat ve huzuru en büyük ni'metlerdendir. Çünkü maddî, manevî kazançlar, afiyet ve huzur içinde gönül rahatlığına bağlıdır. Fikir selâmetini, gönül huzurunu öldüren başlıca sebepler:
1- Lüzumundan fazla hırs, tama, rekabet gibi insana huzur ve rahat nedir bildirmeyen hâller;
2- İflâs edersem, vereme yakalanırsam, işimden atılırsam gibi kendi kendine zihinde kurulan ma'nâsız korku ve helecanlar;
3- Başa gelen felâket ve musibetlerin giderilemeyen ıztırapları. Kendisinde bu hâller bulunan insanlar, hayatlarında, dünyâlarına, âhiretlerine yarar bir şeye muvaffak olamazlar, müvesvisdirler, hiçbir iş beceremezler; ürkektirler, hiçbir işe atılamazlar. Bunlar rûhan hasta ve cidden tedaviye muhtaç bir takım zavallılardır. Onların günleri ah, vah ile, vesvese ve evhamla geçer, biter. Bu halleri parayla, pulla gidermek de mümkün olmaz. Ancak gönüllerde kuvvetli bir tevekkülün, hem de gerçek ma'nâsiyle bir tevekkülün yer tutmuş olması lâzımdır, işini yoluna koyduktan sonra ötesini Allah'a havale edip de O'na güvenmek ve O'nun iyi yapacağına inanmak, kalb için büyük bir kuvvettir.
Sebeplerin ihmâli tembellik demek olduğuna göre, aralarında zıddiyet vardır. İslâm Dîninde tevekkül vâcib tembellik haramdır. Onun için tevekkül bahsinde şu noktaların da bilinmesi faydalıdır.
1- Tembellik etmemek, bir maksadın ele geçmesi için, insanlarca ötedenberi bilinen ve yapılan sebepler, tedbirler ve çâreler ne ise, onları tatbik etmek vâcibtir. Çünkü Allahu teâlâ bu âlemde her şeyin, her hâdisenin meydana gelmesini, kullarına ilham buyurduğu sebeplerin ve çârelerin yapılmasına bağlamıştır. Buna "tesbîb hikmeti" denir. Yâni bir şeyin yaradılması, bir isteğin verilmesi, ona mahsus sebeplerin husulünden sonra vuku bulur diye Allah, bir nizam koymuştur. O'nun âdeti bu veçhile akıp gelmektedir. Allah'ın âdetinde ise değişiklik olmıyacağından, müsbet veya menfî, istediğini bulmak için, insanın sebeplere dikkat etmesi lâzımdır. Sebepleri ihmâl etmek, Allah'ın vaz'-ı esbâb hakkındaki ezelî hikmetini çürütmeğe çalışmış olmakla beraber, göz göre göre kendini cahilliğin, hastalığın, fukaralığın dişleri arasına atmak demektir ki, bunların hepsi de dînen haramdır. Halbuki sebeplere ehemmiyet verildiği surette, bir hacetinin kazası için insan, elinde mevcut bulunan bütün kuvvet ve vesâit ile Allah'a teveccüh etmiş olur ki, elbette daha ciddî ve daha samîmî ve binâenaleyh daha kıymetlidir.
2- Sebeplerin hakikî kıymetînî bilmek:
Bunların kıymeti, Allah'a karşı birer dilek vâsıtası olmaktan ibarettir. Yoksa te'sir Allah'tandır. Yâni sebepler, ilâhî te'sîrin meydana gelmesi için, birer yol olmak üzere, yine Allah tarafından tertip buyurulmuştur. Kendisine ancak o yollardan müracaat etmek iktizâ eder. Fakat maksadın husulünü sebeplerden değil, onları yaratıp ilhâm eden Allahu teâlâ'dan beklemek lâzımdır. Çünkü her şeyin yaradanı ve müessiri O'dur. Yâni şu iş için çalıştık, çabaladık, artık o ister istemez olacak demeyin; te'sîri Allah'tan bekleyin; biz istedik, Allah da müsâade ederse olur, deyin.
3- Her hususta, Allah'tan başka hiçbir şeye güvenmemek. Nice insanlar vardır ki, ellerindeki servete veya mevkıa veyâhud büyük adamlarla olan hususiyetine, yâhud yüksek tahsil görmüş oğluna veya kızına güvenmektedir. Onların varlığı gönlünü doldurmuştur. Yarına emniyetle bakıyor. Allah'tan bütün bütün gaflet halindedir. Her teşebbüsünü bu kuvvetlerle başaracağına inanmıştır. Halbuki bütün bunlar ve hattâ her şey, bir anda yok olabilir. O zaman yalnız bunlara dayananın hâli ne olur? Bunlara yine dayanmalı, fakat asıl Allah'a güvenmelidir.
İzahatımızın bir icmali olmak üzere deriz ki, gerçek bir tevekkül, fikirlerin sükûnetini, kalplerin istirahatını te'min eden bir kuvvettir. Bunu anlayanlar, hayâtın değişip duran darlığına ve genişliğine kulak vermezler. Kişinin kendine, mevkiine, bilgisine, zekâsına güvenmesi hep yalandır, insana gereken, ancak Allah'a güvenmektir. Çünkü O'nsuz hiçbir şeye muvaffak olamaz. O'nunla ise, her şeye kadir olur. İnsanın kendi gibi zayıf ve fânî mahlûkata i'timâdı, akıl ve hikmete uygun değildir. Bugün lehinde bulunanlar, yarın aleyhinde bulunabilir.
İşlerin başarılması için meşru sebeplere başvurulması, hattâ bu hususta fazla bilgisi olanlara danışılması ve ötedenberi tecrübelerle, fennî incelemelerle kararlaşmış usûllerden faydalanılması, daha ilerisi için aczini bilerek işini Allah'a ısmarlayıp ancak O'na i'timat edilmesi gerektir. Bu sayededir ki, insan kendini telâş ve heyecandan, üzücü isti'calden, insanlık şeref ve haysiyetini kaybetmek tehlikesinden kurtarmış olur. Peygamberimiz salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz tehlikenin en uzağını, en gizlisini herkesten evvel görürdü. Ona göre ne yapmak lazımsa yapar, tedbîrini alır, sonra aldığı bu tedbîrlere değil, ancak Mevlâsına güvenirdi, işte tevekkül babında bize yüce örnek.
Her şeye gücü yeten, kudretli, pek güçlü.
Her şeyi takdirine uygun olarak yaratan, her şeyi bilen ve bütün noksanlıklardan münezzeh olan Cenab-ı Hak, her şeye gücü yeten kudret sahibidir.
Şimdi şu ayeti kerimedeki bu isme dikkat edelim.
"Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: Bizden daha kuvvetli kim var? dediler. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmediler mi? Onlar bizim âyetlerimizi (mucizelerimizi) de inkâr ediyorlardı."
"El-Kavi" ismi şerifi Kur'ân-ı Kerim'de 9 kere zikredilmiştir. Allah'ın bu güzel ismi, "Kaviyyu, Şedidu'1-ikab" (O, cezası şedid herşeye gücü yetendir) şeklinde, Enfâl: 8/2 ve Gâfir: 40/22’de geçmektedir.
El-Kaviyyu'1-Aziz (Her şeye gücü yeten, yegâne galib) şeklinde, Hûd, 11/66; Hac: 22/42, 19; Hadid: 57/25; Mücadele: 58/21; Ahzab: 33/25'te geçmektedir.
"Bu, Allah'ın dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür."
Allahu teâlâ kaviy'dir, hiçbir zaman kendisine dermansızlık erişmez. Kuvvet, tam bir kudretin ifadesidir. Yâni "Allah kaviy'dir" demek kudret-i tâmme sahibidir demektir. O'nun kudreti de öteki sıfatları gibi nâ-mütenâhîdir, tükenmez, gevşemez, hudut içine sığmaz, ölçüye gelmez.
Allahu teâlâ kayıtsız şartsız, her şeye kaadirdir ve hiçbir şey Allah'a karşı kaadir değildir. Allah'ın kudreti bahsinde zorluk, kolaylık bahis mevzuu olamaz. Bir çimen yaprağını yaratmakla, kâinatı yaratmak birdir. Biri zor, biri kolay değildir. Yaratılmışların isterse milyarlarca emsalini yaratır ve yine de kudretinden bir zerre eksilmez. Hâsılı, Allahu teâlâ'ya. göre ağır ve yorucu bir iş yoktur. Hâdisâtı ezelî takdiri uyarınca yürütmek, mahlûkâtını hıfzetmek, amellerini zaptetmek O'na ağır gelmez. Ne kadar güç, ne kadar büyük olursa olsun, bir işi yapmak için kuvvet ve kudretin yetersizliği yüzünden zorlanmaktan ve kendisine herhangi bir sebeple bir durgunluk ve gevşeklik ârız olmaktan münezzehtir.
Her şeye gücü yeten, kudretli, çok sağlam.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, bedenlerin ve ruhların gıdasını veren ve her şeye gücü yetendir O'nun güç ve kudreti asla noksanlaşmaz.
İbn-i Abbas (r.a.), ayeti kerimelerde geçen "el-Metin", "eş-Şedid" anlamındadır" diyor. Onun için "O her şeye gücü yeten kudretli anlamında "el-metinu'l-kavi'" denilir. Mecazi olarak "benim görüşüm kuvvetli" manasında "Ra'yî metinun" denilir.
Allahu Tealâ'nın el-Metin ismi kuvvet ve kudretinin şiddetini gösterip sağlamlık ve metanet anlamlarına gelir. Allah kainatı idare ederken hiçbir şekilde yorgunluk göstermez, kuvveti eksilmez. Bu isim Allah'ın güç ve kudretini mübalağalı bir şekilde ifade eder. El-Metin Kitab-ı Mübin'de bir kere zikredilmiştir.
"Şüphesiz ki rezzak, kuvvet sahibi ve metin olan ancak Allah'tır."
Allahu teâlâ kuvvet ve kudretinde metindir. (El-Kaviy) ismi, kudretinin kemalini ifade ettiği gibi, (El-Metîn) ismi de kuvvetinin şiddetini bildirir. Allahu teâlâ hem Kaadir, hem Kaviy, hem Metîn'dir. Hiçbir iş O'na meşakkat vermez, hiçbir hâl O'nu âciz bırakmaz, hiçbir kimsenin yardımına muhtaç olmaz, hiçbir kimse Onun irâdesine karşı gelemez, hiçbir kimse O'nun kudretinden kurtulamaz.
Allahu teâlâ'nın rahmeti vardır, gadabı da vardır. Sevdiklerine ulaştırmak istediği rahmetini önliyecek bir kuvvet ve kudret olmadığı gibi, gadab ve intikamından kurtaracak bir kuvvet de yoktur.
O hâlde bir kul, istediği lûtf ve inayeti ancak Allah'tan beklemeli; korkusu ve endişesi de ancak Allah'ın gadabını icâbettiren şeyler olmalıdır. Bu suretle, gönülde Allah'tan başkasından korkuyu kaldırmak ve ümidi kesmek, yüreklerin bütün ümitlerini ve korkularını Allah'a bağlayabilmek, olgunluktur.
Yardımcı ve dost, iyi kullarına dost.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kullarının bütün işlerinin mütekeffilidir. Allah salih kullarının velisi, kendisine itaat edenlerin yardımcısıdır. Bu ise; Allah'ın dostlarına yardım etmesi, düşmanlarını kahreyleme şeklinde tecelli eder. "El-Veli" dostları tarafından sevilen, onları günahlarından kaçındırmak suretiyle dostlarına yardım eder. Bir manası da kullarının işlerini üzerine Allah ve tekeffül edip özellikle onlara lütuf ve ihsanda bulunan" demektir.
"El-Veli" sözlükte "yakınlık, yardım ve birinin işini üstlenme" demektir. Onun için "Teba ada ba'del veli", "yakın olduktan sonra uzaklaştı" demektir. "El-Veli" Kur'ân-ı Kerim'de 13 kere zikredilmiştir.
1. "Allah inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır."
2. “Allah mü’minlerin dostudur."
3-4. "Yoksa Allah'tan başka veliler mi edindiler? Veli yalnız Allah'tır.”
5. "O, övgüye lâyık velidir."
6. "Allah muttakilerin velisidir.
7. "Allah dost olarak yeter."
8. "Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır, Resulüdür ve iman edenlerdir."
9. "Sen bizim velimizsin, bizi bağışla ve merhamet et. Sen bağışlayanların en hayırlısısın."
10. "(Melekler de:) Sen yücesin, bizim dostumuz onlar değil, sensin, diyecekler."
11. "Rableri katında onlara esenlik yurdu (cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur."
12. "Ey gökleri yerleri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve beni sâlihler arasına kat!"
13. "Allah gerçek dosttur."
Evet; Allahu teâlâ sevdiği kullarının dostudur. Onlara yardım eder, sıkıntıları, darlıkları kaldırır, ferahlık verir, hidâyet eder, dünyâca, âhiretce iyi işlere muvaffak kılar, her çeşit karanlıklardan kurtarır, nurlara çıkarır, gönüllerini nurlandırır, bu sayede o gönüller, hayâtı bugünün dar çemberi içinde sıkışık görmezler, ezellere, ebedlere uzanır; ezellerin, ebedlerin hâkimi bulunan Allahu teâlâ'yı bilir, birliğini tanır, ancak O'na kul olmak şerefiyle, yerin ve göklerin esrarından nice hikmetlere erer. Allah dostlarının kulağı da nurludur, gözleri de, işittikleri, gördükleri her şeyden ibretler sezer, yüzleri de nurludur; onları görenler Allah'ı hatırlarlar.
Allah dostları, Allah'tan başka dost tanımadıkları ve Allah'ın rızâsına muhalefetten korkup korundukları ve Allah'tan başka hiç kimseden korkuları veya bekledikleri olmadığı ve Allah da kendilerine dost olduğu için, artık onlara ne korku vardır, ne de hüzün. Onun için herkesin korktuğu zaman onlar korkmazlar, herkesin tasalandığı zaman onlar tasalanmazlar. Allah'ın va'di böyledir. Allah'ın sözünü değiştirecek, hükümden düşürecek, meselâ, Allah'ın korkma, mahzun olma dediğini korkutup mahzun edebilecek hiçbir hâkim kuvvet bulunmıyacağı gibi, Allah teâlâ'nın kendisi de asla va'dinden dönmez, sözünü yerine getirir.
Allah'ın dostluğunu kazanmağa çalışmaktır. Allah'ın dostluğunu kazanan, başka dost aramağa muhtaç olmaz, Allah'ın dostluğunu kazanmak, Allah dostlarının sıfatlariyle sıfatlanmağa bağlıdır. Onların başlıca sıfatları:
Tam bir îmânla Allah'a gönül bağladıkları gibi, O'nun emirlerini, hükümlerini yerine getirirler; Allah'ın rızasına uymıyan hallerden dâima korunur ve şüpheli şeylerden sakınır dururlar.
Övülmüş, senaya layık olan, her bakımdan övülen, ancak kendisine hamd ü sena olunan, bütün varlığın diliyle biricik öğülen.
Hamd edilmeye layık Allah noksan sıfatlardan .münezzehtir.
Allah'ı, övgüye değer her türlü sena ile överiz. Bütün hamd ve övgü; övgü ve sena sahibinedir. O'ndan başka her türlü hamde layık kimse var mıdır? Bilakis bütün hamd O'nadır. O'ndan başka övgüye değer kimse yoktur. O her halükârda darlıkta da genişlikte de her türlü övgüye layıktır. Çünkü her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) hikmet sahibi ve övülendir. Mü'minler daha Kitab-ı Mübin'in başlangıcında O'na hamdü senada bulunurlar ve dünyada da ahirette de "bütün hamd alemlerin Rabbinedir" derler. Ve onların dualarının, niyazlarının sonu da alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd ile biter.
Cennet halkının sözleri ve halleri göz önüne alındığında Allah'a hamdin sonu yoktur.
Ey Allah'ım! Celâlin, kudretinin gereği ve hükümranlığının büyüklüğü nasılsa sana sonsuz bir hamd ile seni övmek istiyoruz. Çünkü diller seni övmekten acizdir.
El-Hamîd "Kur'ân'da 17 defa zikredilmiş olup şu ifadelerle gelmektedir: "El-Ganiyyu'l-Hamid" (Her şeyden müstağni övülmeye layık), "Ve huve'l-azizu'l-hamid" (Aziz ve övgüye değer), "Ve huve hamidun mecid" (O övülen ve şanı yüce olandır), "Ve huve hakimun hamid" (O hikmet sahibi övgüye layık olandır), "Ve huve veliyyul-hamid" (O veli ve övülmeye layıktır.)
Yüce Allah şöyle buyurur:
"Ey İnsanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O'dur."
İbnu'l-Kayyım, Allah Teâlâ'nın iki yönden hamîd olduğunu söyler:
Birincisi; bütün mahlukat O'nun hamdini söyler. Göklerin ve yerin ilk sakinlerinden son sakinlerine kadar hepsinin yaptığı her türlü övgü ve senaya, yine onların dünyada ve ahirette yaptıkları her türlü övgü ve senaya ve henüz yapmadıkları fakat zaman geçtikçe yapmaları mukadder olup ulvî ve suflî bütün varlık âlemini ve onun bir benzerini dolduracak sayısız övgü ve senaya Allah Teâlâ pek çok yönden layıktır: çünkü Allah onları yaratmış, rızıklandırmış, görünür ve görünmez, dinî ve dünyevî pek çok nimeti onlara vermiş, bela ve musibetlerden onları korumuştur. Kullar hangi nimete kavuşmuşsa hepsi Allah'tandır; hangi kötülükten kurtulmuşlarsa o da Allah'tandır. O halde her an ve her lahza kulların Allah'a hamdetmeleri, O'nu övmeleri ve O'na şükretmeleri gerekir.
İkincisi; Allah Teâlâ'ya, güzel isimlere, yüce ve mükemmel sıfatlara sahip olması sebebiyle hamdedilmesidir. Bütün kemal sıfatlar ve bu sıfatların en mükemmelleri ve en büyükleri O'na aittir. O'nun sıfatlarından herbiri en büyük hamde ve övgüye layıktır. Bütün mukaddes sıfatlarından dolayı kendisine nasıl hamdedileceğini düşünmek gerekir. Zatı sebebiyle O, hamde layıktır; sıfatları sebebiyle hamde layıktır ve fiilleri sebebiyle hamde layıktır. Çünkü O'nun fiilleri hep lütuf ve ihsan ile adalet ve hikmet arasında döner dolaşır. Bu da O'nun hamdin en büyüğüne layık olduğunu gösterir. O'nun yaratması, şeriatı, kaderle ve şeriatla ilgili hükümleri, dünya ve ahirette uyguladığı cezaî hükümleri, hepsi O'na hamdetmeyi gerektiren hususlardır. Allah'a yapılan hamdın ayrıntıları ve hamdi gerektiren sebepler tasavvur edilemeyecek ve yayılamayacak kadar geniş ve kapsamlıdır.
Hamd, ihsan sahibi büyüğü övmek., tazîm fikri ve teşekkür kasdiyle medh ü sena etmektir. Her mevcut hâl diliyle olsun, kâl diliyle olsun, Allahu teâlâ'yı tesbîh ve takdis etmektedir. Bütün hamd ü senalar O'na mahsustur. Hamd ü şükürle kendisine ta'zîm ve ibâdet olunacak veliy-yi ni'met ancak O'dur. O'nun karşısında kimse hamd ve ta'zîm edilmeye lâyık olamaz. Çünkü hamd ü senayı îcâbettiren bütün kemâlât ancak O'ndadır. Her ni'metin mevlâsı da ancak O'dur.
Farzedelim bir fen adamı, kudretinin dışında denecek kadar mükemmel bir makine îcat etmiş.. O makine kendi kendine işler, konuşur, yazar, muhabere eder, eşyanın resimlerini alır, sesleri zapteder ve daha birçok işler yapar. Mucidi, büyük bir kalabalık muvacehesinde bu makinenin son tecrübelerini de yapıp istediği gibi işlediği görülünce, umûmun alkışlarını kazandığı gibi, bizzat o makine bile, mükemmel surette kendinden beklenen neticeleri vermiş olmakla mucidini alkışlamış, takdir ve tahsîn etmiş sayılır. Bunun gibi - nankör insanlardan mâada - zerrelere varıncaya kadar bütün mevcudat, bildiği kadar O Sâni-i Hamîd'in kemâlâtını sayıp dökerek, her lâhza O'nu övüyor, mehdü sena ediyor, alkışlıyor ve hep bir ağızdan minnettarlığını i'lan ediyor.
Allahu teâlâ kuluna verdiği hayat, akıl, mantık, suret, sîret gibi vasıtasız ni'metlerden dolayı nasıl hamd ü senaya müstahik ise (hak kazanmışsa, değerse), vâsıta ile, meselâ, insan eliyle sevkettiği ni'metlerden dolayı da yine ancak O, hamd ü senaya müstahiktir. Çünkü insan eliyle gelen ni'meti ve getiren insanı yaratan, o ni'meti o insanın emir ve tasarrufu altına koyan ve onu mahalline vermek için gönlünde arzu uyandıran, vermeyi kolaylaştıran, verme yollarını açan, buna mâni' olacak engelleri kaldıran hep Allah'tır; başkası değil.
Yâni Allah'ın Hamîd olması, insanların kendisine hamd etmesine bağlı değildir. İnsanlar, ister hamd etsin ister etmesin, O had-di zâtında Mahmûd ve hamd ü senaya müstahiktir. Allahu teâlâ Hamîd olduğu içindir ki, mahz-i rahmeti, kerem ve inayeti ile, insanlara menfaatlarını kazanmak için bir takım vazifeler, mazarratlardan korunmak için de bir takım sakınmalar emretmiştir. Onun için mâlî olsun, bedenî olsun, yâhud fikre, ahlâka, içtimaiyata âit bulunsun, her saatin kendine mahsûs ve Allah'ın emriyle yapılması gereken bir vazifesi vardır. Yine Allah'ın lûtf ve ihsanı olarak, her vazîfenin kendine mahsus bir kazancı, rûhânî bir zevki ve feyzi vardır. Bu vazifeler sırf Allah rızâsı için yapılırsa, ona mahsûs olan feyz husule gelir, insan bilmediklerini öğrenir, her an terakki eder. Fakat vazife yapılmazsa feyz kesilir, terakki de durur. İşte bu vazifeleri teşrî buyurup da, o vâsıtalarla kullarına ni'metler ulaştıran da O'dur. Sonra küfür ve insanı küfre ileten bütün kötülüklerden son derece sakınılmasını emretmekle, âhirette, son büyük mahkemede, en ağır ve en büyük cezaya çarpılmaktan muhafaza buyuran da O'dur. Çünkü küfrün cezası müebbed cehennemlikdir. İnsanoğlunun yapabileceği en büyük cinayet de küfürdür. Bir adam küfürden daha büyük bir cinayet yapacağına söz verse, bu söz boş ve kıymetsiz bir lâkırdıdır. Çünkü küfürden daha büyük bir cinayet yapılamaz. Buna fîi'len imkân olmadığı gibi, fikren de imkân yoktur.
Bir cinayetin büyüklüğü, küçüklüğü, meydana getirdiği mazarratın genişliği ile ölçülür. Meselâ, bir adam eliyle, diliyle bir şahsı mutazarrır edebilir, bu bir suçtur; fakat öldürürse daha büyük bir suç irtikâb etmiş olur. Allah göstermesin, kundak koymuş, birçok evlerin yanmasına, bir çok ailelerin perişanlığına sebep olmuş... bu daha büyük. Bütün bir köye, bir memlekete, ülkeye, bütün bir millete zarar yapmış.. Bunların dereceleri hep biribirinden büyüktür. Yapılan suçun genişliği bâzan da dolayısiyle olur. Meselâ, bir mahallenin veya bir köyün gözbebeği bir zât olur. Bütün o mahalle veya köy halkı, yedi yaşından yetmiş yaşına kadar, o zât için parçalanırlar, ona ufak bir zarar gelse, derhal hepsi birden o zararı yapana düşman olur, buğzederler, intikam alırlar. Niçin? Çünkü o zât, o mahallenin hamişidir. Açları doyurur, çıplakları giydirir, yetimleri terbiye eder, işgüç sahiplerine sermâye verir, câhillerine nasihat, büyüklerine hürmet, küçüklerine şefkat muamelesi yapar. Bu sebepten bütün mahalleli, o zâta candan bağlıdır, o kadar ki, onun üzerine ufak bir toz konmasına bile tahammül edemezler...
İşte böyle bir zâta karşı gerek içlerinden, gerek dışarıdan biri bir terbiyesizlik yaparsa, hepsi birden ona düşman kesilirler. Evlerde, meclislerde, çarşı ve pazarlarda hep ona lanet ederler. Halbuki o kimse ahâliye bir fenalık yapmış değildir. Lâkin umum ahâlînin sevgisini kazanmış bir zâta hakaret etmesi dolayısiyle, bütün o halka fenalık etmiş sayılır. Bâzı ilim ve fen adamları vardır ki, onlar bir milletin değil, bütün beşeriyetin hürmetini kazanmıştır. Biri bu zâta karşı fena bir muamelede bulunursa, bütün dünyâyı incitmiş olur.
Peygamberlere karşı, terbiye ve edep dışı sözlere cesaret edenler, bütün ümmeti gücendirmiş olmaz mı ve bütün ümmet bir dâvâcı sıfatiyle onun yakasına yapışmaz mı? Bu ne büyük cinayettir. Bir bedbaht utanmadan Resûl-î Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine dil uzatırsa, milyarlarca ümmet-i Muhammed'e tecâvüz etmiş sayılmaz mı?
Mes'eleyi bu noktadan mülâhaza edince, birisi Allahu teâlâ'yı inkâr etmekle veya buyruklarını hâşâ tenkit etmekle veya her ne suretle olursa olsun ülûhiyet şânına lâyık olmıyacak bir fikir, bir söz söylemek veya bir iş yapmış olmakla, kendini karalarda gezen, denizlerde yüzen bütün arz sâkinlerinin, göklerdeki mahlûkâtın, arşın, fersin velhâsıl zerreden kürreye kadar bütün mahlûkâtın lâ'netine hedef etmiş olur. Hattâ kendi vücûdunun eczası ve hücreleri bile kendisine lâ'net eder. Çünkü terbiyesizlik ettiği zât, kendi de dâhil olduğu halde, bütün kâinatın Halikı, mürebbîsi, râzıkı, nigehbânı, hâmisi velhâsıl her şeyidir. Allahu teâlâ'nın mülkünden başka bir köşe, bir bucak olmadığından, bir kâfir, kâinatın hangi noktasında bulunsa, hep lâ'netle karşılanacak, hiçbir yerde bir tek güleryüz görmeyecek, bir tek tatlı söz işitmeyecek, her taraf onun için cehennem kesilecektir. Düşünmelidir ki, insan oğlu küfürden daha büyük cinayet yapmağa muktedir midir?
Her hâlinde, dâima, bilhassa küfür karanlıklarını açıp, göğüslerde îmân nuru uyandırdığından dolayı, Allahu teâlâ'ya hamd ü sena etmek, yâni şuurla "El hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn" demektir.
Her şeyi tek tek bütün ayrıntılarıyla bilen, Nâ-mütenâhî de olsa, bir bir her şeyin sayısını bilen.
"Her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak ilmiyle her şeyi bilen, her şeyi ayrıntılı ve toplu olarak kuşatandır. O her şeyin gizliliklerine vakıf olan ve her şeyi tek tek ve bütün ayrıntılarıyla bilendir.
"El-Muhsî", "eşyayı bütün ayrıntılarıyla bilip ihata eden, insanların dünyada yapıp unuttuğu bütün işleri bir bir sayarak ahirette hatırlatan demektir" denilmiştir.
El-Muhsî, sözlükte "ardun muhsatun" yani "çakılı bol yer" demektir ki iyilikler sayılamazlar. Çünkü bu sayılamayan bir durumdur. Yani bu güç yetirilip zaptedilemez.
Ancak Allah sayılması mümkün olmayan bir şeyi noksansız bilir. Çünkü nâmütenahilik ona aittir.
Yaratılan ne kadar çok olursa olsun bir sonu vardır. Allah ise sonsuz ilim ve kudrete sahiptir.
Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de isim kipiyle gelmemiş ancak Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili hadiste yer almıştır. Kur'an-ı Kerim'de ise şu şekilde işaret edilmiştir:
"Göklerde ve yerde olan herkes istisnasız, kul olarak Râhmân'a gelecektir."
"Biz, her şeyi apaçık bir kitapta (levh-i mahfuz’da) sayıp yazmışızdır."
"Biz ise her şeyi bir kitapta sayıp yazmışızdır."
Hakîkî nâ-mütenâhîlik Allahu teâlâ'ya mahsustur. Mahluk ne olursa olsun nâ-mütenâhî olamaz, fakat biz mübalâğa ma'nâsı ifâde etmek için bu kelimeyi mahlûk hakkında kullandığımız olur. Bu hakîkî değil mecazîdir. Meselâ, deniz suyunun damlaları ve bu damların zerreleri ne kadardır? Elbette bir sayısı vardır. Lâkin bunu bilmek bizim idrâkimizin çerçevesine sığmaz. Çünkü bizim o zerreleri saymağa kudretimiz yoktur. Bizim ölçümüze sığmayan bu sayıyı, muayyen bir rakamla ifâde edemediğimizden nâ-mütenâhîdir deyip geçiyoruz. Allahu teâlâ ise her şeyi olduğu gibi görür ve bilir, yâni bütün mevcudatın toptan bir yığın hâlinde, birbirinden seçilmez, karışık bir şekilde değil, cinslerini, nevilerini, sınıflarını, fertlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görür ve bilir. Allahu teâlâ, yerde ve göklerde her şeyin sayısını, nâmütenâhî de olsa, ihsâ ettiği gibi, müddet-i hayâtımızda ne kadar nefes alıp verdiğimizi de sayar, bilir. İyi, kötü bütün yaptıklarımızı, bir bir bilir ve her ne yapıyorsak bir bir defterimize, hesabımıza kaydeder. İcâbında bir bir ortaya kor ve söyler. Alîm, Habîr, Şehîd ism-i şeriflerinde olduğu gibi, bu isimde de, dostlarını teşvik, düşmanlarını tehdit vardır.
Mademki bütün istediklerimizi Allahu teâlâ bir bir görüyor ve biliyor, o halde yapacaklarımızı yaparken bunu düşünmek, hayr veya şer, eğri veya doğru, iyi veya kötü olup olmadığını hesâb etmektir. Hiçbir lâhza gaflet etmemek, her vakitte, her nefeste, her harekette, her sükûnda kendini gözetip uyanık bulunmak cidden büyüklüktür.
"El-Mübdî", "Cenab-ı Hakk'ın varlıkları ilkin yaratması, mahlukâtın tamamını yoktan maddesiz ve örneksiz olarak ilk defa varetmesi" demektir.
Sözlükte, "başlangıç bir iş, ilk iş ve acaip iş" demektir.
Allah Tealâ şöyle buyuruyor:
"(Onlar mı hayırlı) yoksa ilk baştan yaratan, sonra yaratmayı tekrar eden ve sizi hem gökten hem yerden rızıklandıran mı? Allah'tan başka bîr ilah mı var?"
"İlkin mahlukatını yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur ki, bu, O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.”
mahlûkâtı maddesîz ve örnekslz olarak ilk baştan yaratan.
Ezelde, yâni zaman ve mekân mefhumları yokken, Allahu teâlâ vardı. Kendisiyle beraber başka birsey yoktu. Kendi kendine bir menfaat veya bir mazarrat veya herhangi bir şey yapabilecek hiçbir mevcut olmadığı gibi, bâzıları tarafından bugün kendisinde bir te'sîr ve kudret bulunduğu sanılan tabiat da yoktu. Velhâsıl ortada hiçbir şeyin örneği ve vücûdunun malzemesi, nizam, varlığının vâsıtaları, sebepleri yokken yalnız Allah vardı.
Sonra Allahu teâlâ, varlığını ve kemâlini duyurmak, mahlûkâtını sonsuz rahmet ve lûtfuna doyurmak, hikmetiyle kâinatı yaratmak istedi ve istediği şekil ve nizam üzerine yarattı. Her şeyin ilk örneğini meydana çıkardı ve her şeyin yaşamasını ve kendi cinsinin çoğalıp üremesini bir takım sebeplere, vâsıtalara, nizamlara, kânunlara bağladı. Bütün bunlar, Allahu teâlâ'nın emr ü fermanına musahhar, mahlûku ve memlûküdür.
Arz küresi, yaratıldığından beri nice değişiklikler geçirmiştir. Orada en son insan yaratılmış olduğuna göre, dünyâda hiç insan yokken, onun ilk örneğini -büyük babasının maymun olduğunu iddia edenlerin hilâfına olarak-kupkuru topraktan meydana getirmiş ve sonra insan zürriyetinin devamını, erkek ve kadın nutfelerinin birleşmesine bağlamıştır. Yeryüzünde yaşayan, henüz cinslerinin sayısını bilemediğimiz hayvanâtın menşei de yine o topraklar!
Allah her şeyi, ne derin, ne ince, ne değişmez nizamlara bağlamış; her sene bahar mevsiminde o kapkara topraklardan, hadsiz hesapsız bir uzviyet âleminin fışkırıp çıktığını da görüp duyuyoruz. Güneşten yere akan hararet dalgalarıyle, denizlerden yükselen buharlar, yukarıda tekasüf ederek, kar veya yağmur hâlinde yine yeryüzüne yağıyor. Bu karların ve yağmurların yeryüzüne yağmasiyle, hayat verici nehirler, ırmaklar hâsıl oluyor. Ağaçlar, nebatlar gözlere fer, gönüllere ferahlık veren yemyeşil ovalar, sıra sıra ormanlar, renkleri, kokuları, şekilleri başka başka, sayıya gelmez çiçekler meydana geliyor, bu sayede her mahlûkun ilk örneğini veren o topraklar, öteden de onların binbir çeşit gıdalarını, binbir çeşit devalarını ve daha birçok menfaatlarıni, zînetlerini hazırlamak ve vermekle meşguldür.
Bütün bu işlerde, tabiatın veya herangi bir kuvvetin hakîkî dahl ve te’sîri var mıdır? Yaradılmışlar içinde hakîkaten te’sîr ve kudret sahibi herhangi bir şey bulunduğunu ve mesela güneşin bizzat her şeye hayat ve hareket verebileceğini zannetmek şirktir. Nitekim birçok insanlar, yıldızlara, aya, güneşe veya kendi arlarında yetişen kahramanlara, hakîkî kuvvet ve kudret sahibidir diye, bir Tanrı gibi tapınmışlardır. İnsanlık şeref ve gururunun doğrayan ne çirkin faciadır bu. Olan biten her şeyde ilk te’sîr ve kudret nasıl Allahu teâlâ’nın ise, yine öyledir ve dâimâ da öyle olacaktır. Sebeplerde, vasıtalarda hiçbir te'sir yoktur. Toprağın altından bir otu, bir mantarı dürten güneş değildir, belki güneş vâsıtasiyle Allah'tır. Fakat bu O’nun vâsıtaya ihtiyâcından değil, yaratılan şeyleri halden hâle, tavırdan tavıra, şekilden şekle geçirerek, tedbir ve terbiyesinin, azamet ve kudretinin, rahmet ve re’fetinin izlerini basiret sâhiplerine göstermek hikmetindendir. Tabiata tapanlar düşünmelidir ki, toprağın tabiatı ölülük ve durgunlukdur; o halde bu ölü toprakları harekete geçiren, faâliyete sevkeden ve onu üzerinde yaşayan mahlûklar için bitmez tükenmez bir kaynak haline getiren kimdir?
Her şeyden evvel kendi şahsını ve ilk yaradılışını düşünerek, kupkuru topraklardan böyle görür, işitir, düşünür, konuşur, nazik, zarif bir mahlûk meydana getiren ve aslında ölüden başka bir şey olmayan toprakta bunca tahavvülatı göstren ve onu bu derece tekâmüle erdiren ancak Allahu teâlâ’nın kudret ve rubûbiyeti olduğunu ve bunların hiç birinde, velevki zâhiren olsun, başkasının dahli bulunmadığını kat'i surette tasdik etmeli ve yaratılıp durmakta olan mahlûkattan hiçbirini, hiçbir veçhile Yaratan'a denk tutarak, alt tarafı Cehennem çukuruna inen şirk uçurumuna yuvarlanmaktan son derece sakınmalıdır.
Mahlukâtı yok ettikten sonra tekrar yaratan.
"Allah, ilkin mahlûkunu yaratır, sonra onu (ölümün ardından diriltip) alır. Nihayet hepiniz O'na döndürüleceksiniz."
El-Muid lügatta, "avd" kökünden ve ifâl babından "i'âde" mastarından gelir ki; "bîr şeyin tekrar edilmesi" manasındadır. Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatı olarak "mahlukâtı öldükten sonra yeniden dirilten sonra tekrar yaratan" demektir.
Mahlukâtı canlılıktan sonra ölüme iade eden, sonra onları ölümden sonra tekrar dirilten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah Tealâ:
"(Düşün o) günü ki, yazılı kağıtların tomarını dürer gibi göğü toplayıp düreriz. Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hale getiririz. (Bu), üzerimize aldığmız bir vaaddir. Biz (vaâdettiğimizi) yaparız." buyuruyor.
Her şey, mukadder olan ömrünü tamamlayıp öldükten sonra, Allah'tan başka kimse kalmaz; fakat varken yok olan bu insanlar hayatlarında neler yapmışlardır? Hangileri afif, nezih, temiz yaşamıştır? Hangileri buyruk tanımamış, bir çok cinayetler işlemiş, birçok ocak söndürmüştür? Dünyâ hâkimleri bunların binde birini olsun meydana çıkaramamıştır.
Allah Alîm'dir, Habîr'dir, bunların hepsini biliyor. Muksıt'tır, Adil'dir, hakkı yerine getirir. Müntekım'dır, zalimleri sevmez, onlardan öç alır. Kudretine, emr ü fermanına karşı gelecek yoktur. Şu halde eğer ölmekle iş bitmiş olursa, hak yerini bulmayacak, zâlimlerin bütün yaptıkları yanlarına kalacak demektir. Hikmet, akıl ve mantık, elbette ki bunu kabul etmez.
Zâlimleri, kâfirleri, canileri, müşrikleri hesaba çekmekten ve onların müstehik oldukları cezayı vermekten âciz değildir. Öyle ise, her şeyin ölüp bitmesiyle işler sona ermiş değildir. Bunun ilerisinde, iyilerle kötülerin birbirlerinden tamamen ayrılacağı, iyiliğin sevabı, kötülüğün ıkâbı verileceği umûmî bir hesap ve ceza gününün olacağı muhakkaktır ve bu günün olacağına Allah'ın Kur'ân'da tekrar tekrar va'di vardır. Allah asla va'dinden dönmez. Çünkü buna hiçbir sebep yoktur.
İşte o belli gün gelince Allah va'dini yerine getirecek, herkesin çürümüş bedenini suya, havaya, toprağa dağılmış olan eczâsını tekrar birleştirecek, parmak uçlarındaki hususiyetlere kadar en ince mahsûsâtını çevirip yeni baştan yaratacak ve her bedenin ruhunu kendisine iade edecektir.
Anlaşılıyor ki, mahlûkâtın ne ölümü ellerindedir, ne dirimi, ne de öldükten sonra berzahta kalımı. Bunların hepsinde de muhakkak bir acz içindedirler. Ne kendileri, ne de başkaları hakkında istedikleri gibi tasarruf edemezler. Bunları yapamıyan da mâbud olmaz. Öyle ise, bütün bu tasarruflara sâhib bulunan Allahu teâlâ'ya kulluğu bırakıp da böyle âcizlere tapmamalı; mahlûkun hatırı için Hâlik'a isyan etmemelidir.
Can veren, can bağışlayan, sağlık veren.
Allah (c.c), hayatı dilediğine bahşeder. Mü'minlerin kalbini nuruyla yeşerten Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Peygamberini hak üzere gönderen, insanları uyarması için kitabı indiren, kafirlere karşı vaadini gerçekleştiren Allah'a hamdolsun.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan, Yüce Allah gökten su indirendir. Her türlü canlıyı ise sudan yaratmıştır.
"Allah'ın rahmetinin eserlerine bir bak: Arzı, ölümün ardından nasıl diriltiyor! Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir.'
"Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir."
"Sabah çıktığınız zaman: "Ey Allah'ım! Senin sayende sabahladık, senin sayende akşamladık, senin diriltmenle dirilir, senin öldürmenle ölürüz, dönüş Sanadır, deyiniz." buyurdu.
Yüce Allah'ın bu ism-i şerifi Kur'ân-ı Kerim'de 49 yerde ihya şeklinde iki yerde de muhyi şeklinde geçmektedir.
Allahu teâlâ cansız maddelere can verir. Bir de bakarsın, dün ortada yokken, bugün canlı bir mahlûk, meselâ, bir nebat, bir hayvan, bir insan meydana geliverir. Hergün binlerce insan hayat bulur, dünyâya gelir. Binlerce insana ölüm gelir, çekilir gider. Bütün bunlar Allah'ın emr ü fermâniyle, yaratmasiyle ve müsaadesiyle olur. Allah, yoğu var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar canlandırabilir. Öldürüp diriltmenin çeşitleri vardır. Bunlar âdl sebeplerle vâki' olabildiği gibi harikulade suretlerde de olur.
İnsan kendi evvelini düşünmeli. Bir vakitler ölü idik. Hayâtımız yoktu, sonra ana rahminde Allah vücûdumuzu yarattı, hayat verdi, dünyaya çıkardı. Teneffüs ediyor, gıdalanıyor, büyüyor, boylu poslu, güçlü kuvvetli, arar, düşünür, bilir, bulur, işitir, söyler, kırar, koparır bir insan oluyor, döl, döş türetiyoruz. Bu hayat bizim malımız değil, sırf Allahu teâlâ'nın bahşettiği bir ni'mettir. Dünyâ bir imtihan yeridir. Orada herkes yaptığı işle kendi değerini göstermiş ve bunu fiilen imzalamış olur. Allah, vakti gelince öldürecek ve sonra, herkese yaptığının karşılığını vermek üzere tekrar diriltecektir.
Yokken verilen hayat ni'metlerine şükretmek, sonra hayâtı gidecek olan ölümü dâima gözönünde tutarak güzel işler yapmağa çalışmak, ölümle neticelenecek olan bu fâni hayâtın kıymetini ona göre ölçmek...
Öldüren, canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan
Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Allah Tealâ ölümü ve hayatı yarattı, diriden ölü çıkardı. Yeryüzünü ölümden sonra diriltti.
Yüce Allah arif kullarını kendisine itaat ve emirlerine boyun eğmekle diriltti. Günahkârları ise muhalefetle ve günahlarla öldürdü. Sübhan Tealâ ölümü yarattı ve dirilerden dilediklerine dilediği zaman, dilediği şekilde tevcih etti. Allah (c.c.) kalpleri kendisini zikirle yeşertti. Yüce Allah'ı, zikirden gafil olan kalp ve ruhtan her şeyi işiten ve bilen Allah'a sığınırız. Bu yönüyle diriler de, ölüler de reşit değildir. Allah'ı zikreden kalp daima diri ve üstündür. Allah'ı zikirden gafil olan kalp ise ölü durumdadır.
Peygamber (s.a.v.) yatağa girdiği zaman; "Allah'ım isminle dirilir ve isminle ölürüm" derdi. Sabahladığı zaman: "Bizi öldürdükten sonra dirilten Allah'a hamd olsun, dönüş O'nadır" derdi.
Canlı mahlûklar için ölüm mukadderdir ve her an gelivermesi mümkün bir hâdisedir. Allahu teâlâ her kulu için dünyaya geliş ve gidiş zamanı ta'yin etmiştir. Herkes zamanı gelince gelir, ikâmet müddeti bitince gider, insan, cesetle ruhtan mürekkep olarak yaratılmıştır. Ceset aşikâr, ruh gizli, ceset fâni, ruh bakî. Şu halde bunlardan herbirine mahsus olmak üzere iki türlü hayâtın vücûdu tabiîdir: fânî hayat, bakî hayat.
Fânî hayat doğmakla başlar, ölmekle biter. Lâkin bakî hayat böyle değildir, işte şimdi bizim yaşayışımız, rûh ile cesedin birleşmesinden hâsıl olan fânî hayattır. Ruhun, cesetten ayrılmasıyle bu hayat biter, fakat ruh yine bakîdir, idrâki vardır. Ruh ölmez, belki felç illeti gibi bedeni duygudan ve hareketten bırakır. Bir tarafı felce uğrayan, ne hâle girdiğini anladığı gibi, ölü de vaziyetini bilir. Ölüm tam bir felçtir. Kalbi ve bütün bedeni kaplar. Artık ruhun bedeni ile alâkası kesilmiş, duygu ve hareket bütün bütün durmuştur.
Bir temsil: Yaşarken ruh cesede hâkim bulunuyor ve ceset tamâmiyle ruhun emrinde ve onun arzularına göre hareket ediyordu; şu halde ölen bir adamın ruhu, maiyetindeki adamları dağılmış bir âmir vaziyetindedir. Artık onlara emirler vermeye ve bu emirleri infaza muktedir değildir. Yahut sermâyesi tükenmiş, ticarethanesi ve ticaret tesîsâtı tamamen yok olmuş bir tacir gibidir. Artık birşeyler kazanamaz, o âna kadar iyi kötü ne kazanmışsa onunla kalır. Ölümden sonra ruh berzaha intikal etmiştir, orada kazancına göre ya acılar ve ıztıraplar içinde, yahut sürür ve neş'e içinde haşrı bekler.
Ölüm Allah'ın emridir; ondan korkmak değil, ona göre hazırlanmak îcâbeder. Hayat, ancak şu içinde bulunduğumuz hayattır, bunun ilerisi yalandır diyenler de, bugünün bir yârını ve bu dünyânın bir âhireti vardır diyenler de, nasıl olsa bu hayattan çıkıp gitmektedirler. Ancak dünyânın boş ve aldatıcı lezzetlerini gaye edinip, yalnız onlar için çalışanların dünyaları bitmekle saadetleri de bitmiş olur. Çünkü ilerisi bakî hayattır. Bunların ise bu hayâta âit ne ümitleri var, ne emelleri. Fakat fânî hayatlarından faydalanarak îmân ve irfan kazanan ve Allah için çalışıp güzel amellerle Hak'ka kavuşanlar da, ebedî saadet ve bahtiyarlık bulmuşlardır. Çünkü Allah dünyadan, âhiretten herkese arzu ettiği kadarını verir. Çalışanların emeklerini boşa çıkarmaz.
Ebedi hayatla diri, diri, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten.
"Ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan."
"Hay" varlığı zorunlu olan Cenab-ı Hakk'ın diri olması demektir. Yüce Allah'ın varlığı ezelden ebede bakidir. Varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Ezel, varlığının geçmişte de devamlı bulunmasıdır. Ebed, varlığının gelecekte devam etmesi, sonu olmaması" demektir.
Allah Tealâ'nın ve sıfatlarının ezeli olması "zaman söz konusu olmaksızın devamlı olarak var olması" demektir. O, varlığının başlangıcı olmayan (kadim) Allah'ın isimlerindendir. O, kendisinden başka hiçbir varlığın mevcut olmaması, demektir. Yüce Allah varlığının başlangıcı olmaması yönüyle ezelidir. Diri olan Cenab-ı Hakk asla ölmez. Zira her şey yok olacak, O'nun zatı baki kalacaktır.
Ya Hay! Kalplerimizi mağfiretinin nuruyla, ahiretten önce dünyada sevginle yeşert!
Peygamber (s.a.v.), "Allah'ın en büyük ve yüce ismi Kur'ân'ın üç sûresi; Bakara, Âl-i İmrân ve Tâhâ sûrelerinde geçmektedir" buyurmaktadır.
Bu üç ayeti beraberce düşünelim:
1. "Allah, O'ndan başka ilah yoktur. O, Hayy'dir, Kayyûmdur."
2. "Elif, Lâm, Mim. Hayy ve Kayyûm olan Allah'tan başka ilah yoktur."
3. "Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hakim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür."
"Hayy" lügatta diri, canlı manasına gelir. Allah'ın sıfatlarından olup devamlı var olan, kesintiye uğramayan, varlığı ezeli ve ebedi olan demektir. "Kayyum" ise, bütün mahlukâtın idaresini bizzat yürüten, hepsini hesaba çeken demektir.
Enes b. Malik (r.a.) diyor ki:
"Resulullah (s.a.v.)'le beraber bir halkada oturuyordum. Bir adam da ayakta namaz kılıyordu. Rükû, secde yapıp teşehhüde oturdu ve dua ettiğinde duasında:
"Allah'ım! Senden niyazda bulunuyoruz. Bütün hamd Sanadır. Senden başka ilah yoktur. Sen nimeti bol bol veren yerin ve göğün yaratıcısısın. Ey Celal ve ikram sahibi Allah'ım! Ey diri, bütün mahlukâtın işlerini idare eden... Ancak sana tazarruda bulunuyoruz" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz:
"Andolsun ki Alah'ın en büyük ismi ile dua etti. Öyle ki Allah'a bununla dua edildiğinde o kimseye icabet eder. Bununla kendisinden bir şey istendiğinde atiyye ve ihsanda bulunur."
El-Hayy ismi şerifi Kitab-ı Mûbin'de 5 kere geçmektedir. Üçü daha önce geçmişti. Diğer ikisi ise şunlardır:
4. "Ölümsüz ve daimi diri olan Allah'a güvenip dayan. O'nu hamd ile tesbih et."
5. "O daima diridir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. O halde dinde ihlâslı ve samimi kişiler olarak O'na dua edin. Her türlü övgü âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur."
Şu ayet-i kerimeleri de burada zikredebiliriz.
"Yeryüzünde bulunan her canlı yok olacak. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak.”
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Hayy, hayatının zevali yoktur. İnsan ve cinler ölümlüdür. Ancak Allah ölümsüz bakidir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah, O'ndan başka tanrı yoktur; O, hayydir, kayyûmdur."
"Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hâkim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur "
el-Hayy ve el-Kayyûm Allah'ın iki ismidir, ikisinin bir arada zikredilmesi aralarında son derece ilgi olduğu içindir. Nitekim Cenab-ı Hak Kur'an'ın pek çok yerinde bu iki ismi birlikte zikretmiştir. Bu ilgi her ikisinin de kemal sıfatların tamamını ihtiva etmiş olmasıdır. "el-Hayy" tam olarak diri demektir. Bu isim, ilim, izzet, kudret, azamet, kibriya/büyüklük ve diğer mukaddes sıfatlar gibi Allah'a ait zatî sıfatları ihtiva eder.
el-Kayyûm ise kayyumluğu tam ve mükemmel olandır. el-Kayyûm'un iki anlamı vardır:
1- Varlığı kendi kendini kâim olan, var olmak için bir başkasına muhtaç olmayan, muazzam sıfatları olup bütün mahlûkatından müstağni olan (soyutlanan) dır.
2- Gökle ve yer ve bu ikisi arasındaki bütün yaratıklar O'nunla kâimdir. Varlıkları O'nun varlığına bağlıdır. Onları O yaratmış, yardım etmiş, varlıklarını devam ettirebilmeleri, iyilikleri ve ayakta kalabilmeleri için her şeyi onlara hazırlamıştır. Allah hiçbir şekilde onlara muhtaç değildir. Mahlukat ise her bakımdan O'na muhtaçtırlar. el-Hayy ve el-Kayyûm her türlü kemal sıfata sahip olandır. O, dilediğini mutlaka yapandır.
Hay, diri demektir. Bunun zıddına meyyit denir ki, ölü dernektir, Mahlûkat içinde hayat sahibi olanların ötekilerinden, yâni taş ve toprak gibi hayâtı bulunmayanlardan daha kıymetli olduğunu görüyoruz. Çünkü hayat sahibi olan her mahlûk, bir bilgi ve faaliyet kaynağıdır. Bilgi ve faaliyet hayâtın izleridir. Fakat bu izler her hayat sahibinde müsavi değildir ve her hayâtın kıymeti bu izlerle ölçülür.
Allahu teâlâ hayat sahiplerine yaradılışlarındaki hikmete göre bir hayat vermiştir. Meselâ, otlar ve ağaçlar hayat sahibidir. Çünkü onlar da doğar, yer, içer, büyür, ürer ve nihayet ölür. Hallerine göre bilgileri de vardır. Bir âlete, bir vâsıtaya muhtaç olmadan kendilerine yarayanı, yaramayanı ayırdederler. Faaliyetleri vardır. Havada, suda, toprağın derinliklerinde, büyümesine, üremesine yarayan maddeleri arar bulur, kendilerine çeker, hazmeder. Bizim için türlü meyvalar, gıdalar, devalar ve daha binler çeşit faydalı şeyler hazırlarlar. Böyle olmakla beraber, kendi hayatlarından daha yüksek, daha kudretli bir hayat bulunduğundan haberleri yoktur. Halbuki hayvânattaki hayat daha üstündür. Çünkü hayvanlarda fazla olarak duygu da vardır, görür, işitir, hareket serbestliği vardır. Nebatat gibi olduğu yerde saplanıp kalmaz ve istediği yere gidebilir, yatar, kalkar... Otlar ve ağaçlardaki hayat bunlara bakarak eksik, zayıf ve sönüktür. Onun için hayvanât nebatata hâkimdir. Çiğner, koparır, yer... Ancak hayvanların üstünde daha üstün bir hayat var ki, Allahu. teâlâ Hazretleri bu şerefi de insanlara ihsan buyurmuştur, insanlardaki hayat bunlardan daha üstündür. Çünkü bunlarda saydığımız bütün vasıflar insanlarda da var. Fazla olarak insanlarda bir takım kuvvetler daha var ki, bunların hiç biri ötekilerinde yok. Meselâ, insan bir hayvan gibi sâdece görüp işitmekle kalmaz; aynı zamanda bunları düşünür, inceler, mukayese yapar, muhakeme eder, neticeler alır. Kaynayan suyun, kapağını fırlatmasından buhar kuvvetini keşfeder. Her işin önündeyken sonunu görür, ona göre vaziyet alır. İşte insanlardaki hayat, akıl ve hayâle sığmayacak kadar büyük hâdiseleri bilmeye ve onları başarıp meydana getirmeye elverişli bir kaynaktır. Bir hayat nerde, ötekilerindeki hayat nerede?.. Onun için insanlar yer yüzünün efendisidir. Demek ki, nebatatta görülen hayat, basit ve iptidaî bir hayattır. Hayvanattaki hayat daha üstün, insanlardaki hepsinden üstündür. Bu üstünlüğü te'min eden şey ise, hayat vasıflarının kuvvet ve kıymetidir.
Hayâtın iptidâi vasıfları, yemek, içmek, doğurup üretmektir. Hayâtın yüksek ve kıymetli vasıfları iptidaî vasıflarla beraber bilmek ve yapmaktır. Bu sebeptendir ki, hayatta insanlar bile müsavi olmayıp, bilgisi ve kudreti nisbetinde birbirinden üstündür. Şahıslar olsun, milletler olsun, en ileride bulunanlar, bilgisi ve kudreti en çok, en geniş olanlardır. Şu halde bir şey bilmiyen, bir şey yapamayan insanlar yaşıyor -değil, sürünüyor demektir
Allahu teâlâ'ya mahsustur. Allah'ın hayâtı, ilim ve irâdeye mebde olan ezelî bir sıfattır. Kayıtsız şartsız her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten, ekmel bir hayâttır. Onun için her şeyi görür, işitir, bilir, istediği gibi yapar. Yoksa şuursuz, kör, sağır bir kuvvet değildir. Dinsizler O'na öyle iftira ediyorlar. Böyle ise bu herifler, kendilerindeki şuurlu ve iradeli hayâtı nereden ve hangi membadan almışlardır? Bir eser, müessirinden daha üstün olabilir mi? Yaratılmış olan bir şeyde, kâmil bir hayat görüp dururken, onu yaratanda noksan, bilgisiz bir hayat kabul etmek bir hezeyandan başka birşey değildir. Allahu teâlâ ölmez, dâima hâzır ve nazırdır. Yaşayan mahlûkâtının hayâtını veren de O'dur. O olmasaydı hayattan zerre kadar eser görülmezdi. Hem O'nu ne gaflet basar, ne uyku. O dâima fenadan, zevalden, hatâdan münezzehtir. Her an Alîm, her an Habîr, her an Kaadir'dir.
Her işini O'na ısmarlamak ve her hususta ancak O'na dayanıp güvenmektir.
Her şeyin varlığı kendisine bağlı olup kainatı idare eden, gökleri, yeri ve her şeyi tutan.
"Allah'tan başka ilah yoktur. O, Hayy'dir, Kayyum'dur."
Noksan sıfatlardan beri olan Hak Tealâ, kendi kendine kaim, bir başkasıyla var olmaktan münezzehtir. Resulullah (s.a.v): "Allah kendisiyle bir şey yokken de vardı" buyurmuştur.
Kayyum, zeval bulmayan. baki, daim demektir, denilmiştir. Çoğunlukla "Hayy" ismi te'kid etmek için bitişik vaziyette gelir.
Kayyum, "mahlûkatının yönetimini uygun biçimde yürüten daim" demektir ki, O, yarattıklarının işlerini yürütür ve yeryüzünün ve gökyüzünün işlerini tedbir eder ve yönetir. Her şey onunla kaimdir. Her şeyin varlığı O'nun varlığına bağlıdır.
"Allah yıkılmamaları için gökleri ve yeri tutmaktadır. Andolsun gökler ve yer yıkılsa onları, kendinden başka hiç kimse tutamaz."
"Göğün ve yerin O'nun buyruğu ile durması da O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra sizi topraktan bir çağırdı mı hemen (kabirlerimizden) çıkıverirsiniz."
El-Kaim kullarının yaptıklarını gözetleyici demektir.
"Her nefsin yaptığı işin başında duran, (hiçbir şeyden haberi olmayanla bir olur) mu?"
Allah Tealâ adaletiyle işleri düzenleyendir. Allah (c.c.) adaletiyle kaimdir.
"Allah kendisinden başka ilah olmadığına şahiddir. Melekler ve ilim ve ilim sahipleri de adaletle şahittir ki ondan başka ilah yoktur. (O) Aziz'dir, Hakim’dir."
Kur'ân'ı incelediğimizde bu ismin "Kayyum, kaim, kıyam, kıvam mukim" şeklinde geldiği ve aynı manayı ifade ettiği görülür.
El-Kaim manasında, Rakîb (gözetleyen), müfessirler tarafından "kaimun bil-kıst" (adaleti gerçekleştiren) demek anlamında tefsir edildiğini görmüştük. Mü'minlerin kalbini huşua erdiren onların tüylerini tir tir titreten bu sıfatlar aşağıda şöyle ifade edilmiştir.
"Bütün yüzler (insanlar), diri ve her şeye hakim olan Allah için eğilip boyun bükmüştür. Zulüm yüklenen ise, gerçekten perişan olmuştur."
Ya Hayy, ya Kayyum rahmetinle sana sığınıyoruz. Ey Allah'ım! Bütün işlerimi düzelt. Göz açıp kapayıncaya veya daha az bir zaman için bile olsa bizi nefsimizle baş başa bırakma.
El-Kayyum'un bir manası da uyku tutmayan demektir.
Yerin ve göğün Kayyım'ı şeklinde Peygamberimizin duasında iki rivayet vardır.
Sahih-i Buhari'de geçtiği üzere:
Resulullah (s.a.v.) gece namaza kalktığı zaman "Ey Allah'ım bütün hamd sanadır. Sen yerin ve göğün sahibisin. Her türlü övgü sanadır. Sen yerin, göğün ve kainatı yöneten en yüce varlıksın..."
"El-Hayyu'l-Kayyum" şeklinde ise Kur'ân-ı Kerim'de üç yerde zikredilmiştir. Yüce Allah'tan kalplerimizi doğru olan dini üzere sabit kılmasını niyaz ediyoruz.
Kayyûm, kâim'in mübalâğasıdır. Kayyâm gibi. Her şey üzerine kâim demektir. Bunun ma'nâsı, herşeyin kıyamı, yâni bir varlık sahibi olarak durabilmesi neye mütevakkıf ise, onu veren demektir. Allahu teâlâ, her şeye, mukadder olan vaktine kadar durmak için sebeplerini ihsan etmiştir. Onun için her şey Hak ile kâimdir, insan kendi ruhunun, kendi bedenini nasıl tuttuğunu ve idare ettiğini güzelce düşünürse, bu yüksek hakikati birazcık sezebilir. Görülüyor ki, insan yaşayıp dururken ölüyor ve o zaman beden yine eskisi gibi görünse de âtıldır; görmez, işitmez, suyu çekilmiş değirmen gibi olur ve bir zaman sonra da dağılır. Çünkü onu tutan, idare eden ruh idi. Ruhun alâkası kesilince beden bu hâle geldi.
İnsanın ruhunda ve ruhun cesetle olan alâkasında çok esrar vardır. Bu esrara nüfuz etmeye çalışmak, birçok hakikatların bilinmesine, bir çok müşküllerin çözülmesine sebep olur. Meselâ, ruh cesedin bütün zerrelerine, hücrelerine, en ince elyafına kadar hayat ve intizam serpiyor; bu sayededir ki, vücuddan çekici bir güzellik, zindelik ve sıhhat fışkırıyor. Ceset her an ruhun bu feyz ve inayetine muhtaçtır. Bu kesilirse çirkin ve müstekreh bir hâle gelir. Bunun gibi kâinatın her zerresi her lâhza Allah'ın inayetine muhtaçtır. İnayet, bir şeyin ıslah ve ibkâsına itinâ ve ihtimam göstermek ma'nasınadır ki, Allahu teâlâ'dan her zerrenin kıyamı için îcâb-ı hâle göre her lâhza değişen husûsî irâdedir. Bu irâde iledir ki, her zerre muhtâc olduğu şeyin sebeplerini elde etmiş olur. Allah'ın bu inayeti bir lâhza kesilmiş olsa, hiçbir şey ayakta kalamaz, her şey kökleri kesilmiş ağaçlar gibi devrilir gider.
Gafil insan! Allahu teâlâ'nın senden başka nice nice kulları var. Öyleyken O seni görüp gözetme işini, sanki senden başka kulu yokmuş gibi, husûsî bir ehemmiyetle yerine getirmektedir. Senin ise O'ndan başka tutanın ve gözetenin yokken, seni bırakıverdiği surette, gûyâ elinden tutacak, hayâtını kurtaracak başka hamilerin varmış gibi, O'nun kulluğunda tembellik edip gevşeklik gösteriyorsun. Allah'ın rahmeti, inayeti ne büyük... Senin gafletin ne derin!
Bilmek lâzımdır ki, Hayy ü Kayyûm "ancak Allahu teâlâ'dır. Her şeyi yaratan, tutan, besliyen, bununla beraber kendinden hiçbir şey eksilmeyen ve dâima Hayy ü Kayyûm olarak kalan O'dur. Onun için şahadet ederiz ki, O'ndan başka mâ'bud yoktur.
Dilediğini dilediği zaman bulabilen hiç bîr şeye muhtaç olmayan, istediğini, istediği vakit bulan.
"Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır."
Allah'tan başka hiç kimse birşeyi yokluktan varlığa çıkaramaz. Allah her şeyden müstağni, her şey anında O'nun yanındadır.
El-Vacid, hiçbir şey kendisinden kaybolmayan ve zayi olmayan demektir. El-Vacid, vicdandan alınmış olup "hlm" manasına gelmektedir. Bunun için bu kökten fiil "falancayı anlayışlı buldum. Yani onun böyle olduğunu bildim" anlamına gelir. "El-Vacid"in bir manası da, her şeyi bilen manasında el-alim demektir.
El-Vacid, Allah'ın her şeyi dilediği şekilde bulması ve hiçbir şeyin kendisinden azade olmaması demektir. Hiçbir şey O'nu dilediğini ortaya çıkarmaktan aciz bırakamaz.
Allahu teâlâ her şeyi, bilhassa hükmünü infaz edeceği kimseleri, istediği vakitte hemen bulur. Herhangi bir şeyi ele geçirmek için zaman kollamağa, tedbir almağa, tuzak kurmağa ihtiyâcı yoktur, istediği şey, istediği zaman hemen o lâhza huzûrundadır. Hiçbir şey O'na karşı kendini gizleyemez ve O'nun elinin ermiyeceği, gücünün yetmiyeceği bin noktaya kaçıp kurtulamaz, her şey dâima Hak'kın huzûrundadır.
Kendini Allah'a uzak zannetmemek'. Dâima: "Yâ Rabbî huzurundayım; hâlim sana ma'lûm" demeli, insanoğlu derde düşer, derman arar. Bazen de kendi gibi bir mahlûka, meselâ bir hükümdar veya bir vekile hâlini arzetmek mevkiine düşer. İşte o zaman, derdini söylemek istediği o zâtın bulunduğu yere kadar gitmek mecburiyetindedir. Bununla beraber vakit ve zamanını da kollamak lâzım. Çünkü gece ile gündüzün herhangi bir saatinde mülakat mümkün olmaz; sonra hüviyetine ait incelemeler... ağır ve üzücü sorgular ve bir takım merasim...
İnsan bir hükümdar sarayına girmek ve bir defacık olsun, hükümdar huzuruna çıkmak için bu kadar fedakârlıklara katlanır da, hükümdarlar hükümdarı Allahu teâlâ onu günde beş defa huzuruna da'vet ettiği halde ihmâl eder. Eğer bu ihmal, gafletten değil de inkârdan ileri geliyorsa, yâni kendisini şuursuz bir tabiatın, gelişi güzel ortaya fırlatıverdiği bir serseri sanıyorsa, işin fecaati daha büyüktür. Çünkü kendisinin böyle muazzam bir hükümdarın teb'asından olduğunu öğrenmemesi bir ruh için ne acı bir mahrumiyettir! Öyle ya, bir insan kalb ve ruhu ile öyle bir zâta inanmış ve bağlanmış ki, O'na dayanan yıkılmaz, güvenen aldanmaz, her hususta kâfi, vâfî, afv ve ihsanı sever, kerem ve semâhati bol, kendine kendinden daha yakın, kalbinin en ince sırlarına vâkıf. Öyleki, gece ve gündüz, hangi saatte ve nerede olursa olsun bir hacet için müracaat lâzım gelince, yerini aramağa, zamanını kollamağa, vâsıtalar kullanmağa lüzum yoktur. Samimî bir kalb ile bir kerre "Ya Allah" dedimi, o anda kendini sonsuz kudret ve merhamet sahibi O zât-ı Eceli ü A'lâ'nın huzurunda bulur. Böyle bir zâta intisab gibi yüksek bir şerefi atıp da, O'nun yerine kör, sağır, merhametsiz bir kuvvete bağlanmak, cidden ağlanacak bir şaşkınlıktır.
Şanlı, şerefli, kadr ü şânı büyük, kerem ve semahatı bol.
"Ey Allah'ım! Dilediğini yapan şan ve şeref sahibisin, kıyamet gününde senden emniyet istiyoruz."
"El-Macid", lügatta "kerem, şan, şeref ve ululuk anlamına gelir "Mecd" kökünden gelmekte olan bu kelime şanlı, şerefli, keremi bol, şanı yüce" demektir. Bu kelimenin Alim şeklinde kullanıldığı gibi Macîd manasında da kullanılması mümkündür.
Ebu Zerr (r.a)'den rivayet edilen bir kudsi hadiste, Nebi (s.a.v.) Rabbinden şunları anlattı:
"Ey kullarım benim afiyet üzere bıraktıklarım müstesna hepiniz günahkârsınız. Bağışlanma dileyin ki sizi kudretimle bağışlayayım. Kim bağışlamaya kadir olduğumu biliyorsa bana istiğfarda bulunsun ki ben de onu bağışlayayım. Benim hidayete erdirdiklerim müstesna hepiniz helak oldunuz. Benden hidayet isteyin ki sizi hidayete erdireyim. Benim zenginleştirdiklerim müstesna hepiniz fakirlersiniz. Benden rızık isteyin ki sizi rızıklandırayım. Ey Kullarım şayet sizin ilkleriniz, sonrakileriniz, tazeleriniz, canlılıklarını kaybetmişleriniz, dirileriniz, ölüleriniz kullarımdan takva sahibi bir kulun kalbi üzere toplanmış olsalar, bu benim bir sineğin kanadı kadar mülkümde ziyade yapmaz. Yine bunlar kullarımdan bir asi, günahkâr, şaki kulun kalbinde içtima etseler bunlar da mülkümden, bir sineğin kanadı kadar bir şey eksiltmez. Şayet sizin ilkleriniz, sonrakileriniz, canlınız, cansızınız, dirileriniz, ölüleriniz toplansalar onlardan her biri bir istekte bulunsa onların bu istekleri tarafımdan bir şey eksiltmez. Şu misalde olduğu gibi: Şayet sizden biri denizin kenarına gitse sonra ona bir iğne daldırsa sonra da çıkarsa (bu denizden bir şey eksiltmez.) Bu da benim cömertliğim gibi (Macid oluşum gibi),lütufta bulunmak istediğime bir söz yeterlidir. Bir şeyi murad ettiğim zaman ona hemen "ol" deyiveririm, o da olur."
Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir. Fakat el-Mecid şeklinde mezkurdur.
Allahu teâlâ'nın kendisiyle aşinalığı olan kullarına kerem ve semâhati ifâdeye sığmaz, ölçüye gelmez. Meselâ, onları temiz ahlâk sahibi olmağa, iyi işler yapmağa muvaffak kılar da, sonra da yaptıkları o güzel işleri, hâiz oldukları seçkin vasıfları anarak, onları över, sitayişlerinde bulunur. Kusurlarını affeder, kötülüklerini mahveder. Fakat bunları anarak onları utandırmaz. Mazeretlerini kabul eder, haklarını himaye ve müdâfaa lütfunda bulunur. Sıkışık zamanlarında bilinmeyen, akıl ve hayâle gelmiyen yollardan yardım eder, salâh ve saadetlerinin sebeplerini hazırlar, her türlü müşküllerini hal ve tesviye eder. Nihayet onlara karşı olan va'dlerini yerine getirir, ebedî saadetlere kavuşturur.
Allahu teâlâ'nın bu lütuf ve keremini daima hatırlayarak O'nu candan sevmek ve bütün emirlerini baş tacı yapmaktır. Hattâ Allah'tan korkmak bile, O'nu sevmesinin kuvvetinden ileri gelmiş olması lâzımdır.
Bölünüp parçalara ayrılmaması ve benzerinin bulunmaması anlamında tek, tek... Zâtında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla şeriki-ortağı- veya nazîri-benzeri- dengi bulunmayan.
"O, kendisinden başka ilah olmayan tek ilahtır.
Sübhanul-Vahid, bölünememesi yönüyle zatında birdir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, benzeri olmaması yönüyle ezeli sıfatlarda birdir.
Sübhan Tealâ, fiillerinde ortağının bulunmaması yönüyle fiillerinde birdir.
Allah hiçbir şeyin sıfatlarında kendisine benzememesi yönüyle birdir. Hiçbir şey ona benzemez.
Allah, fiillerinde ortağının bulunmaması yönüyle birdir.
Kim onun el-Vahid (bir olduğunu) anlar, kavrarsa, kalbi onun için ferdleşir. O'nun için şöyle dua
"Ey Allah'ım! Senden kalbimi sevginle doldurmanı istiyorum. Öyle ki artık senden başka benim için bir meşguliyet bir arzu olmasın!"
Peygamberimiz (s.a.v.)'in "Allah tektir, teki sever" sözü kalp sadece Allah'ı ister manasında tefsir edijmiştir.
Bir hadiste, Peygamber (s.a.v.) bir adamı:
"Allah'ım! Ben sana "Vahid" hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, doğmayan, doğurmayan hiçbir dengi olmayan bir olarak niyazda bulunuyorum" derken işitti ve “Andolsun ki (bu adam) dua edildiği zaman mutlaka Allah'ın icabet ettiği büyük bir isimle Allah'tan niyazda bulundu, bu isimle niyazda bulunduğu zaman mutlaka Allah lütufta bulunur" buyurdu.
El-Vahid Kur'an-ı Kerim'de 21 defa zikredilmiştir.
Allahu teâlâ zâtında birdir; O'nun yarattığı ve ayakta tuttuğu bir mahlûk, hiç O'na denk olabilir mi? Sıfatlarında birdir; hiçbir sıfatının benzeri başkasında yoktur. Mahlûkatta, bilhassa insanlarda O'nun sıfatlarının benzeri değil, izleri ve nişaneleri vardır ki, onlardan Allah'ın yüce sıfatları sezilir ve îmân edilir, işlerinde birdir, her şeyi yaratmakta tedbir ve idarede hiçbir yardımcıya ihtiyâcı yoktur. Maddî, ma'nevî sebepler, kendiliklerinden hiçbir şeyde müessir olamazlar. İsimlerinde birdir. Esmâü'l-Hüsnâ'sından hiçbir isminde hakîkî ma'nâsiyle benzeri yoktur. Hükümlerinde birdir, hâkimiyet münhasıran O'nun şanıdır. Sevabı, ıkâbi, helâli, haramı tâyin etmek ancak O'na mahsustur. Şu haramdır, şu helâldir demiye, Allah'tan başka kimsenin selâhiyeti yoktur. Bu sayılan hususlarda Allah'a bir denk bulunabileceğini kabul etmek şirktir. Şirk yaradılmışlar içinde herhangi birini, bu hususların herhangi birinde Allah'a benzetmek veya Allah'a ortak tutmaktır. Bunun neticesi o mahlûkun da Mâbutluğunu kabul edip ona tapmaktır.
Allahu teâlâ Vâhid sıfatiyle muttasıf bir ilâhtır. İlahlıkta tektir. Ondan başka, hak olarak hiçbir ilâh yoktur. Amma insanların kendi kendilerine uydurdukları, yâni ilâhlık payesi verdikleri yalan ve bâtıl ilâh çoktur. Onun için biz "Lâ ilahe illâ'llah = Allah'tan başka ilâh yok" dediğimiz zaman, dünyâ yüzünde bir takım putların birçok kimseler tarafından mabut ittihaz edildiğini inkâr etmiş olmuyoruz, belki bunların hak olmadıklarını bütün dünyâya ilân ve ancak hak mabut olarak bir Allah isbat ve kabul etmiş oluyoruz. Müşrikler puta tapar, ateşe, güneşe, insana tapar, veya herhangi bir mahlûku kendi kendine ilâh yapar; ilâh olarak tanır ve ona tapar. Böyle yapmakla onlar da Allahu teâlâ'yı inkâr etmiş olmuyorlar, yalnız O'nun yarattığı herhangi bir mahlûku mâbudlukta O'na ortak tutmuş oluyorlar ve bu işi de kendi kendilerine yapmış oluyorlar. Yoksa buna ne Allah'ın emri var, ne de bir peygamberin. Allahu teâlâ insanların şirk bataklığına batmalarına razı değildir. Onun için şirkin afv olunmaz (yâni tevbesiz olarak) bir suç olduğunu bildirmiştir ve bütün peygamberler, fikirlerden bu şirk sapıklığını kaldırmak için gönderilmiştir. Bugünkü Hristiyanlar Allah'ın üç olduğuna inanırlar. Onların bu i'tikâdı da kitabî değildir. Meşhur İznik kongresinde toplanan papazların ekseriyetle verdikleri bir karardır
Allahu teâlâ, insanı şerefli olarak yaratmıştır. Şu halde insana yaraşan şey, bu şerefi muhafaza etmektir. Bu da Yaradan'ı bilmek, yaradılmışı bilmek ve herbirinin hakkını yerine getirmekle olur. Şirke sapan bir insan, bu hakları birbirine karıştırmıştır. Herhangi bir mahlûka baş eğmeyi, ona karşı alçalmayı kabul eden korkak, ürkek ve Allah'ın verdiği izzeti, cehaletle zillete çevirmiş, kötü bir şahıs olmuş demektir.
Müşrik bir şahsa soruyoruz: Aylıkla çalıştırdığı uşağının, servetinde, şerefinde kendisiyle ortak sanılmasına ve onunla beraber tutulmasına tahammül edebilir mi? Pek tabiîdir ki, hayır diyecek. Halbuki o servet ve o şeref, o şahsa Allah vergisidir, onun, ona sahipliği ariyettir, geçicidir. Sonra uşağı da kendisine servetinde ortak olmasa bile, diğer birçok cihetlerde ortaktır. Hiç olmazsa mahlûk olmakta beraberdir. Böyleyken, kendisi için kabul etmediği beraberliği nasıl oluyor da Allahu teâlâ hakkında kabul ediyor, âciz, muhtaç, fakir bir mahlûku O'na denk tutuyor da tapınıyor?
"De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O birdir, karşı durulamaz güç sahibidir."
Allah Teâlâ bütün mükemmelliklerin yegane sahibidir. Hiç kimse ve hiç bir şey bu konuda O'na ortak değildir.
Bütün kulların akide, söz ve davranış olarak O'nun mutlak mükemmelliğini ve vahdaniyetini itiraf etmek suretiyle O'nu birlemesi ve her türlü kulluğu ve ibadeti sadece O'na yapması gerekir.
el-Ehad, bütün kemalâtı, şan ve şerefi yücelik ve güzelliği, övgü ve senayı hikmet ve rahmeti ve diğer kemal sıfatları sadece kendisinde toplayan demektir,
O'nun bunların hiç birisinde bir benzeri ve eşi yoktur. O, diriliğinde ve kendi kendine varoluşunda, ilminde ve kudretinde, azamet ve celâlinde, güzellik ve övgüye liyakatinde, hikmet ve rahmetinde ve diğer sıfatlarında tektir. Sonsuz mükemmellik ile muttasıftır, nitelendirilmiştir.
O'nun birliğini ve tekliğini gerekli kılan şeylerden birisi de "es-Samed" oluşudur. Yani O, bütün kemalâtı kendisinde toplayan bir Rabb ve büyük bir efendidir. Onun nitelendirilmediği hiç bir kemal sıfatı kalmamıştır. Bunların en mükemmelleriyle nitelendirilmiştir. Öyle ki, bu sıfatların bir kısmını bile insanlar tam manasıyla kavrayanı azlar ve dilleriyle ifade edemezler.
68. ES-SEYYİD, ES-SAMED
Arzu, ihtiyaçları sebebiyle, herkesin yöneldiği ulular ulusu, müstağni, hacetlerin bitirilmesi, ızdırapların giderilmesi için tek mercî'.
"Allah hiçbir şeye muhtaç değil, aksine her şey ona muhtaçtır. "
"Kasd" insanın bizatihi açıktan kasdedilene yönelmesi. Onun bir benzeri de kalplerin gizlice maksuda yönelmesidir. İster gizli ister açıktan elbetteki kasdın sadece Allah'a olması gerekir. İnsanın bizatihi kendisinin veya kalbinin Allah'tan başkasına yönelmesi onun müşrik olmasını gerektirir.
"Es-Samed", bütün işlerin kendisine yöneldiği kimsedir ki, O'ndan başka bunu yerine getiremez.
Kur'ân-ı Mecid'de es-Samed İhlâs süresinde bir defa zikredilmiştir.
"Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin olsun ki, "kul huvellahu ehad" sûresi Kur'an'ın üçte birine denktir" buyurmuştur.
Kur'ân'ın üçte biri ahkam üzere, üçte biri va'd ve vaid üzere, üçte biri ise Allah'ın isim ve sıfatlarından müteşekkildir ki, bu da İhlâs sûresinde toplanmıştır. Bundan dolayıdır ki İhlas suresi Kur'ân'ın üçte biri diye nitelendirilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"De ki: O, Allah birdir. Allah sameddir."
Rasûlullah da (s.a.v.) şöyle buyurur:
"es-Seyyid, Allah Tebâreke ve Teâlâdır."
"es-Seyyid", Rabb için verilen bir isimdir. Bu kelime, mülk sahibi, şerefli, faziletli, kerim, halîm, reis ve bay gibi anlamlara da gelir. Kavminin eziyetine katlanana da "Seyyid" denilir, Allah (c.c) bütün mahlukatın kaderine sahip olan seyyiddir ve onların mevlâsıdır. Bütün ululuk ve yücelik gerçekten Allah içindir. Halkın tamamı O'nun kuludur. Bu, insan bireylerine mahsus izafî riyasete aykırı değildir. Halik Teâlâ'nın riyaseti, zayıf mahlûkâtın riyaseti gibi değildir.
"es-Samed" ismi ise bu yüce ismi yorumlayan bütün anlamları içinde toplayan bir isimdir. Allah Teâlâ "es-Samed"dir. Bütün mahlûkat, zillet, ihtiyaç ve zaruret içerisinde O'na yönelir. Bütün âlemler O'na iltica eder, O'na sığınır. O, ilminde, hikmetinde, hilminde, kudretinde, azametinde, rahmetinde ve sâir sıfatlarında kemal sahibidir. es-Samed, bütün sıfatları mükemmel olandır. Mahlûkâtın her türlü ihtiyacı için kendisine yöneldiği kimsedir.
O, efendilik ve ululuğunda mükemmel olan Seyyid'dir; ilminde mükemmel olan Alimdir; hilminde mükemmel olan Halimdir; zenginliğinde mükemmel olan Ganiyy'dir; Ceberûtunda mükemmel olan Cebbar'dır, şerefinde mükemmel olan Şeriftir; azametinde mükemmel olan Azimdir; hikmetinde mükemmel olan Hakimdir. O, her türlü şeref ve ululukta mükemmel olandır. Bu, O'nun sıfatıdır. Başka hiç kimsede bu sıfat yoktur. Hiç bir şey O'na denk değildir. Hiç bir şey O'na benzemez. O, her türlü kusur ve noksanlıktan münezzehtir, birdir, her şeye gâalip ve hâkimdir.
Samed Mesmûdü'n-ileyh ma'nâsına "yüsmedü ileyhi fî'l-havâici" demektir. Kapısına hacet sahiplerinin akın ettikleri şerefli zâta, "Samedü'1-kavm" derler. Bir sıkıntıya düşen, bir müşküle çatan insan, bu vaziyetten kurtulmak için bir halaskar arar. Bu herkes için tabiî bir haldir. Aranan halaskar, sıkıntının nev'ine göre değişir. Bu, ya bir âlimdir veya bir zengindir veyahut bir makam ve selâhiyet sahibidir. Çünkü bir ilim mes'elesinin çözülmesi için, bir zengine müracaat edilmediği gibi, bir sermaye buhranından dolayı da, sırf ilimle uğraşan bir zâta baş vurulmaz. Şurası yüksek ihtisas sahibi bir doktorun kapısıdır denir. Bu kapı uzaktan, yakından gelen hastaların merciidir. Ötede yüksek bir makam sahibinin bulunduğu söylenir. Bu zât o kadar meşgul ki, ziyaretçilerinin kendisiyle görüşebilmeleri için sıra, nöbet, gün ve saat beklenir, işte bunların hepsi de "Samedü'l-kavm" dır. Çünkü, gece gündüz her birinin kapısına, uzak uzak yerlerden nice hacet sahipleri doğrulup gelmektedir.
İçimizde bu çeşit şerefli insanların olması ve hacet sahiplerinin ihtiyâçlarına göre merci' bulunması da, Allah'ın büyük bir ni'metidir. Allahu teâlâ onların herbirini bir çeşit ihtiyâca cevap verecek duruma yükseltmiş ve onlarla asıl kendi samediyetini göstermiştir. Allahu teâlâ her dileğin biricik merciidir. Yerde, göklerde bütün hacet sahipleri, yüzlerini O'na döndürmekte, gönüllerini O'na bağlamakta, el açarak yalvarmalarını O'na arzetmektedirler. Her şey O'na dayanır ve her şeyin mercîi ve maksûdu ancak O'dur.
Haceti, insan eliyle bitmişse de, hacet bitiren insan, o kudreti kazanmak için uzun zamanlar emek vermiş, çalışmış, Allah da onun emeğini boşa gidermemiş, ona bir meziyeti ihsan buyurmuştur. O halde hacet sahibine yaraşan şey, hacetini bitirene karşı teşekkür ve böyle insanları yaratıp yetiştirdiğinden dolayı da Allahu teâlâ'ya hamd-ü sena etmektir. Meselâ, iki kişi farzedelim; biri Allah’ı unutmuş, sırf esbaba tapıyor... Öteki Allah'ı biliyor. Evvelki şahıs hastalandı. Kısa görüşlü doktorlarla tedaviye çalıştı, düzelemedi; çok ızdırap çekti, nihayet uzak bir bölgede bulunan hastalığın mütehassısını öğrendi. Onun geniş bilgisiyle hastalıktan kurtuldu.
Şimdi coşkun bir sevinç içindedir. Teşekkür için husûsî surette doktoru ziyaret etti. Bir hâtıra olmak üzere fotoğrafını aldı; büyüttü, altın yaldızlı çerçeve içine koydurdu; evinin i'tinâlı bir yerine astı. Akşam sabah doktorun gölgesini ziyaret etmektedir. Fikrince hastalığın iyileşmesinde biricik müessir doktordur. Şayet hastalık nüksederse doktor hazır, öyleyse doktorla ilgi kesilmemeli, hastalığa karşı böyle bir siper bulmuştur. Artık ondan korkusu yoktur. Doktorla münasebeti devam ettirmek için her fırsattan istifade ediyor, samimiyet mektupları, hediyeler, teşekkürler... Fakat Allah'tan bütün bütün gaflet içindedir. Allah'ı anmak ve O'na hamd ü sena etmek ne aklına geliyor, ne diline. Halbuki bütün bunları yaratan ve muvaffak kılan asıl O'dur. Derken bir gün acı bir haber, doktor ansızın öluvermiş... Şimdi adamcağızın gönlünde çeşitli ızdıraplar kaynaşmaktadır.
Allah'a inanmış olan ikinci şahıs da, ayni surette hastalanmış ve aynı yollardan ve aynı ellerden tedavi görmüştür. Bunun fikri de şudur: Allah kendisine şifâ vermiş, tekrar sıhhat ni'metine kavuşturmuştur. Doktor, eczacı, ilâç hep o ni'metin husulü için birer vâsıta olmuştur. Doktoru, eczacıyı o da sever, teşekkür eder, hediyeler gönderir. Fakat hakîki minnet ve şükranlarını Allah'a arzeder de "Yâ Rab! Sana hamd ü senâlar olsun ki, kulların içinde derdimin inceliklerini görebilecek insanlar yarattın ve ona göre de devalar ihsan buyurdun" der. (Diğer hacet sahiplerini de bu ölçüye göre düşünmelidir.)
Her şeye gücü yeten, kudretli, istediğini, istediği gibi yapmağa gücü yeten.
"Biz buna güç yetirmişizdir. Bizim gücümüz ne büyüktür!"
"Kadr" mastarından gelen "Kadir" ölçmek, düzenlemek, gücü yetmek, sahip olmak, hakim olmak gibi manalara gelmektedir. Bu kelimenin türevleri olan kader, kudret, takdir, kadr de Kur'an-ı Kerim'de geçmektedir.
Allah, tam bir kudret sahibi hiçbir şeyin kendisini aciz bırakamayacağı mutlak kadirdir. Dilediğini dilediği şekilde yapmaya gücü yetendir.
"Ne göklerde, ne de yeryüzünde Allah'ı âciz bırakacak bir güç vardır. O bilendir, güçlüdür."
Kader, Allah'ın kadir fiilinden etkilenen kudretin vaki olduğu isimdir.
Kadr, bir şeyin ölçüsü demek olup mastardır. "Ve ma kaderullahe hakka kadrih", "onu azametinin gereğiyle ta’zim edemediler", demektir. Kader Allah'ın kaza olarak takdir ettiği şey demektir.
"Kadir gecesi", "şerefli ve büyük gece" demektir. Kadr takdir olarak tefsir edilmiştir. Kurtubi'de Mücahid, "Vema edrake ma leyletu'l kadr" ayetindeki "leyletul kadr"i "leyletu'l hukm" (hüküm gecesi) olarak tefsir etmiştir. Bunun manası takdir gecesi demektir. Bundan dolayıdır ki bu isimle isimlendirilmiştir ki Allah (c.c.) bu seneden gelecek senenin kadir gecesine kadar ölüm, ecel, rızık, ve diğer şeyleri bu gecede takdir eder.
Bir hadiste "De ki: Allah'ın size üstünüzden (gökten) veya ayaklarınızın altından (yerden) bir azap göndermeğe ya da birbirinize düşürüp kiminize kiminin hıncını tattırmaya gücü yeter" ayeti indiği zaman Peygamberimiz:
"Senin zatına sığınırım" demiştir.
El-Kadir, Kur'ân-ı Kerim'de 7 defa zikredilmiştir.
"Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir? Evet! Elbette kadirdir, O her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır."
Allahu teâlâ, kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı yaratmıştır. Gök boşluğunun ölçülmesi mümkün olmayan genişliği içinde, akıllara hayret ve dehşet verecek derecede birbirine uzak mesafelerde milyarlarca güneşler yandırmak ne kudrettir. Fezalarda, sayısı belirsiz âlemleri birbirine çarpmadan nasıl koşturuyorsa, bir damla suyun içinde öylece birbirine temas etmeden hesapsız hayvanâtı yüzdürüyor. Mikroskobun önüne alınan bir parmak yosun parçasında, gayet muntazam ormanlar, çayırlar, çimenler görüp de bu kudrete hayran olmamak kabil mi?
Gâfîl insan! Secde edeceksen, kapkara topraklardan nur topu gibi insanlar yaratan, bir kemik parçasına (kulak) işitme kuvveti, bir et parçasına (dil) konuşma kabiliyeti veren kudret sahibine secde et! Yapabilirsen, bu senin için en büyük bir şeref olur!
Her şeye gücü yeten, kudretli
"Takva sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarında güçlü ve yüce Allah'ın huzurunda hak meclisindedirler."
Noksanlıklardan münezzeh olan Allah (c.c), kudret sahibi, azametli, yüce kudretiyle mahlukâtına hakimdir. Herkes üzerinde etkisi vardır.
O, yaratılan mümkinatın tamamına gücü yetendir. El-Muktedir, kadir manasını ifade eder. Ancak daha çok mübalağa ve daha fazla tazim ifade eder.
"Kadr" lügatta ölçü demektir. O'na kadir, muktedir, kudret sahibi ve takdir eden denilir.
Bütün işler Allah'ın ölçüsüyle, onun takdiri üzere kudretiyle cereyan eder. "Kadr" Allah'ın, kazadan takdir ettiği şey demektir. Bir şey uygun olduğu zaman ölçüsü üzere geldi manasında "Cae ala kaderin" denilir. "Kaddere’ş-şey'e", "bir şeyi takdir etti", demektir. Bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.):
"Hava bulutlu olup hilal görünmediği zaman onu takdir edin." buyurmuştur.
Muktedir, Kur'ân-ı Kerim'de Kamer sûresinde olmak iki kere geçmektedir.
"Lâkin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları güç ve kudretimize lâyık bir şekilde yakaladık."
Fahreddin Razi "azizun-muktedir" ayetindeki el-Aziz, yegane "galib" manasındadır. Fakat aziz bazen düşmanlarına karşı galib ve zafer kazanan anlamına da gelir. Ancak bunun kul hakkında kullanılması uygun değildir, demiştir.
Allah teala herşeye karşı mutlak ve ekmel surette kadirdir. Her şeye kadir olduğu içindir ki, dilediği şeyi yaratır ve isterse ondan dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır. Allah’tan başka her şey haddizatında acizdir. Yani hariçten bir kuvvetin te’siri olmaksızın kendi kendine acizdir, sağırdır, kördür, topaldır, elinden hiçbir şey gelmez; ama Allah muktedir kılınca dağları yerinden oynatır. Allah dilerse zayıfları kavi, acizleri kaadir kılar. Yerdeki, gökteki bütün kuvvetleri ilim ve hikmetiyle dilediği gibi kullanır. Kâh olur ki, birbirine çarptırır. Çarpışan kuvvetlerden birini, ötekinin kahrı altına alır. Mesela birbirine düşman iki kuvvet, biri iyi fikirlerle, ıslah niyetiyle ortaya atılmıştır, öteki ise zalimdir, haksızlıkla halkı canından bezdirmiştir. Allahu teala hüsnü niyet sahiplerinin yardımcısı, zalimlerin düşmanıdır. Onun için evvelkilere kolaylık ihsan eder, tevfik verir, teşebbüsleri hiçbir engele rastlamaz. Buna mukabil karşı tarafın da gafletini artırır, zevk ve heveslerinin derinliklerine dalarlar. Öyleki, berikiler mühim noktaları sarıp kuvvet ve nüfuzlarını yerleştirinceye kadar haberleri olmaz. Sonra birdenbire uyanırlar, fakat iş işten geçmiş olur.
Hasılı yerde, gökte bütün kuvvetler O’nundur. İnsanlara iyilik, ferahlık veren rahmet orduları da, sıkıntı ve ızdırap veren azap orduları da O’nun emrindedir. Allah bir millete, bir aileye, bir şahsa yardım etmek isterse, neler, ne sebepler yaratır. Dünya hayretlere düşer.
Kaadir, muktedir ancak Allah olduğuna ve Allah’ın yardımını kazananların asla yenilmeyeceğine can ve gönülden inanarak, bu yardımı kazanmaya çalışmaktır. Fakat Allah’ın yardımına eriştikçe azıp şımarmamalı, bilakis daha ziyade tevazü ile “Ya Rab bu senin lütf ve inayetindir. Şükürlerimizi kabul, kusurlarımızı afv buyur. Bu inayetini üzerimizden kesme!...” diye yalvarmalıdır.
Allah’ın yardımına nasıl erişilir? Bunun biri müsbet, biri menfi iki şartı vardır. Müsbet şartı Allah’a inanmak, emirlerini yerine getirmektir. Menfi şartı, her türlü zulümden, haksızlıktan çekinmektir. Çünkü muhakkak surette Allah, zalimleri doğru yola çıkarmaz. İnsanı Allah’ın yardımından mahrum eden en kuvvetli sebep zulümdür.
İstediğini ileri geçiren, öne alan.
Allahu teâlâ bütün mahlûkatı yaratmıştır. Fakat ancak seçtiklerini ileri almıştır, insanları dince, dünyâca bâzısını bâzısı üzerine derece derece kaldırmıştır. Meselâ, insanların Hak yoluna daveti umumîdir. Fakat Allah'ın hidâyet ettikleri davete icabet eder, ileri gider, ötekileri geri kalır. Allah'ın emirleri, nehiyleri her kul içindir. Fakat Allah'ın tevfik verdikleri bunlara uyar, yükselir; diğerleri ayak altında kalır. Allah kimini gözde ve gösterişte ileri götürür. Kimini de gönüllerde ileri götürür. Nice hükümdarlar vardır ki, ölümüne halk bayram etmiştir. Nice hiç mevkii olmayan fakirler de vardır ki, ölünce halk matem tutmuştur.
Bulundukları yerlerde daima mevki'leri ileri olan hatır ve nüfuz, servet ve sâmân sahiplerini bir çokları çekemez. Bu çekemeyenlere dikkat edilse, onların hep atâlet içinde, sefahet peşinde dolaşıp duran adamlar olduğu anlaşılır. Tabiîdir ki, atâletin netîcesi, darlık ve ıztırap, sefâhetin neticesi, fakr ü zarurettir, Allah'ın bu kanunu değişmez... Şu hâlde ileri geçmek isteyenlerin yoluyla çalışması gerekir. Şayet çalışmalarından sonra Allahu teâlâ yine kulunu zengin etmezse, o kulunun hâlini herhalde kendisinden daha iyi bilir. Kim bilir, Allah o kulunu zengin etseydi, onda berikiler kadar da i'tidâl bulunmayacaktı da, onlardan fazla kötülük yapacak, bu suretle dünyâsını da âhiretîni de harâb edecekti. Böyle bir neticeden muhafaza ettiği için, o kulun Allah'a şükretmesi lâzımdır.
İstediğini geri koyan, arkaya bırakan
Allah (c.c), hikmetinin gereği olarak dilediğini öne alır, dilediğini geriye bırakır. Sübhan Tealâ kullarından dilediğini takvası, ihlasla Allah'a sığınışı, doğruluğu, yaptığı dua sebebiyle öne geçirir, taltif eder. Mevlayı Müteâlâ Hazretleri dilediğini itaat ve marifetine, çalışıp çabalamasına rağmen geri bırakır. Bunda bir hikmet vardır. Allah bunu kullarının salahının gereği olarak yapar.
Cenab-ı Hak, iyileri öne geçirir. Günahkârları ulvi mertebelerden geri bırakır. Kimi kendine yaklaştırmışsa onu öne almış, kimi kendinden uzaklaştırmışsa onu da geriye bırakmış demektir.
Allah, bâzı şeyleri de diğer bazısı üzerine takdim edebilir. Bu ya varlık sebebiyle olur. Mesela sebeblerin müsebbiblerinden önce oluşu gibi. Veya şeref yönüyle olabilir. Peygamberlerin, salihlerden önce oluşu gibi.
Peygamber (s.a.v.), Cenab-ı Hak tarafından bütün mahlukâtın en şereflisi olarak takdim edilmiştir.
"O'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim."
"De ki: Bana, dini Allah'a halis kılarak O'na kulluk etmem emrolundu. Bana müslümanların ilki olmam emrolundu."
Resulullah (s.a.v.), şöyle dua ederdi:
"Ey Allah'ım! Hatalarımı, cehlimi ve boş işlerimi bağışla. Sen benim hakkımda hayırlı, olanları en iyi bilensin. Bilerek veya bilmeden, ciddi veya şaka ile yaptıklarımı bağışla. Bütün bunların bilgisi senin yanındadır. Ey Allah'ım! Önceden yaptıklarımı ve sonra yapacaklarımı, gizlediklerimi ve ilan ettiklerimi bağışla. Sen istediğini öne ve sona alansın, senin her şeye gücün yeter."
Ayet-i Kerimelerde bu isimler şu şekilde geçmektedir.
"O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir."
"(Allah) buyurdu ki; "Huzurumda çekişmeyin. Ben size daha önce uyarıcı göndermiştim."
"(Resulüm!) Sakın, Allah'ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı), korkudan gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne erteliyor."
Allahu teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı gibi; bâzan da kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda semerlendirmez, maksatlarını arkaya bırakır; hikmetleri vardır. Bu hikmetleri araştırmalı, sezmeğe çalışmalı. Bunlar da ibâdettir. Meselâ, istemekte kusur edilmiştir. Âdaba riâyet lâzım... Bâzan da mihnet ve ıztırâbı arttırmak için teahhur eder. Bu surette bunun arkasından çok defa ferahlık gelir. Bâzı kerte de, istenen şeyin ehemmiyetine, kıymet ve izzetine işaret için teahhur eder ki, arayan bu uğurda bâzı güçlüklerle uğraşsın, yorulsun da eline geçince kıymetini bilsin, muhafaza etsin diye.
Kula Gereken Şey:
Allahu teâlâ'nın ileri aldığına veya geri bıraktığına değil, ancak Allah ile aşinalık te'sisine ehemmiyet vermektir. Kulun, Allah ile münâsebeti için tek vâsıta ibâdet ve ubudiyettir. (İbâdet, Allah'ın razı olacağı şeyi yapmaktır. Ubudiyet, Allah'ın yaptığına razı olmaktır.) Allahu teâlâ'nın müstehık olduğu şükrü ve ubudiyeti kimse hakkiyle yerine getiremez. Bununla beraber, kulun asıl ehemmiyet vereceği şey, elinden geldiği kadar ubudiyet edeplerine riâyet edip sonunda:
"Yâ Rab! Sana lâyık kulluk edemedik." diye özür dilemek ve kulluğunda sadâkat gösterenleri Allah'ın ihmâl etmiyeceğine inanmaktır.
Bir temsil: Büyük müessese sahiplerinden biri, husûsî kâtibine şu emri yazdırıyordu: Filancanın maaşına bir misli zam yapılsın! Çünkü görüyorum ki, o dâima vazifesi başında ve verilen emirleri büyük bir dikkât ve ciddiyetle yerine getirmektedir. Öteki adamlarımız arzuları peşinde koşar ve vazifelerine karşı uyuşuk bir halde bulunurken o, her lâhza bize bakmaktadır; ne emir verilecek, ne işaret edilecek diye...
İşte Allah'ın kullarının, birbirlerine nispetle derecelerinin ve mertebelerinin yüksekliği de bunun gibidir. Allah'ın emirlerine, âdâb ve erkânına dikkatle riayet edenler yükselir. Çünkü Allah'ın va'di böyledir. Kulluk vazifesinde kusur edenlerin işi ise, Allah'ın lütfuna kalmıştır. Hakiki bahtiyarlık, buyruk kabul etmektedir. Buyruğa kulak asmamak, emr ü fermana itaatsizlik etmek, dünyâ ve âhirette mahrumiyetin, perişanlığın en kuvvetli sebebidir.
Varlığının başlangıcı olmayan, ilk.
"Allah, her şeyden önce olan başlangıcı olmayan ezelidir. Sonu olmaksızın en sondur."
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın varlığı zatının gereğidir ve zorunludur. Kendisi dışında hiçbir varlığın varlığı zorunlu değildir. Kendisinin dışındaki her şeyden önce ezelidir. Yalnız bu öncelik zaman ve mekan itibariyle değildir. Akıl ve ilmin hududu bunun için yeterli değil, anlamaktan acizdir.
Allah (c.c), evveliyet bakımından zahir ve batındır. O, bütün görünenlerden daha zahir evveldir. Çünkü akıl sonradan yaratılanların, sonradan yaratıldıklarına şahitlik eder. Allah'ın da bu cihetle ilk olduğu açıktır.
O, bütün gizlilerden zatının görülmesi ve mahiyetinin bilinmesi açısından daha gizli olan ilktir. Biz bu evveliyatı tam anlamıyla anlamaktan aciziz. Çünkü aklın ve ilmin ihata ettiği her şey sınırlıdır. Akıl ve ilim de bunun gibi sınırlı olduğu için sınırsızı tam manasıyla anlamak imkansızdır. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önüne geçilebileceklerden değiliz."
Ayette geçen "ve ma nahnu bi mesbukîn", "kendisinden önce hiçbir şey olmayan" manasında el-evvel'dir.
Allahu teâlâ bütün varlık üzerine mukaddem olup kendi varlığının evveli yoktur. Kendisi için asla başlangıç tasavvur olunamaz. Onun için O'na (Evvel) demek, ikincisi var demek değildir. Sabıkı, yâni kendisinden evvel bîr varlık sahibi yok demektir. Çünkü bütün mevcudat varlığı Ondan almaktadır. Amma O'nun varlığı kendi zâtiyledir. Başkasından alınma bir varlık değildir
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"O her şeyden öncedir, kendisinden sonraya hiçbir şeyin kalmayacağı son'dur; varlığı aşikardır; gerçek mahiyeti insan için gizlidir.”
Hz. Peygamber (s.a.v.), bu dört ismi gayet açık ve kapsamlı bir şekilde izah etmiştir. Konu ile ilgili hadisinde Rasûlullah (s.a.v,) Rabbine şu sözlerle hitap etmektedir:
"Ey Allah'ım! Sen Evvelsin, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen Ahirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen Zahirsin, senin üstünde, seni aşan hiçbir şey yoktur. Sen Bâtınsın, senden öte hiçbir şey yoktur."
Bu hadis her ismi en yüce manâsıyla yorumlamış ve ona zıt ve aykırı olan anlamları da nefyetmiştir/reddetmiştir. Rab Teâlâ'nın mutlak kemali ve bütün zamanları ve mekanları kuşatıcılığındaki eşsizliğine delâlet eden bu yüce anlamları iyice düşün. el-Evvel ve el-Ahir isimleri bütün zamanları kuşatıcılığını, ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri ise bütün mekanları kuşatıcılığını ifade etmektedir. "el-Evvel" ismi O'nun dışındaki herşeyin sonradan olduğuna, yokluktan sonra var hale geldiğine delâlet eder. Bir kulun, Rabbini dinî ve dünyevî bütün nimetlerdeki lütuf ve keremini düşünmesi gerekir. Çünkü bütün sebepler ve sebep olunanlar O'ndandır.
"el-Ahir" ismi O'nun tek gaye olduğuna, bütün yaratıkların, kulluklarıyla, ümit ve korkularıyla ve bütün istekleriyle O'na yöneldiklerine delâlet eder.
"ez-Zâhir" ismi, O'nun sıfatlarının azametine ve O'nun azameti karşısında herşeyin mahv ü perişan olacağına delâlet eder.
"el-Bâtın" O'nun bütün sırlara vakıf olduğuna, vicdanlardaki ve gönüllerdeki şeyleri bildiğine, hiçbir şeyin O'na gizli kalmadığına, aynı zamanda O'nun son derece yakın olduğuna delâlet eder.
ez-Zâhir ve el-Bâtın isimleri birbirine aykırı değildir. Çünkü Allah Teâlâ hiçbir sıfatında hiçbir şeye benzemez.
Varlığının sonu olmayan, son.
"O, her şeyden sonra son bulmayan sondur."
Esmâ-i Hüsnâ'dan biri olan "el-Âhir" son manasında Allah'ın "el-Baki" ismine yakındır.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hak sonu olmayan, daim, baki, ebedi ve varlığının sonu olmayandır.
Allah insanların ilk durak yeri dünya ve son durak yeri ahiretin de sahibidir.
"Hamd, göklerde ve yerde bulunanların sahibi olan Allah'a mahsustur. Ahirette de hamd O'na mahsustur. O, hikmet sahibidir, (her şeyden) haberdardır."
Resulullah (s.a.v.), şu sözlerle dua ederdi:
"Ey her şeyden önce, her şeyin yaratıcısı, her şey yok olduktan sonra da olacak olan! Senden, koruyan, bağışlayan sana iltica edilecek ve bizi kurtaracak bir an niyaz ediyorum."
"O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır, O, her şeyi bilendir."
Her şey biter, helak ve fenaya gider, ancak O kalır. Varlığının sonu yoktur. Evveliyetine bidayet olmadığı gibi, âhiriyyetine nihayet yoktur. Onun için O'na Âhir demek, bir sabıkı var demek değildir. Bir lâhikı yok demektir.
Allahu teâlâ'nın varlığı ezelî ve ebedîdir. Varlığının başlangıcı olmadığı gibi nihayeti de yoktur. Çünkü bunlar fânilerin, mahdut varlık sahiplerinin sıfatıdır. Mahdut varlığın iki ucu vardır:
Biri başlangıç, biri de nihayet, yâni biri doğduğu, biri de öldüğü uçtur.
Allahu teâlâ hem Evvel'dir, çünkü bütün kâinatı yoktan var eden O'dur. Hem Âhir'dir, çünkü her şeyden sonra kalacak da O'dur/. Kâinat silsilesinin ilk halkası Allahu teâlâ'da biter. Dönüş yerinin son noktası da Allahu teâlâ'da kesilir. Her şeyin mebde’ ve meâdı Allah'tır, yâni gelinen ve gidilecek olan yer ancak Allahu teâlâ'ya varır ve orada biter. Daha arkası ve ilerisi yoktur.
Allahu teâlâ hakkında, sâdece Evvel'dir veya sâdece Ahir'dir dememeli, ikisini beraber okuyarak hem Evvel'dir, hem Ahir'dir demeli. Maddî, mâ'nevî nemiz varsa hepsinin O'ndan olduğunu ve bütün işlerin O'na döndürüleceğini ve O'nun huzurunda hesabı görüleceğini mülâhaza ederek, her türlü icraat ve tasarrufâtımızı ancak O'na kulluk nâmına, evvel ve âhir ancak O'nun rızâsına uygun yapmak iktizâ eder.
Varlığını ve birliğini belgeleyen pek çok delilin bulunması açısından aşikar
"Sen. varlığını ve birliğini belgeleyen pek çok delilin bulunması yönüyle aşikarsın. Senin üstünde hiçbir şey yoktur."
Lügatta, açık ve aşikar, bir şeye nail ve muttali olmak, manasına gelen ez-Zahir, Allah'ın varlığını gösteren pek çok delil olması hasebiyle aşikar demektir. O, üzerinde delillerinin olması itibarıyla aşikardır. Fiillerindeki deliller sebebiyle onun varlığını inkar mümkün değildir. O insanı hayrete düşürecek derecede delil bulunması itibarıyla, varlığına delalet eden kesin, kati deliller bulunması itibarıyla, onun rububiyyetine delalet eden alametler bulunması ve vahdaniyetini gösteren deliller bulunması itibarıyla zahirdir.
"Ez-Zahir"in bir manası da yegâne galibdir. Cenab-ı Hakk'ın şu sözü buna delalet etmektedir;
"Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler."
Buradaki "zahirin" kelimesi "galip geldiler" manasındadır.
Osman (r.a.) Peygamber (s.a.v.)'e "Göklerin ve yerin anahtarları (mutlak hükümranlığı) O'nundur." ayetinin tefsirini sordu.
"Bunun tefsirini hiç kimse bana sormadı. Allah'tan başka ilah yoktur. Allah en büyüktür, bütün noksanlıklardan münezzehtir, hamd O'na mahsustur. Allah'tan mağfiret istiyorum. Allah'ın güç ve kudretinin üstünde hiçbir şey yoktur, Allah başlangıcı olmayan ilk, sonu olmayan, varlığına dair pek çok delil bulunması itibarıyla aşikar, mahiyetinin bilinmesi açısından gizli, hayır O'nun kudretinde, O, öldüren ve diriltendir. O'nun her şeye gücü yeter" buyurdu.
Allahu teâlâ'nın varlığı her şeyden aşikârdır. Gözümüzün gördüğü her manzara, kulağımızın işittiği her nağme, elimizin tuttuğu, dilimizin tattığı her şey, fikirlerimizin üzerinde çalıştığı her ma'nâ, hâsılı gerek içimizde gerek dışımızda şimdiye kadar anlayıp sezebildiğimiz her şey, O'nun varlığına, birliğine, sıfât-ı kemâliyesine şahittir. Çünkü bütün bunları yaratan ve yaşatan ancak O'dur. Hiç bir şey yoktur ki, gerek varlığa çıkarken, gerek varlıkta dururken, her lâhza O'nun varlığını isbat etmiş olmasın... Her şey hal diliyle şunu söylemektedir: "Ben hiçim, beni var eden, tutan, görüp gözeten, Allah'tır ve ben her an O'na muhtacım, bende görülen kuvvetlerin, kıymetlerin hepsi O'nun bir emâneti, bir lûtfu ve ihsanıdır." Bu umûmî şehâdet, Allah'ın varlığını ve sıfat-ı kemaliyesini en müsbet, en aşikâr bir hakikat hâline getirmiştir. Bundan başka bütün peygamberler, bütün temiz ruhlu din adamları, ömrünü ilim ve hikmete vermiş irfan âşıkları, bu hakikati isbat için söylenmedik delil bırakmadılar. Buna rağmen dünyâ yüzünde Allahu teâlâ'yı inkâr eden birçok insanlar görülmektedir. Buna nasipsizlik demekten başka bir şey söylenemez.
Bu tıpkı şuna benzer ki, bir takım insanlar gezip eğlenmek üzere şehir civarında bir çiftliğe gidiyorlar. Çiftlik sahibi, bunları kabul ediyor, onlara çay, kahve ikram etmekle beraber, çiftliğin muhtelif kısımlarını gezdiriyor. Bağlar kısmı, meyvalı ağaçlar kısmı, çiçekler kısmı, hayvanât ahırları, arı kovanları, kümesler ve kümes hayvanları ve daha birçok yerleri dolaşarak, nihayet çiftliğin saf hava, bol ziya, tatlı çiçek kokularıyle dolu salonunda istirahata geçiliyor. Daha sonra, bembeyaz sofra takımları üzerinde, çiftlikte yetişen taze, temiz gıda maddelerinden hazırlanmış nefis yemeklerle ağırlandıktan sonra oradan ayrılıyorlar.
Şimdi çiftlik ziyaretçilerinin bu gezintiye âit intihalarını dinlediğimiz zaman, onlardan herbirinin idrâk, zekâ, dikkat, ulviyeti takdir, intizâma hayranlık ve daha bunlar gibi, insanlığa mahsus vasıflarda derecelerini anlamış, daha doğrusu insanlık bakımından herbirinin kıymetini ta'yin etmiş oluruz. Çünkü çiftlikteki her şeyin durumu, tertibi bir aynadır. Bu aynadan çiftlik sahibinin aklı, tedbiri, serveti, anlayışı görülür ve bu görüş kabiliyeti herkeste bir değildir. Bununla beraber birbirinden az veya çok farklı da olsa, yine insan olanın bu çiftlik dolayısiyle çiftlik sahibi hakkında bir fikir edinmiş olması lâzım gelir, işte ziyaretçilerden herbiri kendi görüş ve anlayışı nisbetinde bu husustaki hayranlıklarını açıklarken, içlerinden birisi de yalnız yediği yemeklerle tatlıların listesini saymış ve bunlardan başka birşey anlamadığını söylemiş olsa, acaba bunun adı nedir?
Sonra bu dünyâya gelip gitmenin bir çiftlik gezintisi kadar da mı ehemmiyeti yoktur? Eğer varsa, o halde milyarlarca esrar hazîneleri taşıyan, her zerresinde gizlenmiş sayılmaz, sonu gelmez hikmetlerle akıl ve basiret sahiplerini hayretten hayrete düşüren bu kadar eşyanın şehâdetiyle, akıl ve idrak önünde, varlığı güneşten daha parlak olarak tecellî edip dururken, onu inkâr edenler, hayâtı ve hayâtın gayesini, yalnız hayvanı zevklerin tamamlanmasından ibarettir zannedenlerdir. Peki bunlar nedir?
Varlığına ve birliğine her zerrenin şahadet ettiği Allahu teâlâ'yi inkâr edenlere katılıp da, dünyâsını, anketini harap etmekten sakınmak; bilâkis O'na îmân ederek, hudutsuz lûtf ve kereminden faydalanmaktır.
"Batın" lügatta, "gizli bir şeyin gizliliklerine vakıf olmak" demektir. Allah'ın zatının hakikati gizli olup akıl onun künhüne vakıf olamaz. Hak Tealâ, her halükarda aşikar, nurunun mükemmelliğine rağmen, hisler onu anlamaktan acizdir. Allah'ın benzeri de muarızı manasında zıddı da yoktur.
Allah (c.c.) rahmet ve ilmi itibariyle her şey üzerine gizlidir. Sübhan Tealâ'nın nimetlerin üzerinde tecelli etmesi itibariyle aşikâr, anlaşılamaması bakımından gizlidir. Bizim Allah'tan başka veli ve dostumuz yoktur.
Ebu Hureyre (r.a.), Peygamber (s.a.v)'den şu duayı nakletmektedir:
"Ey Allah'ım! Sen göğün ve büyük arşın sahibisin. Ey Rabbimiz ve her şeyin Rabbi! Sen çekirdek ve tohum yaran, Tevrat'ı, İncil'i ve Kur'ân'ı indirensin. Her türlü canlının şerrinden sana sığınırım. Sen onların alınlarından tutansın. Ey Allah'ım! Sen başlangıcı olmayansın. Senden önce hiçbir şey yoktur. Sen sonu olmayansın. Senden sonra hiçbir şey olmayacak. Sen varlığını ve birliğini belgeleyen çok delilin bulunması bakımından aşikarsın. Senin üzerinde hiçbir şey yoktur. Sen zatının ve mahiyetinin bilinmesi bakımından gizlisin. Senden başka bizden borcumuzu giderecek yoktur. Bizi fakirlikten zenginleştir."
El-Evvel, el-Alim, ez-Zahir, el-Batın, Kur'ân'da bir kere Hadid süresinin üçüncü ayetinde zikredilmiş ve hepsi bir arada yer almıştır.
"O ilktir, sondur, zahirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir."
Yani Allah ilktir, her şeyden öncedir. Başlangıcı yoktur. Varlıkları O yaratmıştır. Sondur, varlıkların yok oluşundan sonra da o bakidir. Zahirdir, varlığı bir çok delille gün gibi açıktır. Bâtındır, zâtının hakikati duyular ve akıllarla idrak edilemez.
Yukarda geçen ayet geldiği zaman, müşrikler Kabe'ye doğru yönelip secde ettiler.
Allahu teâlâ'nın varlığı, hem aşikârdır, hem gizlidir. Aşikârdır; çünkü varlığını bildiren izleri, nişanları gözsüzler bile görmüş ve bu hakîkatler hakikati yüce varlığa, eşyanın umumî şahadetini sağırlar bile işitmiştir. Gizlidir; çünkü biz O'nu künhüyle bilemeyiz, amma varlığını kat'î surette biliriz. Ortada mademki mahlûk var, elbetteki Hâlık vardır. Bu yarlara bakarak yaratıcı bir varın varlığını kabul etmek, akıl için her halükârda zarurettir. Sonra O'nun ilmini, kudretini, her şeyi görüp işittiğini... yine kat'î surette biliriz. Varlar içindeki âlimleri izliyerek her şeyi bilen âlime, güçlüleri izleyerek her şeye gücü yeten kadire, işitenlerden en iyi işitene, görenlerden en iyi görene, yaşayanlardan en kâmil hayat sahibine geçmek, yine akıl için bir zarurettir. Varlığını Hâlik'a borçlu olan bir var; bilgi, kudret, görme, işitme, yaşama gibi yüksek sıfatları şayet Halik ona bağışlamasaydı, nereden bulacaktı? Bu izler görülüp dururken, o izleri meydana getiren Hâlık'ta, bu sıfatların yokluğunu akıl kabul eder mi? İşte Allahu teâlâ, yarattığı eserlerden izlenerek bu suretle bilinirse de (mârifet-i hakîkiyye) ile asla bilinmez. Yâni O'nu tam bir biliş ile tanımak, hiçbir mahlûk için mümkün değildir. Çünkü mahlûkun akılları da, bilgileri de mütenâhidir. Mahdut bir çerçeve içine münhasırdır. Allahu teâlâ ise gayr-i mutenanidir. Önü, sonu olmayan bir varlık ve asla bitmez, tükenmez ilim ve kudret sahibidir. Mütenâhînin, gayr-i mütenâhîye tam bir bilgi ile ulaşması muhaldir. Meselâ, uçsuz, kenarsız denizleri bir fincana sığdırmak imkânı var mıdır? Onun için O'nun bir ismi de (El-Bâtın) dır. O'nu tam bir biliş ile bilmek, insan takatinin ilerisinde olduğu içindir ki, hiç kimse bununla mükellef tutulmamıştır. Allah bilgisi hususundaki mükellefiyetimizin derecesi, O'nun varlığına, birliğine ve her şeyi bildiğine, görüp işittiğine, gücü, kudreti her şeye kâfi olduğuna, O'nun hiçbir hususta ortağı ve benzeri olmadığına, kemâl sıfatlariyle muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna îmân etmektir. İşte bizim vazifemiz budur. Allah ve Rasûlü bize bu kadarını emretmiştir ve bundan ötesini düşünmeyin, çünkü ne kadar çalışsanız o ciheti anlamaya gücünüz yetmez buyurmuştur. Allah ve Peygamber'in "Burada durun ve buradan ileri geçmeyin" dedikleri yerde durmayıp ta, ileri gitmek için aklını zorlayanlar, ya inkâr veya şirk uçurumuna yuvarlanmışlardır. Bunlar ellerindeki terazinin ne kadar siklet tartabileceğini bilmeyen gafiller gibidir. Meselâ, miligram tartan terazi de vardır, şayet birisi bununla balya tartmağa kalkışırsa, neticede balyanın sikletini değil, elindeki terazinin bütün bütün bozulduğunu görür, başka bir şey öğrenemez. Her şeyin haddi, hududu var, o hudut içinde kullanılırsa faydalanılır. Hududu dışında zorlandığı vakit ise, ziyan görülür.
Bilme cihazımızın da böyle olduğunu unutmamalıyız. Malum ya, bir şeyi bilmenin iki yolu vardır: ayan yolu, istidlal yolu. Bilinecek olan şey, eğer karşınızda bulunuyor, onu aynen ve şahsen gözünüzle açıkça görebiliyorsanız buna ayan-beyan bilmek denir. Kafa gözüyle görüp bilmektir. Eğer bilinecek olan şeyin bizatihi kendisi görülmeyip de, hâsılları ve tezahürleri, yâni alâmetleri ve nişanları görülüyor ve bu alâmetler vasıtasıyla o şeye eriliyorsa, buna da istidlal suretiyle bilmek denir. İstidlal, bir şeyi doğrudan doğruya değil de ona âit bir nişan, bir iz kılavuzluğu ile görmektir ki, bu da akıl gözüyle, kalp gözüyle anlayarak bilmektir. Gerek kafa gözüyle olsun, gerek akıl gözüyle olsun, bu bilgi yollarının son ucu (hayret) durağına varır ve orada kalır. İlmin nihayeti, acz ve hayrettir.
Hiçbir şeyi künhüne ulaşmak ve onu içinden, dışından bütün zerrâtiyle, bütün esrâriyle kavrayabilmek mümkün değildir. Tam bir biliş ile, değil Yaradan'ı, yaratılmışı bile bilmek imkânsızlığı açık bir hakikattir. Yaratılmışlar içinde kendimize en yakın olan, yine kendi şahsımız değil mi? O halde kendi şahsımızı öğrenmek, ötekilerden daha kolay olacak demektir. Öyleyken sorarız, acaba insan kendini tam bir biliş ile öğrenebilmiş midir? Onun ne acîb hazîneleri var ki, gözlerin gördüğü eşyayı, o çeşitli manzaraları... kulağın işittiği türlü türlü sesleri, o hazînelerde saklayıp senelerce sonra istediğimiz zaman onları oralardan çıkarıp basiretiniz önüne getiriyor. On, onbeş yaşında tekmil Kur'ân'ı ezberlemiş çocuklar görüyoruz. Bâzı insanlar da var ki, bir kütüphane dolabı dolduracak kadar hadîsler, şiirler, kasideler ve birçok ilmî meselelerle hafızalarını donatmışlardır. Bütün bunlar (dimağ) dediğimiz kafatasının içindeki yumuşak maddenin nerelerinde ve nasıl muhafaza ediliyor? Hem öyle muhafaza ki, fotoğraf makineleri, gramofon plâkları bunun yanında sıfır kalıyor. Bunlara, bu esrara nüfuz etmiş bir insan var mı?
Allahu teâlâ'nın kudretiyle kurulan bu uzuv, böylece idrâkımızın önünde bir muamma halinde dururken, onu yaratan kudreti, künhüyle nasıl idrâk edebiliriz? Hele o kudretin sahibi, o ekmel varlığı tam bir biliş ile nasıl biliriz? Allahu teâlâ'nın künh-i zâtı bir sırr-ı mutlaktır; o sırrı ancak kendisi bilir. O'nun ihataya sığmaktan münezzeh olan azamet ve ululuğu sahasına yükselmek isteyen fikirler, uçsuz bucaksız deryalara düşmüş katrecikler gibi mahvolur... biter.
Allahu teâlâ'nın hakîkatına ereceğim, O'nu ve O'nun ilmini, kudretini ihata edeceğim diye uğraşmamalı. Zîrâ bu ihata muhaldir. Böyle muhal ve imkânsız şeylerle uğraşmak Müslümanlıkta yasaktır. Çünkü bunda, faydasız yere emek ve ömür telef etmek vardır. Binâenaleyh Allahu teâlâ'yı tanımak için O'nun zâtı hakkında tefekküre dalmamak. Gayet açık ve aşikâr olan efâl ve âsârını, âlâ' ve eltâfını düşünmeli, emirlerini öğrenmeli, bitmez tükenmez lûtuflarının yollarını araştırmalı, neticesiz şeylerle değil, verimli şeylerle uğraşmalı, dünya ve âhiretin saadetini kazanmaya bakmalı.
Muhakkak surette bilinmelidir ki, kendisince faydalı şeyleri bırakıp ta neticesiz şeylerle çene yarışına çıkanlar, şeytana uymuş insanlardır.
Kainatı yöneten, bu muazzam kâinatı ve her an olup biten hâdisâtı tek başına tedbîr ve idare eden.
"Zaten onların O'ndan başka koruyucuları da yoktur."
Eşyanın maliki, onun işlerini üzerine alan ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eden manasına gelen bu isim, Cenab-ı Hak hakkında işleri çekip çevirmede tek ve bütün işleri üzerine alan, idareye malik olan, her şey kendisiyle kaim olan anlamına gelir. O’nun izni olmaksızın bir şeyin beka ve devamı mümkün değildir.
El-Valî'nin bir anlamı da, ihsan ve bağış ile nimetlendiren, belaları def edendir.
Kur'ân-ı Kerim'de bu durum şöyle ifade ediliyor:
"Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların O'ndan başka koruyucuları da yoktur."
Allahu teâlâ vâlîler, hükümdarlar yaratan ve bütün varlığı idare eden biricik ve en büyük Vâli’dir. Allahu teâlâ öyle bir vâlî-i a'zamdır ki, bütün kâinat daha yaratılmadan önce O'nun kudreti ve tasarrufu altında idi ki, tek bir emirle yokluktan varlığa çıkardı. Vakti gelince her şey ancak O'nun kudret ve tasarrufunun te'siriyle belirir ve yine ancak O'nun terbiye ve iradesiyle gelişir. Yine vakti gelince ancak O'nun iradesiyle ölür ve her şey öldükten sonra da O'nun kudret ve tasarrufu altındadır ki, onları yeniden diriltir.
Allahu teâlâ Vâlîdir. Fakat bildiğimiz valiler gibi olmaktan Müteâlî'dir. Bildiğimiz vâlîlerin, vilâyetleri içinde olup bitenler şöyle dursun, oturdukları binanın içinde ve daima temas hâlinde bulundukları adamlarının çevirdikleri fırıldaklardan bile haberleri yoktur. Onların bildikleri birlerle, bilmedikleri yüzbinlerle ifâde olunur. Tedbirlerinin ve yaptıklarının nispeti de budur. Halbuki Allahu teâlâ bütün bir hilkat âleminde neler oluyor ve daha neler olacak, bütün bunları takdîr etmiş, ta'yin ve tensip buyurmuştur. Takdirinin hükmüne göre işleri yürüten de ancak kendisidir. O hilkat âleminden, meselâ yalnız insan nev'ini alalım:
Allah, her insanın içini, dışını, kabiliyetini; istidadını ve bütün ruhî temâyülâtını bilir. İyilikle kötülükten hangisine daha fazla düşkün olduğunu ve bunların ayrıldığı noktaya gelince, hiçbir zorlama ve tazyik görmeden, kendi arzusuyla hangi tarafa yöneleceğini ve istediği gibi tasarruf etmek üzere verdiği ömrünü, servetini, mevkiini nasıl ve hangi yollarda kullanacağını en ince tafsilâtiyle bilir ve ona göre ezelde her kul için bir fihrist çizmiştir. Allah'ın çizdiği bu fihristte, kulun daha vücûdu yaratılmadan, hayâtına âit görüp geçireceği bütün hâdiseler tesbit edilmiştir. Meselâ, Ali'nin hangi tarihte, hangi sene, ay, gün, saat ve dakikada, arz küresinin hangi noktasında, hangi memleketin, hangi mahallesinin, hangi evinin, hangi odasının, hangi köşesinde ve hangi ananın rahminden ve ne suretle doğacağı ve doğduğu dakikadan i'tibâren, her an geçireceği ahvâli, ne kadar yaşayacağı, müddet-i ömründe kaç nefes alıp vereceği, ciğerlerinin ne kadar hava, mide ve bağırsaklarının ne kadar gıda sarfedeceği, santimine, milimetresine kadar, ağzından ne kadar ve ne mahiyette sözler çıkacağı, kulağının neler işiteceği, gözlerinin neler göreceği, ellerinin neler yapacağı, burnunun neler koklayacağı, ağzının neler tadacağı, kafasının neler düşüneceği, daha daha... meselâ, hangi kadınla evleneceği ve ne kadar çoluk çocuk sahibi olacağı, iyi veya kötü tekmil arzuları, tekmil dış ve iç işleri ilâ-âhirihî, orada yazılmıştır. Her kul vakti gelince dünyâya çıkar, yapıp edeceğini, görüp geçireceğini tamamladıktan sonra, iyi-kötü yaptıklarının karşılığını görmek üzere başka bir âleme geçer gider. Kirâmen Kâtibin (zabıt kâtipliği yapan melekler) herkesin işlediğini yazar. Bütün vukuat, noktası noktasına herkesin ezeldeki fihristine göre zuhura gelir, öyle ki, hiçbir harfi şaşmaz. İşte her kul için Hak'kın bu yazdıklarına (ezelî mukadderat) denir ki, kulun alın yazısı demektir. Allah yazar, vakti gelince de yazdığı gibi yapar. Her kul, yazısını görse gerektir.
Allahu teâlâ, bir tek insanın ahvâlini nasıl böyle ilmiyle, kudretiyle kuşatmışsa, bütün yaratılmışların da görüp geçireceği kâffe-i vukuatı öylece kuşatmıştır. Alemde körü körüne, rastgele kabilinden hiçbir hâdise yoktur. Ne kadar ehemmiyetsiz olursa olsun, her hâdise mutlaka O'nun münasip görmesi ve müsâade etmesiyle olur. Bir yaprağın düşmesi, harekete geçen bir zerrenin kımıldayışı hep O'nun izin vermesiyle ve iradesiyle vukua gelir.
İnsan kendini kör, sağır bir tabiatın hikmetsiz, gayesiz, ortaya fırlatıverdiği bir serseri sanmamalı, insanın şerefine yazıktır, insan böyle bir Vâlî-i A'zam'ın idaresi altında, bütün ahvâli ölçülü ve hesaplı, sicilli muntazam, varlığının önü ile sonu arasında görüp geçeceği duraklar, dönüm noktaları belli bir şahsiyet olduğunu bilmeli ve O'na karşı zulümden, haksızlıktan, sadâkatsızlıktan, terbiyesizlikten, vazifesini kötüye kullanmaktan son derece sakınmalıdır.
|
|
|