22 Ağustos 2013

42. EL-KERÎM, 43. ER-RAKÎB,44. EL-MUCÎB,45. EL-VASİ,46. EL-HAKÎM,47.


42. EL-KERÎM, 43. ER-RAKÎB,44. EL-MUCÎB,45. EL-VASİ,46. EL-HAKÎM,47. EL-VEDUD,48. EL-MECÎD,49. EL-BA'İS,50. EŞ-ŞEHÎD,

42. EL-KERÎM


Fazilet türlerinin hepsine sahip,[1011] Keremi bol. [1012]
Allah hakimlerin hakimi, her şeyden müstağni, fazilet türlerinin hepsine en çok layık, dilediğine, di­lediği kadar; dilediği şekilde, hiçbir sorguya tabi tu­tulmaksızın, istenildiği zaman bol bol ihsanda bulu­nur.
Nitekim Resulullah (s.a.v.):
"Allah ismi aziz (yegane galib); güzel ahlakı se­ven, kerim (fazilet türlerinin hepsine sahip), beyinsiz­lere ise buğz edendir" buyurmuştur.
Karşılık bekle­meksizin bol bol veren, atiyye ve ihsanda bulunan demektir, demişlerdir. Hak Tealâ'dan bize hayırlı lütufta bulunmasını niyaz ediyoruz. Şüphesiz ki O'nun her şeye gücü yeter. Bu kelime Allah ona ikram etti. Ona lütufta bulundu, ona takva ile ihsanda bulun­du. Onu günahlardan koruma lütfunda bulundu şeklinde kullanılır.
Dilciler; "Kerim", "krm" kökünden gelip şeyler­den münezzehtir. O ikramın en yücesidir, gibi cümle­ler de kullanılır.
Kerim aynı zamanda cömert manasında da kul­lanılır. Ve "O kavminin en comertidir" denilir. Bir ha­diste:
"Size bir kavmin cömerti gelirse ona ikramda bulunun" buyurulmuştur.
Bir müslüman bu sıfatla güzelleşir ve sehavetle vasıflanır.
Resulullah (s.a.v.):
"Üzüm ağacı hakkında "el-Kermü" tabirini kullan­mayın, şüphesiz ki "kerm" (cömert), müslüman bir kimsedir" buyurmuştur.
Yine Peygamberimiz (s.a.v.):
"Sehavet sahibi cömert bir kimse Allah'a, insan­lara ve cennete daha yakın, cehennemden ise uzaktır. Cimri ise Allah'tan da insanlardan da cennetten de uzak; cehenneme daha yakındır" buyurmuştur.
Her şeyden müstağni, fazilet türlerinin hepsine sahip olan Allah:
"Kim (Allah huzuruna) iyilikle ge­lirse ona getirdiğinin on misli vardır" [1013] buyuru­yor.
"Mallarını Allah yolunda harcayanların örne­ği, yedi başak bitiren bir dane gibidir ki, her ba­şakta yüz dane vardır." [1014]
İşte bunlar dünya hayatındaki iyiliklere karşılık  ecirlerdir. Fakat Allah'ın lütuf kapısı açıktır. Al­lah için İhlâs ile yapılan amele Allah katında kat be kat ecir vardır.
"Allah  dilediğine kat  kat fazlasını verir.  Allah'ın ilmi geniştir." [1015]
Bu ziyade, büyük ecir bazen sınırsız olabilir.
"Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir."[1016]
"Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza, görür. Kim de kadın veya erkek, mü'min olarak faydalı bir iş yaparsa işte onlar, cennete girecek­ler, orada onlara hesapsız rızık verilecektir." [1017]
Bu ne güzel hesap! Bu ne büyük ecir! Bu mükâ­fatlar ancak cömert ve fazilet sahibi Allah tarafından verilebilir.
Bilakis Kerimu'l-avf olan Cenab-ı Hak'tan bun­dan daha fazlasını umuyor, bu güzel vaadler karşı­sında Allah'a ziyadesiyle hamdediyoruz. Cenab-ı Hak vadediyor:
"Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bu­lunanlar başkadır; Allah onların kötülüklerini iyi­liklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin mer­hamet sahibidir." [1018]
Nebi (s.a.v.) Allah'ın afv ve keremine dair bun­dan daha fazlasını haber vermiştir. Peygamber (sav):
"Şüphesiz ben cennet halkının sonunun cennete girmek olduğunu, cehennem halkının sonunun ise ce­hennemden çıkmak olduğunu biliyorum. Bir adam ge­tirilir ve O'nun küçük günahlarından vazgeçin, büyük günahlarını ise kaldırın" denilir. Bunun üzerine onun küçük günahlarından vazgeçilir ve:
“Şu gün şöyle şöyle bir fiil işledin. Veyahut şu şu gün şöyle şöyle bir amel işledin mi?” diye sorulur. O da:
“Evet,” der. Günahının inkar edilmesine güç yetiremez, O büyük günahlarının affedilmesini ister. Bu­nun üzerine
“Senin her kötülüğünün karşılığında iyiliğin var,” denilir. Bunun üzerine kul,
“Rabbim ben bura­da gördüklerimi şurada işledim" der." Ravi diyor ki; ,
"Andolsun   ki  Resulullah'ı,   bu  esnada  gülerken  gör­düm. Öyle ki onun azı dişleri göründü."
Allah hakkında kullanılan ululuk ve mutlak ke­rim anlamındaki "kerim" lafzı Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçmektedir.
"... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük yapana gelince; o bilsin ki, Rabbimin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahi­bidir." [1019]
"Ey insan, ihsanı bol Rabbine karşı seni alda­tan nedir?" [1020]
Resulullah (s.a.v.) ayette geçen "insanı aldatan şeyin" onun bilgisizliği olduğunu açıklamıştır. Doğ­rusu insanı aldatan şey "insanın kendi ahmaklığı ve şeytanın aldatmasıdır", denilmiştir. Bunun için "ko­vulmuş şeytanın şerrinden her şeyi bilen ve işiten Al­lah'a sığmıyoruz" deriz.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, kerim­lerin en kerimi, avfı bol Ekremü'l-Ekremin'dir. [1021]
Allahu teâlâ bâzı kulları hakkında keremiyle, bâzı kulları hakkında da intikâmiyle muamele buyurur, emir ve irâde O'nundur, O'na hesap soracak, niçin böyle ettin diyecek bir kudret yoktur. Allahu teâlâ Kerîm'dir, muktedirken affeder, va'd edince sözünü yerine getirir. Allah, iyilik edenlere mükâ­fat va'd etmiş ve bu va'd, kullar için bir hüccet olmuştur. Al­lah'ın bu va'dini yerine getirecek iyiler, behemehal mükâfatını bulacaklardır. Bir de tehdit ma'nâsına (vaîd) vardır. Allah, kullarının kötülük yapıp da mücâzât görmelerine razı olmadı­ğı için, kendilerini azâb ile tehdit etmiştir. Vaîd budur. Bu vaîd hükmünce, günah yüküyle huzuruna gelen kulların hepsi de azâb ile mahkûm olmak îcâb ederken, O dilediğini adliyle muaheze eder, dilediğini keremiyle afveder. Demek ki, bâzı kulları hakkında vaîdini infaz etmemesi de O'nun lûtf ve kere­midir.
Yine O'nun lûtf ve keremidir ki, bâzı kullarına umduğun­dan ziyâde ihsan eder. Çok meşakkatli olmayan bâzı ibâdetle­re, yine o cinsten kat kat meşakkatli olanların sevabından daha çok bir sevab tahsis buyurur. Nitekim bâzı zamanlarda, bâzı mekânlarda yapılan bir ibâdete diğerlerinden fazla sevap tahsis edilmiştir. Meselâ, mübarek gecelerde ve Harem-i Şerif gibi mübarek yerlerde yapılan ibâdetler imtiyazlıdır.
Kendine sığınan düşkünleri, kimsesizleri reddetmez. Huzuruna çıkmak için vâsıtalar aranmasına da müsâade etmez. Yarın, hesab ve muhakeme gününde, bâzı kullarını inceden in­ceye hesaba çektiği halde, bâzılarını da hafifçe geçiverir. Bü­tün bu saydıklarımız, mahzâ Allah'ın keremi eseridir. Bu gibi tahsisat da
(Yef alü'llâhü mâ yeşâ'ü ve yakümü mâyürîd) hükümlerindendir; başka sebeb de aranmaz. Bunların hepsinde, ancak Allahu teâlâ'nın kendi bildiği hikmetleri vardır. [1022]

Allahu Teâlâ'nın Kerim İsminden Nûr Ve Feyz Alan Bahtiyar Kullar:


Ferde veya cemiyete karşı, iyi bir iş yapamadıkları gün fe­rah olmazlar. Burada şu noktayı nazar-ı dikkate arzetmek iste­riz: Bilindiği gibi, iyilik yapanlar çok taciz edilir, katlanmak büyüklüktür. Meyvesiz ağaca kimse taş atmaz, meyvalı ağaca atarlar, yâni zahmet verirler, iş bitiren, iyilik seven rahatsız edilir. Çünkü uzaktan, yakından dilek sahipleri etrafına üşü­şür. Bilinmelidir ki, bu, Allah'ın büyük bir iltifatıdır, teşek­kür etmek lâzımdır. Çünkü Allah, kulunu bu hizmetine kabul etmekle, onun şerefini arttırmıştır. Acizlik getirmemeli. Bir de kat'iyyen gurura sapmaman, bu tehlikelidir. Düşünmelidir ki, Allahu teâlâ bu şerefi hiç vermeseydi veya vermişken geri alsaydı, kul bu imkânları nereden bulacaktı?
Allah'ın lûtf ve keremine karşı, kişinin ümitsizliğe kapıl­ması da tehlikelidir. Bunun için bir adam ne kadar kötü, ne ka­dar günahkâr olursa olsun Allah'ın afv ve kereminden ümitsiz­liğe düşmesi doğru değildir -küfür üzerinde ölmedikçe- çünkü ümitsizlik ancak leîm olanlara karşı duyulur ve meselâ, bu adam leîmdir, bundan asla hayır gelmez denir. Allahu teâlâ ise kerîmlerin ekremi, leîmlerin düşmanı, rahimlerin erhamıdır. [1023]

43. ER-RAKÎB


Gözetleyip, kontrol eden, [1024] bütün varlık üzerinde gözcü, bütün işler murakabesi altında bulunan. [1025]
"Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." [1026]
Noksan sıfatlardan münezzeh her şeyi kontrol eden Allah (c.c.) bize şah damarımızdan daha yakın­dır.   Kullarının fiillerinden hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Cenab-ı Hakk:
"Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ken­disine fısıldadıklarını biliriz ve biz ona şahdamarından daha yakınız." [1027]
"Er-Rakib" Kur'an-ı Kerim'de üç yerde zikredil­mektedir.
1. "Ben onların içinde olduğum sürece onları kolladım, fakat sen beni vefat ettirince onları gö­zetleyen (yalnız) Sen oldun. Sen herşeyi görensin."[1028]
2. "Allah her şeyi gözetler."[1029]
3. "Adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten de sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir." [1030]
er-Rakîb, gönüllerde gizlenen şeyleri bilen ve herkesin yaptığını görüp gözeten, murakabe ve kontrol eden demektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir." [1031]
er-Rakîb, bütün mahlukatı koruyup gözeten ve onları en güzel bir düzen içerisinde ve mükemmel bir şekilde idare eden Allah Teâlâ'dır. [1032]
Allahu teâlâ, bütün varlık üzerinde bir râsıd gibi her lâhza gözetip duran bir şâhid, bir nazırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına göre karşılığını verir. Onun için ellerine geçirdikleri kuvvetle, Allah'ın kullarına musal­lat olarak yer yüzünde akıl ve hayâle gelmez binbir çeşit fesat çıkaran azgın bozguncular, vakti gelince Allah'ın azabından kaçıp kurtulacaklarını asla ummasınlar. [1033]

Kula Gereken Şey:


Kendi iç âleminde, Allah'a karşı gaflet ve muhalefete dü­şürmek için düşmanlarının entrikalarını dâima murakabesi ve yumruğu altında tutup, teşebbüslerini boşa çıkarmağa çalış­maktır. Buna muvaffak olan ne büyük kahramandır.
Hiç kimseyle muamele yapmamış, yumuşak huylu bir in­sanın bile, kendi iç âleminde iki düşmanı vardır: Nefs, şeytan. Şeytan, insanın yükseldiğini çekemeyen, çok tehlikeli ve kor­kunç bir düşmandır. Nefs de, maddî zevklere pek düşkün ve bunların te'mîni için, sahibini muhataralara süren dahilî bir düşmandır. Şeytan haset yüzünden, geçici hevesleri yaldızlıyarak ileri sürer. Nefs de, buna imrenir, cehalet ve ahmaklık yüzünden, şeytan gibi, ilk babamızdan kalma, kadim bir düş­mana yardakçılık eder. Biri içerden; öteki dışardan, iki düşman birleşerek bizi ve ömrümüzü, yâni bugün şu saat elimizde bu­lunan maddî ve ma'nevî kuvvetlerimizi, dâima fânî ve kıymet­siz şeylerle oyalamağa, ömrümüzün o kıymetli saatlerini ge­çici şeylere harcayıp boşu boşuna tüketmiye, yüksek ve baki kazançlardan mahrum etmiye çalışırlar, işte asıl murakabe edilecek düşman bunlardır. [1034]

44. EL-MUCÎB


Dilek ve dualara karşılık veren,[1035] kendine yalvaranların isteklerini veren. [1036]
"Çünkü Rabbim (kullarına) çok yakındır, (dua­larını) kabul edendir." [1037]
Noksan sıfatlardan münezzeh Rabbim insana şahdamarından daha yakındır. Dilek ve dualara he­men icabet eder. Öyleki bir kimse dua ettiği zaman onun duasına karşılık verir. Allah'tan kendisine ve Resulüne itaat etmekle bize icabet etmesini niyaz ediyoruz.
"Ey inananlar! Hayat verecek şeylere sizi ça­ğırdığı zaman, Allah ve Resulüne uyun." [1038]
"İşte Rablerinin emrine uyanlar için en güzel (mükâfat) vardır." [1039]
El-Mucib şeklinde şu ayetlerde geçmektedir.
"O halde O’ndan mağfiret  isteyin; sonra da O'na tevbe edin. Çünkü Rabbi (kullarına) çok yakındır, (dualarını) kabul edendir."[1040]
"Andolsun, Nuh bize yalvarıp yakardı. Biz de duayı ne güzel kabul ederiz!" [1041]
"el-Mücîb", dua edenlerin duasını, istekte bulunanların isteğini ve ibadet edenlerin ibadetini kabul eden demektir. O'nun icabeti iki tülüdür:
1. Genel icabet: Dua eden ve ibadet eden herkese icabet etmesidir. Allah (c.c.) buyurur ki:
"Rabbiniz; Bana kulluk edin ki size karşılığını vereyim." [1042]
Talep duası, bir kulun "Ya Rabbi bana şunu şunu ver" veya   "Beni şundan şundan koru" demesidir. Böyle bir dua   iyi insanlardan da, günahkar insanlardan da vaki olur. Allah Teâlâ da bu tür dualarda, dua eden herkese duruma göre ve hikmeti gereği icabet eder. Bu, Mevla'nın keremine, iyi ve kötü herkese ihsanının şümulüne delâlet eder. Sadece duanın kabulü, duası kabul edilen kişinin iyi haline delâlet etmez. Ancak bununla birlikte onun iyiliğine   ve doğruluğuna delâlet eden başka emareler bulunursa o zaman kişinin iyi halli olduğu anlaşılır. Mesela   peygamberlerin   kendi kavimleri lehine  veya  aleyhine  dua edip de bu dualarının Allah tarafından kabul edilmesi onların verdikleri haberlerde doğruyu  söylediklerine  ve Rabbleri katındaki değerlerinin yüksekliğine delâlet eder. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v.) çoğu kez, kabul edildiğini müslümanların ve başkalarının bizzat müşahede ettikleri   dualar ederlerdi. Bu, onun peygamberliğinin delillerinden ve doğruluğunun alametlerindendir. Allah'ın veli kullarının  kabul edilen dualarıyla ilgili  anlatılan pek çok şey de böyledir.  Bunlar da onların Allah katındaki kıymetlerinin birer delilidir.
2. Özel icabet: Bunun gerçekleşmesi için de pek çok sebep vardır. Mesela bunlardan birisi başına büyük bir sıkıntı gelip de zorda kalan kişinin yaptığı duadır. Şüphesiz ki Allah böyle bir kişinin duasını kabul eder. Ayet-i kerimede Yüce Allah şöyle buyurur:
"(Allah'a ortak koştukları putlar mı hayırlı) yoksa darda kalana kendine yalvardığı zaman karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı gideren Allah mı hayırlı?"  [1043]
Bunun sebebi; kişinin Allah'a olan ihtiyacının şiddeti, son derece çaresizlik içinde kalması, yaratıklarla ilgisinin kesilmesi ve Allah'ın rahmetinin bütün mahlukatın ihtiyaçlarını kuşatacak şekilde geniş olmasıdır.
Duanın kabulünün sebeplerinden birisi de uzun bir yolculuk ve Allah'ın isimleri, sıfatları ve nimetleri gibi O'nun en çok .sevdiği vasıtalarla Allah'a tevessül edilmesidir.
Hastanın, mazlumun ve oruçlunun duası, ebeveynin evladına, evladın ebeveyne olan duası, namazların arkasında, seher vakitlerinde, ezan ve ikamet arasında, nida esnasında, yağmur yağarken, şiddetli sıkıntı anında ve bunlara benzer önemli ve mübarek vakitlerde ve durumlarda yapılan dualar da böyledir. [1044]
"Muhakkak ki Rabbim (kullarına) çok yakındır ve (dualarını) kabul edendir." [1045]
Allahu teâlâ kuluna, kulundan daha yakındır. Bundan mak­sat, mekân veya cihet yakınlığı değildir. Çünkü bir mekânda veya cihette bulunduğunu kabul etmek, ordakilerine daha ya­kın, başka yerdekilerine daha uzak gibi, ulûhiyyete yaraşmıyan bâtıl netîceler doğurur. Allah'ın her zerreye, her noktaya yakınlığı müsavidir. Onun için ne kadar içten olursa olsun, kendisine yalvaranları bilir ve yalvarmalarını işitir. Biz baş­kalarının bize karşı ricalarını işidip duruyoruz ve kendilerine cevab da verebiliyoruz; yâni ricalarını elimizden geldiği kadar is'af ediyoruz. O halde bize bu sıfatı bahşeden ve bize bizden daha yakın bulunan Allahu teâlâ'ya arzettiğimiz dualarımızı, münâcâtlarımızı, her türlü dileklerimizi daha evvel işittiğine îmân etmemiz zarurî olur.
Allahu teâlâ kendisinden ne istendiğini işitir. İstiyeni ve istediği şeyi bilir, dilerse lâhza içinde verir; dilerse bir zaman sonra verir, dilerse hiç vermez.
Bâzan ihtiyaçlarının bertaraf edilmesi için, şuna buna müracaat niyetinde bulunan bir kulunun ihtiyaçlarını, onun müracaat etmek istediği yerlerin gayrisinden gönderir. Bu suretle, o kulunu isteme zilletinden saklar, bâzan da bir kulunun dostları, ahbabları, sevdikleri birleşir; onun pürüzlü işlerini düzeltmek ve yoluna koymak için elbirliğiyle çalışırlar da hiçbir şeye muvaffak olamazlar. Sonra Allah, o işleri başka yollarla halleder, kulunu minnet yükü altında kalmaktan kur­tarır.
Velhâsıl, Allah'ın her kuluna ayrı bir muamelesi vardır. Kula yaraşan istemektir. Ondan sonra kendi hakkında, Hak'dan ne muamele zuhur ederse, ona memnunlukla razı ve teslim ol­maktır. [1046]

Câhîl Tabiiyyeciler:


Câhil tabiiyyeciler, namaz, oruç ve Allah'a yalvarmak gi­bi, insanların ancak nezâhet ve fazîletde yükseldikleri zaman anlayabilecekleri ibâdetleri, faydasız ve lüzumsuz telâkki edi­yorlar. Hele bunlardan bâzı müfritlerin, namaz kılıp, oruç tu­tanları hor görmesi, Müslümanların toplaşarak rahmet duala­rına çıkmalariyle veya umûmî âfet ve belânın kaldırılması için Hak'tan niyazda bulunmalariyle alay etmesi ne kadar kaba bir vahşîlik, ne kadar büyük bir edepsizliktir. Bunlar Allahu teâlâ'nın-hâşâ- bilmez, işitmez, kör, sağır bir kuvvet olduğu­nu sanıyorlar. Kendisine kulluk etmenin ve yalvarmanın boş olduğunu söylüyorlar, insan gibi şuurlu bir mahlûkun kendini yoktan var edip, gören, işiten, düşünen, fikirlerini başkaları­na anlatan bir hâle koyan Yaradan'ı hakkında, bu kadar derin bir sapıklığa saplanması ne fecî bir körlük ve sağırlıktır. Bu sıfatlar Allah'ta yoksa ve Allah yaratmadıysa, acaba kendileri onları nereden ve hangi kaynaktan almışlardır? Güneşten daha açık olan bu hakikati inkâr etmelerinin tek sebebi, heveslerine kul ve köle olmayı, Allah'a kul olmaktan üstün tutmalarından başka bir şey değildir. Heveslerine esir olanlar, dünyâda da, âhirette de ziyan ve ızdırap içindedirler. Bunların bol dünyalık bulanlarına bile imrenilmez. Çünkü bu dünya bolluğuna rağmen -Allah kendilerine ağız tadı vermediği için- onların dışarı taşan çeşitli ıztıraplarından başka, kalplerinin derinliklerin­de, kimseye söyliyemedikleri bir takım sızılar vardır ki, içle­rini daima kemirir durur. [1047]

Kula Gereken Şey:


Hususî ve umûmî bütün ihtiyaçların te'mîn ve tesviyesi için birbirlerinden faydalanmak üzere, arzda yaşayan bütün in­sanların birbirlerine müracaatları ve "yardımlaşma" isteği doğru ise de, insan kudretinin üstünde bulunan işler için yine insanlara müracaat etmenin doğru olmadığını bilmek lâzım­dır. Çünkü, insan kudretinin üstünde olan her müşkülü ancak Allah açar ve böyle bir şeyi Allah'tan başkasından istemek onu Allah'a denk tutmak olurki, bu küfürdür, şirktir.
Esbabı bilinmeyen, çâresi bulunmayan hüccetler vardır ki, bunlara "ıztırar hâli" derler; bu hallerde yalnız Allah'a il­tica edilir ve yalnız Ondan istimdat umulur ve ancak Ondan yardım istenir. Böyle çaresizlik zamanlarında, câhil tabiiyyecilerin hangi kapıya baş vurduklarını bilmem, fakat Mücîb, Rahîm, Kerîm bulunan Allahu teâlâ'ya inanmış olanlar kalblerinin bütün samîmiyetiyle O'na yalvarırlar. Metanet ve so­ğukkanlılıkla ezelî mukadderat hükmüne kendilerini teslim ederler, nihayet böyle ıztırar hallerinde kendisine iltica eden­ler hakkındaki Allah'ın va'di gelir, çok defa umulmıyan yer­lerden selâmet kapıları açılıverir. [1048]

45. EL-VASİ'


İlmi ve merhameti her şeyi kuşatan, [1049] geniş ve müsâadekâr. [1050]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın ilmi ve merhameti her şeyi kuşatmıştır. Allah Tealâ şöyle buyuruyor:
"Rahmetim herşeyi kuşatır. Onu, sakınanla­ra, zekatı verenlere ve ayetlerimize inananlara ya­zacağım." [1051]
Allah'ın ilmi her şeyi kuşatır. Bu durum Kur'ân-ı Kerim'de 7 defa geçmektedir.
1. "Her nereye yönelirseniz, Allah'ın yüzü (za­tı) oradadır. Şüphesiz ki Allah(ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O, her şeyi bilendir." [1052]
2. "Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." [1053]
3. "Allah dilediğine kat kat fazlasını verir. Al­lah'ın lütfü geniştir. O her şeyi bilir." [1054]
4. "Allah size katından bir mağfiret ve bir lü­tuf vaadeder. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir." [1055]
5. "De ki: Lütuf ve ihsan Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Allah'ın rahmeti geniştir. Ve o her şeyi hakkıyla bilir." [1056]
6. "Bu Allah'ın, dilediğine verdiği lütuftur. Allah'ın lütfü ve ilmi geniştir." [1057]
7. "Eğer fakir iseler, Allah lütfü kereminden onları zenginleştirir. Allah'ın lütfü ve ilmi geniş­tir.”[1058]
Allah'ın mağfireti boldur. Ayetlerde bu, şu şekil­de ifade ediliyor:
"Ufak tefek kusurları dışında, büyük günah­lardan ve edepsizliklerden kaçınanlara gelince, bil ki Rabbin affı bol olandır. O, sizi daha topraktan yarattığı zaman ve siz annelerinizin karınlarında bulunduğunuz sırada (bile), sizi en iyi bilendir. Bu­nun için kendinizi temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten sakınanı daha iyi bilir." [1059]
Allah hikmeti bol olandır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Eğer (eşler) birbirlerinden ayrılırsa Allah, bol nimetinden her birini zenginleştirir. (Diğerine muh­taç olmaktan kurtarır) Allah'ın lütfü geniş, hikmeti büyüktür." [1060]
El-Vasî, Kur'ân'da dokuz defa zikredilmiştir. [1061]
Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Allah size katından bir mağfiret ve bir lütuf vâdeder. Allah herşeyi ihata eden ve her şeyi bilendir."[1062]
Allah. Teâlâ'nın sıfatlarının ve bu sıfatlarının taalluk ettiği şeylerin kapsamı çok geniştir. Kimse O'nu hakkıyla methü sena edemez. Bilakis O, ancak kendisinin kendisini övdüğü gibidir.
Azameti ve egemenliği çok geniştir, lütuf ve ihsanı yaygındır. Cömertlik ve ikramı çok büyüktür. [1063]
Allahu teâlâ'nın kudreti ve rahmetinin ve diğer bütün sı­fatlarının genişliği ve tükenmezliği, her zerrede görülüp duru­yor, fakat insana en yalan yine kendi şahsıdır. İnsan kendi var­lığında bu yüce sıfatların izlerini, nişanlarını daha iyi görebi­lir. Meselâ, insanların seslerine, konuşmalarına, simalarına, tavırlarına dikkat edilsin. Bütün insanlar, hep ayni maddeden ve ayni unsurdan yaratıldıkları halde, birbirinin tamâmiyle ayni olarak iki ses işitilemiyor. Bunu, kulak farkediyor. Bir­birinin tamâmiyle aynı iki sîmâ görülemiyor. Bunu da göz ayırıyor. Yeryüzünde yaşıyan milyonlarca insanlardan sureti, sîreti, tavrı tamâmiyle birbirine benzeyen iki insan bulunamıyor.
Sonra insanlar arasında, bilgisi geniş, ihtisas sahipleri görüyoruz, bilgilerinden herkes faydalanıyor. Çok zengin ve merhametli insanlar vardır ki, dâima geniş ölçüde yardım et­mekten zevk alır ve bunu yapmağa fırsat bulamadığı zaman keder duyar. Bâzı insanlar da vardır ki, gönülleri denizler kadar geniştir, terbiyesiz ve münasebetsiz hareketlerle karşılaşınca birdenbire hiddetlenip bulanmaz. Tahammülü geniştir, âkilâne ve hakîmâne davranır, birçok yolsuzların yola gelmesine sebep olur. Nasıl ki, denizler de, bir çok süprüntü ve daha baş­ka kirli şeyler atıldığı halde bulanmaz. Eğer Allah, insanlarda El-Vâsı' isminin izlerini bu suretle göstermemiş olsaydı, in­sanlar içinde yüksek mütehassıslar yetişmez, eli bol cömert­ler görülmez, geniş yürekli insanlar bulunmazdı. Onlar bu­lunmayınca da onların yüzünden görülen faydalar hâsıl olmaz­dı. Şu halde, fayda verenlerle fayda görenler hep beraber Al­lah'a yönelip, bu ni'metinden dolayı hamd ü sena etmeleri lâzım gelirken, ne yazık ki, bu günkü dünya Allah'ı tamâmiy­le unutmuş bir vaziyette bulunduğundan, nimete nail olanlar azmış, tuğyan etmiş, ötekiler de onlara tapmış, boyun eğmiş, aralarında Allah'ı bilenler hor ve hakîr kalmıştır. [1064]

Kula Gereken Şey:


Kul bilmelidir ki, Allahu teâlâ Vâsi'dir. Yâni O'nun ilmi, rahmeti, kudreti, afv ve mağfireti geniştir ve her şeyi kapla­mıştır. Allah'ın ilminden hiçbir şey gizlenemez; öyle ise her nerede olursa olsun kötülükten utanmalı. Kudretinden hiçbir şey kurtulamaz; Öyle ise fenalıktan çekinmeli. Merhameti boldur, öyle ise ancak O'na dönmeli. Suçları bağışlamakta, emir ve nehyinde genişliği sever. Binâenaleyh ümitsizliğe ka­pılmamalı ve ilâ-âhirihî. [1065]

 

46. EL-HAKÎM


Bütün emirleri ve işleri yerli yerinde olan, [1066] buyrukları ve bütün işleri hikmetli. [1067]
Allah (c.c.) her şeyi ölçüsüne göre yaratan, ted­birini en güzel yapandır. Bütün emir ve işlerini yerli yerince yapan hikmeti bol, ilmi geniş olan Yüce Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Hikmet, her şeyin en iyi yönünü, en üstün bir ilimle bilmek demektir. Hikmet adalet, düzen, doğruluk ve ilmin toplamına denildiği söylenmiştir.
El-Hakîm, hikmet sahibine tazim ifade eden bir kip olup manası bütün emir ve işlerinde yerli yerinde olan hikmetin de azamet sahibi manasını taşır.
El-Hakîm, Kur'an-ı Kerim'de bütün sûrelerin toplamında 91 yerde zikredilmiştir. Bunlar: "Ve hüve'1-azizü'l-hakim" (O aziz ve hikmet sahibidir.) "Ve hüve'l-alimu'l-hakim" (O her şeyi bilen ve hikmet sa­hibidir.) "Ve hüve'l-hakimu'l-alim" (O hikmet sahibi ve her şeyi bilendir.) "Ve huve'l-hakimu'l-habir" (O, hikmet sahibi ve her şeyden haberdardır.) "Ve huve'l-tevvabu'l-hakim" (O tevbeleri kabul eden hikmet sahibi.) "Ve huvel-aliyyu'l-hakim" (O hikmet sahibi yü­cedir.) "Ve huve'l-vasiu'l-hakim" (O ilmiyle ve merhametiyle her şeyi kuşatan hikmet sahibidir.)" şek­linde geçmektedir.
"Allah'tan başka ilah yoktur. Muhakkak ki Al­lah, evet O, mutlak güç ve hikmet sahibidir." [1068]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır." [1069]
Allah Teâlâ hakimdir, mahlukatı arasında verdiği hükmün ve hikmetin kemaliyle muttasıftır. Hakim, geniş ilmi olan, işlerin başlangıcı ve sonucunu bilen, her yönüyle övülen, eksiksiz güç ve kudret sahibi ve rahmeti bol olandır. O, her şeyi yerli yerine koyan, yaratması ve idare etmesinde herşeyi layık oldukları yere yerleştirendir. Ona hiçbir soru yöneltilemez, hikmetine laf edilemez.
O'nun hikmeti iki türlüdür:
Birincisi; O'nun yaratmasındaki hikmettir. O, mahlukatı hak üzere yaratmıştır. O'nun yaratması hakkı ihtiva etmektedir. Bütün mahlukatı en güzel nizam ile yaratmış, en mükemmel şekilde tertip etmiş ve her yaratığa kendisi için en uygun yaratılış biçimini vermiştir. Hatta bütün mahlukatın her bir parçasına ve bütün canlıların her bir organına kendi biçimini ve şeklini vermiştir. Hiç kimse O'nun yaratmasında en ufak bir boşluk, bir eksiklik, bir bozukluk göremez. Bütün insanlık âleminin akılları bir araya gelse dahi, Rahman'ın yaratmasının bir benzerini veya O'nun kainata yerleştirdiği sağlam ve güzel nizama yakın bir nizamı teklif edemezler. Onların buna nereden gücü yetecek ki, içlerinden en akıllıları ve filozofları O'nun hikmetlerinden pek çoğunu tanıdıklarını zannederler;  halbuki onlar kainattaki nizam ve intizamın ancak bir kısmım görebilmişlerdir. Bu husus, O'nun büyüklüğünün, sıfatlarındaki mükemmelliğinin, yaratma ve idare etmedeki sonsuz hikmetlerinin bilinmesi île malum olan kesin bir gerçektir. Allah, kullarına meydan okumuş ve yaratılışta herhangi bir bozukluk ve eksiklik var mı diye kainata tekrar tekrar bakmalarını ve düşünmelerini emretmiştir. Böyle yapsalar dahi gözler mutlaka yorgun olarak geri dönecek ve O'nun yaratıklarından herhangi bir şeyi tenkidden aciz kalacaklardır.
İkincisi; şeriatinde ve emirlerindeki hikmettir. Şüphesiz ki Allah Teâlâ şeriatlar ve kanunlar koymuş, kitaplar indirmiş ve kendisini kullara tanıtsın ve nasıl kulluk edeceklerini öğretsinler diye peygamberler göndermiştir. Hangi hikmet bundan daha güzeldir ve bundan daha büyük bir lütuf ve iyilik olabilir mi? Çünkü Allah Teâlâ'yı tanımak, hiçbir ortak koşmaksızın sadece O'na kulluk etmek, ihlasla O'na ibadet edip hamdetmek, O'na şükretmek ve sena etmek, kullarına O'nun kesinlikle en büyük ihsanıdır ve en değerli nimetidir. Bu, ebedî saadete ve cennet nimetlerine kavuşmanın yegane sebebi olduğu gibi, dünyada da en büyük saadettir, kalplerin ve ruhların sevincidir. O'nun şeriatı ve emirlerinde, bütün iyiliklerin kaynağı, zevklerin en mükemmeli, yaratılışın, ceza ve mükafatın, cennet ve cehennemin yaratılış gayesi olan bu büyük hikmetten başkası olmasaydı bu dahi yeterli olurdu.
Bu böyledir. O'nun şeriatı ve dini her türlü hayrı ihtiva eder. O'nun verdiği haberler kalpleri ilim, yakın, iman ve sağlam akide ile doldurur. Kalpler onlarla doğru yolu bulur ve sapmaktan kurtulur. Bütün güzel huylar, salih  ameller ve hidayetler bu haberlerle elde edilir. O'nun emirleri ve yasakları en büyük hikmeti, din ve dünyanın ıslahını ve imarını ihtiva eder. Allah Teâlâ kulların ya tamamen veya çoğunlukla iyiliklerine olan şeyden başkasını emretmez. Yasakladığı şeyler de ya tamamen veya çoğunlukla zararlarına olan şeylerden başkası değildir.
Kalplerin, ahlâkın ve amellerin düzeltilmesi gayesi İslâm şeriatının hikmetindendir. Bu gaye, dünyanın ıslahı içindir. Dünya işleri ancak Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği hak din ile gerçek mânâda düzelebilir. Bu, her akıl sahibinin gördüğü bir gerçektir. Çünkü Muhammed ümmeti, bu dini bütün esaslarıyla ve insanları yönelttiği prensipleriyle ayakta tuttuğu zaman onlar son derece istikamet ve iyilik üzere olmuşlardır. Ondan uzaklaştıkları, yönelttiği şeylerin çoğunu terkettikleri ve yüce prensiplerinin kılavuzluğundan vazgeçtikleri zaman dinleri bozulduğu gibi dünyaları da bozulmuştur. Aynı şekilde kuvvet ve medeniyette büyük bir seviyeye ulaşmış diğer milletlere de bak... Fakat onlar dinin ruhundan, rahmetinden ve adaletinden uzak kaldıkları zaman sahip oldukları medeniyetin zararı faydasından, kötülüğü iyiliğinden büyük olmuştur. Bilim adamları, düşünürleri ve siyaset adamları bu uygarlığın sebep olduğu kötülükleri önlemede acze düşmüşlerdir. Aynı hal üzere devam ettikleri sürece buna asla güçleri yetmeyecektir. Bu sebeple Hz. Muhammed'in (s.a.v.) getirdiği din ve Kur'an'ın, onun ve getirdiği şeylerin doğruluğunun en büyük delili oluşu da Allah'ın hikmetindendir. Çünkü bu din sağlamdır, eksizsizdir ve ona ancak Kur'an'la ulaşılır.
Özetle "el-Hakîm"  ismi  bütün  mahlukat  ve şer'î hükümlerle ilgilidir. Bunların hepsi yerli yerincedir, hiçbirisinde bir fazlalık ve eksiklik yoktur. Allah Teâlâ, kaderi hükümlerinde, şer'î hükümlarinde ve cezai hükümlerinde "Hakîm"dir. Kaderi hükümlerle şer'î hükümler arasındaki fark şudur: Kader, O'nun yaratmasına ve takdir etmesine bağlıdır. Allah'ın dilediği şey olur, dilemediği şey olmaz. Şer'î hükümler O'nun koyduğu kurallarla ilgilidir. Kul, bu ikisinden veya birisinden uzak olamaz. Kim Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeyi yaparsa onda bu iki hüküm birleşmiş olur. Kim buna aykırı bir iş yaparsa onda da kaderi bir hüküm ortaya çıkar. Onun yaptığı şey Allah'ın kazası ve kaderi ile vaki olmuştur. Allah'ın sevdiği ve razı olduğu şeyi terketmiş olduğundan şer'î hükmün içinde bunun yeri yoktur. Hayır ve şer, itaat ve isyan hepsi kaderi hükümlerle ilgili ve onlara tabidir. Bunlardan Allah'ın razı olduğu ve sevdiği şeyler ise şer'î hükümlere tabidir ve onlarla ilgilidir. [1070]
Hakim, hikmet sahibi demektir. Allahu teâlâ'nın buyruk­ları ve yasakları hep hikmettir ve kullar için, hayr ve menfaat kaynağıdır. Bu buyruklar Kitap ve Sünnet'in ta'rîfine göre îfâ edilirse, ona mahsus hayr ve menfaat husule gelir, insanlar bilmediğini öğrenir, her an terakkî eder, fakat îfâ edilmezse hayr ve menfaat kesilir, terakkîde durur.
Allah'ın yasak ettiği şeylere dikkat edilsin. Her biri insan­lar için birer âfettir. Bu âfetleri, haram ve halâli yaratan Al­lah'tır. Onları yapabilecek kuvvet ve kudreti veren de O'dur. Bununla beraber haramı yasak eden, halâli mubah kılan da O'dur. Bundaki hikmeti, imtihandır. Bu imtihanla herkes ken­di kıymetini ve insanlar birbirlerinin sadâkat derecelerini öğ­renmiş olacaklardır. Yoksa Allahu teâlâ, yasak ettiği şeylere riâyet edenlerle etmîyenleri, daha kendilerini yaratmazdan ön­ce biliyordu.
Allahu teâlâ'nın hiçbir işi de hikmetsiz ve faydasız değil­dir. Fakat gerek emir ve nehiylerindeki, gerek işlerindeki hik­met ve fâidelerin gayesi, kâinatın intizâmı ve mukadder olan vakte kadar devamıdır. Yoksa kendi zâtına âit bir menfaat de­ğildir. Çünkü Allah'ın hiçbir şey'e ihtiyacı yoktur ve hiçbir beklediği de yoktur. Kâinatın küçük bir modeli olan vücûdu­muza şöyle bîr ibret gözü ile bakarsak görürüz ki, varlığımızdan her uzvun bir hizmeti vardır ve her şey yapacağı hizmete uygun olarak yaratılmıştır. Hiçbir şey hizmetinde aksaklık göstermez, sû-i isti'mâl yapmaz. îşte a'zâmızın birbirine uy­gunluğu, sadâkati ve hizmetini güzel yapması sayesindedir ki, "menfaat-i müştereke" meydana geliyor.
Menfaat-i müştereke dediğimiz, eceli tamamlanıncaya ka­dar, ferdin yaşamasından ibarettir. Ferdin yaşaması için vücû­dumuzda ayrı ayrı hizmet gören birçok makinaların birleştiği müşterek hedef de, vücûde lâzım olan gıdanın alınıp üğünmesi ve vücûda muzır maddelerin dışarıya atılması... Modelde gör­düğümüz bu tertip ve intizâmın bütün kâinatta da böyle oldu­ğuna şüphe yoktur. Kâinatın her cüz'ü, sadâkatle yapmakta ol­duğu vazife ile, mensûb olduğu küllün selâmetini te'mîn et­miş oluyor. Fakat bu kânunlar, bu hikmetler ne kadar derin ve ne kadar çok, bunların ihatasına imkân yok... [1071]

Kula Gereken Şey:


Bir kul ibâdet kastiyle, Allahu teâlâ'nın bu sonsuz hikmet deryalarını düşünür, sezebildiği kadar görür, görebildiği kadar îmânı kuvvetlenir, parlaklığı artar. Meselâ, vücûdumuzun devamı için alacağımız gıda methaliyle (girişiyle) vücûdumu­za zararlı maddeleri atacağımız mahrecin yaradılış tarzını dü­şünmek bile insanı: "Yâ Rabbi! Ne büyüksün, ne hakimsin!" demeğe mecbur eder. Öyle ya, evvelkisi gözlerimize ve burnu­muza yakın yaratılmıştır. Çünkü yemeğin nefasetini görelim, duyalım, iştahımız artsın. Bir de, şayet yemekte muzır bir madde varsa veya ekşimiş ise atalım. Fakat iğrendiğimiz mevaddı gaitanın (dışkı maddelerinin) mahreci (çıkışı) de, his kuvvetlerimize mümkün olduğu kadar uzak yaratılmıştır.
Sübhâna'llâh mâ a'zama'llâh.. [1072]

47. EL-VEDUD


Çok seven ve çok sevilen, [1073] iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızâsına erdiren, yâhud sevilmeye ve dostluğu kazanılmağa biricik lâyik olan. [1074]
"İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gö­nüllerde) bir sevgi yaratacaktır." [1075]
El-Vedud, "sevgi" manasına gelen "Vedd"den gel­mektedir. Allah mü'minleri sever. O da onların sevgi­lisidir. Allah'ın kullarını sevmesi, onlara acıması de­mektir. Mü'minlerin Allah Tealâ'yı sevmesi ona itaat etmeleridir. Allah'a itaat, Allah tarafından bir rah­mettir. Allah göğün ve yerin nurudur. Her kim bu nurdan payına düşeni almışsa Allah'ın hidayetine kavuşmuş olur.
El-Vedud'un manasında şu da vardır: Allah'ın salih kulları Allah'ı severler, ve Allah'ın zat ve sıfatlarındaki kemali, bağışı bildikleri için ona karşı son dere­ce muhabbet gösterirler. Bu iki sıfat bir medhu sena­dır. Çünkü Hak (c.c.) yücedir. Kullarından kendine itaat edenleri sevdiği zaman, bu onlar için bir lütuftur. Allah, gerçek manasıyla bilen, arif kulları onu sevdiği zaman bu da onlara ikrar edildiğinde bu du­rum onlar için bir kerem ve ihsandır.
Allah'ın mü'min kullarla bu şekilde karşılıklı sevgiyi ifade edip kendisine itaat eden ve hayırlı iş yapanların "gafur" ve "rahim" ismi ile bitişmiş olması söz konusu isimler arasındaki birbirleriyle ilintiyi ha­tırlatır. "El-Vedud" ismi Allah'ın kullarına karşı mu­amelesinin sevgiye dayandığını ifade eder. [1076]
Vedud ismi Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde geçmek­tedir.
1. "Rabbinizden bağışlama dileyin: Sonra O’na tevbe edin. Muhakkak ki Rabbim çok merha­metlidir, (mü'minleri) çok sever." [1077]
2. "O, çok bağışlayan ve çok sevendir”[1078]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:  
"Rabbinizden bağışlanma dileyin; sonra O'na tevbe edin muhakkak ki Rabbim çok merhametlidir, (mü'minleri) çok sever." [1079]
"O, çok bağışlayan ve çok sevendir." [1080]
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa şüphesiz Allah kabul eder ve (yapılanı) hakkıyla bilir."[1081]
"Eğer Allah'a (rızası uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükafaat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir."[1082]
"Allah şükre karşılık veren ve herşeyi bilendir."[1083]
Allah'ın isimlerinden olan "eş-Şâkir, eş-Şekûr", Allah rızası  için çalışanların çalışmasını zayi etmeyip karşılığını kat kat veren demektir. Şüphesiz ki Allah, güzel işler yapanların ecrini zayi etmez. Kendi kitabında ve peygamberinin sünnetinde bir tek iyiliğin on ile yediyüz misliyle, hatta daha fazlasıyle mükafaatlandırılacağını   haber vermiştir. Bu, O'nun kullarına bir teşekkürüdür. Allah Teâlâ kendi yolunda tahammül gösterenlere karşılığını verecektir. Kim Allah için bir şey yaparsa Allah onun karşılığını fazlasıyla verir. Kim Allah için bir şeyi   terkederse Allah terk ettiği şeyden daha hayırlısını nasib eder. O, kendi rızasına uygun işleri yapmakta  mü'minleri   başarıya ulaştırır sonra da onlara bu yaptıkları işten dolayı teşekkür eder ve lütfü kereminden onlara gözlerin görmediği, kulakların duymadığı akla hayale gelmedik nimetler bahşeder. Aslında Allah buna mecbur değildir.  Ancak bunu, cömertliğinden ve kereminden dolayı kendine vacip kılmıştır. [1084]
O'nun üstünde, bunu yapmaya kendisini mecbur eden hiç bir şey yoktur. Ayet-i kerimede:
"Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir" buyurulur.[1085]
Allah Teâlâ, itaat edene sevap vermeye, isyan edene de ceza vermeye mecbur değildir. Bilakis verdiği sevaplar sırf O'nun lütuf ve ihsanındandır. Cezası ise sadece adalet ve hikmetindendir. Fakat Allah Teâlâ dilediği şeyleri kendisine vacip kılar ve vaad ettiği şeylerden asla dönmediği için de bunlar kendisine vacip olur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı. Gerçek şu ki: Sizden kim, bilmeyerek kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendisini islah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."[1086]
"Mü'minlere yardım etmek üzerimize bir borç idi. "[1087]
Ehl-i sünnet mezhebine göre ne olursa olsun kulların Allah'tan alacağı hiç bir hak yoktur. Onu hak haline getiren ve kendisine vacip kılan Allah'tır. Bu sebeple ihlaslı bir şekilde ve Hz. Peygamber'in (s.a.v.) sünnetine uygun olarak yapılan hiç bir amelin ecri ve mükafaatı, Allah katında zayi olmaz. Zaten bu ikisi -yani ihlas ve peygamberin sünnetine uygunluk- amellerin kabulü için iki temel şarttır. [1088]
Kul hangi nimete kavuşursa ve hangi musibetten kurtulursa bu, Allah'ın lutfu keremindendir. Nimetlendirirse lütfü ihsanından dolayı nimetlendirir, cezalandırırsa da adalet ve hikmetinden dolayı cezalandırır. Bunların hepsi de övülmeye ve hamde layıktır.[1089]
"Vedûd" katıksız sevgi anlamına gelen "vüdd" kelimesinden türemiştir. "Vedûd" hem seven, hem de sevilen demektir. Allah Teâlâ, peygamberlerini, meleklerini, ve mü'min kullarını sever, onlar tarafından da sevilir. Onlara Allah'tan daha sevgili hiç bir şey yoktur. Allah dostlarındaki Allah sevgisi, ne aslında, ne keyfiyetinde ve ne de tealluk ettiği şeylerde başka hiç bir sevgiye denk olamaz. Farz olan da budur. Kulun kalbindeki Allah sevgisinin bütün sevgileri geçmesi, bütün sevgilere galip gelmesi ve diğer sevgilerin hepsinin de O'nun sevgisine bağlı olması gerekir.
Allah sevgisi bütün amellerin ruhudur. Gizli ve açık bütün, kulluk davranışları Allah sevgisinden kaynaklanır. Kulun Rabbini sevmesi Allah'ın bir lütfü ve ihsanıdır. Kulun gücü ve kabiliyeti sebebiyle değildir. Allah Teâlâ kulunu sever ve kulunun kalbine de bir sevgi yerleştirir. Sonra, Allah'ın tevfikiyle kul Rabbini sevince Allah da onu bir başkasının sevgisiyle mükafaatlandırır. Gerçekte bu tam bir ihsandır. Çünkü sebep de O'dur, müsebeb de O'dur. Sevende O'dur, sevdiren ve sevilen de O'dur. Bundan maksat karşılıklı sevgi değildir. Bu ancak şükreden kullarını ve şükürleri sebebiyle Allah'ın sevmesidir. Bunların hepsi de  kulun maslahatı ve iyiliği içindir.
Sevgiyi yaratan ve onu mü'minlerin kalbine yerleştiren Allah Teâlâ çok mübarektir. O, daha sonra bu sevgiyi velilerin kalbinde öyle bir noktaya ulaştırır ki, artık bu noktada diğer bütün sevgiler çok küçük ve değersiz bir hale gelir ve onların bağından kurtulurlar, bela ve musibetler onlara hafif gelir, ibadet ve taatlerin zorlukları onlar için zevk verir ve nihayet en yücesi Allah sevgisi, Allah rızası ve yakınlığı olan çeşitli kerametlerden dilediğini elde eder.
Kulun Rabbini sevmesi, Rabbinden gelen iki sevgiyle kuşatılır: Biri, kulun sevgisinden önceki sevgidir ki kul bununla Rabbini sevmiştir. Diğeri de kulun sevgisinden sonraki sevgidir ki, bu da kulunun sevgisine karşı Rabbinin bir teşekkürüdür. Kul bununla Allah'ın ihlash dostlarından birisi oluverir.
Gayelerin en büyüğü olan Allah sevgisini kazanmanın en önemli yolu, O'nu çok zikretmek ve sena etmek, O'na yönelmek ve tam manâsıyla O'na tevekkül etmek, farz ve nafile ibadetlerle O'na yaklaşmak, söz fillerde ihlaslı olmak ve açık ve gizli her halinde Hz. Peygamber'e (s.a.v.) tâbi olmaktır. [1090] Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın." [1091]
Arapçada bu vezindeki kelimeler, yerine göre iki türlü ma'nâ ifâde eder: seven sevilen. Burada her iki ma'nâ da müm­kündür. Evvelki ma'nâya göre, iyi kullarım çok seven, onları lûtf ve ihsanına garkeden demek olur. ikinci ma'nâya göre, se­vilmeğe lâyık ve müstehık olan ancak O'dur demektir.
Allahu teâlâ kullarını çok sever ve sevdiği içindir ki, onlar için namütenahi fuyûzât kaynaklarını açmıştır ve bu kaynak­lardan faydalanmak istiyenleri sevmiş, gafletle bunlardan is­tifâde etmek istemiyenleri yermiştir. [1092]

Füyûzat nedîr?


Zihnimizin Allah'ın açtığı bu kaynaklardan başka hiçbir yerden alamıyacağı, hiçbir vâsıta ile bulamayacağı bir takım yüksek hakîkatlar elde etmesidir. Ancak şu da var ki, bu füyûzâttan faydalanmak için îmân şarttır. Muhakkak ki, Allah teâlâ inanmış gönüllerin îmân zevkinden kazanacakları halleri, farz kıldığı ibâdetlerde depo etmiştir. Feyz istiyen, ibâdetlere koş­sun. Bâzı ağızlardan işitiliyor ki, bizim için, ibâdete lüzum kalmamıştır. Çünkü ibâdetler insanı Hak'ka ulaştırıcı bir vâsıtadır. Biz ise Hak'ka ermiş ve dâima Hak ile beraber kalmı­şızdır. Bu söz yalandır. Şu teklif dünyâsında, insanı ibâdetten müstağni kılacak hiçbir mertebe ve makam yoktur. Sevgili okuyucu! Şunu düşünelim ki, eğer böyle bir mazhariyet ol­saydı, evvelâ Peygamberimiz, o mübeccel metbûumuzla Ashâb-ı âlîlerinde vâki’ olurdu.
El-Vedud ism-i şerifinin ikinci ma'nâsına göre, Allah sevgisi, gönüller için biricik hedef, dostluğu kazanılmak için her türlü fedâkârlık, seve seve göze alınacak tek ve yüksek bir gayedir. Çünkü O'nun dostluğunu kazanan, her şeyi kazanmış ve artık başka dost aramağa ihtiyâcı kalmamıştır. Bilindiği gibi, sevmek idrakten doğar, yâni idrak olunan şeylerdeki kemâl ve yüksekliğe gönül akıverir. Bizde idrak cihazları muhtelif olduğu için, her idrak cihazının kendine mahsus sev­diği, meylettiği şeyler vardır. Hepsinin bilittifak âşık olduğu şey biricik sevgili olur. Allahu teâlâ kendini bilen nezih ruh­ların biricik sevgilisidir. Çünkü bütün kemâlât Ondadır. İdrak kuvvetleri, müttefikan bu kemâlâtın sonsuz lezzetleriyle tatlı bir hayat içinde mesttir. Bu duyguya yükselebilen gönüllerin -acz ve za'f içinde kıvranıp durmakta olan- mâsivâya bakmağa ve onların içinden Allah'a denk olacak bir sevgili aramağa te­nezzülü olur mu? [1093]

Kula Gereken Şey:


Bir kimsenin çoluk çocuğunu, evini, malını, ticâretini, sıhhatını, hayatını sevmesi fitrî ve tabiîdir. Kulun bunlara düşkünlüğü, doğrudan doğruya yaradılışının îcâbı olduğun­dan, bunları sevmesi hakkında hiçbir zaman sevk ve teşvike, fikir ve muhakemeye muhtâc olmaz. Fakat Allahu teâlâ'yı sevmesi fikir ve muhakeme yoluyla hâsıl olur. Şöyle ki, sev­diği bu şeylerin hepsinin de Allah'ın olduğunu ve kendisine Allah'ın bir ihsanı bulunduğunu ve bütün bunların fâniliğini, Allah'ın bâkiliğini düşünen bir insan, ancak bu düşünceden ve idrakten sonra, Allah'ı daha ziyâde sevmeğe başlar. Bu sevgi­lerden evvelkisi tabiî, ikincisi kisbîdir.
Kisbî olan sevgiyi, çalışarak tabiî olandan ileri geçirmek­tir. İşte o zaman Allah, Peygamber, din ve vatan muhabbeti, her şey üzerine tercih olunur- Allah'ın rızası uğrunda sevilen şeylerin hepsi de feda edilir ve bu fedâkârlıktan dolayı, gönül­ler yine ferah ve müsterih olur. Muztarip olamaz; niçin? Çün­kü en sevgili şey Allah rızâsıdır. Buna da din yoluyla erilir. Onu muhafaza edecek olan da vatandır. Bunun için bir milletin efradı, din ve vatan muhabbetini her şeye tercih ederse, o mil­let ölmez, yaşar; dünyâ ve âhirette saadete erer; zîrâ onların yardımcısı Allah'tır. Fakat din ve vatan kaygusu gönüllerden silinirse, hiç kimse, malıyla veya bedeniyle veya fikir ve kale­miyle bu uğurda yorulmak istemezse, o milletin başından felâketler, musibetler eksik olmaz. En nihayet horluk ve hakirlik uçurumuna yuvarlanır gider. [1094]

 

48. EL-MECÎD


Şanlı, şerefli, [1095] şanı büyük ve yüksek.[1096]
Noksan sıfatlardan münezzeh Mecid olan Allah, tam kamil, yüce, şanlı ve şerefli, lütuf ve keremi bol olandır.
Kullarına karşı bol lütuf ve keremiyle lütufkardır. "El-Mecid" şeref, azamet ve kadri yüce anlamla­rına gelir. "El-Macîd" ise sözlükte kerim ve azamet sahibi demektir
Mecid'in bir manası da zatı şerefli olan, fiilleri güzel olan, bağış ve atiyyesi bol olan, cömertlikte sı­nırsız davranan demektir. Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de bir kere zikredilmiştir.
"Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin, üzeri­nizedir. Şüphesiz ki O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." [1097]
el-Mecîd, şanı yüce ve büyük olandır. El-Mecd, sıfatların büyüklüğü ve genişliği demektir.[1098] O'nun bütün vasıflarının şanı büyüktür: O, Alimdir, ilminde mükemmeldir. Rahimdir, rahmeti her şeyi kuşatmıştır. Kadirdir, hiç kimse O'na güç yetiremez. Halimdir, hilminde mükemmeldir. Hakimdir, hikmetinde mükemmeldir. Bütün sıfatlarında ve isimlerinde böyledir. [1099] Şanın ve şerefin zirvesine ulaşmıştır, bunların hiçbirisinde kusur ve eksiklik yoktur. [1100]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizedir ey ev halkı! O, Övülmeye layıktır, yücelerin yücesidir." [1101]
Allahu teâlâ, Azîmü'ş-Şân'dır. Göklerde ve yerde en yük­sek şan ancak O'nundur. O'na el ermez, güç yetmez. O, ordu­larla kuşatılmaz, kuvvetlerle mağlûb edilmez. Bununla bera­ber, kullarına kendilerinden daha yakın ve daha merhametlidir. Afv u İhsanı bol, rahmet ve inayeti hudutsuzdur. Ni'metleri sayılmaz, kerem ve âlâsı rakamlara sığmaz, ahlâkı kemâlât, ef âli serâpâ hikmettir. Okuyup durmakta olduğu­muz "Esmâ'ül-Hüsnâ" O'nun ne büyük şan sahibi olduğunu ve O'na intisâb ile rızâsını gözleyenlerin ne yüksek şeref kaza­nacaklarını gösterip durmuyor mu? O ne büyük Ma'bûd, ancak O'na tapanlar ne güzel kul! Onlar, hayâtın hiçbir lâhzasında ye'se kapılmayan, fânilere boyun eğmeyen bahtiyarlardır.
İsm-i Şerifin ma'nâsında iki mühim unsur vardır: Biri azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz, yanına varılamaz olmak, ikincisi de, yüksek huylarından, güzel işlerinden dola­yı öğülüp sevilmektir. Güzel ahlâkından dolayı gönüllerde yer tutmuş, fakat herhangi bir kuvvet karşısında zebun ve aciz kalan bir insana "Mecîd" denmediği gibi, haydutlukla geçi­nen, sarp dağlarda müstahkem mevkıa kapanmış şakilere de denmez.
Aramızda nisbî olarak bu iki ma'nânın kendisinde birleşti­ği zevat, ism-i şerîfîn hakîkî ma'nâsına delâlet eden nişaneler­dir. Onlardaki mahdut ma'nâya bakılır da bu ma'nâların ekmel bir surette birleşmiş bulunduğu Allah teâlâ'nın "El-Mecîd" ism-i şerifinde de eşsizliği sezilir. [1102]

Kula Gereken Şey:


Allahu teâlâ'nın azamet-i şânı düşünülerek O'na karşı gayet ciddî ve samimî bulunmak, ibâdetlerinde ve kâffe-i mua­melâtında hâlis muhlis Allah rızâsını gözetmek, yalandan, riyakârlıktan, iki yüzlülükten son derece uzaklaşmaktır. Gös­teriş olarak iş yapanların elleri boşa çıkar.
Söz temsili, on biner liralık, elli biner liralık banknotlara benziyen kâğıt desteleriyle çantasını şişiren bir adamın, pazar yerinde dolaşırken, bunları sahiden "sahihten" para sananların imrenmesinden başka eline birşey geçmez. Yankesicilerin, aç gözlülerin ağzının suyunu akıtan bu kâğıt tomarlariyle, o adam pazardan birşey alabilmek şöyle dursun, bir bardak su bi­le içemez, işte mürâîlerin, riyakârların işi de tıpkı buna ben­zer. Karşıdan görenleri imrendirir, amma hakîkatta o işler sahibine hiçbir fayda te'min etmez. [1103]

49. EL-BA'İS


Ölümden sonra dirilten,[1104] ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran. [1105]
"Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) ken­dilerini temizleyen, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur." [1106]
Peygamberleri müjdeci ve korkutucu olarak gön­deren Allah, noksan sıfatlardan münezzehtir. Onların içerisinden seçip üzerlerine ayetlerini okuyan ümmi peygamber gönderen Allah'a hamdolsun. O Allah Re­sulü Muhammed (s.a.v.) ki gönderilenlerin en hayırlısıdır. Sübhan (c.c), insanları öldükten sonra tekrar diriltecektir.
"Kıyamet saati mutlaka gelecektir. Bunda şüp­he yoktur. Şüphesiz Allah (c.c.) kabirlerdekileri tekrar diriltecektir." [1107]
"El-Ba'is'in manasının "duranı harekete geçiren" anlamında olması da caizdir. Zira Hak Tealâ, akıldan geçirileni, gayb alemindeki şeyleri harekete geçiren­dir.
İbn-i Mace'de gelen bir hadiste Peygamberimiz (s.a.v.) yatağa girdiği zaman sağ elini sağ yanağının altına koyduktan sonra:
"Ey Allah'ım! Beni öldükten sonra dirilttikten sonra veya kullarını topladığın za­man koru" buyurdu.
Nebi (s.a.v.) uykudan uyandığı zaman da:
"Bizi öldürdükten sonra tekrar dirilten Allah'a hamd olsun. Dönüş O'nadır" diye dua etmiştir.
Bu yüce isim Kur'ân-ı Kerim'de isim sigasıyla varid olmamıştır. Ayet-i kerimede şu fiil şeklinde geç­mektedir:
"Gecenin bir kısmında uyanarak, sana mahsus bir nafile olmak üzere namazı kıl. (Böylece) Rabbinin seni, övgüye değer bir makama ulaştıracağı umulur." [1108]
Allahu teâlâ insanları, ölüp toprak olduktan sonra dirilte­rek kabirlerinden kaldıracak "Mevkıf-ı Arasat" denilen çok ge­niş, dümdüz, ağaçtan, binadan tamâmiyle boş bir yere çıkara­caktır. Yânı dünyâya geliş gibi, bölük bölük ve birbirlerinden doğup türeme suretiyle değil, belki ilk insandan son insana kadar dünyâya ne kadar insan gelmiş geçmişse, hepsi birden kabirlerinden Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir. Âhiret günü yâhud Kıyamet günü denilen ve Kur'ân'da bunlardan başka daha birçok adları olan gün, işte budur. İmânın kökle­rinden biri olan (Ve'l-ba'sü ba'de'l-mevt) de budur. Haktır ve gerçektir, muhakkak surette olacaktır. Allahu teâlâ, bu hakîkati bütün indirdiği kitaplarda bildirmiş, bütün Peygamberler diliyle insanlara duyurmuştur. Böyleyken insanlar içinde âhiret akidesini inkâr eden bir sınıf hiç eksik olmamıştır. Her Peygamber ümmetine bu akideyi haber verdikçe bu herifler: (Olur şey değil...) diye bu mühim haberi büyük bir şaşkınlık­la karşılamışlardır. Kur'ân'ın da hemen her sûresinde bu mev­zua dâir âyetler vardır. Çok defa münkirlerin ağızından:
"Öl­düğümüz ve bir toprakla bir yığın kemik olduğumuz vakit mi, biz mi ba'solunacakmışız? Evvelki atalarımız da mı?" dedikleri hikâye edildikten sonra Allahu teâlâ Resulüne fer­man buyuruyor ki:
Onlara deki:
 "Evet siz ba's olunacaksı­nız; hem de sizler çok hor ve hakir olarak, çünkü o iş bir kumandadan ibarettir. Derhal bütün ölülerin gözleri açılıverir.
“O zaman:
“Eyvah bizlere, işte ceza günü! derler. Onlara denecek:
“Evet bu, işte sizin yalan dediğiniz fasl gü­nü."
Übeyy b. Halef adında bir ahmakî bir gün elinde toprak al­tında çürümüş bir kemik parçasiyle, Peygamberimiz Muhammed Mustafa sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz'in huzûruna gelerek kemiğin bir parçasını parmakları arasında ezip toz hâline getirdikten sonra:
"Allah, bunu böyle çürüdükden sonra diriltir der mi­sin?" demiş.
 "Evet seni de ba's eder ve ateşe kor," buyurmuştur.
Hattâ bu hâdise "Yasin" sûresinin sonlarındaki birkaç âyeti kerîmenin inmesine sebep olmuştur.
Câhiliyye devrinin kaba saba adamları, böyle bir i'tikatsızlığa batabilir. Çünkü karanlıklar içinde kalmıştır. Fakat ortada Kur'ân kadar eşsiz bir nur kaynağı, bir gönüller güneşi varken, hâlâ böyle kimselerin bulunmasının hidâyetsizlikten, nasipsizlikten başka bir şeyle îzahı mümkün değildir. Yeni münkirler, eskî münkirlerden bu akîdesizliği devr ve teslîm alırken, birbirlerine tavsiyeleri dâima şüphe ve hayrettir.
Fakat bu şüphe kime karşı ve niçin? Allahu teâlâ'nın kud­retinden şüphe edilir mi? Allah bir şeyi yaratmak isteyince ona sadece Ol! der. Bu emir ve irâdeyi müteakip hemen o şey oluve­rir. Allah kudreti bu. isterse bir kumanda ile uçsuz, bucaksız kâinat yok oluverir. Sonra göz açıp yumacak kadar kısa bir za­manda, isterse yine tek kumanda ile yepyeni ve bambaşka âlemler meydana geliverir.
Hem biz, Allahu teâlâ'nın birer damla sudan hergün binler­ce insan-oğlu yaratıp onlara can verdiğini görüp duruyoruz, iş­te her gün binlerce insan-oğlunu, nasıl ana karnı kabrinden dünyâya çıkarıyorsa, böylece insanları da kabirlerinin karnın­dan âhiret sahasına çıkaracaktır. Ba's insanın kabrinin karnın­dan kalkması ve can bulması demektir. Dünyâya doğmak da, insanın ana karnından çıkması yoluyle olan bir ba'stir. Bu ba'si gören, yarınki ba'si gözüyle görmüş demektir.
Toprağın altında milyarlarca habbeciklerin ölüler gibi yatıp dururken, bahar mevsiminde yağan yağmurlar sebebiyle, o cansız kapkara topraklardan, hadsiz hesapsız nasıl bir nebatat âleminin fışkırıp çıktığını da her sene görüp dururken, ölüle­rin dirileceğinde şüpheye düşmeye hiç hakkımız yoktur. Çün­kü Yaradan yine yaratabilir.
Çok defa görülüyor ki, ba'se inanmak istemiyenler bu i'tikatsızlıklarını şüphe ile değil de, kat'î inkâr suretinde ifâde ediyorlar. Meselâ onlara, öldükten sonra dirileceğiz ve yaptık­larımızdan sorulacağız dendiği zaman:
“Canım bırak böyle köhne masalları... diyorlar.
“Peki bunlar masalmış bıraktık, hangi hakîkatları konu­şacağız? dendiği zaman da:
“Bugün öğle yemeğini nerede yiyeceğiz? Bu gece hangi barda toplanacağız? Yarın kimi kafesliyeceğiz? Piyasada han­gi mallar üzerinde fırıldak çevireceğiz?., gibi lâkırdılar konu­şurlar.
İşte bunlar, işleri kötü, muameleleri bozuk, fikirleri bula­nık olan ve dâima başkalarının zararına lüks hayat yaşamak is­teyen kimselerdir ki, âhiret akidesi, mesuliyet fikri onların yüreklerini hoplatan, vücutlarını ürperten korkunç bir mevzû'dur. İnanmağa değil, işitmeğe bile tahammül edemez­ler. Âhiret akidesi, dünyânın bitmez, tükenmez keder ve ıztıraplarına karşı, Allah'ın büyük bir lûtfu ve tesellîsidir. Şu halde buna inanmıyanlar, Allah'ın bu ni'metinden mahrum kalmışlardır demektir. [1109]

Kula Gereken Şey: 

                                         
Ba's hakkında Allah'ın kat'î va'di vardır. Onun için ona can ve gönülden inanmalı. Fırsat kaçmadan, mevsim geçmeden, ona göre elindeki imkânlardan azamî surette faydalanmanın yollarını aramalıdır. Dünyâda ne ekildi ise, âhirette o biçileceğine göre, her çeşit hayırdan çok çok ekmeli. Bir ekinci bilirse ki, bu sene gayet çok mahsul olacak, hem çok eker, hem iyi to­hum seçer. Çünkü tohum ne kadar güzel olursa ve ekilecek ye­re ne kadar emek verilirse, o nisbette geniş mahsul alacağına şüphe yok. Burada tohumun güzelliğinden ve ekilecek yerin nadas edilmiş olmasından maksat, yapılacak hayırların tam yerini bulmak, Allah yoluna verilecek şeylerin temiz ve tayyip olmasına dikkat etmek ve niyetinde hâlis-muhlis, yâni ka­tıksız olarak Allah teâlâ'nın rızâsını gözetmektir. [1110]

50. EŞ-ŞEHÎD


Her şeyi gözlemîş olarak bilen,[1111] her zamanda ve her yerde hâzır ve nazır. [1112]
"De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter." [1113]
Şehit, "bir olayın meydana gelişi esnasında ola­ya tanık olan", şahit ise bunun daha abartılı şeklidir. Şehid, Allah'ın bir sıfatı olarak, "Cenab-ı Hakk'ın her şeyi gözetleyip hiçbir şeyin ondan gizli kalmaması" demektir.
Eşyanın zahirini bilen ve ona şahit olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Sübhan Tealâ, eş­yanın gizliliklerini de en ayrıntısını da bilir ve onlar­dan haberdardır. Şehit şahitliğin mübalağasını ifade eder. Şehadet, bir şeyin huzurunda bulunarak onu bilmenin adıdır.
Cenab-ı Hak, insanı nimetine şahit olarak mükerrem kılmıştır. İnsan, Allah'ın ayetlerinden kalpleri dolduran şehadeti görür. Ve Allah'tan başka mabud olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet eder. Allah (c.c):
"De ki: Hangi şey şehadetçe en büyüktür? Al­lah şahittir. Bu Kur'ân bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile birlikte başka tanrılar olduğuna şa­hitlik mi ediyorsunuz? De ki: Ben buna şahitlik etmem. O ancak bir tek Allah'tır. Ben sizin ortak koştuklarınızdan kesinlikle uzağım"[1114] buyurmuştur.
Eş-Şehit ismi şerifi Kur'ân-ı Kerim'de 19 defa geçmektedir. Bunlar: "Vallahu şehidun ala ma ta'melûn" (Allah her yaptıklarınıza şahitdir), "Allahu ala külli şeyin şehid" (Allah her şeye şahittir), "Sümme'l-lahu şehidûn ala ma yefalûn" (Sonra Allah yaptıkla­rınıza şahittir), "Ve ennellahe ala külli şey'in şehid" (Şüphesiz Allah her şeye şahittir), "Ve kefa billahi şehiden (Allah şahit olarak yeter)" şeklindedir. [1115]
Yani her şeye muttali olan demektir.
O, alçak ve yüksek bütün sesleri işitir. Büyük ve küçük bütün varlıkları görür. O'nun ilmi herşeyi kuşatır. O, kullarının bütün yaptıklarına şahittir. Onların amelleriyle lehlerine ve aleyhlerine şahitlik edecektir. [1116]
Şeyh Abdurrahman es-Sa'dî şöyle der:
er-Rakîb ve eş-Şehîd eş anlamlıdırlar. Her ikisi de Allah'ın işitmesinin bütün işitilecek şeyleri; görmesinin bütün görülecek şeyleri; ilminin de gizli ve açık bütün bilinecek şeyleri kapsadığına delâlet eder. O, gönüllerden geçenleri ve gözleri hareket ettiren şeyleri görür ve gözetir. Organlarla yapılan açıktaki fiilleri görüp gözetmesi ise bundan daha tabiidir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Allah şüphesiz hepinizi görüp gözetmektedir."[1117]
"Şüphesiz Allah her şeye şahiddir.[1118]
Bu sebeple murakabe kalbî amellerin en büyüğü olmuştur. Murakabe, Allah'a er-Rakîb ve eş-Şehîd isimleriyle ibadet edip dua etmektir. Kul, gizli ve açık bütün hareketlerinin Allah'ın ilmi tarafından kuşatıldığını ve her türlü davranışında bu ilmi hazır olduğunu bildiği vakit, bu ona, her türlü fikre ve aklına gelip de Allah'ın hoşuna gitmeyen düşüncelere karşı bir iç murakebe yapmasını gerektirir. Dış  dünyasını Allah'ı gazaplandıracak her türlü söz ve davranıştan muhafaza eder. İhsan makamında kulluk etmeye başlar ve Allah'ı sanki görüyormuş gibi ibadet eder. Her ne kadar o Allah'ı göremese de, Allah onu görmektedir. [1119]
Allah Teâlâ bütün gizlilikleri ve incelikleri görüp gözettiğine, bütün sırları ve niyetleri bildiğine göre, görünen ve açıkta olan şeyleri görüp gözetmesi çok daha kolaydır. Bunlar organlarla işlenen fiillerdir. [1120]
Şehîd, şahidin mübâlâğasıdır. Şâhid, bir hâdise vukua ge­lirken, orada hazır olup, hâdisenin vukuunu gözleriyle gören kimseye denir. Fakat hâdise yerine uzak olanlar, gözleriyle göremiyeceklerinden, başka vâsıta ile hâdiseyi öğrenseler bi­le, onlara şâhid denmez.
Allahu teâlâ işte bu suretle, kullarının görmedikçe bilemiyecekleri bütün hâdiseleri bilir, onun için her şeye karşı Allah hem şâhiddir, hem şehîddir. Allah her yerde hazır ve na­zırdır demek, her şeye ve her zerreye yakınlığı birdir demektir. Yakın olduğu için, yapılan her işi görmekte ve söylenen her sözü işitmektedir.
O zâten mutlak surette her şeyi biliyor. Bu yönden O'nun adı Alîm'dir. Hâdiselerin esrarını, iç yüzünü bilmesi yönün­den, O'nun adı Habîr'dir. Dış yüzünü bilmesi yönünden de adı Şehîd'dir. Şu halde başkalarının yanında yapmaktan çekindi­ğimiz kötü işleri, tek başına kaldığımız vakit yapacak olur­sak, her zamanda ve her yerde hâzır ve nazır olan Allahu teâlâ'ya ehemmiyet vermemiş oluruz. Allah'ın her yerde bu­lunduğuna ve her işi gördüğüne inanmış olanlar ne temiz, ne dürüst insanlardır. Çünkü onlar kimsenin yanında kötülük ya­pamadığı gibi, tek başına kaldığı ve hiç kimsenin görmediği, duymadığı yerde dahi bir kötülük yapamaz. Hattâ kötülük yap­mayı içinden dahi geçiremez. Çünkü Allah Alîm'dir. Habîr'dir, içimizi de dışımızı da aynı suretle görür ve bi­lir.
İbn-i Mes'ûd radiya'llâhu anh, bâzı arkadaşlariyle Medîne civarında bir mesireye çıkmışlardı. Oralarda koyun güt­mekte olan bir çoban gördüler, çobanı yemeğe da'vet ettiler. Fakat çoban oruçlu olduğunu söyliyerek özür diledi. Kırlarda yaşayan genç bir çobanın ramazandan başka günlerde böyle oruçlu bulunması dikkat nazarlarını çektiğinden, yarı lâtîfe yan da imtihan kasdiyle, kendilerine bir koyun satmasını ve koyunun yarı etini de kendisine hediye olarak bırakacaklarını söylediler. Çoban:
"Koyunlar benim değildir ve benim koyun satmağa salâhiyetim ve me'zûniyetim yoktur." dedi. Bunun üzerine asıl imtihan noktasına basarak:
"A canım! Koyunların sahibine bu hayvan telef oldu deyiverirsin.” deyince çoban yüksek sesle:
“Eyna'llah”; demiş ve geçip gitmiştir. (Eyna'llah: Allah nerededir? demektir).
Sonra İbn-i Mes'ud bu koyunları sahibinden satın alarak hepsini de çobana bağışlamıştır. Bu suretle çoban kazandığı imtihanın semerisini daha dünyâda iken tatmağa başlamıştır İbn-ı Mes'ûd arasıra Medine'de bu çobana rastlayınca ona:
“Eyna'llah?” diye takılır, lâtife edermiş, işte Müslüman­lık... işte Müslümanlar. [1121]

Kula Gereken Şey:


Çoban kıssasını örnek tutarsak, meselâ, bir hâkim, her­hangi bir te'sir altında hak ve adaletin hilâfına bir hüküm vere­ceği sırada, yâhud bir san'atkâr aldığı bir işi yaparken, iş vere­nin farkına varmıyacağı surette, o iş için daha kolay, daha ucuz bir hîle yolu bulabilir. İş verenin zararına olan bu hileyi kul­lanacağı zaman, Allah'tan korkarak veya utanarak bundan vaz­geçmesi ne büyüklüktür!..
Bir doktor, bir me'mur, bir tüccar, hâsılı her meslekten her insanın, kanunların mes'ul etmiyeceği ve fakat Allah'ın razı olmıyacağı fırsatlardan, Allah için (başka değil) nefsini çek­mesi ne dürüstlük, ne temizliktir. Allahu teâlâ ancak böyle kullarının kefili, vekili ve yardımcısıdır. [1122]

 


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...