22 Ağustos 2013

30. EL-LATİF,31. EL-HABİR,32. EL-HALİM,33. EL-AZÎM,34. EL-GAFUR,35. EŞ-ŞÂKİR, EŞ-ŞEKÛR,36. EL-ALÎ, EL-ALİYY,EL-A'LÂ, 37. EL-KEBÎR,38. EL-HAFÎZ, 39. EL-MUKÎT, 40. EL-HASÎB,41. EL-CELÎL,


30. EL-LATİF,31. EL-HABİR,32. EL-HALİM,33. EL-AZÎM,34. EL-GAFUR,35. EŞ-ŞÂKİR, EŞ-ŞEKÛR,36. EL-ALÎ, EL-ALİYY,EL-A'LÂ, 37. EL-KEBÎR,38. EL-HAFÎZ, 39. EL-MUKÎT, 40. EL-HASÎB,41. EL-CELÎL,


30. EL-LATİF

Yaratılmışların bütün ihtiyaçlarını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan,[866] en ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen, en ince şeyleri yapan, ince ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştıran, [867]
"Rabbim dilediğine karşı lütufkârdır. O, her şeyi bilen, hikmet sahibidir." [868]
Sübhan Tealâ, her şeyin gizli ve aşikar tarafını ve eşyanın inceliklerini, bütün boyutlarıyla derinlik­lerini, en ince yönünü ve letafetini bilir. O sadırlardakini en iyi bilen ve idrak edendir. Çünkü Allah Tealâ her şeyin yaratıcısıdır. Yaratıcı ise yarattığı şeyi en iyi bilir.
"Hiç yaratan bilmez mi? O, ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." [869]
"El-Latif’in bir diğer manası da, "nasıl geldiğini bilmeden kullarına iyilik yapan" demektir. O, hiç um­madıkları yerden onların maslahatlarına uygun se­bepler yaratandır.
Nitekim Cenab-ı Hak:
"Allah kullarına karşı lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır."[870]
"El-Latif” Kur'ân-ı Kerim'de yedi defa zikredilmiş­tir. [871]
Yüce Allah şöyle buyurur: 
"Allah kullarına lütufkardır, dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, gaaliptir." [872]
"Gözler O'nu göremez; halbuki O, gözleri görür. O, latiftir, herşeyden haberdardır."[873]
el-Latîf de Allah'ın güzel isimlerinden birisidir. O, kuluna karşı, gerek iç dünyasıyla ilgili işlerinde ve gerekse dış dünyasıyla ilgili işlerinde son derece lütufkar ve nezaketli muamelede bulunur. Onu kendi iyiliğine ve hayrına olacak şeylere doğru hissettirmeden sevkeder. Ve O'nun ilminin, cömertliğinin ve rahmetinin eserlerindendir. Bu sebeple "el-Latîf'in iki anlamı vardır
1. O her şeyden haberdardır. O'nun ilmi her türlü gizlilikleri, kapalılıkları, incelikleri, kalplerin gizlediği şeyleri, ğaybî konuları, meselelerin arka planlarını  ve herşeyin en ince ve  gizli yönlerini ihata eder.
2. Kuluna ve iyilik yapmak istediği dostuna karsı son derece lütufkardır. Onu cömertliğiyle kuşatır ve yüksek     mertebelere eriştirir. Kolaylıklarda ona başarı ihsan eder, zorluk ve güçlüklerden de onu uzaklaştırır. Onun hoşuna gitmeyen ve meşakkat veren çeşitli sıkıntılar vermek suretiyle onu imtihan eder. Bu sıkıntılar aslında onun iyiliğine ve hayrınadır ve onu saadete götüren şeylerdir. Nitekim peygamberleri de kendi kavimlerinin   eziyetleriyle ve uğrunda cihad etmekle imtihan etmiştir. Allah Teâlâ'nın Kur'an'da verdiği bilgilere göre Hz. Yusuf (a.s), başına gelen   hadiseler   nasıl   da   yükselmiş   ve Allah'ın  lütuf ve ihsanına  mazhar olmuştur.  Bu olayların    neticesinde Hz.Yusuf için Allah Teâlâ'nın takdir ettiği şey meydana gelmiş, dünya ve ahirette en güzel mertebeye ulaşmıştır. Aynı şekilde Allah Teâlâ veli kullarını da, arzu ettiklerine nail olmaları için hoşlanmadıkları şeylerle imtihan etmektedir.
Allah Teâlâ'nın akıllarının almadığı, düşüncelerin tasavvur edemediği nice lütuf ve keremi vardır. Kul, velayet ve riyaset gibi nice dünyevî arzuya veya kendisine hoş gelen, daha başka şeylere gözünü diker de Allah Teâlâ bunları ona, dinine zarar vereceği için rahmetinden dolayı nasip etmez. Kul da cehaletinden veya Rabbini tanıyamadığından dolayı bundan üzüntü duyar. Halbuki o, bilmediği nice şeylerin kendisi için hazırlandığını ve bu konuda onun hayrının ve iyiliğinin murad edildiğini bilmiş olsaydı Allah'a hamdeder ve bundan dolayı O'na şükrederdi. Şüphesiz ki Allah kullarına karşı pek şefkatli ve merhametli, dostlarına karşı çok lütufkardır. Hadiste geçen bir duada şöyle denilir: [874]
"Ey Allah'ım, benim isteyip de bana nasip ettiğin şeyleri senin sevdiğin şeyleri yapmamda bana güç kaynağı kıl. Benim isteyip de bana vermediğin şeylerin yerine de kendi sevdiğin şeyleri bana nasip et." [875]
Allahu teâlâ Lâtiftir, en ince şeyleri bilir. Nasıl bilmesin ki, onları yaratan O'dur. Nasıl yapıldığı gizli olan en ince şey­leri yapar. Meselâ: Ruh nedir? Akıl nedir? İlîm nedir? Nur ne­dir? Bunların esrarı çözülebilmiş midir? Gözlerin gördüğü manzaraları, memleketleri ve çeşit çeşit eşyayı kafatasımızın içinde zapteden ve senelerce sonra onları seyretmek istediği­mizde, idrâkimizin önüne açılan o filimlerde, kulakların işit­tiği bunca sesleri, sözleri birbirine karıştırmadan muhafaza eden o hazinelerde, akıl ve düşünce sahiplerini düşündürecek o san'at incelikleri nedir?
Su, hava gibi hayâtımız için en ziyâde lâzım olan gıdaları Allahu teâlâ lûtfiyle bol bir surette yaratmasaydı, bunlar da karaborsacıların eline düşseydi hâlimiz nice olurdu? Henüz dünyâya gelmiş bir çocuğun kulağına lâf gitmez, gitse bile ma'nâsını anlamaz. Allah ona, ana memesini ağzına alıp ta emmesini lûtfiyle ilham etmemiş olsaydı, biz nasıl anlata­caktık? Emerken memeyi ağzında sıkıca tutsun diye meme başlarının çocuğun ağzına göre topacık yaratılması bir lütuf değil midir? Velhâsıl Allahu teâlâ öyle bir Lâtiftir ki, her şe­yi bir şeye hazîne yapmıştır. Meselâ, sedef dediğimiz deniz böceğini inciye, arıyı bala, tırtıl böceğini ipeğe hazîne yaptı­ğı gibi, insan oğlunun gönlünü de kendi ma'rifetine hazîne yapmıştır. Eğer bir gönülde bu ma'rifet nuru inkişâf edememişse, sahibinin bal yapmaz arılar gibi sâdece iğnesi vardır, önüne geleni zehirler durur.
Bilenler tasdik eder ki, dünyânın her türlü bahtiyarlığında bir takım elemler, kederler gizlenmiştir, safî değildir. Bunun gibi her türlü ıztırap ve felâketli hâdiselerde de gizli bir takım lûtuflar, teselli kaynakları vardır. İşte bütün bunlar El-Lâtîf ism-i şerifinin tecelliyâtıdır. [876]

Kula Gereken Şey:


Kalp gözünü açmalı, Allahu teâlâ'nın kederleri sürurla ka­ncık bir halde yaratmış olduğunu görmeli; görmeli de hayâtın hiç eksik olmayan ıztırablı demlerinde başkasının tesellisine muhtaç olmadan kendi kalbinde Hak'kın tesellisini duymalı, kahrında bile lûtfu görünen Allahu teâlâ'yı minnetle anarak ecir ve mükâfat kazanmalı.. Böyle bir kalbe yeis denilen musibet ne kadar uzaktır. [877]

31. EL-HABİR


Her şeyîn iç yüzünden[878], gizli taraflarından haberdar olan. [879]
"El-Habir", "hibre" mastarından gelmiş olup "her şeyin iç yüzünü bilen, yakinen tanıyan" demektir. Hiçbir şey ondan gizlenemez. Görünen ve görünme­yen alemde hiçbir şey ondan habersiz hareket ede­mez. Zerre bile onun bilgisinin dışında hareket ede­mez. "Habir", "her şeyin saklı ve gizli olan yönlerini bilen ve künhüne vakıf olan" demektir.
Allah'ın "Habîr" ismi Kitab-ı Mübin'de 45 defa zikredilmiştir. Bunlar:
"O, hikmet sahibi ve her şey­den haberdardır", "O, her şeyden haberdar ve gören­dir", "O, her şeyin inceliklerini bilen ve her şeyden haberdardır", "O, her şeyi bilen ve haberdar olandır", O, işlemiş olduklarınızdan haberdardır", "O, yaptığı­nız şeylerden haberdardır", "O, yaptıklarınızdan ha­berdardır", "O, yaptıklarından haberdardır."
"O, latiftir. (Bilgisi her şeyin içine geçen, herşeyi) haber alandır." [880]
Allahu teâlâ Habîr'dir, en küçük bir mikrobun gece karan­lıklarında gidip geldiği, girip çıktığı yerlerden, hava boşlu­ğunda uçuşan, kaynaşan zerrelerin harekâtından haberdar oldu­ğu gibi, mülkünün her tarafında meleklerin varamadığı, insan fikrinin ulaşamadığı en gizli noktalarda olan biten şeylerden haberdardır. Meselâ diyelim ki, şu memlekette her lâhza, ferdî, ailevî, içtimaî, ahlâkî, siyasî, cinaî ne işler oluyor. Şüphe yok ki, bunların her birine âît binlerce hâdise zuhur edip duruyor. Bunlardan her birinin başlangıcını, sûret-i vuku­unu, sonucunu, bütün teferruatiyle iç yüzünü bildiği gibi, arzda, karada, denizde, semâda, ecramda, berzahta, ecsamda, ervahta, velhâsıl bütün ekvanda akıp durmakta olan işleri, hâdiseleri, apaçık bilir. En gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimseye açılamıyan esrar ve temâyülünden, iyi veya kötü, sahiplerinin neler düşündüğünü, neler yapmak istediğini, ne düzenler kurduğunu, ne kararlar verdi­ğini bilir; bunların hiç birinden gaflet etmez, hiç birini hü­kümsüz, cezasız bırakmaz ve hiç kimse yakasını kurtaramaz. [881]

Kula Gereken Şey:


Allahu teâlâ Habîr'dir. O'na karşı yalandan, hilekârlıktan, terbiyesizlikten sakınmalı. Gizli yaparız da cezasız kalırız sanmamalı. Hacetlerden doğrudan doğruya haberdar olmaz di­ye kendisine dilekler sunmak için vasıtalar aramamalı. O'nun razı olmıyacağı şeylerden son derece çekingen davranmalı­dır. [882]

32. EL-HALİM

Acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen,[883] hilmi çok. [884]
"Halîm", nefsi, tabii kızgınlığın sevk ve heyecanınından geri tutmak, nefsi engellemek manasmdadır.
Cenab-ı Hak, yavaş ve yumuşak hareket eder. Allah nimetlerini ve lütfunu günahları sebebiyle kul­larından esirgemez. O, kendisine itaat edenleri rızıklandırdığı gibi günahkârları da rızıklandırır. Allah ce­za vermekte aceleci değildir.
"Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden ce­zalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bı­rakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler."[885]
Allah bir şeyin kaçmasından korkmuyor ki acele etsin. Zira Cenab-ı Hak:
"Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve ye­rin çerçevesinden çıkıp gitmeye gücünüz yeti­yorsa geçin. Ancak büyük bir güçle çıkıp gidebilir­siniz." [886] buyurmaktadır.
Resulullah bu sıfatla şöyle dua buyurmaktadır:
"Kendisinden başka ilah olmayan halim, kerim olan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. Arşın sa­hibi olan Allah yücedir, bütün hamd alemlerin Rabbi olan Allah'adır."
Acele ile muamele etmeyen Allah (c.c.) günah­kârlara mühlet verir. Eğer tevbe ederlerse onların tevbesini kabul eder. Eğer günahlarında ısrar eder­lerse cezayı tehir eder. Çünkü kul Allah'ın mülkiye­tinden çıkamaz.
Onun için şöyle dua ederiz:
"Ey günahkârları koruyan, ey korunanları koru­yan, ey salihleri salih yapan, eğer beni korursan korunmuş olurum. Eğer beni ihmal edersen, terkedilmiş olurum. Alnım yed-i kudretindedir. Ey kalpleri çeviren kalbimi dinin üzerine sabit kıl!"
"El-Halim", Kur'ân-ı Kerim'de "gafurun halimûn", "ve huve alimûn halim", "ve huve ganiyyün halim", "ve hüve Tealâ zekûrun halim" şeklinde geçmektedir. [887]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Bilin ki Allah, gönlünüzdekileri bilir. Bu sebeple Allah'tan sakının. Şunu iyi bilin ki Allah gafurdur (çok bağışlayandır), halimdir (cezada aceleci değildir)." [888]
Allah Teâlâ, günah ve isyankarlıklarının çokluğuna rağmen yaratıklarına gizli ve açık bol bol  nimetler verir  ve  suçluları  cezalandırmada acele etmez, sabırlı davranır.
Onlara, tevbe etmeleri için hoş muamele eder, hatalarından dönmeleri için mühlet verir. [889]
O, kafirleri ve günahkarları kuşatan kamil bir hilme sahiptir. Onlara mühlet verir ve tevbe etmeleri için kendilerini cezalandırmada acele etmez. O, isteseydi onları günah işler işlemez hemen cezalandırabilirdi. Çünkü işlenen günahlar, hemen arkasından acil ve çeşitli cezaları gerektirir. Fakat Allah'ın hilmi onlara mühlet verilmesini gerekli kılar. [890]
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Şayet Allah, insanları yaptıkları yüzünden hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Ancak o, onları belirlenen bir müddete kadar erteliyor." [891]
"Şayet Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler."[892]
(Hilm) suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve ceza­larını geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa iktidarı ol­mayan âcize halîm denmez. Halîm, kudreti yetişecek, fakat bir hikmete binâen yapmıyacak...
Allahu teâlâ, halimdir. Her günah işliyeni hemen muaheze edivermez. Hışm ve gadapta isti'cal göstermez. Niceleri vardır ki, önüne gelene fenalık eder. Allah'ın kullarına ezâ ve cefâ eder dururlar da, başları bile ağrımaz. Bunların böyle kaldığı­na bakıp ta yaptıklarının yanlarına kalacağını zannetmemelidir. Allahu teâlâ Habîrdir, onların yaptıklarından gafil değil­dir ve haksızlığı da sevmez, hakkı yerine getirir. Fakat Halîm'dir, mühlet verir.'Bu mühlet içinde yaptıklarına neda­metle tevbe edenleri afv ve mağfiret buyurur, fakat ısrar eden­ler hakkında hüküm Allah'ın iradesine kalmıştır. Dilerse affe­der, dilerse ukubet yapar. Bir ismi de Adl'dir. (Allah imhâl eder amma, ihmâl etmez.) sözünün ma'nâsı da budur.
Bu ism-i şerifte bizim için büyük bir nefha-i teselli var. İsyansız günümüz, hattâ saatimiz geçmiyor. Buna karşı eğer Allahu teâlâ sert davransaydı, her isyan edeni hemen helak ediverseydi, dünya yüzünde kimse kalmazdı. Allah'ın bu suretle mühlet vermesi de büyüklüğünün şanı ve kullar için büyük ni'mettir. [893]

Bizlere Yaraşan Şey:

Bu ni'metten faydalanmalıyız, yoksa bu hilme mağrur olup ta kötülükte ısrar etmemeliyiz, muamelâtımızda mülâyemetle hareket edenleri Allah sever. Binâenaleyh Allah rızâsı için sert ve kaba muameleden mümkün olduğu kadar sakınma­lıyız. Hele umumî işlerde mülâyemet pek ma'kul bir hareket­tir. Peygamberimiz'in dâima mülâyemetle muamele buyurdu­ğunu hiç unutmamalıyız. [894]

33. EL-AZÎM

Zatı ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu,[895] pek azametli. [896]
"O, yücedir, büyüktür." [897]
"Azîm", izam, kökünden büyüklük manasında bir sıfat olup büyüklükte mübalağa ifade etmektedir. İzam, büyük, aziz, ulu, yüce ve kibriya manalarına gelmektedir.
Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan aza­met sahibi yüce Allah, mecid ve değeri çok yüksek sı­fatlara layıktır.
Sübhan Tealâ'nın büyüklük sıfat ve azametine akıllar erişemez, O'nun künhünü gözler kuşatamaz.
Bütün noksanlıklardan münezzeh olan yüce Al­lah'ın varlığı zorunludur.
Sübhanellahil-azim, her şeye gücü yeten sonsuz kudret sahibidir. O, öyle bir güç kudret sahibidir ki hiçbir şey onu aciz bırakamaz.
Yüce Allah, yaratılmış olanların sahip olacakları sıfatlardan münezzeh, her türlü sena ve övgüye la­yıktır.
Peygamber (s.a.v) bir üzüntü anında şöyle derdi.
"Allah ki, Ondan başka ilah yoktur. Büyük ar­şın sahibidir." [898]
Peygamberimiz (s.a.):
"Kim bir hastanın huzuru­na girer de, hastanın eceli henüz gelmemişse (hasta­ya), yüce arşın sahibi, azamet sahibi Allah'tan sana şifa vermesini niyaz ediyorum" der de bunu yedi defa tekrarlarsa Allah'ın izniyle o kimse şifa bulur.
Allah en yüce mesel sahibidir. Allah Resulü Muhammed (a.s.)'ın mü'minlere şu müjdesi kafidir:
"Her kim ilim öğrenir ve öğretirse, bununla göğün melekutunda "azim" diye çağırılır."
"El-Azim" ismi Kur'ân-ı Kerim'de altı defa zikre­dilmiştir. Bunlar, el-Bakara: 2/256, Şûara, 26/4, Va­kıa, 56/74, 96, Hakka, 69/33, 52.
"O halde, ulu  Rabbi'nin adını yüceltip nok­sanlıklardan tenzih et." [899]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Gökleri ve yeri koruyup gözetmek Allah'a zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." [900]
Allah Teâlâ büyüktür. Tazimi gerektiren bütün vasıf ve anlamlar O'na aittir. Hiçbir yaratık O'nu layık olduğu şekilde övemez ve O'na yapılması gereken övgüleri sayamaz. Bilakis O, kendisini nasıl övmüşse öyledir. Kulların övgülerinin üstündedir.
Biliniz ki Allah için sabit olan ta'zimin iki türlü anlamı vardır:
Birincisi; O, bütün kemal sıfatlarla muttasıftır. Bu sıfatların da en mükemmellerine, en büyüklerine ve en kapsamlılarına sahiptir. Herşeyi kuşatıcı ilim O'nundur. Geçerli ve nüfuz edici güç, kuvvet, azamet ve büyüklük O'na aittir. İbnu Abbas ve başkalarının da söylediği gibi; gökler ve yerin, Rahman'ın avucunda sanki bir hardal tanesinden daha küçük mesabede olması O'nun azametindendir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:
"Onlar Allah'ı hakkıyla tanıyıp bilemediler. Kıyamet günü bütün yeryüzü O'nun avucundadır." [901]
"Şüphesiz Allah gökleri ve yeri, nizamları bozulmasın diye tutuyor. Eğer onların nizamı bir bozulursa kendisinden başka hiç kimse onları tutamaz." [902]
"...O yücedir, uludur. O'nun azametinden, yukarılarından neredeyse gökler çatlayacak..." [903]
Rasûlullah'tan (s.a.v.) gelen sahih bir hadiste söyle buyurulur;
"Allah Teâlâ buyurur ki; kibriya benim ridamdır, azamet ise izârımdır. [904] Kim ki benimle bunlardan birisi için yarışıp çekişirse ben onu azabımla cezalandırırım." [905]
Büyüklük ve azamet Allah'a mahsustur. Bu iki safatın hakkını takdir etmek ve künhüne vakıf olmak mümkün değildir.
Allah'ın azametinin anlamlarından ikincisi; yaratıklardan hiç kimse Allah'a yapılan ta'zim gibi bir ta'zime müstehak değildir. O'nun kullarının O'na kalpleriyle, dilleriyle ve bütün azalarıyla ta'zim göstermeleri gerekir, bu, O'nu tanımak ve sevmek hususunda bütün gücü sarfetmekle, O'na itaat etmek ve boyun eğmekle, O'ndan korkmakla, dil ile O'nu anmak ve bütün azalarıyla O'na olan şükrünü ve kulluğunu yerine getirmekle olur. O'na hakkıyla saygı göstermek, itaat edip karşı gelmemek, zikredip unutmamak, şükredip nankörlük etmemek de O'na ta'zimin gereklerindendir. O'nun hürmetli kıldığı ve meşrulaştırdığı zaman, mekan ve amellere saygı göstermek de Allah'a saygı göstermek demektir.
"Bu böyledir. Her kim Allah'ın nişanelerine hürmet gösterirse şüphesiz bu, kalplerin Allah'a karşı gelmekten sakınmasındandır." [906]
"İşte böyle; her kim Allah'ın emir ve yasaklarına saygı gösterirse, bu, Rabbinin katında onun iyiliğinedir." [907]
O'nun yarattığı hiçbir şeye ve koyduğu hiçbir kurala itiraz edilmemesi O'na saygıdandır. [908]
Azamet, büyüklük ma'nâsınadır. Hakikî büyüklük Allah'a mahsustur. Yerde, gökte, bütün varlık içinde mutlak ve ekmel büyüklük ancak O'nundur ve herşey O'nun büyüklüğüne şahit­tir. Bu sıfatta da Allah'a herhangi bir denk bulunması muhal­dir. Çünkü her şey, her an ve her hususta, Allah'a ihtiyacını gösterip dururken büyüklük bahis mevzuu olur mu? İhtiyâç ile büyüklük birbirine zıt şeylerdir. Varlığımızı O'na borçlu olduğumuz gibi, kafamızda ve kasamızda ne varsa, onları da O'na borçluyuz. İhtiyaçlarımızın husulü O'nun lûtf ve kere­mine bağlı, maksatlarımızın meydana gelmesi O'nun irâdesi­ne mütevakkıftır. [909]

Mahlûkun Büyüklüğü:

Yaradılmışlar kendi aralarında içlerinden bâzıları hakkın­da "büyük" sözünü kullanırlar. Meselâ, zaferler kazanmış bir komutana büyük asker, bilgi şubelerinin her hangi birinde yepyeni mevzular açana büyük âlim, Süleymâniye camii gibi seyrânı bile insana hayranlık veren eserler kurana büyük mi­mar... derler. Kendilerine büyüklük ünvânı verilen bu zâtların büyüklüklerini isbat eden alâmet, şüphe yok ki, her birinin ortaya koyduğu eserdir. Bu eserlere ne kadar nüfuz edilirse, on­ların büyüklük dereceleri o kadar iyi anlaşılmış olur ve o nisbette de gönüllerde kendilerine karşı bir sevgi ve tazim hissi uyanır. Fakat bu eserlere nüfuz edebilmek de bilgiye bağlıdır. Süleymâniye câmiinin bir âbide-i san’at olduğunu ben de gö­rüyorsam da, san'atın bütün inceliklerine vâkıf olan bir mimar-mühendis kadar zevk alamam. [910]

Allâhu Teâlâ Büyükler Büyüğüdür:

İyice düşünülünce tasdik edilir ki, büyük dediğimiz bu adamları bir damlacık sudan meydana getiren ve onlara büyük­lük vasfını kazandıran, kudret ve kabiliyet bağışlıyan, büyük­ler büyüğü Allahu teâlâ, daha evvel sezilmek, sevgi ve saygı­nın en yükseği ona tahsis edilmek iktizâ eder. Her göz attığı­mız noktada, Allah'ın yarattığı, bir değil, milyarlarca eser gö­rüyoruz.
Bir çimen yaprağı, Allah teâlâ'nın sun'undaki büyüklüğü gösteren bir kitaptır. Ufak bir çimen yaprağında, Süleymâniye camiinden ziyâde san'at esrârı bulunduğuna şüphe yoktur. Ben bir nebatat mütehassısı olmadığım halde, kaba görüşle­rimle, bu çimen yaprağındaki esrara tamâmiyle nüfuz edilerek künhüne, son haddine ulaşıp, son esrara el dokundurmanın imkânsızlığına kaniim.
Evet, yaprağın eb'âdı, üst ve arka satıhlarının kuruluşu, rengi, biçimi, dokunuşu, cilâsı, kokusu... birer bahis değilmidir? Sonra görüyoruz ki, yaprağın tam ortasında uzanmış bir ana damardan iki tarafa nasıl birçok damarlar ayrılmış ve her ayrılan damar mütemadiyen çatallanıp gitmiştir. Öyle ki, bu çatallanmalar gözle ve hattâ mikroskopla görülemiyecek kadar incelmiştir. Allahu teâlâ o yaprağa gıdalanma ve nemâlanma kuvvetleri bahşetmiştir. O kuvvetlerle toprakların al­tında kendine yarayan ve dağınık bir halde bulunan gıda madde­lerini bir hortum gibi nasıl kendine çekiyor. Bu gıda zerreleri ırmaklar gibi o damarlardan akıyor. Yaprağın her zerresi bun­dan nasibini alarak, süt emen yavrucaklar gibi o da büyüyüp gidiyor.
Muhakkak ki, o yaprağın içinde ve dışında çok geniş bir teşkilât var... Alan, veren, çeken, toplayan, saklayan, bağla­yan, ıslatan, kurutan, dokuyan cihazlar, teller, düğmeler var. Bunlar Allahu teâlâ'nın emir ve takdiri ile durmadan işleyip duruyor. İnsan bunların ne ince, ne acaip şeyler olduğunu öğ­renmeğe kalkışsa, sonu acze varır dayanır, işte Allahu teâlâ'nın büyüklüğünü görmek ve öğrenmek isteyenler için bir çimen yaprağı, bir kitap kadar derin ve geniştir. [911]

Kula Gereken Şey:

Küçük bir yaprağın yaradılışındaki esrara nüfuz edemiyeceğini anlayan bir insan, onu yeryüzünde henüz ismini, cis­mini öğrenemediğimiz milyarlarca çeşit nebatata, yüksek dağlara, engin denizlere ve o denizlerde yaşıyan hadsiz hesap­sız acâip mahlûkâta ölçmeli de, kâinatın yaradılışındaki hik­met ve esrârın zihinler yırtıcı heybeti karşısında Yaradan'a secdeye kapanmalı ve "Yâ Rabbe'l-âlemîn! Büyüksün, büyük­sün. Büyüklük, ancak Sen'in şânındır. Bizi ancak Sana kulluk edip, rızâna eren kullarına kat! Câhillerin, Sen'in şânına yaraşmıyan sözlerinden Sen'i tenzih ve takdis ederiz. Bizi onlar­la beraber tutma" diye dâima lûtf ve merhametini istemeli­dir. [912]

34. EL-GAFUR

Bütün günahları bağışlayan, [913] mağfireti çok. [914]
"Allah'tan başka günahları kim bağışlayabi­lir."[915]
Sözlükte, gizlemek, kirden pastan korumak için bir şeyin üstünü örtmek manasına gelen gafur, keyfiyyet yönünden bağışı bol olan, en büyük günah­ları bağışlayan demektir. Bunun türevlerinden olan "gaffar" kemiyyet yönüyle affı bol, pek çok günahı ba­ğışlayan demektir.
Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Rabbim, mağfireti ve günahları örtmesi çok olandır. Allah Tealâ:
"Ben bütün günahları bağışlayan ve çok acıyanım”  [916] buyurmaktadır.
Ebu Bekir es-Sıddık (r.a.)'den gelen bir rivayette Ebu Bekir (r.a.) Resulullah (s.a.v.)'e:
“Bana bir dua öğret de onunla namazımda dua edeyim, dedi.
Peygamberimiz (s.a.v.) de:
"Ey Allah'ım! Ben nefsime pek çok zulmettim. Senden başka günahları bağışlayan kimse yoktur.Tarafı ilahinden bir mağfiretle beni bağışla, bana acı, şüphesiz ki sen bütün günahları bağışlayan, pek çok merhamet sahibisin de" buyurdu.
Buhari'de zikredilen bu duadan başka Resulul­lah (s.a.v.) seyyidü'l-istiğfar olarak bilinen duayı irad buyurmuştur:
"Ey Allah'ım, sen benim Rabbimsin, senden baş­ka ilah yoktur. Sen beni yarattın. Ben senin kulunum. Ben sana verdiğim ahid ve vaadime gücümün yettiği kadar sadık kalacağım. Yaptığım kötü eylemlerden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetlerden ötürü ve gü­nahlarımdan sana sığınırım. Beni bağışla! Şüphesiz ki senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur."
Kur'ân-ı Kerim'de, Allah'ın "Gafur" sıfatı 91 defa zikredilmiş; iki ayette tek başına geçmektedir. Bunlar: "Ve hüve'l gafuru'r-rahîm","ve hüve rahimü'l-gafûr", "ve hüve'-gafûr'ul-Halim", "ve hüve halimu'n-gafûr", "ve hüve1-azizul-gafur", "ve hüve'l-gafûru'l-vedûd", "ve hüve'l-gafuru ş-şekûr" şeklinde geçmektedir. [917]
Allahu teâlâ'nın mağfireti çoktur. Mağfiret, Allah'ın yarlığamasıdır. İsm-i şerifteki çokluk ma'nâsı i'tibâriyle bir ku­lun kusuru ne kadar büyük ve çok da olsa yine saklar. Meydana koyup ta sahibini rezil ve rüsvây etmez demek olur. Bu ma'nâ (Ğaffâr) ism-i şerifinde daha geniştir. Aynı maddeden bir de Ğâfîr ism-i şerîfi vardır ve bu üç isim arasında ma'nâca şöyle bir fark da beyan edilmiştir, Ğâfîr, umumiyet i'tibâriyle kötü ve yüz kızartıcı sözleri ve işleri örten demektir. Bu sayede in­sanlar biribirini seviyor, emniyet ve i’timad ediyor. Öyle ya, benim gizli kabahatlarım, iğrenç düşüncelerim aşikâr olsa, Cenâb-ı Hak onları örtmeyip de, meydana koysa, herkes ben­den selâmı-kelâmı keser ve kaçardı. Senin de öyle., bütün in­sanların da böyle.. Şu halde Ğâfîr isminin hükmü olmasaydı "İnsan topluluğu" diye ortada bir cemiyet bulunmazdı.
Ğafûr ism-i şerifinde çirkinliklerimizi meleküt âlemin­den de saklamak vardır.
Melekût âlemi: Ruhanîler, melekler ve diğer göze görün­meyen nûrânî ve ecsam-ı lâtife sınıfı demektir. Melekût, nâsut'un zıddıdır. Nâsut, maddî cisim taşıyan insanlık ve dün­ya âlemidir. Dünyâ âleminde herkes birbirine saygı gösteri­yorsa, bu hal Allahu teâlâ kusurlarımızı sakladığı içindir. Fa­kat nâsut âleminin göremediğini melekût âlemi görür. Me­lekût âlemine sefer ettiğimizde, onlardan da aynı hürmet ve riâyeti görmek için, kusur ve kabahatlerimizin onların naza­rında da kapalı kalması lâzımdır, işte melekût sakinlerine kar­şı  da  kusurlarımızı   örtmesi i'tibâriyle Allahu  teâlâ "Ğafûr"dur. Sonra, insan gizli kalmış kabahat ve kusurların­dan dolayı başkalarına karşı hicap duymazsa da kendi nefsine karşı mahcuptur. Herkes kendi iç âleminde, vicdanında yaptığı kötülüklerden müteessir ve müteezzîdir. insanı bu ezadan kurtarmak için, kabahatlarını kendi nazarından da örtmek, yâni kabahat sahibine kabahatlârını bütün bütün unutturmak lûtfu vardır, işte bu i'tibârla da Ğaffâr'dır. Allah'ım ne büyüksün, ne kerîmsin!
Sevgili okuyucu: İçimizi gıcıklayan nefsânî ve şeytanî arzuların bir düziye tehacümü, bir taraftan hevesâtımız karşısında zaafımız, diğer taraftan çok defa ayağımızı kay­dırır, bizi günahkâr eder. Bu yüzden Allah'ın mağfiretine ih­tiyâcımız hiç kesilmez. Allah'ın mağfireti ise boldur. Hiçbir isteyici bundan boş dönmez. Yalnız mühim olan cihet Yaptı­ğımız kötü işlerden dolayı yürekten bir nedamet acısı duymak ve bu acının tazyiki iledir ki, "Yâ Rab! Mağfiretini dile­rim.." diyebilmektir. [918]

35. EŞ-ŞÂKİR, EŞ-ŞEKÛR

Az îyîliğe çok mükâfat veren,[919] kendi rızâsı için yapılan iyi işleri daha ziyadesiyle karşılayan. [920]
"Muhakkak ki O (Allah) çok çok bağışlayan, çok karşılık verendir." [921]
Şekûr, yapılan ihsanı açığa vurma manasına ge­lir vee sadece Cenab-ı Hakk'a mahsustur. O, çokça sena edilmeye layıktır. Öyle ki Sübhan Tealâ, az bir taata pek çok dereceler lütfeder. Cenab-ı Hak Tealâ, sayılı günlerde yapılan amele ahirette sınırsız nimet­ler verir.
Kur'ân-ı Kerim'de eş-Şekûr dört defa geçmektedir.
1. "Çünkü Allah, onların mükâfatlarını tam öder ve lütfundan onlara fazlasını da verir. Şüphe­siz O, çok bağışlayan, şükrün karşılığını bol bol verendir." [922]
2. "(Cennette şöyle) derler: Bizden tasayı gide­ren Allah'a hamdolsun. Doğrusu Rabbimiz çok ba­ğışlayan, çok nimet verendir." [923]
3. "Kim bir iyilik işlerse onun sevabını faz­lasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir."[924]
4. "Allah çok mükâfat verendir, ceza vermek­te acele etmeyendir." [925]
Şükür; iyiliği iyilikle karşılamak demektir. Şükür, Alla­hu teâlâ'ya karşı kulun yapması gereken bir vazifedir. Çünkü Allah onu yaratmış ve sayısız ni'metlerine müstağrak kılmış­tır ve bu ni'metlere karşı kullarını şükran veya küfran yollarından herhangi birini seçmek üzere serbest bırakmıştır.
Kul şükrederse Allah onun şükrünü karşılıksız bırakmaz. Kul serbestliğini şükür yolunda kullanır; elindeki ni'metleri Allah'ın razı olacağı bir surette sarfederse, Allah onun da şük­rünü karşılıksız bırakmaz, iyiliği daha geniş iyiliklerle karşı­layarak ni'metini arttırır, iyiliklerin çoğalmasına meydan ve­rir, çünkü Allahu teâlâ Şekûr'dur. Ni'met, esasen kendisinin olduğu halde, şükreden kullarına mahz-ı lûtfundan, ni'metlerini arttırarak şükür muamelesi yapar. [926]

Şükran Yolunu Tutanların Alâmetleri Ve Akıbetleri:

Kendilerine gelmiş olan ni'metleri, sebeplerden, vasıta­lardan değil, ancak Allah'tan olduğunu i'tiraf ederler. Çünkü onlar hediyeyi getiren uşaklara değil, gönderen efendiye bakar­lar. Gönüllerinden inanmışlardır ki, ni'meti yaratan, kısmet eden, gönderen, onunla meşgul olacak kuvvetleri, sebepleri veren, tertip eden ancak Allah'tır. O halde teşekkür edilmeye lâyık olan O'dur.
Şükran yolunu tutanlar, vücutlarının her uzvunu ne iş için yaratılmışsa ancak o işlerde çalıştırırlar. Meselâ, neslin tesel­sül ve devamı için ihsan edilmiş bir uzvu, neslin kuruması için kullanmadıkları gibi, hakikatlerin keşfi ile Allah bilgisi kazanmak için bahşedilmiş akıl ve zekâ nurunu, mefsedetler tervici ve hakların iptali için kullanmazlar. Allah'ın verdiği her ni'metin kıymetini bilir ve o ni'metten kendi heveslerine göre değil, Allah'ın irâdesine ve rızâsına göre faydalanırlar. Allahu teâlâ Şekûr olduğu için, verdiği ni'meti kötüye kullan­mayan bu sadakatli kullarını sever. Sevdiği için onlara yardım eder. işlerinde muvaffak kılar, ni'metlerini de arttırır. Çünkü, şükrü yerine getirilen ni'metleri arttıracağına dâir Allah'ın kat'î va'di vardır.
Bunlar da gelmiş olan ni'metleri örterler. O ni'metlere dâir ağızlarından bir kelime olsun işitilmez. Halleriyle, tavırlarıyle güya kendilerine böyle bir ni'met verilmemiş gibi davra­nırlar. Hak yoluna bir para sarfetmezler, fakat şeytan yoluna hiç gözünü kırpmadan binlerce lira dökerler... Böylelerine “Kâfir-i ni'met” denir ki, nankör demektir. Allah verdiği ni'metlere karşı bu suretle nankörlük edenleri sevmez. Sev­mediği için onları himaye etmez. Kendi nefisleriyle, arzularıyle başbaşa bırakıverir. Onlar da hevâ ve heveslerine kapılır. Bütün ni'metleri o uğurda çürütürler. Zarardan zarara, felâket­ten felâkete uğrarlar. Eğer bu zarar ve felâketlerden de akıllanmazlarsa kapıldıkları bu hevâ ve heves cereyanları onları niha­yet ebedi helak ve hüsrana sürükler ve bitirir. Böyle bir akı­betten Allah'a sığnırız. [927]

Kula Gereken Şey:

Sıhhatini korumak, mevkiini kuvvetlendirmek için, Alla­hu teâlâ'ya şükretmesini bilmek ve elinden geldiği kadar bunu yerine getirmektir. Sermâyesinin tükenmemesini, bilâkis ço­ğalmasını isteyen ticarethane sahipleriyle, müessesesinin yıkılmamasını, bilâkis uzun ömürlü olmasını isteyen fabrika­törlerin dikkat nazarlarını çekerim. Bu işin hakikî sigortası budur. [928]

36. EL-ALÎEL-ALİYY, EL-A'LÂ

Îzzet, şeref ve hükümranlık bakımından en yüce, [929] pek yüksek olan.[930]
Alî, "ulüv ve ala" mastarından gelip, yücelik, şeref ve kudret sahibi manasına gelmektedir.
Celal ve kemal sahibi yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Yüceliğinin üstünde hiçbir güç yoktur. O'nun yüceliği kendisiyle bir başkası arasın­da da ortak değildir. Fakat o mutlak yüce, izzet, seref ve hükümrandır.
İyas b. Seleme'nin babasından naklettiğine göre babası şöyle demiştir:
"Resulullah'tan "sübhane'a'la'l-vehhab" ile başla­mayan hiçbir dua işitmedim."
Allah'ın isim ve sıfatlarından bahseden kitaplar­la anlatıldığına göre, Resulullah (s.a.v.)  İsra gecesi göğün en yüksek yerinde bir tesbih işitmişti. Bu tesbih:
"Subhanel aliyyul a'la, subhanehu ve tealâ."
El-Alî, ismi Kur'ân-ı Kerim'deki ayetlerde 8 defa rikredilmiştir. Bunlar:
el-Bakara: 2/255, el-Hac: 22/62, Lokman: 31/30, Sebe: 34/23, Gâfir: 40/12, Şûra: 42/4, 55, Nisa:4/24'tür.
"Ala" ismi tesbihatta pek çok kullanılmakta olup namazda secde anında "Sübhane rabbiye'a'lâ" diye söylenir. [931]
Allah Teâlâ söyle buyurur:
"Artık hüküm, yücelerin yücesi Allah'ındır."[932]
"Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O'na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür." [933]
"Yüce Rabbinin adını tesbih et." [934]
"O görüleni de görülmeyeni de bilir, çok büyüktür, yücedir"[935]
Bu ifadeler, yücelik ve ululuğun bütün anlamlarının her yönden Allah Teâlâ için sabit olduğuna delâlet eder. O, zâtı yönüyle uludur. Çünkü O, bütün mahlukatın üstündedir. Arşa istiva etmiştir. Kadri yücedir. O'nun sıfatları ve azameti yücedir. Hiçbir yaratığın sıfatı O'nunkine denk olamaz. Yaratıkların hiçbirisi O'nun sıfatlarından bir sıfatın ifade ettiği anlamların bir kısmını bile kapsayamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Onların ilmi bunu kapsayamaz.”[936]
Bununla anlaşılmaktadır ki Allah Teâlâ bütün sıfatlarında hiçbir şeye benzememektedir. Galibiyetin en üstün olanı O'na aittir. O, birdir ve gücüne karşı konulamaz. Sonsuz güç ve kudretiyle, azamet ve yüceliğiyle bütün yaratıklarına egemendir. Onların  mukadderatları O'nun elindedir. O, neyi dilerse o olur. Hiçbir şey buna mani olamaz. O'nun istemediği şey de asla olmaz. Bütün mahlukat, O'nun istemediği bir şeyi gerçekleştirmek için bir araya gelseler buna güçleri yetmez. O'nun iradesinin hükmettiği bir şeyi engellemek için biraraya gelseler onu da engelleyemezler. Bunun sebebi, O'nun iktidarının mükemmelliği, iradesinin geçerliliği ve bütün mahlukatın her yönden O'na son derece muhtaç oluşudur. [937]
Allahu teâlâ bütün kâinatın üstündedir. Fakat bu yüksek­lik cisimlerin yüksekliği gibi, yukardakilerine daha yakın, aşağıdakilerine daha uzak ma'nâsına değildir. Allahu teâlâ kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır ve bu nisbet hiç değişmez. Her insana şah damarından daha yakın­dır. Allahu teâlâ'nın zâta, cisimlerin zâtına benzemediği gibi, yakınlığı, uzaklığı da cisimlerin birbirine olan yakınlığına, uzaklığına benzemez. [938]

Yüksekliğin Gerçek Manâsı Şudur:

1- Allah'tan daha üstün bir varlık düşünülmesi imkânsız­dır.
2- Bir benzeri veya ortağı veya yardımcısı veya mabeyinci­si olmaktan münezzehtir.
3- Şânına yaraşmıyan her şeyden uzaktır.
4- Kudretde, bilgide, hükümde, irâdede ve diğer bütün kemâl sıfatlarında üstündür. Şu halde "El-Aliy", her şey ken­dinin dûnunda, emrinde ve hükmü altında olan Zât-ı Eceli ü A'lâ demektir.
Kâbe-i Muazzama'ya Allah'ın evi deniliyor. Bunun ma'nâsı nedir? Kâbe-i Muazzama'ya ve mabetlere Allah'ın evidir demek, buraları Allah'ın ikametgâhıdır demek değildir. Bu izafet tebcil ve teşrif içindir.
İzah edelim: Şahıslara mahsus olan meskenler vardır ve her mesken sahibine nisbet olunur da, filancanın evi, filanca­nın dükkânı denir. Neden? Çünkü bir mesken veya dükkân ki­me âit bulunuyorsa menfaati de yalnız.ona aittir. Fakat Kâ'beye ve camilere Allah'ın evi denir. Bundan maksat Allah'a bir mesken isnâd etmek değildir. Belki Kâ'benin veya mabedin hiçbir şahsa ihtisası olmayıp, âmmenin menfaati için yapıl­mış olduğunu ve bundan dolayı ehemmiyetinin büyüklüğünü anlatmak içindir. Nitekim âmme hakkına da "Allah hakkı" de­nir. Çünkü bu hakkın faydası umûma şâmildir. Bir ferde, bir şahsa mahsus değildir.
Allah hakkını yerine getiren, bütün insanların menfaatına riâyet etmiş olur. Onu ihmâl eden de, insanları zararlandırmış olur. Bir kimse bir meskene tecâvüz ederse, yalnız o mesken sahibini mutazarrır eder. Halbuki bir câmi'ye tecâvüz eden, bir ferde değil, cemâate tecâvüz etmiş olur. [939]              

Kula Gereken Şey:

Allahu teâlâ'nın şânına yaraşmıyan i'tikatlardan fikrini kurtarmak ve Allah'ın mahlûkuna, haksızlık etmekten sakın­maktır. Bir çok câhiller Allahu teâlâ'yı insan suretinde bir ci­sim ve bir ruhtan müteşekkil ve insan gibi infiale mâruz sanı­yorlar. Dünya hükümdarları gibi, kâinatın en yüksek yerinde kendine mahsus bir sarayda bulunduğunu ve oradan bir takım vekiller vâsıtasıyle kâinatı idare ettiğini... İ'tikâd ediyor­lar.
Bütün bunlar ve benzerleri, ulûhiyet şânına yaraşmıyan eksikliklerdir. Allahu teâlâ, hiçbir vekile mahtaç olmadığı gi­bi, zamandan, mekândan münezzehtir. Zamanlar O'nu sınırlayamaz, mekânlar O'nu kaplıyamaz. Zaman ve mekân O'nu na­sıl ihata edebilir ki, zamanı da, mekânı da yaratan O'dur. Onlar yokken Allah vardı. [940]

37. EL-KEBÎR

Zatının ve sıfatlarının mahiyeti anlaşılamayacak kadar ulu, [941] pek büyük.[942]
'Ey azametinden dolayı akılların ulaşamadığı ulu zat."
Kebir, “kebere” kökünden gelmektedir ve büyük an­lamındadır. Genellikle, el-Alî ve el-Mütealî isimleriyle bitişik kullanılmıştır.
Sübhanu'l-Kebîr, medhedenlerin methinin üs­tünde yücedir. Allah'ın büyüklüğünü hislerin müşa­hede etmesi, aklın idrak etmesi mümkün değildir. Hiçbir şeyle onu anlamak mümkün değildir.
İbn-i Abbas (r.a.)'dan rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v.) her türlü acılardan ve humma gibi hastalıklardan kurtulmak için ashaba şöyle dua öğ­retmişti:
"Zat ve sıfatları anlaşılamayacak kadar ulu Al­lah'ın ismiyle, fışkıran kanın her türlü şerrinden ve cehennemin  sıcağının şerrinden yüce Allah'a sığınırız."
El-Kebîr ismi, Kur'ân-ı azimde beş defa geçmek­tedir:
1. "O görüleni de görülmeyeni de bilir; çok bü­yüktür, yücedir." [943]
2. "Böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisi­dir. O'nun dışındaki taptıkları ise batılın ta ken­disidir. Gerçek şu ki Allah, evet O, uludur, büyük­tür." [944]
3. "Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir; Ondan başka taptıkları ise hiç şüphesiz bâtıldır. Gerçek­ten Allah çok yüce, çok uludur." [945]
4. "Rabbiniz ne buyurdu? derler. Onlar da: Hak olanı buyurdu, derler. O, yücedir, büyüktür."[946]
5. "Artık hüküm, yücelerin  yücesi Allah'ın­dır." [947]
Rabb Sübhânehu ve Teâlâ yücelik, büyüklük, azamet ve ululuk sıfatlarıyla nitelenmiştir. O, herşeyden büyüktür, herşeyden yücedir ve herşeyden uludur.
Dostlarının kalbinde O'nun çok saygın ve yüce bir mevkii vardır. Onlar gönüllerini Allah'a saygı ve O'nu yüceltme duygusu ile doldurmuşlardır. O'na boyun eğmişler ve O'nun büyüklüğü karşısında hep tevazu göstermişlerdir. [948]
Bu ismin, Kur'an'daki bütün kullanımlarında yücelik bildiren "el-Aliyy" ve "el-Müteâl" isimlerine bitişik olarak geçtiği görülür:
"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıkları şeylerin bâtıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür." [949]
"O, görüleni de görülmeyini de bilir, çok büyüktür, yücedir." [950]
Göklerde ve yerde eşsiz tek büyük O'dur. Kâinatın büyük­lüğü, elbette ki Yaradan'ın büyüklüğüne delâlet eder. Bulut­suz berrak bir gecede, başını gökyüzüne kaldıran ve orada sayı­sız yıldızların ışıldadıklarını gören aklı başında, iz'ânı yerin­de bir insanın bu büyüklüğe hayran olmaması mümkün mü­dür? O parlayan yıldızların herbiri, bizim güneş gibi güneştir ve herbiri başlıbaşına bir âlemin merkezidir. [951]

Göklerin Esrarını Çözmeye Çalışan İlimler:

Bu ilimler diyor ki, güneş bir âlemdir. Göklerin derinlik­leri içinde böyle nice güneşler ve herbirinin etrafında nice yavrular ve torunlar vardır. Fakat bu güneşlerin sayısı, bugün kat'î olarak tesbît edilememiştir ve o kadar çalışmalara rağ­men tesbîtine de imkân yoktur; çünkü ihâtâ dâiresi genişle­dikçe, ufuklar nâmütenâhîliğe doğru açılıp gidiyor. Bugün bu ilimlerin elindeki netice şudur: Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır.
Halbuki mahlûkat, namütenahi olamaz, mahlûkat hakkın­da kullandığımız namütenahi sözü, bizim bilgimize ve ihata­mıza göredir; yoksa Allah'ın ilminde sayısı, zaman ve mekân yönünden sınırlı apaçık bellidir. "Namütenahi feza içinde, namütenahi güneşler vardır." sözü, hakîki bir nâmütenahilik mefhûmunu değil, kâinatın bizim idrâk ve ihata çerçeve­mize sığmıyacak kadar büyüklüğünü ifâde içindir. Farzedelim, fikir kadar serî bir vâsıtamız olsun, bu nakil vâsıtası, bir hattı müstakim üstünde, bizi semânın ölçülmesi imkânsız olan derinlikleri içine sürüklesin, yâni saniyede bir milyon güneşin önünden geçirsin; bu şekilde, yâni saniyede bir mil­yon güneş tâdât etmek şartiyle, ömrümüz olsa da milyarlarca asır gitsek, yaratılmış âlemlerin yine pek azmi saymış oluruz ve daha milyarlarca asır mesafeler alsak ve sonra etrafımıza bir göz atsak, yine içinde güneşlerin kaynaştığı muazzam bir gökyüzü göreceğiz ki, bu güneşler aczimizle alay eder gibi, bize uzaklardan göz kırpmağa devam edip duracaklardır.
İşte akılları durduran, insan havsalasına sığmayan bu var­lık, O'nun tek bir iradesiyle meydana gelmiştir ve O, isterse tek bir irâde ile daha başka âlemler de yaratır, yine kudretinden bir zerre eksilmez. Bir zerreyi yaratmakla, bu ölçüsüz, sayısız âlemleri yaratmanın O'na göre asla bir farkı yoktur. Velhâsıl her şeyin varlığı veya yokluğu, Allahu teâlâ'nın bir irâdesine bağlıdır. Ol! deyince oluverir. Olma! derse bir anda her şey yokluğa dönüverir. Bu, ne kudrettir, ne büyüklüktür! [952]

Bu İsm-i Şerif Hükmünce Kula Yaraşan Şey:

Yalnız Allah'tan korkmak, yalnız Allah'ı sevmek, yalnız Allah'a kul olmaktır. Korku iki türlüdür; biri, haksız yere ev-bark söndüren zorbaların zulmünden korkmaktır. Bu korku, gönüllerde o zorbalara karşı nefret ve istikrah uyandırır. Öteki de en yüksek kuvvet ve kudret sahibi olduğu halde, suçlar bağışlıyan, hacetler bitiren, af ve ihsanı bol, keremkâr bîr zâtı sevmek neticesi olan korkudur. Bu korku gönüllerde, o zâta karşı derin bir saygı husule getirir. Allahu teâlâ'ya karşı olan korku işte budur. Buna daha ziyâde "haşyet" denir. Bu haşyeti duyan gönüller, Allah'ın emir ve fermanını her şeyin, her hatır ve nüfuzun üstünde tutarlar. Hatırını saydığımız veya nüfu­zundan korktuğumuz kimselere hoş görünmek gayreti, Al­lah'ın emir ve fermanının ihmâl veya inkâra sebep olmamalıdır. İnsanoğlu için en büyük musibet, Allah'ın gadabına uğra­maktır. En büyük kazanç da, kişinin kendini Allah'a sevdirmesidir. İnsanların sevgisini kazanmak veya onların gözünden düşmek, ehemmiyetli bir şey değildir. Çünkü Al­lahu teâlâ'nın ezelî takdirine karşı, bunların hiçbir te'sîri ola­maz. Bir kimse Allah yanında makbul ise, bütün insanlar ondan yüz çevirseler, ona hiçbir zarar gelmez. Bunun aksine olarak, Allah yanında makbul olmayan bir kimseye bü­tün insanların hürmet ve ta'zîmi ne fayda te'mîn eder?
Hâlık'ı unutup da, mahlûkun gözüne girmeye çalışanlar, efendisini bırakıp da, kendini kapı yoldaşlarına beğendirmeğe çalışan ahmak hizmetçilere benzer. Hem de çalışıp çabalıyarak kendini mahlûka sevdirenler, Hâlık'ın ezelî hükmünü değiştiremiyeceklerinden, beyhude yorulmuş olurlar. Velhâsıl nazarlar, ancak Allah'ın razı olacağı yere dikilmelidir. Gönül­ler yalnız O'nun rızâsı ile ferahlanmalı, ancak O'nun gazabı ile kederlenmelidir. Bir kimseden halkın yüz çevirmesi, o kimsenin Hâlık'a ilticasını mucip olduğundan, ondan keder­lenmek şöyle dursun, daha sevinmek lâzımdır. Şu muhakkak ki, halkın teveccühüne aldanmak bir nevî sarhoşluktur. [953]

38. EL-HAFÎZ

Koruyup gözeten, dengede tutan, [954] yapılan işleri bütün tafsilâtiyle tutan, her şeyi, belli vaktine kadar âfât ve belâdan saklıyan. [955]
"Şüphesiz Rabbim her şeyi gözetendir."[956]
Lügatta; "hafz" kökünden koruma ve unutma­mak demek olan "el-Hafız" eşyayı zeval bulmaktan tu­tan, saklayıp koruyan demektir.
Bütün noksanlıklardan münezzeh her şeyi ko­ruyan, gözeten "hafiz" bir şeyi yok olmaktan koru­mak manasına "hıfz" kökünden gelmektedir. Sübhan Tealâ yeryüzünde ve gökyüzündeki her şeyi koruyup, kalmasını murad ettiği kadar baki bırakıp, zevale erdirmeyen ve bozmayandır.
Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Onları koruyup gözetmek kendi­sine zor gelmez." [957]
"Ve (göküyüzünü) itaat dışına çıkan her şeytandan koruduk" [958]
Buradaki "hıfz" gerçek manada korumak manasına gelmektedir. Allah, kullarını helak edecek şeylerden korur, şerrin altetmesinden korur.
Allah (c.c), "Onun önünde ve arkasında Al­lah'ın emriyle onu koruyan takipçiler (melekler) vardır."[959] Buyurmaktadır ki burada onun emriyle koruyucular var demektir.
Allah (c.c), mahlukâtı amelleri ve sözleri üzere korur, kalplerindeki niyetleri bilir. Ondan hiçbir şey gaib olmaz, hiçbir gizli şey ona gizli kalmaz.
Yüce Allah, dostlarını koruyup, onları günah bataklığına düşmelerinden muhafaza buyurur. Şey­tanın tuzaklarından, onun şerrinden; fitnesinden sa­lim olmaları için onları muhafaza eder.
"El-Hafîz" ism-i şerifi Kur'an-ı Kerim'de üç kere geçmektedir.
1 "Çünkü benim Rabbim her şeyi gözetendir.”[960]
2. "Rabbin gerçekten her şeyi koruyandır." [961]
3  "Allah'tan başka dostlar edinenleri Allah da­ima gözetlemektedir.  Sen onlara vekil değilsin." [962]
Allah Teâlâ  şöyle buyurur: 
"Doğrusu benim Rabbim her şeyi koruyup gözetendir." [963]
"el-Hafîz"in iki anlamı vardır:
Birincisi; kullarının yaptığı hayır ve şer, itaat ve isyan her şeyi eksiksiz ve yanlışsız kaydedip hesaba çekmek üzere saklayan ve muhafaza edendir. O'nun ilmi, kullarının gizli ve açık bütün amellerini kuşatır. Bunları Levh-i Mahfuz'da yazmıştır. Kullarının yaptıklarını kaydetmek üzere Kirâmen Kâtibin isimli melekleri görevlendirmiştir. "Onlar sizin bütün yaptıklarınızı bilirler." O'nun muhafaza etmesinden çıkartılan bu anlam Allah'ın açık ve gizli, kulların bütün ahvalini bilmesini, Levh-i Mahfuz'da ve meleklerin elindeki sahifelerde bunların yazılmasını, miktarlarını, eksiğini yükseğini,  ceza ve mükafatlarını bilmesini sonra lütuf ve adaletiyle onlara gerekli karşılığı vermesini kapsar.
"el-Hafîz"ın ikinci anlamı Allah Teâlâ'nın kullarını hoşlanmadıkları her şeye karşı korumasıdır. O'nun yaratıklarını koruması da iki türlüdür: Genel koruma, özel koruma.
Genel Koruma; Allah Teâlâ'nın yaratıklarını, güçlerinin yeteceği ve niyetlerine aldıkları şeyleri onlara kolaylaştırmak suretiyle koruyup gözetmesidir. Onlar O'nun hidayetine ve kendi maslahatlarına uygun şeylere Allah'ın irşadı ve şu ayet-i kerimede işaret ettiği genel hidayeti sayesinde ulaşırlar:
"Bizim Rabbimiz herşeye hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra onu hidayet edendir." [964]
Yani herbir yaratığı kendisi için takdir edilen ve hükmedilen yemek, içmek ve nikahlanmak gibi aslî ihtiyaçlarına ve pek çok zararlı ve hoşa gitmeyen şeyleri onlardan uzaklaştırmak gibi bunları elde etmenin sebepleri konusunda çalışmaya yönlendirir. Bu tür koruyup gözetmenin içine iyi insanlar da girer kötü insanlar da girer. Hatta hayvanlar ve diğer varlıklar da bu korunmanın kapsamı içindedir. O, gökleri ve yreri yok olmaktan koruyandır. Yaratıklarını nimetleriyle koruyup gözetir, insanlara, koruyucu melekler görevlendirmiştir. Onları Allah'ın emrinden korurlar. Yani onları kendilerine zarar verecek her şeye karşı savunurlar. Allah'ın koruması olmasaydı yanıbaşlarında cerayan eden bu felaketler onlara da zarar verebilirdi.
İkincisi; O'nun kendi dostlarını özel olarak korumasıdır. Yukarıda zikredilenlerden başka Allah Teâlâ, dostlarını,  onların imanlarına zarar verecek, kesin inançlarını sarsacak şüphe fitne ve şehvetlerden korur. Bu tür şeylerden onları uzak tutar ve onları selamete çıkarır. Allah Teâlâ onları-insan ve cin düşmanlarına karşı da korur. Onlara yardım eder ve düşmanlarının tuzaklarına karşı onları savunur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah şüphesiz inananları savunur."[965]
Bu, dinlerinde ve dünyalarında onlara zarar verecek her şeyin defi hususunda geneldir. Kulun imanına karşılık Allah'ın lütfuyla onu korumasıdır. Bir hadis-i şerifte:
"Allah'ı gözet ki, Allah da seni koruyup gözetsin."[966]
Yani emirlerine sarılmak, yasaklarından kaçınmak, koyduğu sınırları çiğnememek suretiyle Allah'ı gözet ki Allah da senin canını, malını, dinini, çoluğunu çocuğunu ve lütfundan sana verdiği herşeyini koruyup gözetsin[967]
Allahu teâlâ, insanlar tarafından yapılan hiçbir şeyi kaçırmaz. iyiden, kötüden, insanların yaptıkları bütün işleri, ko­nuştukları bütün sözleri, kafalarındaki bütün niyetleri ve dü­şünceleri bir bir bilir, hiçbirini unutmaz, hiçbirinde yanılmaz başkalarına karıştırmaz. O'nun için, yapılan kötülüklerın hiçbir zerresi kaybolmaz, yapan cezasını bulur. [968]

 Allahu Teala Kâînatı Muhafaza Buyurmaktadır

Gökleri, yeri ve kamu yaratılmışları, ta'yin edilen ömürlerini tamamlayıncaya kadar, her türlü âfât ve belâdan  muhafaza buyurmaktadır. Bu sâyededir ki fezâlar içinde ölçüye sığmaz bir hızla uçuşan sayısız ecrâm," birbiriyle çarpışmadan, herbiri Kendi hududu içinde yüzmektedir. Allahu teâlâ, her mahlûkuna, kendine zararlı olan şeyleri bilecek bir his ilham buyurmuştur. Bu da  El-Hafîz ism-i şerefinin tecelliyâtındandır. Bir hayvan kimyevi tahlil raporuna muhtâc olmadan, kendine muzır olan otları bilir ve yemez.
İnsanlara da mızır olan şeyleri haram kılmıştır. Meselâ, halâl, zülâl bir yemek ekşir veya bozulursa, bir ekmek yanar-haram olur. Çünkü onlar artık gıda maddesi olmaktan çıkmış, uzviyeti zehirliyen muzır şeyler haline gelmiştir. Allah, insanların maddi varlıklarını zehirleyen bu kabil şeyleri, fuhşu, alkolü ve benzerlerini haram kıldığı gibi, ma'nevî varlıklarını zehirleyen dalâleti, sapıklığı, cahilliği ve benzerini de haram kılmıştır. [969]

Haram, Helâl Sınırlarını Gözetmeyenler:


İnsanları maddî' ma'nevî zararlardan; zulmetlerden muhâfaza için; akıl, fikir, basîret vermesi, peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi, helâli, haramı bildirmesi hep bu ism-i şerifin hükmü olarak şükrü ödenmez ni'metlerdir. Hem Allah ister ki, insanlar bu ni'metlerden fay­dalansınlar. Nankörlük etmesinler. Onun için Allah, bunlar­dan faydalanmak isteyenlerin hafizıdır. Onları günahlara dal­maktan, sapıklara uymaktan, her türlü kötünün kötülüğünden muhafaza buyurur. Fakat, ni'metlere karşı körlükte isrâr ile inkâr ve şirk bataklarına sapan nankörler, kendi arzuları ile Allahu teâlâ'nın hıfz ve himayesinden yüz çevirmişler demek­tir. Onun için onlar hakkında El-Hafîz ismiyle muamele bu­yurmaz. Er-Rakîb ismi ile muamele buyurur. Onların gözle­rini ve kalplerini çevirir, körlük ve dalâlet yaratır. Karanlık­lara bırakır ve bir daha onları nûra çıkaracak bir dost ve muha­fız da bulunmaz. Bu nasipsizler Allah'ın verdiği imkânlardan faydalanmağı arzu etmediklerinden mes'uliyet kendilerine ait­tir. [970]

Kula Gereken Şey:

Allah'ın ihsan ettiği muhafaza vâsıtalarını iyi kullanmak, yaptığı iyiliklerin veya kötülüklerin bir zerresinin bile kâybolmıyacağına ve günün birinde önüne çıkacağına inanarak, iyilikleri çoğaltıp, kötülüklerden sakınmaktır. [971]

39. EL-MUKÎT

Bedenlerin ve ruhların gıdasını yaratıp veren, bilip gücü yeten ve koruyan,[972] her yaratılmışın azığını veren. [973]
"Allah her şeyin karşılığını vericidir." [974]
El-Mukît, beden ve ruhların gıdasını yaratan ve bunları beden ve ruhlara ulaştıran demektir. Bütün rızıkları veren Allah'tır.
Peygamber (s.a.v.)'e her türlü rızıklar sunulmuş, ancak O, ölümsüz olan diriyi zikrederek:
"Beni yedi­ren ve içiren Rabbimin yanında kalacağım" buyur­muştur.
Ezherî diyor ki:
"el-Mukît" Kureyş lehçesinde "muktedir" manası­na gelmektedir. Nitekim Cenab-ı Hakk'ın şu sözü bu­nu teyid etmektedir.
"Allah her şeye muktedirdir (mutlak kadirdir)."
El-Mukît  Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde zikredil­miştir.
"Kim iyi bir işe vesile olursa bu iyilikten onun da bir nasibi olur. Kim bir kötü işe aracı olur­sa bu kötülüğün vebalinde mutlaka ona da bir pay vardır. Allah her şeyin karşılığını verendir." [975]
Allah Tealâ şöyle buyurur:
"Allah her şeyin karşılığını verendir."[976]
el-Mukît, bütün varlıklara gıdalanacakları şeyleri ve rızıklarını ulaştıran ve onları hikmeti ve hamdine uygun olarak dilediği şekilde sarfedendir.[977]
er-Râğıb el-Esfehâni der ki: Kişiyi hayatta tutan gıdaya "el-kût" denir, çoğulu "akuvât" gelir. Allah Tealâ âyette buyurur ki:
"Allah orada takdir etti."[978]
"Gıda ile doyurdu, yedirdi" anlamında "kâtehû" denilir. "Yiyecek verdi, gıda verdi" anlamında da "ekâtehû" denilir. Hadis-i şerifte:
"Ehl-i iyâlinin nafakasını boşa vermesi kişiye günah olarak yeter" buyurulur.[979] Ayet-i kerimede:
"Allah her şeyin karşılığını verendir" buyurulurken "Mukît" kelimesi kullanılır. Bu kelime için "muktedir",    "şahit" anlamları verilmiştir. Gerçek anlamı "koruyup gözeten, besleyip ayakta tutan" demektir.[980]
el-Kâmusu’l-Mukît'te el-Mukît şöyle izah edilir: "el-Mukît: Bir şeyi koruyan, gözeten, muktedir demektir. Herkese rızkını veren de böyledir."[981]
İbnu Abbas (r.a.) ayeti kerimedeki "Mukît" kelimesini "Muktedir" "cezalandıran" diye tefsir etti. Mücahid bu kelime için "şâhid", Katade hafız/koruyucu anlamını verdi. Bu kelime "her canlının gıdasını ona ulaştıran" diye de tefsir edildi.[982] Bu kelime için "her insana çalışması kadar rızık veren" denildi. [983]
İsm-i şerîf (ikâte) dendir. îkâte, gıda vermek demektir. Mahlûk, yaşamak için gıdaya muhtaçtır, Allahu teâlâ, her mahlûk için ne kadar yaşama müddeti ta'yîn etmişse, ona göre de gıda maddesi ta'yin ve tahsîs etmiştir. Hiç bir mahlûk ken­disi için ta'yîn edilen gıdayı bitirmeden ölmez ve hiçbiri baş­kalarına ait gıdadan bir zerre alamaz. Allah her şeyin miktarını ve ölçüsünü ta'yîn etmiş ve ta'yîn ettiği gibi de yaratıp ulaş­tırmakta bulunmuştur. Yerden biten şeylere bak! O kara top­raktan nasıl gıdâlanıyorlar ve bu sayede nasıl yapraklar, çiçek­ler, meyvalar meydana geliyor.
Ana rahmindeki ikizleri düşün! Gıdalarını göbeklerinden nasıl çekiyorlar, orada sulh ve selâmetle rahat ve sükûn içinde nasıl yaşıyorlar. Herbiri, Allah tarafından kendisi için ta'yîn ve sevk edilen ve kandan ibaret bulunan azığını kavgasız, fü­tursuz alıp duruyorlar. Fakat ne yazık ki, dünyâya geldikten sonra birçokları bu sulh ve selâmeti bozuyorlar ve meselâ bâzı kardeşler arasında olduğu gibi mal ve mîras yüzünden birbirle­rine öldürmeğe kalkışıyorlar. Acaba Allahu teâlâ bunların rızklarını unuttu mu? Yoksa dünyâya çıktıktan sonra, "Allah rızkınızı, gıdanızı kendiniz te'mîn edin, ben karışmam" mı? dedi. Allah Alîm’dir, Habîr'dir, unutmak, gaflet etmek, hatâya düşmek gibi eksikliklerden münezzehtir. Kayyûm'dur, Müheymîn'dir, Rabbü'l-Alemîn'dir. Kulunu görüp gözetmesini bir lâhza kesmez. Meselâ, insan henüz çalışamaz ve istemesi­ni bilmezken, onun gıdasını, onu hiçbir sebep ile mükellef tutmadan verir. Fakat vaktaki çalışır, ister ve arar bir çağa ge­lince, onun gıdasını da bir takım sebepler ve vâsıtalar içinde sevkeder. Bunda büyük hikmetler vardır. Yoksa vâsıtaya, se­bebe ihtiyâcı yoktur. Allah insanlar için geçim sebebleri ya­ratmış ve maîşetini te'min etmek için herkesi bir sebep ucuna yapışmakla mükellef tutmuştur. Ancak bu sebeplerin meşru' olması şarttır. Gayr-i meşrû’ sebeplerle rızk aranmasını ha­ram kılmıştır ve sonra herkese kendi kıymetini ve verilen emirler karşısındaki sadâkat derecesini bildirmek için serbest bırakmıştır, herkes muhayyerdir, isterse rızkını meşru' yol­lardan arar, dilerse gayr-i meşru yollara sapar, fakat şunu bil­mek gerektir ki, meşru’ yollara kanâat edenin gıdası noksan kalmış, gayr-i meşrû' yollara düşenin gıdası çoğalmış değil­dir. Herkes Allah tarafından ta'yîn edilen tahsisatını alır. Bir miligram fazla veya eksik olmaz.  
Farzedelim, birisi fazla hırsla başkalarına âit olan parayı eline geçirebilir, fakat Allah öyle hâdiseler yaratır ki, hırs ile eline geçirdiği bu parayı, ayağı ile sahibine götürmeğe mecbûr olur. Neticede hem beyhude yere yorulmuş, hem de bedava başkalarına bekçilik etmiş olur.
Sebepler rızk yaratmaz, rızk vermez, rızkı Allah yaratır ve Allah verir. Sebepler birer yoldan başka birşey değildir. Söz temsili, her insana mahsus bir boru... her borunun içi sahibi­ne âit gıda maddeleri ile dolu... Gıda maddelerinin arkasında ölüm vardır. Arkadan, ölümün tazyîki ile, borunun ağzından gıda maddeleri akmaktadır. Gıda bitmeden ölüm gelemez, çün­kü önü tıkalıdır. Gıda tükenince de ölümle karşılaşacağı mu­hakkaktır, işte sebepler, bu borular gibi birer yoldan ibarettir. Eğer sebepler insana rızk vermiş olsaydı, en kuvvetli kazanç sebebi akıl olduğu için, akıllıların çok zengin, ahmakların çok fakir olması icâbederdi. Halbuki nice ahmakların merzûk, nice akıllıların mahrum olduğu görülüp duran hâdiselerden­dir. [984]

Şu Halde Kula Gereken:

Mahlûkâtın rızklarını, ancak Allah'ın yaratıp ulaştırdığı­na inanmış olan bir kul, rızk hususunda O'nun va'dine güve­nir. Rızkını elde etmek için meşru' sebeplerin dışına çık­maz. Vakar ve haysiyetini ayaklar altına almaz, yüreğini de yalan, hile, ihtiras ve tabasbusla kirletmez. [985]

40. EL-HASÎB

Kullarına yeten, onları hesaba çeken, [986] Herkesin hayâtı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün tafsilât ve teferruâtiyle hesabını iyi bilen. [987]
"Onlar: Allah bize yeter. O ne güzel vekildir' dediler." [988]
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah her şe­ye kâfidir. "Hasîb" kökünden "ihtifa" manasındadır. Onun manası "noksanlıklardan münezzeh Al­lah (c.c.) her şeye kafi" demektir. Şu iki ayeti düşün­düğümüzde bu mana daha iyi anlaşılır.
"Eğer sana hile yapmak isterlerse,  şunu bil ki, Allah sana kafidir." [989]
"Kim Allah'a güvenirse O, ona yeter." [990]
Hasîb'in bir manası da hesaba çeken demektir. Şu ayetler bunu teyid etmektedir.
1. "(Yapılan iş) bir hardal tanesi kadar dahi ol­sa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz." [991]
2. "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Al­lah'a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız Onundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur." [992]
3. "Kolay bir hesapla hesaba çekilecek." [993]
Resulullah (s.a.v.)'de:
"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çe­kin. " buyurmaktadır.
"El-Hasîb" Kur'ân-ı Kerim'de üç kere zikredil­mektedir.
1. "Hesap sorucu olarak da Allah yeter." [994]
2. "Şüphesiz Allah, her şeyi hesaplayandır." [995]
3. "Onlar Allah'tan korkarlar ve Ondan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah (herkese) yeter." [996]
"Bilesiniz ki hüküm yalnız  O'nundur ve  O hesap görenlerin en çabuğudur."[997]
el-Hasîb:
1- Allah Teâlâ, menfaati celb ve mazarratı defetmekle ilgili onların din ve dünyalarını alâkadar eden her şeyde kullarına kâfidir.
2- Özel anlamıyla el-Hasîb, "Allah Teâlâ takva sahibi olan ve kendisine tevekkül eden kulunun din ve dünyasını ıslah etmede ona kâfidir" demektir.
3- el-Hasîb, kullarının hayır ve şer bütün amellerini muhafaza edip onları hesaba çeken, iyilik yaptıysa mükafaatlandıran, kötülük yaptıysa cezalandıran demektir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: 
"Ey Peygamber! Sana ve sana uyan mü'minlere Allah yeter." [998]
Allah'ın kuluna yeterli olması, zahirî ve batınî bütün amellerinde Peygamber'e (s.a.v.) bağlılığı ve Allah Teâlâ'ya kulluğu yerine getirmesi hasebiyledir. [999]
Bâzı şeyler vardır ki, onlar rakamlarla ifâde olunur. Bu gibi şeylerde, neticeyi öğrenmek için bir takım hesap ameliye­leri yapılmak iktizâ eder ve muhasipler bu ameliyeleri tamam­lamadan neticeyi bilemezler. Allahu teâlâ, neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar ve kemmiyyet varsa, hepsinin neti­celerini hiçbir ameliyeye muhtaç olmadan, doğrudan doğruya ve apaçık bilir. Çünkü O'nun ilmi, hiçbir kayıt ve şarta, tet­kik ve tefekküre veya herhangi bir ameliyye icrasına bağlı de­ğildir. [1000]

Allahu Teâlâ Çabuk Hesaplıdır:

Kıyamet günü, mükellef olan her insanın Allah'a karşı ve­receği hesap vardır. Çünkü, alınmış sayısız ni'metlerin, pek tabiîdir ki, bir gün hesabı sorulacaktır. Onun için, kıyametin bir adı da (Hesap günü) dür. Fakat, dünyaya ne kadar insan gel­miş geçmiştir, bunların sayısını Allah'tan başka kimse bil­mez. Halbuki biz, dünyâda, kendi aramızda görüyoruz ki me­selâ, bir sû-î isti'mâlden dolayı mahkeme altına alınan tek bir şahsın hayat safhalarından yalnız sû-i isti'mâli anlaşılan tek bir safhanın hesabı üzerinde günlerce ve bâzan aylarca heyetler çalışıyor, raporlar hazırlanıyor ve daha bir çok yorucu şeyler. Buna rağmen, hakikatin olduğu gibi anlaşılması mümkün ol­muyor. Dünyâya gelip gitmiş, sayısız insanların hesaplarını da sakın buna benzetme! Allahu teâlâ, ilk insandan son insana kadar hepsinin hayâtı boyunca ne kadar nefes aldıklarını ve her nefeste, iyiden kötüden neler yaptıklarını, göz açıp yumacak kadar kısa bir zamanda hesabını görür ve karşılığını verir, işte Allah böyle bir muhasiptir. [1001]

İnsanın En Kıymetli Sermâyesi Ömrüdür:

İnsanın ömrü, kendi mülkü değildir. Belki Allah tarafın­dan bilâhare hesabı görülmek üzere verilmiş ariyet bir sermayedir. İnsan, ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. Ömrü ise; her gün, her saat, hattâ her nefes aldıkça bitip tükenmekte, suâl ve hesab yaklaşmaktadır. Onu durdurmak elde değildir. Şu halde ömür ne uğurda harcanılıyor ve ne ile mübadele edili­yor, buna dikkat etmek lâzımdır. Çünkü hesab günü, herkes bu sermâyeyi sahibine ödedikten sonra, onun sarf ve mübâdelesinden hâsıl olacak kâra göre mükâfat görecek veya açığına göre mes'ûl olacaktır, iflâsı tahakkuk edenlerse, ebedî hüsran, ve azâb içinde kalacaktır. [1002]

Hesab Başında Meydana Çıkacak Netice:

Kâr, ziyan, iflâs. Kâr, îman kazanmış, iyi işler yapmış (bütün farzlar, vâcibler, sünnetler, müstehaplar burada dâhil) olan kimselerin hesabı. Ziyan imân kazanmış olmakla bera­ber, bir çok kötü işler de yapmış (bütün haramlar, mekruhlar burada dahil) veya birçok iyi işler yapmak için önüne çıkan fır­satları kaçırmış olanların hesabı. Îflâs -Allah'a sığındık- bu, imansızlıktır, bunlar için felâh yoktur. [1003]

Kula Gereken Şey:

Bilmek lâzımdır ki, kârsız geçen her lâhza, o nefis sermâ­yeden heder olmuş bir ziyandır. Onun için, içinde bulunduğu vaktin kıymetini bilmeli ve onunla âhireti için ne kâr edebil­mek mümkün ise onu kazanmağa çalışmalı. İnsan, gaflet için­de ise uyanmalı, kendi hâline kalarak, başını avuçlarının arasına alıp şöyle bir düşünmek"; hayatından ne sarfetmiş ve kar­şılığında ne kazanmıştır? Hesap başına varmadan, kendi ken­dini hesaba çeken çok şey kazanır. Gerek ölüme kadar, gerek ölümden sonra korktuğu şeylerden kurtulma, umduğu şeylere erişmenin yalnız îmân ve sâlih amel sahiplerine va'd buyurulmuş olduğu Kur'ân-ı Azîmü-ş-şân'da tekrar tekrar beyân edildiğine göre, kârını zararını tanıyan uyanık bir Müslüman için, îmân ve sâlihât hakkındaki bilgilerini çoğaltmak ve bu uğurda faaliyetini arttırmaktan daha tabiî bir şey olamazdı. Ne çâre ki, yaşadığımız asırda hayat yükü ağırlaştı. Birde zarurî olmadığı halde ve hattâ bir çoklarının lüzumsuz ve belki de mazarratlı olduğu halde (moda) diye sayısız ihtiyaçlar belirdi ve bunlar hakîki ve zarurî ihtiyaçların önüne geçti, ardı arkası kesilmeyen mütevâlî hamleler hâlini aldı. Biz mütemadiyen bunları karşılamak ve te'min etmek için, ömrümüzün bir çok saatlerini o uğurda harcayıp duruyoruz. Bu itibarla, ömrümü­zün bir çok seneleri bir su gibi boşu boşuna akıp gitmiştir. Bununla beraber me'yus olmak da doğru değildir. Ömrün her lâhzasını fırsat bilerek, onunla kaçırılmış fırsatları telâfiye çalışmalı, zayi' edilmiş bir ömrün son bir lâhzasında, kendisi­ne ebedî Cenneti kazandıracak iyi bir iş yapmağa muvaffak olursa, geçen bütün zayiatı telâfi ederek ziyandan kurtulmuş olur.
Allah'tan hidâyet ve tevfîk istiyelim. [1004]

41. EL-CELÎL

Azamet, [1005] celâlet ve ululuk sahibi. [1006]
"Celâl ve ikram sahibi Rabbinin adı çok yüce­dir." '[1007]
Bütün celâl sıfatlarıyla muttasıf olan Allah, nok­san sıfatlardan münezzehtir. O, azamet ve ikram sa­hibidir. Kudreti celil olan Allah ariflerin kalplerindedir.
Celil, uzun ömürlü olmak, büyüklük ve azamet sahibi anlamlarına gelen "celâl" mastarından gel­mekte olup, "şanı yüce izzet ve azamet sahibi" ma­nasına gelen bu kelimeden türemiştir. Allah, hiçbir kayıt ve kıyas söz konusu edilmeden mutlak azamet sahibi mertebesi en yüce olan zattır ve O,  emir ve nehye tek müstehak olandır. Yaratan (c.c.)'ün, ya­rattığı kimselere emretmesi en geçerli haktır. Ve da­ima ona itaat gereklidir. O'nun dışında büyük her şey küçüktür. Her yüce ve yüksek sayılan onun ya­nında bir hiçtir.
Lügatta, "Celâlullah" onun azameti demektir. Bundan dolayı bir şey olduğunda "senin büyüklü­ğünden dolayı yaptım" yani senin yüzünden yaptım demektir.
"Celle", "kadri kıymeti büyük, azameti şanı, yü­ce ve ulu olan" demektir. O, mertebesi yüce olandır.
Bundan dolayıdır ki "Celil" ismi şerifinin sadece Allah hakkında kullanıldığını görüyoruz.
Cenab-ı Hakk'ı bu isimle de çağırmak caizdir. [1008]
Evet, celâlet ve ululuk Allah'a mahsustur. O'nun zâtı da büyük, sıfatları da büyüktür, fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim i’tibâriyle veya yaşlılık i'tibâriyle değildir. Al­lah'ın varlığı büyüktür. Zamanlarla ölçülmez; mekânlara sığ­maz, bununla beraber her yerde, her noktada hâzır ve nazır. Allah'ın ilmi büyüktür. O'nun bilmediği, bilmeyeceği birşey yoktur. Nasıl olsun ki, her şeyi yaratan O'dur. Kudreti büyük­tür; her şeyi ve her zerreyi kudretiyle kuşatmıştır. Rahmet ve keremi büyüktür. Afv ve gufranı büyüktür. O, unutmayan Âlim, yorulmayan Kâdir'dir. Hazîneleri tükenmeyen Zengin, emir ve fermanı her yerde yürüyen Hükümdar'dır, ortağı olma­yan Mâlik, veziri bulunmayan Melik'tir. Soruyoruz:
“Hürmet ve ta'zîm kimlere karşı yapılır?”
“Büyüklere karşı.”
“Büyüklüğün alâmeti nedir, ne ile ölçülür?”
“İlim, kudret, bütün kâinatı kaplayan merhamet gibi sıfat­larla ölçülür. Bunlardan yalnız bir sıfatın bulunması bile kâfidir büyüklük için. Allahu teâlâ bildiğimiz, bilmediğimiz, bütün büyüklük sıfatlarının sahibidir. Mahlûkatta gördüğü­müz bütün büyüklük sıfatları da O'nun bir emânetidir. Diledi­ğine verir, dilediğinden alır. O halde sevilecek, emir ve ferma­nı her şeyin, her hatır ve nüfuzun, her arzu ve hevesin üstünde tutulacak tek varlık sahibi de ancak Allahu teâlâ'dır. [1009]

Kula Yaraşan Şey:

Böyle bir celâlet ve ululuk sahibine intisap şerefiyle bü­yük kazançlar elde edeceğini düşünerek emirlerini yerine getir­mek, büyük kayıplara uğrayacağını düşünerek de rızâsına muhalif şeylerden sakınmaktır. Meselâ, terfî ve tecziyemiz, ticâret hayâtımız ve kredimiz, emrinde bulunan bir şahsa karşı hislerimiz, muamelelerimiz nasıldır? Onun hoşlanmadığı bir işi yapabilir miyiz? Memnun kalmıyacağı bir sözü söyliyebilir miyiz? Yâhud onun sevmediği insanlarla dostluk samimiyeti içinde yaşıyabilir miyiz? İşte bu maddî bir temsildir. Bir insan muhakkak surette bilirse ki, her hayrın, her kemâlin sahibi ancak Allah'tır; her ümidin, her emelin tahakkuku ancak O'nun irâdesine bağlıdır; yaşaması, ölmesi, kazanması, kaybetmesi, velhâsıl her işi yalnız O'nun bir tek emri altında­dır; artık o insanın ruhu, fikri, kalbi, cismi tamamen O'nunla, O'nun sevgisiyle, O'nun korkusuyla dolmuş olur. Yalnız O'nu sever, yalnız O'ndan korkar. Gerçi O'ndan başka, O'nun sevdiklerini, O'nun yolunu göstermek üzere gönderdiklerini, O'nu sevenleri, O'nun sev dediklerini de sever, fakat bütün bu sevgiler onlar için değil, hep Allah için, Allah yolunda ve Al­lah rızâsı uğrundadır. Onun için, yine bütün sevgiler Allah'a râcîdir. [1010]


Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...