Her şeyi hakkıyla iyi gören.
"Gözler O'nu göremez; halbuki O, gökleri görür. O, eşyayı pek iyi bilen, her şeyden haberdar olandır.'
"Basîr" lügatta bilmek, sezmek, görmek, göz gibi manalara gelip, terim olarak Allah Tealâ'nın görmeye konu olan herşeyi görmesi demektir.
Sübhan, gözlerdeki karineleri, sadırdaki en gizli şeyleri anlar ve görür. O, bütün gizli işleribilir.
Eğer biz Allah'ın basir ve her şeyi gördüğünü biliyor ve anlıyorsak; o zaman her ne kadar onu görmesek de onu görüyormuşçasına O'na kulluk edip ibadet yapmamız gerekir.
Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bir kimsede Allah'ın haramlardan alıkoyan Allah korkusu yoksa, Allah o kimsenin işlediği bir şeye önem vermez."
Bunun manası "Eğer Allah'a isyan etmek istiyorsa, onun görmediği yerde asi ol" demektir ki bu ise mümkün değildir. Çünkü ondan hali olunabilecek hiç bir yer ve zaman yoktur. Bunun için Allah'ın işlemiş olduğumuz her şeyi gördüğünü bilmemiz takva ve günahtan azade olmak için kâfidir.
"El-Basîr" ism-i şerifi Allah'ın kitabında 41 kere geçmektedir. Bunlar:
"O her şeyi işiten ve görendir", "O her şeyden haberdar ve her şeyi görendir", "O kullarını hakkıyla görür", "O işlediklerinizi görür", "O işlediklerinizi görür" şeklindedir.
"Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizliliklerini bilir. Allah yaptıklarınızı görendir."
Görmeye konu teşkil eden herşeyi hakkıyla gören demektir. Allah Teâlâ, göklerdeki ve yeryüzünün bütün bölgelerindeki herşeyi, hatta en gizli olanlarını dahi görür. O'nun görme alanının dışında kalan hiçbir şey düşünülemez. Karanlık bir gecede, sert bir kayanın üzerindeki siyah bir karıncanın yürüyüşünü, onun iç ve dış bütün organlarını, aldığı besinin incecik organları içinde nasıl ilerlediğini görür. Ağaçların dalları ve damarlarından suyun geçişini ve bütün çeşitleriyle irili ve ufaklı bitkileri görür. Karıncaların, arıların, sineklerin hatta ondan daha küçük hayvanların damarlarını dahi görür. Büyüklüğünde, sıfatlarının kapsamının genişliğinde, azamet ve lutfunda, görülen ve görülmeyen herşeyden haberdar oluşunda akılları hayretlere düşüren Allah Teâlâ, her türlü eksiklikten ve kusurdan münezzehtir. O, gözlerin hain bakışını, göz kapaklarının açılıp kapanışını ve organların hareket edişini görür.
"O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında dolaşmanı da görüyor."
"Allah, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir."
"Allah herşeyi müşahede eder."
Yani O'nun ilmi, görmesi ve işitmesi bütün kainatı kuşatmıştır.
Allahu teâlâ görür. Herkesin gizli, açık yapağını ve yapacağını görüp durmaktadır. Karardıklar O'nun görmesine engel olamaz. Kat kat karanlığa boğulmuş katran maddelerini ve suyu teşkil eden zerreleri görür, namütenahi avalimin herhangi bir noktasında hiç bir hâdise yoktur ki, Allah onu görmüş ve işitmiş olmasın.
Allahu teâlâ, insanları da görür ve işitir yaratmıştır. Görme ve işitme cihazlarının yaradılışındaki esrar nedir? Üzerinde bu kadar incelemeler yapıldığı halde indikçe derinleşen ve bir türlü sonu gelmeyen bu kadar ince san'at kudretini, gözü olanlara gösterip dururken, kendisinin görmemesi ve işitmemesi mümkün müdür? O, işitenleri, görenleri de yaratan ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf eden ve hiç benzeri bulunmayan tam ve kadîm bir Semi’ ve Basîr'dir.
Vaziyetimizi bilmeliyiz; ağzımızdan çıkanı da kulağımız işitmelidir. Tâ ki, Allah'ın sevmediği bir söz kaçırmayalım ve Allah'ın sevmediği çirkin vaziyetlere düşmiyelim ve şayet bu yüzden günâha girersek, derhal Allah'ın afv ve mağfiretine iltica etmeliyiz.
Allah'ın her hareketimizi gördüğünü ve her sözümüzü işittiğini mülâhaza etmek ve bu mülâhazayı mümkün olduğu kadar muhafazaya çalışmak insanı adam eder. Söz temsili: insan çok saygı gösterdiği büyük bir zâtın huzurunda bulunurken, tavırlarında, hareketlerinde ve konuşmalarında edep ve terbiye dışına çıkamaz. Başkaları tarafından teşvik edilse de çıkamaz, zorlansa da çıkamaz. Halbuki Allahu teâlâ büyükler büyüğüdür ve her lâhza bizimle beraberdir. O'nun göremiyeceği, işitemiyeceği bir şey de yoktur. Şu halde Allah'a isyana çağıranlara nasıl uyulur?
Son hükmü veren, hükmeden, hakkı yerine getiren.
El-Hakemü "Hükm" kökünden gelip düzeltme maksadıyla men etme, "Hâkem" zulmü önleme "hakîm" ise yanlışlığı engelleme demektir. Terim olarak "hakem" hükmeden, hakla batılın, iyi ile kötünün arasını ayıran demektir. "Hâkim" hükmü döndürülemeyen, hükmü üzerine bir başkası getirilemeyen manasına da gelir. Hakemin manasında kalbin rızası üzere hükmeden manası da vardır ki, nefis bu hüküm üzerine boyun eğip itaat eder, denilmiştir. Bir diğer manası da, herkese hayır ve şerden işlediklerini haber veren demektir. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
"Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O hakimlerin en iyisidir."
"Hakem" olarak ise Kur'ân'da bir kere geçmektedir.
"(De ki:) Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitabı açık olarak indiren O'dur..."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah aranızda hükmedinceye kadar bekleyin. O hâkimlerin en iyisidir."
"Rabbimin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur."
"Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği emreder."
"(De ki): Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size Kitab'ı açık olarak indiren Allah'tır."
Hz. Peygamber de (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah hakemdir. Hüküm O'na aittir."
Allah Teâlâ, dünya ve âhirette kulları arasında adaletle hükmedendir. Zerre miktarı zulmetmez. Hiç kimseye kimsenin günahını yüklemez. Bir kula günahından daha fazla ceza vermez. Bütün hakları sahiplerine verir. Her hak sahibine hakkını mutlaka ulaştırır. O, yönetiminde ve takdirinde âdildir. O, fiilinde adaletle muttasıftır. O'nun bütün fiilleri adalet ve istikamet kanunları üzere cereyan eder. Bunlarda asla zulüm ve haksızlık şüphesi yoktur. Tamamı lütuf ve rahmet, belirttiğimiz şekilde adalet ve hikmet üzere cereyan eder. Asîlere ve dini yalanlayanlara dünyada verdiği çeşitli helak edici cezalar ve rüsvaylıklar, âhirette onlar için hazırladığı küçültücü cezalar, sadece onlar bunu hak ettikleri içindir. O, ancak bir suç sebebiyle cezalandırır ve ancak kesin delil ortaya koyduktan sonra azabeder. O'nun bütün sözleri âdildir. O, ancak tamamen veya çoğunluğu faydalı olan şeyleri emreder ve ancak tamamen veya çoğunluğu zararlı olan şeyleri yasaklar. Kıyamet gününde kulları arasında vereceği hüküm de böyledir. Onların amellerini, tartacak terazi de adaletlidir, asla haksızlık yapmaz.
Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahi olsa, onu (adalet terazisine) getiririz. Hesap gören olarak biz (herkese) yeteriz."
Allah Teâlâ fiillerinde, sözlerinde ve sıfatlarında adaletlidir. O, el-Hakem'dir. Hükmünde adaletlidir. Bu, şu âyetin anlamıdır:
"Gerçekten Rabbim doğru bir yol üzerindedir."
Çünkü O'nun sözleri doğrudur. Fiilleri adalet ve fazilet arasında deveran eder. Bunların tamamı isabetli ve yerli yerincedir. İhtilaf ettikleri konularda kulları arasında verdiği hükümler adaletli hükümlerdir. Hiç bir şekilde bunlarda haksızlık ve zulüm yoktur. Cezaî hükümleri de böyledir, verdiği cezalar da âdildir, mükafaatlar da âdildir.
Allahu teâlâ hâkimdir, her şeyin hükmünü O verir ve hükmünü tamamen icra eder. Hâkimlerin hâkimliğine, hükümdarların hükümdarlığına hüküm veren de ancak O'dur. O'nun hükmü olmadan hiçbir şey, hiç bir hâdise meydana gelemediği gibi; O'nun hükmünü bozacak, geri bıraktıracak, infazına mâni olacak, hiçbir kuvvet, hiçbir hükümet, hiçbir makam da yoktur. Allahu teâlâ dînini ve Kitabında bildirdiği hükümleri yürütecek, mü'mini, kâfiri, dinliyi, dinsizi ayıracak, isyan edenlere ceza, itaat edenlere mükâfat verecektir. Bunda îmân sahiplerine müjdeler, imansızları korkutma vardır.
Dine yalandır dememeli, ceza gününü de inkâr etmemeli, hâkimler de verdikleri hükümlerde, kuvvetlerine mağrur olup ta hak ve adaletten ayrılmamalı, büyük Hâkim'in kudretinden korkmalı, O'nun ahkâmına sarılmalı, kullarına karşı adalet yapmalı, kendi salâhiyeti çevresinde salâha hizmet ederek tükenmez ecre ermeli.
Mutlak adalet sahibi, aşırılığa gitmeyen, çok adaletli.
"Rabbin’in sözü, doğruluk (sıdk) ve adalet bakımından tamamlanmıştır."
Noksanlıklardan münezzeh olan Allah mutlak hakim ve adalet sahibidir. "Adl" sözlükte ziyadesiyle yerli yerince davranan yani son derece adaletli, hiç kimseye zulmetmeyen demektir.
"El-Adl" itidal kelimesinden alınmış olup doğruluk demektir. Hüküm ve hakim için beraberce kullanılır. Bunun için adaletli hüküm ve adaletli hakim denilir.
Yüce Allah adalet sahibidir, bağışlayandır. Her şey onun adaletiyle doludur. Nitekim ayet-i kerimede şöyle geçmektedir:
"Allah, şu iki kişiyi de misal verir: Onlardan biri dilsizdir, hiçbir şey beceremez. Ve efendisinin üstünde bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır getiremez. Şimdi, bu adamla, doğru yolda yürüyerek adaleti emreden kimse eşit olur mu?"
Adalet zulmün zıddıdır. Zulüm kelimesinde, incitme, can yakma ma'nâsı vardır. Zulmetmiyerek herkese hakkını vermek ve her şeyi akıl ve mantığa, hikmet ve maslahata uygun olarak yerine koymak da adalet demektir. Meselâ, çok zengin ve cömert bir zât, zenginlere mal, ilim adamlarına silâh, askerlere kitap dağıtmış olsa, adalet değil zulüm yapmış olur; çünkü hiçbirini lâyıkı veçhile yerine koymamıştır. Adaletçe iş yapmak için, kitabı âlime, silâhı askere, malı fukaraya vermek icâbederdi.
Allahu teâlâ âdildir, zâlimleri sevmez, zâlimlerle düşüp kalkanları ve hattâ zâlimlerle teması olmadığı halde uzaktan onlara imrenenleri ve sevenleri de sevmez. Onun için Müslümanlıkta, her ne suretle olursa olsun, zulüm haramdır, menfur ve müstekreh bir sıfattır, hasmı da Allah'tır. Adalet ise makbul bir sıfattır. Bu sıfat kendisinde bulunan zevata (âdil) denir ve adaletlerinden dolayı kendilerine hürmet edilir; bu sıfat bilhassa hâkimlere, âmirlere, valilere daha ziyâde yaraşır. Onların, muamelelerinde zulme kaymayarak dâima hak ve hakikati aramaları cidden büyüklüktür.
Adalet mefhumunun tahakkuk etmesi için, vücudu iktiza eden bir takım vasıflar vardır. Meselâ, Allah korkusu, kalp selâmeti, keskin zekâ, idrak ve basiret, sür'at-i intikal, cefâya tahammül, kudret, dâima cesaret, âsâb kuvveti, insaf ve merhamet, insanlığa muhabbet... gibi. Bu vasıflar bulunmayan şahıslarda adalet de olmaz... Fakat bu hisler, her insanda aynı derecede inkişaf etmiş olmaz. Bâzısında hafif bir gölge gibi gelip geçici olduğu halde, diğer bâzısında daha sabit ve daha devamlı olur. İşte adalet sıfatı, zaaf ve kuvvet de bu vasıfların kuvvet ve selâmetiyle mütenâsip olur.
Şu halde insanlar, diğer sıfatlarda olduğu gibi adalet sıfatında da müsâvî olamazlar. Âdil insanlardan bir saf teşkil edilse, en aşağıdaki şahıstan en yukardakine kadar hepsine de (âdil) unvanı verilir. En baştaki şahsa gelince: Bunu ötekilerinden ayırt etmek için, mübalâğa ma'nâsı gözetilerek mastardan isim yapılır da, o şahsa âdil yerine (adl) denir ve böyle denmekle gûyâ o şahsın her tarafı adalet kesilmiş, içinde ve dışında adaletten başka bir unsur kalmamış gibi bir ma'nâ mülâhaza edilir.
İnsanların kemâlleri hep kusurlu olduğu gibi, adalet sıfatları da tam ve kâmil olamaz. Aramızda hâkimlerin bile hürmetini kazanmış yüksek adalet sahipleri bulunabilirse de, bunları hiçbir zaman hakiki ma'nâsiyle adl ismini alamazlar. Çünkü hakikî ma'nâsiyle adl demek, bütün varlığa şâmil ve her an değişip duran, nâ-mütenâhi şuûn üzerinde adaletini gösteren demektir. Bu ise ancak Allahu teâlâ için mütehakkıktır (gerçekleşir).
Bizim bâzı kimseleri eşsiz bir adaletçi veya âlim... diye övdüğümüz olur; fakat hakikati düşündüğümüz zaman, bunun bir kuru da'vâdan ibaret olduğunu teslim etmek zorunda kalırız. Çünkü eşsizlik Allah'a mahsustur.
Hattâ sözümüzü te'vîle kalkışıp ta, bizim bâzı insanlar hakkında (eşsizdir) dememiz, Allah'a karşı değil, kendi emsali insanlara karşıdır. Yâni, insanlar içinde onun gibisi yoktur, demek istiyoruz desek bile, yine da'vâyı kazanamayız. Çünkü biz eşsizliğini iddia ettiğimiz zâtın, insanlar içinde bir benzeri ve hattâ daha üstünü bulunmadığına veya bulunamıyacağına sûret-i katiyede nasıl hükmedebileceğiz? Meselâ, elimizde bir adalet ölçüsü var da onunla dünyâ sakinlerini mukayese mi ettik? Acaba geçmişte daha âdil insanlar yok muydu? ileride de zuhur etmiyecek mi? Sonra bu zât acaba hangi nevi hâdiseler hakkında adalet yapabiliyor ve bunun için ne kadar zaman çalışmış, taallüm ve mümârese yapmıştır? Acaba hayâtının başından sonuna kadar bu sıfatı aynı kuvvetle muhafaza edebilmiş midir? Acaba, dostluk, akrabalık veya düşmanlık gibi ilcaata kapılmayarak, istisnasız bütün insanlar arasında adalet icraasına muvaffak olmuş mudur? Acaba, ihtiyaç gibi za'f veya fütur gibi salim bir düşünceye mâni olacak hususlardan ebediyyen uzak kalabilmiş midir? Acaba, mukavemet edemiyeceği bir kuvvet karşısında kalıp ta, kerhen, vicdanına isyan ederek adaletten ayrılmamış mıdır?
Velhasıl işte bir daha sabit oluyor ki, mahlûk demek, âciz ve muhtaç demektir. Bu acz ve ihtiyaç içinde gaflet, nisyan, hatâ, korku, ihtiras ve heyecan... gibi insandan ayrılmaz haller arasında, adalet gibi yüksek bir kemâli, hem de hakîkî ma'nâsiyle hâmil olması imkânsızdır. Belki bu bapta son hâd adalet mefhumunu öğrenmek, mutlak adaleti sevmek, zulmü yermek, fikirlerinde ve muamelelerinde elinden geldiği kadar adaleti izhar etmeğe çalışmak. İşte mahlûkun adaleti bununla icmal olunabilir. Bu kadarcık olsun adalet duygusu olmasaydı, Allah'ın bu ismini bilemez, Allah'ın adaleti hakkında bir bilgi edinemezdik. Bizdeki bu duygu Allah'ın adaletini görmek için bir aynadır. Allahu teâlâ, adaletini bildirmek için bize bu duyguyu bağışlamıştır.
El-Hakem ism-i şerifinden sonra El-Adl ism-i şerifinin gelmesi ne kadar uygun düşmüştür. Allah hâkim ü adldir. Ondan başka hâkim ü adl yoktur. Çünkü her şeyi hakkiyle gören, işiten ve her şeyin içini dışını, önünü sonunu bilen ve her şeye gücü yeten ancak O'dur. Allahu teâlâ'nın ezelî takdirine göre yapıp durmakta olduğu her iş, tam bir adalet ve hikmettir. Meselâ, güzellik, çirkinlik, zenginlik, fakirlik, hastalık, sağlamlık, ömür uzunluğu ve kısalığı gibi, insanların birbirine benzemeyen dış halleri ve âlim, câhil, ahmak, zeki, doğru, sapık gibi iç halleri, hep Allah'ın takdiri ve işidir ve hepsi de adldir, doğru ve yerindedir. Bâzıları âlemdeki fenalıklara, şerlere bakarak, meselâ, insanlar arasında kör, topal, sağır, dilsiz, yoksul gibileri düşünerek Allah'ın adaletinde bir nevi eksiklik görmek istiyorlar; halbuki her şeyin yaradılışında insan aklının kavrayamıyacağı bir çok gizli hikmetler vardır. Allah iyilik de yaratmış, kötülük de; çirkinlik de yaratmış, güzellik de. Ve bu sayededir ki, insanlar bunlar hakkında bir fikir sâhibi olabilmişlerdir. Çünkü kötülüğü görmeyen iyiliği bilemez, her şey zıddiyle öğrenilir. Eğer âlemde hiç çirkinlik bulunmasaydı, güzelliğe dâir kat'iyyen bir fikrimiz olamazdı. Şu halde mâhiyetlerin birbirinden seçilmesi için hayr lazımsa, şer de lâzımdır. Allah bunları yaratmakla hayrı, şerri öğretmiş, bunların kazanç yollarını açmış, her iki yolun sonucunu bildirmiş ve eklediği yolu tutmak için insanları serbest bırakmıştır. Hayır ve iyilik yollarını tutanlara hazırladığı ni'metleri, şer ve kötülük yoluna gidenlerin de görecekleri cezaları şimdiden söylemiş, bildirmiştir. Allahu teâlâ terbiye ve imtihan için ve herkesin kıymetini ortaya koymak için ne güzel nizam kurmuş. Kimbilir bahtsız dediğimiz kör, sağır, topal gibi insanların hallerinde de bilemediğimiz sebebler vardır. Bunlar ayrı ayrı incelense, onların o vaziyetlerinde de belki bir hikmet olduğu anlaşılır. Bununla beraber, hâlihazır vaziyetlerinin kendileri için muhakkak bir fenalık olduğu da malûm değildir. Belki de hayırladır.
Meselâ, servet bolluğu istemeyen insan yoktur. Halbuki nice insanlar serveti yüzünden nice belâlara uğramış ve (keşke fukara olsaydım da bu haller başıma gelmeseydi) demiştir. Evlât ve akraba çokluğu, beden kuvveti, mevki' ve nüfuz şerefi, gibi şeyler de hep böyledir. Allah, Erhamü'r-Râhimîn, Ekremü'l-Ekremîndir; kulunun hayır ve menfaatini kulundan daha iyi bilir. O'nun rızası, kullarını kendi rızalarından ziyâde esirger. O'na tefvîz-i umur eden kazanır.
Gerek kendileri hakkında, gerek başkaları hakkında Allahu teâlâ ne takdir etmiş ve ne muamele yapmışsa, onun tam bir adalet ve hikmet olduğuna inanmak ve ona râzı olmak ve asla şikâyette bulunmamaktır.
|
|