78. EL-MÜTEALİ,79. EL-BERR,80. ET-TEVVAB,81. EL-MÜNTEKİM,82. El-AFÛV,83. ER-RAUF,84. MALİKÜ'L-MÜLK,85. ZÜ'L-CELALİ VE'L İKRAM,86. EL-MUKSİT,87. EL-CAMİ',88. EL-GANÎ, EL-ĞANİYY, 89. EL-MUĞNÎ,90. EL-MANİ
İzzet ve şeref bakımından en yüce, yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce.
"(O), gizliyi ve aşikâreyi bilendir, büyüktür, yücedir."
Yüce, derecesi yüksek, şan, şeref, kudret ve kuvvet sahibi manasına gelen "ulüvv" ve "alâ" mastarından gelen bu isim Cenab-ı Hakk'ın Esmâ-i Hüsnâ'sındandır.
Cenab-ı Hak son derece yüce, varlığı zorunlu şan ve şeref sahibi, derecesi yüksek arşın sahibidir.
El-Müteali'nin bir manasının da "büyüklük ve azameti yüksek, idrak edilen şeylerden şanı yüce, kemal sahibidir, olduğu söylenmiştir. Allah'ın isimlerinden "Mecid, Âli, Azim, Kebir ve Müteali" birbirini takip eden isimlere kullanılmıştır.
"O, şanı yüce", "azametinde şeref sahibi", "her konuda yüce", "her şeyde ulu."
"Hilekarlık yapan, Kebir ve Yüce Allah'ı unutan kul ne kadar kötüdür" buyurdu.
Allah'ın el-Müteali ismi Kitab-ı Azim'de bir kere zikredilmiştir.
"(Allah) hazırı da gaybı da bilendir, büyüktür, yücedir."
Meselâ zengin bir adam hakkında:
"Bu adamın yarın fakir düşmek ihtimâli vardır." denilebilir ve o adam, zenginken fakir olur. Şunun bunun yardımına muhtaç bir vaziyete gelebilir. Fakat Allahu teâlâ hakkında böyle bir ihtimâl düşünülmesi mümkün değildir. Allah öyle bir Allah'tır ki, isteyenler çoğaldıkça İhsanı artar, irâdesine, hikmetine göre verir. Vermekle hazîneleri tükenmeyen biricik ganî ve müteâlî O'dur. Vücûdunun bütün âzası tam ve sağlam, gayet kuvvetli bir şahsın, günün birinde kör, topal olarak, kolsuz, bacaksız bir hâle gelip de yerlerde sürünmesi mümkündür. Bunun gibi bir millet de, ne kadar zengin ve bilgili, ne kadar kuvvet ve satvetli olursa olsun, ondan daha üstün bir millet bulunmak veya belirmek ve o milletin tepesine çullanarak memleketlerini harap, hazînelerini yağma, kendilerini esir, şeref ve haysiyetlerini ayaklar altına alma ihtimali olabilir. Bu gibi haller, yaratılmışlar için dâima mümkün ve fiilen vâki' olagelen hâdiselerdir. Allahu teâlâ böyle arızalardan münezzeh ve müteâlîdir. Öyle ki, bütün kuvvetler, bütün hileler, bütün ordular birleşse, Allahu teâlâ'ya el uzatamazlar, memleketinden bir zerre koparamazlar, izin ve müsâadesi olmadan hazinelerinden bir şeyi cebren alamazlar.
Dünyâ nurunda yaşayan insanlar içinde, Allah'ın varlığını inkâr eden ve zâten şahsından ve zevkinden başka bir şey kabul etmiyen güruh varsa da, dinli bir millet olduğunu iddia edip dururken, Allahu teâlâ'yı şânına lâyık olmayan şeylerle vasıflandıran ve bu bozuk akidelerin dürüstlüğüne inananlar daha çoktur. Meselâ, Allah'ın -günün serinliklerinde- (adn) bahçelerinde dolaştığını, bulutlara inip gezdiğini, evlât ve ıyâl sahibi olduğunu, bâzı mahlûkatı ve hele insanları yarattığına pişman olduğunu söyleyen ve daha buna benzer ülûhiyet sânına yaraşmayan hezeyanlarla dinlerini eğlenceye ve oyuncağa çeviren zâlimlerin bu gibi saçma sapan lâkırdılarından O, münezzeh ve müteâlîdir. Bu iftiralar Allah'a ulaşmaz, kendi iflâslarından ve harâbiyetlerinden başka bir netice vermez. Bu türlü edep ve bilgi dışı hezeyanlar, derin bir kuyunun dibine düşüp de oradan kuyunun ağzına doğru mütemadiyen çirkef atıp duran ahmağın hâline benzer; attığı şeylerden bir zerresi kuyunun ağzına varmaz; yan yoldan gerisin geriye yine kendi üstüne düşer ve bu halden kurtulamazsa, çirkef içinde boğulur gider, işte bunların akıbetleri budur.
(Âmentü billahi) diyen bir kul, Allahu teâlâ hakkındaki îmânını sahih’ ve dürüst bir hale getirmelidir. Bu da Allah'ın Kur'ân'da ve hadîste gelmiş olan isimlerini ve sıfatlarını öğrenmekle olur. Aklı olan ve kendini kayıran her insan, ne bahâsına olursa olsun bunu elde etmeye çalışır, çünkü dünyâda, âhirette geçer akçe ancak budur, ötekileri kalptır. Dürüst bîr îmân sahibi, âyân hâlis altun kazanmış gibidir. Kazandığı şey dünyânın her tarafında yürür, kendisi de rahat eder. Bozuk i'tikât taşıyan da, alan zanniyle kızıl bir bakır almış gibidir. Hiçbir yerde geçmez, kendisi de rezil ve rüsvây olur.
İyilîk eden, vadini yerine getiren, kulları hakkında müsait bulunan... İyiliği ve bahşişi çok olan.
"Çok iyilik eden, esirgeyen ancak Odur."
Sübhan Tealâ kullarına karşı lütuf ve şefkat sahibi, isteyen ve niyazda bulunanlara karşı güzel bir lütufla bol bol ihsanda bulunan, abidleri güzel mükâfatlarla mükâfatlandırandır. Her türlü iyilik ve ihsan O'ndandır.
"El-Berr"; iyilik ve ihsanda bulunandır. Bu kelime hayır ifade eden bütün sıfatlara camidir ve Allah Tealâ'nın güzel isimlerindendir.
El-Berr, lügatta, genişlik demektir. Müfessir ve dilcilere göre el-Berr, lütuf, ihsan ve doğrulukta genişlik, hayır demektir.
El-Berr'in bir manası da çok itaatkâr demektir. Çoğulu ise Ebrar şeklinde gelmektedir. Bunun için bu kelime kullanılarak, "Rabbine itaat ediyor", denir. Bu durumda "el-Birr", Allah'a yaklaştıran hayırlı amelleri ve itaati içine almaktadır. Ve razı olunan bütün fiil ve hasletleri ifade etmektedir.
Allah (c.c.)'a, itaat, "ona ibadet etmek ve kulluğu" ifade etmektir. Bunun için anne babaya itaat, iyilik "Birru'l-valideyn" şeklinde ifade edilmiştir. Yani onlara ihsanda, geniş ve cömert olmak" demektir. Çünkü cennet anaların ayakları altındadır.
El-Bârr, kendisinden iyilik ve itaat sadır olan kimse demek olup, cemisi "Berare"dir.
"(Ayetler), değerli ve güvenilir katiplerin elleriyle (yazılıp) tertemiz kılınmış, yüce makamlara kaldırılmış mukaddes sahifelerde (yazılı) bir öğüttür, dileyen ondan (Kurandan) öğüt alır."
İnsanların en hayırlısı iyi amellerle meşgul olan hayırda yarışan, kalbinde şer bulundurmayan ve kimseye eziyet etmeyendir. Çünkü iyi biri eziyet edemez. Bundan dolayı "Birr, müsamahakar, sakin ve teanni sahibi adam, güler yüz, yumuşak söz" denilmiştir.
Abdullah b. Ömer'in rivayet ettiği bir hadisi şerifte, Peygamber (s.a.v):
"İyilik eskimez, günah unutulmaz, Kahhar olan Cenab-ı Hak uyumaz, ektiğini biçer, yaptığını karşılığını bulursun." Rabbin rızası ana babanın rızasındandır.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan merhamet sahibi, çok ihsanda bulunan Rabbimiz, mü'minlere, içlerinden bir peygamber gönderip, onlara ayetlerini okutması ve onları temizlemesi, onlara kitabı ve hikmeti öğrettirmesi yönüyle ayrıca ihsanda bulunmuştur.
Allah (c.c.) mü'minleri ashab-ı yeminden kılarak onlara ihsanda bulundu. Zat-ı Bari, mü'min kullarının kalbine feyiz yoluyla salih amelleri telkin etti. Onların günahlarını affetti. Tevbelerini kabul edip, onları rızıklandırdı.
"Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek ve yaptıklarının en güzeline denk olarak mükâfatlarını verecektir."
El-Birru'r-Rahim, Kur'ân-i Kerim'de bir yerde geçmekte olup şu ayeti kerimedir.
"Biz insana, ana-babasına iyilik etmesini tavsiye ettik. Annesi onu zahmetle taşıdı ve zahmetle doğurdu. Taşınması ile sütten kesilmesi, otuz ay sürer. Nihayet insan, güçlü çağına erip kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimete şükretmemi ve razı olacağın yararlı iş yapmamı temin et. Benim için de zürriyetim için de iyiliği devam ettir. Ben sana döndüm. Ve elbetteki ben müslümanlardanım."
"İşte, yaptıklarının iyisini kabul edeceğimiz ve günahlarını bağışlayacağımız bu kimseler cennetlikler arasındadırlar. Bu, kendilerine verilen doğru bir sözdür,"
"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu. Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak Odur."
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"(Derler ki:) Gerçekten biz bundan önce O'na yalvarıyorduk. Çünkü iyilik eden, esirgeyen ancak O'dur."
"(Onlar şöyle yakarırlar): Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin."
Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan "el-Berr" ve "el-Vehhab" iyilik ve bağışlarıyla lütuf ve keremiyle bütün varlıkları kuşatan demektir. O, bütün güzelliklerin, sürekli iyiliklerin ve sınırsız bağışların sahibidir. O'nun "birr" sıfatı ve bu sıfatın eserleri gizli ve aşikar bütün nimetlerde görülür. Hiç bir yaratık bir an O'nun ihsanından ve iyiliğinden mahrum kalamaz.
O'nun ihsanı/iyilikleri umumî ve hususîdir:
1- Umumî ihsanı şu âyetlerde söz konusu edilen ihsanıdır:
"Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır."
"Benim rahmetim her şeyi kuşatır."
"Nimet olarak size ulaşan ne varsa Allah'tandır."
Bu iyilikte iyiler de kötüler de, gök ehli de yer ehli de, mükellef olanlar da olmayanlar da ortaktır.
2- Hususî ihsanı: Bu bölümdeki rahmeti ve nimeti müttekîler/Allah'a saygı duyanlar içindir. Şu âyet-i kerîmelerde de buna işaret edilir:
"Onu, sakınanlara, zakâtı verenlere ve âyetlerime inananlara, o elçiye, ümmi peygambere uyanlara yazacağım."
"Muhakkak ki iyilik edenlere Allah'ın rahmeti çok yakındır."
Süleyman'ın (a.s.) şöyle dua ettiği nakledilir:
"Rahmetinle beni iyi kullarıyın arasına kat."
İşte bu, peygamberlerin ve onlara uyanların talep ettikleri özel rahmettir. İman, ilim, amel, bütün ahvâlin düzeltilmesi, ebedî saadet, kurtuluş ve başarı hep bu rahmetle elde edilir. Seçkin insanların en büyük gayesi de budur.
Allah Teâlâ cömertlik vasfına sahiptir. Cömertlik lütuf ve ihsanın çokluğu demektir. Allah Teâlâ'nın cömertliği iki türlüdür:
1- Bütün varlıklar şamil olup onları lütfü kereminden ve çeşitli nimetlerle doldurup taşıran mutlak cömertlik.
2- İyi olsun, kötü olsun, müslüman olsun, kâfir olsun sözle veya lisanî hal ile istekte bulunanlara yönelik özel cömertlik. Kim Allah'tan isterse, Allah ona istediğini verir ve arzusuna ulaştırır. Çünkü "el-Berr"dir, "er-Rahîm"dir:
"Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır. Sonra size bir zarar dokunduğu zaman da yalnız O'na yalvarırsınız."
Allah Teâlâ'nın kendisine dost olanlar için hazırladığı ve gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmeyen nimetler O'nun cömertliğinin genişliğindendir.
Allahu teâlâ, kulları için dâima kolaylık ve rahatlık ister, zorluk istemez, zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülüklerin çoğunu bağışlar, örtbas eder, bir iyiliğe on mükâfat verir, kötülüğün cezası ise mislini geçmez. Bir kul gönlünde iyi bir şey yapmayı kurmuş, fakat herhangi bir engel yüzünden onu yapamamış olsa bile, bilfiil meydana getirmiş gibi mükâfatlandırılır. Bunun aksine olarak bir kötülük yapmayı tasarlamış ve karârını vermişken, herhangi bir sebeple yapmamışla ona ceza vermez. Daha buna benzer nice lûtuflan, müsâadeleri, keremleri vardır ki, sayıya gelmez.
Allah rızâsı için, Allah'ın mahlûkâtına elinden geldiği kadar iyilik etmeğe, hiç olmazsa, tatlı bir söz, tatlı bir yüz, güzel bir muamele ile gönül kazanmağa çalışmaktır. Bunu kendine huy edinenler, bir gün Allah'ın rızâsına kavuşurlar, işte bir kul için en büyük bayram budur.
Kullarını tevbeye sevkeden, tevbeleri kabul eden, günâhları bağışlayan
"Sonra (eski hallerine) dönmeleri için Allah onların tevbesini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir."
Allah kullarından tevbeyi kabul eder ve günahlarını afveder. O, tevbeleri çok çok kabul eden hikmet sahibidir. Allah (c.c.) kullarının dualarına lütuf ve atiyye ile mukabelede bulunan, onların özür ve istiğfarlarına, kendisine sığınmalarına icabetle mukabele edendir.
Tevbe; sözlükte rücu, yani günahtan itaate dönüş demektir. Rücu ettiği zaman tevbe eti denilir. Yani sığındı ve rücu etti, demektir. "Tabellahu aleyh", "bağışladı, onu günahtan kurtardı", denilir.
"Allah, kötülükten yüz çevirerek tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır."
Aynı kelime ile müradif manaya sahip "nabe" de rücu manasındadır. Allah (c.c.) bununla ilgili olarak;
"Size azap gelip çatmadan önce Rabbinize dönün. Ona teslim olun, sonra size yardım edilmez." ayetteki "enibu" dönüş manasındadır.
"Sabe"de rücu etti manasında "tabe" ile muradıf manada kullanılmaktadır. Tabe, sabe, nabe, enabe, âbe bütün bunların hepsi rücu manasındadır.
Tevbe, kullarına nisbetle günahlara pişmanlık, Alah'a itaata dönüştür. Allah (c.c.) kullarından dilediğinin tevbesini kendisine dönüşünü kabul ederek tevbelerini kabul eder. Kul, Allah'tan bir şey isteyerek tevbe ettiği zaman, Allah o kimsenin yönelişini kabul eder.
Halis tevbe Allah ile buluşmadır. Kim Allah'a kavuşmayı umarak Rabbine sığınırsa, salih amel işlesin, Rabbine kullukta kendisine hiçbir şeyi ortak koşmasın.
Et-Tevvab, Kur'ân'da 11 defa zikredilmiştir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın kulların tövbesini kabul edeceğini, sadakaları geri çevirmeyeceğini ve Allah'ın tövbeleri kabul eden ve merhamet eden olduğunu bilmiyorlar mı?"
et-Tevvab, tövbe edenlerin tövbesini daima kabul eden ve kendisine dönenlerin günahlarını affeden demektir. Allah'a, samimi olarak yürekten tövbe eden herkesin tövbesini Allah kabul eder.
O, tövbe edenlerin tövbesini şu şekilde kabul eder:
Önce onları tövbeye muvaffak kılar ve kalplerini tövbeye yöneltir. Onlar tövbe ettikten sonra da tövbelerini kabul eder ve hatalarını affeder.
Buna göre Allah'ın tövbeleri kabul etmesi iki merhalede olur:
1- Birinci merhalede kulunun kalbine tövbe düşüncesi ve kendisine yönelme arzusunu yerleştirir. Kul da tövbe eder ve günahlardan sıyrılmak, yaptıklarından pişman olmak, bir daha onları işlememeye azmetmek ve salih amellere önelmek gibi şartları yerine getirir.
2- İkinci aşamada: Kulun tövbesini kabul eder ve ona icabet eder, günahlarını bu tövbe ile siler. Şüphesiz ki yürekten ve samimi bir tövbe kendinden önceki günahları siler, yok eder
Bu ism-i şerîf tevbenin mübalâğa sigasıdır. Tevbenin asıl ma'nâsı dönmektir; kulun isyan yolundan dönmesi. Bu dönmek şu üç şeyden ileri gelmiş olursa çok güzeldir:
1- Yaptığı günâhın çirkinliğini sezmek.
2- Allah'ın azabının şiddetini, buna karşı yalnızlığını ve za'fını düşünmek, Allah'ın azabından kurtaracak yine Allah'tan başka bir mevcut olmadığını kat'î surette bilerek, Allah'ın afv ve mağfiretine dönmek mecburiyetini duymak.
3- Yaptıklarına samimî olarak can ve gönülden pişmân olup, onları bir daha işlememeğe azmetmek.
Günahkâr kullarının kalblerinde onlan gafletten uyandıracak, günahlardan döndürecek korkular yaratmak, tevbe yollarını kolaylaştırmak, bu işaretlerden mütenebbih olup günahtan dönenlerin tevbelerini kabul etmektir.
Kul Allah'ın razı olamıyacağı şekilde hayat sürerken Allahu teâlâ, onun dikkat ve basireti önüne düşündürücü ve ibret verici hâdiseler sevkeder. Allah'ın öyle kulları vardır ki, onların gönülleri kav gibi ufacık bir kıvılcımdan ateş alır. öyle kulları da vardır ki, onların gönülleri taş kesilmiştir. Soğuk mermerler üstüne kıvılcım değil, kürekle ateş dökülse yine yanmaz. Birçok gönüller de demir gibidir, ateşi görünce biraz yumuşar, kısa bir zaman sonra yine eski hâlini alır. Onun için sık sık Kur'ân'ın nasîhatlarını dinlemeğe ihtiyaç vardır. Her kim, dikkat çekici hadiselerden ibret alıp da Allah'a karşı özür dilerse, Allah fazl u keremiyle onun özrünü ve tevbesini kabul eder, eder de gadabından rahmet ve mağfiretine dönüverir.
Tam temizlik işte budur. Kullardan tevvâb sınıfı da bu temizliğe muvaffak olanlardır. Çünkü tevbe edenler; tâib, tevvâb olmak üzere ikiye ayrılır. Tâib, yalnız dış günahlardan tövbe edendir. Tevvâb ise, iç günâhlar denilen kötü huylardan da temizlenen kimselerdir. Yalnız dış günâhlardan temizlenenler, ayrık otunu kesip te köklerini bırakanlara benzer. Kökleri durdukça bütün günâhlar yine belirir. Dış ve iç günâhlardan birden dönmek, ayrık otunu köklerinden söküp atmağa benzer, bir daha bitse bile pek az olur. Bu yolda temizlenenleri Allahu teâlâ kendi muhabbetiyle müjdelemiştir.
Bilmek gerektir ki, Allahu teâlâ kulunun tevbesini kabul eder. Onun için, ne kadar günahkâr olsa da, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmeyip, tevbesinin kabulüne güvenmelidir. Ancak kulun tevbedeki sadâkati, kaçırdığı farzları kaza etmek, yaptığı haksızlıkları tamir etmekle anlaşılır.
Suçluları cezalandıran, suçları, adaleti ile müstahik oldukları cezaya çarpan.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenab-ı Hakk'ın kudret ve azametinin ukubet (ceza) ile tecelli etmesinden korkuyor ve rahmetini umuyoruz. O'na korku ile ümit arasında duada bulunuyoruz. Bu sıfat Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde ifade edilmektedir.
"Biz, çetin ve belâlı, bir günde Rabbimizden (O'nun azabına uğramaktan) korkarız. İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir."
"Fakat biz büyük bir şiddetle yakalayacağımız gün, kesinlikle intikamımızı alırız."
"Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar."
"Onların yalvardıkları bu varlıklar, Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesileler ararlar: O'nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azaptır."
Allahu teâlâ'nın intikamı vardır. Hepimiz, fertler, cemiyetler bundan tir tir titremeliyiz; çünkü Allah'ın muâhazesi çok elemli ve pek şiddetlidir.
Allahu teâlâ, buyruklarına isyan edenleri, yer yüzünde türlü fesat çıkaranları, çeşitli zulümlerle Allah'ın kullarını
canından bıktıranları, kâfirleri, müşrikleri, kötü huyluları sevmez. Fakat âdeti öyledir ki, sevmediği bu herifleri hemen kahredivermez. Bir zaman mühlet verir, verir amma bu mühletin arkası o kadar müthiş ve o kadar korkunçtur ki, bunun en hafif temsili: Böyle çeşitli günahlar içinde kulaç atarak tevbe ve istiğfar ile Allah'ın afv ve keremine dönmeyi akıllarına bile getirmeyen gafiller, biraz ilerde şiddetle çarparak param parça olacakları duvarı görmeden, dolu dizgin at koşturanlara benzer. Halbuki dünyâda bu ve benzerleri tüyler ürpertici facialar, âhiretteki intikâm-ı İlâhî’nin pek küçük birer örneğidir. Çünkü dünyâdaki facialar ölümle biter, Cehennem azabı ise sonsuz bir şekilde tekrarlanır durur. Bu azaba âit bir iki hadîs-i şerîf:
Cehennem'in ateşi tasvir ediliyor: "Dünyânın bir başında bulunması farzolunan bir kıvılcımın hararetini, öbür başındaki insan duyacak"
"Dünyâya bir damlası düşse, bütün insanların yiyeceğini, içeceğini bozmağa kâfi gelecek derecede acı olan bir şeyi, her gün yiyenin hâli nasıl?"
"Bütün insanların ve cinlerin birleşerek kaldırmağa gücü yetmiyecek ve bir dağa vurulsa o anda toz hâline getirecek derecede ağırlığı bulunan demir kırbaçlar.."
"Veyl, Cehennemde bir deredir ki, kâfir oraya düşer de, kırk sene sonra dibine erişmez."
İnsanoğlu dünya güneşinin yakıcı hararetine, bir polis kamçısına, bir karınca ısırmasına tahammül edemezken, onun Cehennem ateşinin hararetine, zebanilerin kamçısına, ateşten yaratılmış ve etrafında kaynaşan yılan ve akreplerin ızdırabına tahammül etmek zorunda bırakılması ve sonra, hele bu azabın sonsuzluğu ne müthiş bir ızdıraptır. İnsanca yaşamak için Allahu teâlâ sınırlar çizmiş, ortaya kanun koymuştur. Allah'ın bildirdiği sınırlardan dışarı çıkmak ve Allah'ın kanununa göre değil, nefsânî arzularına göre yaşamak isteyen hevâ düşkünlerini Allah mahv ve helak edeceği zaman, çok defa öyle istidrac verir ki, her istediği zahmetsizce meydana geliverir. O da şımardıkça şımarır, yükseklerden uçmağa başlar, nihayet bir gün ansızın belâsını bulur. Zîrâ yüksekten uçanın düşüşü çok vahimdir.
Zulme, küfre kayan cemiyetler de böyledir. Fir'avun, Âd ve Semûd kavimleri gibi, vaktiyle dünyâda yaşamış şevketli ve kuvvetli milletler, ellerindeki kuvvete güvenip Allah'ın âyetlerini inkâr ederek hiçe saymışlardı. Sonunda her biri bir türlü felâketle bu âlemden yok oldu gitti. Ellerindeki kuvvet kendilerini kurtaramadı. Onları saran şiddetli felâketlerin, küfür ve inkâr yollarında, onların izince gidenlerin hepsinin başına geleceğini Kur'ân birçok âyetlerinde haber vermiştir. Hele Allah'a inanmış ve O'nun buyruklarına göre yaşamakta bulunmuşken azıp da, yoldan çıkan bir milleti, Allahu teâlâ dinsiz, imansız ve merhametsiz kâfirlerle terbiye eder, onları başlarına musallat kılar. Bu ne korkunç bir felâkettir. Salih ellerde ıslâhı kabul etmiyen milletleri bekliyen akıbet budur.
İman ve temiz ahlâk kazanmalı. Çünkü bunlar hayır ve refah kaynaklarıdır. Bu kaynakları çok titizlikle muhafaza etmeli, kurutup köreltmemeli, çünkü o zaman hayr ve refah kesilir, onun yerine darlık ve ızdırap gelir. Bilinmelidir ki, gerek tek bir şahıs olsun gerek bir ev halkı, gerek bir şehir ahalisi, gerek bir millet olsun, Allahu teâlâ kendilerine verdiği rahat ve refahı, huzur ve afiyeti değiştirmez, onlar iyi gidişlerini değiştirmedikçe, iyi hallerini, kötü huylara çevirenlerin şeref ve ni'metleri zâil olur.
Günahları hiç bir sorumluluk kalmayacak biçimde affeden, afvı çok.
"Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir."
Günahları silen, cezalarını kaldıran Allah'a hamdü senalar olsun. O, kullarındaki zilleti gidermeyi ve keremiyle onlardan bu durumu kaldırmayı ister.
Resulullah (s.a.v.), "Bir kötülükten sonra iyilik yap ki, iyilik onu silsin!" buyurmuştur.
Afv, birşeyin izini izale etmektir. "Gufran", örtmeye: "Afv", ise silmeye, yok etmeye işaret eder.
Avfın bir manası da "atiyye ve bağışı bol" demektir, denilmiştir. Onun için "Hafa male fülanin", "falancanın malı bol oldu" denilir.
Avf, lügatta saf, helal ve temiz manasına gelir. Bir manası da fazlalık ve artık demektir. Bu Kur'ân-ı Kerim'de şu şekilde ifade edilmektedir.
"Yine sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. İhtiyaç fazlasını' de."
Afûv, Kur'ân-ı Kerim'de beş yerde zikredilmiştir. Bunlardan dördü el-Gafur ismi ile, beşincisi ise, el-Kadir ismiyle geçmektedir.
1. "Hakikaten Allah çok bağışlayıcı ve mağfiret edicidir."
2. "Kuşkusuz Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır."
3. "Şüphesiz Allah, çok affedici ve bağışlayıcıdır."
4. "İşte bunları, umulur ki Alah affeder; Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır."
5. "Bir iyiliği açıklar yahut gizlerseniz veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedici ve kadirdir."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve çok mağfiret edicidir."
O, geçmişte ve gelecekte daima affedici olarak bilinmiştir ve kullarına karşı daima bağışlayıcı ve müsamahakar olmakla nitelendirilmiştir.
Herkes O'nun rahmetine ve keremine muhtaç olduğu gibi affına ve mağfiretine de muhtaçtır.
Gereklerini yerine getiren kimseleri affedip bağışlayacağını va'd etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki Ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da doğru yola gireni bağışlarım."
Afüvv, özellikle affa sebep olan istiğfar, tevbe, iman ve salih ameller gibi şeyleri yerine getirdikleri zaman kulların işlediği bütün günahları affeden demektir. Allah Teâlâ, kullarının tevbelerini kabul eder ve suçlarını affeder. O, affedicidir, affı sever ve kullarının affa ulaşmalarına sebep olan şeyleri yerine getirmek için çalışmalarından hoşlanır. Bunlar, O'nun hoşnutluğunu kazanmak için çalışmak ve O'nun yaratıklarına iyilik yapmaktır. Kul ne kadar günah işlerse işlesin, sonunda tevbe eder ve kötülükten vazgeçerse, büyük küçük bütün günahlarını affeder. O, müslüman olmayı, önceki küfrün vebalini ortadan kaldıran bir sebep kıldığı gibi, tevbeyi de önceki günahın temizleyicisi kıldı.
Allah Teâlâ şöyle buyurdu.
“De ki: “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok merhametlidir."
Bir kudsî hadiste Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
"Ey Ademoğlu, eğer sen dünya kadar günahla bana gelsen, sonra buna hiçbir şeyi şirk koşmadan vefat edersen ben de sana dünya kadar mağfiretimle gelirim."
"Şüphesiz Rabbi'nin affı geniştir."
Allah Teâlâ, mağfiretine ulaştırıcı bir takım sebeplerin kapılarını kullarına açmıştır. Bunlar, tövbe, istiğfar, iman, salih amel, Allah'ın kullarına iyilik yapmak, onları affetmek, Allah'ın lütfunu iştiyakla talep etmek, Allah'a hüsnüzanda bulunmak ve O'nun mağfiretine yaklaştırıcı daha başka şeylerdir.
Afv, intikamın zıddıdır. Allahu teâlâ bâzı suçluları intikâmiyle muahaze eder, bâzı suçluları da afviyle sevindirir. Hakîkaten bahtiyar olanlar, Allah'ın afvîne erenlerdir. Bunların belli başlı vasıfları şudur:
Allah teâlâ'ya ve Âhiret gününe inancı olan, yaptığı günâhların bir kötülük olduğunu bilerek yüzü kızaran ve bu duygunun zorlamasiyle günâhlarına tevbekâr olanlardır. Bunlara karşı, Allahu teâlâ'nın afüv ve hilmiyle muamele buyurması ne büyüklüktür. Ne büyük hayır ve rahmet, ne geniş ihsan ve keremdir. El-Hamdü lillâh.
Bu geniş lütuf ve kereminden faydalanamıyarak intikamına uğrayanların ise vay hâline! Bunlarsa Allah'a inancı olmıyan, afvı gördükçe şımaran, her türlü kötülükten zevk alıp, bunu kendine âdet edinen ve Allah'ın sevmediği çirkinliklerin insanlar arasına yayılmasına ve yerleşmesine çalışan, habis ruhlu insanlardır. Bu kabil suçları afv ve mağfiret etmek bir hayr değil, bir şerdir. Çünkü böyle bir muamele, haklı ile haksızı karmakarışık bir hâle getirmek, iyiliklerle kötülükleri bir tutmak olur. Bu da insanları fenalığa teşvik ve kötülüğe ortaklık etmek olurki, Allahu teâlâ'nın Adl ve Rahmet sıfatları böyle eksikliklerden münezzehtir.
O'nun âdetlerinden biri de şudur ki: Âsi kullarına afv ve ihsan ile muamele yapmayı, onları muaheze etmekten ve kendilerinden öç almaktan ziyâde sever. Onun içindir ki, günâhkârları birden yakalayıvermiyor. Onlara mühlet vermesinde ve hattâ günahkârlar için Cehennemi hazırladığını şimdiden haber vermesinde, ondan korunma ve kurtulma sebeplerini öğretmesinde, kendilerini Cehenneme atmaktan ziyâde afv ve ihsanına, şefkat ve keremine döndürmek hikmeti vardır. Meselâ, çok sahî ve cömert bir zâtın şöyle bir ilânı görülür: Kapılarımız açık, sofralarımız meydandadır. Gelenler ağırlanacak, gelmeyenlere sözümüz yok. Aynı şekilde cömert başka bir zâtın da davetiyelerinde şu kelimeler okunuyor: Gelenler izzet ve ikram görecek, gelmeyenler hakkında adamlarımıza emir verilmiştir. Zecrî muameleye teşebbüs edeceklerdir. Tabiîdir ki, bu ikinci zâtın sehaveti evvelkinden daha geniş ve üstündür, işte Cehennemin yaratılışında bu türlü bir zecr vardır. Allahu teâlâ'nın kullarına ihsan edip durmakta olduğu sayısız ni'metlerini hatırlatmasında da yine bu ma'nâ seçilmektedir. Çünkü Allah insanlardan o ni'metlerin tamamlanması, yâni fâni olan o ni'metlerin baki olan ni'metlerle mükâfatlandırılmasına istihkak kazanmalarını istemiş ve onları kötüye kullanıp da intikamına uğramaktan sakındırmıştır. Allahu teâlâ'nın, Kur'ân'da birçok yerde, itaat edenler için hazırladığı, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hayallerin erişmediği nimetleri; isyan edenler hakkında ise tertip edeceği çeşitli ukubetleri, birbirinden çekici muhtelif üslûplarla ifâde buyurması, hep ni'metlerinin yollarını tutmağa teşvik, helak ve hüsranı mûcîp ahvalden tahzîr içindir. Onun için bir kul, ne kadar günahkâr olursa olsun, bir gün Rabbinden utanarak O'na döndüğü zaman, Allah onu hemen afv ve gufrâniyle karşılıyor. Allah'ın rahmeti, kulun günâhından çoktur. Doğrulup gelene kapısı açıktır. Fakat eğri kalanlar ne kapıyı bulur, ne de onlara kapı açılır.
Afv, günâhların izlerini silip bütün bütün yok etmektir. Mağfiret, sâdece günâhların üstüne bir perde çekmektir. Onun için afv, mağfiretten daha ileridir. Mağfiret günâhları örtmekten ibaret olduğuna göre, günâh yerinde duruyor demektir, yalnız açık değil... Fakat afv tamâmiyle günâhları silmek mahv ve izâle etmektir.
Sevgili okuyucu! Biri seni rencide eder, sonra da beyân-ı i'tizâr ederse özrünü kabul et, yahut da doğrudan doğruya onu afvet ki, Allah'tan mağfiret bulasın. Allah sana, senin başkalarına ettiğin muamele gibi muamele eder:
Affedersen afvolunursun. îstiskâ edersen, yâni bir hakkı aramakta çok ileri gidersen, istiskâ görürsün.
Bunalmış ve namuslu borçlulara mühlet vermek veya alacağının bir mikdârını veya vaziyetinin icâbına göre hepsini bağışlamak da böyledir
Çok merhametli, müşfik, çok şefkatli, pek re'fetli.
"İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın rızasını almak için kendini ve malını feda eder. Allah da kullarına şefkatlidir."
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbim çok şefkatli, pek müşfik ve çok merhametli, merhametin en ileri derecesiyle muttasıf, fakiri sorumlu tutmadığını zengine sorumlu kılan, yolcudan almadığını yolcu olmayandan alan, zayıf ve çaresizlerin halinden dolayı fazlaları onlara hafifleten Allah'ın merhameti engindir.
İnsanı azimetle sorumlu tutmakla sevdiği gibi, kullarına ruhsat vermeyi seven Allah'a hamdü senalar olsun.
Er-Raûf, sözlükte şefkat duyan demek olup, son derece merhametli manasında "Re'fat" kökünden gelmektedir. Allah'tan olan şefkat, kötülüğü gidermektir.
Ve biz şu yedi isimle Allah'a niyazda bulunuruz. "Allah'ım beni ve onları, dünya ve ahirette, dinen kendine ehil yap. Ey Mevlamız bize gücümüzün üstünde yük yükleme. Sen bağışlayan, hilm sahibi, cömert, kerim ve çok acıyan merhamet sahibisin."
Er-Raûf, Kur'ân-ı Kerimde on kere geçmektedir. Bunlar:
(Bakara: 2/143; Tevbe: 9/117; Nahl: 16/7, 16; Hac: 22/65; Nür: 24/20; Hadid: 57/9; Haşr: 59/10, "Ve hüve raufun bi'l ibâd" şeklinde Bakara: 2/207; Âl-i İmrân, 3/30) şeklindedir.
"Herkesin, iyilik olarak yaptıklarını da kötülük olarak yaptıklarını da karşısında hazır bulunduğu günde (insan) isteyecek ki kötülükleri ile kendisi arasında uzun bir mesafe bulunsun. Allah kendisine karşı (gelmekten) sizi sakındırıyor. Allah kullarına çok şefkatlidir."
Allahu teâlâ büyüktür, zengindir, kudret eliyle yarattığı ve isterse bir lâhzada yok edebileceği mahlûkâtından hiç birine muhtaç değildir. Fakat Allah'ın bu gınâsı mahlukâtına karşı re'fet ve rahmetine mâni' değildir. Bilâkis re'fetinin büyüklüğüne delâlet etmektedir. Meselâ dünya yüzünde yaşıyan hayvanların, o ağzı dili söylemeyen zavallıların halleri ne kadar acıklı görünür. Halbuki Allahu teâlâ kemâl-i re'fetinden onlara bir ilham, bir sevk-i tabiî ihsan buyurmuştur. Bu sebepten onlar yaşamalarını te'min edecek maddeleri bulurlar. Kendi nevi'lerinin muhafazası sebeplerini bilirler. Helaklerini mûcib olacak ifrat ve tefrîte kapılmazlar, bunlardan başka yuva kurmak, yavrularını gözetip yetiştirmek gibi daha nice işler yaparlar ki, bu esrar, hayvanât ilmiyle uğraşanları hayretten hayrete düşürür.
En zarif giyecek maddesi olan ipekle, en lezzetli yiyecek maddesi olan balı yapan ve menfaatimizle ilgili olmaları dolayısıyle bir çoklarımızın meşgul olduğu arı ile ipek böceğinin, bunları yapmakta gösterdikleri intizam ve esrara nüfuz etmek bile, Allah'ın hudutsuz re'fet ve keremini göstermeğe kâfidir. Sevgili okuyucu! Eğer vaktin müsaitse ve içinde daha geniş bilgi edinmek hevesi varsa, öteki hayvanlara ve meselâ yerin altında yuva tutan karıncalarla, yükseklerde bacalar üstünde yuva kuran leyleklere ve hele o nebatatın fasilelerine bir bak!
Allah'ın geniş re'feti öyle görülür ki, insan o Rauf u Rahîm'e ister istemez muhabbet eder. Çünkü hiçbir mahlûkunu bırakmamıştır ki, hayâtı ihtiyaçlarını te'min, nev'inin bekâsını tefekkül edecek ve helakini mucip felâketlerden koruyacak sebepleri mebzûliyetle ihsan etmiş olmasın! Vakti gelip de mahv ve helak edilenlerin bile -varlığın hey'eti mecmuası için- daha geniş ve daha yüksek bir re'fet eseri olduğuna şüphe yoktur.
Mahlûkat içinde bilhassa insanlar için, Allah'ın inayeti, kerem ve re'feti, hiçbir ölçüye, hiçbir ifâdeye sığmayacak kadar geniş ve büyüktür. Hayâtımızın kısa bir devresi için ikametimize tahsis buyurduğu arzın içi, dışı, her zerresi bizim menfaatimiz için çalışmaktadır. Maddî rızıklarımızın da ma'nevî rızıklarımızın da kaynaklarını bol bol yaratmıştır. Allahu teâlâ insanı, hilkatin gayesi, mahlûkâtın ekmeli olarak yaratmıştır. Yeryüzünde nebatî, hayvânî bütün hayatlar, hülasa oluna oluna, bir zübde-i safiye ve kâmile halinde insanın nasîbi meydana geliyor. Allahu teâlâ insanların kadın sınıfını da öteki mahlûkâtın dişilerinden seçkin bir güzellikte yaratmıştır. Onlardaki letafet ve melâhât, hiçbir mahlûkta bulunmaz, insanı çeken nefsânî lezzetlerden, şehvani isteklerden her ne varsa, hepsi için tayyip, helâl ve rızasına uygun yollar göstermiştir. Sonra o bahâ biçilmez akıl ve fikri vermiş, insanoğlunun kafasına ne ince mâ'nâlar, nükteler, ne yüce hakikatler, hikmetler ilham etmiştir. Sonra bütün bunları başkalarına ifâde edebilmek için ne zengin lâfızlar, kelimeler, cümleler öğretmiştir.
Hele o yazı yazma kabiliyeti, Allah'ın ne büyük ni'metlerindendir. Yazı yazma âleti olan kalemin, söz söyleme âleti olan dilin kardeşi olduğuna şüphe yok ve her ikisi de Allah'ın büyük ni'metierindendir, amma ölçüye vurulduğu zaman, kalemin sahasının daha geniş, muhatabının daha çok olduğu anlaşılır, insan, diliyle yanındakilere, kalemiyle de uzaktakilere anlatır. Dille yalnız, işitenlere, kalemle ise sayısız insanlara, asırlar boyunca ifâde edilir. Eğer yazı olmasaydı, meselâ üç bin sene evvel yazılan bir kitaptan faydalanabilir miydik? Pek eski zamanlarda yaşamış olan ecdadımızın bilgilerinden müstefid olmasaydık, terakki edebilir miydik? Ecdadımız da kendi ecdâdından faydalanmıştır. Bir insan birşey keşfeder. Ondan yalnız kendisi mi müstefîd olur? Hayır.... Demek ki insanlar bidayetten şimdiye kadar birbirileri için çalışmışlardır ve bunu yazıyla muhafaza etmişlerdir. Halbuki bir hayvan, başka bir hayvan için böyle çalışmaz. Velhâsıl, insanlar üzerinde Allah'ın ni'metlerini saymağa kalkışanlar muhakkak ki mağlûp olur.
Allahım! Bildiğimiz, bilmediğimiz bütün ni'metlerinden dolayı, hamd ü minnet ancak sanadır.
Allahu teâlâ'nın bunca nimetlerine karşı hamd ü sena mefhûmunun bir zerresi olmak üzere, Allah'ın mahlûkatına bir yararlık, malıyla veya bedeniyle veya fikriyle bir fedâkârlık göstermeğe çalışmaktır. Ecdadımızı hayırla anmak, aramızdaki acezeyi hayırla gözetmek insanlık borcudur. Geçmişlere dil uzatanlarla, aceze ve zuafâyı hor tutanların dünyâda ve âhirette rahat edeceği bir yer yoktur.
"Sen mülkü dilediğine verirsin."
Allah mülkün sahibi, mülkünde mutlak mutasarrıf, dilek ve iradesini mülkünde dilediği gibi kullanandır. O'nun hükmünü uygulamadan alıkoyacak kimse olmadığı gibi, hükmünü sorgulayacak kimse de yoktur.
Mülk burada, "hakimiyyet, kudret ve idare altında bulunan" demektir. "El-Malik", mutlak kudret sahibi manasındadır.
Mülk kudretinde olan Allah yüceler yücesidir. O, mülkün sahibi, her şeye malik olandır. Kulaklara, gözlere, kalplere mutasarrıfdır, Rahman ve Rahîm’dir. Din gününün sahibidir. Hiçbir şey ondan gizli kalamaz. Kıyamet günü; "Bu gün mülk kimindir?" diye sorduğunda, kullar Kahhar olan bir Allah'ındır diye haykıracaklardır.
Maliku'1-Mülk, Kur'ân-ı Kerim'de bir defa geçmektedir.
"(Resulüm!) de kî: “Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin."
Allahu teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır. Mâlikiyetinde olsun, Melikiyetinde olsun O'na bir ortak veya bir denk yoktur. Kullarından bâzılarına muvakkaten mülk verir, hükümdar yapar, bâzılarına da arazi ve emlâk verir, mülk sahibi yapar. Bu suretle onlar, Allah'ın verdiği bu mal ve mülk üzerinde ariyet bir melikiyet hakkına mâlik olurlar. Allahu teâlâ verdiği bu hükümdarlık veya mal ve servet kuvvetini kullanma ve onlardan faydalanma yollarını da bildirmiştir.
Allah ister ki, kullar nefs ü hevâya uyup da zarar ve ziyana uğramasınlar, bilâkis bu fâni kuvvetle daha büyük kârlar elde etsinler.
İnsanlar bu kuvvetleri yalnız fâni maksatlar uğrunda ve kendi keyf ve heveslerine göre kullanırlar ve harcarlarsa, ecel geldiği vakit bunların hepsi biter, herşeyden mahrum kalır. Fakat muvakkat sâhibliğe aklanmayarak, mülk ve melekûtun hakîki sahibi olan Allah'ın emirlerine göre, O'nun rızâsı için, O'nun yoluna sarf ederlerse, Allah onları boşa gidermez, ebedî ni'metlerle karşılar. Bu suretle ecel gelince, fâni hayâta bedel bakî hayat başlamış, olur.
Allahu teâlâ Mâlikü'l-mülk olduğu için, kulun elindeki de O'nun mülküdür ve hattâ kulun bizzat kendisi de. Şu halde Allah kendi mülkünü yine kendi mülküyle değiştiriyor; fâniyi baki ile tebdil ediyor demektir. Fakat burada kazanç yalnız kula âit olduğu için, bu kazancı kabul edip etmemek hususunda Allah kulunu serbest bırakmıştır. Kul kazanmak istiyorsa, gönül hoşluğiyle Allah'ın rızâsını gaye tutarak, elindeki kuvvetle o uğurda çalışması icâbeder. Birçokları bu ariyet kuvvete aldanarak, yâni bu kuvvet kendisininmiş te, ileride hiç hesabı sorulmayacakmış gibi davranarak, Allah'ın kullarına ezâ ve cefâ ettiğini, hak, hukuk tanımayarak, bir çok hak sahibinin haklarını elinden aldığını ve nihayet günün birinde eli boş, dili tutuk göçüp gittiğini düşünerek, böyle feci bir sonuçtan Allah'a sığınmak ve Allah'ın verdiği bu imkânlarla kendine ve başkalarına hayır ve menfaat sağlamağa çalışmak durumundadır.
Bir kul için ni'metler azdırıcı değil, düşündürücü olmalıdır. Köylerde olsun, şehirlerde olsun, malına güvenerek cebbarlık eden zenginlerle, Allah'ın kullarına zulüm yapan, kuvvet ve salâhiyet sahibi olanlar, bu hakikati dâima gözönünde tutmalıdır. Menfaatleri bunu icabettirir.
Azamet ve ikram sahibi, hem büyüklük sahibi, hem fazl-ı kerem sahibi.
Azamet ve büyüklük sahibi, rahmet ve cömertlik sahibi, herkese iyilik ve ihsanda bulunan demektir.
O, kendisini yücelten, saygı duyan ve seven dostlarına ve samimi kullarına ikram edendir.
Kendisinden başka azamet, kemal ve şeref sahibi olmayan Allah noksan sıfatlardan münezzehtir. O'ndan başka kerem ve ikram sahibi yoktur. Bütün bunlar ondan sadır olur.
Allah zatında azamet sahibi, mahlukatına karşı hükmünde kerem sahibidir.
Zü'1-Celal, Allah'ın kemal sıfatına işaret etmektedir. İkram ise Allah'ın tenzihi sıfatına delalet eder. "Celâl" hakiki bir sıfat, "el-İkram" izafî bir vasıftır. Celâl, onun zatî sıfatı, ikram ise fiilî sıfatıdır.
Bazı rivayetlere göre de zül-celali ve'1-ikram İsm-i Azam'dır.
Rivayete göre Peygamber (s.a.v.) bir yoldan geçiyordu. Birden bir bedevi "Allah'ım senin en büyük isimlerinle el-Azim, el-Hennan, el-Mennan, Malikü'l-Mülk ve Zü'1-Celali ve'1-İkram'la senden niyazda bulunuyorum" diyordu. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
"O, kendisiyle dua edildiğinde mutlak icabet edilen Allah'ın ismiyle dua etti, bununla dua edildiği zaman mutlaka Allah verir." buyurdu.
"Zü'l-Celali ve'1-İkram", Kur'ân-ı Mübin'de iki yerde geçmektedir.
1. "Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı baki kalacak."
2. "Büyüklük ve ikram sahibi Rabbinin adı yücelerden yücedir."
Celâl, büyüklük, ululuk ma'nâsmadır. Büyüklük nişanesi olan ne kadar kemâlât varsa, hepsi O'na mahsustur. Bu nâ-mütenâhî kemâlâttan, velevki bir tek olsun, başkasında bulunmak imkânsızdır, hattâ benzeri bile. Gerçi Allahu teâlâ, büyüklüğünü göstermek, kemâlâtını sezdirmek için, insanlarda o kemâlâtın izlerini, nişanlarını yaratmıştır. Bu izlere ve nişanlara bakıp da büyüklenmemeli, belki bunların kılavuzluğuyla hakiki büyüğü izleyip bulmalı ve ondan faydalanmalı, yoksa Allah'ın büyüklüğü önünde zâtlarıyle, sıfatlarıyle topyekûn bütün mahlûkat sıfırdır. Çünkü onlar ne kendilerine sahiptir, ne de üzerlerindeki ni'metlere...
Celâl sahibi, ancak Allah'tır. O'nun karşısında hiçbir şey kendi kendine tutunamaz. Azamet ve celâliyle, her şeyi bir anda yok edebilecek derecede büyüktür. O halde, kime ve hangi kuvvete güvenerek O'na isyan edilir?
Allahu teâlâ yoklara varlık, fânilere hayat vererek, onları çeşitli ni'metlerine müstağrak kılan fazl u kerem sahibidir de. Mahlûkat üzerine akıp taşmakta olan sayıya gelmez, tenâhî kabul etmez ni'metler, ancak O'nun ihsanı, O'nun ikramıdır. O ni'metlerin velev ki bir zerresinde olsun, O'ndan başka kimsenin hakkı yoktur. Allahu teâlâ insanları, ihtiyaç denilen görülmez, tutulmaz iple birbirine bağlamıştır. Her insan başka insanlara muhtaçtır; tek başına yaşıyamaz. Onun için her ni'metin ele geçmesinde, insanlar birbirlerine yardımcı, vâsıta, bir sebep, bir mecra olabilirler. Fakat hiçbir zaman, hiçbir ni'metin halikı ve saikı olamazlar. Ni'meti yaradan da Allah'tır, sevk eden de... Allah'ın bu sayısız ni'metlerinden daha büyük bir ni'meti de şudur ki:
İnsanlara bu fânî ni'metleri, bakî ni'metlerle değiştirme yollarını bildirmiş olmasıdır. O halde bu kadar kârlı kazançtan kaçmak için, insanda bulunması lâzım gelen gafletin kalınlığı ve derinliği nasıl ifade edilir?
Yalnız Allah'tan korkmak ve yalnız O'na karşı alçalmak, yâni yalnız Allah'a karşı kendini hor, hakir görmek ve her umduğunu da, yalnız O'nun lütuf ve kereminden beklemektir. Bu hal büyük bir mertebedir. Allah'ın birliğine inanmış olanların tam nişanı da budur. İnsanlardan beklediği bir şey olmayan, her haceti için Allah'tan başka merci' bilmeyen bir gönül. Allah'a yalvarmakta ve Allah'a hâlini arz etmekte ne yüksek bir samimiyet taşır. Böyle gönüller için elbette Allah kâfidir. Onları himaye eder, lûtfuyla muamele buyurur. Onun için hakikî tevhid ehli (tevhid ehli, Allahu teâlâ'nın zâtında, sıfatlarında, efal ve icraatında, birliğine inanmış olanlardır.) olanların kimseden ne pervası vardır, ne de umduğu... Hakîki insanlık ölçüsü işte budur. Tevhid ehlinin öyleleri vardır ki, ayağına altın dökmekle başına kılıç tutmak birdir; ne sevinir, ne de yerinir.
Tenbih: Bu ism-i şerîf, Allahu teâlâ'nın hususî sıfatlarındandır. Zü'1-Celâl-i ve'1-İkrâm sıfatı, Allah, Er-Rahmân ism-i şerifleri gibi, Allahu teâlâ'ya mahsus olan ve O'ndan başkası için velev ki mecazen olsun kullanılmayan sıfatlardandır.
"(Yâ Ze'1-Celâli ve'1-İkrâm) diye ısrar ediniz" mealinde bir hadîs-i şerîf vardır. Bu ism-i şerîfin İsm-i A'zam olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Adaletle hükmeden, bütün işlerini denk ve birbirine uygun ve yerli yerinde yapan.
"Aralarında adaletle hükmedilir. Ve onlara zulmedilmez."
El-Muksit; gerçeğe uygun hükmeden, adaleti yerine getiren, hükmünde adil olan demektir.
Allah, mazlumu zalimin zulmünden korur. O'nun bu vasfı mazlumun hakkını zalimden alması yönüyle tam ve kamildir. Bu adaletinin nihayetsizliğini, insaf ve merhametini gösterir. Buna Allah'tan başkası güç yetiremez.
Bu isim, onun bütün fiillerinin denk ve uygunluk arzettiğini ifade eder.
Allahu teâlâ en üstün adalet ve merhamet sahibidir. Her işi birbirine denk ve lâyıktır. Zerre kadar da olsa haksızlığı terviç etmez. Kullarına muamelesi tam, adalet ve merhamet üzeredir. Allah, onlardan hiç birinin yapmış olduğu iyiliğin, bir zerresini karşılıksız bırakmaz. Birbirlerine karşı yaptıkları haksızlıkları düzeltir, hakkı yerine getirir. Hiçbir mazlumun hakkı kaybolmaz. Mahlûkattan görebildiklerine dikkatle bak! Allah onları nasıl denk ve birbirine uygun yaratmıştır. Meselâ denizlerin, dağların, ovaların doyulmaz güzelliği ne kudrettir. Allah, bunları ve daha etrafımızı dolduran güzellikleri görebilmek için göz vermiştir. Hamd ü senalar olsun, eğer göz vermeseydi bütün bu güzelliklerin icadı abes olurdu. Göz verip de, güzellikleri yaratmasaydı bu defa da gözün faydası olmazdı.
Üzerinde barındığımız dünyâyı düşün! Eğer o bulunduğu mevkiden biraz daha güneşe yakın olsaydı yanar, kavrulurduk. Yahut, biraz daha güneşten uzaklaşsaydı, bu defa da soğuktan buz kesilirdik. Ya dünyânın sathı, her tarafı deniz olsaydı veya her tarafı yalçın kayalarla örtülü bulunsaydı yaşayabilir miydik? Ciğerlerimize bol bol çektiğimiz temiz hava dalgaları, içimizi temizleyip hayâtımıza hayat kattıktan sonra bize mazarratlı olan maddeleri de alarak çıkıp gidiyor. Bu ne büyük ni'mettir. Eğer hava olmasaydı, yahut havanın unsurlarından yalnız biri eksik olsaydı, bizim gibi teneffüsle yaşayan mahlûkat yok olurdu. Velhâsıl onun suyu, havası, taşı, toprağı, yazı, kışı, gecesi, gündüzü hep insan ihtiyaçlarını karşılayacak surette yaratılmıştır.
Allahu teâlâ, herkesin istidadını ve kimin neye istihkakı olduğunu bilir ve ona göre her hakkı, müstehikkıne ve her şeyi müstaiddine ulaştırır. Vereceğini vermek, vakti gelince verdiklerini geri almak için hiç bir kayıt ve şarta tâbi' değildir. Zaman gelir daraltır, zaman gelir açar. Fukarayı zengin yapar, mülksüze mülk verir. Mülke lâyık olanı, olmıyanı, kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı "Biz dururken niçin filâna verdi?" denemez. Varlığına, birliğine inanmış oldukları halde, buyruklarına göre gitmeyen âsi kullarına, zâlimleri musallat kılar, onları terbiye eder, gün olur zâlimleri birbirine düşürür.
Allahu teâlâ cehilden, gafletten münezzehtir, hatâdan uzaktır. Her işin önünü, sonunu bilir ve bildiği gibi yapar. Hiçbir işine kimsenin i'tirâz etmeğe hakkı yoktur. Çünkü her muamelesi haktır, sırf hayırdır. İ'tiraza cür'et edenler câhildir. Bunlar i'tirâz ettikleri noktalar üzerinde biraz dursalar, biraz hâdiselerin içyüzüne nüfuz etmeğe çalışsalar, söyledikleri sözlerden dolayı utanır, yerlere geçerler.
Bir şehir veya müessese veya bir ev yahut bir daire ziyaret edilip de, her şeyin yerli yerinde ve herkesin vazifesi başında çalışmakta olduğu görülünce orada âdil bir hâkim bulunduğuna derhal hükmedilir. Bunun gibi kâinatta herşey şayan-ı hayret bir intizam ve ittirat içinde çalışmaktadır. Bu çalışmalar öyle dağınık ve birbiriyle çarpışan bir çalışma olmayıp, büyük hikmetler ve belli gayeler etrafında birleşmektedir. Allahu teâlâ'nın birliğine, adalet ve merhametine apaçık delâlet etmekte olan bu ahenk ve intizâmı, insanların kendilerine örnek tutarak bütün muamelâtında hak ve adalet sınırlarını gözetmeleri ve herhangi bir çarpıklık ve yaraşıksızlıktan sakınmaları lâzımdır.
Kendini yaratan Hâlik'ı, ni'metlerini yiyip durduğu o hakikî velîni'meti bilmemesi ve öğrenememesidir. Bugünün
medeniyet üstadı olan milletlerle, onların eteğine yapışarak izince gidenlerin, maddî medeniyetin her şubesi hakkındaki geniş ve derin bilgilerine ve çalışmalarına hayran olmamak kabil değildir. Fakat ne yazık ki, bu adamların Allah hakkındaki, din ve fazilet hakkındaki bilgileri, pek azları istisna edilirse koskoca bir sıfırdan ibarettir. Zekâlarını, akıl ve fikirlerini tamâmiyle maddiyâta bağlamış, maddiyât da, kendilerini kuşatmış, birbirleriyle sımsıkı sarmaş dolaş olmuşlardır. Ruhtan ve ruhun ihtiyaçlarından zerre kadar haberi yoktur. Bunların hâli kapısının bir kanadını oymalı, kırmalı tahtalardan imâl ettirip, üzerini altın yaldızla boyatığı halde, öteki kanadını, çürük, delik deşik tahta parçalarından yaptıran adamın haline benzer, işte bu kapının kanatları arasındaki uygunsuzluk ve manzarasındaki zevk-i selimi rencide eden çirkinlik tamâmiyle bu adamların iç ve dış durumunun temsilidir.
Bu ism-i şerîf hükmünü kendine örnek tutanlar, işlerinde, sözlerinde, fikirlerinde ifrat ve tefrite kapılmazlar, i'tidalden ayrılmazlar. Onların işleri sözlerine, sözleri fikirlerine uygun ve muvafık olur. İşi sözüne, sözü işine, fikri hiçbirine uymayan, samimî bir insan değildir.
Toplayıp düzenleyen, kıyamet günü hesaba çekmek için mahlukâtı toplayan, istediğini istediği zaman, istediği yerde toplayan.
"Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o, zarar günüdür."
Zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bütün kemal sıfatları toplayan Cenab-ı Hak noksan sıfatlardan münezzehtir. O'nun zatı gibi zatı olan, O'nun sıfatları gibi sıfatı olan, O'nun fiilleri gibi fiili olan yoktur.
Cenab-ı Hak Tealâ olacağında hiç şüphe olmayan bir gün olan kıyamette insanları haşr için toplayacaktır.
"Mahşer vaktinde sizi toplayacağı gün, işte o zarar günüdür. (Ancak) kim Allah'a inanır, yararlı iş yaparsa, Allah onun kötülüklerini örter, onu (ve benzerlerini), içinde ebedi kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş budur."
Ayette geçen "yevmu'1-cem" kıyamet günüdür. Cenab-ı Hak önceki ve sonraki insan ve cinlerin arasını birleştirdiği, yer ve gök halkını bir araya getirdiği, her kulu ameli ile birleştirdiği, zalimle mazlumu bir araya getirdiği, her bir Peygamberle ümmetini bir araya topladığı, taat ehli ile sevabı günahkârlar ile cezaları bir araya getirdiği için kıyamet günü "yevmu'l-cem" diye isimlendirilmiştir.
Et-Teğabûn, tefaûl babından olup "abn" kökünden gelmektedir. "Aldanma ve kâr-zarar" manasına gelir. Buradaki maksat cennette kendi yerini ve ailesinin yerini kaybeden kimsedir. Buradaki Teğabûn" iki kişi arasında ziyan değil kişi ile nefsi arasındaki kayıptır. Kıyamet gününde o gün taksiratı sebebiyle Allah'ın lütfunda zararda olacak kimseler kendini Allah'ın ihsanlarından tecrid ettiği için zarardadırlar.
Cenab-ı Hak kalpler arasında ülfet temin ederek, kalpler arasında sevgi tohumları yeşerterek onları bir araya getirir.
"Allah'ın size olan nimetini hatırlayın:
“Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirdi ve O'nun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz."
"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan herşeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah, onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Rabbimiz! Gelmesine şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez."
O, insanların amellerini ve rızklarını toplayandır. Küçük büyük hiçbir şeyi terk etmez, hepsinin hesabını bilir.
O, ilk ölenden son ölene kadar bütün ölülerin değişen ve değişik bir hal alan bütün parçalarını sonsuz kudreti ve geniş ilmiyle toplayıp bir araya getirendir.
Cem', dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir. Allahu teâlâ, vücutlarımızın çürüyerek suya, havaya, toprağa dağılmış olan zerrelerini tekrar birleştirecek, bedenlerimizi yeni baştan kuracaktır. Bu âlemde milyarlarca insanın, milyarlarca zerrelerinin birbirine karışmış olduğunu düşünerek, bunun Allah'a göre güç bir şey olduğunu zannetmemelidir. Allah'ın ilminde, her insanın vücudunu teşkil eden zerrelerin sayısı ve bulunduğu yer, ayan beyan bellidir. Bunların lâhza içinde birleşip bedeni vücuda getirmeleri ise yalnız Allah'ın tek bir fermanına bakıyor.
Allahu teâlâ, bir insanın dağılan eczasını nasıl bir lâhza içinde toplayıp cesedini teşkil ve ruhunu iade edecekse, bütün insanları da öylece hesaplarına bakılmak, muhakemeleri görülmek ve herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere Arasat meydanına toplayacaktır. Allahu teâlâ dünyâya insanları imtihan için çıkarmıştır. Gerçi O, imtihanda kimlerin kazanacağını, kimlerin kaybedeceğini tâ ezelden biliyordu. Fakat güya tecrübe ediyormuş gibi, fiilen bu işi açığa vurmak, herkese kendi yaptığıyla kendi mertebesini bildirmek ve bu suretle kimsenin kimseye bir diyeceği kalmamak hikmetiyle, insanları bir imtihan yeri olan dünyâya sevk etmiştir. Herkes burada, imtihanını vermekte, kazanan da, kazanamayan da geçip gitmektedir. Fakat vakti gelince bunların hepsi toplanacak ve son büyük mahkemede ayrılacak, iyiler ikram ve selâmet yeri olan Cennette, kötüler de işkence ve azap yeri olan Cehennemde iskân olunacaklardır. Allah bu suretle dostlarını Cennette, düşmanlarını Cehennemde toplayacaktır.
Hak sahiplerini hasımlarıyle huzurunda karşı karşıya getirir. Bir zâlimin ne kadar davacısı varsa bir anda hepsi etrafındadır. (O kalabalıkta beni davacım nerede bulacak? dememeli). Allahu teâlâ bir kap içinde şekilleri, renkleri, tatları ve daha başka vasıfları birbirine benzeyen ve benzemiyen şeyleri topladığı gibi, birbirlerine zıt unsurları da toplar. Sıcağı, soğuğu, yaşı, kuruyu bir araya getirir, birbirine tecâvüz etmeden durdurur.
İnsanoğlunun elindeki ilim meş'alesinin ışığıyla görebildiği hakikatler bile, akılları durduracak derecede hayretler veriyor. Meselâ, bir damla kanın içinde Allah, takriben altı milyon kürecik toplamıştır, işin daha garibi, bu altı milyon kürecik, o bir damla kandaki suyun içinde yüzüyor ve asla birbirlerine değmiyor. Bir insanda, ortalama hesapla altı, yedi kilo kan bulunduğuna göre, insan kanında bulunan küreciklerin sayısı trilyonlara çıkıyor, hele o zerrelerin sayısı ise bizim ölçüleri aşıp taşıyor. Allahu teâlâ, insanoğlunun bu mahdut bedeni içinde, sayıya gelmez hücreleri, zerreleri toplamış, yaratmıştır. Bunların her biri, bir fabrika gibi işleyen, başlıbaşına birer âlemdir. Tegaddî eder, teneffüs eder, hareket eder, arar, bulur, reddeder, doğurur, ölür. Allahu teâlâ bunları bu mahdut beden içinde nasıl ilmiyle, kudretiyle kuşatmış, istediği gibi tasarruf ediyorsa, bu zerrelerin her biri, kâinatın sonsuz genişliği içinde yayılıp dağılsa, yine aynı suretle Allah'ın ilmi ve kudreti içindedir. Yine istediği gibi tasarruf eder. Asla fark yoktur. Çünkü mülk Allah'ındır ve Allah'ın kudreti, mülkünün her noktasında aynı kuvvetle müessirdir, hâkimdir, bir iradeyle dağılır, bir iradeyle toplanır.
Gafletten uyanmağa, hakikî vaziyeti sezmeğe gayret etmektir. Yâni, dünyânın geçici görünüşüne aldanmıyarak, kendisine baki kalacak arkadaşlarının kıymetini ve hüviyetini şimdiden teşhis etmeğe çalışmaktır. Çünkü Allahu teâlâ, her kulunu kendi yaptıklarıyla toplamıştır. Baki yoldaş, herkesin kendi işidir.
İmân ve sâlih amellerin nurları, gönülleri açan bahçeler, köşkler, eşler, hadimler şeklinde ve her amel kendisine münâsip surette tecessüm eder, sahibine görünür. Küfür, şirk, cehalet, dalâlet ve bütün kötü huyların da karanlıkları yılanlar, akrepler gibi ürküntü ve ıztırap verici şekilde sahibinin etrafını sarıverir. Zâten iyi veya kötü herkesin ameli kendini kuşatmıştır. Bu itibarla iyi işlerle çalışanlar şimdiden Cennette, kötülüklerle uğraşanlar Cehennemdedir. Fakat dünyâda sağ oldukça fark edilmez. Çünkü maişet derdi, yiyip içecek temini, sevdiklerimizin keyfine hizmet aşkı gibi hayat gürültüleri, bizi gaflet uykusuna daldırır ve biz âdeta iptidaî bir değirmende gürültü içinde yaşayan değirmenci gibiyiz. Nasıl ki, gürültü kesilirse değirmenci o zaman uyanır. Bunun gibi, ruh bedenden ayrılıp da hayat gürültüleri durunca, bir de bakarsın yenilen bitmiş, giyilen eskimiş, sevdiğimiz şeylerin hepsi silinmiş, yok olmuştur, işte o zaman hakikat bütün çıplaklığıyla gözlerimizin önünde belirecek ve biz yalnız amellerimizle başbaşa olduğumuzu anlıyacağız. Kendini bilmeyecek kadar sarhoş olan kimsenin koynundaki şey sevdiği bir çıkın mı, yoksa yılan ve akrep mi, sarhoşluğu gidince anlaşılır. Fakat bunu şimdiden anlayıp ona göre tedarikâtta bulunmak gerekir. Yoksa o zamanki anlayış faydasızdır.
Kendisi her şeyden müstağni, her şey kendisine muhtaç olan, çok zengin ve her şeyden müstağni.
"Rabbin her şeyden müstağni, rahmet sahibidir."
El-Ganî, zatında, sıfatlarında ve fiillerinde hiçbir şeye ihtiyaç duymayan demektir. O, kendisinin dışında her şeyden müstağni, kendisinin dışında her şey ona ihtiyaç duyandır. Allah (c.c):
"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye lâyık olan ancak O'dur."
El-Ganî, "kendisi ve yanındakiler tam, kamil ve bir başkasına ihtiyacı olmayandır." Allah (c.c), bu sıfatla muttasıftır. Çünkü ihtiyaç bir noksanlıktır. Muhtaç, ihtiyaçlarını yerine getirmekten ve ona ulaşmaktan acizdir. Muhtaç için, muhtaç olmayan bir zatın bulunması bir lütuftur. Acziyet, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah hakkında caiz değildir. Bütün üstün vasıflara sahip bir kimsenin aciz olması düşünülemez. Çünkü O, kendisi dışındaki her şeyi bizatihi kendisi yaratmıştır. Yoktan yaratılan, sonradan yaratılan bir başka şeye malik olamaz. Allah her şeyin yaratıcısıdır.
Allah'ın dışındaki her şey fakirdir. O, noksan sıfatlardan münezzeh ve âlemlerden müstağnidir. Peygamberimiz (s.a.v.):
"Zenginlik mal çokluğu ile değil, fakat zenginlik nefsin zenginliğiyledir" buyurmaktadır. Yağmur dasmda da: "Allah'ım! Hak mabud sensin. Biz ise sana muhtacız, yağmur ihsan et" ' diye dua ederdi.
Zenginliğin, hiçbir şeye ihtiyaç duyulmayan zirvesi, en yüksek derecesi mevcudla iktifa etmektir. Bu yüzden nefsin zenginliğinden başka zenginlik yoktur. Bazen insan gerçekten fakirdir, fakat insanlar arasından zengin ve güzel görünüşlü olarak bilinir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan dilediğine, dilediği şekilde verir. Sonra dilediği zaman ondan alır.
El-Gani, Kur'ân-ı Kerim'de onsekiz defa zikredilmiştir. Bunlar:
"Ve huve'l-ganiyyu'l-hamid" (O hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, övülmeye layıktır.) "Ve hüve ganiyyun hakim" (O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şeye hükmedendir.) "Ve hüve ganiyyun kerim "(O, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, kerem/sahibidir.) "Ve rabbüke'l-ganiyyu zür-rahme" (Rabbın her şeyden müstağni, rahmet sahibidir.) Ve sübhanehu'l-ganiyyu lehu mafi's semavati vema fi'l-ardi “noksan sıatlardan münezzeh olan Allah her şeyden müstağni ve yerdeki ve göktekilerin sahibidir."
"(Müşrikler:) "Allah çocuk edindi" dediler. Haşa! O bundan münezzehtir. O'nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?"
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Doğrusu zengin eden de varlıklı kılan da O'dur."
"Ey insanlar! Allah'a muhtaç olan sizsiniz. Zengin ve övülmeye layık olan ancak O'dur."
Allah Teâlâ ğaniydir (herşeyden müstağnidir, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Zatının kemali ve hiçbir yönden eksiklik arız olmayan sıfatlarının kemali sebebiyle O'nun zenginliği (ğaniy oluşu) tam ve mutlaktır. O'nun ğaniy olmamasını düşünmek mümkün değildir. Çünkü O'nun zenginliği zatının gereklerindendir. Nitekim O, ancak ihsan sahibidir, cömerttir, çok şefkatlidir, merhametlidir ve kerem sahibidir. Yaratıkların hepsi her halükârda O'na muhtaçtır. Yaratılışlarında O'na muhtaçtırlar. Hayatlarını devam ettirmede O'na muhtaçtırlar. Göklerin, yerin ve rahmetin hazinelerine sahip olması O'nun çok geniş zenginliğindendir. O'nun yaratıklarına karşı cömertliği her zaman ve her lahza kesintisiz devam eder. O'nun eli gece gündüz açıktır. Yaratıklarına olan lütuf ve ihsanı pek boldur.
Kullarının kendisine dua etmesini istemesi, dualarına icabet edeceğini, bütün arzularını gerçekleştireceğini, istedikleri ve istemedikleri şeyleri kendi lütfundan onlara vereceğini va'd etmesi O'nun zenginliğinin ve cömertliğinin kemalindendir. İlk yaratılandan son yaratılana kadar bütün insanlık, genişçe bir yerde toplansa ve onlardan herbiri bir takım isteklerde bulunsa; bu isteklerin hepsini yerine getirmesi ve bunlar ne kadar olursa olsun O'nun mülkünden zerre miktarı bir şeyin eksilmemesi O'nun zenginliğinin kemalindendir. Cennet ehline, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, hiçbir beşerin aklına hayaline gelmeyen nimetleri, peşpeşe lezzetleri ve sürekli iyilikleri vermesi O'nun zenginliğinin kemalinden, bağışlarının genişliğindendir.
O'nun kendisine eş ve çocuk edinmemesi, egemenliğinde ortak kabul etmemesi, acizlikten ötürü bir dosta ihtiyacının olmaması ğaniy oluşunun kemalindendir. O, sıfatları ile mükemmel olup herşeyden müstağnidir. Bütün yaratıkları zengin eden de O'dur.
Hulasa Allah Teâlâ, her yönden tam ve mutlak mânâda müstağnidir ve bütün mahlukatı da O'na muhtaçtır. Onları varlıklı eden O'dur. Seçkin kullarını, kalplerine rabbani bilgileri ve imanî hakikatleri doldurmak suretiyle zengin eden de O'dur.
Zengin kimdir? Zengin hiçbir şeye ihtiyacı olmıyan, herşey yanında mevcut bulunduğu için hiçbir suretle başkasına müracaat mecburiyetinde olmayan zât demektir. Bu sıfat, tam ve mutlak surette Allah'a mahsustur. Gerek zâtında, gerek sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir suretle, hiçbir şeye muhtaç olmayan, bununla beraber bütün ihtiyaçları tatmin eden tek zengin, O'dur. O'nun sıfatları namütenahidir; bitmez tükenmez hazineleri, kâf ile nun arasındadır, istediği her şey (Ol!) demekle bir anda oluverir.
Çünkü hacet eksikliktir. Hacet sahibi, muhtaç olduğu şeyin tedarikinden aciz bulunuyor demektir. Velev ki bir zerrenin milyarda biri kadar olsun âciz ve muhtaç olan değil, ancak aczleri kaldıran, ihtiyaçları gideren ma'bud'dur. Hele bazı insanlar, o kendilerini bir çok mahlûktan üstün görüp de gurura ve şımarıklığa kapılan zavallılar, yaşamak için havaya, gıdaya ve birbirlerinin yardımına muhtaç bulunmaları gibi daha nice eksikliklerle çevrilmişken, şımarıklığı, edep ve terbiye dışına taşıracak kadar ileri götürüp, hak ma'bud'u inkâr etmek, O'na kulluğu kibirlerine yedirememek, öte taraftan da, birbirlerine kul ve köle olmayı cana minnet bilmek gibi, cidden insanlığın temiz alnını kirleten çirkinliği ve bunun iğrençliğini göremiyorlar; ne feci bir düşüş!.
Allahu teâlâ'nın kulunu ibadetle mükellef tutması, ihtiyacından değildir. Allah din yolu açtıysa, bir takım ibadetler emrettiyse, kitap indirip içindeki ahkâm ile insanları mükellef tuttuysa, bunlar kendi ihtiyacı için değil, insanların ihtiyacı içindir, insanların dünyâ yüzünde insanca yaşamaları içindir. Mahlûkat içinde Allah'a ihtiyacı en çok olan insanlardır. İnsanların maddî ve ruhî o kadar ihtiyaçları vardır ki, bunları tatmin etmek, Allah'tan başkasının yapacağı iş değildir. Allahu teâlâ kendi yarattığı insanların her türlü ihtiyaçlarını bildiği için, bu ihtiyaçlara göre ahkâm tesis etmiştir. Yaradan O, derdi bilen de O, dermanı hazırlayan da O'dur.
Bazı ince görüşlü zâtlar, namaz, oruç gibi dinin emrettiği ibadetlere ait hükümlerin sıhhî faydalarını ve meselâ namazın mükemmel ve muntazam bir idman vasıtası olduğunu, orucun hazım cihazını ve dolayısıyle bütün vücut makinesini dinlendirmek için çok faydalı bir perhiz olduğunu söylerler..
İlim ve hikmet, rahmet ve re'fet sahibi bulunan Allahu teâlâ'nın insanlara verdiği emirler, onları mükellef tuttuğu vazifeler elbette faydalı şeylerdir. Çünkü Allah, abes ve faydasız birşey yaratmaktan münezzeh olduğu gibi, abes şeyler emretmekten de münezzehtir. Binaenaleyh bu emirlerde yalnız sıhhî değil, iktisadî, içtimaî, siyasî nice nice faydalar bulunduğu muhakkak; fakat şu da muhakkak ki, Allahu teâlâ kulunun hizmetine muhtaç değildir. îstiğnayı tâm ile, gani ve müstağni bulunduğundan, bu faydaların bir zerresine bile ihtiyacı yoktur. Bu faydalar, tamâmiyle ve olduğu gibi ibadeti yapana verilir, ibadeti yapan bu faydaları kazanırsa da, onun maksûdu ve hedefi bu değildir. Belki yalnız Allah'ın emirlerine uymak ve bu vesileyle O'nun rızasına ermektir. İşte onun can ve yürekten aradığı ve uğrunda her şeyi göze aldığı tek gaye budur. Her ibadet ancak Allah'ın rızasını bulmak fikriyle yapılır ve bu fikir tamâmiyle gönülleri kaplamalı ve Allah'ın rızasından başka hiçbir fikir, hiçbir düşünce orada yer bulmamalıdır. Biz bir ibadeti yaparken, idman gibi, perhiz gibi dünyevî menfaat düşünemediğimiz gibi, âhiret menfaatlerini de düşünmeyeceğiz. Meselâ, birisi namaza başlarken:
"Cennete girebilmek için kılıyorum." yahut "Cehennemden kurtulmak için oruca niyet ettim." yahut "şu sadakayı veriyorum..." dese, bunlar hâlis bir ibadet olmaz. Karışık ve katkılı olur. Allahu teâlâ'ya böyle katkılı bir ibadet arzedilemez ve O, böyle ibadetleri kabul etmez; çünkü bu takdirde bunlar Allah emrettiği için değil, Cennet ümidi veya Cehennem korkusu için yapılmış olur. Farzedelim Allah Cennetin kapılarını istisnasız bütün insanlara açtığını ve Cehennemi ilga ettiğini bildirmiş olsa, yukarıdaki maksatlarla ibadet edenler artık ibadete lüzum görmeyecekler demektir. Çünkü maksatları hasıl olmuştur. .Halbuki Allah'ın emri ortada durdukça, maksat hasıl olsa bile yine emre itaat lâzımdır.
Allahu teâlâ'ya karşı daimî aczini ve ihtiyacını takdir edip, gerek kendisi için, gerek başkaları için kulluk mevkiinden ileri bir mevki aramak deliliğine kapılmamalı ve Allah'a kulluk vazifesi yaparken bunu, yalnız Allah emrettiği için ve kendisine ibadet olunmak, bütün emirlerine kayıtsız şartsız boyun kesilmek, Allah'ın tam hakkı olduğu için yapılmalıdır.
Bilinmelidir ki, zengin ancak Allah'tır. İnsanlar âciz, muhtaç ve fakirdirler. Acz ve ihtiyaç, insana hakikî mevkiini gösteren en açık bir mürşit ve bütün mahlûkatı hat-tı müstakim üzere bir sıraya getiren, bir hizaya koyan en umumî bir eksikliktir.
Zenginlik veren, istediğini zengin eden.
Sözlükte "zengin etmek, ihtiyacını gidermek" manasına gelen "Muğni", Allah'ın güzel isimlerinden biri olup Allah'ın zenginlik vermesi, kullarından dilediğini hükmettiği konumda bırakması, dilediğini daha yükseltmesi manasına gelir. O, isteyenin isteğine karşı lütufta bulunur. Allah Tealâ bu konuyla ilgili olarak;
"O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan zalim, çok nankördür." buyurmaktadır.
Gerçek ihsanda bulunup zenginlik verenin mahlukâttan kimseye asla ihtiyacı yoktur. Gerçekte muhtaç olan ve ihtiyaç duyduğu şeyleri başkası aracılığıyla temin edip yanında bulunduran, her istediği bulunan kimsenin zenginliği mecazi zenginliktir.
Her kim Allah'ı gerçekte "gani" ve "muğni" (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, zenginlik veren) olarak bilirse bir şeylere dayanmaktan müstağni olur. Allah onun yardımcısıdır.
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfündan zengin edecektir. Şüphesiz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir."
Allahu teâlâ, kullarından dilediğini zengin yapar ve bütün ömrünü zengin olarak yaşatır, bazı kullarını da ömrü boyunca fakirlik içinde bırakır. Bazı kulunu zenginken fakir, bazılarını fakirken zengin yapar. Kulları ve servetleri üzerinde dilediği gibi tasarruf etmek hakkıdır. Bu tasarruflarda bize acı gelen cihet bulunursa, bunda bilemediğimiz hikmetleri vardır. O'nun hikmet ve kudret sahibi bir Rabbi Rauf olduğunu öğrenmiş olanlar, bu hakikati bilirler de, Allah'ın icraatına gönül hoşluğuyla rızâ gösterirler.
Bu icraat bir mihenk mahiyetindedir; her kulunun ayarını meydana kor. Kiminde teslimiyet ve sadâkat, kiminde i'tiraz ve şekavet görülür. Bu dünya bir deneme yeridir. Herkes gelir, rengini, boyunun ölçüsünü ve ne mal olduğunu gösterir geçer. Maksat zenginlikte, fakirlikte değil, maksat imtihanı kazanmaktadır. Bu da Allah'ın yaptığını ve münasip gördüğünü canla başla kabul etmekle olur. Allah bazı kullarını varlıkla imtihan eder, bazı kullarını yoklukla... Muhakkak olan bir şey varsa o da, varlıklı olanların mutlaka Allah yanında seçkin oldukları anlaşılmaz. Allah'ın buyruklarına riâyet derecesine bakılır; yoksa yalnız zenginliğe kalırsa, varlık yüzünden Allah'ın hışmına uğrayan kapitalist çoktur. Fakirin de mutlaka Allah yanında menfur olduğu anlaşılmaz. Fakir olduğu halde Allah'a nazını geçiren nice kullar vardır.
Allah insanlar için zenginlik yollarını açmış, sebeplerini bildirmiştir. Her insan bu yollardan çalışırsa da kazançları müsavi olmaz. Allah'ın hikmetleri vardır. Her kuluna belli bir nasip takdir etmiştir. Hakkın takdir ettiği bu nasibi bulmak için çalışmak şarttır. Çalışmayan mahrum kalır, tembellik haramdır, fakat sa'yü gayretten sonra mukadder olan nasibine razı olmak ve ilerisi için beyhude zorlanmamak lâzımdır. (Kanaat) denilen ma'nâda işte budur ve zenginlik de, hakikat te bu kanaatten ibarettir. Bu sayede kendinden daha üstün olanların malına, servetine veya mevkiine göz dikmek veya onlara haset etmek gibi, iç yakıcı üzüntülerden kendini kurtarmış olur. Bunda geniş bir gönül ferahlığı vardır. Bunun aksi gidişde olanlar çok haris, çok tamahkâr olanlardır. Bunlar için rahat ve huzur yoktur. Onlar şöyle bir sükûn içinde yemek bile yiyemezler; bilfarz bütün çevrelerine mâlik olsalar, madem ki doymazlar, yine fakirdirler. Çünkü bunlar, daima kendilerinin servet veya mevkiinin başkalarından daha çok olmasını ister dururlar. Bu ise mukadderatın ezelî hükmüne karşı durmaktır. Böyle yersiz istekler, ancak sahibini üzmekten başka bir netice vermez.
Bahtiyar zengin, elindeki servetle dünyâ ve âhireti birden kazananlardır. Servet sahipleri, yemekle dünyâsını, yedirmekle de âhiretini kazanmış olur. Şu halde Allah'ın verdiği ni'metlerden israf etmemek şartiyle yemelidir. Diğer yandan da, Allah yoluna seve seve bağışlamaktan, yedirmekten de çekinmemelidir. Mâlî yardıma muhtaç, umûmî işler ve insanlar arasında darlığa düşmüş hakikî yoksullar hiçbir zaman eksik olmaz. Bunlar âhiret postacısıdır. Ahirete gönderilecek şeyler, onlar vasıtasıyla gönderilir. Böyle bir postahâne bulunması da büyük bir ni'met değil midir? Allah herkese serveti müsavi surette ihsan etmiş olsaydı, dünyânın nizâmı bozulur, yeryüzünde fesatlar çıkardı.
Yüz kızartıcı nice kötülükler vardır ki, servet vâsıtasiyle kolayca elde edilir. Fakir olan bir adam içkiye, fuhşiyâta, kumara ve diğer kötülüklere tab'an düşkün olsa bile, elinde para olmadığı için bu fenalıkları yapamaz. Fakat böyle bir adam zengin olursa bütün ayıpları meydana çıkar. Çünkü fırsat bulmuştur. Aile yuvasındaki dirlik bozulur, birçok samimî dostlariyle arası açılır. Şu halde bu kabil kimseler hakkında fukaralığın daha hayırlı olduğunda şüphe yoktur. Gerçi fukaralığın sabrı çok güçtür. Fakat ecri de o nispette büyüktür. Meselâ açken önüne çıkan haramı yemeyip de, helâli buluncaya kadar sabretmek, değme babayiğitin kârı değildir. Yırtıcı köpekler et bulursa hemen yerler. Acaba bu koyun eti mi, yoksa eşek eti mi, demezler; yâni haram, helâl seçmezler ve nefsi azınca, eline geçen herhangi bir dişiyle çiftlesin. Eğer insan da böyle yapacak olursa onlardan ne farkı kalır? İnsanlık sınırları edeple, ahkâmla çevrilmiş değil midir?
Allah'ın zengin ettiği kullar, şükre âit Kur'ân'da ve hadîste gelen esasları belleyip şükür bahsini bütün incelikleriyle okuyup öğrenmelidir. Bir memleketin zenginleri, senede bir defa yüzde iki buçuk hesabiyle verecekleri zekâtı -ki bu nispette fukaraya para vermek farzdır, bundan ziyâdesi Allah uğrunda göze alınacak fedakârlık derecesine bağlıdır, hamiyyette endaze olmaz- tam olarak verseler, bir de zekât verecek kudrette olanlar, her biri başka başka değil de, aralarında birleşip, anlaşarak, bir sene için çevrelerindeki fukrânın hâline, mevsimlerin icâbına göre muntazam bir surette tevzî etseler, fukara içinde ağlayan göz, sızlayan yürek bir hayli azalmış olur. Hele fukara çocuklarının, kabiliyetlerine göre memlekete yarar bir şekilde yetiştirilmesi, dâima göz önünde tutulmalıdır. Çünkü insanlar arasında ayyaş, hırsız, serseri gibi muzır mikropların türeyip üremesi, ancak bu suretle azaltılmış olur. Zenginler, yukarıdan aşağı düşmek ihtimâlini, gördüğü ve alıştığı bolluk hayattan uzak kalmak, vaktiyle kapılarında hizmet etmiş uşaklara boyun eğmek, ihtiyaç zorlukları içine düşmek acılarını da, vaktiyle bir levha gibi göz önünde tutarak, içinde bulundukları saadetin hamd ü şükründen gaflet etmemelidir.
Alçak tabiatlı insanların zengin olması, cemiyet için tehlikeli bir belâdır. Bir cemiyette bu çeşit zenginlerin belirmesi, Allahu teâlâ'nın o cemiyete gadabına işarettir.
Allah'ın verdiği ni'metlerin artıp eksilmemesini arzu edenler, ni'metin şükrünü yerine getirmelidir. Onun hakikî sigortası odur.
Bir şeyin olmasına mani olan, hikmeti gereği murad etmediği şeylerin gerçekleşmesine izin vermeyen, Bir şeyin meydana gelmesine müsâade etmiyen.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah (c.c.) hikmeti gereği kullarını korumak için belâlara mani olur. Bazılarına bir imtihan vesilesi olarak lütufta bulunmaz. Buna mani olur.
Allah (c.c.) dünyada sevdiğine de sevmediği kimselere de verir. Ahirette ise ancak sevdiği kimselere lütufta bulunur.
Bu isim Kur'ân-ı Kerim'de geçmemektedir fakat Esmâ-i Hüsnâ ile ilgili bütün hadislerde zikredilmiştir. Buhari'de geçtiği üzere Peygamber (s.a.v.) her namazdan sonra:
"Allah'tan başka ilah yoktur. O'nun ortağı yoktur. Mülk O'nundur. Bütün hamd O'na mahsustur. O her şeye kadirdir. Ey Allah'ım! Verdiğine mani olacak kimse yoktur. Senin verdiğin nimeti verecek kimse yoktur. Gayret sahibinin gayreti de sana fayda vermez" buyurmuştur.
Allah (c.c), beden ve din bakımından her türlü eksiklik, tehlike ve helaktan koruyandır. Kim el-Hafîz'ın, manasını anlarsa el-Mani'nin manasını da anlar.
Şüphesiz Men' korumayı murad etmeyi ifade eder. Bazen el-Hafz (koruma), el-Men' (mani olma)'dır.
Her koruyan aynı zamanda mani olandır. Bununla beraber her mani, hafız (koruyan) değildir. Tabii tehlikeye düşüren sebeplerin hepsine mutlak mani olmak bundan istisnadır. Allah (c.c) şöyle buyuruyor:
"Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa, onu kendisinden başka giderecek yoktur. Ve eğer sana hayır verirse, şüphesiz O her şeye kadirdir."
İyiden, kötüden birçok arzularımız vardır ki, biri bitmeden, birkaç tanesi uç gösterir. Yaşadığımız müddetçe bunlar ne biter ne tükenir. Biz de bu arzularımızı elde etmek için çalışır dururuz. Her arzumuz bir takım sebeplere, sebepler de (Mâni’) ve (Mu'tî) olan Allahu teâlâ'nın emr ü fermanına bağlıdır. Allahu teâlâ, isteyenlerin isteklerini dilerse verir, o zaman isteyenin tuttuğu sebepler çabucak birbirine eklenir, kenetlenir, maksat da meydana geliverir. (El-Mu'tî) ism-i şerifinin ma'nâsı budur. Allahu teâlâ bâzı isteklere de müsaade etmez. O zaman isteyenin tuttuğu sebepler kısır kalır, mahsul vermez. Bu da (El-Mâni') ism-i şerifinin ma'nâsıdır.
Bir mülk almak veya evlenmek veya bir memuriyete geçmek için teşebbüse girişiriz; derken ortaya akla hayâle gelmedik bir takım vâsıtalar, sebepler çıkar; onlar bizim maksadımıza ulaşmamıza engel olurlar ve biz ha oldu, ha oluyor diye beklerken, bir de bakarız o iş bozulmuştur. Geri kalır, elimiz, boşa çıkar, bu neden? Çünkü o işin ya henüz vakti gelmemiştir, vakti gelince yeniden canlanır. Bu takdirde Allahu teâlâ (El-Muahhir) ism-i şerifinin hükmünce muamele buyurmuş demektir. Çünkü O, her şey için bir vakit ta'yin buyurmuştur. Hiçbir şey vaktinden evvel meydana gelmediği gibi, vaktin gelince de bir lâhza arkaya kalmaz; yahut da, o iş hiç mukadder değildir. Bu takdirde (El-Mâni') ism-i şerifinin hükmü zuhura gelir, istek sahibi geri kalır; çünkü Allah'ın takdir ettiği, yâni ezelde yazdığı olur, yazmadığı olmaz. Herkes gayret edip uğraşmakla, velev ki ehliyeti ve liyâkati olsa bile, istediği vakit istediği mevkie atlayamaz veya serveti elde edemez. Evlât veya torun sahibi olamaz. Ezelî tertibi veya kaderin hükmünü gözetmek lâzım; takdir, tedbir ile ne değişir, ne de bozulur. Kaderin hükmü ise ancak teşebbüsten sonra anlaşılır. Eğer Allahu teâlâ, kulunun arzusunu is'af edecekse, teşebbüsü üzerine onu ihsan eder, etmeyecekse teşebbüs akim kalır. Fakat biz insanlar isteriz ki, her teşebbüsümüz mahsûl versin; hiçbir işimiz aksamasın. Allahu teâlâ bâzı isteklerimizi vermediği zaman insanlık hâli, daha doğrusu hamlık icâbı canımız sıkılır, bâzı sert konuşmalar yapar, taşkın haller gösteririz. Bunların doğru bir şey olmadığı muhakkak... Fakat sevgili okuyucu, bu mes'eleyi gel seninle beraber düşünelim:
Allahu teâlâ isteklerimizden bâzılarını veriyor, bâzılarını vermiyor. Vermediği zaman muhakkak ki, bir hikmeti vardır. Çünkü verilmemesinin başka türlü izahına imkân yoktur. Aklın, naklin ittifâkıyle şu yüce hakikatler tesbit edilmiştir:
1- Kulunun istediğinden haberdardır.
2- Kulunun istediği o şeyin cinsinden hazinesinde nâ-mütenâhi mevcuttur.
3- Bunu istediği zaman kuluna ulaştırmağa kadirdir.
4- Allahu teâlâ kendisinden bir şey istenenlerin en zengini, en merhametlisi, en kerîmi, en cömerdi, en kuvvetlisi olduğu gibi, en hakimidir de. Her işinde birçok hikmetleri vardır. Bu hikmetlerin bâzısı anlaşılsa bile, birçokları karşısında insan anlayışı acz ve hayret içindedir. Şu halde kulunun bâzı arzularını vermemesi acaba nedendir? Bundan haberi olmadığından mı? Hâşâ...
Kulunun istediği şeyi bulamadığından mı? Hâşâ...
Yetiştiremediğinden mi? Hâşâ...
Bunların hepsinden, O münezzeh ve müteâlîdir...
Hikmetinden mi? Evet Hikmetinden ötürü vermedi. Bizim salâhımızın, onun verilmemesinden olduğuna inanmalıyız. Buna aklımız erse de, ermese de hakikat budur. Söz temsili:
Evlâdına çok düşkün bir baba, öyle ki çocuklarını esen rüzgârdan bile sakınıyor, onların ufak bir rahatsızlığı uğrunda bütün servetini dökmek istiyor. Aynı zamanda çok sehâvetli, cömert bir baba. Yerli, yabancı, tanıdığı, tanımadığı kimselere yedirip içirmekle onların ihtiyaçlarını görüp gönüllerini almakla zevk duyuyor. Böyle bir baba, çocuğunun mide ve barsağını bozmamak için, itidalinden fazla yiyip içmesine müsâade etmese, yahut ham meyvalara, abur cubur şeylere atılmasına mâni’ olsa, buna bahil veya merhametsiz bir baba diyebilecek miyiz? Tabiîdir ki, diyemiyeceğiz. Çünkü o, çocuğunun hayrını ve salâhını düşünerek menetmiştir. Allah'ın kullarına merhameti ise, bu babanın evlâdına olan merhametinden çok fazladır.
Teşebbüsten, yâni çalışıp çabaladıktan sonra arzusuna nâilolan "Eh mukaddermiş, çalıştık Allah ihsan buyurdu." demeli ve Allah'a şükretmeli. Şayet eli boşa çıkarsa "Mukadder değilmiş, çalıştık amma Allah vermedi." diye Hak'kın takdirine razı olmalı ve bunda O'nun mutlak bir hikmeti olduğunu düşünerek işin sonuna bakmalı ve kat'iyyen sözünde ve işinde fazla taşkınlık göstermemelidir.
|
|