Daîma affeden, tekraren bağışlayan. Mağfireti pek çok.
"El-Gafru" ve "el-Gufran" lügatta, "örtmek, gizlemek anlamlarına" gelmektedir. Çok bağışlayıcı olan Sübhanehu Tealâ güzellikleri ortaya çıkaran ve çirkinliği örtendir. Günahlar Allah Tealâ'nın örttüğü çirkinlikler cümlesindendir. İşte bundan dolayıdır ki Allah Tealâ günahları örtendir.
El-Esmâ-i Hüsnâ ve's-Sıfat adlı Allah'ın güzel isimlerini ihtiva eden kitaplarda "el-Gaffar" ismi çok çok örten manasında mübalağa ifade edip '"Settar" günahları örten anlamında Allah'ı vasıflar. Günahları ne dünyada ne de ahirette yüze vurur. Bir sahabeye Resulullah'ın fısıldaşmak hakkında ne buyurduğu neler işittiği sorulduğunda, Sahabi:
"- Ben, Resulullah'ı şöyle derken işittim:
'Allah (c.c), mü'mine yaklaşır. Onu rahmetiyle kuşatır, ayıbını insanlardan gizler. Kendisine şöyle bir günahtan haberin var mı? Şöyle bir günah biliyor musun? der. Bu durum kul günahını ikrar edinceye kadar devam eder. Artık ölünceye kadar kendi nefsinde günahını görür. Sonra Cenab-ı Hak, "dünyada, günahını örtmüştüm bu günde de günahını bağışlıyorum" der ve iyilikler verilir." buyurdu, dedi.
Bu durum mü'minler içindir. Kafirler ve münafıklar için tam tersi durum söz konusudur.
"Gaffar" kelimesi Kur'ân-ı Kerim'de beş ayette beş kere şu şekilde zikredilmiştir;
1. "Şu da muhakkak ki ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra (böylece) doğru yolda giden kimseyi bağışlarım."
2. "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbi (olan) Allah üstündür, çok bağışlayıcıdır."
3. "Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıyor. Güneşi ve ayı emri altına almıştır. Her biri belli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat et! O, azizdir ve çok bağışlayandır."
4. "Siz beni, Allah'ı inkâr etmeye ve hiç tanımadığım nesneleri O'na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, aziz ve çok bağışlayan Allah'a davet ediyorum."
5. "Dedim ki: Rabbinizden mağfiret dileyin; çünkü O çok bağışlayandır."
Bu mübarek ismin çokça zikredilmesini tavsiye ediyoruz. Çünkü bu isimde Allah'a sığınma ve ona rücu vardır.
Bütün bunlarla birlikte "gafir, gufran, gafur, gaffar, "gafr" mağfiret kökünden gelmiş olup Allah hakkında kullanıldığında Allah'ın kullarının günah ve hatalarını örtmesi ve onları azap görmekten koruması anlamına gelmektedir.
Allah merhametlilerin en merhametlisi olup günahta tevbe etmek ekseri ulemaya göre vaciptir. Eğer günah kul hakkına taalluk etmiyorsa bu gibi günahtan tevbenin üç şartı vardır.
1. O günahı yapmamak üzere azmetmek.
3. Günahı işlediğine içtenlikle pişman olmak.
Bir insan, ne kadar günahkâr olursa olsun, bu günâhları üstüne bir perde çekilip, örtülmesini can ve yürekten Allah'tan dilerse, Allahu teâlâ o günâhların hepsini örter, açıklamaz. Günâhlar ne kadar çok olsa, yaptıkları günâhlar ne kadar büyük olsa mağfireti hepsine yetişir. Allahu teâlâ'nın mağfiret sıfatının insanlara büyük bir ferahlık verdiğinde şüphe yoktur. Allah'ın mağfireti olmasaydı hâlimiz nice olurdu?
Günahkâr bir kimse hela kuyusuna düşmüş ve her tarafı berbat olmuş bir zavallı gibidir. Şimdi bu durumda olan bir adamın yapacağı ilk iş bellidir. O, her şeyden evvel temizlenmeye çalışır. Çünkü o halde ne bir yere varabilir, ne de bir iş görebilir, insan yüzüne çıkacak hâli yoktur. Meğer ki, aklı ve şuuru olmayıp da durumunu idrâk edemiyecek kadar divâne ola.. Bunun gibi, günâh yapıp dururken, Allah'tan mağfiret niyazında bulunmayanlar da böyle mecnunlar gibidir, kalplerinin ve ruhlarının kirlenmiş olduğunu fark etmiyorlar demektir.
Günahlar insanın içini çirkinleştiren birer lekedir, istiğfar, yâni Allah'tan günahlarının afvını istemek, bu lekeleri temizleyen su ve sabun gibidir, istiğfarla bu lekeler temizlenmezse, gitgide insanın bütün iç sathını kaplar, artık nezahet ve ulviyyete karşı hissiz hâle gelir.
Günâha girip te istiğfar ihtiyacını duymamaktır. Günâha dadanmış olanlar, irtikâb etmekte oldukları günâhlar yüzünden hakikat âleminde kendilerinin ne kadar iğrenç bir hâle geldiklerimi, yanlarına yaklaşılmaz derecede fena kokular içinde bulunduklarını anlayarak o halden kurtulmağa çalışmak şöyle dursun, hattâ o iğrenç halden zevk duyar, lezzet alır. Bunun için istiğfar etmek hatırına bile gelmez, işte bu hal onların iç yüzünün tamamiyle karardığına alâmettir.
Maddî kirlerin temizlenmesi için suyu, sabunu yaradan Allah, mânevî kirlerden temizlenmek için de istiğfarı sebep kılmıştır. Bundan dolayı da hamd-ü senasında bulunmalı ve sık sık istiğfar edilmelidir. Bu da zor bir iş değildir. Çünkü merasime tabi değildir. Bir insan işiyle, gücüyle meşgul iken de, yalnız gönlünden mağfiret isteyebilir. Allah bundan haberdardır. Vakti gelince namazı ihmal etmemeli. Çünkü namazlar büyük mağfiret vesilesidir. Hele seher vakitlerinde istiğfar çok makbuldür. Çünkü Allah Kur'ân'da seher vakitlerinde istiğfar edenleri medhetmiştir. Seher vakti, tan yeri ağarmazdan biraz evvelki zamandır.
Yenilmeyen, yegâne galib ve hakim. Her şeye, her istediğini yapacak surette gâlib ve hâkim.
"El-Kahr" sözlükte zahiren ve batınen bir şeyi istila etmek hükmü altına almaktır. Allah'tan başka her şeyiyle mevcudatı hükmü ve kudreti altına alan kimse yoktur. Bu kelimeden türeyen "Kahir" galip gelen, "Kahhar" ise mübalağa ifade edip fazlasıyla hükmü altına alan yegane galip demektir.
Allah'ın güzel isimlerinden, er-Rahman (bağışlayan), er-Rahim (esirgeyen), el-Melik (görünen ve görünmeyen alemlerin sahibi), el-Kuddüs (her türlü eksiklikten münezzeh), es-Selâm (esenlik veren), el-Mü'min (güven veren), el-Müheymin (kainatın bütün işlerini gözeten), el-Aziz (yenilmeyen), el-Cebbar (iradesini her durumda yürüten), el-Mütekebbir (azametini izhar eden), el-Halik (yaratan), el-Bari (yoktan vareden), el-Musavvir (şekil veren), el-Gaffar (çok çok bağışlayan), isimlerini düşündüğümüz zaman bütün bu fiillerin bir ilâha ve kainatın işlerini tedbir eden birine bağlı olduğunu görürüz. Bu durumda insanın Allah'a teslim olmasından başka bir çare yoktur. İşte O yegâne mabud, yegâne galib geceyi gündüze çeviren, gündüzü geceye çeviren sonsuz bağışlayıcı Cenab-ı Hak'tır. O yegâne galib olan zata teslim olduğumuzda O bize yeter. Biz onun iradesine teslim olmaz isek o zaman biz kendi irademize heva ve hevesimize tabi olmuş oluruz. O Allah'ın iradesinden başka bir iradeye teslim olunmaz.
Kur'ân'da "el-Vahidü'l Kahhar" şeklinde gelen "Kahhar" ismi altı kere geçmektedir. Bunlar:
1. "Ey zindan arkadaşlarım! Çeşitli tanrılar mı daha iyi, yoksa gücüne karşı durulamaz olan bir tek Allah mı?"
2. "De ki: Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir."
3. “... (İnsanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah'ın huzuruna çıktıkları gün (Allah bütün zalimlerin cezasını verecektir)."
4. "(Resulüm) De ki: Ben sadece bir uyarıcıyım. Tek ve Kahhar olan Allah'tan başka bir ilah yoktur."
5. "O yücedir, O, tek ve Kahhar olan Allah.tır."
6. "Bugün hükümranlık kimindir? Kahhar olan tek Allah'ındır."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"De ki Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir."
"O gün onlar (kabirlerinden) meydana çıkarlar, Onların hiç bir şeyi Allah'a gizli kalmaz. Bugün hükümranlık kimindir? Kahhâr olan tek Allah'ındır
"O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır."
Allah Teâlâ, bütün varlıklara hükmedendir. Bütün mahlukat O'na boyun eğmiştir. Yerde ve göklerdeki bütün unsurlar ve maddeler O'nun kudretine, ve iradesine itaat ederler, Olanlar ancak O'nun izniyle olur, duranlar da ancak onun izniyle durur. O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Bütün insanlar O'na muhtaçtırlar. Acizdirler. Kendileri için ne bir faydaya, ne bir zarara, ne bir hayra ne de bir şerre muktedir olamazlar. O'nun egemenliği, diriliğini, güç ve kudret sahibi olmasını gerektirir. Yaratıklara galibiyeti ancak diri, güçlü ve muktedir olmasıyla tamam olur.
Çünkü bu üç sıfat -hayat, izzet ve kudret-olmasaydı O'nun egemenlik ve saltanatı da olmazdı.
İsm-i şerîf kahr'dandır. Kahr, bir şeye onu hor, hakîr veya mahv ve helak edebilecek surette gâlib olmaktır. Allahu teâlâ Kahhâr'dır, her veçhile üstün ve dâima galiptir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O'nun bu ihatasından dışarı çıkamaz. O'na karşı her şeyin boynu büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanmaz. Kahrı ile nice ümmetleri ve milletleri mahv ve perişan etmiştir.
Kahrın zıddı lûtufdur. Lütuf, iyi muamele ile birinin gönlünü hoş etmek demektir. Allah'ın kahrı da vardır, lûtfu da vardır. Yâni Allah, lûtfu için de, kahrı için de sebepler, vâsıtalar yaratmıştır. Meselâ îmân ve irfan, adalet, doğruluk, hayır severlik ve bütün güzel huylar Allah'ın lûtfuna ulaştıran vâsıtalardır. Küfür, şirk, isyan, bilgisizlik, zulüm, yalancılık ve bütün kötü huylar da kahrına çarptıran sebeplerdir.
Allah'ın kahrından sakınmalı, lûtfunu istemeli. Allah lûtfunun da, kahrının da sebeplerini bildirecek kitaplar ve bunları öğretecek mürşitler ihsan buyurduğu gibi, insanlara bu hakikatleri sezip anlayacak bilgi cihazı da bağışlamış ve sonra lûtfu ile kahrından herhangi birini istemek üzere onları serbest bırakmıştır. İnsanlar dünyaya gelir, büyür, reşit olur. Derken bakarsın Allah'ın verdiği serbestliğe binâen iki sınıfa ayrılıverir: Biri lütfunun sebeplerinden, öteki kahrının sebeplerinden hoşlanır. Her biri kendi zevkine göre arkadaş da bulur, beğendiği yolda yol alır ve bu uğurda ömrünün günlerini, saatlerini tüketir gider. Böyle yapmakla evvelki sınıf hal diliyle: Yâ Rab! Bizi lûtfuna erdir! Öbürleri de yine hal diliyle:
Yâ Rab! Bizi kahrına çarptır! demiş olurlar ve bir gün gelir, her sınıf istediğini bulur. Allah'ın kahrından yine Allah'a sığınırız.
Karşılıksız olarak nimetlerini bol bol veren, çeşit çeşit ni'metleri dâima bağışlayıp duran.
"Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin."
"Vehhab" bağış anlamına gelen "hibe"den türemiş olup çok çok bağış ve atiyyede bulunan demektir. Allah'ül-Vehhab: Bağışı bol yani hibe ve atiyyeleri bol olan Allah demektir.
Hibe ise, herhangi bir bedel ve menfaat olmaksızın karşılıksız bağışlamak manasına gelmektedir. Eğer bu hibe çok olursa hibe sahibi "Vehhab" diye isimlendirilir. Bu da Ancak Allah Tealâ hakkında gerçek bir hakikattir. İşte bundan dolayıdır ki yeni çocuk sahibi "bağışlayana şükrettim" der. Böyle bir kimse için göz aydınlığı verme manasında "bağışlanan hakkında hayırlı olsun" denilir. Ve yine dua edilirken: "Ey Allah'ım günahlarımı bağışla, Allah'tan günahlarımı bağışlamasını niyaz diyorum" denilirken "heb" ve "istevhebe" fiilleri kullanılır. Yani estağfir manasındadır.
Gerçek şu ki Allah'ın dışında karşılıksız bir şeyi veren hiçbir mülk sahibi yoktur.
Vehhab kelimesi Kitab-ı Kerim'de üç defa zikredilmiştir. Bunlar;
1. "(Onlar şöyle yakarırlar) Rabbimiz! Bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfü en bol olan sensin."
2. "Yoksa aziz ve lütufkâr olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır!"
3. "Süleyman: Rabbim! Beni bağışla; bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Şüphesiz sen, daima bağışta bulunansın, dedi."
İsm-î şerîf he'nin kesriyle hibe'dendir. Hibe, herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden birine bir malı bağışlamak ma'nâsınadır. İsm-i şerîf bu ma'nâ'nın çokluğunu ifâde eder. Bu da her zaman, her yerde ve her şeyi verebilmek kudretidir. Meselâ:
Muhtaca mal, hastaya şifâ, câhile bilgi, kısıra çocuk, sıkılmışa kurtuluş... bağışlamak gibi.. Sonra en ufak, en ehemmiyetsiz hacetten, en büyük ve mühim hacetlere kadar hudutsuz, kayıtsız ve şartsız hakikî bağışlayıcı ancak Allahu teâlâ'dır. Çünkü her şeyi Allah yarattığından ve Allah vermedikçe hiç kimse bir zerreye sahip olamıyacağından, hakikî olarak her şeyin sahibi de Allah'tır; bağışlayanı da Allah'tır. Allahu teâlâ, insanlar arasında bağışlayıcı bir sınıf yaratmıştır. Bunlar, Allah'ın bağışlayıcılık sıfatını gösteren nişanedir. Bir insan bir veya birkaç insana birşeyler bağışlayabilir, bununla umûmun sevgisini üzerine toplar, işte bunu düşünerek El-Vehhâb ism-i şerîfîndeki büyüklüğe ermeli, ermeli de asıl sevginin ve minnettarlığın, mahlûkâtına namütenahi ni'metler bağışlayıp duran Allahu teâlâya aidiyetini kabul etmeli. Bu kabil insanları, bağışlayıcılık sıfatında kat'iyyen Allah'a ortak tutmamalı. Allah, her sıfatında olduğu gibi bu sıfatında da tektir, insanlar bağışladıkları malların muvakkat, ve iğreti olarak sahibi olsalar da yaratıcısı değildirler. O malları onlara Allah bağışladığı gibi, verene verme muhabbetini, alana faydalanma kudretini bağışlayan da O'dur.
Allah ile kulu arasındaki muameleyi, uşakla efendi arasındaki muameleye benzetmemeli. Uşak efendisinin hizmetinde çalışır, emirlerini yerine getirmek için yorulur. Fakat bu çalışıp yorulmalar, efendinin şahsını sevdiğinden değil, ondan alacağı ücret içindir. Efendi de uşağı ile iyi geçinmek ister, ona ihsanda bulunur. Bâzı kusurlarına göz yumar, lâkin katlandığı bu fedakârlık, uşağın şahsı için değil, onun hizmetine olan ihtiyacından dolayıdır, işte yaradılmışlar arasındaki bütün muameleler hep bunun gibidir. Birbirlerine hizmetleri, fedakârlıkları karşılıklı bir ihtiyacın mahsûlüdür. Allahu teâlâ'nın ise bir ismi de El-Ganî'dir. Yani O, hiçbir şeye muhtaç olmadığı için, O'nun bahşişleri hep lûtfunun, kereminin rahmet ve re'fetinin ifadesidir.
Bedenlerin ve ruhların gıdasını veren, yaradilmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden.
Rızk, Allahu teâlâ'ınn bilhassa yaşayan mahlûkâtına faydalanmalarını nasip ettiği şeydir. Rızk yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisi ile intifâ olunan her şeye rızk denir.
Bütün mahlukatın rızkını Cenab-ı Allah verir. O, rızkı pek çok ve bol veren yüce varlıktır. Kalpleri ve nefisleri gıdalandıran Allah'a hamdolsun. Allah nurunu onlara ulaştırsın. Onları imana erdirip, taatta muvaffak kılsın. Cenab-ı Hak Teâlâ rızka kefildir. Her canın kendisiyle ayakta kalabileceği kadar rızkı verir. Allah yedirir, fakat yedirilmez. Bundan dolayıdır ki Kur'ân'da bu fiil insana nisbet edilmemiş, gerek doğrudan doğruya ve gerekse bir takım sebeplere bağlı olarak rızık verme Cenab-ı Hakk'a ait olduğu vurgulanmıştır.
Rızkı da, rızık verileni de yaratan Rezzak'tır. Rızıklardan yararlanma yollarını da yaratan O'dur. Rızık iki kısma ayrılır:
1. Bedenlerde zahir olan rızık. Yiyecek ve içecekler gibi.
2. Kalplerde gizli olan rızık. İlim gibi. Her iki rızkı da yaratan Allah'tır.
"Semada da rızkınız ve size vadedilen başka şeyler vardır."
"Rabbiniz rızkı hem daha hayırlı, hem daha süreklidir."
Kuşeyri "Kim Allah'ın Rezzak olduğunu bilirse ona yönelen gerçek bir ferd olmuş olur" dedi.
"Ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık istemiyoruz; (aksine) biz seni rızıklandırıyoruz. Güzel sonuç, takva iledir."
Allah'ın "Rezzak" ism-i cemili Kur'ân-ı Kerim'de bir kere zikredilmiştir
er-Razzâk kelimesi "rızık veren" anlamındaki "râzık" kelimesinin mübalağa kalıbıdır ve çokluk ifade eder. er-Razzâk Allah Teâlâ'nın isimlerindendir.
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah pek çok rızık verendir."
"Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah'ın üzerinedir."
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Şüphesiz ki Allah, piyasada fiatları ayarlayandır, rızkı kısıp tutandır ve rızkı bol bol verendir."
O'nun kullarını rızıklandırması iki çeşittir:
1- Genel rızıklandırma: Yaşamaları ve hayatlarını devam ettirmeleri için muhtaç oldukları her şeyi bütün mahlûkata ulaştırmasıdır. Onlar için rızkı kolaylaştırır, vücutlarında besin haline getirir ve küçük büyük bütün organlara ihtiyaçları olan gıdayı ulaştırır. Bu, iyi, kötü, müslüman, kâfir hatta bütün insanları, cinleri, melekleri ve hayvanları kapsayan bir rızıklandırmadır. Bir başka yönden de mükellefler hakkında gereklidir. Çünkü mükelleflerin elde ettikleri rızık bazan helâl yoldan olur ve bu rızıkla ilgili kul bir hesaba muhatap olmaz. Bazan de haram yoldan elde edebilir. Bu itibarla o da rızık ve nimet diye isimlendirilir. İster helalden isterse haramdan rızıklansın hepsine "Allah'ın rızkı" denilir.
2- Özel rızıklandırma: Bunun faydaları dünya ve âhirette süreklidir. Bu rızkın kullara ulaştırılmasında peygamberleri görevlendirir. Bu tür rızıklandırma da iki türlüdür:
a) Kalplerin ilimle, imanla ve imanı hakikatlerle rızıklandırılmasıdır. Çünkü kalbler, hakkı tanımaya, onu talep etmeye ve Allah'a kulluk etmeye son derece muhtaçtır. Kalplerin zenginliği ve fakirlikten kurtulması bu rızıklanmayla hâsıl olur.
b) Bedenin helâl rızıkla rızıklandırılmasıdır. Allah Teâlâ'nın mü'minlere tahsis ettiği ve mü'minlerin istedikleri rızık her ikisine şâmildir. Kul, kendisini rızıklandırması için Rabbine dua ettiği zaman niyetine her ikisini de almalıdır. "Allahım beni rızıklandır" şeklinde yaptığı duanın anlamı "kalbime faydalı olacak ilim, hidayet, marifet, bütün salih amellerin ve güzel huyların kaynağı iman ile bedenime fayda verecek helal, yararlı, meşakkatsiz ve sonunda verilecek hesabı olmayan rızık nasib et" demektir.
Zahirî rızklar, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve kullanılacak eşya, nukut, mücevherat ve hattâ bir kimsenin çoluk çocuğu, karısı, vücudunun çalışma kudreti, bilgisi, mülk ve serveti hep bu kısımdandır. Allahu teâlâ insanlara eşyanın hassalarını, tabiat kanunlarını ve her şeyi idare eden esasları öğretmiştir. Bunlar hep insanlar için rızk ve refah sebepleridir. Kâinatta her şey bir hazînedir, boş şey voktur.
"Rabbena mâ halakte hazâ bâtıla" âyet-i celilesi tabiatta gizli olan bu hazîneler üzerine dikkat nazarlarımızı çekmek için indirilmiştir. Şu halde her şeyi incelemek ve ondaki hassalardan faydalanmak icâbeder. Yoksa malından, kudretinden, ilminden intifa edemiyenler merzuk değil, nasipsizdir. Manevî rızkların kaynağı semavî kitaptır. Fakat bugün dünya yüzünde hiçbir harfi değişmeyen ve indirildiği gibi aslını muhafaza eden tek kitap Kur'ân-ı Kerîm'dir. Kur'ân, en son Kitâb olarak bütün peygamberlerin sonuncusu ve yükseği, kâinatın kendisi ile iftihar ettiği Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretlerine indirilmiştir. Diğer kitapların ortada asılları yoktur. (Kitâb-ı mukaddes) nâmı ile ellerde dolaşan kitaplar, insan eliyle kirletilmiş, birçok hükümleri değiştirilmiş, birçok tahrifat yapılmıştır. Bu cihet, Kur'ân'ın şehâdetiyle sabit olmuş bir hakikat-ı kat'iyyedir. Onun için onlarda manevî rızk yoktur, manevî zehir vardır. Bunlardan sakınmak gerekir.
Maddî rızklar, yaradılışında saftır, temizdir. Fakat insan eliyle kirlenirse, insan ondan nefret ve istikrah eder. Meselâ, Nisan yağmuru temiz bir kap içinde toplanırsa, o suyu herkes kana kana son damlasına kadar içer, fakat aynı su içine kirli bir el dalarsa, hiç kimse onu içmek istemez. Manevî rızklar da böyledir. Allah'ın vahiy suretiyle indirdiği hakikatlere insan eli karışırsa saffet-i asliyesini kaybeder. Ruhun muhtaç olduğu gıdayı veremez bir hâle gelir.
Yiyeceğine, içeceğine, giyeceğine nasıl dikkat ediyorsa, iyisini ve temizini arıyorsa, ruhunun gıdası demek olan manevî rızkların da hâlisini ve temizini arayıp bulmak için daha fazla çalışması icabeder. Arayan bulur, elverir ki, samimî olsun.
İyilik kapılarını açan, hakemlik yapan, her türlü müşkülleri açan ve kolaylaştıran.
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır; onları Ondan başkası bilmez."
Rahmet hazinelerini kullarına açan Fettah Tealâ bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. O, nefislere tevfik kapısını açan, dostlarının kalplerinden perdeyi kaldırandır. Kalpler ve gözlerin perdeleri hakkı görmesi için açılır.
O, kullarına melekut âleminin kapılarını açar, o takdirde "feth" açmak ve açıklamak olur.
Fettah'ın bir manası da "mahlukâtı, arasında hükmeden" demek olup, "feth" kökünden gelmektedir ve hüküm demektir. Fettah da bu bağlamda kulları arasındaki kapalı olan örtüyü açan, hakkı batıldan ayıran, hakkı üstün tutan, batılı zelil eden demektir.
"Ey Rabbimiz aramızda hükmet" mealinde buyurmuştur.
Fatih ise zafer ve zafer kazanan anlamında kullanılmıştır.
"(Ey kafirler!) Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi! (Yenelim derken yenildiniz)"
Fettah kelimesi Kur'ân'da bir kere zikredilmiştir
"De ki: Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (her şeyi) hakkıyla bilendir."
"Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren, (herşeyi) hakkıyle bilendir."
el-Fâtih: Hükmeden demektir: el-Fettah, mübalağa kalıplarındandır.
"el-Fettah" hakemlik ve hâkimlik yapan, iyilik yapan ve cömert anlamlarını ihtiva eder. Allah Teâlâ'nın açması iki kısımdır:
1- Dînî ve cezai hükümleri açması,
2- Kaderi hükümleri açması.
Dini hükümlerini açması, peygamberleri vasıtasıyle, mükelleflerin muhtaç olduğu ve onları doğru bir yola sevkedecek olan bütün şer'i hükümleri açıp ortaya koymasıdır. Cezaî hükümlerini açmasına gelince, o da, peygamberleri ile muhalifleri, dostları ile düşmanları arasını, peygamberlerine ve tâbilerine ikram etmek ve onları başarıya ulaştırmak, düşmanlarını da cezalandırıp zillete düşürmek suretiyle hallü fasledip açmasıdır. Kıyamet gününde herkesin yaptığının karşılığını vermek suretiyle insanlar arasında hükmetmesi ve iyilerle kötülerin arasını açması da böyledir.
Kaderî hükümleri açmasına gelince bu, O'nun kulları hakkında hayır ve şerri, fayda ve zararı vermek ve vermemeyi takdir etmesidir. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurur:
"Allah'ın insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutup hapsedebilecek yoktur. O'nun tuttuğunu O'ndan sonra salıverecek de yoktur. O, üstündür, hikmet sahibidir."
Rabb Teâlâ, Fettahu'l-Alîm'dir. İtaatkâr kullarına cömertlik ve iyilik hazinelerinin kapılarını açar. Düşmanlarına da bunun zıddını açar. Bu O'nun lütfundan ve adaletindendir.
İsm-i şerîf feth'dendir. Feth, kapalı olan şeyi açmak ma'nasınadır. Kapalı bir şeyi açmak çeşit çeşit olur. Maddî olur, bir kapıyı, bir kilidi açmak gibi. Manevî olur, yürekten tasaları, kederleri atıp gönlü açmak gibi. Iztırapla yanan yürekleri, sevindirici şeylerle serinletmek feth olduğu gibi; anlaşılması güç olan ilimlerin üstünden zorluğu kaldırmak, zihnin takılıp kaldığı müşkülleri açmak da fethdir. Bunların en kıymetlisi kalbin kapısını ledünnî ilimlere karşı açmaktır. İsm-i şerîf bunlara ve daha başka ma'nâlara da şâmildir. Çünkü bütün hayr ve bereket anahtarları Allahu teâlâ'nın emrindedir, bütün zorlukları da açacak ancak O'dur. Maddî olsun, mânevi olsun, dince ve dünyaca olsun her hangi bir lûtfunu, ni'metini açarsa onu önliyecek ve tutacak bir kuvvet yoktur, insanlar bu lütuf ve ni'metten doya doya faydalanırlar. Amma herhangi bir ni'met ve rahmetin de kapısını Allah açmazsa, o ni'metin değil kendisini, kokusunu bile duyuracak kuvvet bulunmaz.
Bilmelidir ki, Allah'ın feth ve yardımı hiç kesilmez. Her insan için her saat, görünmez kapılardan gönlüne bir hayr ve bereket kapısı açılmak mümkündür. Allah'tan bunu istemek ve sebeplerine yapışmak lâzımdır. Meselâ, sıkışmışlara ferahlık vermek, işte bu sebeplerden biridir. Senden zayıf olanlara merhamet et ki, senden kuvvetli olanların kahrına uğramıyasın, gücün yeterse, elinden gelirse düşmüşlere yardım et, düşkün vaktinde sana da bir yardımcı bulunur. Hele hiç insan incitme! Zira felâket ve musibet zamanında böylelerine kimse acımaz.
Hakkıyla bilen. her şeyi çok iyi bilen.
İlmi sonsuz olan Allah (c.c.) noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah Tealâ'nın ilmi bütün malumata şamil ve her şeyi kuşatmıştır. Ve ilmi ezelidir. Hiçbir gizli şey Allah'a gizli kalmaz. İlminden hiçbir şey hali değildir.
Kıyamet saatinin bilgisini, gökleri ve yerdeki gaybleri sadece Yüce Allah bilir. Hz. Adem ve Muhammed (s.a.v.)'e isimleri O öğretmiştir. Allah risaleti kime vereceğini en iyi bilendir.
"İlm" Kur'ân'da türevleriyle birlikte en çok kullanılan bir kelime olup "bir şeyi tam ve kesin bilmek" anlamındadır ve diğer kelimelerle de terkib halinde kullanılmıştır.
Allah'ın "Alim" ismi 154 yerde zikredilmiş olup bunlar şu şekilde geçmektedir.
"O, muttakileri bilendir.", "O yaptıklarımızı bilendir.", "O, istediklerimizi bilendir.", "O, yaptıklarınızı bilendir.", "Allah yaptıklarınızı bilendir.", "Allah yaptıklarımızı bilir.", "Allah fasidleri bilir.", "Allah zalimleri bilir.", "Allah her şeyi bilir", "Allah göğüslerdekini bilir.", "O, işitendir, bilendir.", "O, hikmet sahibi bilendir.", "O, aziz ve bilendir.", "O'nun, ilmi her şeyi kuşatandır.", "Allah her şeyi bilir ve haberdardır.", "O, her şeyi bilen ve her şeye kadirdir.", "O, her türlü kapıları açan ve bilendir.", "O, her şeyi bilen ve hilm sahibidir.", "O, her türlü noksanlıklardan münezzeh; iyiliğin karşılığını veren ve bilendir."
Bir ayette de "alim", "rahim" sıfatı ile zikredilmiştir.
"Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır."
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"O, kullarının üstünde her türlü tasarrufa sahiptir. O, hüküm ve hikmet sahibidir, herşeyden haberdardır."
"Şüphesiz ki Allah herşeyi bilendir."
O, alimdir, ilmi herşeyi kuşatıcıdır: Varlığı zorunlu olanları, imkansız olanları ve mümkün olanları, herşeyi ilmiyle kuşatmıştır. Kendisini, mukaddes ve muazzam sıfatlarını bilir. Bunlar, varlığı zorunlu olan vâcibâttır. Mümkün olmayan şeylerin imkansızlık durumlarını da, var olmuş olsalardı ortaya çıkacak durumları da bilir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur:
"Eğer yerde ve gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı, yer ve gök (bunların nizamı) kesinlikle bozulurdu."
"Allah çocuk edinmemiştir; O'nun yanında hiçbir tanrı da yoktur, olsaydı, her tanrı kendi yarattığı ile gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırlardı."
Bu ve benzeri anlattığı şeyler, O'nun bildiği ve gerçekleşmesi imkansız olan şeylerdir. Bu tür şeyler bir faraziye olarak gerçekleşmiş olsaydı ortaya çıkacak durumu da Allah haber verir. Allah ayrıca olması imkan dahilinde olan şeyleri de bilir. Bunların meydana gelmesi de, gelmemesi de caizdir. Meydana gelenleri vardır, bir hikmet gereği meydana gelmeyenleri vardır. O, alimdir. O'nun ilmi hem maddî âlimi, hem de ruhî âlemi kuşatmıştır. Hiçbir zaman ve mekan O'nun bilgisinin dışında değildir. Görüleni de görülmeyeni de, gizli olan şeyleri de açık olan şeyleri de bilir.
"Şüphesiz ki Allah herşeyi bilir."
Allah'ın ilminin kapsamına ve en ince şeyleri bütün tafsilatıyla bildiğine dair deliller sayılamayacak kadar çoktur. Ne yerde, ne gökte zerre ağırlığınca bir şey O'ndan gizli kalmaz.
Zerreden daha küçük ve daha büyük olan da gizli kalmaz. O, gaflete düşmez ve "unutmaz. Bütün genişliğine ve çeşitliliğine rağmen insanların bilgisi Allah'ın bilgisine nisbetle bir hiç mesabesindedir. Allah'ın kudretine nisbetle kulların kudreti de böyledir. Bunlar hiçbir şekilde birbirine kıyas bile edilemez. İnsanlara bilmedikleri şeyleri öğreten de O'dur. Güçlerinin yetmediği şeylerde onları güç sahibi kılan da O'dur. Nitekim O'nun ilmi hem bütün cismanî âlemi, hem rûhânî âlemi, hem de onlardaki yaratıkların zatlarını, sıfatlarını, fiillerini ve bütün işlerini kuşatmıştır. O, olan şeyleri de, sonsuz gelecekte vuku bulacak şeyleri de bilir. Ayrıca olmayan bir şeyin şayet olsaydı nasıl olacağını da bilir.
Mükelleflerin buluğ çağlarından itibaren her türlü hallerini, öldükten ve tekrar dirildikten sonraki durumlarını bilir. O'nun ilmi, hayır ve şer onların bütün amellerini, bu amellerin ahretteki karşılıklarını ve bunların ayrıntılarını kapsar.
Hulasa Allah Teâlâ'nın ilmi gizli olan şeyleri de açık olan şeyleri de zorunlu olan şeyleri de imkansız ve mümkün olan şeyleri de, ruhanî âlemi de cismânî âlemi de, geçmiş zamanı da şimdiki ve gelecek zamanı da kuşatır. Hiçbir şey O'na gizli kalmaz.
Allahu teâlâ Alîm'dir. Her şeyi bilir. Olmuşları bildiği gibi, olacakları da, olmuşlar kadar açık bilir. Zamanın başladığı tarihten sonuna kadar olmuş, olacak her şey Allah'ın ilminde her lâhza hazırdır. Hiç bir hâdise Allah'ın ilminden bir lâhza dışarıda kalamaz. Hiç bir şey O'na karşı kendini gizliyemez. Mahlûkat O'nun yaratmasıyle var olduğu gibi, O'nun tâyin ettiği kadar yaşar, yer, içer. O'nun müsâade ettiği kadar bilir, ilerisini bilemez. Öteki sıfatları da böyledir. Meselâ, Allah'ın muktedir kıldığı kadar yapar, ilerisine gücü yetmez. O'nun irâde ettiği kadar görür, işitir, ilerisinden haberi olmaz, insanların her şeyi bir hudut içinde ve bîr ölçüye göre olduğu gibi, bilgileri de böyle.
Bu varlık içinde insanın bildiği bir ise, bilmediği hadsiz ve hesapsızdır. Meselâ, arz küresi, insanın evi demektir. İnsan oturduğu evin muhteviyatını bile henüz tamâmiyle öğrenmiş değildir. Halbuki bu evin içinde, mahzenlerinde, ambarlarında, dolaplarında acaba daha neler var? diye asırlar boyunca durmadan, dinlenmeden araştırmalar yapagelmiştir. Yattığı yerin bir metre altında, altun hazînesini bilemediği için açlıktan ölen bir insan farzedelim. Yahut devasız derde düşmüş, ümitsizlik içinde ıztırap çekiyor. Kimbilir o bilinemeyen deva, belki de hergün çiğneyip geçtiği bir ottadır, işte bu haller, her şeyi öğrendim zanneden insanların hakîkaten acınacak taraflarıdır. Evet insanlar bir çok şeyler öğrenmiştir, fakat daha öğrenilecek o kadar esrar var ki, bilgi arttıkça bunların kesafeti de artıyor. Bir de şu var ki, insanlar bildikleri şeylerde tam ve mutlak bir biliş sahibi olamıyorlar; bütün bilgiler eşyanın ve hâdiselerin dışında kalıyor. İç yüzüne nüfuz etmeye sarfedilen gayretlerin sonu, acze varıp dayanıyor. İnsanların bilgi hususundaki aczleri, asıl istikbâle dönünce daha açık canlanır. Bir lâhza sonra ne olacak? Bunu görebilecek bir göz veya gözlük insana verilmiş değildir. Zaten bir insanın nihayet yüz senelik hayâtı, ezellerin, ebedlerin sonsuzluğu içinde nedir ki? Göz açıp yumacak kadar bir zaman değil mi? Bu kadar kısa bir ömür içinde neyi görecek, neyi bilecek? Eğer aczini görebilirse ne mutlu!
İnsanoğlu, bu günkü atom devrinde elindeki hikmet ve kimyanın ışığıyle denizlerin dibinde yüzmesine, havaların üstünde gezmesine rağmen, bilgisi de, kendisi de dar bir çember içinde bağlı bulunmaktadır. Meselâ, oturduğu arzın sathından merkezine doğru yüz kilometre inemediği gibi, aksi istikamette de başını alıp hudutsuz uzaklaşamaz. Halbuki arzın tabiî büyüklüğüne bakarak bu kadarcık mesafe, bir yumurta kabuğu kalınlığı demek olduğuna göre, mağrur insan, iki kabuk arasına sıkışmış kalmış bir vaziyetle olduğunu unutur veya idrak etmezde, her şeyi bilirim ve her şeyi yaparım zanneder. Zaman olur ki, insan bildiklerini unutur da bilmez hâle gelir. (Unutmak, ilmin âfetidir.) Bâzan da insan bildiği şeyde yanılır ve yanlış bilir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak sanır. Hele bu ne kadar fecidir!
İnsanda birtakım kemâller bulunduğuna şüphe yok, fakat bunların mahdut olduğunda da şüphe yoktur. Öyle ki; İnsanın yaşayışı mahdut, mevkii mahdut, bilgisi mahdut, iktidarı mahdut, her şey mahduttur. Kendisinde gördüğü bu mahdut kemâllerden nâmahdut kemâl sezmeli ve bütün nâ'mahdut kemâllerin hakîkî sahibi bulunan Allahu teâlâ'yı bilip rızasını gözlemeli. Ebedî sâadet, O'nun rızâsına ermektir.
|
|