Varlıklara şekil ve özellik veren Tasvir eden, her şeye bir şekil ve hususiyet veren.
"Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren O dur."
İnsanı çeşitli şekillerde yaratan, bazısını bazısından farklı şekiller, hacimler, renkler yaratarak ayırıp birbirlerini tanımalarını sağlayan Cenab-ı Hakk'ı her türlü noksanlıklardan uzak tutarız. Bizi rahimlerde safha safha şekillendiren Allah, her türlü noksanlıklardan münezzehtir.
Kur'ân-ı Kerim'de, kainattaki bu kadar varlığın ve yeryüzündeki milyarlarca insan genellikle "halk, ibda, fatr" gibi kelimelerle ifade edilirken, bu varlıklar birbirine benzemesine rağmen bunlar arasında ince farklılıklar gösteren maddi ve manevi özellikler verilmesi "tasvir" köküyle ifade edilmiştir."
Bu şekil verme, atomların ve daha önce yaratılan unsurların tamamlanmasıyla meydana gelmiştir. Bu tasvir, insanoğlunun "elest" bezminde Cenab-ı Hak tarafından "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" şeklinde kendi nefislerinin şahit tutulmasıyla tamamlanmıştır.
Şehadet "fizik" aleminde suretlerin terkibi, Allah'ın dilemesiyle ilk yaratılıştaki "ahsen-i takvim" durumu üzere tamamlanmıştır.
İşte bununla ilgili olarak Necm süresindeki şu ayetlerini şöyle bir düşünelim:
"Öldüren de dirilten de O'dur. Şurası muhakkak ki (rahime) atıldığında nutfeden, erkek ve dişiden ibaret olan iki çifti O yarattı. Şüphesiz ki tekrar diriltmek de O'na aittir."
Acaba buradaki tekrar diriltmekten maksat nedir? Konuyla ilgili olarak Fahreddin Razi, Mefatihu'l-Gayb adlı tefsirinde diyor ki: "Uzun bir tefekkürden sonra bu sorunun cevabı tekrar dirilmekten maksat, insanın ruhunun kendisine üfürülmesi ve yüce olan nefsin karanlık ve kesif olan bedene karışması şeklinde olması muhtemeldir. İşte Allah, ruhun bedene üfürülmesiyle insanı kerim, değerli bir varlık kılmıştır."
Hadis-i şeriflerde geçtiği üzere rahimlerde tasvir tamamlandığı gibi ruhun üfürülmesiyle de tasvir gerçekleşmiştir. Nitekim Nevevi'nin şerhettiği Sahih-i Müslim'in kader bahsinde rivayet edildi ki Resulullah (s.a.v.):
"Nutfeden kırk iki gece geçtikten sonra Allah, bir melek gönderdi ve nutfeyi şekillendirdi ve onun kulağını, gözünü, cildini etlerini ve kemiklerini yarattı, sonra da melek:
"Ya Rabbi! Bu erkek mi olsun yoksa dişi mi?" dedi. Allah da dilediği şekilde hüküm verdi. Melek de o hüküm üzere onu yazdı." buyurdu.
Yine Resulullah'tan gelen diğer bir sahih hadiste Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Sizden biri annesinin karnında kırk gün nutfe olarak yaratılıp toplanır. Sonra bir kan pıhtısı olur, sonra bunun gibi bir çiğnem et parçası olur. Sonra ilgili melek gönderilir ve ona ruh üfürülür."
Nitekim ayetlerdeki "Sonra biz onu başka bir şekilde yaratırız" ifadesi nutfenin kan pıhtısı olmasından ve kan pıhtısının et olmasından ve ete kemik giydirilmesinden önce ruhun üfürülmesidir, denildi. Bununla diğer bir yaratılış gerçekleşir yahut ruh üfürülür, diğer yaratma meydana gelir. İnsan böylece diğer canlılardan ayrılır.
Sonra "en-Neşetü'l-uhra"nın ruhun üfürülmesi şeklinde anlaşılması da mümkündür. Ayrıca "en-Nevşetü'l-Uhrâ" haşr için tahsis edilmiştir.
Allahu teâlâ her şeye bir suret, bir hususiyet vermiştir. Her şeyin kendine göre bir şekli, dıştan görünüşü vardır ki, başkalarına benzemez. Meselâ insanlar, tamamiyle birbirinin ayni iki insan yoktur. Bir çok yerleri birbirine benzese bile, mutlaka benzemeyen tarafları da bulunur, insanların yüzlerindeki alâmetler hep birbirinin ayni olduğu halde, tıpkı tıpkısına iki insan görülmez. Bundan daha garibi, parmak uçlarındaki çizgilerdir. Bu çizgiler, insanların sayısı kadar değişip gidiyor ve hiç biri ötekine uymuyor. Şu halde insanın hiç taklit olunamıyacak imzası bastığı parmaktır.
Bu ism-i şerif hükmünce eşya biribirinden temayüz etmiş, seçilmiştir. Bunlar Allahu teâlâ'nın ne büyük rahmet ve hikmetidir. Eşyayı biribirinden ayıran hususiyetler olmasaydı ve meselâ hayvanlar ve insanlar birbirinden seçilmemiş olsaydı, ne facialar olurdu.
Bu üç ism-i şerif Allahu teâlâ'nın yaratıcılık sıfatını ifade ediyor. Allahu teâlâ bu sıfatının en canlı ve açık izlerini, nişanlarını insanlarda yaratmıştır. Allahu teâlâ'nın verdiği kudret ve bilgi ile insanlar birçok şeyler icat ediyor, meydana koyuyorlar. Ancak ellerindeki bu kudretin hakikî kıymet ve ölçüsünü tâyin edemediklerinden, onu yaratıcı bir kudret sanıyorlar. Halbuki bu yaratıcı bir kudret değildir. Bunu izah için, insan kudreti ile yapılmış bir misâl alalım: Diyelim ki şurası boş, pis, ıssız ve korkunç bir arsa idi, üzerine bir fabrika kuruldu, şimdi orada yepyeni bir hayat dirildi. Etraf tertemiz.. Fabrikanın içi dışı pırıl pırıl yanıyor. Makinalar harıl, harıl çalışıyor... Diyelim ki, bir un fabrikası. Bir taraftan çuval çuval buğday giriyor, öbür taraftan çuval çuval un çıkıyor. En son bilgilere göre yapılmıştır. Siyah renkli elbisenizle, fabrikanın altını üstünü her tarafını gezip dolaştığınız halde üzerinizde bir toz zerresi görülmüyor.. Evvelce yokken var olan ve bugün mahsul veren bu fabrika nasıl vücûda gelmiştir, ne gibi safhalar geçirmiştir, ne kadar insan emeği sarfedilmiştir? Şunları kısaca bir düşünsek; evvelâ mühendisler gelmiş, arsa üzerinde kurulacak fabrikanın eb'âdını, temel yerlerini, duvarlarını, kapısını, penceresini, irtifâını, çatısını, bacasını, hulâsa bütün tereffuatını ölçmüşler, biçmişler, hesaplamışlar, krokisini çizmişler, plânını yapmışlar, kâğıt üzerinde gölgesini, alçıdan resmini hazırlamışlar. Sonra malzeme yığılmıştır, îşçiler, ustalar, mimarlar gelmiş.. Hazırlanan plân uyarınca yerleri düzeltilmiş, temelleri açmış, aylarca ve belki de senelerce çalışarak arsa üzerine fabrikanın asıl gövdesini kurmuşlardır. Daha sonra sıvacı gelmiş sıvamış, boyacı gelmiş boyamış, her iş bitmiş.. Fabrika kendine mahsus olarak evvelce hazırlanmış olan şeklini temâmiyle almıştır. Bundan sonra açılış merasimi ve faaliyet..
Demek ki, insanlar bir şey yapmak için her türlü bilgiden sonra, malzemeye, zamana, işçiye, yardımcıya, bir takım âlet ve edevata muhtaçtırlar. Yapacakları herhangi bir şey için, bol malzeme, bol zaman, sonra çeşitli ihtisas sahibi mühendisler, ustalar, işçiler, işte insanlarda bir şey yapmak kudreti böyle bir takım şartlara bağlıdır. Bu şartlar tamamlanmayınca hiçbir şey yapamazlar. Onun için bu kudrete yaratıcı denmez. Yaratıcı kudret hiçbir kayda, hiçbir şarta tâbi değildir.
Allahu teâlâ bir şeyi yaratırken örneğe, maddeye, müddete, yardımcıya, âlet ve edevata muhtaç değildir. O, bir işi yapmak isteyince sadece ona "Ol!" der. O da hemen oluverir. Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. Yerleri, gökleri her şeyi yalnız bir istemesiyle, sade bir "Ol!" demekle yaratmıştır. Milyonlarca esbabın, asırlarca zamanın yapamadığı muazzam şeyler, Allah'ın bir tek irâdesi ile "Kün!" emri ile oluverir. Kün, ol mânasına emir sîgası bir kelimedir. Onun için (Allah'ın hazînesi kâf ile nun arasındadır) derler, işte yaratıcı kudret budur, insanlardaki kudretin bir kıymeti varsa, o da, asıl yaratıcı kudreti izleyip, arayanlara rehberlik yapması, onları hakikî yaratıcı kudret sahibi bulunan Allahu teâlâ'yı bilip öğrenmeğe sevk etmesidir.
Yaratmak kelimesinin hakikî ma'nâsını bilmek, yaratıcı kudretin Allahu teâlâ'ya mahsus olduğunu tasdik etmek, bunca yaradılmışları görüp dururken yaratıcı kudreti inkâr edenlerle fikir birliği yapmaktan son derece sakınmaktır. Öyle ya; bir makineyi yapıp işletmek için ilim ve fen kudreti icab edeceği ve bu kudrete sahip olduklarından dolayı mucitlere, muhterilere saygı ve sevgi gösterilmesi bir vazife, hattâ bir medeniyet borcu olarak kabul edildiği halde, o mucit ve muhterilerin bizzat kendilerini, zekâlarını, îcat ve ihtira ettikleri şeylerin maddelerini yaratan, velhasıl bütün kâinat makinasını kurup işleten ve onun her zerresini her an yenileyip duran Allahu teâlâ nasıl inkâr edilir ve buyrukları ne cesaretle hiçe sayılabilir?
|
|
|