|
ATATÜRK DÖNEMİ TARİH ÇALIŞMALARI VE ÖĞRETİMİ
Tarih, bize geçmişteki olayların nasıl cereyan ettiğini öğreterek hali, dolayısıyla kendimizi ve insanlığı tanıtır, böylece geleceğin nasıl olabileceğine dair ipuçları verir. Tarih öğretimi, “yurt sevgisinin beslenmesine yarayan en mühim amildir.”[2] Tarih ilmi kişiye, içinde yaşadığı toplum ile canlı irtibatı olmazsa bir hiç olduğu gerçeğini telkin eder.Tarih, milletlerin dolayısıyla insanlığın hafızasıdır. İnsanoğlunun bütün faaliyetleri tarihin konusu içerisine girer. “ Tarih ilmi insanların zaman ve mekân çerçevesinde husule getirdikleri tekâmül hâdiselerini, bunların şuursuz iptidaî hallerinde, tabiat eserleri yahut mâşeri bir vücudun fertleri ve toplulukları sıfatıyla yaptıkları fiillerinde tecelli eylemeleri itibariyle ; ve mâşeri hayatında mevzuu bahis ayrı hallerde rol ve ehemmiyetleri tayin ve tesbit edilen psikofizik âmillerin teşkil ettiği illî bağlılıklar çerçevesinde tetkik tasvir eder.” [1]
Tarih insanlara sağladığı ahlakî faydanın yanında pratik faydalar da temin eder. İnsanlar tarih sayesinde kendi tecrübelerinin yanında önceki nesillerinkinden de faydalanırlar. “Bir insan kendi hayatının sonlarına doğru nasıl bir kıymet teşkil ediyorsa tekmil beşeriyetin tarihinden elde edilmiş tecrübelerden istifade eden insaniyet de böyledir.” [3] Bu tecrübe aynı zamanda “çağdaş değerlerin daha iyi takdir edilmesine imkân sağlar.”[4]
Kısacası, “Tarih ilminin kıymet ve mahiyetini anlayan, onu rasyonel ve metodik bir surette vesaik üzerinde işleyip bu yolda kendi mesaisini diğer milletlere de tanıtabilen milletler reşid ve olgun milletlerdir.Tarih tetkikinde kemale ermek milletlerin ve cemiyetlerin kemalini ölçmekte mi’yar olmuştur.”[5]
Tarihe baktığımız zaman, tarih şuuru, dolayısıyla millî şuurun zayıf olduğu dönemlerde hem siyasî, hem de sosyal alanlarda meselelerin hat safhaya çıktığını görüyoruz. Tarih şuuru olmayan aydın ve devlet ricali varlık sebebi olan milletine yabancılaşmış, başka kültürlerin, dolayısıyla milletlerin etkisine girmiş, kendisine güven duygusunu kaybetmiştir. Kendisine güven duygusunu kaybeden aydının milletine hizmet etmesi, yol göstermesi mümkün değildir.
a. Atatürk’ün Tarih Görüşü ve Türk Tarih Tezi
Tarihimiz, insanlık tarihi kadar eski olmasına rağmen, Atatürk’e kadar gerektiği gibi araştırılıp ortaya konulamamıştır. Osmanlı döneminde diğer birçok sosyal ilimlerde olduğu gibi tarihte de yeterli gelişme olmamıştır. Tarihimiz gerektiği gibi araştırılıp, öğretilemediği için insanımıza tarih şuuru da verilememiştir. Bu ise hızla ilerleyen ve bu gelişmeyi geri kalmış toplumları ezmek için kullanan Batılı toplumlar karşısında bir eziklik, kendisine güvensizlik yaratmıştır. Oysa Batı dünyası aynı dönemlerde Türk devletini, milletini ve ülkesini hedef alan yoğun bir karalama kampanyasına girişmiştir.
Batılılara göre; Türkler medenî kabiliyete sahip değillerdir. Medenî olamadıkları gibi medeniyet düşmanıdırlar. Sarı ırka mensup olan Türkler, fethettikleri yerlerdeki medeniyetleri yıkmışlardır. Ayrıca, Türklerin yaşadıkları topraklar kendilerine ait değildir.
Batının önyargılarla ileri sürdüğü bu iddiaların bir kısmı ülkemizde de tesirini göstermiştir. “Türkiye’de tarih araştırmaları gelişmiş bulunmadığı ve tarih yazarlarımızdan büyük bir kısmı Avrupa tarihlerinden tercümeler yaparak, Tarih kitabı yazdıkları için, Türklerin ikinci nevi bir insan tipi olduğu yolundaki yanlış bilgiler memleketimizi de istila etmiş bulunuyordu.”[6]Bu önyargılı iddialara cevap verebilmek, söz konusu görüşlerin yarattığı olumsuzlukları ortadan kaldırabilmek için tarihimizin en ince ayrıntılarına kadar araştırılması ve öğretilmesi lâzımdır.
Tabii ki Atatürk, millî tarihimizin araştırılıp öğretilmesine sadece söz konusu iddialara cevap vermek amacıyla önem vermiş değildir. Millî heyecanın ancak millî tarih şuuru ile kuvvetlenebileceğini bilen Atatürk, “iktisadî ve siyasî istiklâle kavuşturduğu milletini manevî istiklâle de kavuşturmak için bu memlekette tarih araştırmalarının gelişmesine büyük önem” vermiştir.[7]
Atatürk, son yüzyıllarda Türk milletinin geçirdiği badireler sonucunda oluşan kendine güvensizlik duygusunu ortadan kaldırmanın yegane yolu olarak millî tarih şuurunun canlandırılması gerektiğini, “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
“Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça, büsbütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları, istiklâl fikrini kazanacaklar, o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler, kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye boyun eğmeyeceklerdir.”[8] sözleriyle ortaya koymuştur.
Atatürk, ilmî esaslara göre Türk Tarihinin araştırılması ve ortaya çıkan sonuçların öğretilmesi çalışmalarını bizzat başlatmıştır. “Atatürk’ün bu çalışmaları üç noktaya yönelmiştir. Birincisi, Türk ve Dünya tarihini eski, yanlış, ideolojik yaklaşımlardan kurtarmak. İkincisi, dünya medeniyetine Türk medeniyetinin yapmış olduğu katkıları ortaya çıkarmak. Üçüncüsü ise, Türk tarihini ilmî metotlarla modern, orijinal bir tarih haline getirmektir.”[9] Araştırma yapılırken gerçeklere riayet edilmesi gerektiğini; “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanı şaşırtacak bir mahiyet alır” sözleriyle belirtmiştir.[10]
Atatürk’ün Türk Tarih Tezi’nde araştırılmasını işaret ettiği hususlar şunlardır :
1. Türkler, brakisefal ve beyaz ırktandır. Beyaz ırkın anayurdu ise Orta Asya’dır.
Orta Asya medeniyetin beşiğidir. Medeniyet ilk olarak Orta Asya’da ortaya çıkmış ve dünyayı etkilemiştir. “Büyük Devletler kuran ecdadımız büyük ve şumüllü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur.” [11]
2. Türkiye’nin en eski halkı kimlerdir ? Burada ilk medeniyet kimler tarafından kurulmuştur ?
3. Türklerin İslâm Tarihi ve Medeniyetine katkıları nelerdir ?
4. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili iddialar araştırılıp, hakikat ortaya çıkarılmalıdır.
Bu konularda ilmî metotlarla araştırma yapmak, araştırmaları organize etmek üzere Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Atatürk, Türk Tarihi’nin araştırılması ve yazılmasının bir müessese tarafından yürütülmesini istediği için 23 Nisan 1930 tarihinde toplanan Türk Ocakları’nın 6. Kurultayında Ocak kanununa , “Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil eder” ifadesini ekletmiştir.[12] 15 Nisan 1931 tarihinde ise 3 Ekim 1935’te Türk Tarih Kurumu adını alacak olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. Cemiyete, Atatürk’ün Türk Tarih Tezinde işaret ettiği konuları araştırma görevi verilmiştir.
b. I.Türk Tarih Kongresine Göre Tarih Öğretimi
Tarih Tezindeki konularda araştırma yapmak, ortaya çıkan sonuçları yayınlamak üzere Türk Tarih Kurumu’nun kurulup, çalışmalarına başlamasından sonra 2-11 Temmuz 1932 tarihinde tarih araştırmalarında ve öğretiminde takip edilecek metodun tartışıldığı I. Türk Tarih Kongresi yapılmıştır.
Kongrenin açılış konuşmasını Maarif Vekili Esat Bey yapmış, tarih öğretiminin önemi, Cumhuriyete kadarki tarih öğretimimiz ve kongrenin amaçları hakkında değerlendirmelerde bulunmuştur. Kongrenin amacı ; okullarda ilk defa okutulmaya başlanan dört ciltlik yeni tarih kitabı ile ilgili uygulamaları değerlendirmek, gelecek yıllarda tarih öğretiminde birliği sağlamaktır. “Bu kongreden alacağımız müspet neticelerden Türkiye Cumhuriyeti dahilinde her neviden ve her dereceden bütün mekteplerde ve ilim müesseselerimizde tarih tedrisatı için birlik ve yüksek verim itibariyle en basit, en kolay ve en faydalı yolu göstermesini teemmül ediyoruz. Şüphe yoktur ki millî hars bu suretle kuvvet ve inkişaf bulur.”[13] Vasıf Bey, konuşmasının sonunda tarih öğretiminin faydalarından da bahsederek, kongreye katılan tarih öğretmenlerine yol göstermiştir. “Ana baba ocağında olduğu gibi mektep sıralarında da çocuklarımızın dimağlarında ve kalplerinde sarsılmaz bir kanaat ve iman halinde yerleşmesi lâzım gelen Cumhuriyet devri ahlâk ve terbiye telâkkilerinin ve Cumhuriyet sistemimiz esaslarının derin ve şerefli mazimizden kök ve kuvvet aldığını ve ahlâk ve terbiyede millî his, millî ahlâk, millî terbiyenin ve Cumhuriyet sistemimizde millî vahdet ve millî hakimiyetin ve ferdî hak ve hürriyetin esas teşkil eylediğini bu vesile ile de tekrarlamak isterim. Bunlar bizim medenî esaslarla daima tenmiye ve takviye edeceğimiz millî ve tarihî seciyelerimizdir.”[14]
Kongrede, Afet Hanım “Tarihten Evvel ve tarih Fecrinde” başlıklı konuşmayı yapmıştır.Afet Hanım, konuşmasında okullarda okutulmaya başlayan dört ciltlik tarih kitabının birinci cildindeki konular üzerinde durmuş, Orta Asya’nın otokton halkının kim olduğu ve bu halkın medeniyete katkıları nelerdir sorularına cevaplar aramıştır. Batılı araştırmacıların, Orta Asya’nın otokton halkının Türkler olduğu gerçeğini görmemezlikten gelmelerini tenkit eden konuşmacı, bu tür çalışmaların amacının “dünyaya yayılan, o medenî kütlelerinin öz anası olan asıl ırkı, büyük Türk ailesini unutmak ve unutturmaya” çalışmak olduğu ve “Türk ırkı, anayurtlarında, yüksek kültür mertebesine varırken”, Avrupa halkının vahşi ve tamamen cahil bir hayat yaşadığı gerçeğini ifade etmiştir.[15]
Türk Tarihinin ilk dönemlerine ait konuşmalardan birini de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Umumî Kâtibi Dr. Reşit Galip Bey yapmıştır. Konuşmasına millî tarihimizin son yıllara kadar ihmal edilmesi ve bunun doğurduğu sonuçları izah ederek başlayan Reşit Bey, Alpli diye adlandırdığı Türk ırkının özelliklerini şu sözlerle belirtmiştir: “Bütün bu tipler içinde ve bütün tarih imtidadınca her gittiği yerde ergeç hâkimiyetini kurarak münevver ve mütefekkir beşeriyetin bugün dahi hayranlığı gittikçe artan bir ruh ile, gittikçe derinleşen bir hürmet ve tazim ile tetkik ve temaşa ettiği büyük medeniyetleri yaratmış olanlar, muasır âlimlerin Alplılar ve bizim daha doğru olarak (Ata Türkler) diye andığımız insanlar, yani kudret ve kabiliyet kaynağı harikalı soyun evlâtlarıdır.”[16]
Reşit Bey’e göre, Türklerin dışındaki ırklar, kendi başlarına değil, Türklerle temasa geldikten sonra medenî mahsuller verebilmişlerdir. Mezopotamya medeniyetinin yerli sayılması imkânsızdır. Bu medeniyetin Samî olmayan, Orta Asya’dan gelen bir ırka aittir. Mezopotamya medeniyetin temsilcisi olan Sümerler Türk ırkındandır.[17]
Türk milletinin gerek İslâm Medeniyetine, gerekse dünya medeniyetine katkılarını ele alan konuşmalardan birini de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyelerinden Şemsettin Bey yapmıştır. Konuşmasının başında Türkler ve Türk Tarihi hususlarındaki yanlış kanaatlere temas ettikten sonra, Leon Kahon’un “Eğer Türklerin himmeti olmasaydı, İslâm medeniyeti o kadar itilâ etmez, o derece vasî iklimlere dağılamazdı” şeklindeki haklı tespitini “Eğer Türkler İslâm camiasına girmemiş olsalardı, İslâm medeniyeti denilen medeniyet vücut bulmaz, o derece inkişaf etmez, o derece vâsi iklimlere dağılmazdı” şeklinde değiştirerek ifade etmiştir.[18] Türklerin, bilhassa Ebu Müslim’den itibaren İslâm dünyasına ve medeniyetine önemli hizmetlerde bulunduklarını geniş şekilde izah eden Şemsettin Bey, bu gelişmelerin Batı medeniyetini de etkilediğini ifade etmiştir. Konuşmasının sonunda yeni nesillerin tarihimizden ilham almaları, tarihimizin bu ilhamı verecek şekilde öğretilmesi gereğini şu sözlerle belirtmiştir:
“Bu velût ve mütekâmil dimağlara varis olan bir millet çocuklarının harikalar yaratmağa namzet olduklarına hiç şüphe edilir mi ? Elverir ki kafaları irfan ve kültür kaynağı olan atalarımız gibi; ilmî metodlara tevfikan, sarsılmaz bir imanla, irfan dünyasını fethe azmetmiş olalım.
Dün, ümitsiz ve perişan Türk’e, ‘Toplan, yürü, zafer ve istiklâl senindir’ diyen lâhutî ses, bugün de bize ve yarınki nesle ‘Mazini hatırla ! Beşeriyete nurlar saçan medeniyeti yaratanlar senin atalarındır.Yürü, senin olan irfan iklimlerini tekrar zaptet !’ emrini veriyor” [19]
Tarih Metodolojisi ve Tarih Öğretimi açısından, Sadri Maksudi Bey’in yapmış olduğu konuşma da çok önemlidir. Konuşmada tarih telâkkileri üzerinde tek tek durulmuş ve “Bugüne kadar muhtelif mütefekkir ve sosyologlar tarafından beşeriyetin içtimaî hayatında ve tarihî inkişafında müessir oldukları ileri sürülmüş âmiller” şöyle sıralanmıştır: Fizikî, coğrafî, ruhî, iktisadî, büyük idealler, büyük şahsiyetler, halk ve fütuhat gibi amiller. [20]
Yukarda bahsedilen amiller tek tek incelendikten sonra şu sonuca varılıyor:
1. Tarihî olaylar tek bir sebep ile izah edilemezler.
2. Tarihin en önemli amilleri; fizikî ve coğrafî amiller, büyük mefkûreler, icat ve taklit, iktisadî amiller ve büyük şahsiyetlerdir.
3. “İktisadî âmil mühim âmillerden biridir. Fakat içtimaî hayatta yegâne âmil değildir. Maddiyeti tarihiye nazariyesinin ilmî esasları sarsılmıştır.”
4. “Bidayette, beşeriyet hayatında bilhassa fizik âmiller müessir olmuştur. Beşeriyet inkişaf ettikçe içtimaî hayatta, manevî âmillerin, mefkûrelerin rolü ziyadeleşmiştir.”
5. “Münkeşif beşeriyet içinde en mühim âmil mefkûredir.İdealdir. Manevî âmillerdir.”
6. Tarihin en mühim amillerinden biri de büyük şahsiyetlerdir. Büyük şahsiyet, yeni mefkûreler ileri süren kişidir. [21]
Birinci Türk Tarih Kongresinde, Tarih Metodolojisi ve Tarih Öğretimi konularında son olarak Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Başkanı Yusuf Akçura bir konuşma yapmıştır. I. Meşrutiyet Döneminde tarih öğretiminde ciddi eksikliklerin ve sıkıntıların olduğunu belirttikten sonra II. Meşrutiyet ile okullarda serbestçe tarih okutulma imkanının doğduğunu ifade etmiştir.[22]
Hatip konuşmasının devamında Tanzimat döneminde yazılan tarih kitaplarını değerlendirmiştir. “Bu devirde Türkçe yazılan, daha doğrusu Türkçe’ye tercüme olunan umumî tarihlerde, Fransız noktai nazarı tamamen hâkimdir.” Türkçülük fikri de bu dönemde tarih konusunda etkili olamamıştır. Edebiyat ve Edebiyat Tarihi ile bir dereceye kadar meşgul olmasına rağmen “umumî tarih ve Türk tarihiyle esaslı bir surette uğraşamadı. Hele mekteplerde okutulan umumî tarihlere hiçbir ciddî tesiri dokunamadı.”[23]
c. Ders Kitaplarına Göre Tarih Öğretimi
Atatürk’ün direktifi ile okullarda okutulmak üzere dört ciltlik bir ders kitabı yazılmıştır. Söz konusu ders kitabı 1932 ders yılından itibaren okullarda okutulmuş ve baskısı bittikçe konulara yeni gelişmeler de ilave edilerek tekrar basılmıştır.
“Atatürk devri gençliğinin sağlam bir millî şuurla yetişmesinde Türk tarih tezinin işlendiği bu kitapların okutulmasının büyük payı olmuştur.”[24]
Birinci cilt; Türklerin Anayurdu, göçler ve sonuçları ile eski Çin, Hint Mısır, İran ve Anadolu Tarihlerini ele almaktadır.
Tarih; ” insan cemiyetlerinin, zaman ve mekân gösterilerek ve sahih olarak, hayatını, harsını tetkik ve nakleden bir ilimdir.” Tarih, her ilim ve fenden faydalanmak mecburiyetindedir.[25]
Türklerin Anayurdu; Asya’dadır. “Asya, Ege Denizinden, Japon Denizine; Hint Denizinden Şimal Buz Denizine kadar uzanan ulu bir kara parçasıdır.”[26] Türklerin anayurdu Orta Asya ilk medeniyetin beşiğidir.
İkinci cilt ; Orta Asya ve Doğu Avrupa’daki Türk Devletleri, İslâm Tarihi, İlk Müslüman Türk Devletleri, Büyük Selçuklu ve Türkiye Selçukluları tarihlerini ihtiva etmektedir.
Büyük Selçuklu Devleti’nin Tarihteki Yeri :
İlk Müslüman Türk Devletlerinden Karahanlılar ve Gazneliler daha ziyade kuruldukları bölgelerde etkili olmalarına rağmen Selçuklu Devleti kısa sürede Şarkî Türkelinden Marmara ve Akdeniz kıyılarına, Kafkasya’dan Hint Denizi’ne kadar büyük bir Müslüman Türk Devleti şeklinde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde İslâm dünyası mezhep anlaşmazlıkları dolayısıyla Bizans’ın saldırıları karşısında duramayacak kadar zayıflamıştır. Selçuklu Devleti’nin güçlenmesiyle İslâm dünyası da taze hayat bulmuştur. “Anadolu’nun Müslüman Türkler tarafından kat’î olarak fethi, asırlarca süren Haçlılar hücumlarının akim kalması, daha Müslümanlığın zuhûriyle başlayan eski İslâm-Hıristiyan mücadelesinin, uzun bir zaman için, Hıristiyanlığın mağlûbiyetiyle neticelenmesi demekti. İşte bu suretle, büyük Selçuk İmparatorluğu’nun kuruluşu, Ortazaman cihan tarihinin umumî cereyanı üzerinde şiddetle müessir olmuş büyük bir tarihî hâdisedir.”[27]
Üçüncü cilt ; Osmanlı Tarihidir. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yıkılışına kadar geniş şekilde ele almıştır.
Osmanlıların Menşeî ve Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu :
Bu ders kitapları kaleme alındığı tarihlerde, Osmanlı Devleti’ni kuran ve “sonradan Osmanlı namını alan Türklerin nereden ve ne zaman Anadolu’ya geldikleri henüz ilmî bir surette tespit edilmiş değildir.” [28]
Mevcut bilgilere göre, Osmanlı Devleti’ni kuran aşiret de, bütün Türkler gibi Orta Asya’dan İran yoluyla batıya ilerleyerek, aşiret reisi Ertuğrul Bey’in emri altında Anadolu’ya gelip yerleşmiştir. Ertuğrul Bey, Anadolu’ya gelince Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad’dan aşireti için mülk istedi ve kendisine Karacadağ mevkii verildi. Ertuğrul Bey, Söğüt ve Sultanönü’nü fethetti. Kendisinin vefatı üzerine yerine küçük oğlu Osman Bey 1281 yılında uçbeyliğinin başına geçti.[29]
Türkiye Selçukluları iç ve dış sebeplerle günbegün çökerken Osman Bey’in başında bulunduğu Osmanlı Beyliği gelişmeye ve güçlenmeye başlamıştır. Anadolu ve Rumeli’deki fetihlerden sonra nihayet Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul’un fethiyle beraber Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu tamamlanmıştır. [30]
Ayrıca, İstanbul’un fethi ile Rumeli ve Anadolu’daki Türk ülkeleri birleşmiş ve Osmanlı Devleti kuvvetlenerek Avrupa’da ilerlemesi kolaylaşmıştır. “ İstanbul’un Türkler tarafından fethi, aynı zamanda bütün Hıristiyan âleminin Osmanlılara karşı mağlûbiyeti demekti.”[31]
Osmanlı Devleti’nin Duraklaması ve Çöküşü :
Osmanlı Devleti, Kanunî Sultan Süleyman zamanında her sahada inkişafın en yüksek derecesine erişmiştir. Ancak, yine aynı dönemde “devletin içtimaî ve siyasî teşkilâtında tevakkuf ve inhitatı hazırlayan amiller de görünmeğe başlamıştır.” [32]
Osmanlı Devleti’nin duraklama devresine girmesinin başlıca sebepleri şunlardır :
1. Osmanlı Devleti, sınırları genişledikçe daha kuvvetli düşman devletlerle karşı karşıya kalmıştır. Ayrıca, Avrupa XVI. Yüzyıldan itibaren değişmeye başlamış, kuvvetli merkezî devletler kurulmuş, ayrıca Reform ve Rönesans ile önemli bir fikrî değişiklik yaşamıştır.
2. Osmanlı ahalisi mütecanis değildi.
3. Kanunî’den itibaren hem her kademedeki idarecilerde, hem de müesseselerde bozulmalar başlamıştır.
4. Devletin malî sistemi de sıkıntıya girmiştir.[33]
I.Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin Sonu :
II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine Osmanlı Devleti’nin devletler arasındaki durumu da değişmiştir. İstanbul’da Alman nüfuzu azalmaya , Genç Türkler daha ziyade İngiltere ve Fransa’ya sempati duymaya başlamışlardır. Ancak bir süre sonra İttihat Terakki Partisi Almanya’ya meyletmiştir. “Balkan Harbinde Balkanlıları İtilâf Devletleri, yani İngiltere, Fransa ve Rusya tutuyordu; Osmanlılara ise İttifakı Müsellesin temeli olan Almanya ile Avusturya muhabbet ve teveccüh gösteriyordu.Balkan Harbi, iki sene sonra patlayacak Cihan Harbinin adeta öncü müsademesi gibi bir şey oldu.”[34]
I. Dünya Savaşı başladığı zaman, Osmanlı Devleti henüz Balkan Savaşlarının yarattığı olumsuzluklardan kurtulabilmiş değildi. Dolayısıyla, savaşa girmekte acele etmek doğru değildi. Ancak, Müttefiklerin hem batı, hem de doğudaki cephelerde durumları kötüye doğru gidiyordu. Almanya bu durumdan kurtulmak için biran önce Osmanlı Devleti’ni savaşa sokmak gayretine girmiştir. Nihayet, Karadeniz’de Osmanlı ve Rus donanmaları arasında cereyan eden bir olay Almanya’nın yanında savaşa girmemizle sonuçlanmıştır. [35]
Dördüncü cilt; iki kısımdan oluşmaktadır. Birinci kısım “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu” başlığı altında, Türk Milletinin Yeni Bir Devlet Daha Kurması ve İstiklâl Harbi başlıklı bölümlerden ; ikinci kısım ise “İstiklâl Harbinden Sonra İnkılâp ve Islahat Safhaları” başlığı altında; Lozan’dan Cumhuriyetin Resmen İlânına Kadar, Cumhuriyetin İlânı, Hilâfetin İlgası, Cumhuriyet Devrinde Siyasî Cereyanlar, Dinî, Hukukî İnkılâp ve Islahat, Maarif ve Terbiyede İnkılâp ve Islahat Cereyanları, İktisadî, Malî İnkılâp ve Islahat Cereyanları, Sıhhat, İçtimaî Muavenet İşlerinde Yeni Çığırlar ve İcraat, Türk Ordusu ve Millî Müdafaa konulu bölümlerden müteşekkildir.[36]
Eserin birinci kısmının başlığı “Türk Milletinin Yeni Bir Devlet Daha Kurması”dır. Burada “Beşer tarihinde, Türkler kadar çok ve büyük devletler kuran bir ırk gelmemiştir… Bir Türk devleti tarihe karıştı mı, derhal başka bir veya birkaç Türk devleti hayat sahnesine çıkar.
Büyük Harp sonunda (1918), Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp parçalanırken, Türk kudreti yeni bir devlet daha meydana getirdi.”[37] İfadeleriyle Türk Tarihinin devamlılığı, Türk milletinin devlet ve medeniyet kurmadaki kabiliyeti ortaya konmuştur. Devamla, Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki gelişmeler, ülkemizin işgali ve bu gelişmeler karşısında Türk milletinin tavrı üzerinde durulmuştur. Amerika Cumhurbaşkanı Vilson tarafından ortaya konulan milliyet prensibi “yalnız mağlup devletlerin kuvvetten düşmesi için tatbik edilerek, İngiltere, Fransa gibi müteaddit milletlere hâkim olan galip imparatorluklara asla teşmil edilmemiştir.Bundan başka mağlup devletlere tatbikinde dahi esasa sadık kalınmayarak büyük devletlerin o andaki menfaatleri gözetilmiştir.”[38]
Bu haksız uygulamalar karşısında Türk milleti tepkisini ortaya koyarak yeni bir Türk Devleti kurmak üzere harekete geçmiştir. Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı Devleti’ni yok eden emperyalist devletler, “aynı darbe ile Türkü de öldürdük sanmışlardı; ve bunda çok yanılmışlardı. Çok kudretli ve yaratıcı Türk milleti, yaralı, yorgun, fakat canlı ve ümitli ayakta duruyordu. Anadolu’da Selçuk Saltanatı yıkılıp dağılınca, ondan daha kuvvetli Osmanlı Saltanatını kuran millet, Osmanlı Saltanatı tarihe karışırken de, ondan daha kuvvetli başka bir devlet, kendi adını taşıyan millî ve muasır bir devlet kurmaya azmetmişti.”[39]
Osmanlı Devleti’nin Parçalanması ve Millî Mücadele’nin Başlaması
Mevcut idareyi ve idarecileri itaat altına almak mümkün olmuştur. Ama binlerce yıldır hür ve müstakil yaşamış, bunca devlet ve medeniyet kurmuş olan Türk milletini mahkum etmek imkânsızdı. Gazi Mustafa Kemal Paşa liderliğinde “zorluklar arttıkça onları istihkar ile başını yükselten bu mağrur ve fedakâr millet, düşmanlarının önüne çıkıp dikildi ve onları Anayurdundan atıncaya kadar oturmadı.”[40]
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a çıkar çıkmaz milleti ve resmî makamları “millî hakların müdafaası, millî istiklâlin elde edilmesi için mücadeleye davet etti.Türk milletinin ruhunda doğan millî müdafaa emeli, Mustafa Kemal gibi bir dehanın sevk ve idaresi altında vahdet ve intizam ile tahakkuka başlıyordu.”[41]
Yine daha ilk günden itibaren, “teşebbüslerini ve icraatını şahsî mahiyetten çıkarmak, millî müdafaa teşkilâtını hukukî bir esasa istinat ettirerek, bütün milletçe kabul ve itaat edilecek bir hale getirmek için, Türk milletinin mümessillerinden mürekkep bir meclis toplayarak o meclisin mukarreratını esas tutmak istiyordu.”[42]
Mustafa Kemal Paşa, bir taraftan milleti teşkilâtlandırırken, diğer taraftan da Meclis-i Mebusan’ın bir an önce toplanması için girişimlerde bulunmuş ve nihayet Meclis toplanmıştır. Mebuslara, Mecliste Müdafaa-i Hukuk Grubunu kurmaları tavsiye edilmesine rağmen bunu gerçekleştirememişler, “Felah-ı Vatan Grubunu” kurmuşlardır. Eserde bu durum; “bununla millî kuvveti kendinde toplayan ‘Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyetine’ bağlı olmadıklarını izhar ederek zaaflarını gösterdiler ve düşmanın cesaretini arttırdılar.Halbuki siyasî vaziyeti olduğu gibi görenler için bu esnada yapılabilecek yegâne doğru iş Mecliste, Müdafaai Hukukun bir grubunu tesis ile bu grubun ve Meclisin Riyasetine Mustafa Kemal’i intihap etmekten ibaretti.”[43] şeklinde değerlendirilmektedir. Mustafa Kemal Paşa, daha İstanbul’da iken ileri sürülen bütün fikirleri değerlendirmiş, hiç birinde isabet görmemiş “hakimiyeti milliyeye müstenit, bilâkaydü şart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmekten gayrı Türkler için kurtulmak çaresi olmadığına karar vermiş bulunuyordu ve bunun da sözle, hak iddia etmekle, merhamet dilenmekle, siyaset diye düşmanlara müdara ve mümaşat eylemekle elde edilmeyip fiilî bir kuvvete dayanarak ‘celâdet göstermekle’ fedakârca mukavemette bulunmakla kabil olacağına da kat’î kanaati vardı.”[44]
Kitabın İstiklâl Harbi başlıklı ikinci kısmının girişinde İstiklâl Harbinin Mahiyeti üzerinde durulmuştur. “İstiklâl Harbini, yalnız askerî ve siyasî bir mücahede saymamalıdır: Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmakta olduğunu gören Türk milleti, her cihetle müstakil bir devlet ve bir içtimaî heyet kurmağa çalıştı. Mustafa Kemal’in idaresi altında, birçok cephelerden taarruz ve müdafaayı icap ettiren işte bu ceht ve gayretin mecmuu İstiklâl Harbi’ni teşkil eder.”[45] Devamla İstiklâl Harbinin gayeleri sıralanmaktadır: Türk milleti yıkılan Osmanlı Devleti’nin yerine Yeni Türk Devleti’ni kurarken, Türk vatanını yabancı işgalinden kurtarmak; “iktisadî ve adlî istiklâlsizliğini”, yeni Türk Devleti’ne sirayet ettirmemek ; “ferdî idare” sistemini kaldırmak; “dinî esas ve kanunları, yalnız fertle mabut arasındaki münasebetlere hasrederek, medenî, içtimaî ve siyasî kanunları ve müesseseleri, Türk milletinin ihtiyaçlarına ve zamanımız hukuk ve siyaset nazariyelerine göre yenileştirmek ve bu suretle yeni Türk Devlet ve cemaatini lâik prensiplere istinat ettirmek”; Halifeliği ortadan kaldırmak; Batı medeniyetinin bir üyesi olmak; Ortaçağlardan kalmış olan hurafeleri yıkmaktır.[46]
Zaferler:
Sakarya ve akabinde Başkumandanlık Meydan Muharebesi ve Zaferi yakın dönem Türk Tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır.
Sakarya Zaferi ile Yunan taarruzu kırılmıştır. “Sakarya Meydan Muharebesi, düşman istilâ ve taarruz kuvvetini tamamen kırmış ve Yunan ordusunda bir daha taarruz cesareti bırakmamıştı…Bundan sonra Yunanlılar Türk Ordusunun harekâtına tâbi olmak zaruretine düşmüşlerdi. Bu zaruret ise bilhassa bir istilâ ordusu için mağlubiyet ve felâketin başlangıcıdır.”[47]
Başkumandanlık Meydan Muharebesi ve Zaferi ise işgalcilere ve destekçilerine nihaî darbeyi vurmuştur. “Bu zaferin neticeleri yalnız Anadolu’yu Yunanlılardan temizlemekten ibaret değildir. Bu kat’î zafer, aynı zamanda İstanbul ve Boğazı ellerinde tutan İtilâf Devletlerinin, yeni Millî Türk Devleti muvacehesinde acizlerini ve hatta bir dereceye kadar mağlubiyetlerini bütün cihan önünde ispat etmiştir. Osmanlı İmparatorluğu, Cihan Harbinden mağlup çıkmış iken, Türk Milletinin kurtarıcısı Büyük Mustafa Kemal idaresinde kurduğu yeni Devlet, medenî âlem karşısına, dünyanın medenî milletlerine tamamen müsavi hak ve vazifelere malik olarak çıkıyordu.
Türk Milleti, bu kat’î zafer sayesinde, üç asırdır kaybettiği siyasî ve iktisadî istiklâlini istirdat edecek ve sağlam esaslar üzerine kurduğu yeni devleti, bütün dünyaya tanıtacaktır.”[48]
Lozan :
Lozan Barış Antlaşması, “yeni Türk Devleti’nin tam istiklâl ve hakimiyetini bütün cihana tasdik ettiren beynelmilel bir vesika ve senettir.” Lozan’da, Yeni Türk Devleti’nin doğum vesikasını, bütün devletler imzalamışlardır. Lozan’ının en önemli özelliği kapitülasyonları kaldırarak millî hakimiyet ve istiklâlin her alanda tanınmış olmasıdır.
“Mondros-Mudanya ! Sevr-Lozan ! Türk tarihinin yaşadığımız safhasında, bu dört kelime Türkler için üzerinde çok düşünülmeğe değer kelimelerdir. Mondros Mütarekesi ve Sevr Muahedesi ile Osmanlı İmparatorluğu, yok olmayı kabul etti ; Mudanya Mütarekesi ve Lozan Muahedesi ile yeni bir Türk Devleti, varlığını tanıttı.”[49]
İnkılâplar :
Atatürk’ün İnkılâpları gerçekleştirirken takip ettiği metot; Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakayi ve hadisattan istifade ederek milletin hissiyat ve efkârını hazırlamak ve kademe kademe yürüyerek hedefe vâsıl olmağa çalışmak” şeklindedir.
“Gazinin bu birkaç cümlesi Millî Mücadele’nin zafere varan yürüyüş ve tekâmül safhalarının hazırlanmasında güdülen usulü gösterdiği kadar siyasî, içtimaî inkılâp hareketlerinin de nasıl önceden hazırlanmış bir sıra ve tertip ile yürüdüğünü ve her biri için ancak en elverişli sayılan zaman gelince tatbik sahasına geçildiğini açıkça gösterir. Türk İnkılâbının tatbikat şiarlarından biri de dertlerin kökünden sökülmesi ve atılan adımların asla ve hiçbir suretle geri alınmamasıdır.”[50]
Milliyetçilik :
Türk milliyetçiliği, “ancak millî iradeden sonra, her sahada bütün vuzuh ve şümulile hakikî mana ve delâletini bulmuş, siyasî, iktisadî, harsî bir devlet sistemi halini almıştır.”[51]
Türk milliyetçiliğine göre; Türk Milleti insanlık ailesinin şerefli bir üyesidir. Dolayısıyla bütün insanlığı sever ve millî haysiyet ve menfaatlerine saldırılmadıkça başka milletlere karşı düşmanlık beslemez. “Türk milliyetçiliği, bütün muasır milletlerle bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimaî heyetinin hususî seciyesini ve başlı başına müstakil hüviyetini mahfuz tutmayı esas sayar; bu itibarla millî olmayan cereyanların memlekete girmesini ve yayılmasını istemez.”[52]
Eserde dış Türkler ile ilgili olarak da şu kısa değerlendirme yer almaktadır:
“Bizim milliyetçiliğimiz, gerek müstakil, gerek başka devletlerin tebaası halinde yaşayan bütün Türkleri hangi dinden olurlarsa olsunlar derin bir kardeşlik hissiyle candan sevmek, onların refah ve inkişafını candan dilemekle beraber kendisine siyasî iştigal hududu olarak Türkiye Cumhuriyeti hudutlarını kabul etmiştir.”[53]
Lâiklik :
Türk Tarihi’nin ilk devirlerinde, Türk Milleti din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır. “Bu, büyük bir fikrî tekâmül eseri idi.” Bu dönemlerde kurulan Türk devletlerinde, herkes dininde, itikadında serbest olmuştur. [54]
Bilindiği gibi yapılan bütün inkılâpların ortak özelliklerinden bir tanesi de lâik karakterli olmalarıdır. Lâiklik, “ din ile dünya, din ile devlet işlerinin ayrılması manasını anlatan bir tabirdir.Bunu dinsizlik manasına almak çok yanlıştır.
Fırka devlet idaresinde bütün kanunların, nizamların ve usullerin, ilim ve fenlerin muasır medeniyete temin ettiği esas ve şekillere ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılmasını ve tatbik edilmesini prensip kabul etmiştir.”[55]
3 Mart 1924 tarihi, dinin devletten ayrılmasında, Cumhuriyetin lâikleşmesinde en büyük adımın atıldığı gündür.
İç Politika :
Türkiye Cumhuriyeti’nin iç politikadaki temel amaçları; Bütün inkılâp sonuçlarını korumak, vatandaşların emniyet ve millî nizamını korumak, bu esasların temini için her zorluğu aşabilecek bir hükümet otoritesi kurmaktır.
Ancak, devletin yanında vatandaşın da vazifeleri vardır. “Bilhassa bütün inkılâp neticelerini korumak hususunda, her Türk vatandaşının vazifesi devlet ve hükûmet vazifesinden eksik değildir.”[56]
Millî birliğin kuvvetlendirilmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin iç politikadaki temel hedeflerinden biridir. “Millî vahdet, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ‘zümre, sınıf, aile ve fert imtiyazı aramaksızın’, aynı dil ile konuşması, aynı kültür ile yetişmesi ve aynı mefkûre için yaşaması ve çalışması demektir.”[57] Türk-Rum Nüfus Mübadelesi, millî birliğin kuvvetlenmesine yardım etmiştir.
Dış Politika :
Türkiye Cumhuriyeti’nin 1920 yılından itibaren başlayan dış politikasını iki döneme ayırmak mümkündür :
1. Lozan Antlaşmasına kadar devam eden Millî Mücadele veya İstiklâl Harbi dönemidir. “Lozan Muahedesi, Sevr Muahedesine ve onun daha ziyade ağırlaştırıldığı kapitülasyon siyasetine kat’î ve mutlak surette nihayet verir.”
2. Lozan’dan sonraki dış politikanın esas hedefi “Yurtta Sulh, Cihanda Sulhtur.”[58]
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dış politikada göz önünde bulunduracağı özellikle iki devletten, Rusya ve Amerika’dan bahsedilmektedir.
Millî Mücadele döneminde Türkiye-Sovyet Rusya yakınlaşması ve işbirliğinin sebepleri üzerinde de durulmuştur. Bu sebeplerden bir tanesi her iki tarafın da düşmanlarının aynı olmasıdır. Dolayısıyla, “her iki memleket, coğrafî vaziyetlerinden dolayı biri ötekinin düşmanları tarafından ihatasına mâni oluyordu…”
Millî Türkiye Bolşevik ihtilâlinin kendi memleketine sirayetine müsaade edemezdi.Bolşevik Rusya dahi millî cereyanın Rusya’ya sirayetine müsait olamazdı. Tarafeynin, bu hassas meselelerde dürüst hareket etmek karar ve siyaseti, aralarında ihtilâfa mâni olmuştur.”[59]
Amerika Birleşik Devletleri’nin I. Dünya Savaşı yıllarındaki başkanı Vilson, Doğu Anadolu ve Kafkasya’da bir Ermeni devleti kurmak amacındaydı. Bölgeye gönderilen Amerikan heyeti bunun fiiliyatta mümkün olmadığını belirtmiş, bunun üzerine “Amerika’nın Yakın Şarktaki emelleri, ticarî ve harsî sahaya inhisar ettiğinden Müttehit Devletler, Türklerle sureti umumiyede iyi geçinmek siyasetini tercih ettiler.”[60]
Millî Eğitim :
Cumhuriyet millî eğitiminin genel amacı; “Türk Milletini medeniyet safında en ileri götürmek ve yeni nesilleri Türk olmak haysiyetinin istilzam ettiği bu gayeye en kısa zamanda varmayı mümkün kılacak aşk, irade ve kudretle yetiştirmektir.”[61]
Tarih :
Tarih, “her şeyden evvel, bir millete bütün fazilet ve meziyetleri, hata ve nakiseleriyle kendini tanıtarak, yarın için yol ve hedef gösteren bir mürşittir.”[62]
Türk Tarihi, Türk Milletine insanlığa büyük ufuklar açan medeniyetlerin kendi ırkı tarafından kurulduğunu anlatır. Türk Tarihi Türk Milletine, “dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek hakimiyet ve hars damgası basılı olduğunu, başka milletlerin tek numunesi ile öğündükleri devletlerin en büyüklerinden çok daha büyüklerini yüzlerle kurmuş, her mana ve mahiyette şan ve şeref kaynaklarından kana kana içmiş, görgülü bir soydan geldiğini anlatır.”[63]
Fakat, Türk Tarihi Türk Milletine aynı zamanda ulaştığı medenî seviyeyi kaybettiğini, taassup ve cehalet bataklığına sürüklendiğini de hatırlatır. [64]
Sonuç
Türk milleti en köklü ve zengin tarihe sahip milletlerin başında gelmesine rağmen, çeşitli sebeplerden dolayı, Atatürk’e kadar bunu gerektiği gibi öğrenme şansından mahrum kalmıştır. Atatürk, bir taraftan Türk Tarihi ve Medeniyetini ilmî metotlarla, belgelere dayalı olarak araştırıp ortaya konulması için çalışmalar başlatmış, direktifler vermiş, diğer taraftan da “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyerek tarih öğretiminin layıkıyla yapılması için faaliyete geçmiştir. Tarih öğretimi, kişiye, dolayısıyla topluma millî kimliğini kazandırır, ama aynı zamanda vatan ve insanlık sevgisini de aşılar.
Türk Tarihini, belgelere dayalı olarak tarih metodolojisinin ilkeleri çerçevesinde araştırmak, yapılan çalışmaları desteklemek, sonuçları yayınlamak gibi amaçlarla Türk Tarih Kurumu kurulmuştur. Bunun yanında ilmî metotlarla yapılan araştırmalarda ortaya çıkan sonuçları değerlendirmek, eksiklikleri tespit etmek için Tarih Kongreleri tertiplenmiştir. 2-11 Temmuz 1932 tarihlerinde toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi’nde aynı zamanda gerek tarih araştırmalarında, gerekse tarih öğretiminde takip edilecek metot tartışılmıştır. Ayrıca, bu dönemde okullarımızda okutulmak üzere dört ciltlik Tarih Ders Kitabı yazdırılmıştır.
Gerek tarih öğretiminde uygulanacak metodun tartışıldığı Birinci Türk Tarih Kongresi’ndeki konuşmalara, gerekse dört ciltlik ders kitaplarına baktığımız zaman; Türk çocuğunun millî kimliğini tekrar kazanabilmesi, kendine güven duyması, kazanacağı millî şuur ile birlik ve beraberliğe katkı sağlaması ve medeniyet yolunda ilerlememizde rol alabilmesi kendisine verilecek tarih bilgisiyle, yani tarih öğretimi ile yakından alakası olduğunu görmekteyiz. Atatürk dönemi Türk gençleri bu şuur ile yetiştirilmiştir. Bugün de Türk Gençliği, Atatürk’ün gösterdiği yolda ilerlerken en büyük kuvvet kaynağını yine kendi tarihinde bulacaktır.
DİPNOTLAR
* Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
[1] Zeki Velidî Togan, Tarihte Usûl, 3. bas. İstanbul 1981, s. 13
[2] E. Bernheim, Tarih İlmine Giriş Tarih Metodu ve Felsefesi, Çev: Şükrü Kaya, İstanbul 1936, s. 62
[4] Mübahat S. Kütükoğlu, Tarih Araştırmalarında Usûl, 2. bas. İstanbul 1991, s. 4
[6] Enver Ziya Karal, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi, Atatürkçülük II, Genelkurmay Başkanlığı, 5. bas. İstanbul 1998, s. 158
[7] Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Tarihi, Türk Kültürü, Sayı:249,Yıl:XXII, (Ocak 1984), s. 4
[8] Atatürkçülük I, Yayına Haz. Genelkurmay Başkanlığı, 5. bas. İstanbul 1998, s. 358
[9] Azmi Süslü, Atatürk ve Tarih, Atatürkçü Düşünce El Kitabı, Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara 1998, s.145
[10] Atatürkçülük I, s. 358
[11] Atatürkçülük I, s. 358
[12] Süslü, a.g.m, s. 256
[13] Birinci Türk Tarih Kongresi, Maarif Vekaleti, s. 12
[14] Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 13
[15] Afet Hanım (İnan), Tarihten Evvel ve Tarih Fecrinde, Birinci Türk Tarih Kongresi, s.40
[16] Reşit Galip, Türk Irk ve Medeniyet Tarihine Umumî Bir Bakış, Birinci Türk Tarih Kongresi, s.110
[17] Reşit Galip, a.g.m, s. 117
[18] Şemsettin Bey, İslâm Medeniyetinde Türklerin Mevkii, Birinci Türk Tarih Kongresi, s.289
[19] Şemsettin Bey, İslâm Medeniyetinde Türklerin Mevkii, Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 306
[20] Sadri Maksudi Bey, Tarihin Amilleri, Şemsettin Bey, İslâm Medeniyetinde Türklerin Mevkii, Birinci Türk Tarih Kongresi, s.343
[21] Sadri Maksudi Bey, Tarihin Amilleri, Şemsettin Bey, İslâm Medeniyetinde Türklerin Mevkii, Birinci Türk Tarih Kongresi, s.364
[22] Yusuf Akçura, Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair, Birinci Türk Tarih Kongresi, s. 578
[23] Akçura, a.g.m, s. 596
[24] Ercümend Kuran, Millî Tarih Görüşümüz, Türk Kültürü, S : 85, Yıl : VIII, Kasım 1969, s. 16
[25] Tarih I Tarihtenevvelki Zamanlar ve Eski Zamanlar, İstanbul 1931, s. 8
[28] Tarih III Yeni ve Yakın Zamanlar, 3. bas. Ankara 1941, s. 1
[36] Tarih IV Türkiye Cumhuriyeti, 2. bas. İstanbul 1934, s. VII-XIII
Selçuk Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi
ATA DERGİSİ
Sayı:11
Konya-2003
Sayfa: 57-73.
|
|
|
|
|