Tarih ilminin yapılmasına, yani tarihin yazılmasına aracı olan
herşeye kaynak diyoruz. Bu bakımdan eski Türk tarihinin kaynaklarını üç kısma ayırıyoruz.
C- Yazılı Kaynaklar (Kütüphane malzemeleri)
1- Mitoloji, Efsane, Destan ve Eski Türk İnançları
Sözlü olarak günümüze gelen tarihi kaynakların başında mitoloji, eski Türk inançları, örf ve adetleri gibi unsurlar gelir. Dünyanın ençok din değiştiren toplumlarından biri olan Türkler, zaman içerisinde bu dinlerin bazı taraflarını kendi gelenek ve görenekleriyle de birleştirerek günümüze kadar taşımıştır.
Türk örf ve adetleriyle beraber, töre adını verdiğimiz toplumsal düzenin gereği olan yasalara ait ilk kayıtları Çin yıllıklarıyla, Orkun kitabeleri, Divanü Lûgat-it Türk ve Kutadgu Bilig gibi yazılı kaynaklarla, destanlarda görebilmekteyiz. Ayrıca Türk yurtlarını gezen seyyahların eserlerinde de bu töre ve geleneklere rastlanılır. Mesela 585 yılında, Kök Türk Kaganlığının başında bulunan Işbara Kagan, içeriden ve dışarıdan vurulan darbeler yüzünden bunalmış ve Çin imparatorluğundan yardım istemişti. Onun bu dileğine olumlu cevap veren Çinliler, buna karşılık Işbara Kagan’dan “Çin adetlerini benimsemelerini” talep ettiler. O da; “bizim adet ve geleneklerimiz çok eski çağlardan beri devam ede-gelmiştir. Bundan dolayı onları değiştirmeye benim gücüm yetmez. Bizim topraklarımızda idare edilenlerle, yönetenler arasında kurulmuş olan düzeni yaralamağa ben cesaret edemem”[1], diyerek herşeye rağmen törelerinden vazgeçemeyeceğini söylüyordu.
Türk töresine verilen önemi bu şekilde Çin kaynaklarından öğrendiğimiz gibi, Kök Türkçe yazıtlardan da kanunların yerinin Türk devlet yapısına nasıl tesir ettiğini görüyoruz. Kitabelere göre, iyi bir kagan ülkesinin törelerini, yani kanunlarını düzenlemeli ve yaymalıdır. Bumın ve İstemi kardeşler kaganlığın başına geçer-geçmez ülkeyi ve töreyi düzenlediler[2]. Çünkü kuvvetli bir devletin varlığı için gerekli olan şartlardan birisi de kanunlara sahip olmadır.
Herne kadar Türk milleti kanunlarını yazılı olarak saklamadıysa da, yüzyıllardan beri sözlü olarak gelen töre hükümleri herkes tarafından bilinmekte ve kayıtsız-şartsız uyulmaktadır. Töre hükümlerine aykırı davrananlar ise en ağır şekilde cezalandırılırdı. Bütün Türk sülaleleri gibi, Çingiz Han’ın kurmuş olduğu hanedanlıkta töreye dayanıyordu.
Bilindiği gibi Türk düşüncesinde önemli bir yer teşkil eden otoriter devlet anlayışının iki dayanağından biri töreye sıkıca bağlılık, biri de devlet kuruluşlarının işleyişine damgasını vuran bu nizamda dikkatli ısrardır. Kanunlardan mahrum bir devletin yaşaması zaten düşünülemez[3].
Araştırmacıların bazılarına göre, tarih sözlü bir ortam içerisinde başlamış ve ifade edilmiştir. Sözlü kaynakların içerisinde saydığımız mitolojinin kadrosuna ise, “tarihte adı geçmeyen veya artık unutulmuş büyük kahramanlara ait efsaneler” girer[4]. Bu açıdan konuya bakacak olursak, tarihimizde gerçekle hikayenin karışmış olduğu pekçok efsaneye sahibiz. Bunların başında, Türklerin şimdilik tarihi kaynaklardan öğrendiğimiz ilk devletleri olan Hunların hükümdarı Mo-tun’un hayatı gelir. Malumdur ki, Mo-tun’un gençliği ve mücadeleleri Çin kaynaklarında renkli bir şekilde anlatılmakta ve bunlar Türk tarihine ait ilk destani materyaller olarak göze çarpmaktadır. Bunun yanı-sıra Mo-tun ile Oguz Kagan’ın aynı kişi olduğunu iddia edenlerin de varlığından bahsetmekte fayda vardır. Hun birliğinin en kudretli ve meşhur hükümdarı olan Mo-tun (M.Ö. 209-174), babasının kendisini varis göstermemesi üzerine, emrinde bulunan ve kendisinin eğittiği bir tümen asker ile babasını bir sürek avında suikast sonucu öldürmüş ve Hun birliğinin başına geçmişti. O sırada ülkede birtakım karışıklıklar olduğundan zayıf bir halde bulunan Mo-tun’dan komşuları olan Tung-hular, babası Tuman’ın hiç durmadan 1000 mil koşabilen atını istemişlerdi. O da bir kurultay toplayıp, durumu vezirlere sormuş, devlet ileri gelenleri bu atın verilmemesi yolunda karar verdikleri halde, Mo-tun bu atı gelen Tung-hu elçisine vermişti. Bu olaydan kısa bir müddet sonra hiçbir töre ve gelenek tanımayan Tung-hular bu kez de Mo-tun’un hatununu istediler. Devlet meclisi derhal savaş ilan etmeyi teklif ettiyse de, Mo-tun kendi eliyle hatununu verdi. Herne pahasına olursa olsun Türklerle savaşıp, onların ülkesini ele geçirmeyi planlayan Tung-hu hükümdarı ordusunu toplayarak, sınırda bulunan terkedilmiş, çorak bir araziye girdi. Hükümdar elçi gönderdi ve Mo-tun’dan bu toprağı istedi. O da, hemen kurultayı topladı ve devlet ileri gelenlerinin görüşünü sordu. Onlarda Mo-tun’un daha önceki kararlarını göz önünde bulundurarak, “bu toprak parçasını ha terketmişiz, ha terketmemişiz, ne farkeder” dediler. Bunun üzerine Mo-tun kızarak şöyle kükredi: “Toprak devletin temelidir. Biz onu başkasına nasıl verebiliriz” dedikten sonra, toprağı verme taraftarı olanların başını hemen kestirdi.
Türk tarihi için son derece önemli olan bu efsanevi vesika Çin’in ilk resmi tarihi sayılan Shih-chi adlı yıllığın 110. bölümünde kaydedilmiştir.
Bundan başka efsanevi unsurların içinde bulunduğu Türklerin türeyişleriyle alakalı sözlü kaynakların içerisinde Kök Börü ve Ergenekun efsaneleri gelir ki, bunların da Türk tarihi açısından önemi; milletimizin karakterini ve milli yapısını yansıtmasıdır. Bu efsaneleri de şöyle özetleyebiliriz: “Herşeyin sahibi olan Tanrı birgün yukarıda mavi gökleri yarattı. Sonra bu muazzam uzay boşluğu içerisine dünyaları yerleştirdi. Önce göğü, sonra da yagız-yeri ortaya çıkarmıştı. Bütün bunlara rağmen eksik olan birşey vardı. Bu yaratmış olduğu evrene öyle birşey eklemeliydi ki, hem kendisinin yarattıklarının en üstün varlığı, hem de bu dünyanın bir anlamı olmalıydı. Böyle düşünürken kendisinden de birşeyler kattığı insanı vücuda getirdi. Ve “yukarıda mavi gök, aşağıda yagız yer kılınmış; ikisinin arasında da insan oğlu yaratılmıştı”. Fakat Tanrı, insanların farklı farklı olmasını arzu etmişti. Onları çeşitli ırklara, kabilelere böldü. O, insan ırklarının bu şekilde birbirlerini tanımalarını ve karışmamalarını istiyordu.
Binlerce yıl geçtikten sonra insan oğlu yeni yeni şeyler öğrendi, başka başka özellikler kazandı. Irklar zamanla birbirlerinden tefrik edilmek için çeşitli adlar almaya başladılar. İşte bunlardan birisi vardı ki, o zamana kadar yaratılmış olan hiçbir ırka, hiçbir soya benzemiyordu. Tanrı, bu ırka o vakite kadar meydana getirdiği hiçbir soyda olmayan meziyetler ve hünerler bahşetti. Bu ırk dünyanın en savaşçı, en zeki, en dürüst, en güzel ahlaklı ırkıydı. Bulunduğu coğrafyada ona korkuyla karışık bir saygı hissi vardı. Bu ırk zayıfların ve haklıların koruyucusu, zalimlerin ve haksızların düşmanıydı.
O zamanlar, bahsetmiş olduğumuz bu ırkın başında tıpkı kendisi gibi çok cesur, yiğit ve akıllı bir kişi vardı. Herkes onun sözünü dinler, yap dediğini yapar, yapma dediğini yapmazdı. Bu kişinin adı Türk’tü. Türk “güç, kudret, erdem” demekti. Onun soyundan gelen kişiler de bu özelliklerinden dolayı o öldükten sonra, bu adı almayı uygun buldular.
Türk’ün yeryüzünde bu kadar sevilmesi, bu ırkın üstünlükleri yüzünden dünyada bazı ayrıcalıklara sahip olması, çevredeki toplumların ve ülkelerin bazılarının ona düşman olmasına sebep oldu. Onun bu düşmanları aralarında gizli planlar yaparak; Türk milletini birgün tuzağa düşürerek büyük bir bozguna uğrattılar. Bu korkunç baskından bir çocuk haricinde kimse kurtulmamıştı. Düşman askerleri bu çocuğu öldürmemişler, fakat kol ve bacaklarını keserek bir bataklığa atmışlardı.
Yeryüzünde olup-biten bu işleri Tanrı makamından seyrediyordu. Kendi yaratmış olduğu, bu kutlu ırkın yok olmasına razı olmadı. Onun için bu çocuğun yanına bir dişi kurt gönderdi. Bu dişi börü, çocuğa et ve yiyecek getiriyordu. Bunlarla beslenen çocuk ölümden kurtuldu. Biraz büyüyen bu çocuk kurtla birleşti ve kurt ondan gebe kaldı. Etrafta kurt gibi yaşayan bir çocuğun olduğunu duyanlar, onu öldürmeye geldikleri zaman, kurt Tanrı’dan gelen buyruğu dinleyerek, çocukla birlikte yaşadıkları göl kıyısının kuzeyinde bulunan bir dağa kaçtı. Bu dağın içerisinde çok büyük bir mağara vardı. Börü çocuğa yol göstererek mağaranın içerisine girdi. Ortasında otları, ağaçları, nehirleri ve gölleri olan bir ova bulunuyordu. Bu ovanın genişliği onlarca km² idi. O kadar güzel bir yerdi ki, Tanrı bu Türk çocuğunu adeta cennetin dünyadaki bir eşi olan bu yere özellikle getirmişti. Onun burada çoğalmasını, güçlenmesini ve yeniden kendi adaletini uygulamasını istiyordu. Börü burada on erkek çocuk doğurdu. Bu on çocuk büyüyünce, bu dağı binbir güçlükle geçip, on tane kız kaçırarak buraya getirdiler ve burada çoğaldılar. Bunlardan birisi kendisine Börülü (Aşina) soy adını alarak, çadırının önüne kurt başlı bir sancak astı. Daha sonra bunların hepsinin başı oldu.
Aradan yıllar geçti, Türkler buraya sığmaz oldular. Artık Ergenekun (Kunların çoğaldığı, ergenleştiği yer-Halkın çoğaldığı yer) adı verilen bu kutlu yurttan çıkmak gerekiyordu. Çünkü onlar yıllarca atalarından çeşitli hikayeler dinlemişlerdi. Yaşadıkları, çoğaldıkları bu yurdun dışında bir zamanlar atalarının hükmettiği çok geniş ülkeler vardı. Burada durup, oturmak onlara yakışmazdı. Türk’ün yaradılışının bir gayesi bulunuyordu. O sadece ok çekip, kılıç sallayan bir kavim değildi. Tanrı onu yeryüzünde adaleti ve düzeni sağlasın diye göndermişti. Dürüstlüğün ve iyi ahlakın timsali olması amacıyla vazifelendirmişti. Bu görevlerini icra etmesi için yeniden dünyanın içine dalmalıydı. Fakat buna bir engel vardı. Bu geniş ovadan kurtulmanın yolunu bilmiyordu. İçlerinden akıllı bir demirci çıkıp, kendisinin planı olduğunu söyledi. O, dağın bir yerinde demir madeni olduğunu ve burayı eriterek dışarı çıkabileceklerini söylüyordu. Buna herkes yürekten sevindi. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç herkes elinden geldiğince çalıştı. Kimi odun toplayıp-yığdı, kimi körük dikti. Dağın birçok yerinde sıra sıra kömür dizildi. Yamaçların sağına-soluna bir sıra odun, bir sıra kömür kondu. Dokuzyüz deve derisinden yapılan körükler çalıştı; en yaşlı Türk odunları ateşledi ve ellerini göğe kaldırarak ulu Tanrı’ya yalvarmaya başladılar. Türkler hep bir ağızdan “Tanrı Türk’ü korusun” diye bağırıyorlardı ve O’da yeryüzünün efendisi bu kavmi esirgedi. Tanrı yeryüzüne göndermiş olduğu bu kavmin dualarını işitti. Demir dağ eridi. Yol açıldı. Ancak onların bu günü unutmalarına imkan yoktu. Bu kutlu gün bayram ilan edildi. Hayatlarının yeniden başlangıcı, yeni yılın ilk günü olarak kabul gördü. Bütün Türk boyları yaşadıkları müddetçe bu günü unutmadılar. Ergenekun Bayramı’nda çeşitli oyunlar, eğlenceler ve spor müsabakaları düzenledikleri gibi, atalarının yeniden çoğaldıkları bu yere her sene giderek kurbanlar kestiler. Buraya “Ata sini” yani “Kutlu Atalar Mezarlığı” adını vererek, orada kurultaylar düzenlediler. Yeni yılı karşılarken, burada merasim yaptılar, hanedanlar devletin başına geçerken halkın da katıldığı, kaganlık seçimlerini burada yaptılar”.
Hun ve Kök Türk döneminin efsanelerinden sonra biraz da Uygurlarınkinden bahsedelim. Bilindiği gibi, Kök Türklerden sonra Türk devletinin başına Uygurlar geçtiler. Çin kaynakları Uygurların, Kök Türkler gibi Hunların neslinden oldukları yolundaki haberlerde hem-fikirdirler ve onların da kurttan türediğini söylerler. Hatta Çin yıllıklarında Uygurların sesinin kurda benzediği zikredilmektedir. Uygurlara ait iki önemli efsane mevcuttur: Bunlardan birisi Türeyiş, diğeri Göç Efsanesidir ki, konuları kısaca şöyledir: “Hunların eski tanhularından birinin o kadar güzel iki kızı vardı ki, Tanrının onları insanoğuları ile evlendirmek için yaratmış olduğuna inanmıyordu.
Böylece kızlarını daha yüce biriyle evlendirmek için memleketinin kuzey taraflarında yüksek bir kule yaptırdı. İki konçuy buraya hapsedildiler. Bir börü, Hun konçuylarının yaşadığı kulenin etrafında gece-gündüz dolanıyordu. Kulenin dibinde kendine bir in yaptı. Küçük kız, bu kurdun babalarının kendileriyle evlendirmek istediği varlık olduğuna inanarak, kuleden aşağıya inerek kurtla evlendi. İşte bunlardan olan çocuklar Uygur halkının atalarıdır. Söylendiğine göre Uygurların sesleri kurtlarınkine benzer[5].
Uygurların eski yurtlarında Karakurum adında bir dağ vardı. Bu dağdan iki nehir çıkardı. Birinin adı Selenge, diğeri Togla. Bu iki nehir arasındaki bir ağaç üzerine birgün kutlu bir ışık indi. Bu ışık dokuz ay boyunca devam etti ve ağacın gövdesi şişti. Dokuz ay on gün sonra bu ağacın içinden beş çocuk çıktı. En küçüğünün adı Bugu idi. Memleketini çok iyi idare ettiği için han oldu. Kendisinden sonra gelenler de Uygurların kaganı oldular.
Daha sonra onlar Çinlilerin T’ang sülalesiyle birçok savaşlar yaptılar. Uygur prensesleri Karakurum’daki kutsal bir dağda oturuyorlardı. Çinliler, Uygurların zenginliğinin buradan geldiğine inandılar. Onun için, siz bizim prensesimizi aldınız, buna karşılık sizin kutlu dağınızdaki taşları biz alıp kullanmak istiyoruz dediler. Devlet ileri gelenleri buna karşı çıktılarsa da, kaganı kandırdıklarından dağı parçalayarak Çin’e götürdüler. Bu taşların götürülmesinden sonra bütün hayvanlar göç, göç diye bağırmaya başladılar; kagan öldü ve Uygurlar Turfan’a göç etmek zorunda kaldılar[6]. Böylece Uygurların Göç ve Türeyiş efsanelerini de özetlemiş olduk.
Zaman içerisinde meydana gelen destanlar yukarıda görüleceği üzere birçok mitolojik unsuru bünyelerinde toplamıştır. Türk dili ve edebiyatının en mühim bakiyelerinden olan destanlar Türk tarihi açısından da kaynak özelliği taşır. Destanlar Türk milletinin tarih sahasına çıkışıyla başlar, günümüze kadar gelişen edebiyatımızda ise üzerinde sıkça söz edilen bir tür olarak görülür. Geniş zaman çizgisi içerisinde bazan tarih, bazan da almış olduğu unsurlar icabı bir hayat hikayesi anlamındadır. Destanlar milli ülkülerle donanmış manzum eserlerdir. Çağlardan beri sürüp-gelen bu destanlar, milli ruhu ifade eder. Milli ruhu hayatta tutabilmek, hatta milli tarihi yaratabilmek için pekçok milletin uydurma destanlar bile yazdığına tarih şahit olmuştur. Mesela bugünkü Fars milletinin bir ırk olarak ayakta kalabilmesi milli şairleri Firdevsi’nin yazmış olduğu Şeh-nâme’ye bağlıdır.
Türk destanlarına bir nevi halk tarihi de diyebiliriz. Türk destanları üzerinde çalışan ilk Türk ilim adamı Ziya Gökalp’tir. Ziya Gökalp’in vaktiyle ilkokul çocukları için çıkan “Çocuk Dünyası” adlı haftalık dergide “Türk Tufanı” başlığı ile yazdığı bir manzume Oguz Kagan Destanının değiştirilmiş bir şeklidir. Sonra bir Başkurt Türkü olan Z.Velidi Togan, Türk destanlarının sözlü olarak yaşadığı coğrafyayı ve lehçeleri bilip, aralarında bulunmuş olmanın avantajını da kullanıp, destanlarımızı tasnif etmeye çalışmış ve bazı karanlık noktaları aydınlatmıştır.
Türk destanlarından hayal ve masal unsurları çıkarıldığı zaman, geriye o devirlerin tarihi kalır, böylece destanlarda milli ve sanatsal yönler belirir. Bu özelliklerden birisi ışıktır. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve kutsal Türk çocuklarına annelik yapan kadınlar, çoğu kere ilahi bir ışıktan doğarlar. Oguz Kagan Destanı’nın baş kahramanı Oguz dünyaya geldiği zaman onun yüzü gök, yani aydınlık idi. Oguz’un Kün, Ay, Yuldız adlı büyük oğullarını doğuran ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman gökten inen bir ışıktan peyda olmuştu. Uygur destanlarında, Uygurlara baş seçilen Bögü (Bugu) Han, diğer dört kardeşiyle beraber Togla ve Selenge ırmakları arasında bir ağaç üzerine düşen semavi bir ışıktan yaratılmıştır.
İslamiyetten sonraki destanlarda da ısrarla devam edecek bu kutlu ışık, Türk inanışına ve düşüncesine Türkistan’ın güneşi hayat saçan ikliminden akseden engin bir ışık sevgisinin eseridir. Eski Türk dininin cennete gitmeyi ifade eden “uçmak” hadisesi ve “sonsuzluk” da bir ışık alemidir. Uygur Kaganlığı zamanında kabul edilen Maniheizmin de temel tanrısı iyilik, yani ışık tanrısıdır. Çünkü Bögü Han’ın rüyalarına giren kız bir nur gibidir.
Bütün bu ışık motifleri bize eski Türk inanış ve düşüncesinde ışığın önemli bir unsur olduğunu göstermektedir. Türklerin Müslümanlığı seçtikten sonra İslam nuruna neden bu kadar sarıldıkları bunu ortaya koymaktadır. Onlar, İslamın aydınlığını karanlıkta kalmış ülkelere yaymak için yüzlerce yıl canını vermişlerdir. İslamdan önce de bu Türk adaletinin ışığı ve temizliğinden başka bir şey olmasa gerek!
Ağaç sevgisi de Türk destanlarında geniş yer tutar. Eski Türk inanışına göre Tanrı insan cinslerini bir ağacın dokuz dalında barındırmış ve her daldan bugünkü insanlığın bir atası türemiştir. Ayrıca Oguz Kagan’ın Gök (Kök), Dağ (Tag), Deniz (Tengiz) adlı oğullarını doğuran kadın, bir göl ortasındaki, kutlu bir ağaç kovuğunda ortaya çıkmıştı. Oguz’un orduları batıya sefer ederken İtil Nehrini bir ağaç salın üzerinde geçtiler. Cürcet hükümdarını yendikten sonra ele geçirdikleri ganimeti ağaçtan yaptıkları bir kağnı ile taşıdılar. Yine Oguz’un akınları sırasında dul kalan bir kadın, çocuğunu ağaç kovuğunun içinde doğurdu ve ona “içi boş ağaç” manasına gelen Kıpçak ismini verdiler. En eski atalarımız Ergenekun’dan çıkmak için demir dağı, ağaç öbeklerini yakarak erittiler. Uygur Türklerinin efsanevi atası Bögü ile kardeşleri, Togla ve Selenge ırmaklarının arasındaki bir ağaçtan, kutlu bir şekilde doğmuşlardı. Bununla beraber, İslami dönemde Osman Gazi’nin rüyasındaki bir ağaç, Türk hakimiyetini Anadolu ve Balkanlara dallarını yayarak haber veriyordu. Türk milleti günlük hayatında ağaç ile o kadar iç içedir ki, bu yüzden destanlarının bile vazgeçilmez bir parçası olmuştur.
Bizim destanlarımızda sıkça görülen özelliklerden birisi de, değişik madenlerdir. Kullandığımız maden adlarının da genellikle Türkçe olması dikkat çekicidir. Meşhur Çor (Şu) Destanı’nda, suyu ve kuşları seven hakanın havuzu gümüştendir. Yine bu destanda, İskender’in askerlerinden birisi Türk erinin vurduğu kılıç darbesiyle ölmüş ve kemerinden altınlar dökülmüştür. Oguz Kagan, millete musallat olan canavarı demir kargı, ona yem olarak kullandığı aladoğanı da bir bakır ok ile vurmuş idi. Oguz Kagan, Cürcet ülkesine sefere çıktığında; yolda duvarları altından, pencereleri gümüşten, çatısı demirden bir ev görmüştü ki, bu evin çatısını açan kişiye de Tömürdü Kagul adı verilir. Tömür, Türkçede “demir” demektir. Destanın en anlamlı bölümü Ulug Türk’ün rüyasında bir altın yay ile üç gümüş ok görmesidir. Ergenekun Destanı’nda ise, maden işlemeyi bilen Türkler, bu maharetleri sayesinde bu kapalı yurttan çıkmayı başarmışlardı.
Destanlarımızdaki bir diğer mühim motif de Kök Börü, yani kurttur. Börü zaman zaman bize ana, bazan kılavuz, bazan sancaklarımıza amblem, yeri gelince kaganın ordusu, ara-sıra savaş uranı, bazan Oguz Kagan da olduğu üzere hükümdarın kendinde topladığı özellikler, zaman zaman Ergenekun’dan Türkleri çıkaran kaganın adı, bazan da Tölöslerin Türeyiş Destanı’ndaki gibi kaganın kızlarının evlendiği kutlu varlık oluyordu. Ona izafeten Asya’nın çeşitli yerlerinde kurt dağları mevcuttu. Attila’nın yüzünün bile kurta benzediğini söyleyenler vardır. Bozkır hayatında herne kadar kurttan korkulsa da Türk milleti, onda kendisini yansıtan birşeyler bulmuştur.
Kadın da, Türk destanlarında müstesna bir yere sahiptir. Mesela Oguz Kagan’ın ilk karısı ışıktan, ikinci karısı ağaçtan meydana gelen kutlu varlıklardı. Bunlar Oguz’a altı tane çocuk doğurdular ve onlardan da Türk Oguz boyları türediler. Kök Türk efsanesinde kadın, kutlu bir kurt idi. Ona Börü (Aşina) adı verilmiş; Uygur hükümdarı Bögü’nün rüyasına ise, ışık halinde mukaddes bir kadın girmişti. Dolayısıyla Türk toplumunda kadın bazan aile reisi, ama her zaman evin direği, erkeğin yoldaşı, Türk çocuklarının sütü temiz anasıdır. Türk toplumunda aile birliğini ananın sağlaması sebebiyle o, ilahi bir varlık olarak da görülmüştür.
Destan motifleri içinde atın da ayrı bir yeri söz konusudur. O kadar ki, eski Türkçede ava gitmek gibi, savaşa gitmeye de “atlanmak” denmektedir. Kök Türk Yazıtlarında, özellikle Köl Tigin’in atları birer alp gibi görülür. Manas Destanı’nda kahramanların atlarının hep ismi vardır. Kör-oglu Destanı’nda onun “Kır atı” büyük vazifeli bir kahramandır. Atlar, destanlar da vefalı ve sevgili bir yoldaş, hedefe ulaştıran vasıta olarak karşımıza çıkar.
Bundan başka “yada taşı” inancı halâ eski Türk dininin ve kültürünün izlerini taşıyan Türklerin arasında mevcut bulunan bir destan unsurudur. Eski rivayetler ve destan parçalarının izlerine göre; Türk’ün, Aral Gölü civarlarında yaşarken amcazadesi Oguz ile arası açılmış, aralarında savaşlar olmuş, Oguz bu yada taşını ele geçirmeye çalışmış, Çin taraflarından gelen on kam, Türk’e üstünlük sağlayan bu taşın onda kalmasını sağlamıştır. Yada taşının en dikkate değer hikayesi Uygur Türkleriyle alâkalı olanıdır. Uygur hükümdarlarından birisinin, Çin imparatorunun gönderdiği prenseslere karşılık sahibi olduğu taşı parçalayarak, Çin’e yollaması Türk milletinin felaketine sebep olmuştur ki, burada da esas anlatılmak istenilen vatan ve millet sevgisidir. Yani vatanın her karış toprağı kutsaldır ve ne sebeple olursa olsun ondan asla vazgeçilemez.
Bunun yanı-sıra destanlarımızda suyun da önemli bir yerinin bulunduğu ve özellikle bu destanlarda Orkun ve Selenge nehirlerinin göze battığı ortaya çıkmaktadır[7].
Milli destanın meydana gelmesi için üç merhalenin geçmesinin lazım geldiği kabul edilir:
1- Destani ruhlu bir milletin çeşitli devirlerdeki maceralı hayatını halk şairleri ufak parçalar halinde söyler.
2- Milletin bütününü ilgilendiren bir hadise, bu çeşitli destan parçalarını bir merkez etrafında toplar.
3- Sonunda, millette büyük bir medeni hareket olur ve o sırada çıkan aydın bir halk şairi bu parçaları toplayarak milli destanı yaratır.
Destanlarımızı bir de nazma çekme çalışmaları oldu. Bunu yapanlar da daha önce söylediğimiz Ziya Gökalp’tan başka, Rıza Nur ve Basri Gocul’dur. Oguz Kagan Destanı’nı nazım şekline sokan Rıza Nur 6100 mısrayı aşan büyük bir eser meydana getirdi[8]. Son olarak bu hususta gayret gösterenler kişilerden birisi N.Yıldırım Gençosmanoğlu oldu.
Ancak sayısı yüzün üzerinde olan Türk destanlarının tasnifi, incelenmesi, yorumlanması halâ tamamlanmış değildir. Bu ortak destanlarımızın bazıları ve konuları şöyledir:
1- Abılay Han Destanı, bugünkü Kazak Türklerine ait olup, 18. yüzyıldaki Kazak boy birliğinin teşekkülünün izlerini taşır. Abılay Han (öl. 1781) Orta Yüz (Orda) Kazak hanlarındandır. Kalmuklarla kahramanca mücadeleleri söz konusudur. Halkın selameti için Ruslarla ve Çinlilerle barış içerisinde yaşamaya gayret etti. Ancak rakipleri tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldü.
2- Alp Er Tonga Destanı’na ait ilk bilgileri Kaşgarlı Mahmut vermektedir. Divanü Lûgat-it-Türk’de Afrasyab olarak geçen Turan hükümdarı Alp Er Tonga ile birleştirilmektedir. Afrasyab, Turan-İran savaşları sebebiyle ilk önce Şehname’de zikredilir. Ancak, Kaşgarlı’nın bahsettiği Alp Er Tonga’nın, Şehname’de geçen Afrasyab ile bir olduğu yolunda şüpheler vardır. Bize göre Alp Er Tonga, 714 yılında Beş Balık’ın kuşatılması sırasında tuzağa düşürülerek öldürülen, Kapgan Kagan’ın büyük oğludur. Kişilik olarak Köl Tigin’e benzeyen, Kök Türkler arasında çok sevilen ve bütün ömrünü Türk milleti için harcamış olan Tonga Tigin’in kahramanlıkları ölümünden sonra da Türkler arasında yaşamış ve bir efsane olarak Kaşgarlı’nın çağına kadar gelmiştir[9]. Kaşgarlı Mahmud’da Türkler arasında yaşayan bu destanı duyduğu için eserinde zikretmiştir.
3- Alpamış Destanı’nın ençok Kara Kalpak varyantı meşhurdur. Dede Korkut hikayelerinden, “Bay-böre Bek-oglu Bamsı Begrek” hikayesi Türk dünyası içinde en bilineni olup, Kara Kalpakların ve Kazakların Alpamış veya Alpamsı, Başkurtların Alpamış, yahut Alpamşa adlı hikayeleri Dede Korkut’taki Bamsı Begrek hikayesinin değişik coğrafi bölgelere göre işlenmiş varyantlarıdır.
4- Çingiz Han Destanı. Çingiz Han, bazıları sevsede, sevmese de, Türkleri bir bayrak altında toplayan, dünyanın en büyük hükümdarlarının başında yer alan, emrindeki küçücük bir kuvvet ile milyonlarca km²’lik toprakları ele geçiren bir kişidir. Hem Türkler için, hem de Mogollar için son derece önemli bir insan olan Çingiz’in hayatı ve mücadeleleri zaten bir destan gibidir. Onun destanlaşmış hayatına ait bilgileri yazılı olarak biz, Mogollar’ın Gizli Tarihi’nden, Reşidüddin’in Camiü’t-Tevarih’inden ve Cüveyni’nin Tarih-i Cihangüşa’sından öğreniyoruz. İşte bu kaynaklardaki bilgiler Türk ve Mogol halkı arasında yüzyıllardan beri sözlü olarak anlatılmaktadır. daha sonraları yazıya geçirilmiş olan Çingiz-nâme’nin çeşitli nüshaları bulunmaktadır. Bunların arasında Paris, Berlin, British Museum nüshalarını sayabiliriz[10]. Çingiz-nâmelere göre; o Oguz Han’ın oğlu Gök (Kök) Han neslinden gelir. 13. asırda bir fırtına gibi esen Çingiz Han, Oguz Han’ın yerini almıştır. Eski Türk destanlarındaki tarihi ve kültürel pekçok unsur Çingiz-nâme’ye de girmiştir. Mesela Çingiz, annesi Ölen-eçe’nin gökten inen bir ışık halindeki gök yeleli bozkurtla birleşmesinden dünyaya gelmiştir.
5- Çora Batır Destanı, Kazan’ı son Rus saldırısında müdafaa eden Çora Batır’ın kahramanlıklarını ihtiva eder. Bilindiği gibi Çora Batır ve Koçak Oglan Kazan’ı kahramanca savunmuşlar ve onların yiğitlikleri Kazan Türkleri arasında sonradan destanlaşmıştır. Çora Batır Destanı, Sovyet-Rusya zamanında yasaklanan Türk destanlarındandır[11].
6- Danişmend-nâmeler, Anadolu’da doğrudan doğruya Türk büyükleri için ve daha 12. asırda söylenmeye başlayan İslami Türk destanlarının yazıya geçirilmiş örneğidir. Danişmend-nâme önce Selçuklu sultanı II. İzzeddin Keykavus’un (1238-1278) emriyle ve onun yazıcılarından İbn Alâ tarafından derlenmiştir. Aynı eser Türkçe kitapların daha açık ve yaşayan Türkçe ile yazılmasını isteyen Osmanlı hükümdarı II. Murad’ın (1421-1451) isteğiyle, 15. yüzyılda Tokat dizdarı Arif Ali’nin marifetiyle tekrar yazılmıştır. Arif Ali, Danişmend-nâme’yi onyedi bölüm halinde hazırlamıştır. Başta Danişmend Ahmed Gazi olmak üzere, Danişmendli büyüklerinin kahramanlıkları etrafında meydana gelen bu destani hikaye, bir bakıma Battal-nâme’nin Türk destan uslûbuyla söylenegelmiş bir devamıdır[12].
7- Dede Korkut Hikayelerinin nakilcisi olan, Dede Korkut’un adındaki Dede’nin Korkut kadar eski olmadığı ve bunun efsanevi Korkut’un yaşlılığını nitelemek için asıl ada sonradan eklendiği şüphesizdir. Dede Korkut Kitabı’nın önsözünden anlaşıldığına göre Korkut Ata, Hz. Peygamber zamanına yakın bir vakitte yaşamıştır. Birçok tarihi kaynaklar ve hemen hemen bütün rivayetler, Korkut Ata’nın keramet sahibi bir kişi olduğu noktasında birleşirler. Bazı kaynaklar ve söylentiler, Dede Korkut’u 295-300 yıl yaşamış gibi gösterirler. Dede Korkut Kitabı’nda onu vezir veya devlet adamı karakteri ile değil, ozanlar başı olarak görüyoruz. Destani hikayelerde ona bağlanıp, mâl edilen başlıca işler şunlardır: Güzel sözler, hikmetler söylemek, Oguzların türlü yönlerine ilişkin hikaye ve rivayetler anlatmak, hanların ve beylerin methiyelerini aktarmak, eğlence ve törenlerde şarkılar çalmak, iyi insanlara hayır-dualar etmek, kötüleri kınayıp, ayıplamak. Hayatı hakkında olduğu gibi, ölümü hakkında da bilgi yoktur. Mesela Kazak Türkleri arasında kopuz ve dombranın mucitidir. Asıl adı “Kitab-ı Dede Korkut alâ Lisan-ı Taife-i Oguzan” olan bu eser Oguzların Azerbaycan ve Kuzey-doğu Anadolu yörelerindeki yaşayışlarını dile getirir ve İslam öncesi Türk hayatından da önemli izler taşır. Dede Korkut’un 1950 yılına kadar tek nüshası biliniyordu. Dresten Kütüphanesindeki bu yazmadan ilk olarak bir Alman (Fleischer) söz etmiştir. Türkçe ilk baskısı Kilisli Rıfat tarafından yapıldı (1916). 1938’de O.Ş.Gökyay, bu nüshayı esas tutarak Türkiye’deki en mükemmel neşirlerinden birini yaptı. 1950’de Vatikan Kütüphanesinde E.Rossi ikinci bir yazmayı buldu ve 1952’de bazı eklerle yayınladı. Dede Korkut Hikayelerinin herbiri başlı-başına bağımsız gibi görünüyorsa da, hepsi birden bütünlük meydana getirmektedir. Meşhur Dede Korkut Hikayeleri şunlardır:
a- Dirse Han-oglu Bogaç Han Destanı
b- Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Hikayesi
c- Kan Börü-oglu Bamsı Begrek Destanı
ç- Kazan Beg-oglu Uruz Beg’in Esir Düşmesi
e- Kanlı Koca-oglu Kan Turalı Destanı
f- Kazılık Koca-oglu Yigenek Destanı
g- Basat’ın Tepe-göz’ü Öldürmesi Hikayesi
h- Beg İl-oglu Emrek’in Destanı
ı- Uşun Koca-oglu Segrek Destanı
j- Salur Kazan-oglu Urus’un Tutsaklıktan Kurtulması Hikayesi
k- İç-Oguz’a Dış-Oguz’un Düşman Olması Hikayesi
8- Kalaç Destanı olarak biz Şu Destanı’nı görmekteyiz. Şu Destanı’nı araştırmacılar Türklerin eski devirlerine, yani Saka çağına mâl ederler. Bu da, Kaşgarlı Mahmud’un Türkmen kelimesini açıklarken verdiği kayıtlara dayanmaktadır. Destanın ana teması şöyledir: İskender Doğu ülkelerine sefere çıkıp, nihayet Türk topraklarına dayanmıştı. Bugünkü Hocent’in bulunduğu yerde otağını kurmuş olan Şu adındaki Türk hükümdarı İskender’in gelişine hiç aldırış etmemiş, fakat İskender’in ordusu pek kalabalık olduğundan dolayı Türkistan’ın içlerine çekilmişti. Ancak onun tebasından 22 bey geç kaldıkları için orada kalmışlardı. Sonradan oraya ordunun izini takip eden iki kişi daha geldi. Yorgun ve bitkin olan bu iki kişi, diğer yirmi iki kişiyle tanıştılar, konuştular. İki kişi İskender’in buralardan da gelip-geçeceğini ve kimseye dokunmayacağını söylediler. Bunun üzerine diğer 22 kişi onlara “Kal aç” dediler. İşte bu iki kabileyle Türkmenlerin sayısı yirmi dört oldu[13].
9- Kör-oglu Destanı, Türk dünyasının birçok yerinde bilinen; Balkanlardan, Türkistan’a kadar uzanan geniş bir coğrafyada yeri olan kahramanlık hikayesidir. Ancak pekçok Türk destanında olduğu üzere Kör-oglu’nun kimliği hususunda da bir kesinlik yoktur. Bazı iddialara göre; Osmanlı Devleti’nin İran seferlerine katılmış, gür sesli bir şair, kimine göre aşk için dağlara çıkmış eşkıya, son zamanlarda ileri sürülen bir iddiada da, 8. yüzyılın ikinci yarısında Çin’de isyanlara sebebiyet veren An-Lu shan’dır. Destanın ana yapısı, gözleri oyulmuş bir babanın oğlu tarafından zalimlerden intikamının alınması şeklindedir[14].
10- Manas Destanı, Kırgız Türklerinin 9. yüzyıldan sonra devlet sahibi olmalarını ve bunun için yaptıkları savaşları bünyesinde barındırır. Adı geçen asırdan 20. asra kadar Kırgız Türkleri arasında yaşayan, nesilden nesile sözlü olarak devredilen bu destan Türk kültürünün aşağı-yukarı bin yıllık bir bölümünü bütün halinde verir. Bu destanı ilk defa Batı alemine Çokan Velihanoğlu (Velihanov) tanıttı. Destan, Kırgız ve genellikle Türkistan Türklüğü içerisinde görmüş olduğu rağbet üzerine bir de Manasçı adı altında halk şairi grubu vücuda getirmiştir. Barthold’a göre Manas Destanı 9. ve 10. yüzyıllarda teşekkül etmiştir. Destanın bugünkü vatanı olan Kırgızistan’da birçok boylar Manas veya oğlu Semetey’e izafe olunduğu gibi, Doğu Türkistan’da Manas Nehri ile Manas şehri vardır. Manas adını taşıyan bu yerler, Türklerin rivayetlerine göre destani kahramanın adı ile alakalıdır. Kafkasya’da da Manas adını taşıyan bir çay ve[15] Talas vadisinde Manas’a ait bir türbenin olduğunu da zikretmekte fayda vardır. Bugün Manas Destanı’nın çeşitli rivayetleri bulunmaktadır:
1- Sagımbay Orazbek-oglu Rivayeti, 1912-1930 yılları arasında tesbit edilmiş olup, 378 mısra halinde bir özettir.
2- Yolay Rivayeti ki, bu daha çok Radloff’un adıyla anılır. Bu rivayet Tokmak kentinin güneyindeki Şamsı Irmağı kıyılarında yaşayan konar-göçer kabilelerin bir ferdi olan Kırgız Manasçı’sı Yolay’dan kaydedilmiştir. Bu varyant 17.774 mısradır.
3- Çokan Valihan-oglu Rivayeti, Manas konusunda derlenmiş ilk rivayettir.
4- Bekmurat Rivayeti, 32.000 mısradır.
5- Karalay Sayakbay-oglu Rivayeti, 40.000 mısra olup, 60 gecede tamamlanmıştır.
Manas Destanı’nda hem eski Türk dininin, hem de İslamiyetin izleri vardır. Eski Türk kabile hayatı ve Türk dünya görüşü rastlanan ögelerdendir.
11- Oguz Kagan Destanı’nın bugün bilinen tek orijinal nüshası vardır, o da Paris’te Fransız Milli Kütüphanesindedir. Uygur harfleriyle yazılmış olan bu nüsha İslam öncesi motifleri ihtiva eder. Bu eserin en iyi neşri 1932’de W.Bang ve R.R.Arat tarafından almanca olarak yapılmış ve 1936’da Türkiye Türkçesine çevrilmiştir. Türk edebiyatının hiç şüphesiz en kıymetli hazinelerinden birisi Oguz Kagan Destanı veya diğer bir deyişle Oguz-nâmelerdir. Muhtevasında köklü bir tarih ve kültür unsuru yatan Oguz-nâmeler, bilindiği üzere tarihî Türk destan kahramanı ve hükümdarı Oguz Kagan’ın fütûhatını anlatır. Bu yüzden Oguz Kagan destanlarında baş rolü oynayan Oguz’un kimliği üzerinde durmakta fayda vardır. Kimdir bu Oguz?. Sadece bir destan kahramanı mı, yoksa gerçekten tarihte yaşamış bir şahsiyet mi? Bu soruya şimdiye kadar pekçok alim cevap vermeye çalışmış ve bazılarına göre; büyük Hun yabgusu Mo-tun (Mete) kabul edilmişken, bir kısmına göre de; Türk milletine gönderilmiş olan peygamber denmiştir. Aslında her iki iddiada bulunanların da kendileri açısından haklı tarafları vardır. Tarihte şimdilik bilinen en eski devletimiz, Hunlar tarafından kurulmuştur. Türk tarihinin en kudretli ve meşhur hükümdarlarından birisi, bu Hun Devletini zirveye çıkaran ve kendinden sonra gelecek olan Türk sülalelerinin kurduğu devletlerin temelini atan Mo-tun Yabgu’dur (M.ö. 209-174). ) Onun babası Tu-man (belki Tümen?), kendinden sonra onu hükümdarlık için varis göstermeyerek, kardeşini yerine geçirmek istemiş, o da emrindeki bir tümen kuvvet ile harekete geçerek, babasını bir sürek avında öldürtmüş ve devletin başına geçmiştir (M.Ö. 209). Devlet teşkilatını yeniden düzenleyen Mo-tun, Tung-huların kendisinden devamlı toprak istemeleri üzerine, onları büyük bir bozguna uğratmış, M.Ö. 203 yılında da Yüe-çileri mağlup etmiştir. Bilindiği gibi Çin kaynakları Mo-tun’un hayatını çok renkli bir şekilde anlatmaktadır. Çin kaynaklarındaki bu hikayeler, Türklere ait ilk destanî materyallerdendir. Mo-tun, Asya’da siyasî hakimiyetini sağladıktan sonra Çin topraklarına doğru akınlara başlamış, Çin Seddi’ni kolayca aştığı gibi, hatta Çin imparatoru Kao-ti’yi (M.Ö. 206-195) sıkıştırmış (M.Ö. 201), imparator yıllık vergi vermek suretiyle onun elinden kurtulabilmiştir. Mo-tun Yabgu, M.Ö. 174 tarihinde öldüğü zaman, Orta Asya’da Türk birliğini gerçekleştirdikten başka, birçok yabancı kavmi de kendi hükümranlığı altına almıştı. Devletin sınırları doğuda Kore’ye, batıda Aral Gölü’ne, kuzeyde Yenisey’in yukarı mecralarına, güneyde de Hindistan’ın kuzeyine kadar ulaşmış bulunuyordu. Görüldüğü gibi bu büyük Türk hükümdarının tarihteki önemini kimse inkar edemez. Sadece Türk milletinin tarihinde değil, Türklerin dışındaki Orta Asya halkları için de Mo-tun Yabgu mühimdir. Pekçok devletin tarihten silinmesine vesile olmakla beraber, Asya’nın şekillenmesine sebep olmuştur. Böylesine değerli bir şahsın unutulması elbette ki mümkün değildir. Türk milletinin hafızasına yer etmiş bu zat ve onun hizmetleri kulaktan kulağa sözlü olarak geldiği gibi, yazılı olarak da yaşamıştır. Bu yüzden pek tabiiki Oguz ile Mo-tun’un aynı olabileceği görüşünü göz-ardı edemeyiz. Bunun yanısıra Tanrı tarafından zaman zaman insan oğullarına, doğru yolu bulmaları amacıyla peygamberlerin gönderildiğini de bilmekteyiz ve Hâk dinlere ait kitaplardan her kavime bir peygamber yollandığını öğrendiğimiz gibi, bunların sayısının da oldukça fazla olduğunu görmekteyiz. Özellikle Oguz-nâmelerin İslami unsurlar taşıyan varyantlarında, Oguz’un bir Hâk dine mensubiyeti (ki burada Müslümanlık ön plandadır) onun da bir elçi olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Tarihte, Oguz adıyla gelen bir peygamber ve onun dinini yaymak için üyesi olduğu milletle beraber yapmış olduğu mücadele, belki de zamanla bir kahramanlık destanına da dönmüş olabilir! Nasıl ki, Hz. Muhammed’in İslamiyeti yayarken yapmış olduğu savaşlar ve başından geçen hadiseler, kahramanlık hikayeleri şeklinde süslenerek aktarılıyor ise, Oguız için de aynı şeyleri neden düşünmeyelim? Yeri gelmişken, birazda burada Oguzlar üzerinde durmakta fayda görmekteyiz. Destanlarda Oguz bir şahıs ismi olarak karşımıza çıkıyor. Ama onun adını taşıyan bir etnik topluluk var ki, o da Türk milletinin önemli bir parçası olan Oguzlar ya da Türkmenlerdir. Türk tarihinin baş eserleri durumundaki Köl Tigin ve Bilge Kagan yazıtlarında Türk bodundan sayılan Oguzların, etnik yapısı konusunda bugüne kadar pekçok çalışma yapılmıştır. Genellikle kabul edilen görüş; Oguz’un “okların birliği”, yani kabile manasına geldiği yolundadır. Bazı alimlerin, Kök Türk kaganlarının da Oguzlardan neşet ettiği yolunda görüşleri varsa da, bize göre şimdilik bunu tereddütle karşılamak gerekir. Yani Aşina soyunun Oguz olduğuna dair henüz elimizde yeterince belge yoktur. Kitabelerde geçen Tokuz Oguz bodun kentü bodunım erti[16] cümlesi, Kök Türk kaganlarının da Oguz halkından olduğunu göstermeye yetmemekle beraber, bu cümleden “Oguzlar da bana tabi idi” gibi bir mana çıkarmak mümkündür. Ayrıca, Oguzların 630’dan sonra, bu adla ortaya çıkmış Tölös[17] boylarından olduğu söylenmiştir[18]. Gerçekten Oguzlar da, Kök Türkçe yazılı kaynaklarda gördüğümüz Altı Bag Bodun[19] gibi, devletin kargaşaya sürüklendiği bir sırada, başlarını kurtarmak için bir araya gelmiş kabileler birliği olabilir! Şimdiye kadar kitabelerden çıkardığımız netice, Oguz adının tek başına kullanıldığı gibi, çeşitli rakamlarla ifade edilen birlikler altında da yaşadığını gösteriyor. Kök Türkçe yazılı kitabelerde Oguzlar karşımıza Tokuz Oguz, Üç Oguz, Altı Oguz ve Sekiz Oguz biçimlerinde çıkmaktadır. O zaman akla şu soru geliyor: Aynı çağlarda bu federasyonların hepsi var mıydı? Eğer yazıtlara bakacak olursak; Oguzlar, Uygurlar iktidara gelmeden önce Tokuz Oguzdular. Ancak, Uygur dönemine ait Şine-Usu Yazıtı’ndan Uygurlar devrinde Sekiz Oguz diye bir boy birliğini öğrenmekteyiz. Yine Bilge Kagan Kitabesi’nde Üç Oguz savaşından bahsedilmektedir. Öyle ise, bütün bu federasyonlar 7-9. yüzyıllar arasında mevcutturlar[20]. Bununla beraber, 10. yüzyıldan kalma bazı metinlerde bir Oguz Öge ile onun 24 komutanından haberdar olmaktayız. Demek oluyor ki, Oguzlar 10. asrın başında 24 boy halinde bir ittifak meydana getirmişlerdir[21]. Ancak burada bir şeyi hatırlamak gerekiyor; kitabelerde geçen Oguz federasyonlarının sayısı 26’dır. Fakat bugün için bilinen bir gerçek, Oguzlar 24 boya mensuptur ve iki kısma ayrılırlar; Boz Oklar, Üç Oklar. Görüleceği üzere yazıtlarda tesbit edilen yirmi altı sayısından, 10. yüzyıldaki yirmi dört Oguz boyu iki üye olarak eksiktir. Bizim bu konudaki fikrimiz şudur: Çağlar içerisinde Oguz federasyonuna çeşitli boylar girip çıkmıştır. 10. asırda ise konfederasyon son şeklini aldı. Bütün bu açıklamaların sonunda belki, Oguzların Tölös boylarından ve Türk soyundan olduklarını söylemekte bir sakınca yoktur. Kök Türkçe yazıtlardan, Oguzların yurdunu Selenge’nin doğusunda tesbit ediyoruz. İslam coğrafyacılarına göre, Yafes’in soyundan gelen Guz (Oguz), Bulgarların kıyısında yer tutmuştur deniyorsa da[22], bu bilgi daha sonraya aittir ve Oguzların batıya yönelmeye başlamaları, 8. asrın ikinci yarısından sonra olmuştur. Tıpkı Kök Türkler çağında olduğu gibi, Uygurlar zamanında da Oguzların isyanı vardır. Bu bakımdan oldukça ilginç bir Türk topluluğudurlar. Hatta kendi kurdukları sülale devletlerinin de en büyük muhalifleri olmuşlardır. Kök Türkçe yazılı belgelerde 8. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Oguzlarla alâkalı bir kayda rastlamıyoruz. Bu da bize onların batıya doğru kaydıklarını gösteriyor. Umumiyetle Sır-Derya boylarına gelen Oguzlar, buradaki Peçenekleri daha batıya sürerek, yeni bir yurt tuttular. 10. yüzyılın ilk yarısında başlarında bir yabgunun bulunduğu ve merkezlerinin de Yangı-kent olduğunu İslam kaynakları kaydetmektedir. Bu memleket genel manada İrtiş ve İtil Nehirleri arasındaki bozkırları içerisine almakta ve güneyde Sır-Derya ve Üst-Yurt sahalarını ihtiva etmektedir. 10. asrın Oguzlarının çok kuvvetli olduğu, hususiyetle 9. yüzyılın başlarında Arap valileri arasındaki mücadelelerde de Oguzların rolünün bulunduğu, ekseriyetinin de Mani inancında oldukları söylenmiştir[23]. 11. yüzyılla birlikte, kalabalık Türk kuvvetleri halinde Anadolu ve Suriye bölgelerine gelen Oguzlar, dünya tarihinde çok önemli gelişmelere sebep oldular. Oguzlara, İslamiyeti kabul ettikten sonra Türkmen denmeye de başlandı. Tarihteki ilk büyük devletleri Selçukluları Kınık boyuna dayanarak kuran Oguzlar, Selçuk soyunun zayıflamasında da etkili olduktan sonra, Osmanlı hanedanlığı kanalıyla iktidarı Kayılara teslim ettiler ve altı yüz sene gibi uzun bir müddet Türk ve İslam aleminin liderliğini yaptıkları gibi, dünyanın da en güçlü ülkelerinden biri olma unvanına sahip oldular. Bugün elimizde, farklı coğrafyalara, değişik kişilere ve farklı Türk boylarına ait epey sayıda Oguz-nâme bulunmaktadır. Fakat gerçek olan bir şey vardır ki, bunların hepsinin menşei aynıdır. Günümüzde yazıya geçirilmiş Oguz Destanlarının kaynağı olarak İlhanlı veziri Reşideddin’in “Cami’üt-Tevarih” adlı kitabının ikinci cildindeki “Tarih-i Oguzân ve Türkân” bölümü gösterilmektedir. Herne kadar Reşiddedin Oguz Destanı’ndan bahsederken, “Türk tarihçilerini ve ravîlerini” anıyorsa da, bu onun da bir kaynağa dayandığını gösterir. Bu itibarla yukarıda işaret ettiğimiz üzere elimizde birkaç tane Oguz Destanı mevcuttur. Bunları belki rahmetli Z.V.Togan’dan yararlanarak, şöyle sıralayabiliriz:
1- Oguz Tarihi’nin daha Reşideddin hayatta iken istinsah edilen ve minyatürlerle süslenen, daha sonra Hafız Abru’nun Mücmal at-Tevarih adlı kitabının içine alınan, yazması ki, Topkapı Sarayı, Hazine 1653 numarada kayıtlıdır.
2- Aynı eserin yine Reşiddedin hayattayken kopyalanan ve Topkapı Sarayı, Hazine 1654 numarada kayıtlı varyantı da minyatürlerle süslenmiş, ama bazı sayfaları eksiktir.
3- Yine aynı eserin Topkapı Sarayı, III. Ahmed Kütüphanesi, 2935 numaradaki nüshası Ulug Beg’in kütüphanesi için çoğaltılmıştır.
4- Aynı kitabın Topkapı Sarayı, Bağdat Köşkü, numara 282’deki varyantı.
5- Yukarıda bahsedilen nüshaların Süleymaniye Damad İbrahim Paşa Kitaplığı, 991 numaradaki varyantı.
6- Ebu’l-gazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Terakime” adlı eserindeki Oguz-nâme.
7- Uygur harfleriyle yazılmış ve Paris’te bulunan nüsha.
8- Dede Korkut Hikayeleri, ki bunlar da bir nev’i Oguz-nâme’dir.
9- Oguz Destanı’nın Uzunköprü Rivayeti Çagatay sahası Türkçesiyle kaleme alınmıştır.
10- Yazıcıoğlu’nun Tevarih-i Al-i Selçuk adlı eserinin başındaki Oguz Destanı[24].
Bunun yanısıra sonradan bulunan veya keşfedilen Oguz-nâmeler de vardır. Bunlardan birisi, 17. yüzyılda yazılmış olan İmamî’nin eseri Han-nâme’de yer almaktadır[25]. Bir diğeri Kazan’da bulunan Oguz-nâme’dir ki 1998 senesinde, Türkiye’de tıpkı basımı yapıldı. Oguz-nâmelerin başka bir varyantı da Aşkabat nüshası olarak bilinmektedir. Ancak bunlardan ayrı olarak, değişik yerlerde ve farklı eserlerin içerisinde Oguz-nâmelerin olduğuna inanıyoruz. Oguz-nâme rivayetlerinde Oguz Destanı’nın muhtevası olarak önce Oguz’un soyu, dünyaya gelişi ve büyümesi bölümü, sonra Oguz’un fetihleri ve boylara ad vermesi kısmı, daha sonra Oguz’un yurdunu ikiye bölüp, oğulları arasında taksim etmesi bölümü ve Oguz’un vasiyeti ve töresi göze çarpar[26].
12- Olonholar, Saha Türklerinin kahramanlık destanları ve sözlü edebiyatlarının zirvesidir. Genellikle Olonholarda bize göre; Sahaların ataları Kurıkanlarla, Mogol asıllı Buryatlar arasındaki mücadeleler anlatılır ki, bunlar da Sahaların ataları Omogoy ile Elley’in düşmanlarının baskılarından kurtulmak için Lena Nehri boylarına nasıl geldikleri şeklindedir[27]. Olonholarda Sahaların mistik savaşçılarını, kahramanlarını ve kötü ruhlarla olan mücadelelerini görebiliriz. Bugün Saha Cumhuriyetininde Olonhoların toplanmasının birinci devresi bitmiştir. Olonhoların 150 tam metini ve 80’den fazla kısa özeti toplanmıştır. Şimdiye kadar 17 tam metin, 28 kısa özet ve 21 küçük parça basılmıştır. Bunların büyük bölümü Rus ihtilalinden önce hazırlanmıştı. Daha sonra Olonholar üzerinde incelemeler başlamıştır ki, bu da Sovyet-Rusya dönemine rastlamaktadır. Olonhoların bazı bölümleri o kadar uzundur ki, anlatılması birkaç gün sürer ve özel okuyucuları vardır. Olonhoların hangi tarihi devreye ait oldukları konusunda anlaşmazlıklar vardır. Bunu bir neticeye vardırmak için Güney Sibirya ve Mogolistan’daki konar-göçerlerin içtimai hayatlarının tedkik edilmeleri gerekmektedir.
Diğer yandan Türk tarihini yakından ilgilendiren birtakım yabancılara ait destanları da zikretmek lazımdır. Bunlar da tarihimiz ve kültürümüz için önemlidir. Türk olmayan kavimlerin bu destanları arasında İranlıların Şehname’sini, Almanların Nibelungen’ini, Rusların İgor Bölüğü Destanlarını sayabiliriz. Bu destanların pekçoğu doğrudan Türklerle alakalı olduğu gibi, bir kısmı da dolaylı olarak Türklerle ilgilidir.
|
|
|
|
|
|
|
|