MUHAMMED BİN KA’B EL-KURAZÎ (r.a.):
Tâbiîn devrinin meşhûrlarından ve büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Ka’b bin Selîm İbn-i Esed’dir. Künyesi “Ebû Hamza”dır. “Ebû Abdullah” da denilmiştir. Babası Benî Kureyza isimli yahûdi kabilesinden alınan esirlerden olduğu için “el-Kurazî” lakabı ile tanınmıştır. Muhammed bin Ka’b, Evs kabilesine sığınanlardandır. Medine’de yetişen âlimlerden olduğundan da. “el-Medenî” denilmiştir. Tâbiînin büyük âlimlerden olan İbn-i Ka’b, Hicretin 40.ncı (m. 660) senesinde Hz. Ali’nin hilâfetinin sonlarında doğdu. Sonra Kûfe’ye yerleşti. Tekrar Medine’ye geldi. 90 (m. 708) senesinde Medine-i Mü- nevvere’de bir mescidde hadîs-i şerîf okuturken tavanın yıkılması üzerine cemaattan bir kısmı ile beraber enkaz altında kalarak vefât etmişlerdir. Vefât târihi olarak 108, 117, 118, 119 ve 120 seneleri de bildirilmiştir. Vefât ettiğinde 78 yaşındaydı. Peygamberimiz zamanında doğduğu, rivâyeti, ona ait olmayıp babasının doğumu içindir. - 332 - Muhammed bin Ka’b, Kur’ân-ı kerîmin tefsîrinde, birinci tabakayı teşkil eden âlimlerdendir. Büyük müfessirlenden olup, ayrıca muhaddisler yanında da sika (güvenilir) olan râvilerdendir. Avn bin Abdullah, onun için: “Ben, Ebû Hamza-i Kurazî kadar Kur’ân-ı kerîmin tefsîrine vâkıf olan bir kimse görmedim” dedi. İbn-i Sa’d da: “Vera’ Sahibi olan büyük bir âlim, çok hadîs-i şerîf rivâyet eden sika bir râvi” olduğunu bildirdi. İmâm-ı Iclî de, “Kur’ân-ı kerîmi en iyi bilendi. Sâlih bir zât olup, Medine’de hadîs rivâyet eden Tâbiînin sika olanlarındandı” demektedir. Ömrünü, ilim öğrenmekle ve öğretmekle geçirmiştir. Bir müddet Kûfe’ye gidip, orada yerleşti. Sonra Medine-i Münevvere’ye dönmüştür. Eshâb-ı kirâmdan birçok zât ile görüşüp onlardan ilim almıştır. İlimdeki hocaları Eshâb-ı kirâmdır. Abbâs bin Abdulmuttalib, Zeyd bin Erkam, Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ali bin Ebû Zer, Ebî Talib’den, Amr bin Âs, Ebud-derdâ, Fedâle bin Ubeyd, Mugîre bin Şu’be, Ebû Hureyre (r.anhüm), Hz. Âişe ve daha bir çok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden de kardeşi Osman, Hâkem bin Uteybe, Yezîd bin Ebî Zeyyâd, İbn-i Iclâm, Mûsâ bin Ubeyde, Ebû Ma’şer, Ebû Ca’fer-i Hutamî, Yezîd bin el-Hâdî gibi birçok zât rivâyette bulunmuşlardır. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri, meşhûr kütüb-i sitte imamları, kitaplarına almışlardır. Kur’ân-ı kerîmin tefsîrine dair verdiği bilgiler, rivâyet yoluna dayanmaktadır. Bizzat Abdullah İbn-i Abbâs’dan ve Abdullah İbn-i Ömer’den tefsîr almıştır. İbn-i Cerîr’in, naklen bildirdiği Zuhruf sûresi, 8.nci “Yoksa sanıyorlar mı ki, biz onların sırlarını, gizli sözlerini işitmiyoruz? Evet, işitiyoruz. Hem onların yanında elçilerimiz vardır. Onları yazıyorlar.” âyet-i kerîmesinin nüzûl (iniş) sebebini şöyle anlatmıştır: “Kâ’be-i muazzama ile örtüleri arasında oturup, konuşan iki Kureyşli ile bir Sakafî veya iki Sakafî ile bir Kureyşli arasında bir konuşma geçmiş, bunlardan biri demiş ki; “Allahü teâlâ bizim sözlerimizi işitir mi? sanırsınız?” Diğeri de “Açık söylerseniz işitir ve gizli söylerseniz işitmez”, deyince bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. En’am sûresi 19.ncu “Şu Kur’ân-ı kerîm, sizi ve kime erişirse onları inzar etmem, korkutmam için bana vahy olundu” âyet-i kerîmesinin tefsîrinde şöyle buyurdu: “Kur’ân-ı kerîm kime okunuyorsa, Allahü teâlâ kendisiyle konuşuyor gibidir.” Bunu böyle kabul eden kimse, Kur’ân-ı kerîmi efendisinden kölesine yazılmış bir mektûb veya âmirden memura yazılmış bir emir gibi okur. Yani yalnız düzgün okumayı bir vazife saymaz. Belki ne emrettiğini, neler istediğini ve nelerden de menettiğini (yasaklandığını) anlamak için düşünerek okur ve gereğini yapar. Yine Bekara sûresi 201 nci: “Ey Rabbimiz, bize dünyâda bir hasene iyilik ver”” âyet-i kelimesindeki “hasene”den muradın, (saliha, iyi, temiz bir kadın) olduğunu tefsîr etti. Nitekim Resûl-i Ekrem efendimiz, “Sizler şükreden kalbe, zikreden lisana ve âhiret hususunda sizlere yardımcı olacak saliha, mü’min bir kadına sahip olmaya çalışın!” buyurmuştur. Hz. Ömer de; “İnsana, imândan sonra verilen şeylerin en hayırlısı saliha bir kadındır. Hanımlar içerisinde, değeri takdir edilmiyecek kadar kıymetli olanları olduğu gibi, efendisini esaret altına alıp, kendisinden fidye vererek kurtuluş imkânı olmayan kötüleri de vardır” buyurdu. Mü’minûn sûresi 99-100.ncü, “Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca, tekrar tekrar şöyle diyeceklerdir: Ey Rabbim! Beni dünyâya geri gönder. Tâki boşuna harcadığım ömrüm kar- şılığında iyi amelde, ibâdet ve işlerde bulunayım!” âyet-i kerîmelerinin tefsîrinde de, şöyle bildirdi: “Allahü teâlâ bu adama: (Ne istiyorsun, neye heves ediyorsun? Servet edinmek, sular akıtıp bağ ve bahçeler yetiştirmek arzusunda mısın?) diye sorar. Adam ise, (Hayır, sâlih, iyi olan işler yapmak isterim) der. Allahü teâlâ, (Hayır ondan artık iş geçti. Bu ölüm anında herkesin söyleyeceği sözdür) buyurur.” Muhammed bin Ka’b, Peygamber efendimiz “Cehennem ehline bir ağlama hali ârız olur. Gözlerinden kan akıncaya kadar ağlarlar, yüzlerinde yarıklar meydana gelir, öyle ki, gözyaşları ırmaklar gibi olup, üzerlerinde gemiler bile yürütülür” buyurdu. Cehennemlikler, böyle ağlayıp sızlayıp, feryat ve figân ettikleri ve “Vay halimize!” deyip yardım diledikleri sürece kendileri için bir ferahlık vardır. Fakat bundan da men’ edilirler. Muhammed bin Ka’b buyuruyor ki: “Cehennemliklerin beş duâsı vardır. Allahü teâlâ dördüne icâbet eder. Beşincisinde, artık konuşamazlar. Birincide, Mü’min sûresi 11.nci âyetinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün. İki defa da dirilttin, işte günahlarımızı itiraf ettik. Fakat şöyle bir çıkmaya yol var mı?” diye yalvardıklarında, Allahü teâlâ cevap olarak 12.nci âyet-i kerîmede, “Bunun sebebi şudur: Yalnız Allah’a duâ edildiği vakit, siz küfrettiniz. Eğer O’na bir eş ortak katılırsa, tasdîk ediyordunuz. Artık hüküm, O çok yüce, büyük olan Allah’ındır” buyurur. İkinci defa, Secde sûresi 12.nci âyetinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, gördük, işittik. Şimdi bizi dünyâya geri çevir de, güzel amelde bulunalım!” deyince, kendilerine cevap olarak, İbrâhîm sûresi 44.ncü âyetinde “Halbuki daha evvel siz dünyâda kendinize, hiç bir zeval yoktur diye yemin etmediniz miydi?” buyurur. - 333 - Üçüncü defa; Fâtır sûresi 37.nci âyetinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, bizi çıkar! Yaptıklarımızdan bambaşka bir amel yapacağız” deyince, Allahü teâlâ cevap olarak, “Size iyice düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt kabul edebileceği kadar ömür vermedik mi? Size azâb ile korkutan bir Peygamber de gelmişti. Şimdi, tadın o azabı! Artık zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur” buyurur. Dördüncü defa, Mü’minûn sûresi 106-107.nci âyetlerinde bildirilen: “Ey Rabbimiz, bedbahtlığı- mız bize galebe çalmıştı. Biz, doğru yoldan sapanlar güruhu idik. Ey Rabbimiz, bizi buradan çı- kar. Eğer yine küfre dönersek, artık hiç şüphesiz ki, biz zâlimlerdeniz” diye yalvarınca, Allahü teâlâ da verdiği cevapta, Mü’minûn sûresi 108.nci âyetinde “Yıkılıp gidin içerisine! Bana söylemeyin,” buyurur. Artık bundan sonra, konuşamayacaklar ki, bu en şiddetli azaptır. Velhasıl, Muhammed bin Ka’b, müfessirlerin önde gelenlerinden, fazîletli, üstünlüğü çok, mübârek ve muhterem bir zâttır. Muhammed bin Ka’b, Medine’de bulunan ilim ehlinin en fazîletlilerindendi. Fıkıh ilminde, takva ve verâ’da (haramlardan ve şüphelilerden sakınmada) da üstün bir yeri vardı. Allah yolunda mal dağıtmayı çok severdi. Bir gün eline bol miktarda mal, servet geçmişti, dediler ki; “Bunu, oğlun için mi alıkoyuyorsun?” buyurdu ki: “Hayır, servetimi kendim için alıkoyacağım. Yani Allah rızası için dağıtacağım. Oğlumu da Allahü teâlâya emanet edeceğim.” Adamın biri gelip, “Sakın evlâdını refaha, bolluğa kavuşturarak, onun felâketine, kötülüğe düşmesine sebep olma!” deyince, elindeki yüzbin dirhem gümüşü fakîrlere sadaka olarak dağıttı. Hikmetli sözleri çoktur. Herkese nasîhat ederdi. Kendisine gelip soranlara cevap verirdi. Birgün Muhammed bin Ka’bden sordular:’ “Hangi huylar mü’mini alçaltır?” Buyurdu ki: “Çok konuşmak, kendisinde sır olarak bulunanları açıklamak ve herkesin sözünü kabul etmek insanı küçük düşürür.” İbn-i Ka’b’ın oğulları da ilimde olduğu gibi, takvada da yani harâmlardan sakınmada yüksek derecelere kavuşmuşlardı. Birgün oğlu Muhammed’e annesi dedi ki: “Evladım, ben seni küçüklüğünden beri, temiz, günahsız iyi bir insan olarak tanırım. Nedir bu halin? Gece-gündüz ibâdete sarılıp sanki büyük günahlar işlemiş gibi Rabbine yalvarıyorsun?” Bu suâle karşılık olarak O da “Anneciğim, ben bir kusur işleyip de, Allahü teâlânın bana gücenip, azâb etmeyece- ğinden nasıl emin olabilirim?” demiştir. 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-370, 371 2) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-9, sh-420 3) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-lüga, cild-1, sh-90 4) Miftâh-üs-se’âde, cild-1, sh-49, cild-2, sh-75, 466, 590, cild-3, sh-199 MUHAMMED BİN MESLEME (r.a.): Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından. Yaklaşık olarak 588 yıllarında Medine’de doğdu. 43 (m. 664) senesinde Medine’de vefât etti. İslâmın ilk yıllarında Mus’ab bin Umeyr vasıtasıyla müslüman oldu. İslâmiyet’i çok iyi öğrenen ve bilen Muhammed bin Mesleme, şecaatiyle de meşhûr olup, Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerindendir. Peygamberimiz (s.a.v.) savaşlara gittiğinde bazan onu Medine’deki günlük işleri yü- rütmek üzere emîr olarak vazifelendirmiş, bazı savaşlarda da öncü kuvvetlerin kumandanı tayin buyurmuştu. Muhammed bin Mesleme, Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra Mekkeli müşriklerin ölüleri hakkında ağıtlar, şiirler söyleyerek müşrikleri kışkırtan, Peygamberimize ve müslümanlara dil uzatarak fitne çıkaran, hatta Peygamberimize (s.a.v.) suikast tertiplemeye kalkı- şan Ka’b bin Eşref adlı bir yahûdi zengini vardı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâma (r.anhüm): “Ka’b’tan Eşrefi kim öldürür? Çünkü, o Allah ve Resûlüne eza etmiştir.” buyurdu. Muhammed bin Mesleme (r.a.): “Yâ Resûlullah! İster misin, ben onu öldüreyim?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Evet, isterim.” buyurdu. Muhammed bin Mesleme, Resûlullah’a (s.a.v.) bu sözü verince birkaç gün bu iş üzerinde durdu. Ebû Naile, Abbâs bin Bişr, Hâris bin Evs, Ebû Abs İbn-i Cerîr’in yanına gidip, meseleyi onlara açtı. Hepsi uygun gördüler. Beraber öldürürüz, dediler. Birlikte Peygamber efendimize (s.a.v.) geldiler. “Yâ Resûlallah! İzin buyurursanız, biz onunla konuşurken, sizinle ilgili, Ka’b’ın hoşuna gidecek bazı sözler söylemeliyiz” dediler. Peygamber efendimiz, onlara istediklerini söylemeye müsaade buyurdular. Bunun üzerine, Muhammed bin Mesleme, Ka’b bin Eşref’in yanına gitti. “Şu Muhammed, bizden sadaka istedi. Bize çok vergi yükledi. Onun için senden ödünç bir şey almak için geldim” dedi. Ka’b, “O sizi daha da bıktıracak” dedi. Muhammed bin Mesleme (r.a.), “İşte O’na bir defa uymuş bulunduk. Ona tâbi olmakta devam edeceğiz. Bakalım sonu ne olacak? Şimdi sen bize biraz ödünç hurma ver” dedi. Ka’b “Evet vereyim fakat, bana bir şeyi rehin vermelisiniz.” Muhammed bin Mesleme ile yanındakiler “Ne istersin” dediler. Ka’b “Kadınlarınızı rehin isterim” dedi. Onlar, “Kadınlarımızı sana nasıl rehin verebiliriz. Sen yakışıklı birisisin. Kadın gönlü, meyil ediverir” dediler. Ka’b, “O zaman oğullarınızı rehin verin” dedi. On-- 334 - lar “Onları da rehin veremeyiz. Onlardan birine, bir iki deve yükü hurmaya karşılık rehin olundu diye sö- vülür ki, bu bizim için unutamayacağımız bir leke olur. Fakat sana silâhımızı ve zırhımızı rehin verebiliriz” dediler. Ka’b bu teklifi kabul etti. Onlara, ne zaman geleceklerini de bildirdi. Muhammed bin Mesleme (r.a.) bir gece Ka’b’ın yanına geldi. Beraberinde, Ka’b’ın süt kardeşi Ebû Naile de vardı. Ka’b onları kaleye çağırdı. Kendisi de onları karşılamak için aşağı indi. Ka’b’ın karısı, “Bu saatte nereye çıkı- yorsun” dedi. Ka’b, “Gelenler, Muhammed bin Mesleme ile kardeşim Ebû Nâile’dir” dedi. Karısı “İşittiğim bu ses bana pek iyi gelmiyor. Sanki ondan, kan damlıyor” dedi. Ka’b; “Yok, onlar Muhammed bin Mesleme ile süt kardeşim Ebû Nâile’dir. O iyi bir gençtir. Geceleyin, kılıç vuruşmasına bile çağrılırsa, hiç tereddüt etmeden gelir. Böyle birisidir. Muhammed bin Mesleme (r.a.) kendisiyle beraber iki kişiyi bir rivâyete göre, üç kişiyi kaleye soktu. Bunlar, Ebû Abs bin Cebr, Hâris bin Evs, Abbâd bin Bişr idi. Muhammed bin Mesleme arkadaşlarına, “Ka’b gelince, ona saçını koklıyacağımı söyler, başını tutup koklarım. Siz, benim, Ka’b’ın başını iyice yakaladığımı gördüğünüz zaman, kılıçlarınızla, Ka’b’a vurunuz” dedi. Hadîs’in râvîsi, bir kerre de Muhammed bin Mesleme’nin arkadaşlarına “Ka’b’ın başını size de koklatırım” dediğini de rivâyet etmiştir. Ka’b bin Eşref, güzel giyinmiş olarak, güzel koku saçarak, onların yanına geldi. İbn-i Mesleme “Şimdiye kadar böyle güzel koku koklamadım” diyerek Ka’b’ın yanına vardı. Ka’b “Arab’ın en güzel kokulu kadınları benim yanımda” dedi. Muhammed bin Mesleme “Başını koklamama izin verir misiniz” dedi. Ka’b, müsaade ettiğini söyledi. Mesleme (r.a.) onu kokladı. Arkadaşlarına da koklattı Sonra, tekrar” koklamak istediğini söyledi. Bu defa, Muhammed bin Mesleme, onun başını yakalayıp, arkadaşlarına, kılıçlarıyla vurmalarını söyledi, ilk kılıç vurulduğunda, Ka’b şiddetle bağırdı. Sonra da öldü. Ka’b’ın öldürülmesi hicretin üçüncü yılında Ramazan ayında oldu. Bedir savaşından sonra Benî Nadir yahûdileri, Peygamberimizi (s.a.v.) yurtlarına davet edip, sû-i kast yapmak istemişlerdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) onların bu tutumunu öğrenip, Muhammed bin Mesleme’yi çağırarak; “Nâdiroğulları yahudilerine git! Onlara, Resûlullah beni size; yurdumdan çıkıp gidiniz! Burada benimle birlikte oturmayınız! Siz bana bir sû-i kast plânı kurdunuz! Size on gün süre tanıyorum. Bu müddetten sonra buralarda sizden kim görülürse boynu vurulacak, emrini bildirmek üzere gönderdi, de.” buyurdu. Bu emir üzerine Muhammed bin Mesleme, Nâdiroğulları yahûdilerinin yurduna varınca onlara; “Mûsâ Peygambere Tevrat’ı indirmiş olan Allah aşkına doğru söyleyiniz: Muhammed (s.a.v.), Peygamber olarak gönderilmeden önce, Tevrat önünüzde iken, size geldi- ğim ve şu meclisinizde bana yahûdiliği teklif ettiğiniz zaman; Vallahi ben asla yahûdi olmam, dediğimi, sizin de buna karşılık; dininden başka din yoktur. Senin anladığın, istediğin, duyup işittiğin Hanîf dîninin aynısıdır! Size gelecek olan Peygamber, hem şeriat sahibidir, hem savaşçıdır. Gözlerinde biraz kırmızı- lık vardır. Kendisi Yemen tarafından gelecek, deveye binecek, ihrama bürünecek, bedeni yumuşak ve kuvvetli, kılıcı boynunda asılı bulunacak, konuştuğu zaman hikmet konuşacaktır, dememiş miydiniz?” dedi. Yahudiler bunu itiraf etmelerine rağmen İslâmiyet’i kabul etmemişlerdi. Muhammed bin Mesleme de Resûlullah’ın (s.a.v.) emrini onlara bildirdi. Muhammed bin Mesleme, Hudeybiye’de yapılan ve Biati Rıdvan olarak adlandırılan ve Eshâb-ı kirâmın, müşriklerle savaşmaktan asla yüz çevirmeyeceklerine Allah ve O’nun Resûlü yolunda canlarını fedâ edinceye kadar cihad edeceklerine dair söz vererek ağaç altında yaptıkları bîatte de bulundu. Bu bîatte bulunanlar hakkında Kur’ân-ı kerîmde Fetih sûresi, 19.ncu âyette: “Hakikaten Allah (Hudeybiye’de) ağaç altında sana bîat etmekte oldukları vakit, o mü’minlerden râzı oldu. Böylece kalblerinde olan sadakati bildi de, üzerlerine sekîne (manevî huzur) indirdi. Kendilerine de yakın bir zafer (Hayber’in fethini) verdi.” buyurularak meth edilenlerdendir. Hudeybiye andlaşmasında şahit olarak imza atan Sahâbeden biri de Muhammed bin Mesleme’dir. Bundan sonra vuku bulan Hayber gazvesinde, Hayber kalelerine yapılan hücumlarda en önde bulunuyordu. Henüz Hayber feth edilmemiş- ti. Muhammed bin Mesleme, “Yâ Resûlallah! Bugün çok üzgünüm. Yahudiler kardeşim Mahmud bin Mesleme’yi şehîd etti.” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.), “Düşmanlarla karşılaşmayı istemeyiniz. Allah’dan sağlık ve afiyet dileyiniz.. Çünkü, siz onlardan başınıza neler geleceğini bilemezsiniz. Düşmanla karşılaştığınız zaman, “Ey Allahım! Bizim de Rabbimiz onların da Rabbi sensin. Hepimiz senin kudretin altındayız. Onları öldürecek, ancak sensin” diye duâ ediniz, ondan sonra oturunuz. Sizi sardıkları zaman tekbir getiriniz. Ey Muhammed bin Mesleme! Sana müjde! Yarın, inşaallah, kardeşini öldüren öldürülecek ve yahûdi savaşçıları, kaçacaklardır” buyurdu. Hicretin yedinci senesinde Umret-ül-kazada Mekke’ye giden müslümanların keşif kuvvetlerinin kumandanlığını yapan, Huneyn savaşında ve Veda Haccı’nda bulunan Muhammed bin Mesleme (r.a.), Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında mürtedlerle ve Suriye taraflarında yapılan savaşlara katılıp, fiilen ve malıyla cihad etmiştir. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında da zekât amirliği yaptı. Kimseden fazla bir şey almazdı. Sadece kendisine verilen koyunları kabul ederdi. Zaman zaman valileri teftiş ve kontrol için gönderilirdi. Bir gün, - 335 - Hz. Ömer, Muhammed bin Mesleme’ye, kendi tutum ve davranışlarını nasıl bulduğunu, sorunca, “Seni istediğim gibi buluyorum. Zekâtın toplanma ve taksiminde adalete riâyet ediyorsun” cevâbını verdi.. Hayatı muharebe meydanlarında geçti. Resûlullah’a (s.a.v.) olan sevgi ve muhabbeti çok fazlaydı. Onun için muharebelerde Peygamberimizin etrafında pervane olurdu. Hz. Osman ve Hz. Ali’nin halifelikleri sırasında artık ihtiyarlamış olduğundan, Medine’de sakin bir hayat yaşadı. Hz. Muâviye’nin halifeliği sırasında yetmişyedi yaşında iken, Medine’de vefât etti, Baki’ kabristanına defn edildi. Muhammed bin Mesleme’den (r.a.) az hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bunlardan bazıları: “Bir kimse, bir müslümanın bir aybını örterse, Allahü teâlâ da onun dünyâda ve ahirette aybını örter. Bir sıkıntısını giderirse, Allahü teâlâ kıyâmet gününün sıkıntısını ondan giderir. Kim müslüman kardeşinin hacetini görürse, Allahü teâlâ da onun hacetini görür.” “Bir kimse bir müslümanın günahını öğrenip de gizlerse, Allahü teâlâ da kıyâmet günü onun günâhını örter.” 1) Vâkidî Megâzî, cild-2, sh-653 2) Hâkim, Müstedrek cild-3, sh-138 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh-85 4) Mevâhib-i Ledünniyye, cild-1, sh-156 5) Târîh-i Taberî, cild-3, sh-82 6) El-Kâmil fi’t-târîh, cild-2, sh-207 7) Ensâb-ül-eşrâf, cild-1, sh-377 8) İnsân-ül-uyûn, cild-3, sh-175 MUS’AB BİN UMEYR (r.a.): Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. İslâmiyetin ilk yıllarında müslüman oldu. Habeşistan’a sonra da Medine’ye ilk hicret edenlerdendir. Birinci Akabe bîatında müslüman olan oniki kişi, Resûlullah’dan (s.a.v.) dînî hükümleri ve Kur’ân-ı kerîm öğretmesi için bir muallim (öğretmen) istediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) tarafından Medine’ye muallim olarak gönderildi. Bedir ve Uhud savaşında Muhacirlerin sancağını taşıdı. 3 (m. 625) senesinde Uhud savaşında kırk yaşlarında iken şehîd oldu. Mus’ab bin Umeyr’in künyesi Ebû Muhammed olup, annesi ve babası tarafından Kureyş’in asil ve zengin bir ailesine mensûb idi. Zengin oldukları için gayet rahat bir hayat yaşıyordu. Orta boylu güzel yüzlü, nazik ve yumuşak huylu idi. Son derece zekî, fasîh ve belîğ (güzel) konuşurdu. Aklı selim sahibi olduğundan putlardan nefret ederdi. Annesi tarafından en iyi şartlar altında refah ve bolluk içinde yetiştirilmişti. Güzel yüzlü ve zengin olduğundan Mekke’de ona gıpta ile bakarlardı. Peygamber efendimiz buyurmuşlardı ki: “Mekke’de Mus’ab’dan daha zarif, daha nârin, daha güzel kimse yok idi. Saçları kıvrım kıvrım idi.” Bütün bunlara rağmen kalbinde büyük bir boşluk hisseden Mus’ab bin Umeyr, Peygamberimizin (s.a.v.) bir merkez olarak seçtiği, İslâmı anlattığı ve o zaman Mekke’de müslümanların toplandığı Erkam bin Ebî Erkam’ın evine giderek müslüman oldu. Mus’ab bin Umeyr’in ailesi durumu öğrenince, onu dininden döndürmek için evlerindeki bir mahzene hapsederek günlerce aç ve susuz bıraktılar. Arabistan’ın yakıcı güneşi altında uzun müddet bırakarak ağır ve tahammülü zor işkenceler yaptılar. Fakat Mus’ab bin Umeyr, bu ağır ve acımasız işkenceler karşısında sabır ve sebat göstererek asla İslâmiyetten dönmedi. İslâmiyeti kabul ettikten sonra Mekke’deki hayatı değişen ve işkencelere ma’rûz kalan Mus’ab bin Umeyr, müşriklerin ağır işkenceleri ve zulümleri sebebiyle Habeşistan’a hicret etmelerine izin verilen müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Bir müddet orada kalıp, her türlü sıkıntıya katlandı. Daha sonra dönüp Peygamberimizin (s.a.v.) yanına geldi. Onun bu gelişini Hz. Ali şöyle anlatmıştır: “Ben Resûlullah (s.a.v.) ile oturuyordum. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr geldi. Üzerinde yamalı bir elbiseden başka birşey yoktu. Resûlullah (s.a.v.) onun bu hâlini görünce mübârek gözleri yaşla doldu. Çünkü o müslüman olmadan önce servet içinde idi. Dîni uğruna bunları terk etti.” Mus’ab bin Umeyr müslüman olduktan sonra kendisine yapılan her türlü işkenceye ve çektiği fakîrliğe rağmen dîninden dönmemesi üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.) onun hakkında, “Kalbini Allahü teâlânın nurlandırdığı şu kimseye bakın. Onu anne ve babasının yanında onların buna en iyi yiyecek ve içecekleri verdiklerini gördüm. Allah ve Resûlünün sevgisi, onu gördüğümüz hale getirmiştir.” buyurmuştur. Birinci Akabe Bîatında müslüman olan Medineliler, kendilerine dîni öğretecek bir öğretmen istediler. Peygamberimiz (s.a.v.) bu iş için Mus’ab bin Ümeyr’i görevlendirdi. Bunun üzerine Medine’ye gidip onların reisleri olan Es’ad bin Zürare’nin evine yerleşti. Burada hem Kur’ân-ı kerîm öğretiyor, hem de İslâmiyyeti anlatıyordu. Onun bu hizmetiyle Medine’de çok kimse müslüman oldu. Medine’de bulunan kabile reislerinden Sa’d bin Muâz, Esîd (veya Üseyd) bin Hudayr henüz müslüman olmamışlardı. Bunların bu durumu çevreyi etkiliyor, İslâmiyetin hızla yayılmasını engelliyordu. Bir gün Mus’ab bin Umeyr, bir bahçede, etrafında bulunan müslümanlara dîni anlatıyor, sohbet ediyordu. Bu sırada Evs kabilesinin - 336 - reislerinden olan Üseyd elinde mızrağı olduğu halde gelip, hiddetle konuşmaya başladı: “Siz bize niçin geldiniz, insanları aldatıyorsunuz! Hayatınızdan olmak istemiyorsanız buradan derhal ayrılın!” dedi. Onun bu taşkın halini gören Mus’ab bin Umeyr, “Hele biraz otur! Sözümüzü dinle. Maksadımızı anla, be- ğenirsen kabul edersin. Yoksa engel olursun..” diyerek gayet yumuşak ve nazik bir konuşmayla karşılık verdi. Üseyd sakinleşip “doğru söyledin” dedi ve mızrağını yere saplayarak oturdu. Mus’ab bin Umeyr ona İslâmiyeti anlattı ve Kur’ân-ı kerîm okudu. Kur’ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı ve tatlı üslûbunu işiten Üseyd kendini tutamayıp, “Bu ne kadar güzel, ne kadar iyi bir sözdür. Bu dine girmek için ne yapmalı” diye sordu. Mus’ab bin Umeyr, onun bu sözü üzerine ona kelime-i şehâdeti öğretti ve o da müslüman oldu. Sevincinden yerinde duramayan Üseyd “Ben gidip size birini göndereyim. Eğer o da imâna gelirse bu beldede îmân etmedik kimse kalmaz” diyerek oradan ayrıldı. Evs kabilesinin reisi Sa’d bin Muâz’ın ve kabilesinin yanına varınca müslüman olduğunu söyledi. Bunu gören Sa’d şaşırarak hiddetlendi ve Mus’ab bin Umeyr’in yanına koştu. Yanına varınca sert ve kızgın bir tavırla konuşmaya başladı. Mus’ab bin Umeyr ona da gayet yumuşak konuştu ve oturup biraz dinlemesini söyledi. Sa’d bu nazik konuşma karşısında yumuşayıp oturdu ve konuşulanları dinlemeye başladı. Mus’ab bin Umeyr ona da İslâmiyeti anlattı ve Kur’ân-ı kerîmden bir miktar okudu. Kur’ân-ı kerîm okunurken Sa’d’in yüzü birdenbire değişiverdi. O da orada müslüman oldu. Kendinde duyduğu üstün bir halin ve rahatlığın şevkiyle derhal kavminin yanına gidip onlara şöyle dedi: “Ey kavmim beni nasıl biliyorsunuz?” Onlar da: “Sen bizim büyü- ğümüz ve üstünümüzsün” cevabını alınca, “Öyle ise Allah’a ve Resûlüne îmân etmelisiniz... Îmân etmedikçe sizin erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun” dedi. Onun bu sözü üzerine kavminin hepsi İslâmiyyeti kabul etti. O gün kavminden îmân etmedik kimse kalmadı. Mus’ab bin Umeyr’in büyük gayretleri ve hizmetleri neticesinde İslâmiyyet, Medine’de süratle yayıldı. Öyle ki, İslâmiyyet her eve girmiş îmân etmeyen kalmamıştı. Ensâr-ı kirâm (r.anhüm), Resûlullah’dan izin alarak Sa’d bin Heyseme’nin evinde ilk defa Cuma namazı eda ettiler. Medine-i Münevvere’de ilk kılınan Cuma namazı budur. Bu Cumâ’dan sonra Mus’ab bin Umeyr (r.a.) Evs ve Hazrec kabilesinden hacılarla ikinci Akabe bîatını yapmak üzere yola çıktı. Bu kafilede Es’ad bin Zürâre de vardı. Mus’ab bin Umeyr (r.a.), Mekke’ye varır varmaz, kendi evine uğramadan önce hemen Peygamber efendimizin huzuruna çıktı. Peygamber efendimize Medinelilerin grup grup İslâmiyete girdiklerini anlattı. Resûlullah (s.a.v.) bu haberden çok mennun oldu. Bu sırada Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.), Mekke’ye geldiğini işiten annesi, O’na “Ey annesine isyan eden vefâsız oğul! Bulunduğum şehre gelip nasıl olur da önce yanıma uğrayıp beni ziyâret etmezsin” diye haber gönderdi. Mus’ab, “Ben, Resûlullah’tan önce kimseyi ziyâret etmem” dedi. Sonra annesinin yanına gitti. Annesi “Galiba, hâlâ girdiğin; o yeni dinden dönmedin” dedi. Mus’ab “Ben, Allah Resûlünün tebliğ ettiği ve Allah’ın râzı olduğu hak dîni üzereyim. Bu din, Allah’ın kendisi ve Resûlü için seçtiği bir dindir” dedi. Annesi tekrar ilk olarak Habeşistan’da ve ikinci defa da Yesrib’de (Medine) olduğun zamanlarda senin için, çektiğim acılara karşılık bana bir teşekkür bile etmedin” dedi. Mus’ab, “Beni dinimden ayıracağınızdan korkuyorum” dedi. Bu sözleri üzerine annesi onu bir daha haps etmek isteyince, Mus’ab “Yemin ediyorum ki, eğer beni haps edecek olursanız, ölünceye kadar mücâdele ederim” dedi. Bunun üzerine annesi “Haydi git işine” diyerek ağladı. Mus’ab ona şöyle dedi: “Anneciğim, ben sana doğru yolu gösteriyorum. Ve sana acıyorum. Ne olur gel Allah’tan başka hiç bir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed aleyhisselâmın Onun kulu ve elçisi olduğuna şehâdet et!” Annesi “Ben senin girdiğin dîni kabul etmeyeceğim. Aksi taktirde alay konusu olur, zayıf akıllı diye vasf edilirim. Fakat seni dininle başbaşa bırakıyorum. Ben, kendi dinimde kalacağım.” dedi. Mus’ab (r.a.) Zilhicce ayının geri kalan kısmını, Muharrem ve Safer aylarını Peygamber efendimiz ile geçirdikten sonra, Resûlullah’ın hicretinden 12 gece evvel, Rebiul-evvel ayının başında ikinci defa Medine’ye hicret etti. Herşeylerini Mekke’de bırakıp, Medine’ye hicret eden Eshâb-ı kirâm ile, Medineli Eshâb mal ve mülklerini paylaştı. Bu kardeşlikte Mus’ab bin Umeyr de Ebû Eyyüb el-Ensârî ile kardeş yapıldı. Mus’ab bin Umeyr, Bedir Savaşı’na katılıp sancağı taşıdı, büyük gayret ve Kahramanlık gösterdi. Abd-i Daroğullarından Bedir Savaşı’na katılan iki kişiden biri idi. Diğeri de Süveyd bin Harmale idi. Mus’ab Uhud Savaşı’na da katıldı. Sancağı taşıdı. Bu savaşda Peygamberimizin (s.a.v.) yanından ayrılmayarak saldıranlara karşı koyuyordu. İki zırh giyinmişti, bu haliyle Peygamberimize (s.a.v.) benziyordu. Müşrik ordusundan İbn-i Kamia adında biri Peygamberimize (s.a.v.) saldırırken Mus’ab bin Umeyr onun karşısına çıktı. Bu müşrik bir kılıç darbesiyle Mus’ab bin Umeyr’in sağ kolunu kesti. Mus’ab bunun üzerine sancağı derhal sol eline aldı. Mus’ab o esnada Âli İmrân sûresi 144. “Muhammed ancak resûldür. Ondan evvel daha nice peygamberler gelip geçmiştir” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyordu. İkinci bir darbeyle sol kolu da kesilince sancağı kesik kollarıyla tutup göğsüne bastırdı ve yine aynı âyet-i kerîmeyi okudu. Bu haliyle kendini Peygamberimize (s.a.v.) siper yapan Mus’ab bin Umeyr üzerine hücum eden İbn-i Kamia, vücuduna bir mızrak sapladı ve Mus’ab bin Umeyr yere yıkılıp şehîd - 337 - oldu. Mus’ab bin Umeyr zırh giydiği zaman Peygamberimize (s.a.v.) benzediği için müşrikler onu şehîd edince Peygamberimizi (s.a.v.) öldürdüklerini zannetmişlerdi. Hazret-i Mus’ab şehîd olunca: Hz. Mus’ab’ın suretinde bir melek sancağı aldı. Mus’ab’ın (r.a.) şehîd düştüğünden Resâlullah’ın (s.a.v.) henüz haberi olmadığından “İleri, ey Mus’ab, ileri! diye sesleniyordu. Bunun üzerine bayrağı elinde tutan melek, geri dönüp Resûlullah efendimiz’e (s.a.v.) “Ben Mus’ab değilim” diye cevap verince, Resûlullah (s.a.v.) sancağı elinde tutanın melek olduğunu anladı. Bundan sonra Peygamberimiz (s.a.v.) sancağı Hz. Ali’ye verdi. Eshâh-ı kirâmdan Ubeyd bin Umeyr anlatır: Resûlullah (s.a.v.) Mus’ab bin Umeyr’i şehîd olmuş görünce başı ucuna dikilerek Abzâb sûresinden “Mü’minlerden öyle yiğitler vardır ki, onlar Allaha verdikleri sözde sadakat gösterdiler. Onlardan bazıları şehîd oluncaya kadar çarpışacağına dair yaptığı adağını yerine getirdi. Kimisi de şehîd olmayı bekliyor. Onlar verdikleri sözü asla değiş- tirmediler.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu ve sonra şöyle buyurdu: “Allah’ın Resûlü de şahittir ki, siz kıyâmet günü Allah’ın huzurunda şehîd olarak haşr olunacaksınız” Daha sonra yanındakilere dönüp: “Bunları ziyâret ediniz. Kendilerine selâm veriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, kim bunlara bu dünyâ- da selâm verirse, kıyâmette bu azîz şehîdler kendilerine mukabil selâm vereceklerdir.” buyurdu. Daha sonra şehîdler defn edildi. Mus’ab bin Umeyr’e kefen olarak bir şey bulunamamıştı. Vücudu kaftanı ile ve ayak tarafı da otlarla örtülmek suretiyle defn edildi. 1) El-Kâmil fit’târîh cild-4, sh-123 2) El-A’lâm cild-7, sh-245 3) El-Îsâbe cild-3, sh-421 4) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-106 5) Üsüd-ül-gâbe cild-4, sh-106 6) Sıfat-üs-savfe cild-1, sh-152 7) El-İstiâb cild-3, sh-468 (Îsâbe kenarında) 8) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-3, sh-116 9) El-Belâzurî Ensâb-ul-eşrâf, 3, 8, 10, 16, 19, 23, vd. MUTARRİF BİN ABDULLAH (r.a.): Tâbiînden hadîs ve fıkıh âlimi. İsmi Mutarrif bin Abdillâh bin Es-şihhîr bin Avf bin Ka’b bin Vikdân bin Kureyş olup künyesi Ebû Abdillâh’dır. Zamanının âlimleri arasındaki lakabı ise imâd-üd-dîn (dinin direği)dir. Babası ise Eshâb-ı kirâmdandır. Basra’da yaşamış, zühd, verâ’ ve takva sahibi velî bir zâttır. İlim ve amel bakımından zamanın bir tanesi idi. Zamanındaki insanların hepsinden hürmet ve saygı gö- rürdü. Sözleriyle onların hak yoluna kavuşmasına, nefislerinin insanı dünyâ ve ahirette felakete götüren fenalıklarından kurtulmalarına sebep olmuştur. Peygamberimizin (s.a.v.) sağlığında doğmuştur. Haccâc’ın Irak’ın idaresini ele aldığı zaman zuhur eden veba salgını sırasında 95 (m. 713) yılında Basra’da vefât etmiştir. Mutarrif bin Abdillâh babasından, Hz. Osman, Ali, Ubey bin Ka’b, Ebî Zerr, İmrân bin Husayn, Ümm-ül-mü’minîn Âişe, İyâd bin Hımâr, Abdullah bin Mugaffel ve Muâviye (r.ahnüm ecmaîn) ve Eshâb-ı kirâm’dan bir çok zâttan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Yezîd Ebül-Âlâ’, Hamîd İbni Hilâl Sâbit bin Eslem el-Benânî, Sa’îd El-Cerîrî, Katâde, Geylân bin Cerîr, Muhammed bir Vâsî’, Hasan-i Basrî, Sa’îd bin Ebî Hind, Abdülkerîm bin Reşid ve daha birçok âlim de Mutarrif bin Abdillah’dan rivâyette bulunmuş- lardır, İbni Sa’d, “Mutarrif; Ubey İbni Ka’b’dan rivâyette bulunmuş sika (güvenilir, sağlam) fazîletli, vera’, takva, akıl ve edeb sahibi bir zâttır” demiştir. İclî ise O’nu Tâbiînin büyüklerinden, sika ve salih bir zât olarak zikretmiştir. Geniş elbise giyer, ata binerdi. Sultanlara, devlet adamlarına nasîhat eder, te’sîrli sözleriyle onların, uygunsuz işler yapmalarına mâni’ olur, Allahü teâlâ’nın râzı olduğu hâle gelmelerine sebep olurdu. Hiç kimse hakkında kötü düşünmez herkes tarafından sevilirdi. Allahü teâlâ’nın korkusundan ve O’na hesap verme endişesinden toprak olmayı ister ve: “Rabbim tarafından biri gelip Cennet veya Cehenneme girmek yahut toprak olmak arasında bana tercih hakkı verseydi, toprak olmayı tercih ederim” buyurdu. Son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere râzı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zahirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bazıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında “Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum suyu (kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç dü- şünmeden hemen verirdim. O bir yudum suyu, bu dünyâ ve içindekilerin hepsine tercih ederdim” buyurdu. Geceleri daha iyi ibâdet ve Allahü teâlâ’nın kullarına hizmet edebilmek için uyur ve “Gecemi uyuyarak geçiririm. Pişman olmuş olarak sabahlarım. Bu hali; bütün geceyi ibâdetle geçirip, sabaha kendini beğenmiş olarak çıkanın halinden daha fazla severim” derdi. İçi dışına, dışı içine uygun bir zât olup (Bir kulun dışı içi bir olunca; Cenâb-ı Hak: “İşte benim gerçek kulum budur.” buyurur) derdi. - 338 - Mutarrif bin Abdillâh’ı çekemeyenler onu Ziyad bin Ebîh’e şikâyet ettiler. Çirkin iftiralarda bulundular. Ziyad da askerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti. (Bu sırada kendisi Basra’da idi.) Hz. Mutarrifi Ziyad’a getirdiler. Ziyad adamlarına sordu: “Siz onu çağırırken şeklinde, hâlinde bir değişiklik oldu mu?” “Hayır” dediler. Bunun üzerine: “O halde bu hal ancak sâlih kimselerde bulunur. Onu derhal serbest bırakın (ve özür dileyin)” diye emretti. Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünyâ işlerini yapmayı vazife bilirdi. Buyurdu ki: “Kimin bende bitecek, benim yapacağım bir işi olursa, bir kâğıda yazsın ve bana göndersin. Çünkü ben müslümanın yüzünde dilencilik zilletini görmek istemiyorum. Zira lütuf ne kadar büyük olursa olsun, istemek ondan daha ağırdır.” İnsanlar beğensin diye Kur’ân-ı kerîm okuyan hâfızlardan hoşlanmazdı. “Zamanımızda Kurrâ “hâfız” kalmadı. Hepsi “okuyuşlarıyla” dünyâ ni’meti toplamaya çalışıyorlar” buyurdu. Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. “Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz” buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünyâ için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasîhat ederdi. Buyurdu ki: “Kıyâmet günü bir takım insanlar olacak; dünyâda yazdıkları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık, derler.” Buyurdu ki: “Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat se’âdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim, iyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, îmân ile ruhunu teslim etmekten, imân ile ölmekten daha büyük bir ni’met vermemiştir.” “Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir.” Allahü teâlâ’ya ve Resûlullah’a (s.a.v.) son derece ta’zîm edenlerden idi. Kötü şeyler içerisinde onların ism-i şerîflerinin zikredilmesini uygun görmezdi. Buyurdu ki: İçinizden bazıları hayvanına (köpek ve merkebine...v.s.) kızdığı zaman: “Allah cezanı versin, seni şöyle yapsın böyle yapsın, der. (Halbuki bu uygun değildir) Allahü teâlâ’nın ism-i şerîfine ta’zîm ediniz. Hayvanın (köpek, merkep...v.s) yanında O’nun mübârek ismini ağza almaktan korkunuz.” Allahü teâlâ’ya şöyle yalvarırdı: “Allah’ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için senden afv ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum.” O daima Allahü teâlâ’nın merhametine sığınır ve hakiki mü’minlerin hali olan “Beyn-el-Havfî ver-recâ” korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı: “Allah’ım bizden râzı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden râzı olmasa da affeder.” Arafat’taki duâsında “Allah’ım benim yüzümden buradakilerin duâsını, reddetme, kabul eyle” diye yalvarırdı. Halbuki halk onu vesîle ederek duâ eder duâları kabul olurdu. Basra’da duâsının hemen kabul edilmesi ile tanınırdı. Herke3in kendi aybını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıblarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıblarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan eder ve “İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir.” buyurdu. Mutarrif bin Abdillah bir gün sünneti Resûlullah’tan (s.a.v.) bahsederken, kendisine; “Bize yalnız Kur’ân-ı kerîm’den bahsediniz” denildi. Cevâbında “Vallahi biz Kur’ân-ı kerîm’in bir benzeri, bir mukabili olduğunu söylemiyoruz. Fakat Kur’ân-ı kerîm’i bizden iyi bilen kendisine vahiy gelen, murâd-ı ilâhiye tam vâkıf bir zâtın (Hz. Peygamberin) bulunduğunu söylüyoruz” buyurdu. Buyurdu ki; “İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur” “Vera’ (şüpheli şeyleri terk etmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, harâmlardan sakınan ve Allahü teâlâ’nın rızasını isteyenlere) gelir.” “Dâima şerefli olmalısın, insanlara ihtiyaç arz etmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun.” “Sıddîkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâ’dan gelen tecellilere dayanamaz, can verirlerdi”; herkese acır, günah işleyenlere de ıslah olmaları için duâ eder, herkesin de duâ etmesini isterdi. “Günahkârlara karşı nefsinde merhamet duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allahü teâlâ’dan mağfiret dilemek meleklerin ahlâ- kındandır. Kendisi çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. “Şehvetlerini ve yemek içmeyi terk eden kimse kerâmet sahibi olur” buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. “İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır” buyurmuştur. İlme amelden çok ehemmiyet verir, âlimi abidden (çok ibadet eden) üstün tutar ve “İlim bana göre ibadetten daha fazîletlidir. Dinimizde en hayırlı amel vera’dır (şüpheli şeylerden kaçınmak).” buyurmuş- tur. O fitne ve fesattan son derece kaçınır, fitneye bulaşmaktan korkardı. Hz. Hasen’in fitneden kaçma-- 339 - sını selden boğulmamak için kaçan bir insana benzetmiş “Fitne insana hidâyet etmek için gelmez. Fakat nefsiyle çarpışanın nefsin arzularını terk etmesi için gelir” demiştir. Yezîd bin Abdillah’a soruldu “Müslümanlar arasında fitne harb çıktığı zaman Mutarrif ne yapardı?” Şöyle cevap verdi: “Evine kapanır ve hiç bir cemaata yaklaşmazdı. Ortalık açılıp fitne ortadan kalkmadıkça kimse ile görüşmezdi.” Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim” buyurmuştur. “Beni medheden kimse ancak beni ve nefsimi küçültmüş olur.” “Sâlih kalb; salih amel ile elde edilir. Sâlih amel de ancak niyyetin salih (doğru olmasıyla) ele geçer.” Evine girdiği zaman yemek yediği ve su içtiği kablar onunla beraber tesbih ederdi. Bu tesbihi yanında bulunan kimseler de işitirdi. Geceleyin yürür iken elindeki asası (bastonu) lamba gibi önünü aydınlatırdı. Yine bir gün sabah namazı için oğlu ile beraber câmiye giderken bastonundan iki parça nûr yükseldi. Oğlu Abdullah’a “Yâ Abdullah! Bana bak sabahleyin bunu insanlara (Basralılara) anlatsaydım, herkes beni yalanlardı” buyurdu. Asası- nın ve kendisinin nûr saçması ile çok kerâmetleri görülmüştür. İnsanlar Onun yanına gittiği zaman rahatlar, huzur bulurdu. Çünkü o hep ahiretten bahseden ve âhireti taleb eden (isteyen) bir zât idi. İnsanlardan uzak şehir dışında yaşardı. Cuma günü olunca hayvanına biner şehre Cuma namazı için gelir, kabirleri ziyâret eder, o sırada hafifçe uyuklar, uykusunda kabristanda yatanların hepsinin hâlini görürdü. Yine bir Cuma günü Cum’a namazı için gelmişti. “Cuma gününü tanıyor biliyor musunuz, bu gün kuşların söylediklerini anlıyor musunuz” diye sordu. Basra ehâlisi “Ne söyler” diye sordular. “Selâm olsun, selâm olsun sâlih (duâların kabul edildiği tevbelerin kabul olduğu mübârek) bir güne” derler buyurdu. Mutarrif hazretlerini bir kimse bir meseleden dolayı yalancılıkla suçladı. O da ellerini kaldırdı: “Yâ Rabbi, eğer bu kimse sözünde yalancı ise, onu helâk et.” diye duâ etti. Bu kimse orada cemâatin içinde can verdi. Askerler Mutarrif hazretlerini kadıya götürdüler. Kâdı “Sen adam öldürmüşsün” dedi. Mutarrif hazretleri “Hayır ben sadece duâ ettim ve duâm o kimse hakkında kabul olundu” diye cevap verdi. Bunun üzerine durum anlaşıldı ve müslümanların Mutarrif hazretlerine sevgi ve muhabbetleri bir kat daha arttı. Buyurmuştur ki: “Kerâmet sahibi bir zâtı yalancılıkla itham eden; en büyük yalancıdır.” Haccâc Mevrûk el-İcli’yi habs etmişti. Mutarrif hazretleri Gaylân bin Cerîr’e dedi ki: “Gel Allahü teâlâ’ya Mevrûk’ü zindandan kurtarması için duâ edelim.” Mutarrıf hazretleri Mevrûk’un kurtulması için duâ etti, yalvardı. Biraz sonra Mevrûk kurtuldu. Haccâc yatsı vakti dışarı çıktı ve insanların içerisine karıştı. Bir de ne görsün Mevrûk’a çok benzeyen bir kimse, bu zâtı Mevrûk’un babası zan etti. Halbuki gördüğü Mevrûk’un kendisi idi. Hemen muhâfızını çağırdı: “Hemen zindana git ve şu ihtiyarın oğlunu serbest bırak babasına gönder” diye emir verdi. Halbuki Mevrûk daha önce kurtulmuş idi. Hasen bin Amr el-Fezârî’den: Sâbit el Yemânî ve bir arkadaşı aniden Mutarrif’in yanına girdiler. Mutarrif’ten üç türlü nûr yayılıyor, etrafı aydınlatıyordu. Bir nûr başından, bir nûr göğsünden bir nûr da ayak kısmından yayılıyor, parlıyordu. Şaşkınlıkları geçince, Mutarrif’e sordular: “Sendeki bu hal nedir”, “O da neden bahsediyorsunuz?” diye sordu. “Senden nûr yayılıyor.” dedik “Siz bunu gördünüz mü?” dedi. “Evet” dedik, “İşte bu gördüğünüz nurlar, benim yaptığım secdelerin karşılığıdır.” 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-198 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-10, sh-173 3) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-64 4) El-A’lâm cild-7, sh-250 5) Vefeyât-ül-a’yân cild-5, sh-211 6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-7, sh-141 7) Câmi’u kerâmât-il evliyâ cild-2, sh-265 8) Tabakât-ül-kübra cild-1, sh-34 NEVFEL BİN HÂRİS (r.a.): Eshâb-ı kirâm’dan Peygamberimiz’in (s.a.v.) amcası Hârisin oğlu idi. Bedir Savaşı’na müşriklerin baskısı ile katıldı. Burada esir düştükten sonra müslüman oldu. Hendek Savaşı sırasında Medine’ye hicret etti. Künyesi Ebû Hâris’tir. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında 15 (m. 636) senesinde vefât etti. Nesebi ise; Mekke’deki Kureyş kabilesinin Hâşimî kolundan Nevfel bin Hâris bin Abdülmuttalib bin Hâşim bin Abd-i menâf bin Kusayy el-Kureyşî el-Hâşimî’dir. Kabilesinin zengin, cömert ve kahramanlarından idi. Resûlullah (s.a.v.) İslâmiyeti bütün insanlara duyurmaya, anlatmaya başladığı zamanlarda müslüman olmamıştı, ilk senelerde O’na muhalefet etmesine rağmen bunu isteyerek yapmıyordu. Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ile aralarında kan bağı vardı. Bu akrabalık sevgisi kendisinde fazla idi. Bedir Savaşı başladığı zaman, Fahr-i âlem’e (s.a.v.) karşı gelmemek ve müslümanlar ile savaşmak için kendisi gitmek istemiyordu. Fakat diğer müşriklerin (puta tapanların) zorlamaları ile buna katılmaya mecbur - 340 - oldu. Savaş sonunda müşrikler mağlup olup birçok esir verdiler. Bunların arasında Hz. Nevfel de bulunuyordu. Resûlullah (s.a.v.): “Yâ Nevfel fidye verip kendini kurtar.” buyurdu. Hz. Nevfel “Yâ Muhammed! Kendimi esirlikten kurtarmak için verecek bir şeyim yok!” dedi. Resûlullah (s.a.v.) da: “Cidde’deki mızraklarını versene!” buyurunca O da; “Allah’a yemin ederim ki, Cidde’de mızraklarımın bulunduğunu benden ve Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Ben, şehâdet ederim ki sen Resûlullah’sın!” diyerek müslüman oldu. Mızraklarını verip kendini esirlikten kurtardı. Bunların sayısı bin tane kadar vardı. Kendisi Hâşimoğullarından müslüman olanların en yaşlısı, hatta Hz. Hamza ve Hz. Abbas’dan daha yaşlı idi. Yine Haşimoğulları’ndan kardeşleri Rebîa, Ebû Süfyân ve Abdüşşems’den de büyük idi. Bundan sonra Hz. Nevfel Mekke’ye geri döndü. Bir müddet orada kaldıktan sonra Hz. Abdullah bin Abbas ile beraber Hendek Savaşı sırasında Mekke’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına hicret etti. Peygamber efendimiz onunla Abbâs bin Abdülmuttalib’i (r.a.) kardeş yaptı. Cahiliyyet devrinde malları ortaktı. Birbirlerini severlerdi. Resûlullah (s.a.v.) ikisi için Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde bir ev verdi. Bu ev bir duvar ile ikiye ayrılmıştı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hz. Nevfel’i hatırladıkları zaman hayırla anarlardı. Birgün evlenmek istediğini söyleyince Resûlullah (s.a.v.) hemen onu evlendirdi Kendisi Resûlullah’a (s.a.v.) büyük bir muhabbet ile bağlı, son derece kuvvetli imâna ve cesarete sahip idi. Çok cömert idi. Hz. Nevfel Medine’de iken ilk önce Mekke’nin fethine katıldı. Taif ve Huneyn seferlerinde büyük yardımlar ve maharetler gösterdi. Bilhassa Huneyn Savaşı’nda Resûlullah’a (s.a.v.) üçbin mızrak ile yardım etti. Peygamberimiz (s.a.v.) ona: “Sanki ben senin şu mızraklarının müşriklerin sırtlarını (sırt kemiklerini) kırdığını görüyorum.” buyurdu. O Resûlullah’ın (s.a.v.) sağ tarafında en önde bulunuyordu. İslâm ordusunun ön safları dağıldığı zaman büyük kahramanlık göstererek kendisi gibi birkaç yiğit mücâhid ile düşmana hücum etti. Müşrikler kaçmaya başlayınca müslümanlar saflarını düzelttiler. Neticede savaş İslâm ordusunun zaferi ile bitti. Hz. Nevfel Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Medine’de 15 (m. 636)’da vefât etti. Namazını Hz. Ömer kıldırarak Cennetü’l-Bâki’ kabristanına defn edilinceye kadar cenâzesinde bulundu. 1) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-4, sh-44 2) El-İsâbe cild-3, sh-577 3) El-A’lâm cild-8, sh-54 NUMAN BİN MUKARRİN (r.a.): Mekke’nin Fethi’nde Müzeyyine kabilesinin sancaktarı, Nihavent Muharebesi’nde İslâm ordusunun kumandanı, şehîd Sahâbî. Künyesi Ebû Amr’dır. 21 (m. 642) târihinde şehîd oldu. Müzenî kabîlesindendir. Kardeşleri, Suveyd bin Mukarrin ile Nuaym bin Mukarrin’dir. Her ikisi de, Numan (r.a.) gibi askerlik ve kahramanlık bakımından meşhûr Sahâbîlerdendir. Numan bin Mukarrin (r.a.) Resûlullah (s.a.v.) ile beraber gazalara iştirak etmiş, Mekke Fethi’ne ve Huneyn Gazveleri’ne de katılmıştır. Veda Haccı’nda da hazır bulunan Numan bin Mukarrin (r.a.), Resûl-i Ekrem’in vefâtından sonra Medine-i Münevvere’de ikâmet etmiştir. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra, halife olarak Hz. Ebû Bekir seçilmişti. Bu sırada ortada büyük bir irtidat (dinden çıkış) hareketi başladı. Hz. Ebû Bekir bu fitneye gereken cevabı verdi. Numan bin Mukarrin (r.a.) bu irtidad fitnesine karşı verilen mücadelede de bulundu. Böylece irtidat fitnesinin, büyümesine meydan verilmiyerek büyük bir felaketin önüne geçilmiş oldu. Numan (r.a.) bu hizmetlerine Hz. Ömer’in hilafeti devrinde de devam etti. Onun hizmetleri, Irak ve İran taraflarında da çok oldu. Hz. Ömer, Eshâb-ı kirâmı (r.a.) toplayıp, “Ben bir ordu teşkil edip, İran üzerine göndermek istiyorum. Bu husustaki görüşünüz, nedir?” diye, onlarla istişarede bulundu. Çeşitli görüşler ortaya atıldı. Hatta birisi “Şam ve Yemen ordusu tamamen İran hududuna hareket etsin. Sen de Mekke ve Medine halkı ile Basra ve Kûfe tarafına git, bütün müslümanları, kâfirlerin üzerine gönder” dedi. Sonra, Hz. Ali kalkıp, “Ey mü’minlerin emîri! Şam askerini İran’a gönderirsen, Rumlar onların, çoluk çocukları üzerine saldırır. Yemen askerini gönderirsen, o zaman Habeşliler bu tarafa geçer. Bu bölgeyi yalnız bırakırsan etrafımızdaki Araplar isyana kalkışır, arkadan vurup, senin önündeki işini unutturur. Bunlar yerlerinde kalsın. Basra halkı üç kısma ayrılsın. Bir kısmı çoluk çocukların muhafazasında kalsın. Diğeri ehl-i zimmet’in (müslüman olmıyan, haraç ve cizye veren vatandaş) muhafazası için, ihtiyat olarak bulunsun. Üçüncü kısmı ise, Kûfe askerine yardım için hareket etsin. Acemler seni sınırda görürlerse, mü’minlerin emiri, Arapların kumandanı diyerek, daha fazla bir hırs ve istekle saldırırlar. Sayılarının çokluğuna gelince, biz şimdiye kadar sayı çokluğu ile muharebe etmedik. Allahü teâlâ’nın yardımı ile iş gördük, zafer kazandık” buyurdu. Hz. Ömer bu görüşü uygun bulup, “Bu iş için Irak kumandanlarından birini seçiniz, sınırın işlerini ona bırakayım” dedi. Eshâb-ı kirâm: “Sen askerin durumunu daha iyi bilirsin. Çünkü sen onlarla görüş- tün. Durumlarına vâkıfsın. Onları iyi tanıyorsun.” dediler. Hz. Ömer, Nu’man bin Mukarrin el-Müzenî’yi bu iş için teklif edince, onun bu işe uygun olduğunu herkes tasdîk etti. - 341 - Numan (r.a.) bir miktar Kûfe askeriyle Cundişâpûr ve Sûs kolunda idi. Ömer (r.a.) ona yazılı bir emir göndererek, etrafındaki askeri yanına toplayarak, Nihâvend üzerine hücum etmesini emretti. Kûfe kumandanına da halkı Allah yolunda harbe teşvik edip, onları Numan bin Mukarrin’in (r.a.) emrine göndermesini yazdı. Mukteri, Harmele, Zerr adındaki kumandanlara Ehvâz askeriyle, Fâris ve İsfehan hududunda bekleyip o taraflardan Nihâvend’in yardımını kesmelerini emretti. Numan bin Mukarrin (r.a.), Hz. Ömer’in emrettiği şekilde ordusu ile hareket etti. Bu orduya, Kûfe’den Huzeyfe bin Yemân (r.a.) kumandasındaki kuvvetle, Mugîre bin Şu’be (r.a.) kumandasındaki Medine’den gelen kuvvetler de katıldı. Numan bin Mukarrin’in (r.a.) yanında otuzbin civarında asker toplandı. İran ordusu ise yüz ellibin kadardı. İran başkumandanı Fîrûzan’dı. Numan bin Mukarrin’in (r.a.) ordusunda Cerîr bin Abdullah Becelli, Mugîre bin Şu’be gibi büyük zatlar, Tuleyha bin Huveylid, Amr bin Ma’dıkerib gibi bin kadar kahraman vardı. Numan hazretleri, Tuleyha ile Amr’ı keşif için Nihâvend’e gönderdi. Bunlar kimseye rastlamayıp, geri döndüler. İslâm ordusu ile Nihâvend arası, yirmi saatten fazla idi. Bu mesafede tehlikeli bir durum olmadığı anlaşılınca, Nihâvend’e yüründü. Bir Çarşamba günü, iki ordu birbiriyle karşılaştı. Numan bin Mukarrin (r.a.) tekbir alınca, bütün İslâm ordusu tekbir aldı. Tekbir sadâsından yer, gök inledi. Tekbir sesleri, İran ordusu üzerinde derin bir korku meydana getirdi. İki ordu arasında harp başladı. Harp üstünlüğü bazan İslâm ordusu, bazan da İran ordusu tarafında oluyordu. İran ordusu etrafını hendek ve birçok engellerle sağlamlaştırmışdı. İranlılar, istediği zaman siperlerinden çıkış yapıp, sonra geri dönebiliyorlardı. Bu yüzden muharebeden bir netice alınamıyordu. Bunun üzerine harp hileleriyle, İran ordusu siperlerinden çıkarıldı. İslâm ordusunun yakınlarına kadar gelip, ok atmıya başladılar. Müslümanlardan yaralananlar oldu. O gün Cum’a idi. Numan hazretleri İslâm ordusuna “Mü’minlerin emîri minbere çıkıp, hutbede müslümanların zaferi için duâ edinceye kadar hücuma geçmeyiniz” emrini verdi. O zaman, Mugîre bin Şu’be (r.a.) Numan hazretlerine, durumu görüyorsun. Yakınımıza kadar geldiler. Bize doğru yürüyüşe geçtiler. Ok atıp, bizden bazılarını da yaraladılar. Hemen hücuma gecelim” dedi. Vakit öğle sıralarıydı. Nu’man (r.a.) Mugîre’ye “Evet doğrudur. Sen menkıbeler sahibi bir kimsesin. Fakat Resûlullah’ın (s.a.v.) muharebelerinde bulundum. Günün ilk saatlerinde, muharebe yapmazsa, güneşin sıcaklığı kaybolup rüzgârın esmesine, Allahü teâlâ’nın yardımının gelmesine kadar muharebeyi geciktirirdi” dedi. Numan bin Mukarrin (r.a.) atına binip, askeri dolaştı. Her sancağın yanında durup, onları harbe teşvik edip, coşturdu. Sonra “Allahım! Müslümanların zaferi kazanması yolunda Numan’a şehîdlik ihsan eyle. Zaferi müyesser kıl.” diyerek duâ etti. Bütün İslâm ordusu âmin dedi. Numan bin Mukarrin (r.a.) konuşmasına devam ederek “Ben sancağı üç defa sallıyacağım. İlk salladığımda herkes ihtiyacını giderip abdest tazelesinler. İkincisinde harbe hazır hale gelsinler. Üçüncüsünde hepiniz hücuma geçiniz. Ben bile olsam, birisi şehîd düşerse, kimse onun yanında toplanmasın. Hiç kimse hücumdan geri durmasın” dedi. Numan (r.a.) bayrağı üç defa salladı. Sonra İslâm ordusu hücuma geçti. Savaş başlamıştı. Çetin bir muharebe oldu. Müslümanlardan birisi yere düşmüştü. Bu, İslâm ordusunun kumandanı Numan bin Mukarrin idi. Numan bin Mukarrin (r.a.) “Üzerime bir elbise örtünüz, beklemeden düşmanın üzerine saldırınız, bu halim sizi korkutup, gevşetmesin.” buyurdu. Numan bin Mukarrin (r.a.) yere düşünce bayrağı Huzeyfe (r.a.) aldı. Bu sıradaki manzarayı Hazret-i Ma’kil bin Yesar şöyle anlatır: Numan bin Mukarrin yaralanıp düşünce, yanına geldim. “Kimse, kimse ile oyalanmasın, velev ki, ben bile olsam” sözünü hatırlayınca orada beklemedim. Yalnız, belli olması için bir işaret koydum. Düşman, kumandanları öldürüldüğü zaman onun başına toplanır, savaşla ilgileri pek kalmazdı. Nihayet İran ordusu kumandanı, kendine ait boz katırından düşmüş, karnı yarılmıştı. Bu vesîle ile Allahü teâlâ müslümanlara zaferi müyesser kılmış, İran ordusu hezimete uğramıştı. Savaş bitmişti. Numan bin Mukarrin’in (r.a.) yanına gittim. Vefât etmek üzere idi. Su getirip, yüzünü yıkadım. Bana kim olduğumu sordu. Ma’kil bin Yesar’ım, dedim. Sonra, müslümanlar ne yaptılar? diye sorup, Allahü teâlâ’nın zaferi müyesser kıldığını öğrenince “Elhamdülillah! Bu zaferi Hz. Ömer’e yazınız” buyurup, bu fâni dünyâdan ebediyet âlemine göç eyledi. Medine-i Münevvere’ye bu haber geç gitmişti. Hz. Ömer İslâm ordusunun muzaffer olması için devamlı duâ ediyordu. Hz. Ömer’in zafer için duâ ve niyazlarını gören müslümanların ağızlarında dolaşan, Nihâvend ve İbn-i Mukarrin idi. Medine âlimlerinden yaşlı bir zat şöyle anlattı: “Medine’ye bir A’rabi geldi. Nihavent ve İbn-i Mukarrin’den haberiniz var mı? diye sordu. Niçin soruyorsun? denilince, “Hiç, soruyorum, işte” dedi. Kuleyb el-Cermî, Hz. Ömer’e bu A’rabi’nin durumunu haber verdi. Hz. Ömer, onu çağırdı. Numan bir Mukarrin (r.a.) ve Nihavent Muharebesi hakkında bilgi istedi. “Nihavent ve İbn-i Mukarrin hakkında konuşman, bir şeyleri bildiğini gösterir. Bildiklerini bize anlat” dedi. A’rabî: “Ey mü’minlerin emîri! Ben falancayım. Malımla, servetimle, çoluk çocuğumla Allah ve Resûlü için hicret etmek üzere yola çıkmıştık. Falanca yerde konakladık. Oradan ayrıldığımız zaman, ansı- zın bir benzerini görmediğimiz, kırmızı bir deve üzerinde bir adamla karşılaştık. Nereye gittiğini sorunca, Irak’tan geldiğini söyledi. Bunun üzerine, oradaki müslümanların durumlarını sorunca: “Düşmanları ile - 342 - muharebe ettiler. Allahü teâlâ’nın izni ile, düşman mağlup oldu. Numan bin Mukarrin şehîd düştü” dedi. Vallahi Numan’ı da Nihavend’i de bilmem.” cevabını verdi. Hz. Ömer muharebenin hangi Cum’a olduğunu, bilip bilmediğini sordu. A’rabî, hangi Cum’a oldu- ğunu bilmediğini, fakat, falanca gün göç ettik, falan gün, falan yere indik, diyerek, harbin yapıldığı vakti bildirdi. O bunları anlatınca, Hz. Ömer “O gün Cum’adır. Herhalde, haber getirip götüren bir cinle karşı- laşmışsın. Onların böyle postacıları vardır” buyurdu. Sonradan alınan haberlerden, Nihavend muharebesinin A’rabî’nin bildirdiği günde yapıldığı anlaşılmıştır. Hz. Ömer’e Numan bin Mukarrin’in şehâdet haberi gelince, mescidde minbere çıktı. Müslümanlara, Numan bin Mukarrin’in şehâdet haberini verip, ellerini başına koyarak ağladı. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) şöyle buyurdu: “İmânın ve nifakın birçok evleri vardır. Mukarrinoğullarının evi imânın konakladığı evlerden birindir.” 1) Kâmûs-ül-a’Iam cild-6, sh-4592 2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-444 3) El-A’lâm cild-8, sh-42 4) El-Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh-211, cild-3, sh-3 5) Tehzîb-ut-tehzîb cild-10, sh-456 6) El-İstiâb cild-3, sh-516 7) Futûh-ül-büldân sh-311 OSMAN BİN MAZ’ÛN (r.a.): İlk Müslümanlardan. Künyesi, Ebû Sâib’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Vefâtında ihtilaf vardır. Hicretin ikinci yılında vefât ettiği de rivâyet edilir. Babası Maz’ûn bin Habîb, annesi Sahile binti elAnbes’dir. Zevcesi Havle binti Hakim’dir. Abdurrahman ve Sâib isimlerinde iki oğlu vardır. Osman bin Maz’ûn (r.a.) temiz bir yaratılışa sahipti. İslâmdan önce de düzenli ve ağırbaşlı bir ya- şayışı vardı. Müslüman olmadan önce hiç içki içmemiş “Aklı giderip, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem” demiştir. Böyle bir insanın her türlü kemâli, iyiliği ve güzelliği emreden İslâmiyeti kabul etmemesi düşünülemezdi. İslâmın ilk günleriydi. Daha gizlilik devriydi. Resûlullah (s.a.v.) henüz Erkam’ın evine teşrif buyurup, orada İslâma davete başlamamışlardı. Bir gün, Osman bin Maz’ûn, Ubeyde bin Hâris, Abdurrahman bin Avf, Ebû Seleme bin Abd-il-Esed Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh (r.anhüm) Peygamber efendimizin (s.a.v.) yanına gittiler. Resûlullah (s.a.v.) onlara İslâm’ın ne olduğunu anlatınca, hepsi orada müslüman oldular. Ahmed bin Hanbel’in (r.a.) Müsned’inde, ise Osman bin Maz’ûn’un (r.a.) İslâma girişi hakkında şöyle bir rivâyet vardır: Resûlullah (s.a.v.) bir gün Mekke’de evinin yanında oturuyordu. O sırada Osman bin Maz’ûn oradan geçiyordu. Resûlullah’a bakıp, tebessüm etti. Bunun üzerine Resûlullah, ona “Biraz oturmaz mısın?” buyurdu. Osman bin Maz’ûn (r.a.) bu teklifi kabul etti. Peygamberimizin (s.a.v.) karşı- sına oturdu. Resûlullah (s.a.v.) konuşuyordu. Konuşurken o sırada mübârek gözlerini göğe dikti. Sanki kendisine bir şeyler anlatıyor, o da bunu kavramak istiyor gibi başını sallıyordu. Bu sırada Resûlullah’ın (s.a.v.) Osman bin Maz’ûn ile ilgisi kalmamıştı. Bu hâl bir müddet devam etti. Peygamberimiz (s.a.v.) bundan sonra gözünü sağ tarafından aşağı doğru ağır ağır indirdi. Bilâhare Osman bin Maz’ûn (r.a.) bu hâli Peygamber efendimizden sordu. Kendisinde, daha önce böyle bir şeye rastlamadığını söyledi. Resûlullah (s.a.v.) Osman bin Maz’ûn’a “Ne yaptığımı gördün mü?” diye sordu. O da gördüklerini olduğu gibi anlattı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Sen otururken, bana Allahü teâlânın elçisi Cebrâil (a.s.) geldi” buyurdular. Osman bin Maz’ûn (r.a.) “Allahü teâlânın elçisi mi?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.): “Evet” buyurdular. Osman hm Maz’ûn “Cebrâil sana ne söyledi?” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) da: “Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor (yasak ediyor). Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız.” (Nahl sûresi 90) âyetini indirdi” buyurdu. Osman bin Maz’ûn (r.a.) “Bu hâdise üzerine kalbimde îmân yeşerip yerleşti. Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sevgisi, gönlüme düştü.” dedi. Hz. Osman bin Maz’ûn’un İslâma girişi Resûlullah’ı (s.a.v.) çok sevindirdi. Osman bin Maz’ûn (r.a.) müslüman olduktan sonra evine gitti. Ailesine de İslâmı anlatıp, onların da İslâm ile şereflenmesine vesîle oldu. Böylece, ailece müslüman olma bahtiyarlığına kavuştu. Osman bin Maz’ûn (r.a.) müslüman olunca, müşriklerin çeşitli eziyet ve işkencelerine uğradı. Bunun üzerine, Peygamberimiz’in (s.a.v.) müsaadesi ile Habeşistan’a hicret etti. Aradan bir hayli zaman geçmişti. Habeşistan’daki müslümanlara Kureyşliler müslüman oldu, diye yalan bir haber ulaştı. Bunun üzerine, müslümanlar Habeşistan’dan ayrılıp, Mekke’ye doğru yola çıktılar. Fakat Mekke’ye yaklaşınca, haberin yalan olduğu anlaşıldı. Mekke’ye girerlerse, durumlarının iyi olmıyacağını biliyorlardı. Aralarındaki görüşmelerden sonra her biri Mekke’de bir dostunun himayesinde - 343 - kalmağa karar verdiler. Böylece Mekke’ye açıktan girme imkânını elde etmiş oldular. Bu himayeyi elde edemiyenler de vardı. Bunlar ise, Mekke’ye girişlerini gizli yapmak zorunda kaldılar. Osman bin Maz’ûn (r.a.) Velîd bin Mugîre’nin himayesine girmişti. Ancak, müslümanın, bir müşriğin himayesi altında olması hazmedilir bir şey değildi. Müşriklerin himayesine giren bütün müslümanlar, bu durumun acısını ve ağırlığını, bütün şiddetiyle ruhlarının derinliklerinde hissediyorlardı. İmânları buna asla müsâade etmiyordu. Zaten bütün bu sıkıntılı ve perişan durumlara onlar sebep olmuşlardı. Geçici bir rahat için, onların himayesine girmeği imânlarından fedâkârlık sayıyorlardı. Bu yüzden himaye altına girenlerin hepsinin kalbi kırık ve üzgün idi. Bu üzüntüyü en çok hissedenlerden biri de Osman bin Maz’ûn (r.a.) idi. Kendi kendine “Vallahi, benim arkadaşlarım, Allah yolunda çeşit çeşit eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşriğin himayesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam, bu belâlardan uzak kalmam benim için büyük bir eksikliktir, dedi.” Doğruca, Velîd bin Mugîre’ye gitti. Onun, hakkındaki himayesini red ettiğini söyledi. Velîd bin Mugîre, niçin himayesinden çıktığını, kendisini rahatsız eden birisi mi olduğunu, sordu. Böyle bir şey olmadığını ancak “Bir müşriğin himayesinde olmak biz müslümanlara yakışmaz. Üstelik bizim perişan hallere düşmemize sebep oldunuz. Ben Allahü teâlânın himayesinden razıyım. Bize O’nun garantisi kâfidir.” cevabını verdi. Bunun üzerine Velîd “Öyleyse bu reddi Mescid-i Haram’da açıktan yap” dedi. Beraberce Mescid-i Haram’a gittiler. Velîd orada, Osman bin Maz’ûn’un (r.a.), himayesini, red ettiğini söyledi. Osman (r.a.) da onun sözünü tasdîk etti. Orada, “Ben Allahü teâlâdan başkasının himayesinde bulunmayı sevmiyorum, onun için, Velîd’in üzerimdeki himayesini red ettim.” Bu redde, orada bulunanların hepsi şahid oldu. Artık o himayesizdi. Osman biri Maz’ûn hazretleri imânı ve inancından hiç taviz vermemiş, en ağır eziyet ve hakaretle2 bile onu davasından vazgeçirememişti. Osman bin Maz’ûn (r.a.) Velîd bin Mugîre’nin himayesinden çıktıktan sonra, bir gün, Kureyşlilerin meclisine gitti. Orada meşhûr câhiliyye şairi Lebîd de bulunuyordu. O yazdığı bir kasîdeyi okuyor, herkes onu dinliyordu. Lebîd “Şüphesiz Allahü teâlâdan başka herşey bâtıldır” mısra’ını okurken, Osman bin Maz’ûn (r.a.) “Doğru söyledin.” “Her nimet mutlaka zevale (yok olmağa) mahkûmdur” mısra’ını okurken de, “Yalan söyledin, Cennet nimetleri zeval bulmaz, dâimidir” demişti. Lebîd bu söze çok kızmış, Kureyşlilere sitem ederek “Ey Kureyş! Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size?” dedi. Kureyşliler Lebîd’e, “Sen ona bakma, o zaten bizim dinimize, putlarımıza da karşı gelip, başka bir yol tuttu, daha önce Velîd bin Mugîre’nin himayesinde idi, bunu da red etti” diyerek onu teskine çalıştılar. Bu sırada, müşriklerden Abdullah bin Ümeyye, Osman bin Maz’ûn’un (r.a.) gözüne şiddetli bir yumruk vurup, gözünü mosmor yaptı. Velîd yeğenine yapılanı gördüğü halde hiç yardımcı olmamış, aksine “Himayemi red etmeseydin böyle olmazdın” demişti. Osman bin Maz’ûn’un tek suçu var idi. O da Allahü teâlâya îmân etmesi ve bu îmân istikametinde konuşmasıydı. Karşılaştığı bu üzücü durum, Osman bin Maz’ûn’u (r.a.) durduramamış içindeki alev alev kabaran imânını taşırmış, “Vallahi, Allah için, bu sağlam gözüm de, öncekinin akıbetine uğrasa gam yemem. Ben Allahü teâlânın teminatındayım. Rıza yolunda, gözüme vurulan tokatın ecrini Allahü teâlâ verecektir. Kimden Allahü teâlâ râzı olursa o bahtiyardır. Bana sefîh ve yolunu şaşırmış da deseler ben Muhammed’in (s.a.v.) dîni üzereyim. Bana ne kadar zulm etseler, eziyet etseler de bu yolda yürüyeceğim” dedi. Bu samimi ve içten gelen ifadeler, Velîd’e tesir etmiş olduğundan Velîd, Hz. Osman’a “Gel, tekrar himayeme gir.” dedi. Hz. Osman ona, “Ben Allahü teâlâdan başkasının himayesine giremem” cevabını verdi. Osman bin Maz’ûn’un (r.a.) gözüne müşriklerden Abdullah bin Ümeyye tarafından o yumruk vurulunca, orada bu acıya içten katılan, sanki kendisine vurulmuş gibi olan bir kişi vardı. O da Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas idi. Çünkü müslüman kardeşine atılan bu tokat, ona atılmış, demekti. Bunu kabul edemiyen Hz. Sa’d yerinden fırlayıp, o da, o kâfirin suratına müthiş bir yumruk indirdi. Abdullah bin Ümeyye’nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Böylece o, lâyık olduğu cezayı bulmuş oldu. Osman bin Maz’ûn (r.a.) Mekke’de kaldığı müddetçe, başına gelen belâ ve musîbetleri sabırla karşıladı. Resûlullah (s.a.v.) hicrete izin verince, kardeşleri Abdullah, Kudâme, zevcesi ve oğlu Sâib ile beraber Medine’ye hicret etti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Medine’de onunla Ebül-Heysemi kardeş yaptı. Osman bin Maz’ûn (r.a.) hicretin ikinci senesinde Bedir harbi sırasında hastalandı. Tedavisine çalışılmış, fakat iyileşememişti. Nihayet hicretten otuz ay sonra ebedî âleme göçtü. Medine’de ilk vefât eden Sahâbî o oldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) o kefenlenirken alnından öptü. “Sen de dünyâdan bir şey elde etmedin, dünyâ da senden etmedi.” buyurdu. Mübârek gözlerinden akan yaşlar Osman bin Maz’ ûn’un (r.a.) yanaklarına damladı. Osman bin Maz’ûn’un (r.a.) techîz ve tekfîni bitmişti. Bu sırada Ümmül-Alâ; Osman bin Maz’ûn’a (r.a.) şöyle seslendi. “Ey Ebâ Sâib! Ben şunu kesin olarak ifade etmek isterim ki, Vallahi Allahü teâlâ sana ikrâmda bulunmuştur.” dedi. O zaman Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın ona ikrâm ettiğini nereden biliyorsun?” Ümmül-Alâ tekrar “Yâ Resûlallah! Anam babam sana fedâ olsun... Bunu bilmiyorum. Fakat, Allahü teâlânın üstün kıldığı kim-- 344 - dir?” diye sordu. Peygamber efendimiz “Vallahi Osman için hayır ümid ediyorum. Ancak ben Allahü teâlânın Peygamberi olduğum hâlde, başıma ne geleceğini bilmem.” Ümmül-Alâ: “Anam babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah bunu kimse bilemez” dedi. Ümmül-Alâ, o günden sonra, bir daha kimse için böyle sözlere cesaret edemediğini söylemiştir. Ümmül-Alâ, bilâhare rüyasında Hz. Osman’a ait bir çeşme gördüğünü, bunu Resûlullah’a anlattı- ğını, Peygamber efendimiz onun, Hz. Osman’ın ameli olduğunu, buyurduğunu, anlatmıştır. Ebû Alkame de şöyle nakleder: Osman bin Maz’ûn (r.a.) vefât etmişti. Resûlullah techîzini emretti. Techîz, yıkama ve namazının kılınması bitince, kabrine kondu. Bu sırada zevcesi, “Ey Ebâ Sâib! Cennet sana afiyet olsun” dedi. Peygamber efendimiz sen bunu nereden biliyorsun? buyurdu. Zevcesi “Yâ Resûlallah! Gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılardı.” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Allahü teâlâ ve Resûlünü severdi, desen kâfi idi.” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Osman bin Maz’ûn’u çok severlerdi. Bu yüzden onun ayrılığından çok müteessir ve mahzun olmuşlardı. Osman bin Maz’ûn’un (r.a.) vefâtı sırasında müslümanların henüz bir kabristanı yoktu. Resûlullah (s.a.v.) Eshâbı için, bir kabristan arıyordu. Medine etrafına teşrif buyurdular. Baki’ ile emr olundum, buyurarak orayı kabristan seçtiler. Osman bin Maz’ûn (r.a.) oraya defn edildi. Böylece Bâki’a ilk defn edilen o oldu. Osman (r.a.) kabre indirilirken, Resûlullah (s.a.v.) “O bizim ne iyi selefimizdir.” buyurdu. Kabrinin baş tarafına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefât edince, Resûlullah’a (s.a.v.) “Nereye defn edelim.” diye sorulur, Peygamberimiz de (s.a.v.) “Selefimiz Osman bin Maz’ûn’un yanına” buyururlardı. Osman bin Maz’ûn (r.a.) dünyâya hiç rağbet ve tama’ etmez, devamlı ibadetlerle meşgul olurdu. Peygamber efendimiz o vefât ettiği zaman “Dünyadan üzerine birşey bürünmeden çıktı.” buyurmuş- tur. Gecelerini namaz kılmak, gündüzlerini de oruç tutmakla geçirirdi. Bu husus Peygamber efendimize haber verildi. Ona, “Ben senin için güzel bir örnek değil miyim?” buyurdu. Hz. Osman bin Maz’ûn “Babam, anam sana fedâ olsun! Bu soruyu niçin sordunuz dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Devamlı olarak gündüzlerini oruçla, gecelerini de namazla geçiriyormuşsun.” buyurdu. Hz. Osman bin Maz’ûn; “Öyle yapıyorum” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) “Gözlerinin, senin üzerinde hakkı var. Bedeninin hakkı var, ailenin hakkı var. Namaz kıl, fakat aynı zamanda yat ve uyu. Oruç tut, ancak bazan da tutma. Ey Osman! Allahü teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.” buyurdu. Böylece Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Osman bin Maz’ûn’a (r.a.) ibâdet ve niyazda mu’tedil olmasını tavsiye buyurmuşlardır. Osman bin Maz’ûn (r.a.) orta boyda, koyu esmer, geniş ve bir tutam kadar sakallı idi. 1) Hilyet-ül-Evliyâ, cild-1, sh-102 2) El-A’lâm, cild-4, sh-214 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-3, sh-393 4) El-Îsâbe, cild-2, sh-464 6) El-İstiâb, cild-3, sh-85 OSMAN BİN TALHA (r.a.): Eshâb-ı kirâmdan. Kureyş’in Abdü’d-dâr kabilesindendir. Nesebi, Osman bin Talha bin Ebî Talha Abdullah bin Abd-ül-Uzzâ bin Osman bin Abdü’d-dâr bin Kusey’dir. Nesebi, Kusey’de Peygamber efendimizin nesebi ile birleşmektedir. Annesi, Sülâfe binti Sa’d bin Şüheyd olup, Medine’nin Kubâ köyünden Amr bin Avf kabilesindendir. Doğumu bilinmemesine rağmen, 42 (m. 662) senesinde Mekke-i Mükerreme’de vefât etti. Mekke’de Kâ’be Kayyımlığı ile vazifeliydi. Sülâlesi cahiliyye devrinde Kâ’be-i Muazzama’nın Hicâbet yani kapı anahtarını taşırdı. Peygamber efendimiz, hicretten önce O’nu da bizzat imâna davet etti. Kabul etmediği gibi Hz. Resûlullah’ı Kâ’be’ye de sokmak istemedi Fakat Resûlullah (s.a.v.) onun bu hareketini sükunetle karşılayıp, O’na şöyle buyurdu: “Ey Osman! Ümid ederim ki, bir gün sen, beni bu anahtarı nereye isterseniz koyarsınız, kime isterseniz verirsiniz diyeceğin bir mevkide de gö- receksin!” Peygamber efendimizin zevcelerinden Ümm-i Seleme (r.anhâ) müslüman olmasından dolayı Mekke’de bir yıl eza ve cefa gördükten sonra, kabilesi Ümm-i Seleme’ye Medine’ye hicret etmesi için izin verdi. Tek başına yola çıkmıştı. Osman İbni Talha, Ümm-i Seleme’yi yalnız görünce, halini sorup, durumunu öğrendi, kadını yalnız başına bırakmayı uygun görmiyerek O’nu edeb ve kerem ile Kuba’ya kadar getirdi. “Senin kocan işte bu köydedir. O halde Allah’ın bereketiyle onun yanına git” deyip, Mekke’ye döndü. Ümm-i Seleme (r.anhâ) O’nun bu hareketinden övgü ile bahs ederdi. Osman bin Talha, Uhud Harbi’ne müşriklerin safında katıldı. Babası, kardeşleri ve akrabası katl edilince, Kâ’be’nin Hicâbet vazifesi tek başına üzerinde kaldı. Hudeybiye Andlaşması’nda Müslümanlar’ın Resûlullaha (s.a.v.) sadakati-- 345 - ni, görüp Eshâb-ı kirâm’ın aşkına hayran oldu. Geç îmân etti. 8 (m. 629) senesinde Mekke’nin fethinden altı ay önce Amr bin Âs ve Hâlid bin Velîd ile birlikte Medine-i Münevvere’ye gelerek, müslüman oldu. Fetihten önce imâna gelen Muhacirlerin derecelerine kavuştu. Mekke’nin fethine katılıp, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında bulundu. Kâ’be’nin anahtarını Resûlullah’a (s.a.v.) arz etti, beraber girdiler. Burada Resûlullah (s.a.v.) iki rekât namaz kıldı. Beyt-i şerîften çıkarken, Resûlullah (s.a.v.) Nisâ sûresinin “Allahü teâlâ size emanetleri ehline vermenizi emreder...” âyet-i kerîmesini okuyup, anahtarı Osman bin Talha’ya (r.a.) ve Amcasının oğlu Şeybe bin Osman bin Ebî Talha’ya verdi. O’na “Ey Ebû Talha evlâdı! Ceddinizden kalma olan emâneti sizde payidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zâlim olmaksızın hiçbir kimse alamaz.” buyurdu. Hicretten önceki sözlerini de hatırlattı, O da “Evet, şehâdet ederim ki, sen hiç şüphesiz Resûlullah’sın dedi. O günden itibaren Hicâbet vazifesi, Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, Osman bin Talha’nın sülâlesinde kalmıştır. Mekke’nin fethinden sonra Resûlullah (s.a.v.) ile Huneyn gazâ’sına katıldı. Medine-i Münevvere’ye gitti. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra Mekke-i Mükerreme’ye döndü. Kâ’be-i Muazzamadaki hicâbet vazifesine devam etti. Dört Halife devrinde gazalara katıldı. Hz. Mu’âviye’nin hilâfeti devrinde 42 (m. 662) senesinde Mekke-i Mükerreme’de vefât etti. Osman bin Talha’nın (r.a.) Kâ’be-i Muazzamadaki vazifesi, Eshâb-ı kirâm’dan olması dahil, daha pek çok üstünlüklere sahipti. Kendisinden amcasının oğlu Şeybe, Urve bin Zübeyr, İbn-i Ömer ve Benî Süleymoğullarından bir kadın hadîs rivâyet etmişlerdir. Peygamber efendimizden bizzat rivâyet ettiği hadîslerden bazıları şunlardır: Peygamber efendimizin Osman bin Şeybe’ye namazda kalbi meşgul edecek şeylerin önceden çı- karılması hususunda şu hadîs-i şerîfi buyurduğunu rivâyet etti: “Evdeki pişen tencereyi kapatmayı sana söylemeyi unuttum. Çünkü namaz kılarken insanı meşgul edecek bir şeyin evde bulunması uygun olmaz.” Resûlullah (s.a.v.) efendimiz Mekke’nin feth edildiği gün şöyle bir hutbe okudu: “Kuluna yardım eden ve kendisinden başka hak ma’bud olmayan Allahü teâlâ’dır. Müşrikleri hezimete uğratan ancak O’dur.” Diğer bir rivâyette ise, “Va’di, sözü hak olan, kuluna yardım eden, kendinden başka kulluğa müstehak bir ilah bulunmayan Allahü teâlâ’ya hamd olsun. Dikkat ediniz! Cahiliyye devrinde değer verdiğimiz her türlü âdeti ve kan dâvası ayağımın altındadır. Bunlardan Kâ’be’ye hizmet etmek ve hacılara su dağıtmak müstesnadır. Dikkat ediniz! Bir kimse kasde benzer şekilde sopayla birisini öldürürse O’na ağır diyet lâzım olup, 100 deve vermesi gerekir.” 1) Buhârî cild-5, sh-93 2) Müsned cild-2, sh-33 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-5, sh-448 4) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-578 5) El-İstiâb cild-3, sh-92 6) Mevâhib-i Ledünniye cild-1, sh-204 7) Sîret-i İbn-i Hişam cild-4, sh-55 8) Hamîs, cild-2, sh-66 9) Tehzîb-ut-tehzîb cild-7, sh-124 10) Megâzî cild-2, sh-833 11) El-Îsâbe cild-2, sh-460 12) El-A’lâm, cild-4, sh-206 REBÎ BİN HEYSEM (r.a.): Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlimlerden. İsmî, Rebî’ bin Heysem bin Âiz bin Abdullah bin Mevhib bin Munkız es-Sevrî’dir. “Ebû Yezîd” künyesi ile meşhûr olmuştur. Kûfeli olduğu için, “el-Kûfî” denilmektedir. Doğum târihi, kaynaklarda bildirilmemektedir. Emevi halifelerinden Yezîd bin Muâviye’nin halifeliği sırasında vefât etmiştir. Vefât târihinin 68 (m. 687) senesi olduğu zikredilmektedir. Mısırda “Câmi’ul-âtika” mescidinde imamlık yapardı. Hadîs ilminde yüksek bir âlimdir. Mürsel olarak Resûlullah’dan (s.a.v.) hadîs rivâyet etmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın bir çoğu ile görüşmüş, onlardan ilim alıp hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Abdullah İbni Mes’ûd, Ebû Eyyûb el-Ensârî, Amr bin Meymûn el-Evdî, Abdurrahman bin Ebî Leylâ ve birçok Eshâb-ı kirâm’dan rivâyeti vardır. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmîzî, Nesâî, İbni Mâce’de bulunmaktadır. Kendisinden de oğlu Abdullah, Münzir es-Sevrî, eş-Şa’bî, Hilâl bin Yesâf, İbrâhîm Nehaî, Bekir bin Mâ’ız ve daha pek çok âlim hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Onun hadîs ilmindeki üstünlüğünü ve sika (güvenilir, sağlam) bir râvi olduğunu birçok âlim haber vermiştir. Bunlardan Amr bin Mürre diyor ki: “Onun rivâyet ettiği hadîs-i şerîf sahihtir, doğrudur. Ebî - 346 - Vaîl’e denildi ki: “Rebî’ ile aranızda ne fark vardır?” O da: “Ben, ondan yaş bakımından büyüğüm. O da, benden akıl ve ilim bakımından büyüktür,” dedi. İshâk bin Mansur, “Onun bir benzerini bilmiyorum” dedi. İbn-i Hıbbân, “es-Sikât” ında: “Onun zühd ve ibâdetindeki haberler pek meşhûrdur” demektedir. İmâm-ı Ahmed, şöyle bildirdi: “Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.), Rebî’ için diyor ki; Allah’a yemin ederim ki, şayet seni (Rebî’yi) Resûlullah (s.a.v.) görseydi, elbette çok severdi.” İmâm-ı Şa’bî; “Rebî’, İbn-i Mes’ûd’dan (r.a.) ilim alıp hadîs rivâyet edenlerin vera’sı en çok olandır” diyor. Zühd ve vera’sını öven haberler çoktur. Senelerce yatsının abdesti ile sabah namazı kılmıştır. Yatsı namazından sonra konuşmazdı. Yirmi sene dünyâ kelâmı konuşmamıştır. Yanında kağıt kalem bulundurup, gündüzleri konuştuklarını yazar, akşam olunca muhasebesini yapardı, içerisinde dünyâ kelâmı olup olmadığını araştırırdı. Rebî’ bin Heysem (r.a.), kimseye bedduâ etmezdi. O, herşeyi Rabbi’nden bilir, O’ndan gelen herşeye sabır eder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmibin dirhem değerindeki atının çalındığını gördü. Fakat ne namazı bozdu ve ne de üzüldü. Yanında bulunanlar: “Nasıl oldu bu iş yazık oldu atına!” diye kendisini teselli ediyorlardı. O ise, “Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm” dedi. Onların “O halde niçin mâni’ olmadınız?” demeleri üzerine, “Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yani namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım, onun için” dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî’ onlara dedi ki: “Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediyye ettim. Sadakam olsun” dedi. Rebî’ bin Heysem (r.a.) gözünü harâmlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları onu kör zannetmişlerdir. Yirmi sene Abdullah İbn-i Mes’ûd ile beraber bulundu. Hatta İbn-i Mes’ûd’un cariyesi onu görünce “A’mâ dostun geliyor” derdi. İbn-i Mes’ûd da onun bu sözüne gülerdi. Çünkü onu içeri almak için kapıyı açtığı zaman gözlerini kapamış ve başını yere eğmiş görürdü. İbn-i Mes’ûd ona bakınca: Hac sûresinin 34.ncü “Tevazu ile yalvaranları müjdele!” âyetini okuyup “Vallahi Peygamber efendimiz seni görseydi sevinirdi.” buyurdu. Birgün İbn-i Mes’ûd ile demirciler çarşısına gitti. Orada körüklerin üfürülüp ateşlerin alevlendiğini görünce, Cehennem ateşini hatırlayarak düşüp bayıldı. İbn-i Mes’ûd (r.a.), namaz vaktine kadar başı ucunda beklediyse de, ayılmadığını görünce, onu arkasına alarak evine getirdi ve tam 24 saat baygın kaldı. Bu sebepten beş vakit namazını kılamadı. Başından ayrılmayan İbn-i Mes’ûd, (r.a.) “İşte Allah’tan böyle korkulur” demiştir. Kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söylemezdi. Birgün kendisine biri kötü sözler söyleyince Ona, “Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şayet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennete girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarım ki; söylediklerinden de kötü bir insanım” buyurdu. Rebî’ bin Heysem, evinden dışarı çıkmazdı. Kapısının önünde biraz oturur, hava alır ve etrafa bakınırdı. Yine bir gün kapının önünde otururken, atılan bir taş alnına gelip alnını kanatmıştı. O, bir taraftan kanı silerken, bir taraftan da kendi kendine: “Ey Rebî’! Bu taş sana ders olsun. Bir daha kapıya çıkma!” deyip içeriye girdi ve ölünceye kadar bir daha dışarı çıkmadı. Rebî bin Heysem’e “Nasıl sabahladın?” diye sorulduğunda, “Zayıf ve günahkâr olduğumuz halde sabahladık. Rızkımızı yiyor ve ecelimizi bekliyoruz” derdi. Rebî bin Heysem Allahü teâlâ’nın verdiği nimetlerin şükrünü ifâ edebilmek ve ömür sermayesini kullanarak âhiret için dünyâdan azık toplamak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp ona kavuşmaya çalışırdı. Hatta evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü’minûn süresi 99.ncu “Ey Rabbim! beni dünyâya gönder de, iyi amelde bulunayım.” âyetini okur, sonra kalkar ve kendi kendine “Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemiyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganimet bilerek Rabbine ibâdet eyle” derdi. Hikmetli sözleri çoktur. Kalblere tesir eden sözlerinden bazıları şunlardır: “Bir âlim, nasıl olur da ilmine riya karıştırabilir? Çünkü o bilir ki, Allah’ın rızası olmaksızın elde edilen ilim, başından bozuktur. O halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?” Bir bayram günü kurbanını kestiği zaman, “Ey Allahım, senin rızânı kazanmanın, kendi nefsimi kurban etmekte olduğunu bilsem, izzet ve celâlin hakkı için söylüyorum ki, onu kurban ederdim!” “İnsan ölüm zamanından önce nasıl yasarsa, ruhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtiraslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için “la ilâhe illallah” kelime-i tevhidini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu.” - 347 - “Bazan kendi kendine şöyle derdi: “Ey Rebî! Dağlar ve yeryüzü müthiş bir sarsıntı ile sarsılıp parça parça dağılarak kıyâmet koptuğu zaman, senin halin nice olur?” “Dünyada bir kimsenin hüznü, müslümanın hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mü’min, hayatta lâzım olacak nafakasını kazanmak hususunda, dünyâ ehlinin çektiği hüzün ve meşakkatlara katlanmaktadır. Bir de onun, dünyâ ehlinden fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardır.” Bir arkadaşına yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu: “Ey kardeşim! Kendine nasîhat eden yine kendin olsun. Bir noksanın olduğu zaman, kardeşlerinin seni uyarmalarını bekleme! Bu güzel haslet, artık kendisine veda edilen bir şey oldu. Vesselam.” “Bir kimsenin, dininde sağlam bir bilgisi olmadan, müslümanlardan uzakta kalması hiç doğru değildir. Dinî bilgileri öğren sonra uzlet et!” “İnsanın beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur.” “Bir mezarlığa uğrayıp da, oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine ve hem de kabirdekilere ihânet etmiş sayılır.” “Bütün namazlarımda okuduğumdan başka bir şey düşünmem!” “Kişi, (Estağfirullah ve etûbü ileyh = Allah’tan mağfiret diler ve O’na tevbe ederim) demesin! Çünkü sonra böyle yapmazsa yalancı olur. Ancak (Allahümmağfir lî ve tüb aleyye = Allahım beni mağfiret et ve günahlarımı bağışla!) desin!” “İnsanlar iki sınıftır: Bir kısmı mü’mindir. Ona eziyet etme! Bir kısmı da câhildir. Onu hiç karşına alma!” 1) Tezkiret-ül-huffâz, cild-1, sh-57 2) Tehzib-üt-tehzîb cild-3, sh-242 3) Tabakât-ül-Kübrâ, cild-1, sh-28 4) Eshâb-ı Kirâm, sh-85, 387 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1058 REFÎ’ BİN MİHRAN (r.a.): Tâbiînin büyüklerinden. Yüksek halleri bulunan, Peygamber efendimizin sünnetine, büyüklerimizin yoluna uymayı, bid’atleri terk etmeyi tavsiye eden bir zât idi. Künyesi Ebü’l-Âliye’dir. Künyesi ile meşhûr olmuştur. 93 (m. 711) senesinde vefât etti. Hz. Ebû Bekir’i gördü. Hz. Ömer’in arkasında namaz kıldı. Übey bin Ka’b’ın (r.a.) ve diğer Sahâbîlerin huzurunda Kur’ân-ı kerîm okudu. Güzel ve çok fâideli hoş sözleri vardır. Ebû Âliyye’nin Tâbiîn arasında seçkin bir yeri vardı. Aralarında, Kureyşlilerin de bulunduğu toplulukta, Abdullah İbn-i Abbas hazretleri onu yanına oturtur “İşte ilim, insanın şerefini böyle kat kat arttırır” buyururdu. Ebû Bekir bin Dâvûd’da (r.a.) Peygamber efendimizin Eshâbından sonra, Kur’ân-ı kerîmi, Ebû Âliyye, ondan sonra Sa’îd bin Cübeyr’den daha iyi bilen olmadığını söylemiştir. Ebû Âliyye tefsîr ilmini İbn-i Abbas hazretlerinden almıştır. Bu konuda en çok ondan rivâyette bulunmuştur. Tefsîrine örnek: Allahü teâlânın “Onlar ki kıldıkları namazdan habersizdirler (gâfildirler) Onda sevh ederler.” (Mâun 5) âyetinde kimin murad edildiği sorulunca, kaç rekât kıldığını bilmeyenlerdir, diye cevap vermiştir. O, Hz. Ömer, İbn-i Mes’ûd, Hz. Ali, Hz. Âişe ve daha birçok Sahâbîden ilim almış, ondan da Katâde, Hâlid El-Hazzâ, Dâvûd bin Ebî Hind, Avf el-A’râbî, Rebî’ bin Enes ve daha başkalarından ilim öğrenmiş ve hadîs-i şerîf nakletmişlerdir. Rivâyet yoluyla bildirdiği hususlarda sözüne güvenilir bir kimse idi. Onun tefsîre dair rivâyetleri vardır. Bu tefsîre dair rivâyetlerini Rebi bin Enes el-Bekrî bildirmiştir. Refî’ bin Mihran hazretleri hayır ve hasenatını gizli yapardı ve buyururdu ki: “Sadakanın en hayırlı- sı, sağ elle verip sol elinden bile gizlemektir.” Nasîhat isteyen birine buyurdu ki: “Allahü teâlânın sevdiği ve beğendiği işleri yap, böyle yapan kimse salih amellere, iyi işlere meyleder, onu yapar. Kötülüklerden ve günahlardan uzak kal. Kötülük yapan, günah işleyen kimse, kötülük ve günaha alışır, bunları yapmakta devam eder. Allahü teâlâ günahkâra, dilerse azâb eder, dilerse onu bağışlar.” Yine buyururdu ki: “Allahü teâlânın insanı müslüman olmakla şereflendirmesi, arzu ve isteklerinden koruması büyük nimetlerdendir.” “Müslümanlığı öğreniniz. Öğrenince de ondan yüz çevirmeyiniz. Doğru yola yapışınız. Bu yol, müslümanlıktır. Müslümanlıkta sağa sola sapmayınız. Resûlullah (a.s.) ve onun gökteki yıldızlar gibi olan Eshâbının yoluna yapışınız. Arzu ve isteklerinizden çok sakınınız. Arzu ve istekler aranızda düş- manlık ve kin meydana getirir.” - 348 - “Bir âlimden ilim almak için, günlerce yol yürürdüm. O zâtın yanına vardığım zaman, onda ilk aradığım, namazını doğru ve şartlarına uygun kılıp kılmadığı olurdu. Eğer, şartlarına uygun kılarsa, yanında kalır, ondan ilim öğrenirdim. Bu şekilde bulmazsam yanında kalmaz ondan ilim almazdım.” “Utanan ve kibirli olan ilim öğrenemez.” “Kendileriyle görüştüğüm zaman Resûlullah’ın (a.s.) Eshâbı bana şöyle dedi: (Allahü teâlâdan başkası için, iş yapma, sonra Allahü teâlâ seni kendisi için amel (iş) yaptığın kişinin eline bırakır.)” Birisi, Refi bin Mihran hazretlerinin abdest aldığını görünce, “Allahü teâlâ tevbe edenleri ve temiz olanları sever.” meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Bunun üzerine O da, “Kastedilen mânâ, su ile temizlelenenler değil, günahlardan temizlenenlerdir” buyurdu. Refi bin Mihran hazretlerinin rivâyet ettiği iki hadîs-i şerîf: Resûlullah (aleyhisselâm) sıkıntılı zamanlarında “Lâ ilâhe illallahü azîm-ül-alîm, lâ ilâhe illâ rabbül-âlemîn, rabb-ül-arşil-Kerîm, lâ ilâhe illallâh, Rabb-üs-Semavâti ve-l-Erdı, ve Rabb-ül-arş-ilazîm.” buyururlardı. İbni Abbas’dan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz: “Dinde aşırı gitmeyiniz. Sizden önceki ümmetler dinde aşırı gitmeleri sebebiyle helâk oldular.” 1) Hilyet-ül-evliyâ, cild-2, sh-217 2) Tabakât-ül-müfessirîn, cild-1, sh-172 3) Tezkiret-ül-Huffâz, 1/61 RUMEYSA HATUN, (Bkz. Ümmü Süleym) (r.anha): SÂBİT BİN KAYS (r.a.): Peygamber efendimizin (s.a.v.) hatibi olmakla şereflenen zât Ensâr-ı kirâmdandır. Bütün gazâlarda bulundu. Hz. Ebû Bekir zamanında Yemâme cenginde şehîd oldu. Nesebi, Sâbit bin Kays bin Şemmas bin Züheyr bin Mâlik bin İmr-ül-kays bin Mâlik bin Salebe bin Ka’b bin Hazrec’tir. Künyesi, Ebû Muhammed veya Ebâ Abdurrahman, Lakabı Hatîb-i Resûlullah veya Hatîb-ul-Ensâr’dır. Peygamber efendimizin hicretinden evvel îmân etti. Hz. Sâbit bin Kays, fesahat ve belâgat ile çok güzel konuşur, dinliyenleri hayran bırakırdı. Bu hasleti, sevgili Peygamberimiz tarafından sevilir ve takdir edilirdi. Peygamber efendimiz, Medine-i Münevvere’ye teşrif ettikleri zaman, müslümanlar bayram yapıyor, fevkalâde sevinç içerisinde coşuyorlardı. Hz. Sâbit bin Kays, Peygamber efendimizi karşıladı. Son derece, fasîh ve belîğ olarak, “Biz kendimizi ve çocuklarımızı nelerden koruyorsak, sizi de onlardan koruyacağız. Buna karşılık bize neyi va’dediyorsunuz?” şeklinde güzel sözler söyledi. Hz. Peygamberimiz, bu samimi karşılama ve suâle karşı tek kelime ile cevab verdiler “Cennet.” Orada olan herkes bu cevabdan çok memnun olup, hepsi “Razıyız” dediler. Peygamber efendimiz burada olduğu gibi, hayatları boyunca hiç bir kimseye, dünyâya ait bir şey va’d etmediler. Kendisine tâbi olanlara, Allahü teâlânın rızasını, Cenneti, iki cihan se’âdetini müjdelediler. Zaten, Eshâb-ı kirâmın hepsi, Peygamber efendimize, bu güzel niyyet ve maksadlarla tâbi oldular. Başka şeylere kıymet vermediler. Hicretin 5 (m. 626) senesinde Peygamberimiz Mureysi gazasında alınan esirleri Eshâbına paylaş- tırdı. Esirler arasında Benî Mustalık’ın reisi Hâris’in kızı Hz. Cüveyriye de bulunuyordu. Hz. Cüveyriye, Hz. Sâbit bin Kays ile onun amca oğlunun hissesine düştü. Hz. Sâbit bin Kays ve onun amca oğluyla dokuz altın karşılığında, hürriyetine kavuşmak üzere anlaştılar. Daha sonra, Hz. Cüveyriye’nin babası Dirâr bin Hâris kızının kurtulmalık fidyesini ödemek üzere bir kaç deve alıp, Medine’ye geliyordu. Yolda gelirken develerden iki tanesine kıyamayıp, onları sakladı. Medine’ye gelince, Peygamber efendimiz, Ona, “Falan yerde bıraktığın iki deve nerede?” diye buyurdular. Bunun üzerine Dırâr îmân etti. Oğullarından ve kavminden bir çok kimsenin îmân etmesine sebep oldu. Peygamber efendimiz, Cüveyriyye’yi babasına teslim etti. Cüveyriyye de îmân etti. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz buna çok sevindiler. Hz. Cüveyriyye’yi de sevindirmek için O’nu babasından istedi. Böylece Hz. Cüveyriyye, Peygamber efendimizin zevceleri arasına girmekle şereflendi. Diğer Eshâb-ı kirâm bu hali görünce, “Peygamber efendimizin mübârek hanımı Hz. Cüveyriyye’nin akrabalarını esir olarak kullanmak bize yakışmaz” diyerek esirleri serbest bıraktılar. (Bkz. Hz. Cüveyriyye) 9 (m. 630) senesinde Benî Temim’den 80-90 kişilik bir heyet, Peygamber efendimizin huzûr-ı şerîflerine gelerek, “İzin verirseniz biz, sizinle övünme yarışı yapmak istiyoruz” dediler. Peygamber efendimiz de: “Hatîbinize izin verdim. Konuşsun.” buyurdular. Utarid isminde bir hatib ayağa kalktı. Zengin olduklarını, paralarıyla iyi işler yaptıklarını, doğu halkının en güçlüsü olduklarını, sayıca çok ve savaşa çabuk hazırlandıklarını, halkın reisleri ve en fazîletlileri olduklarını sayıp döktü. Sonunda da “Bizim gibi - 349 - fazîletlere sahip olabileniniz varsa çıksın da görelim?” deyip oturdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hz. Sâbit bin Kays’a cevap vermesini emir buyurdular. Sâbit bin Kays (r.a.) şöyle cevab verdi: “Hamd Allahü teâlâya mahsustur. Ben O’na hamd ederim ve O’ndan yardım isterim. O’na îmân eder, O’na güvenirim. Ben, Allah’dan başka ilâh olmadığına, O’nun bir olduğuna, eşi ortağı ve benzeri bulunmadığına îmân ederim. Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsini yaratan, yaşatan O’dur. O’nun ilmi her şeyi içine almıştır. Gizli ve açık her şeyi bilir. Kâinattaki her şey, O’nun lütfu ve ihsanıdır. Bizi hakim kılması da bu ihsanlarından biridir. Allahü teâlâ, mahlûklarının en hayırlısı ve en güzelini peygamber olarak gönderdi. O Peygamber ki, insanların en iyisi, en doğru sözlüsüdür. Soyu en asîl soydur. İtibarca en fazîletli olandır. O, insanların en cömerdi, en güzeli, en hayırlısıdır. O emindir. Her bakımdan insanların en üstünüdür. Hiç bir kimse, hiç bir bakımdan O’nun üstünde değildir. O’nu yaratan böyle yaratmıştır. Allahü teâlâ O’na kitabını indirdi. O yüce Peygamber insanları Allahü teâlâya ve kendisine îmân etmeye davet etti. Biz O’nun bu davetini kabul ettik. O’na tâbi olduk. Bu daveti kabul edenler, kavimimizin en hayırlıları oldular. Bundan sonra, bu davete karşı gelenlerle, bozuk yol tutanlarla Allah yolunda cihad edeceğiz, Allah’a ve Resûlüne îmân edenlerin canlarını ve mallarını koruyacağız. Allahü teâlâya hamd olsun ki bizleri, kendine ve Resûlüne îmân etmekle, Resûlünün yardımcıları olmakla ve dininin yayılması için vasıta olmakla şereflendirdi. Ben bunları söylüyorum. Allahü teâlâdan kendim ve bütün mü’minler için afv ve afiyet dilerim. Ves-Selâmü Aleyküm.” Temim heyetinin şâiri Zibrikan bin Bedr ayağa kalkıp söz aldı ve şiirini okudu. Sevgili Peygamberimiz, bu şiire Hz. Hassan bin Sâbit’in cevap vermesini emir buyurdular. Hz. Hassan bin Sâbit aynı vezin ve kafiyede söylediği uzun bir şiir ile Zibrikan bin Bedr’e cevap verdi. İslâm hatîb ve şâirinin, Benî Temim’in hatîb ve şairini bastıracak şekilde hutbe ve şiir okumaları Peygamber efendimizi ve diğer müslümanları çok sevindirdi. Benî Temim’in reislerinden Akra bin Habîs, Peygamber efendimiz için dedi ki: “Bu zât muvaffak olmuştur. Vallahi, O’nun hatibinin hitâbeti ve O’nun şairinin şiiri bizimkinden daha güzel, ses ve sedaları da bizimkinden daha gür ve daha tatlıdır. Bu zat, Allahü teâlâ tarafından korunuyor, destekleniyor” diyerek, Peygamber efendimize yaklaştı ve kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Sevgili Peygamberimiz, “Bundan önceki hâlin sana zarar vermez.” buyurdu. Bundan sonra, Benî Temim heyetinin diğer fertleri de müslüman oldular. Peygamber efendimiz, onları çeşitli hediyyelerle taltif ettiler. 11 (m. 632) senesinde Tuleyha isminde birisi, Peygamber olduğunu iddia etti. Halife Hz. Ebû Bekir, Hz. Hâlid bin Velîd komutasında bir orduyu Tuleyha bin Huveylid’i yola getirmek üzere gönderdi. Bu ordunun bir kanadına Hz. Sâbit bin Kays kumandanlık yaptı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinin ikinci senesinde, Hâlid bin Velîd (r.a.) kumandasında, müslüman ordusu Müseylemet-ül-Kezzab ile Yemame’de çarpıştı. Bu savaşta Müseyleme ve 20 bin mürted öldürüldü. Buna karşı ikibin İslâm askeri şehîd oldu. Hz. Ebû Dücane, Peygamberimizin hatibi Hz. Sâbit bin Kays, Hz. Huzeyfe-tebni Utbe, üçyüzaltmış Muhâcir ve o kadar da Ensâr şehîd oldu. Hz. Sâbit bin Kays, şehîd olduğunda geriye Muhammed Abdullah, Yahyâ, Abdurrahman, Abdullah ve İsmâil isimlerinde çocukları kaldı. Beyhekî, Abdullah-ı Ensârîden bildiriyor ki: Hz. Sâbit bin Kays’ı kabre koyarken “Muhammeden Resûlullah ve Ebû Bekir-i Sıddîk ve Ömer-i şehîd ve Osman-ı rahîm” sesini duyduk. Hz. Sâbit bin Kays, çok cömerd idi. Bir günde beşyüz ağacın hurmalarını toplayıp hepsini sadaka vererek, evi için hurma bırakmadı. Bunun üzerine En’âm sûresi, 141. âyeti; “Ekini hasad ettiğiniz zaman, fakîrlerin hakkını verin ve israf etmeyin. Allahü teâlâ israf edenleri elbette sevmez.” buyuruldu. Hz. Sâbit bin Kays, Peygamber efendimize (s.a.v.) karşı çok hürmetli idi. Peygamberimiz de (s.a.v.) onu sever, bu sevgisini zaman zaman bildirirlerdi. Hz. Sâbit bin Kays bir gün hastalandı. Resûl-i ekrem (s.a.v.) onu ziyâret ederek: “Ey Allahım, Sâbit bin Kays bin Şemmas’ın hastalığına şifa ver!” diye duâ buyurdular. 1) İbn-i Hişâm, cild-3, sh-253 2) Megâzî, cild-2, sh-518 3) Târîh-ul-hamîs, cild-1, sh-560 4) İnsan-ul-uyûn, cild-2, sh-671 5) Tam İlmihâl, sh-1059 6) El-A’lâm, cild-2, sh-98 SA’D BİN MUAZ (r.a.): Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından. İsmi, Sa’d bin Muaz bin Nu’man İmr-ul-Kays el-Ensârî, elEvsî’dir. Babası Muaz bin Numan, annesi Kebşe binti Râfi’dir. Künyesi Ebû Amr, lâkabı Seyyid-ülEvs’dir. Yaklaşık olarak (m. 590) senesinde Medine-i Münevvere’de doğdu. 5 (m. 627) senesinde Hen-- 350 - dek Savaşında şehîd oldu. Müslüman olmadan önce, Medine’de bulunan Evs kabilesinin ve Benî Abd- ül-Eşheloğullarının reisi idi. Evs kabilesi içinde Abd-ül-Eşheloğulları, çok zengin ve itibarlı olup, Sa’d bin Muaz’ın sözlerini derhal kabul ederler ve O’na tâbi olurlardı. Bu bakımdan kabile içerisinde en ileri gelen bir kimse olarak kabul edilirdi. Sa’d bin Muaz’ın müslüman olması başlı başına mühim bir hâdisedir. Çünkü O müslüman olunca, O’na bağlı olan kabilesi de O’nun bu teklifi ile müslüman oldu. Böylece Medine’de İslâmiyet süratle yayıldı. Muhammed aleyhisselâmın bi’setinin onuncu yılı başlarında Medine’den gelen 12 kişi, Peygamberimizle (s.a.v.) görüşüp müslüman oldular. Birinci Akabe bîati denilen bu görüşmeden sonra, Medinelilerin kendilerine Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretecek bir öğretmen istemeleri üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.) Mus’ab bin Umeyr’i bu iş için Mekke’den Medine’ye gönderdiler. Mus’ab bin Umeyr Medine’de fevkalâde bir gayretle çok kimsenin müslüman olmasını sağladı. Faaliyetlerini yürütmek üzere Sa’d bin Muaz’ın teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürare’nin evinde yerleşmişti. Bu sebeple Sa’d bin Muaz, o zaman Arablar arasında akrabaya karşı hakaretten kaçınmak âdet olduğu için teyzesinin evine gidip bu işe mâni olma teşebbüsünde de bulunamadı. Kendisi bir kabile reisi olarak bu işe el koymak istiyordu. Bu maksatla kabilesinin ileri gelenlerinden Üseyd bin Hudayr’a, “Sen git şu bizim hanemize gelen kişiyi gör ne yapacaksan yap. Es’ad benim teyzemin oğlu olmasaydı bu işi sana bırakmazdım.” dedi. Bunun üzerine Üseyd bin Hudayr, mızrağını alıp, Mus’ab bin Umeyr’in bulunduğu eve gitti. Ancak oraya varınca O’nun tatlı konuşması ile insanın kalbine işleyen sözlerini ve hoş sesiyle okuduğu Kur’ân-ı kerîm âyetlerini dinleyince, kendinden geçip, “Bu ne güzel şey!” dedi. Sonra da “bu dine girmek için ne yapmak lâ- zımdır,” dedi. Anlattılar ve Üseyd bin Hudayr, kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman oldu. Büyük bir huzur içerisinde olduğu halde Mus’ab bin Umeyre dönerek, “Arkamda bir âlim var. Ben hemen gidip onu size göndereyim. Eğer o müslüman olursa Medine’de O’nun kavminden îmân etmedik hiç kimse kalmaz...” diyerek kalkıp süratle gitti. Doğruca Sa’d bin Muaz’ın yanına vardı. Sa’d bin Muaz O’nu gö- rünce, “Yemin ederim ki Üseyd buradan gittiği yüzle gelmiyor” dedi. Sonra da, “Ne yaptın yâ Üseyd?” diye sordu. Üseyd bin Hudayr, Sa’d bin Muaz’ın müslüman olmasını çok arzu ettiği için, “O kişiyle (Mus’ab bin Umeyr ile) konuştum, onların bir fenalığını görmedim. Yalnız duyduk ki, Benî Hâriseoğulları teyze oğlun Es’ad’ın böyle bir kimseyi evinde barındırmasından kuşkulanarak teyzenin oğlunu öldürmek için harekete geçmişler.” dedi. Bu sözler Sa’d bin Muaz’a çok dokundu. Çünkü bir kaç sene önce yapı- lan bir savaşta, Benî Hâriseoğullarını yenip, Hayber’e sığınmaya mecbur etmişlerdi. Bir sene sonra da affedip, memleketlerine dönmelerine izin vermişlerdi. Buna rağmen onların böyle bir tavır takınmaları düşüncesi Sa’d bin Muaz’ı çok kızdırmıştı. Halbuki işin aslında böyle bir hareketleri yoktu. Üseyd bin Hudayr böyle bir hileye başvurarak, Sa’d bin Muaz’ın teyzesine ve teyzesinin oğlu Es’ad bin Zürare’ye dolayısıyla Mus’ab bin Umeyr’e zarar vermesini önlemek istedi. Böylece onların tarafına geçmesini ve nihayet müslüman olmasını temin etmek gayretinde idi. Sa’d bin Muaz, Üseyd bin Hudayr’ın bu sözleri üzerine hemen yerinden fırlayıp, Es’ad bin Zürare’nin yanına gitti. Oraya varınca baktı ki, Hz. Es’ad ile Mus’ab bin Umeyr son derece huzur ve sü- kûn içerisinde oturup, sohbet ediyorlar. Yanlarına yaklaşıp, “Ey Es’ad aramızda akrabalık olmasaydı sen bunları yapamazdın...” dedi. Bu sözlere Hz. Mus’ab bin Umeyr cevap vererek, “Ey Sa’d, hele biraz dur, oturup bizi dinle, anla, sözlerimiz hoşuna giderse ne âlâ, eğer sözlerimizi beğenmezsen biz bunu sana teklifden vazgeçeriz. Bizi bırakır gidersin” dedi. Sa’d bin Muaz bu yumuşak ve tatlı sözler karşısında sakinleşip, bir kenara oturarak onları dinlemeye başladı. Mus’ab bin Umeyr, Sa’d bin Muaz’a önce İslâmiyeti anlattı. İslâmiyetin esaslarını açıkladı. Sonra tatlı ve güzel sesiyle Kur’ân-ı kerîmden bir miktar okudu. O okudukça Sa’d bin Muaz’ın hâli değişiyor, kendinden geçiyordu. Kur’ân-ı kerîmin eşsiz belâgatı karşısında kalbi yumuşadı ve büyük bir tesir altında kaldı. Kendini tutamayıp, “Siz bu dine girmek için ne yapıyorsunuz?” dedi. Mus’ab bin Umeyr hemen O’na kelime-i şehâdeti öğretti. O da, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlûh” diyerek müslüman oldu. Sa’d bin Muaz müslüman olmaktan duyduğu huzur ve sevinç içerisinde yerinde duramaz oldu. Hemen evine gidip öğrendiği gibi gusül abdesti aldı. Sonra da kavminin toplanmasını istedi. Üseyd bin Hudayr’ı yanına alıp, kavminin toplandığı yere gitti. Benî Eşheloğullarına hitaben, “Ey Benî Abd-ül-Eşhel, siz beni nasıl tanırsınız?” dedi. Onlar da hep bir ağızdan, “Sen bizim reisimiz ve büyüğümüzsün, biz sana tâbiyiz.” dediler. Sa’d bin Muaz, onların bu sözleri üzerine, “O hâlde hepinize haber veriyorum. Ben müslüman olmakla şereflendim. Sizin de Allahü teâlâya ve O’nun Resûlüne îmân etmenizi istiyorum. Eğer îmân etmezseniz sizin hiçbirinizle konuşmayacağım, görüşmeyeceğim...” dedi. Benî Abd-ül-Eşheloğulları, reisleri Sa’d bin Muaz’ın müslüman olduğunu ve kendilerini de İslâma davet ettiğini duyar duymaz hep birlikte müslüman oldular. O gün akşama kadar Medine semalarını kelime-i şehâdet ve tekbir sedâlarıyla çınlattılar. Bu hâdiseden kısa bir müddet sonra bütün Medine halkı, Evs ve Hazrec kabileleri İslâmiyeti kabul edip, îmân ettiler. Her ev İslâm nuruyla aydınlandı. Sa’d bin - 351 - Muaz ve Üseyd bin Hudayr, kabilelerine ait bütün putları kırdılar. Bu durum sevgili Peygamberimize (s.a.v.) bildirildiğinde çok memnun oldu. Mekkeli müslümanlar sevince gark oldular. Bu sebeple O seneye (m. 621) sevinç yılı denildi. Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye hicret ettikten sonra bu hâdiseye işaret ederek, “Ensâr hanedanından en hayırlısı Neccâroğullarının hanedanıdır. Sonra Abd-ül-Eşhel hanedanıdır.” buyurdu. Sa’d bin Muaz (r.a.), ikinci Akabe bîatında bulunup, Resûlullah’a (s.a.v.) bîat etti. Bu bîatte bulunanlar Resûlullah’ı (s.a.v.) canları gibi koruyacaklarına ve gerekirse bu hususta mallarını ve canlarını fedâ edeceklerine söz verdiler. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere’ye hicret edince Sa’d bin Muaz’ı (r.a.), Sa’d İbn-i Ebî Vakkas (r.a.) ile kardeş yaptı. Hicretten sonra beş sene kadar yaşadı. Sa’d bin Muaz, Medine’nin ileri gelenlerinden ve reislerinden olduğu için, Mekke’ye gidip, Kâ’be’yi tavaf ederdi. Müşrikler bu sebeple ona dokunamazlardı. Bu ziyâretlerinden birinde Ebû Cehil karşısına çıkıp, siz bizim dinimizden ayrılanları himaye ettiniz. Onlara her yardımda bulundunuz. Eğer burada seni himayesine alanlar olmasaydı seni öldürürdüm. Dönüp çocuklarına kavuşamazdın demişti. Sa’d bin Muaz, Ebû Cehil’in bu tehditli sözleri karşısında gayet cesurane cevap vermişti. Ona şöyle dedi: “Eğer böyle bir şeye kalkışırsan, Medine yakınından geçen ticâret yolunu keser, seni bir daha oralara ayak bastırmam” dedi. Bunları söylerken sesi öyle gürlüyordu ki yanında bulunan Ümeyye bin Halef, sesini biraz alçalt bu kişi bu vâdînin meşhû- rudur, demişti. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz daha gür bir sesle yemin ederim ki Resûlullah (s.a.v.) bize senin katl olunacağını haber verdi, dedi. Ebû Cehil bu sözleri işitince şaşkına döndü. Mekke’de mi öldü- rüleceğim deyince orasını bilmem cevabını verdi. Ebû Cehil bunu bildiği için Bedir Savaşında her ne kadar Mekke’den çıkmamak istemişse de çevresinin ayıplaması üzerine Bedir’e gelmişti. Nihayet Peygamberimizin (s.a.v.) buyurduğu gerçekleşip, Ebû Cehil katledildi. Sa’d bin Muaz Bedir Savaşı’na katılarak, Bedir Eshâbından olmakla da şereflendi. Bedir Savaşı başlamadan önce, Peygamberimiz (s.a.v.) Mekkeli müşriklerin bir ordu hazırlayıp, Medine’ye doğru harekete geçtiklerini haber alınca bir meşveret meclisi kurup, Eshâb-ı kirâm ile istişâre yaptı. Bu istişâre sırasında Sa’d bin Muaz da söz alıp, şöyle konuştu: “Yâ Resûlallah, biz sana inandık. Bize getirdiğin Hz. Kur’ân’ın hak olduğuna şehâdet ettik. Sen nasıl arzu edersen öyle yap. Sen bize denizi gösterip dalsan biz de seninle birlikte dalarız. Ensârdan (Medineli müslümanlardan) tek kişi dahi geri dönmez. Biz sö- zümüzde duracağız.” dedi. Bu sözler Resûlullah’ı (s.a.v.) çok memnun etti. Bundan sonra da Sa’d bin Ubade aynı şekilde konuşunca, Bedir Savaşı hazırlığı başladı. Sa’d bin Muaz bu savaşta Evs kabilesinin başında bulundu. Bedir Savaşı’ndan sonra Uhud Savaşı’na da katılan Sa’d bin Muaz (r.a.) gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla Eshâb-ı kirâm arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr bin Sa’d şehîd oldu. Uhud Savaşı’nda Peygamberimiz (s.a.v.) yaralanmıştı. Sa’d bin Muaz, Sa’d bin Ubade ile birlikte Peygamberimizin (s.a.v.) yaralarını sarıp, tedavi etti. Sa’d bin Muaz müşriklerle yapılan Hendek Savaşı’na da katıldı. Bu savaşın yapıldığı sırada, sağlam kalelerden olan Hârisoğulları kalesinde Sa’d bin Muaz’ın annesiyle birlikte bulunan Hz Âişe şöyle anlatmıştır: “O gün şiddetli bir ses duydum. Baktım ki, Sa’d bin Muaz yanında yeğeni ile savaşa gidiyordu. Kılıcını kuşanmış gür sesle şu şiiri okuyordu: “Şiddetli bir cihad başlayacak yok hiçbir engel Ölümden kaçılır mı hiç gelip çatınca ecel” Bunu işiten Sa’d bin Muaz’ın annesi oğlum koş arkadaşlarına yetiş, dedi. Hendek Harbinde; Sa’d bin Muaz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isabet edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa’d yaralı bir halde etrafındakilerin kanı durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddi olduğunu anladı ve “Yâ Rabbi, Kureyş harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Çünkü senin Resûlüne (s.a.v.) eziyet eden, O’nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa beni şehîdlik mertebesine yükselt. Fakat, Benî Kureyza’nın akıbetini görmeden ruhumu kabzetme,” diyerek duâ etti. Peygamberimiz (s.a.v.) mescidde bir çadır kurdurarak Sa’d bin Muaz’ı oraya yatırttı. Beni Eslem kabilesinden Refide’yi de O’nun tedavisine memur etti. Orada yattığı sırada Peygamberimiz (s.a.v.) sık sık yanına gelip, halini sorardı. Peygamberimiz (s.a.v.) Hendek Savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza yahudileri üzerine hareket emri verdi. Benî Kureyza yahudileri Peygamberimizle (s.a.v.) anlaşma yaptıkları halde Hendek Savaşı’nın en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, müslümanları arkadan vurmaya kalkmışlardı. Sa’d bin Muaz (r.a.) böyle yapmamaları için onları ikâz etmişti. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek Savaşı’ndan hemen sonra Benî Kureyza yahudileri muhasara altına alındı. Bu kuşatma bir ay sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa’d bin Muaz’ı hakem olarak istediler. Onların bu isteği üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), Sa’d bin Muaz’ı (r.a.) yattığı çadırından getirtti. O yahudilere “Ne hüküm verirsem râzı mısınız?” dedi. Evet razıyız dediler. Bunun üzerine Sa’d bin Muaz, Benî Kureyza erkeklerinin - 352 - boynunun vurulmasına hükmetti. Bu hüküm gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınlar ve çocuklar esir alınıp, mallarına el konuldu. Benî Kureyza’dan bazı erkekler ise müslüman olup, kurtuldular. Sa’d bin Muaz bu hükmü verince Peygamberimiz (s.a.v.) “Onlar hakkında Allahın ve Resûlünün hükmüyle hükmettin.” buyurdu. Sa’d bin Muaz, Benî Kureyza yahudileri hakkındaki hükmü verdikten sonra tekrar çadırına götürüldü. Yarası ağırlaşıp, durumu şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) yanına gelip onu kucakladı ve “Allahım; Sa’d, senin rızan için senin yolunda cihad etti. Resûlünü de tasdîk etti. Ona kolaylık ihsan eyle...” buyurarak duâ etti. Sa’d bin Muaz Peygamberimizin (s.a.v.) bu sözlerini duyunca gözlerini açıp şöyle fısıldadı. “Yâ Resûlallah! Sana selâm ve hürmetler ederim. Senin, Allahü teâlânın peygamberi olduğuna şehâdet ederim.” Bundan sonra Sa’d bin Müaz’ın yakınları onu kaldığı çadırdan Abd’ülEşheloğullarının evine götürdüler. O gece durumu çok ağırlaşmıştı. Cebrâil aleyhisselâm Peygamber efendimize (s.a.v.) gelip “Yâ Resûlallah! Bu gece senin ümmetinden vefât edip de vefâtı melekler arasında müjdelenen kimdir?” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) hemen Sa’d bin Muaz’ın halini sordu. Evine götürüldüğünü söylediler. Peygamberimiz (s.a.v.) yanında Eshâb-ı kirâm’dan bazıları oldu- ğu halde süratle Sa’d bin Muaz’ın yanına gitti. Yolda süratli gitmeleri sebebiyle Eshâb-ı kirâm yorulduk Yâ Resûlallah dediler. Melekler Hanzala’nın cenâzesinde bizden önce bulundukları gibi Sa’d’ın da cenâzesinde bizden önce bulunacaklar biz önce yetişemeyeceğiz, buyurarak hızlı gitmelerinin sebebini açıkladı. Peygamberimiz (s.a.v.) Sa’d bin Muaz’ın yanına gelince Onu vefât etmiş olarak buldu. Baş ucuna durup; Sa’d bin Muaz’ın künyesini söyleyerek “Ey Ebû Amr sen reislerin en iyisi idin. Allah sana se’âdet, bereket ve en hayırlı mükâfatı versin. Allaha verdiğin sözü yerine getirdin. Allah da sana va’d ettiğini verecektir.” buyurdu. Bu sırada Sa’d bin Muaz’ın annesi ağlayarak şu beyti okudu: “Nasıl dayanabilir vah yazık annesine, Tahammül ister, ağlarım başıma gelene...” Eslem bin Hâris şöyle anlatmıştır: Resûlullah (s.a.v.) Sa’d bin Muaz’ın evine geldi. Biz kapıda bekliyorduk. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) içeri girdi. Biz de peşinden yürüdük. İçerde Sa’d bin Muaz’ın cenâzesi vardı. Başka kimse yoktu. Resûlullah (s.a.v.) adımlarını gayet geniş açarak yürüyordu. Bu durumu görünce yavaşladım. Durmamı işaret edince de durdum. Sonra da geriye döndüm. Resûlullah (s.a.v.) içerde bir müddet durdu. Sonra dışarı çıktı. Çıkınca Yâ Resûlallah niçin adımlarınız geniş yürüdünüz dedim. “Böylesine kalabalık bir mecliste bulunmadım, (Melekler dolmuştu) Meleğin biri beni kanadı üzerine aldı da ancak öyle oturabildim.” buyurdu. Sonra: Sa’d bin Muaz’ın lâkabını söyleyerek, “Sana afiyet olsun Yâ Ebâ Amr! Sana afiyet olsun Yâ Ebâ Amr! Sana afiyet olsun Yâ Ebâ Amr.” buyurdu. Onun vefâtı Resûlullah (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâm’ı çok üzdü, gözyaşı döküp ağladılar. Cenâzesinde bütün Eshâb-ı kirâm toplandı. Peygamberimiz (s.a.v.) cenâze namazını kıldırdı, cenâzesini taşıdı. Eshâb-ı kirâm Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) cenâzesini taşırken Yâ Resûlallah (s.a.v.) biz böyle kolay taşınan cenâze görmedik dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) melekler indi onu taşıyorlar buyurdu. Cenâzesi giderken münafıklar da kötülemek için ne kadar da hafif dediklerinde, Peygamberimiz (s.a.v.) Sa’d’ın cenâzesine yetmişbin melek indi. Şimdiye kadar yeryüzüne bu kadar kalabalık halde inmemiş- lerdi, buyurdu. Ebû Sa’îd’il Hudrî dedesinin şöyle dediğini nakletmiştir: “Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) kabrini kazanlardan biri de bendim. Ona kabir kazmaya başlayınca biz kazdıkça etrafa kabirden misk kokusu yayıldı.” Şurahbil bin Hasene de şöyle demiştir: “Sa’d bin Muaz defn edilirken birisi kabrinden bir avuç toprak almıştı. Sonra onu evine götürünce o toprak misk oldu. Cenâzesi kabre indirilirken Peygamberimiz (s.a.v.) kabri başında oturup, mübârek gözleri yaşardı ve mübârek sakalını eliyle tutup çok üzüldü. Hadîs-i şerîfte “Sa’d İbn-i Muaz’ın ölümünden dolayı arş titredi.” buyuruldu. Bir defasında Peygamberimize (s.a.v.) çok kıymetli bir elbise hediye edilmişti. Eshâb-ı kirâm ne kadar güzel dediklerinde “Sa’d bin Muaz’ın Cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir.” buyurdu. Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) şehîd olması mühim bir hâdise idi. O daha ilk müslüman olduğu sırada onun vasıtasıyla emiri bulunduğu Medine’deki Evs kabilesi tamamen müslüman olmuştu. Bütün güçleriyle İslâma hizmet ettiler. Sa’d bin Muaz ancak beş sene kadar Resûlullah (s.a.v.) ile beraber bulunup, daima cihad etti. Se’âdetle yaşadı. 37 yaşında olduğu halde genç olarak şehîd oldu ve rahmete kavuştu. Hz. Âişe validemiz, Sa’d bin Muaz’ın (r.a.) vefâtı Eshâb-ı kirâm’ı çok üzdü. Odamda olduğum halde Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in O’nun için ağladıklarını işittim, buyurmuştur. Sa’d bin Muaz’ın vefâtı üzerine Eshâb-ı kirâm’dan meşhûr şair Hassan bin Sâbit ağlayarak bir şiir söylemiştir. Bu meşhûr şiirin tercümesi şöyledir: “Yemin ederim ki, gözlerimden yaşlar, çağlayanlar gibi aktı. Lâyıktır bu gözlere Sa’d için yaşlar boşalması... Koca bir şehîd savaş meydanında kalmış, acılarla inleyen gözler, Onun için hüzünlü. Allahın dîni uğrunda can veren şehîdlerle (Sa’d) Cennetin vârisi, en şerefli yolcu olmuş... - 353 - Ey Sa’d, bize veda edip gittinse, karanlık kabirde kaldınsa da sen herkesin görebileceği yüksek bir makamda, övgü ve şeref elbiselerine bürünmüşsün. Ey Sa’d, Benî Kureyza hakkında verdiğin hüküm Allahü teâlâ’nın hükmüne muvafık oldu... Herne kadar zamanın musîbetleri sana eziyet verdilerse de ebedi Cennetleri verip, bu dünyâyı (senden) satın aldılar... Ey Sa’d, sadıkların (senin gibi şehîdlerin) varacağı yer (Cennet) ne güzeldir. Bir gün çağırıldıkları zaman...” Hassan bin Sâbit, Eshâb-ı kirâm’ın şehîdleri için ağlayarak yazdığı bir şiirinde şöyle demiştir: “Gö- nül o kadar coştu, o kadar yükseldi ki, Cennette olan şehîd dostlarım Tufeyl, Râfi’ ve Sa’d’ı yâd etti. Onlarsız evlerin ıssız ve harabe kaldığını görüp, (Onları) hatırladım...” Sa’d bin Muaz genç yaşta vefât ettiği için hadîs-i şerîf rivâyeti azdır. Sadece Sahih-i Buhârî’de rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf vardır. Diğer bir rivâyeti de Enes bin Mâlik’in kendisinden naklettiği Sa’d bin Rebî’nin Uhud Savaşı’nda şehîd edilme hadîsesidir. Sa’d bin Muaz hazretleri, buyurdu ki: “Müslüman olduğum günden beri namaz kılarken hatırıma hiç bir şey getirmedim. Resûl-i ekremin her söylediğinin hak olduğuna inandım, kabul ettim.” “Ben üç şeyde kuvvetli olduğum kadar, hiçbir şeyde kuvvetli olmadım. Birincisi namazdadır. Müslüman olduğumdan beri başladığım hiç bir namazda, bir an önce bitirsem diye hatırıma bir şey gelmedi. İkincisi; bir cenâzeye yardıma çıktığımda cenâze defin edilinceye kadar, ölümden başka hatırımdan hiç bir şey geçmezdi. Üçüncüsü; Resûlullah’ın (s.a.v.) her buyurduğunu kabul ettim, bunda hiç tereddüt etmedim.” 1) Tabakat-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-420 2) El-A’lâm cild-3, sh-88 3) El-Îsâbe cild-2, sh-37 4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-3, sh-481 5) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga cild-1, sh-214 6) El-İstiâb (Îsâbe kenarında) cild-2, sh-27 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1059 8) Eshâb-ı Kirâm sh-388 9) Câmi-ul-kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh-83 SA’D BİN REBÎ’ (r.a.): Eshâb-ı kirâm’ın (r.anhüm) büyüklerinden. 3 (m. 625)’de vefât etti. Hazrec kabilesinin Hâris kolundandır. Annesi, Hüzeyle binti Utbe bin Amr’dır. Sa’d bin Rebî, birinci Akabe bîatında müslüman oldu. Resûlullah’ın (s.a.v.) bi’setinin onbirinci senesinde, Akabe mevkiinde altı Medineli İslâma girdi. Gelecek yıl, yine aynı yerde buluşacaklarına dair Peygamber efendimize söz verdiler. Bir sene sonra, hac mevsiminde, aralarında, geçen yıl müslüman olan altı zat da olmak üzere oniki kişi Mekke’ye geldi. Bunlardan birisi de Sa’d bin Rebî idi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile Akabe denen küçük vadide, geceleyin gizlice buluştular. Peygamber efendimize (s.a.v.) “Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, kimseye iftira etmemek, hiç bir hayırlı işe karşı çıkmamak” hususunda bîat ettiler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onlara: “Verdiği sözde duranın ücret ve mükâfatına Allahü teâlâ garanti vermiş, onlara Cenneti hazırlamıştır. Kim insanlık icâbı, bunlardan birini işler de, ondan dolayı dünyâda cezaya uğratılırsa, bu ona keffâret olur! Kim de yine bunlardan insanlık icabı birini işlerse, yaptığı o şeyi Allahü teâlâ gizler, açığa vurmazsa, onun işi Allahü teâlâ’ya kalır. Dilerse onu bağışlar, dilerse azâba uğratır.” buyurdu. Ayrıca, Resûlullah (s.a.v.) ile bu oniki seçkin zât arasında şöyle bir anlaşma da yapıldı: “Gerek sı- kıntı ve darlıkta ve gerekse rahatlık zamanında söz dinlemek ve itâat etmek, başta gelir. Resûlullah, bizzat, onların üstünde bir tercihe sahip olup, ona karşı itâatli olacaklardı.” Medineli müslümanlar, bu görüşmelerden sonra, memleketlerine geri döndüler. Onların aralarında İslâmı duyurmaya ve yaymaya devam ettiler. Sa’d bin Rebî’, ikinci Akabe bîatında da bulunarak, Resûlullah’a (s.a.v.) iki defa bîat etmiştir. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Mekke’den, Medine’ye hicret buyurduklarında, Muhacirler (hicret eden Mekkeli müslümanlar) ile Ensâr’ı (Medineli Müslümanlar) birbirlerine kardeş yaptı. Sa’d bin Rebî’ (r.a.) Aşere-i mübesşere’den Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile kardeş oldu. Bunun üzerine Hz. Sa’d, Abdurrahman bin Avf’a: “Ensâr arasında en çok malı olan benim, malımın yarısını sana ayırıyorum. İki zevcemden birini senin için boşayabilirim. İddeti bitince, onunla evlenirsin” dedi. O zaman, Abdurrahman bin Avf (r.a.), Hz. Sa’d’e: “Benim bunlara ihtiyacım yoktur. Ticâret yapılan bir çarşınız varsa, bana onu gösterin yeter” dedi. Hz. Sa’d “Kaynuka kabilesinin çarşısı var” dedi. Abdurrahman bin Avf Kaynuka çarşısına gitti. Oraya keş peyniri ve yağ götürüp satarak geçimini sağladı. - 354 - Hz. Sa’d (r.a.) Bedir ve Uhud gazalarında bulundu. Uhud’da büyük kahramanlıklar gösterdi. Vücû- du delik deşik oldu. Uhud muharebesinde, bir ara, müslümanlar arasında karışıklık başladı. Hz. Sa’d o zaman, gevşeklik göstermedi. Eshâb-ı kirâma Akabe bîatında, canlarını fedâ edeceklerine dair verdikleri sözü ve yemini hatırlattı. Muharebe sona erip, Kureyş müşrikleri çekilip gitmişlerdi Resûlullah (s.a.v.): “Sa’d bin Rebî’nin ne durumda olduğunu, canlılar arasında mı, yoksa ölüler içerisinde mi olduğunu, tesbit edip, bana kim haber getirir.” diye sordu. Bir tarafa işaret ederek, “Bir ara onu orada görmüştüm” buyurdu. Ensârdan bir zat, “Bu işi ben yaparım, Yâ Resûlallah!” dedi. Haber getirmeğe giden Muhammed bin Mesleme veya Ubeyy bin Ka’b’dan birisi idi. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) işaret buyurduğu tarafa gitti. Vadide yatan şehîdler arasında, seslenerek dolaştı. Fakat cevap alamadı. Bu defa “Ey Sa’d, beni sana Resûlullah gönderdi” diye seslendi. O zaman Sa’d (r.a.) inliyerek kımıldandı. Haber için gelen zât, Sa’d’e, (r.a.) “Resûlullah, senin sağlar mı, yoksa ölüler arasında mı olduğunu, araştırıp, kendisine haber vermemi emretti” deyince, Hz. Sa’d “Ben artık ölüler arasındayım, Resûlullah’a (s.a.v.) selâmımı arz et ve Sa’d bin Rebî, Ümmetlerine doğru yolu göstermek için rehberlik yapan Peygambere (aleyhimüsselâm) verilecek mükâfatların en üstünü ile, Allahü teâlâ seni mükâfatlandırsın diyor, de. Kavmim Ensâr’a da selâmı söyle! Onlara Sa’d bin Rebî, size, Akabe gecesinde, Resûlullah’ı (s.a.v.) korumaya dâir, söz verip, yemin etmediniz mi? Vallahi! Gözleriniz hareket ettiği halde, Peygamber efendimizi (s.a.v.) iyi korumayıp, ona bir zarar gelirse, sizin için, Allahü teâlâ’nın yanında gösterebileceğiniz hiç bir mazeret yoktur, diyor, de” dedi ve bir müddet sonra vefât etti. Zeyd bin Sabit de (r.a.) şöyle anlatır: Resûlullah (s.a.v.) beni, Sa’d bin Rebî’i aramaya gönderdi. “Onu bul, selâmımı ilet. Resûlullah (s.a.v.) nasıl olduğunu, soruyor, de.” buyurdu. Ben de ölüler arasında onu aradım. Son anlarında yetiştim. Yetmiş yerinde, kılıç, mızrak ve ok yarası gördüm. “Ey Sa’d! Resûlullah efendimizin (s.a.v.) sana selâmı var, durumun hakkında haber istiyor” dedim. Sa’d. (r.a.) bana; “Resûlullah’a selâm ederim. Kendilerine “Artık, Cennetin kokusunu almaya başladığımı bildiriver” dedi. Sa’d (r.a.) hakkında bu haber Peygamber efendimize (s.a.v.) ulaşınca kıbleye dönüp, mübârek ellerini kaldırarak “Allah’ım! Sa’d bin Rebî’yi iyi karşıla. O’ndan razı ol” ve “Allah ona rahmet etsin. Sağken de ölürken de Allah ve Resûlü için nasîhat ederdi” buyurdu. Resûlullah efendimizin (s.a.v.) Eshâb-ı Sa’d bin Rebî’i (r.a.) dâima hatırlar, onun geride bıraktığı ailesine son derece saygı gösterirlerdi. Bir gün, Sa’d bin Rebî’nin kızı, Hz. Ebû Bekir’in huzuruna gelmiş- ti. Hz. Ebû Bekir paltosunu çıkararak, Hz. Sa’d’ın kızının oturması için yere sermişti. Bu sırada meclise gelen Hz. Ömer bu kadının kim olduğunu sordu. Hz. Ebû Bekir; “Bu öyle bir zâtın kızıdır ki, o senden de, benden de fazîletlidir” cevâbını verdi. Hz. Ömer hayretle, “Allahü teâlâ’nın Resûlünün halifesinden daha üstün olan bu zat kim olabilir?” deyince, Hz. Ebû Bekir, “Ey Ömer! Size bahsettiğim bu zât, yani Sa’d bin Rebî’, Resûlullah’ın sa’âdet devrinde, şehîdlik rütbesine ererek, Allahü teâlâ’nın katındaki makamına ulaştı. Ben ve sen hâlâ, şu geçici hayatta yaşamakta olduğumuz hayatın esiriyiz” cevabını verdi Sa’d (r.a.), hayatta iken, Peygamber efendimizin (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini öğrenmeğe çok ehemmiyet verir, başkalarına da öğretirdi. Kendisi kabilesinin reisi olduğu için, öğrendiklerini herkese öğ- retirdi. Sa’d’ın (r.a.) diğer bir özelliği de okuma yazma bilmesidir. 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-612 2) El-A’lâm cild-3, sh-85 3) El-Îsâbe cild-2, sh-26 4) El-İstiâb cild-2, sh-34
|