03 Mart 2013

SA’D BİN UBADE (r.a.):








SA’D BİN UBADE (r.a.):


Eshâb-ı kirâm’ın meşhûrlarından. Ensârdan olup, cömertlikte benzeri yoktu. Künyesi Ebû Sâbit ve


Ebû Kays’dır. Lâkabı Seyyid-ül-Hazrec’dir. Hazrec kabilesinin Sâide kolundandır. Babası Ubâde, kabilesinin reisi idi. Annesi Umre binti Mes’ûd, sahâbiyedir. Doğum târihi bilinmemektedir. 14 (m. 635) senesinde Şam tarafında, Havranda vefât etti. Guta kasabasında defn edildi. Sa’d bin Ubâde (r.a.) zamanı-

nın bütün ilimlerini tahsil etmiş ve Arap emirleri tarzında yetişmiştir. O zamanın harp vasıtalarını kullanmakta ve bilhassa ok atmakta son derece maharetli idi. Ayrıca edebiyatın zirvede olduğu o devirde

Arapçayı bütün incelikleriyle bilirdi. Lisan bakımından o derece meşhûr olmuştu ki bu hususta bir müşkili

olan ona sorardı. Araplar arasında her hangi bir sanatta ve ilimde büyük maharet sâhibi olan kimselere

“kâmil” lâkabı verilirdi. Sa’d bin Ubâde de Arapçayı konuşma ve bütün inceliklerini bilme hususunda bü-

yük bir şöhrete sahip olduğu için ona da “Kâmil” lâkabı verilmiştir.
Sa’d bin Ubâde (r.a.) ikinci Akabe bîatınde müslüman oldu. Bu bîatte O da Peygamberimizle
(s.a.v.) görüşüp, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi, Peygamberimize (s.a.v.) yardım edeceklerine söz veren sahâbîlerdendi. Bu bîatte seçilen 12 temsilciden biri de Sa’d bin Ubâde (r.a.)’dir. Çok - 355 -
zengin ve cömert idi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Medine-i Münevvere’ye hicret ettiğinde, Hz. Hâlid bin
Zeyd’in evinde yedi ay misafir olmuştu. Sa’d bin Ubâde (r.a.) Peygamberimize (s.a.v.) bu misafirliği sırasında her gün yemek göndermiştir. Hicretin ikinci yılında yapılan ve ilk olan Ebvâ gazvesinde Sa’d bin
Ubâde (r.a.) Medine’de vekil olarak görevlendirildi.
Peygamberimiz (s.a.v.) Bedir Savaşı yapılmadan önce müşavere heyetini topladığında Sa’d bin
Ubâde de (r.a.) bu heyette bulunmuştur. Bedir Savaşı’na ve Uhud Savaşı’na katılmıştır. Uhud Sava-
şı’nda Peygamberimiz (s.a.v.) Hazrec kabilesinin sancağını Sa’d bin Ubâde’ye (r.a.) vermiştir. Bu savaş-
ta düşman karşısında büyük bir sebatla savaşmıştır. Müreysi gazasında Ensârın sancağı O’nun tarafından taşınmıştır. Hicretin 6 (m. 627) yılında vuku bulan Gared gazvesinde orduya erzak olarak on deve
yükü hurma vermiştir. Onun bu hizmeti üzerine, Peygamberimiz (s.a.v.), “Allahım Sa’d’a ve ailesine
rahmet eyle.” diyerek duâ etmiştir. Hazrec kabilesinden olanlar da “Yâ Resûlallah! Sa’d bin Ubâde,
aramızda büyüğümüzdür. Babası da öyle idi. Kuraklık ve kıtlık yıllarında halkı doyururlar, yolda kalanlara da yardım ederlerdi. Misafirleri ağırlarlar, musîbet ve ihtiyaç zamanlarında yardım yaparlar, kabileleri
yurtlarına göçürürlerdi.” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.) “Câhiliyye devrinde en ileri olanınız,
İslâmiyetde de en ileridir.” buyurdu.
Hendek Savaşı yapılmadan önce Peygamberimiz (s.a.v.) istişare için Sa’d bin Muâz ve Sa’d bin
Ubâdeyi çağırmıştı. Bu istişare sırasında, Peygamberimizin (s.a.v.) emirlerine uymakta en ufak bir tereddüt göstermeyeceklerini ve müşriklerle savaşmaya, canlarını fedâ etmeye hazır olduklarını belirtmiş-
lerdir. Bu sırada gösterdikleri sebat ve düşmanla çarpışma hususundaki kararları karşısında Peygamberimiz (s.a.v.) çok memnun olmuştur. Hendek Savaşı’na da katılan Sa’d bin Ubâde (r.a.) bu savaşta
Ensârın sancağını taşımıştır.
Hendek Savaşı’ndan hemen sonra yapılan Benî Kureyza gazasında bütün orduya yiyecek vermiş-
tir. Hudeybiye antlaşmasında ve Bîat-ı Rıdvanda bulundu. Hayber gazvesindeki ordunun kumandanlarından birisi de Sa’d bin Ubâde (r.a.) idi. Mekke’nin fethinde de bulundu. Bu sırada sancaklardan birini
de o taşıdı. Bundan sonra vuku bulan Huneyn gazvesinde Hazrec kabilesinin sancağını taşıdı.
Sa’d bin Ubâde (r.a.) vefât edinceye kadar canıyla ve malıyla devamlı hizmette ve cihadda bulunmuştur. Medine civarında pek çok arazisi, bağı bahçesi vardı. Evi Medine’nin kenar mahallesinde idi.
Mescid-i Nebîye uzak olduğu için orada bir mescid yaptırmıştı. Dedelerinden beri sürüp gelen cömertliklerini müslüman olduktan sonra daha çok arttırmıştır. “Allahım bana cömertlik yapabileceğim mal ver”
diye duâ ederdi. Kendisine aid bir kal’a vardı. Orada ikâmet ederdi. Bu kal’ada hergün büyük ziyafetler
verirdi. Herkes oraya gidip, yer içerdi. Eshâb-ı kirâm içinde Eshâb-ı Suffa denilen müslümanlardan
hergün 80 kişiye yiyecek ve içecek verirdi. Annesi vefât edince, Peygamberimize (s.a.v.) gelip, annesinin vefât ettiğini ve nasıl sadaka dağıtması gerektiğini söyleyip “En efdal sadaka hangisidir” diye sorunca Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Su dağıtmaktır” buyurdu. Bunun üzerine Sa’d bin Ubâde Medine’de
bir kuyu açtırdı. “Sikâye-i âb-ı Sa’d” adını verdiği bu su, kuyusunu müslümanların istifadesine sundu.
Sa’d bin Ubâde (r.a.) Medineli Eshâbdan Ensâr arasında en ileri gelen iki şahısdan biri idi. Bütün
savaşlara katılan Ensârı bu hususta çok teşvik etmiştir. Arap kabileleri içinde Ensârdan olan Evs ve
Hazrec kabilelerinin İslâma çok büyük hizmetleri olmuştur. Savaşlarda çok şehîd vermişlerdir. Sa’d bin
Muaz (r.a.) ve Sa’d bin Ubâde, bu kabilelerin en ileri gelenlerinden idi. Her ikisinin de İslâmiyete hizmetleri ve müslümanlar için gösterdiği fedâkârlıkları akılları şaşırtacak derecede idi. Bu uğurda fedâ etmedikleri hiçbir şeyleri kalmamıştı. Mallarıyla, canlarıyla hizmet ettiler. Sa’d bin Muaz (r.a.) Peygamberimiz
(s.a.v.) hayatta iken vefât etmiştir (Bkz. Sa’d bin Muaz). Onun vefâtından sonra, Ensâr arasında en önde gelen zât, Sa’d bin Ubâde olmuştur. O da daima İslâmiyete hizmet etmiş, Medineli müslümanları Dini İslâm için fedâkârlık ve hizmet etmeye teşvik etmiştir. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra,
Ensâr tarafından Sa’d bin Ubâde halife seçilmek istenmişti. Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in Eshâb-ı
kirâm’a karşı yaptıkları konuşmaları dinleyen Ensâr da, diğer sahâbiler gibi, Hz. Ebû Bekir’e bîat edip
Onu halife seçtiler. Sa’d bin Ubâde (r.a.) Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de ikâmet etti. Sonra Şam tarafında Havran’a gitti. Ömrünün sonuna kadar orada yaşadı.
Sa’d bin Ubâde (r.a.) Peygamberimizden (s.a.v.) bizzat işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiş ve hadîsi şerîf öğrenmekle meşgul olmuştur. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfleri, kendisinden oğulları Kays bin Sa’d,
İshâk bin Sa’d, Sa’îd bin Sa’d, kardeşinin oğlu (yeğeni) Şurahbil bin Sa’îd, Abdullah bin Abbâs, Sa’îd bin
Müseyyeb, Emame bin Sehl ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyetleri meşhûr hadîs kitaplarından dört sünende yer almıştır.
 1) El-A’lâm cild-3, sh-85
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-30
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-613
 4) El-İstiâb cild-2, sh-597
 5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-3, sh-475 - 356 -
 6) Ensâb-ül-eşrâf cild-1, sh-235
 7) Vâkıdî, Megâzî cild-2, sh-547
SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİB (r.anha):
Resûlullah’ın (s.a.v.) halası. Abdülmuttalib’in kızı idi. Hz. Safiyye ile Peygamberimizin babası anne
bir kardeşdirler. Cahiliyye devrinde Hâris İbni Harb ile evlenmişti. Hâris’ten bir oğlu oldu. Hâris öldükten
sonra Hz. Zübeyr’in babası Avvam İbni Hüveylid ile evlendi. Bundan da üç çocuğu oldu. Bunlar Hz.
Zübeyr, Sa’ib ve Abd-ül-Kâ’be’dir. Hz. Zübeyr ile beraber müslüman olup, beraber Medine’ye hicret etmiştir. Bir defasında müslüman olmayan amcası Ebû Leheb’e “Ey kardeşim!” Kardeşimin oğlunu ve Onun dînini yardımsız, hor hakir bırakmak, sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler,
Abdülmuttalib’in soyundan bir Peygamberin çıkacağını bildiriyorlar. İşte, “O Peygamber, budur” diyerek
O’nu da İslâma davet etmiş, fakat o kabul etmemiştir.
Safiyye (r.anha)nın annesi Hâle ile Resûl-i ekremin (s.a.v.) annesi Âmine hatun kardeş idiler. Bu
suretle, Peygamberimiz ile, hem ana, hem de baba tarafından çok yakın akraba olurlardı. Safiyye
(r.anha) gazâların çoğuna iştirak etmişti. Gayet cesur idi. Uhud gazasına katılışı şöyle olmuştu: Resûl-i
ekrem (s.a.v.) Uhud Savaşı’na gittikleri zaman, kadınlar da Hazret-i Hassan bin Sâbit’in köşkünde bulunuyorlardı. Erkek olarak sadece Hassân (r.a.) vardı. Yahudiler bunu fırsat bilip saldırmak istiyorlardı.
İçlerinden birisi köşkün dibine kadar sokulup, olup bitenleri dinlemek istedi. Hz. Safiyye bunu gördü ve
bağırdı. Hassan, şu yahudinin yanına in onu öldür. Hz. Hassan “Ben onunla savaşacak halde olsaydım,
şimdi herhalde Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında olurdum.” Hassan (r.a.) hastalık geçirdiğinden kılıç
sallıyamıyordu. Safiyye (r.anha) bunun üzerine bir çadır direğini kaptı ve aşağı indi. Yahudinin kaçmaması için kapıyı yavaş yavaş araladı. Birden çadır direğini yahudinin başına indirdi. Yahudi yediği darbe
sonucu bir daha kalkamadı ve öldü. Bundan sonra Safiyye eline bir kılıç alarak Uhud’un yolunu tuttu. Bu
sırada Uhud’da Eshâb-ı kirâm, kâfirlerin kalabalık oluşu ve müslümanların dağılması üzerine ric’ati (geri
çekilme) düşünüyorlar idi. Bu, mağlubiyet ve hezimet demekti. Safiyye (r.anha) elindeki kılıcı ile önüne
gelene saldırıyor, bir yandan da müslümanları harbe teşvik ederek “Siz nasıl insanlarsınız, Resûlullah’ı
(s.a.v.) bırakıp da nereye gideceksiniz” diyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) onun vaziyetini görünce: Oğlu Zübeyr’i (r.a.) çağırdı ve buyurdu ki:
“Safiyye, Hamza’nın cesedini görmesin. Çünkü cesedin durumu çok kötü idi. Bir kadın bu cesedi
böyle görse her halde aklını kaçırır.” Hz. Zübeyr de bu emir üzerine annesinin yanına sokuldu: “Anneciğim, Resûlullah (s.a.v.) senin geri çekilmeni buyuruyor.” Safiyye: “Nasıl? Geri mi dönecekmişim?
Benim kardeşimin cesedinin burada musle olduğunu (öldükten sonra burun, kulak ve dudaklarının kesilmesi) görüyorum; bunun intikamını alacağım. Allahü teâlâ bilir ki ben böyle yapılmasından hiç hoş-
lanmam. Fakat sabır edeceğim, sabır edeceğim. Ama bir gün bunların karşılığını da göreceğim.”
Hz. Zübeyr zorlukla annesini geri çevirebildi. Olanları Resûlullaha (s.a.v.) anlattı. Resûlullah
(s.a.v.) Safiyye’nin (r.anha) metanetini duyunca, cesedin yanına gelmesine izin verdi. Cesedin parça
parça olduğunu gördü. Kendisini zapt etti. Yalnız “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” dedi. Ellerini açıp
duâ etti ve oradan ayrıldı. Hazret-i Safiyye Hendek gazvesinde de Hassan bin Sâbit’in köşkünde içeriyi
dinlemek isteyen bir yahudiyi öldürmüştür. Böylece Hz. Safiyye, gerek Uhud’da gerek Hendek Sava-
şı’nda birer düşman öldürmesiyle, Eshâb’ın takdirine mahzar olmuştur.
Hz. Safiyye cesaret ve şecaati nesillere örnek olacak şekildeydi. Gayet fasîh ve belîğ mersiyeler
yazardı. Babası Abdülmuttalib’in vefâtında, Hz. Hamza’nın şehîd edildiğinde ve Resûl-i ekremin (s.a.v.)
vefâtlarında yazdıkları mersiyeler meşhûrdur.
Yâ Resûlallah! Sen bizim ümidimizdin,
Sen bize hep iyilik edenimizdin.
Sen, değildin hiç, haksızlık edenlerden,
Sen, şefkat sahibi ve yol gösterenlerden.
Ve dahi anlatılmayan ilim deryası.
Bugün ağlayanların, senin içindir feryadı.
Senin yoluna hep ecdadım fedâ olsun!
Malım, canım, bütün varlığım fedâ olsun!
Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız,
Ne kadar mesrûr olurduk kalsaydınız. - 357 -
Hak teâlânın hükmü bu, yâ sabır diyoruz,
Bilmem ki ne yapsak, hep figân ediyoruz.
Allahın selâmı, sana olsun yâ Resûlallah!
Adn Cennetine girip kalasın yâ Resûlallah!
Hz. Safiyye, Hz. Ömer halife iken 20 yılında (m. 640), 73 yaşında iken vefât etti. Baki’ kabristanında Mugîre İbn-i Şu’be’nin kabri yanında defn edildi.
 1) El-Îsâbe cild-4, sh-348
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-41
 3) Kâmûs-ul-A’lâm cild-4, sh-2962
 4) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-1, sh-65, 165
 5) El-A’lâm cild-3, sh-206
 6) Üsud-ül-gâbe cild-5, sh-492
 7) Dürr-ül-mensûr sh-261, 262
SA’ÎD BİN ÂMİR (r.a.):
Esbâb-ı kirâmın büyüklerinden ve Hz. Ömer’in vâlilerindendir. İsmi Sa’îd bin Âmir bin Huzeym bin
Selâmân bin Rebia bin Sa’d bin Cemh-il Kuraşî el-Cumhî’dir. Künyesi yoktur. Vefâtından sonra zürriyeti
(soyu) kalmamıştır. Annesi Ervâ binti Ebî Muîd-il-Emeviyye’ dir. Hayberin fethinden önce îmân etti. Mekke’den Medine-i Münevvereye hicret etti. Hayber ve daha sonraki bütün gazalarda Peygamberimiz
(s.a.v.) ile beraber bulundu. Mekke’nin fethi, Huneyn ve Tebük gazâsı bunlardandır. Bütün bu gazalarda
Peygamberimiz (s.a.v.)’le beraber kahramanca savaştı. Hz. Ebû Bekir zamanında da Yemâme ve diğer
gazalarda bulundu. Hz. Ömer zamanında Humus’da ve Şam’ın Kıysâriyye kasabasında vali iken vefât
etti. Bazı rivâyetlerde Rakka’da veya Humus’da vefât ettiği bildirilmiştir (m. 641).
Kendisinden Abdurrahmân bin Sâbit, Şehr bin Hevşeb ve bir çok zât hadîs rivâyetinde bulunmuş-
lardır. Yermük savaşından sonra Abbas bin Ganem’den boşalan Humus valiliğine tayin edildi. Vali olmağı pek istemeyen Sa’îd bin Âmir (r.a.), Hz. Ömer’in emrine itâat ederek Humus’a geldi. Amillik (valilik)
vazifesinde de çok dikkatli ve âdil hareket eden Hz. Sa’îd, son derece zâhid ve fakîr bir hayat yaşadı.
Herkes bu hayatına şaşırıp, hayret ediyorlardı. Hz. Ömer, Şam’a teşrif ettiği zaman oradan Humus’a
geçti. Humus’da fakîrlerin bir listesinin çıkarılmasını isteyen Hz. Ömer, fakîrlerin içerisinde Sa’îd bin Âmir
(r.a.) ismini görünce çok şaşırdı. Sa’îd bin Âmir”ın (r.a.) isminin listeye niçin yazıldığını sordu. Listeyi
hazırlıyanlar “Valimiz fakîrdir, devamlı “Rüşvet alan da veren de Cehennemdedir.” hadîs-i şerîfini
okur ve en küçük bir hediyyeyi dahi kabul etmez” dediler. Hz. Ömer Sa’îd bin Âmir’e bin dirhem tahsis
etti. Hz. Sa’îd, bin dirhem ile hanımına geldi ve “Hz. Ömer bize şu gördüğün bin dirhemi göndermiş,”
buyurdu. Hanımı: “Ondan bir miktar parayla yiyecek ve katık alır kalanını biriktirirsin” dedi. Sa’îd (r.a.)
hanımına “Ben bundan çok daha iyisini sana söyleyeyim mi? Biz bu malı çok iyi bir şekilde kullanacak
işletecek bir kimseye ortaklığa verelim. Onun kâr ve gelirinden de yeriz” deyince hanımı “peki öyle olsun” dedi. Sa’îd bin Âmir (r.a.) bu parayla yiyecekler, iki deve, iki köle satın aldı. Aldıklarını Humus’taki
fakîrlere ve ihtiyaç sahiplerine dağıttı. Kendine çok az bir şey dışında hiç bir şey kalmadı. Birkaç gün
sonra hanımı kendisine: “Malı ortaklığa verdiğin adamdan paranın kârını al ve onunla şunları şunları
satın al” dedi. Sa’îd (r.a.) sustu. Döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri yine söyledi. Sa’îd (r.a.) yine sustu. Birgün sonra hanımı halleri ve sözleriyle Hz. Sa’îd’i çok üzdü. Sa’îd (r.a.)
ertesi gün eve hiç gelmedi. Akrabalarından birisi hanımına gelerek, “Sana ne oluyor ki kocana eziyet
ediyorsun. O malının tamamını tasadduk etti, dağıttı” dedi. Kadın üzüldü ve ağladı. Sonra Sa’îd (r.a.)
geldi ve şöyle buyurdu: “Allahü teâlânın râzı olduğu bir şey, dünyâ ve dünyânın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lamba gibi asılsaydı,
onun nuru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş sönük kalırdı, işte seni bu iyilikler için
terk eder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri terk edemem. Her hal üzere hayır ve
hasenat yaparım.” Fakîrlik ve sıkıntı içinde olduğu halde bu parayı kendisi için niçin harcamadığını soranlara şu hadîs-i şerîfi nakletti: Resûlullahtan (s.a.v.) işittim ki, “Ümmetimin fakîrleri zenginlerinden
beşyüz sene önce Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına, atar ve Cennete
girmek ister. Melek onun elini tutar, fakîrler arasından çıkarır ve bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi, der. Beşyüz sene onu kıyâmetin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar.
Malının hesabını verir, sonra Cennete girer.” buyurdular. Sonra Sa’îd (r.a.) buyurdular ki: “Muhammed aleyhisselâmı, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin ederim ki, bütün âlem helâl
mal para ile dolu olsa ve hepsini bana verseler, bu fakîrliğime değişmem.”
Hz. Ömer, Sa’îd bin Âmir’in (r.a.) herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince,
Humuslulardan bir cemaata Onun kusuru olup olmadığını sormuş, onlar da kusuru olduğunu söyleyip,
dört şey zikretmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Sa’îd’i (r.a.) hemen Medine-i Münevvereye çağırıp; “Yâ - 358 -
Sa’îd, senin bazı kusurların varmış. Bunların aslı nedir. Vazifene sabah namazından hemen sonra değil
kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar içerisine hiç çıkmaz görünmezmişsin. Haftada bir gün evine çekilir hiç kimseyi kabul etmezmişsin. Eshâb-ı kirâmdan, Hubeyb’in (r.a.) şehîd edildiği söylenince
bayılıyor kendinden geçiyormuşsun” diye sordu. Bunun üzerine Hz. Sa’îd, cevabında buyurdu ki: “Yâ
Emir-el-mü’minîn vazifeme ancak kuşluk vakti gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur ondan ekmek yapar, pişirir abdest alır öyle çıkarım. Geç kalı-
şım bundandır. Geceleri insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle
meşgul olurum. Geceleri de Allahü teâlâya hizmet ve kulluk için ayırdım. Böylece gündüzleri yaptığım
işlerin, verdiğim hükümlerin muhasebesini yapar yanlış kararlarım varsa düzeltirim. Haftada bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi başka giyecek elbisem olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabul edemiyorum. Hubeyb’in (r.a.) şehâdetini hatırlayınca bayılmamın
sebebi anlatılacak şey değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb’i (r.a.) asarlarken (Bkz. Hubeyb bin
Adiy) yanlarında idim. Belki mâni olabilirdim fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci kaldım. Onun gösterdiği cesaret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir imâna sahib olduğunu daha iyi
anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden bayılıyorum” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer,
“Yâ Sa’îd, Allahü teâlânın korkusu seni ne kadar yüceltmiş. Millete faydalı bir uzuv yapmış” buyurarak
gözyaşı döküp ağladılar. Hz. Sa’îd, Hz. Ömer’den bundan sonra valilikden affetmesini rica etmiş ise de
Hz. Ömer bunu kabul etmeyip yine vali olarak göndermiştir.
Hz. Sa’îd bin Âmir, İslâmın korunması ve emniyeti altında bulunan gayrı müslimlere (zımmîlere)
karşı yumuşak davranır ve çok ilgi gösterirdi. Şam’daki zımmîler onun bu yüksek tavrından çok memnun
idiler. Bir defa Hz. Ömer, onun zimmiler tarafından çok sevildiğini haber aldı ve sordu: “Neden ahali bu
kadar ona muhabbet gösteriyorlar?” Cevaben; “O, halkın dert ortağıdır” dediler. Hz. Ömer bu duruma
sevindi ve memnuniyetini belli etti.
Hz. Sa’îd bin Âmir fakîrlerin, muhtaçların ve zavallıların dert ortağı olup, bu onun en bariz özelliği
idi. Fakîrler ve muhtaçlar kendisini çok severlerdi. Hz. Sa’îd bin Âmir eline geçeni fakîr-fukara’ya ve
muhtaçlara dağıtır, kendisine çok zaruri olandan fazlasını bırakmazdı. Bir özelliği de fakîrlere istemeden
önce hemen vermesi idi. Soranlara, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) şu hadîs-i şerîfini daima hatırlatırdı.
“Atiyye (bağış) istenmeden verilen şeydir, birisi bir şey istedikten sonra verilirse o zaman o
atiyye olmaz, istemenin karşılığı olur.”
Abdurrahmân Kâsıt, Sa’îd bin Âmir’den Peygamberimizin (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivâyet etti:
“Muhacirlerin fakîrleri, insanlardan kırk yıl önce Cennete gireceklerdir.”
 1) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-244
 2) El-Îsâbe cild-2, sh-48
 3) El-İstiâb cild-2, sh-12
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-269
 5) Tehzîb-üt Tehzîb cild-4, sh-51
 6) El-A’lâm cild-3, sh-97
SAÎD BİN CÜBEYR (r.a.):
Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen müctehid imamların büyüklerinden. İsmi Sa’îd bin Cübeyr bin
Hişam el-Esedî’dir. Künyesi Ebû Muhammed’dir. Ebû Abdullah-ı Kûfî de denir. Esed bin
Huzeymeoğullarından Vâbile bin Hârisoğullarının azadlı kölesiydi. Doğum târihi bilinmemektedir. Aslen
Kûfeli olup, bir müddet İsfehân’da kaldı. Sonra Irak’ın Sünbülân köyüne çekilmişti. Vefâtında 49 yaşındaydı, 95 (m. 713) senesinde Vâsıt şehrinde vefât etti. Şehir dışındaki kabri, ziyâretgâhtır.
Sa’îd bin Cübeyr, yüksek bir âlim ve büyük velîdir. Kendisine âlimlerin hazinesi denirdi. Çok ibâdet
eder, çok ağlardı. Bu yüzden gözlerinin görmesi azalmıştır. Ramazan-ı şerîf gecelerinde, akşam namazını kıldıktan sonra, Kur’ân-ı kerîmi hatim eder, sonra yatsı namazını ve teravihi kılardı. Bir defa
Kâ’be’nin içine girdi ve orada kıldığı namazın bir rekâtında Kur’ân-ı kerîmi hatim etti. Ayrıca her iki gecede bir hatim okurdu.
Zamanındaki âlimlerin en büyüklerindendi. Fıkıh ilminde yüksek bir mertebeye ulaşmıştı. Zamanındaki âlimler, fıkıh ilminin bir kolunda ihtisas sahibi iken, bu zât dînî hükümlerin bütün meselelerinde
mütehassıs ve müctehid idi.
Abdullah İbn-i Abbâs’tan, Abdullah bin Zübeyr’den, Abdullah bin Ömer’den Ebû Sa’îd-i Hudrî’den,
Ebû Hüreyre’den, Ebû Mûsâ el-Eşari’den ve daha birçok Eshâb-ı kirâmdan ilim almış, onların ders halkalarında yetişmiş büyük ve kâmil bir zâttır. Kendisine her meselede suâl edilen ve ictihâdına başvurulan bir müctehiddi. Abdullah İbn-i Abbâs ve Abdullah bin Ömer’den çok ilim almıştır. Hadîs, fıkıh, tefsîr
ve kırâat ilimlerinde, O’nlardan çok rivâyette bulunmuştur. Bir defasında Abdullah İbn-i Abbâs kendisine
şöyle buyurdu: “Ey Sa’îd! Sen de dîni meseleler de, soranlara cevap ver. Hatalı bir hükümde bulunursa-- 359 -
nız tashih eder, düzeltiriz. O da, “Ey İbn-i Abbâs, sizin huzurunuzda dîni işlere karışmak benim haddim
değildir” diye tevâzularını bildirmiştir. Ancak İbn-i Abbâs hazretlerinin gözleri a’mâ olup, göremez hale
gelince, Sa’îd bin Cübeyr fetva işlerini üzerine alarak müslümanların dîni meselelerdeki müşküllerini
halletmeye başlamıştır. Onun ilminin çokluğunu bütün âlimler ittifakla bildirmişlerdir. Hadîs ilminde rivâ-
yetleri çok meşhûr olup, sikadır (güvenilir, sağlamdır). Kütüb-i Sitte’de rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler vardır.
Kûfeliler, Abdullah İbn-i Abbâs’a bir meselede fetva sormaya geldiklerinde, onlara “Sizin aranızda İbn-i
Ümmü Dihâmâ (yani Sa’îd bin Cübeyr) yok mu?” derdi. Amr bin Meymûn onun ilmine olan ihtiyacı bildirmek için şöyle dedi: “Yeryüzünde Sa’îd bin Cübeyr gibisi yoktur. Kendisinin ilmine herkes muhtaç olduğu bir zamanda vefât etti.”
Ebû Kâsım Taberî: “O, hadîs rivâyetinde sika (güvenilir) bir râvi, her meselede müslümanlara hüccet (delil) olan bir imamdır.”
İbni Hibbân, Kitabüs-Sikât’ında: “O, fâkih, çok ibâdet eden, (âbid), fazîleti çok olan (fâdıl), vera’ ve
takva sahibi birisiydi.” Önceleri Kûfe kadılarından Abdullah İbn-i Utbe bin Mes’ûd’un kâtibiydi. Sonra Ebû
Bürde bin Mûsâ el-Eş’arî’nin yanında bir süre kâtiblik yaptı. Bir ara Fırat nehrinin suladığı arazinin öşürlerini toplamakla görevlendirildi. Hakim bin Cübeyr bir gün kendisine uğramıştı. Diyor ki: O, âşirlere,
“Yemekten neyiniz varsa getirin yiyelim” dedi. Onlar da getirdi ve beraberce yedik. Onlar Beytülmaldan
yiyorlardı. O halde yedikleri helâldi.
Bir horozu vardı. Gece ibâdetine onun ötüşüyle kalkardı. Bir gece ötmedi. O da gece kalkamadı,
horoza bedduâ etti ve horoz öldü. Üzüldü ve: “Bundan sonra hiçbir şeye bedduâ etmiyeceğim” diye yemin etti.
Sa’îd bin Cübeyr çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Bazan bir âyet-i kerîmeyi tekrar tekrar okuyarak sabahlardı. Bir gece namazında Yâsin sûresinin 59’uncu “Ey günahkârlar! Bugün mü’minlerden ayrı-
lın!” âyetiyle sabahlamıştır.
Ömrünü insanlara va’z ve nasîhat ile geçirmiştir. Günde iki kerre, sabah namazından ve ikindi namazından sonra mescidde va’z ederdi. Buyururdu ki, “Va’z ve nasîhati, her bakımdan kusursuz olan
kimselerin yapması lâzım gelirse, kimsenin birşey anlatmaması icab ederdi.” Kimsenin yüzüne karşı
kusurunu söylemez, nasîhati umumi yapardı.
Hikmetli sözleri çoktur. İhlâs ile söyledikleri için kalblere tesir ediyordu. Buyurdu ki: “Yapılması emir edilen her vazife büyüktür.”
“Duâ yapılırken, manevî bir zevk veriyorsa, kabul olacak demektir.”
“Allahü teâlâya itâat edip, emirlerini yerine getiren, Onu zikir ediyor demektir. Onun verdiği emirlere göre hareket etmiyen, ne kadar tesbih çekerse çeksin, ne kadar Kur’ân-ı kerîm okursa okusun, zikir
etmiyor sayılır.” “İnsanların en çok ibâdet edeni, kalbini günahla yaralayıp, sonra tövbe eden ve bir daha
yapmıyan, hatalı işlerini her hatırladıkta, iyi amellerini az ve eksik bulandır.”
“Dünya hayatından kaybettiğim hiçbir şeye üzülmem. Yalnız secde edemeden geçirdiğim vakitlerime üzülürüm.”
Emevî valilerinden Haccâc güvendiği bir kimseyi on kişi ile Sa’îd bin Cübeyr’i (r.a.) çağırmaya
gönderdi. Bir rahibin kilisesine geldiler. Sa’îd bin Cübeyr’i o rahibten sordular. Rahib onlara yol gösterdi.
Sa’îd bin Cübeyr’i secdede buldular. Selâm verdiler. Başını secdeden kaldırdı. Namazını bitirip selâmlarını aldı. Haccâc seni çağırıyor dediler. Allahü teâlâya hamd ve sena, Resûlüne (s.a.v.) salevât getirip
on kişiyle beraber Haccâc’a gitmek üzere yola çıktılar. Rahibin bulunduğu kiliseye geldiler. Rahib onlara
kilisenin etrafında arslan ve başka yırtıcı hayvanlar olduğundan yukarı çıkmalarını söyledi. Sa’îd bin
Cübeyr (r.a.) çıkmadı. Rahib, herhalde kaçmak istiyorsun? dedi. Hayır, kaçmak istemiyorum. Yalnız
müslüman olmayanların evine girmek istemem, buyurdular. Yırtıcı hayvanlar seni parçalar dediler.
Allahü teâlâ, beni onların zararından muhafaza etmeye kadirdir. Sabaha kadar burada kalacağım buyurdu. Rahib on kişiye: “Siz yukarı geliniz ve yaylarınızı kurup da sâlih kulu muhafaza etmek için bekleyiniz” dedi. Gece oldu. Rahib ve on kişi, canavarların gelip Sa’îd bin Cübeyr’e (r.a.) sürünüp gidip bir
yerde oturduklarını, sonra aslanların da gelip aynı şeyi yaptığını gördüler. Rahib sabahleyin aşağı inip
müslüman oldu.
Hapiste iken bir gece sabaha karşı, boynu vurulacağı haberini verdiler. Bekçilere: “Sabaha olacak
işin haberi geldi. Beni şimdi salın, gideyim. Ölüm için hazırlığımı yapayım. Gelmez diye korkmayın, sabah erkenden gelirim” dedi. Bekçiler, kaçar diye korkmuşlardı. Aralarında ihtilâfa düştüler; sonra, doğruluğuna inananlar galip geldi, bıraktılar. Gitti, sabah erkenden geldi. Ölüm meydanına götürdüler. Vurulunca, başın üzerine düşeceği deriyi yaydılar. Cellâtlar geldi. Cellâtlardan müsaade alıp şu duâyı yaptı:
“Allahım, benden sonra Haccâc’ı kimseye musallat etme!” O mübârek başı yere düştüğü zaman, iki defa
“Lâ ilâhe illallah” dedi. Üçüncüsünü demeye başladı, ama bitiremedi. Hasan-ı Basrî hazretleri, Sa’îd - 360 -
bin Cübeyr’in katledildiğini duyunca, “Eyvah! Doğudan batıya kadar, ilmine, irfanına bütün
müslümanların muhtaç olduğu değerli âlimi kaybettik” dedi. Daha sonra olacak oldu. Haccâc, yiyici illetine tutuldu. Uyuyamıyordu. Uyuyacağı sırada sıçrayıp kalkıyordu. Hâline bakıp şaşanlara: “Sa’îd bin
Cübeyr ile hâlim ne olacak? Uyuyacağım anda, ayağımı çekip sarsıyor ve beni uyandırıyor” dedi. Bu
acıklı durumuyla ancak onbeş gün yaşayabildi. Sa’îd bin Cübeyr şehîd edildikten onbeş gün sonra
Haccâc da öldü.
Sa’îd bin Cübeyr hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Ağızlarınız Kur’ân-ı kerîm’in yollarıdır. Onları misvak ile temizleyiniz.”
“Müslüman bir kadın, hamileliği boyunca, doğum yaptığı esnada ve çocuğunu emzirdiği sü-
rece, Allah yolunda cihad edenler gibidir. Bu esnada vefât ederse şehîd sevabı alır.
“Resûlullah (s.a.v.) yırtıcı hayvanlardan köpek dişi olanları ve pençesi ile avlıyan kuşları yemeği
harâm etti.”
“Mesh üzerine mesh etmek misâfir için üç gün ve üç gece, mukîm için bir gün bir gecedir.”
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cid-6, sh-256
 2) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh-371
 3) Hilyet-ül-evliyâ cild-4, sh-272
 4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-4, sh-11
 5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-76
 6) Meşâhir-i Eshâb-ı Güzîn 71
 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1060
SAÎD BİN MÜSEYYlB (r.a.):
Tâbiîn devrinde Medine’de yetişen yedi büyük âlimden biri. İsmi, Saîd bin Müseyyib bin Hazn bin
Ebî Vehb bin Amr bin Âiz bin İmrân bin Mahzûm bin Yakaza’dır. Annesi, Ümm-i Saîd binti Hakim bin
Ümeyye bin Hârise bin Evkas es-Sülemî’dir. Künyesi “Ebû Muhammed Medenî”dir. Kureyş kabilesinin
Mahzûm kolundan olduğu için, “el-Kuraşî” ve “el-Mahzumî” de denilmektedir. Babası Müseyyib ile dedesi Hazn, Eshâb-ı kirâmdandır. Hicrî 15 (m. 636) yılında Hz. Ömer’in hilâfetinden iki sene sonra doğdu.
Hz. Osman’ın hilâfeti gençlik yıllarıydı. 91 (m. 710) yılında Medine’de vefât etti. Vefât târihi olarak başka
rivâyetler de bildirilmektedir. Vefâtında yetmiş yaşını geçmişti.
Kendisinin ve çoluk çocuğunun ihtiyacını karşılayacak ve komşularına ve fakîrlere yardım ve ihsanda bulunacak kadar malı vardı. Zeytinyağı ticâreti yapardı. Vaktini ilim öğrenmek ve öğretmekle geçirirdi. Hiçbir hükümdardan hediye kabul etmezdi.
Saîd bin Müseyyib (r.a.), Tâbiînin büyüklerinden ve Medine’deki yedi büyük âlimdendir. Bunlara
“fukahâ-i seb’a” denirdi. Bu yedi âlim: Saîd bin Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr-i Sıddîk,
Urve-tebni-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû Seleme-tebni-Abdurrahman bin Avf, Ubeydullah İbn-i Utbe
ve Ebû Eyyûb Süleymân bin Yesâr (r.aleyhim) idi. Bunlar Tâbiîn içinde, kendilerine çok sorulan ve en
çok fetva veren âlimlerdi.
O, fıkıh ve hadîs ilimlerinde derin bir âlimdir. Mürsel, olarak bildirdiği hadîs-i şerîfleri, İmâm-ı Şâfiî
hazretlerinin mezhebinde hüccettir, senettir. Halbuki O, başka râvilerin mürsellerini hüccet kabul etmemiştir, İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe ve âlimlerin çoğu, mürsel hadîsleri hüccet kabul ettiler. Ayrıca O, ilminin yanında takva, zühd ve verası ile de çok meşhûr olmuştu. İbâdete çok düşkündü. Kırk defa hac
yapmış, bütün namazlarını cemaatla kılmıştır. Elli yıl yatsı abdesti ile sabah namazı kıldı. Yani hiç uyumadı. Halife Abdülmelik bin Mervan, Saîd bin Müseyyeb’in kızını oğlu ve veliahdı Velîd’e almak istediği
halde O, Ebû Veda’a isminde salih, dînine bağlı bir fakîre vermişti. Bu yüzden çok sıkıntılara katlanmış-
tır.
Hadîs ve fıkıhtaki ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan birçok zevat ile görüşü, onların ilmî sohbetlerinde bulunarak elde etmiştir. O, Hz. Ebû Bekir’den mürsel olarak, Hz. Ömer’den, Hz. Osman’dan, Hz. Ali’den,
Sa’d bin Ebî Vakkâs’tan, Abdullah İbn-i Abbâs’tan, Abdullah İbn-i Ömer’den, Ebû Katade’den, Ebû
Hüreyre’den, Hz. Âişe’den ve babası Müseyyeb’den daha birçok Sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyetinde
bulunmuştur. Peygamber efendimizin mübârek hanımlarından birçok hadîs-i şerîf dinlemiş, en çok Ebû
Hureyre’den hadîs rivâyet etmiştir. Kendisinden de, oğlu Muhammed, Sâlim bin Abdullah bin Ömer, ezZührî, Katâde, Ebuz-Zemad, Târık bin Abdurrahman ve daha pekçok âlim hadîs rivâyetinde bulunmuş-
lardır.
Kendisinin ilmini birçok âlim övmüştür. Onun için “Fakîhlerin fakîhi, âlimlerin âlimi” denilmiştir.
Kendisi şöyle derdi: “Bazan bir tek hadîs-i şerîfi öğrenmek için günlerce yolculuk ederdim.” Çünkü hadîsi şerîfte “İlim talebi için evinden çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” Ve “İlim - 361 -
aramak için yola koyulan kimseye, Allahü teâlâ Cennet yolunu kolaylaştırır.” buyurulmuştu. Onun
ilmi hakkında Ali bin el-Medenî dedi ki: “Tâbiînin içinde ondan daha âlim bir kimseyi bilmiyorum. O, Peygamberimizin sünneti böyle olmuştur dese, bu sana yeter!...” İmâm-ı Şâfiî: “Onun mürselleri (Sahâbîyi
saymadan bildirdiği hadîsleri), bizim için hüccettir, sağlam bir delildir.” demiştir.
Amr bin Meymun İbn-i Mihran babasından naklen şöyle anlatıyor: “Medine’ye geldiğimde, şehir
halkının en âlim olanını sordum. Bunun üzerine beni, Saîd bin Müseyyib’e gönderdiler.”
Katâde bin Diame: “Helal ve harâmı İbn-i Müseyyib’den daha iyi bilen birisini asla görmedim” dedi.
Muhammed bin İshâk, Mekhul eş-Şâmî’in şöyle naklettiğini söyledi: “İlim tahsili için bütün beldeleri
dolaştım. Saîd bin Müseyyib’den daha âlim birisi ile karşılaşmadım.
“İbn-i Mende, el-Vasiyye adlı eserinde: “Saîd bin Müseyyib’in yanında idim. Bana hadîs-i şerîf bildirdi. Ona, “Ey Muhammed, bunu sana kim söyledi” dedim. “Ey Şamlı kardeşim, sormadan al. Zira biz
sika olan râvilerden hadîs-i şerîf alırız” dedi. Bütün âlimler, onun mürsel olarak bildirdiği hadîs-i şerîflerin
sahih hadîs olduğunda ittifak etmişlerdi.
İbn-i Hıbban da “Kıtabüs-Sikât”ında: O, büyük bir fakîh, dinde harâmlardan çok sakınan vera sahibi bir veli, ibâdet, ahlâk ve fazîlet bakımından tâbiînin en büyüklerindendi. Hicaz halkının en fakîhi (âlimi), rüya tabirinde insanların en üstünüydü. Kırk sene namazını, câmide cemaatla kılmıştır diye bildirmektedir.
Fıkıh ilminde yüksek mertebelere kavuşmuştu. Resûlullah’ın (s.a.v.) bildirdiği bütün hükümleri, Hz.
Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in ve Hz. Osman’ın naklettiği bütün dînî hükümleri, Ondan daha iyi bilen yok
gibiydi. Basra’dan Hasan-ı Basrî, dinde bir müşkülü olunca, Ona mektûb yazardı. Medine’de herkes,
O’na gelip fetva ister, haram ve helâli öğrenirlerdi. Bunu, İbrâhîm bin Sa’d, babasından nakl ederek bildiriyor.
Hep hikmetli konuşurdu. Sözleri veciz olup, kalblere tesir ederdi. Dinden kıl ucu ayrılmaz, önce
nefsine nasîhat ederdi. Gece olunca, nefsini muhatab alır, ona şöyle derdi: “Ey bütün şerrin yuvası, kalk
bakalım. Allaha yemin olsun, seni yorgun bir deve haline getirip bırakacağım.” der. Sabaha kadar ibâdet
ederdi. Bu sebeple ayakları şişerdi. Bu defa da nefsine: “İşte böyle olacaksın; aldığın emir bu yoldadır
ve bunun için yaratıldın” derdi.
Hikmet dolu sözlerinden bazıları şunlardır:
“Dünyayı toplıyan bir kimsenin niyyeti, dinini korumak, yakınlarına bakmak, ibâdet için kuvvet kazanmak değilse, onda hayır yoktur.”
“Kırk yıldır, farzı cemâatle kılmağı bırakmadım. Otuz yıldır müezzin ezan okurken, ben mescidde
olurum.” Elli yıl, yatsı abdesti ile sabah namazını kıldı.
Yaşı yetmişi geçmişti. Yine de: “Bana göre, en çok korkulacak şey, kadınlardır. Şeytan bir adamı,
başka yollardan aldatamayınca, ona kadın ile yaklaşmaya çalışır.” buyururdu.
“Gözlerinizi, zalimlere ve yardımcılarına bakarak doyurmayınız! Zahirde kabul gözü ile baksanız
bile, kalbinizde inkâr dursun. Böyle yapınız ki, iyi ameliniz boşa gitmesin.”
Ma’nevi bir heybete sahipti. Yanına varmak istiyenler, valilerin huzuruna çıkar gibi, ziyâret için izin
isterlerdi.
“Hangi şerîf, hangi âlim, hangi fâzıl olursa olsun, mutlaka bir aybı vardır. Ama öyleleri vardır ki, ayıplarını unutmak doğru olmaz. Bir kimsenin fazîlet tarafı, eksik tarafından çok olursa, eksiği fazîleti için
bağışlanır.”
Gıybet hakkını helâl et, diyenlere, O: “Onu ben harâm etmedim ki, helâl edeyim, Onu harâm eden
Allahü teâlâdır. Sonuna kadar da harâmdır” derdi. “Kırlarda namaz kılan kimsenin, sağında ve solunda
iki melek durur ve onunla kılarlar. Ezan okur ve kamet getirirse arkasında dağlar gibi melekler saf bağ-
lar.”
Saîd İbn-i Müseyyib bildirdi ki: Dindar dost aramağı teşvik etmek üzere Hz. Ömer şöyle buyurmuş-
tur: “Sâdık dost bul ve onların arasında yaşa! Dürüst ve samimi arkadaşlar, genişlikte süs ve ziynet; darlıkta yedek sermayedirler. Dostunun sana düşen işini güzelce gör ki, lüzumunda sana daha güzeli ile
karşılıkta bulunsun. Düşmanından uzaklaş, her dosta bel bağlama, ancak emin olanları seç. Emin olanlar, Allahü teâlâdan korkanlardır. Kötü insanlarla düşüp kalkma, onlardan kötülük öğrenirsin. Onlara sırrını verme, ifşa ederler. İşlerini, Allahtan korkanlara danış ve onlarla istişare et.”
“Yemin karışmayan manifatura ticâreti kadar hoşuma giden hiçbir ticâret yoktur.” Nitekim hadîs-i
şerîfte de “Ticâretin en hayırlısı bezzazlık yani kumaş ve elbise ticâreti, san’atın en güzeli de terziliktir.” buyurulmuştur. - 362 -
“Geçmiş ümmetlerin hıyânet yapmalarına, kâfir olmalarına sebep, şarap içmekti.”
“Dünya malını toplayıp da, her türlü fenalıkta bulunanlarda hayır yoktur.”
“İnsanların hepsi Allahü teâlânın muhafazası altındadır. O, insanlar için bir şey dilerse, buna kimse
mâni olamaz.”
“Hz. Ali ile Medine kabristanına geldik. Selâm verip, (Halinizi bize bildirir misiniz? Yoksa biz mi hâ-
limizi haber verelim; dedi. Bir ses işittik (Ve aleykesselâm yâ Emir-el-mü’minîn. Bizden sonra olanları
sen söyle!) dedi.
Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Ümmetimden ilk kaldırılan şey, emanettir. Onlarda kalanların sonuncusu ise namazdır. Fakat nice namaz kılanlar vardır ki, onlarda hayır yoktur.”
“Ezanı duyduğunuz zaman, kalkıp namazınızı kılınız. Çünkü namaz, Allahü teâlânın mühim
bir emridir.” “Allahü teâlâdan korkan kimse, kuvvetli olarak yaşar ve memleketinde emin olarak
dolaşır.”
“Güzel ahlâk, Allahü teâlânın beğendiği huydur.”
“Cebrâil aleyhisselâm bana dedi ki: Müslümanlar, Hz. Ömer’in ölümüne ağlasın!”
Her şey için öğünülecek bir üstünlük vardır. Ümmetimin kıymeti ve şerefi, Kur’ân-ı kerîmdir.”
 1) Şevahîd-ün Nübüvve sh-281
 2) Vefeyât-ül-a’yân cild-2, sh-375
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-5, sh-119
 4) Hilyet-ül-Evliyâ cild-2, sh-161
 5) Tenzîb-üt-tehzîb cild-4, sh-84
 6) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-94
 7) El-A’lâm cild-3, sh-102
 8) Menhel-ül-azb-ül-Mevrûd cild-2, sh-175
 9) Meşahir-i Eshâb sh-80
10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1060
SÂLİM MEVLA EBÛ HUZEYFE (r.a.):
Eshâb-ı kirâm’ın meşhûrlarından. Kur’ân-ı kerîm’i en güzel okuyan ve tamamını hıfz edenlerindendir. İsmi Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe olup, babası Ubeyd bin Rebî’a’dır. (Bir rivâyette ise Mûsâ bin
Ukbe Sâlim bin Ma’kîl’dir.) Künyesi Ebû Abdullah’tır. Subeyte binti Yuâr-il-Ensârî’nin kölesi iken Onu
Ebû Huzeyfe’ye (r.a.) bıraktı. Böylece Hz. Ebû Huzeyfe’nin kölesi oldu. Ebû Huzeyfe (r.a.) müslüman
olunca, o da, Onda meydana gelen değişikliği görmüş ve de müslüman olmuştu. Böylece ilk
müslümanlardan olma şerefine nâil olmuştu. Ebû Huzeyfe (r.a.) müslüman olunca onu azat etmiş, istediği yere gitmek hususunda serbest bırakmıştı. Fakat Sâlim (r.a.) O’ndan ayrılmayınca evlâd edinmişti.
Bunun üzerine kendisine Ebû Huzeyfe’nin oğlu denilmeye başlanmış ve öyle tanınmıştı. Evlatlıkların,
kendi öz babalarının isimleriyle zikredilmesini ve bu kimsenin kendi çocuğu gibi mirasçı olamayacakları-
nı beyan eden âyet-i kerîme nâzil olunca Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe diye çağırıldı.
Ebû Huzeyfe’nin (r.a.), Hz. Sâlim’e olan muhabbeti o kadar çok idi ki kızkardeşinin kerîmesi
Fâtıma binti Velîd’i ona vermiştir. Hz. Sâlim, Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalara katıldı. Hz.
Ebû Bekir zamanında Müseylemet-ül-Kezzâb’a karşı yapılan Yemâme gazasında şehîd düştü.
Yemâme’de Muhacirlerin sancaktarı Hz. Sâlim idi. Sâlim’in (r.a.) sancağı taşıması dolayısıyla tehlikeye
hedef olacağını gören Eshâb, “Senin başına bir zarar gelmesinden korkarız” dediler. Fakat O “Eğer ben
sancağı taşımayacak olursam Kur’ân-ı kerîm ehlinin en bedbahtı olurum” buyurdu. Harp sırasında Benî
Hanîfe kabilesi sancağı düşürebilmek için sancağın bulunduğu yere ve sancaktar Sâlime (r.a.) çok şiddetli bir hücum yaptılar. Sâlim’in (r.a.) sancak tutan kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Sâlim (r.a.) Allah... diye öyle bir bağırdı ki, harp meydanı inledi. Fakat sancak yere düşmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat, İslâm sancağı yine yere düşmedi.
Çünkü Sâlim (r.a.) vücudu ve kesik kolları ile sancağa sarılmıştı. Kafirlerin bütün şiddetli darbelerine
rağmen sancağı bir türlü yere bırakmadı.
Sanki Sâlim Mevla Ebû Huzeyfe’ye (r.a.) vurulan her kılıç darbesi onun sancağa biraz daha sıkı
yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik durmasını sağlıyordu. Ne zaman ki İslâm askeri yetişti
ve sancağı aldılar, o zaman yere düştü. Sâlim (r.a.) kâfirlerin en şiddetli kılıç darbeleri altında ve şehîd
düşerken “Ve mâ Muhammedün illâ rasûl...” Âl-i İmrân süresindeki 144.ncü âyet-i kerîmeyi okuyordu.
Eshâb-ı kirâm ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû Hazeyfe’yi (r.a.) - 363 -
sordu. Şehîd olduğunu öğrenince; “Beni de onun gibilerin yanına götürün” buyurdu. Vasiyyetini yaptı ve
şehâdet mertebesine erişti. Ebû Huzeyfe ile beraber birinin başı diğerinin ayağının yanında olduğu halde defn ettiler. 12 (m. 633)
Malının bir kısmını kölelerin âzâd edilmesi için, üçte birini beyt-ül-mâle, üçte birini de ehline bırakmıştı. Hanımı ve çocukları kendileri için vasiyyet edilen malı almamışlar, onlar da beyt-ül-mâle bırakmış-
lardır. Onun ilim ve irfanı Eshâb-ı kirâm (r.a.) tarafından kabul ve tasdîk edilmekle beraber Hz. Ömer’in,
hususî bir muhabbeti ve hürmeti vardı.
Hz. Ömer, “Sâlim hayatta olsaydı, hilâfeti şû’raya havale etmezdim. Çünkü ben onu hemen yerime
halife nasb ederdim” buyurmuşlardır. Peygamberimiz (s.a.v.): “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden öğ-
reniniz: Abdullah İbn-i Mes’ûd, Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe, Übey bin Ka’b ve Muâz bin Cebel.” buyurmuşlardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Sâlim’in (r.a.) kırâatini derin bir zevk içinde dinlerdi. Sesi çok gü-
zeldi.
Mâlik bin Hâris dedi ki: “Zeyd bin Hârise’nin (Peygamberimizin (s.a.v.) âzâdlı kölesi ve evlatlığı)
nesebi bilinirdi. Sâlim, Mevlâ Ebû Huzeyfe’nin nesebi bilinmiyordu. Fakat Sâlim sâlihlerden bir kimsedir
diye söylenirdi.” Abdullah İbn-i Ömer (r.a.) babasından rivâyetle buyurdu ki: “Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe,
Mekke’den diğer Muhacirlerle çıkıp Medine’ye gelinceye kadar Muhacirlere imam olurdu. Çünkü o çok
güzel Kur’ân-ı kerîm okurdu. Hz. Ömer (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) yanında Sâlim Mevlâ Ebû
Huzeyfe’nin ismi zikredildi. Peygamber (s.a.v.) efendimiz: “Muhakkak ki Sâlim, Allahü teâlâyı çok
sever. Eğer Allahü teâlâdan korkusu olmasaydı yine (sevgisinden dolayı) Allahü teâlâya isyan
etmez günah işlemezdi.” buyurdu. Hz. Ömer (Eğer ben Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe’yi yerime halife tayin
etseydim. Allahü teâlâ da bana halifeliği kime bıraktığımı sorsaydı: Yâ Rabbi! Senin Nebîn’den (s.a.v.)
işittim ki “Muhakkak ki Sâlim bin Ebî Huzeyfe hakikaten kalbiyle Allahü teâlâ’yı sevenlerdendir.”
buyurdu. Ben Resûlünün sözüne uydum) derim. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Kıyâmet günü bir
çok kimseler Tehâme dağı gibi sevablarla gelirler. Allahü teâlâ onların amellerini boşa çıkarır ve
onları şiddetli bir şekilde Cehenneme atar.” Sâlim (r.a.) “Anam babam sana fedâ olsun yâ
Resûlallah; Biz o kavmi nasıl tanıyacağız. Seni hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemin
ederim ki, ben onlardan olmaktan çok korkuyorum.” Resûlullah “Ey Sâlim onlar namaz kılarlar, oruç
tutarlar, fakat kendilerine harâmdan bir şey teklif edildiği zaman Allahü teâlâdan hiç korkmadan o
harâmı işlerler. Allahü teâlâ da onların amellerini ibâdetlerini kabul etmez” buyurdu. Mâlik bin Dinar, “Allah’a yemin ederim ki bu nifaktır, münafıklıktır” dedi.
Hâsılı Sâlim (r.a.) güzel ve devamlı Kur’ân-ı kerîm okuyan, müslümanların imâmı, ibâdette çok
ihlâslı, Allahü teâlâya âşık, özü sözüne, içi dışına uygun kıymetli bir âlimdir.
 1) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-176
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-85
 3) El-Îsâbe cild-2, sh-70
SEHL BİN HANÎF (HUNEYF) (r.a.):
Hicretten önce İslâmiyeti ilk kabul eden Medineli Sahâbîlerden biri. Nesebi (silsilesi) Sehl bin Hanif
bin Vâhib İbn’l-Ukeym bin Sa’lebe bin Hars bin Mecde’a bin Amr bin Hubeys bin Avf bin Amr bin Avf bin
Mâlik bin Evs’dir. Künyesi Ebû Sa’d veya Ebû Abdullah’dır. Babasının ismi Hanîf, annesinin ismi ve do-
ğum târihi kesin olarak bilinmemektedir.
Hz. Sehl bin Hanif, Peygamber efendimizin (s.a.v.) Akabe bîatlarından ikincisine katılan Medineli
müslümanların arasında idi. İslâm dînini kabul edip îmân ettikten sonra; İslâmiyetin Medine’de yayılması
için canla başla çalıştı. Müslümanlar Medeni’ye göç ettiklerinde, Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’deki
mü’minlerle yeni göç edenleri birbirleriyle kardeş yapmıştı. İşte Hz. Sehl, Hz. Ali (r.a.) ile kardeş olmuştu.
Hz. Sehl, tam bir İslâm kahramanı idi. Çok güzel ata biner ve ok atardı. Onu gören herkes beğenir,
saygı duyardı. Atına bindiği zaman gidişi, duruşu, bütün herkesin dikkatini çekerdi. Peygamberimiz
(s.a.v.) ise, Sehl’in (r.a.), bu halini güzel bulur ve beğenirdi.
Sehl (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) bütün gazalarına katılmıştı. Bedir gazasına iştirak ederek
“Eshâb-ı Bedir” sıfatını kazanmıştı. Uhud gazasına katılarak çok büyük yararlılıklar göstermişti. Peygamberimizi (s.a.v.) çok severdi. Onun uğrunda her şeyini fedâ ederdi. Uhud gazasında bir ara
müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi oldular. Bu sırada hiçbir şey düşünmeyen, sadece Peygamberimizi
(s.a.v.) düşünen Sehl bin Huneyf (r.a.), parçalanıp ölünceye kadar, O’nu (s.a.v.) korumaya canla başla
çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu.
Savaşın en şiddetli anında Peygamberimizi (s.a.v.) bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya baş-
ladı. Hatta müşriklerin dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile ortaya çıkarak
müşriklere: “Sehl-i nişan alınız. Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz” diye-- 364 -
rek elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı. Bu haliyle O’nu gören Peygamberimiz (s.a.v.)
de: “Sehl’e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl’dir, rahat, iyi ok atar.” buyurmakta idi. Ve o gün Sehl (r.a.)
müşriklerden birçoğunu öldürdü.
Sehl bin Hanîf (r.a.), çok gayretli idi. Peygamberimizin (s.a.v.) yanından hiç ayrılmazdı. Devamlı
O’nun hizmetlerinde bulunmayı bir şeref sayar, bütün savaşlara katılırdı. Hendek gazâsı hazırlıklarında
ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren gayretle çalıştı. Bu gazada müşriklere çok
ok atmış, Peygamberimizin (s.a.v.) sevgisini daha çok kazanmıştı. Hendek savaşından hemen sonra
Benî Kureyza gazasına katılarak onların üzerlerine yürüdü. Burada da büyük kahramanalılar gösterdi.
Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber gazasına katıldı.
Hicretin sekizinci yılında yapılan Mekke fethine katılarak, hemen bunun ardından Hüneyn gazası-
na iştirak etmiştir. Burada bütün kuvvetiyle düşmanlarla savaşmıştır. Sehl bin Hanîf’in (r.a.) bu üstün
gayreti ile ilgili olarak hakkında Allahü teâlâ tarafından bir âyet bile gönderilmiştir. Şöyle ki:
Hicretin dokuzuncu yılında, Peygamberimiz (s.a.v.) Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün
Eshâbı (r.anhüm) yardıma çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanları çok
miktarda yardım ettiler. Bu hâli gören Sehl bir Hanîf (r.a.) çok duygulandı. Fakîr olduğu ve Peygamberimizin bu yardım davetine katılamadığı için çok üzüldü. Hemen eve gidip çocuklarının ihtiyaçları için ayırmış olduğu iki ölçek hurmayı getirerek Peygamberimize (s.a.v.) teslim etti ve “Ey Allahü teâlânın Resûlü! Bundan başka evde hiçbir yiyecek şeyimiz yoktur. Bu benim ve kızımın yardımlarıdır. Kabul buyurunuz ve bize bereketle duâ edin” diye yalvardı. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Sehl bin Hanîfin getirdiği
hurmaları bizzat kendi mübârek elleriyle diğer hurmaların üzerine koyup bereketle duâ etti.
Bu hali gören, İslâmiyeti kalben kabul etmeyen münafıklar; “Allahü teâlânın Sehl bin Hanîf’in iki öl-
çek hurmasına ihtiyacı yoktur!” diyerek onun bu istek ve arzusunu ayıplayarak kınamışlardı. Hatta Sehl
bin Hanîf (r.a.)’ın Allahü teâlâya ve Peygamberimize (s.a.v.) karşı olan samimi duygu içerisindeki davranışını, hafife alarak Medine şehrinin sokaklarında alay konusu ettiler. Sokakta O’nu gördükleri zaman
ona güldüler. Münafıkların bu davranışları üzerine; Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîm’in Tevbe sûresinin yetmiş dokuzuncu âyet-i kerîmesini indirdi:
“Sadaka hususunda bağışlarda bulunan mü’minlerle bir türlü, gücünün yettiğinden başkasını bulamayan fakîrlerle başka türlü eğlenenler yok mu? Allahü teâlâ onları maskaraya çevirmiş-
tir. Onlar için pek acıklı bir azâb vardır.” Allahü teâlâ bu âyet-i kerîme ile Sehl bin Hanîfin samimi hareketini övdü. Münafıkları ise susturdu.
Sehl bin Hanîf (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) Veda Haccı’nda bulundu. Peygamberimiz (s.a.v.)
vefât ettiklerinde Medine-i Münevvere’de bulunuyordu. Hz. Ebû Bekir (r.a.) devrinde mürtedlerle (İslâm
dîninden dönenlerle) ve Allahü teâlânın emri olan zekâtı vermemek isteyenlerle yapılan savaşlarda bü-
yük hizmetlerde bulundu. Her türlü hareket, davranış ve güzel ahlakıyla başkalarına örnek oldu. Bu gü-
zel ahlâk ve davranışlarını gören ve bilen Hz. Ömer, O’nun Suriye, Irak ve İran seferlerine katılmasını,
orduya rehberlik yapmasını istedi. Bu seferlere de katılan Sehl bin Hanîf (r.a.), bir çok hizmetler vererek
müslümanlara örnek oldu.
Hz. Osman (r.a.) zamanında hiçbir devlet görevinde bulunmadı. Kûfe şehrine gelerek ömrünün
sonuna kadar burada kendi halinde İslâmiyete hizmet etti.
Halife Hz. Ali de, Sehl bin Hanîf’i Kûfe emirliğine, Basra valiliğine tayin ederek hizmetlerinden çok
faydalandı. Daha sonra Hz. Ali, O’nu Fars vilayetinin genel valiliğine tayin etti. Burada da ahlâk ve fazî-
leti ile İslâmiyete çok hizmetleri oldu. Kûfe’de 38 (m. 659)’da vefât etti. Cenâze namazı ise Hz. Ali tarafından kılınarak oraya defn edildi. Sehl bin Hanîf (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’den ve Sahâbenin büyüklerinden hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Tâbiîn hadîs âlimlerinin arasında, kendisinden rivâyetde
bulunan pek çok hadîs râvisi vardır. Hz. Sehl bin Hanîfin, Peygamberimiz’den (s.a.v.), bizzat rivâyet etti-
ği hadîs-i şerîflerde;
“Ey Ebû Bekir! Namazda bulunursan öne geç ve nâsa (insanlara) namaz kıldır.”
“Kim evinden çıkar ve Kubâ mescidine gelir ve orada namaz kılarsa, Umre yapmış gibi
sevâb alır.”
“Bir kimsenin yanında bir mü’mine hakâret edilse, o kimse de muktedir olduğu halde ona
yardım etmezse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onu, onların gözü önünde zelîl eder.”
“Kim, Allah yolunda cihad eden bir kimseye yardım ederse veya sıkışmış vaziyetteki borç-
lunun borcunu üzerine alırsa veya kölenin hürriyetine kavuşması için yardım ederse, Allahü teâlâ
gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı günde Arş’ın gölgesi altında bulundurur.”
Buyurulmaktadır.
 1) El-Îsâbe cild-2, sh-87 - 365 -
 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-4, sh-254
 3) Tabakât-ü İbn-i Sa’d cild-6, sh-15
 4) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-3, sh-485
 5) El-İstiâb cild-2, sh-92
 6) Eshâb-ı Kirâm sh-390
SEHL BİN SA’D (r.a.):
Medine’de en son vefât eden Ensâr-ı kirâmın büyüklerinden. Ensârın Hazrec kabilesi kolundandır.
Künyesi; Ebül-Abbâs, Ebû Mâlih Ebû Yahyâ’dır. Nesebi (silsilesi), Sehl bin Sa’d bin Mâlik bin Hâlid bin
Salebe bin Hârise bin Âmr bin Hazrec bin Sâide bin Ka’b bin Hazrec’dir. Babasının ismi Sa’d bin Mâlik
olup, hicretten önce müslüman olmuştur. Annesinin ismi ile doğum târihi kesin olarak belli değildir. Sehl
bin Sa’d’ın hicretten beş sene evvel doğduğu rivâyet edilmektedir. Esas ismi Hanza iken, Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından Sehl bin Sa’d olarak değiştirildi. 91 (m. 712) yılında Medine’de vefât etti.
Sehl bin Sa’d (r.a.)’ın babası Sa’d bin Mâlik, hicretten önce müslüman olan Medine’li Sahâbîlerden
idi. Bunun için Hz. Sehl müslüman ve Peygamberimizi (s.a.v.) Çok seven bir ailenin içerisinde yetişdi.
Sehl bin Sa’d (r.a.) bizzat Peygamberimiz’den (s.a.v.) ilim öğrenmiş ve onun sohbetinde bulunmuştur.
Çok genç yaşta olduğundan Peygamberimizle hiçbir savaşa katılamadı, ama ondan, çok ilim öğrendi.
Ayrıca Peygamberimizin (s.a.v.) etrafında bulunan ve ona her yönden çok yakın olan Hz. Ebû Bekir, Hz.
Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve diğer büyük Sahâbîler ile de sıkı temaslar kurarak onlardan da çok ilim
öğrendi ve âlim oldu. Hadîste sika (güvenilir, sözüne itimat edilir) idi. Sahâbe ve diğer âlimlerden bir ço-
ğu, hadîs rivâyetlerini Sehl bin Sa’d’a (r.a.) kadar dayandırırlardı. Büyük Sahâbîlerden Hz. Ebû Hureyre,
Hz. İbn-i Abbâs, Sa’d bin el-Müseyyeb, Ebû Hâzin bin Dinar gibi olanlar da O’ndan hadîs rivâyetinde
bulunmuşlardır.
Sehl bin Sa’d’ın (r.a.) bizzat Peygamberimizden (s.a.v.) duyarak rivâyet ettiği hadîs
yüzseksensekiz’dir (188). Bunlardan yirmisekiz (28) tanesi üzerinde bütün âlimler sözbirliğine varmışlardır. Tâbiî’nin her tabakası O’nun ahlâkının fazîletinden ve ilminden faydalanmıştır. Sehl bin Sa’d’ın (r.a.)
müşriklerle yapılan Bedir gazâsı sırasında yaşı çok küçüktü. Bunun için bu savaşa ancak babası katılmıştı. Hz. Sehl’in babası Sa’d bin Mâlik, Bedir savaşında çok yararlılıklar gösterdi. Müslümanlar arasında Kahramanca savaşırken ansızın yemiş olduğu bir darbe ile şehîd oldu. Peygamberimizin (s.a.v.) du-
âsını alarak “Eshâb-ı Bedir” sıfatını kazandı. Bu sırada Sehl bin Sa’d (r.a.) sekiz yaşlarında idi. Peygamberimiz yetim kalan Sehl’e (r.a.), Bedir Savaşında kazanılan ve dağıtılan ganimetlerden babasının
hissesini ayırarak verdi.
Sehl bin Sa’d (r.a.) Uhud Savaşı sırasında yaşı küçük olduğu için bu savaşa da katılamamıştı. Di-
ğer yaşı küçük Sahâbîler gibi Medine’de kalmıştı. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.) yaralandığı haberi Medine’ye ulaştığı zaman, herkes gibi O da çok üzülmüştü. Bu arada Peygamberimiz (s.a.v.)’in kızı, Hz.
Fâtıma’nın, babasının yaralanma haberini duyar duymaz hemen O’nun yanına koştuğunu ve yardım
etmeğe başladığını gören Sehl bin Sa’d (r.a.) bu olayı şöyle anlatmaktadır “Hz. Peygamberin Uhud savaşında yaralandı haberini duyduğumuz zaman çok üzüldük. Kızı Hz. Fâtıma’nın bir kalkan içinde su
getirerek Peygamberimiz (s.a.v.)’in yaralarından akan kanları temizlediğini bir hasır parçasını yakarak
küllerini Peygamberimizin (s.a.v.) yaralarının üzerine sürdüğünü bizzat gördüm” derdi.
Sehl bin Sa’d (r.a.) hicretin beşinci senesinde yapılan Hendek Savaşına da yaşı küçük olduğu için
katılamadı. Çünkü bu sırada on onbir yaşlarında idi. Fakat hendeğin kazılmasında Sahâbîlere çok yardımcı oldu. Bütün Sahâbîlerin dışarıda görülmesi, yapılması ve yerine getirilmesi gereken hizmetlerinin
hepsine koşardı. Ayrıca hendek kazımında da yardımcı olur, Peygamberimizin (s.a.v.) yanından hiç
ayrılmazdı. Her an O’nun hizmetinde bulunurdu. Sehl bin Sa’d (r.a.) Hendek’de gördüklerini anlatırken
der ki: “Hendek’de Peygamberimiz (s.a.v.) ile hep beraber idim. Onlar hendek kazıyor, biz küçük yaştakiler omuzlarımız üzerinde toprak taşıyorduk. Bu sırada Resûlullahın (s.a.v.) şöyle duâ buyurduğunu:
“Ya Rabbi! Bütün hayat, âhiret hayatıdır. Muhâcir ile Ensârı mağfiretine (afvına) nâil (ulaşan) eyle!” işittim demiştir.
Sehl bin Sa’d (r.a.) devamlı Peygamberimizin (s.a.v.) yanından ayrılmazdı. Bütün sohbetlerine katılır, söylediklerini çok dikkatli dinlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında Medine devrinde meydana
gelen bütün diğer önemli hâdiseleri görmüş ve tesbit etmiş, daha sonra çevresindekilere anlatmıştır. Hz.
Sehl onbeş yaşlarına geldiği zaman, Peygamberimiz (s.a.v.) vefât etti. Hz. Ebû Bekir halife oldu. Peygamberimiz’in (s.a.v.) vefâtını fırsat bilen mürtedler (İslâm dîninden vazgeçenler), Halife Hz. Ebû Bekir’in
zamanında Medine’yi sıkıştırarak zor duruma düşürmek istediler. Bu zaman Sehl bin Sa’d (r.a.)
mürtedlerle yapılan savaşlara katıldı. Çok kahramanlıklar göstererek İslâm dinine büyük hizmetleri oldu.
Daha sonra Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifelik devrelerinde de çeşitli savaşlara katıldı. Onun, bilgisi ve
imânının sağlamlığı, Peygamberimiz’e (s.a.v.) karşı muhabbeti ile tanınması ve devamlı O’nun sohbe-- 366 -
tinde bulunmuş olmasının askerler üzerinde büyük tesiri olurdu. Onlara, bütün hareket ve davranışlarıyla
önderlik ederdi.
Bu haliyle bütün Sahâbîler tarafından sevilir ve sayılırdı. Hz. Ali Devrinde Sehl bin Sa’d bir köşeye
çekilerek olaylarda tarafsız kalmayı tercih etti. Ancak 74 (m. 694) târihinde Medine valisi olan Haccâc
tarafından, Enes bin Mâlik, Câbir bin Abdullah gibi büyük Sahâbîler ile Sehl bin Sa’d (r.a.) da çok eza ve
cefâ gördü. Haccâc’ın bu hareketi Medineliler tarafından hiç de hoş karşılanmadı.
Sehl bin Sa’d (r.a.) kendisine soru sormak için müracaat edenleri samimi olarak dinler, hiç sözlerini kesmezdi. Onlara, sorularıyla ilgili olan ve Peygamberimizden (s.a.v.) duyduğu hadîsleri aşkla, içten
gelen zevk ve edeble okurdu. Hatta bazan okurken duygulanır ve kendini tutamaz ağlardı.
Sehl bin Sa’d (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in bir emir ve isteği olduğu zaman hemen yerine getirir
hiç bir zaman geciktirmezdi, O’nun bu durumunu Hz. Sehl’in oğlu Abbâs şöyle anlatmaktadır: “Peygamberimiz (s.a.v.) hutbe okuyacağı zaman hurma ağacından bir direğe yaslanır öyle okurlarmış. Bir gün
Resûl-i ekrem (s.a.v.): “Artık cemaat çoğaldı, bir şey yapılsa da üzerine otursam” buyurduğunda,
bunu duyan babam (Sehl bin Sa’d) hemen okdan yay fırlar gibi kalkmış ve gitmiş. Kısa bir zaman sonra
minberin direklerini getirmiş. Yalnız babamın getirdiği bu direklerin kendisinin veya bir başkasının hazırladığı hakkında bilgim yoktur” dedi. Daha sonra Sehl bin Sa’d’a (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in minberi
hakkında suâl sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Ben minberin hangi ağaçtan, hangi târihte, hangi
gün yapıldığını, hangi gün kurulduğunu, Peygamberimiz’in (s.a.v.) ilk defa o minberden hangi gün hutbe
okuduğunu ve oturduğunu bilirim.”
Sehl bin Sa’d (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in cömertliğini, kendi ihtiyacı olan bir malı isteyen herkese verdiğini şöyle anlatmaktadır. Kadının birisi Peygamberimiz’e (s.a.v.) gelir, yanında getirdiği ve
kendi eli ile dokumuş olduğu güzel bir elbiseyi uzatarak: “Ey Allahü teâlânın Resûlü, bunu sizin için bizzat kendi elimle dokudum, ne olur onu kabul ediniz”, dedi. Peygamberimizin (s.a.v.) de bu şekilde bir
elbiseye ihtiyacı vardı. Bu hediyeyi kabul ederek içeri girdi ve hemen giydi. Daha sonra dışarı çıktı. Bu
sırada Peygamberimiz (s.a.v.)’in ziyâretine gelenlerden birisi, bu elbiseyi görerek: “Ey Allahü teâlânın
Resûlü! Bu ne kadar güzel bir elbise, bunu bana verseniz” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) hemen içeri
girerek elbiseyi çıkardı ve isteyen insana verdi. Diğer ziyâretçiler, elbiseyi isteyen adama sitem ederek,
“Hiç de iyi etmedin, Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu elbiseye çok ihtiyâcı vardı. Sen onu istemekle doğru bir
hareket yapmadın. Bilirsin ki, Hz. Peygamber kendisinden birşey istiyenleri hiç red etmez ve geri
çevirmez” dediler. Elbiseyi isteyen kişi ise şöyle cevap verdi: “Ben bu elbiseyi giymek için istemedim.
Aksine, o benim öldüğüm zaman kefenim olacaktır” dedi. Sonra öldüğü zaman aynı bu elbiseyle kefenlendi ve gömüldü. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)’in söylediklerini, bizzat işiten Sehl bin Sa’d
(r.a.) şöyle nakletmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Mü’minin; îmân sahibine karşı vaziyeti, bir kafanın vücuda karşı vaziyeti gibidir. Îmân sahibinin her derdi diğer bir mü’mine ızdırap verir. Nasıl ki kafanın her derdi bütün vücudu üzüntü-
ye uğrattığı gibi” buyurmuşlardır.
Sehl bin Sa’d (r.a.) bizzat Peygamberimiz (s.a.v.)’den duyarak rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Peygamberimize (s.a.v.) biri gelerek: Allahü teâlânın ve insanların, beni sevecekleri bir işi bana
öğret, demesi üzerine, “Dünyadan yüz çevir ki, Allahü teâlâ seni sevsin, insanların eline bakma ki,
onlar da seni sevsin” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında, Kuzmân isminde biri, Hayber savaşına iştirak etmişti.
Kuzmân, savaş sırasında iyi dövüşüp yararlılıklar gösteriyordu. Müslümanlar O’nun gösterdiği bu kahramanlık karşısında, hayrete düşerek çok beğenmişlerdi. Bu durumu Peygamberimiz’e (s.a.v.) anlatarak
onun yaptığı hizmeti biz yapamadık demişlerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) bu kişi için: “Ama o adam Cehennemliktir” buyurmuşlardı. Bu sözü işiten herkesin hayreti arttı. Bir kişi Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
safında canla başla çarpışır ve mücadele ederde nasıl Cehennemlik olur, dediler ve neticeyi hayretle
beklediler. Fakat aynı adamın savaşa gene bütün hızıyla devam ederken aldığı birkaç yaradan duyduğu
ve çektiği acıya dayanamayarak, kılıcının sapını toprağa, ucunu da karnına dayayarak intihar ettiğini
gördüler. Bu hali gören Sahâbîler hemen Peygamberimize (s.a.v.) koşarak, olayı olduğu gibi anlattılar.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) Sahâbelerine şöyle buyurdular: “İnsanların içinde öyleleri vardı ki, Cennetlik gibi görünürler, fakat onlar Cehennemliktirler. Yine öyle insanlar vardır ki, Cehennemlik gibi işler yapıyormuş gibi görünürler, herkes onları Cehennemlik sanır, fakat onlar
Cennetliktir.”
Başka bir rivâyette; Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Bilâl’e(r.a.) “Kalk, şunu bildir Cennete ancak
mü’min olan girer. Şu muhakkaktır ki, Allahü teâlâ İslâm dinini günahkâr kişi ile de destekler”
buyurmuştur.” - 367 -
Peygamberimiz (s.a.v.) birgün bir topluluğa dünyânın boş, gerçek hayatın ahirette olduğunu anlatmak için onları bir koyun ölüsünün başına götürerek:
“Şu gördüğünüz koyun ölüsünün, sahibi yanında bir kıymeti var mı?” diye sorunca, oradakiler, kıymeti olmadığı için onu buraya attı, dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) tekrar “Nefsim
yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, bu dünyâ, koyunun sahibi yanında olan
kıymetinden ziyade Allahü teâlâ yanında değerli değildir. Eğer dünyânın Allahü teâlâ katında bir
sivrisinek kanadı kadar kıymetli olsaydı, Allahü teâlâ Ondan (dünyâdan) kâfire bir yudum su
içirmezdi” buyurmuşlardır.
“Acele, şeytandandır, teenni (ihtiyatlı ve akıllı davranma) ise Allahü teâlâdandır.”
“Ümmetimden yetmişbin kişi yahut yediyüzbin kişi, mutlaka Cennete girecektir (bunlar) birbirlerine tutunacak, bazısı bazısının elinden tutacak. Sondakiler girmedikçe öndekiler de
girmiyecek, yüzleri Bedr gecesindeki ay (dolunay) suretinde olacaktır” buyurmuştur.
Ensârdan bir gencin içine Cehennem korkusu düştü. Hatta bu korkudan sokağa çıkamaz oldu.
Bunu duyan Peygamberimiz (s.a.v.) O’nun ziyâretine gitti ve genci kucakladı bu sırada ise O genç vefât
etti. Peygamberimiz (s.a.v.):
“Bunun techîz (cenâzenin yıkanması) ve tekfînine (kefenlenmesine) bakın, zira Cehennem
korkusu onun ödünü çatlatmıştır” buyurmuşlardır.
 1) El-A’lâm cild-3, sh-143
 2) El-Îsâbe cild-2, sh-88
 3) El-İstiâb (Îsâbe kenarında) cild-2, sh-95
 4) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh-99
 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-376, cild-3, sh-625
 6) Tehzîb-ül-Esmâ-vel-luga kısm. I, cild-1, sh-238
 7) Tehzîb-üt Tehzîb cild-4, sh-704
 8) Kâmûs-ul-A’lâm cild-4, sh-2704
 9) Eshâb-ı Kirâm sh-390
10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1062
SELMÂN-İ FÂRİSÎ (r.a.):
Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve meşhûrlarından. Silsilet-üz-Zeheb diye bilinen “Altın silsilenin”
(Büyük veliler silsilesinin) ikinci halkası. Aslen İranlı olup, İsfehan yakınında bir köyde doğup, büyüdü.
Gençliğinde mecûsî iken, hıristiyan rahibleriyle tanışıp, mecûsîliği terk etti. Kiliseye girip hıristiyan oldu.
Çok ilim öğrenip âlim oldu. Sonra da uzun yıllar değişik yerlerde kaldı. Nihayet Medine’ye gelip Peygamberimiz (s.a.v.) hicret edince maksadına kavuşup müslüman oldu ve Ehl-i beytten sayıldı. Müslü-
man olmadan önce, ismi Mabeh idi. Müslüman olunca, Peygamberimiz (s.a.v.), O’na Selmân ismini verdi, İranlı olduğu için de Fârisî denildiğinden ismi Selmân-ı Fârisî olarak meşhûr oldu. Nesebi ise; Mabeh
bin Buzanşâh bin Mursilân bin Behbudah bin Firûz’dur. Lakabı Selmân-ül-Hayr, künyesi ise Ebû Abdullah’tır.
Ebü’l-Ferec (r.a.) buyurdu ki: Abdullah İbn-i Abbâs’ın (r.a.) yanında idim. Bana Selmân-ı Fârisî’nin
bir gün hayatını şöyle anlattı:
Selmân dedi ki: “Ben Fâris (İran)’ın, İsfehan şehrinin Cey köyündenim. Babam köyün en zengini
olup, arazimiz ve malımız çoktu. Ben babamın tek çocuğu idim. Beni herkesten çok severdi. Bunun için
beni kız gibi yetiştirdi. Evden çıkmama izin vermezdi. Babam mecûsî (ateşperest) olduğu için mecûsîliği
de bana evde tam bir şekilde öğretti. Evde devamlı bir ateş yanar biz ona tapar secde ederdik. Babamın
malı ve mülkü çok olduğu için beni bir ara dışarıya çıkardı ve dedi ki: “Yavrum ben öldüğüm zaman bu
malların sahibi sen olacaksın, onun için git mallarını ve arazilerini tanı.” Ben de “peki” deyip bahçelerimizi dolaştım. Bir gün tarlalara bakmaya gittiğimde bir hıristiyan kilisesine rastladım. Onların seslerini işittim. Gidip baktım ki, içerde ibâdet ediyorlar. Ben daha önce öyle bir şey görmediğim için çok hayret ettim. Zira bizlerin ibâdeti bir miktar ateş yakar ve ona secde ederdik. Fakat onlar görünmeyen bir Allah’a
ibâdet ediyorlardı ve kendi kendime dedim ki, vallahi bunların dîni haktır ve bizimki batıldır. Onun için
akşama kadar onları seyrettim. Tarlalarımıza gitmedim, akşam oldu. Onlara dedim ki: “Bu dînin aslı nerededir?” bana, “Bu dînin aslı Şam’dadır” dediler. “Peki dedim ben de Şam’a gitsem beni de bu dine
kabul ederler mi?” “Evet kabul ederler” dediler. “Sizlerden yakında Şam’a gidecek kimseler var mıdır?”
diye sordum “Bir müddet sonra bir kervanımız Şam’a gidecektir, diye cevap verdiler. (İsfehan’daki bu
Hıristiyanlar, İsfehân’a Şam’dan gelmişlerdi ve sayıları da az idi.)
Ben bunlarla meşgul olurken vakit geç oldu. Babam benim dönmediğimi görünce, beni aramak için
adam göndermiş. Beni aramışlar bulamamışlar ve bulamadıklarını babama söylemişler. Tam bu sırada, - 368 -
ben de eve döndüm. Babam “Bu zamana kadar nerede kaldın. Seni aramadığımız yer kalmadı” dedi.
Ben de “Babacığım ben bu gün tarlaları dolaşmak için yola çıktım fakat yolda karşıma bir nasrânî kilisesi
çıktı. Ben de içeri girdim, baktım ki; görmedikleri ve herşeye hâkim ve kadir olan bir Allah’a îmân ediyorlar. Onların ibâdetlerine şaşdım kaldım. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki onların dîni haktır.”
dedim. Babam “Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun senin babalarının ve dedelerinin dîni, onların dîninden daha doğrudur. Onların dîni bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma” dedi. Ben de “Hayır babacı-
ğım onların dîni bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dîni haktır. Bizimki (ateşperestlik) ise bâtıldır.”
Babam buna çok kızdı ve beni el ve ayaklarımdan bağlayıp eve hapsetti. Ben daha önce kilisede
hıristiyan rahiblere; bu dînin aslının nerede olduğunu sormuştum. Onlar da Şam’da olduğunu söylemiş-
lerdi Ben evde hapis iken devamlı Şam’a gidecek olan kervanı beklerdim. Nihayet hıristiyan rahibler
Şam’a gidecek kervanı hazırlamışlardı. Bunu haber alınca beni bağlayan iplerimi çözüp kaçtım ve kervanın bulunduğu kiliseye gittim. Buralarda duramayacağımı anlattım. O kervanla beraber Şam’a gittim.
Şam’da hıristiyan dîninin en büyük âlimini sordum. Bana bir âlimi tarif ettiler, Onun yanına gittim. Ona
durumu anlattım. Onun yanında kalmak istediğimi ona hizmet edeceğimi söyleyip, Ondan bana
nasrânîliği öğretmesini Allahü teâlâyı tanıtmasını rica ettim. O da kabul etti. Ben de Ona hizmet etmeye
kilisenin işlerini yapmaya başladım. O da bana dîni öğretmeye başladı. Fakat sonradan Onun kötü kimse olduğunu anladım. Çünkü hıristiyanların fakîrlere vermesi için getirdikleri sadaka altın ve gümüşleri
kendine alır, fakîrlere vermezdi. Böylece şahsına yedi küp altın ve gümüş biriktirdi. Fakat bunu benden
başka kimse bilmezdi. Bir müddet sonra o âlim vefât etti. Nasrânîler onu defn etmek için toplandılar.
Onlara “Neden buna bu kadar hürmet ediyorsunuz, o hürmete layık bir insan değildir.” dedim. “Sen bunu
nereden çıkarıyorsun” dediler ve bana inanmadılar. Ben de biriktirdiği altınların yerini bildiğim için onlara
gösterdim. Nasrânîler yedi küp altını ve gümüşü çıkardılar ve “Bu, defne ve techîze lâyık bir kimse de-
ğildir dediler ve bir yere atıp üzerini taşla kapattılar. Sonra onun yerine başka bir âlim geçti. Çok âlim
zâhid bir kimse idi. Dünyaya hiç ehemmiyet vermezdi. Âhirete tâlib bir kimse olup, hep âhıret için çalışı-
yordu. Gece-gündüz hep ibâdet ederdi. Onu çok sevdim ve uzun zaman yanında kaldım. Onun ve kilisenin hizmetini yapar ve de onunla ibâdet ederdim. Vefât zamanı geldi ve ona “Ey benim efendim uzun
zamandan beri yanınızdayım ve sizi çok sevdim. Çünkü sen Allahü teâlânın emirlerine itâat ediyorsun
ve men ettiklerinden kaçıyorsun. Sen vefât ettiğin zaman ben ne yapayım. Bana ne tavsiye edersin”
diye sordum. Bana “Oğlum Şam’da insanları ıslâh edecek bir kimse yok. Kime gitsen seni ifsâd ederler.
Fakat Musul’da bir zât vardır. Ona gitmeni tavsiye ederim” dedi. “Ben de peki efendim” dedim. O zât
vefât edince Şam’dan Musul’a gittim. Onun tarif ettiği zâtı buldum. Başımdan geçenleri anlattım. Beni
hizmetine kabul etti. O da diğer zât gibi çok kıymetli zahid âbid bir kimse idi. Onun vefât zamanı aynı
soruları ona da sordum. O da bana Nusaybin’de bir zâtı tavsiye etti. O vefât ettikten sonra ben de derhal
Nusaybin’e gittim. Bahsedilen kimseyi bulup yanında kalmak istediğimi söyledim. İsteğimi kabul etti ve
bir müddet de O’nun hizmetinde kaldım. Bu zât da vefât etmek üzere iken, beni başka birine göndermesini söyledim. Bu sefer bana Amuriye’deki bir Rum şehrinde bulunan başka bir kimseyi tarif etti. Vefâtından sonra da oraya gittim. Tarif edilen bu son şahsı da bulup, hizmetine girdim. Uzun bir zaman da
O’nun yanında kaldım. Artık O’nun da vefâtı yaklaşmıştı. O’na da beni birine havale etmesini rica edince, vallahi şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhir zaman Peygamberinin gelmesi yaklaştı. O
Arablar arasından çıkacak, vatanından hicret edip, taşlık içinde hurması çok bir şehre yerleşecek. Alâ-
metleri şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, diyerek alâmetlerini saydı. Yanında bulunduğum son zât da vefât edince, O’nun tavsiyesi üzerine,
Arab diyarına gitmeye hazırlandım.
Ben Amuriye’de çalışıp, bir kaç öküz ile bir miktar koyun sahibi olmuştum. Benî Kelb kabilesinden
bir kafile Arap beldesine gitmek üzere idi. Onlara dedim ki, bu sığırlar ve koyunlar sizin olsun, beni Arap
vilâyetine götürün. Kabul edip beni kafilelerine aldılar. Vâdiy-ül-Kura denilen yere gelince bana ihânet
edip, köledir diyerek beni bir yahûdiye sattılar. Yahûdinin bulunduğu yerde hurma bahçeleri gördüm.
Âhir zaman Peygamberinin hicret edeceği yer herhalde burasıdır diye düşündüm. Fakat kalbim oraya
ısınmadı. Bir müddet yahudinin hizmetinde kaldım. Sonra beni köle olarak amcasının oğluna sattı. O da
alıp Medine’ye getirdi. Medine’ye varınca, sanki bu beldeyi önceden görmüş gibiydim, öylesine ısındım.
Artık günlerim Medine’de geçiyor, beni satın alan yahûdinin bağında bahçesinde çalışıp, ona hizmetçilik
yapıyordum. Bir taraftan da asıl maksadıma kavuşma arzusuyla bekliyordum.
Bir gün beni satın alan yahûdinin bahçesinde bir hurma ağacı üzerinde çalışıyordum. Sahibim, yanında biri ile bir ağaç altında oturup konuşmakta idi. Bir ara dediler ki, Evs ve Hazrec kabileleri helâk
olsunlar. Mekke’den bir kimse geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Ben bu sözleri işitince kendimden
geçip az kalsın ağaçtan yere düşüyordum. Hemen aşağı inip, O şahsa ne diyorsun? dedim. Sahibim
bana bir tokat vurdu ve “Senin nene lâzım ki soruyorsun sen işine bak” dedi. O gün akşam olunca bir
miktar hurma alıp, hemen Kuba’ya vardım. Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına girip “Sen sâlih bir kimsesin yanında fakîrler vardır. Bu hurmaları sadaka getirdim” dedim. Resûlullah (s.a.v.) yanında bulunan Eshâba
“Geliniz hurma yiyiniz” buyurdu. Onlar da yediler. Kendisi asla yemedi. Kendi kendime işte bir alâmet - 369 -
budur. Sadaka kabul etmiyor dedim. Eve dönüp bir miktar hurma daha alıp, Resûlullaha (s.a.v.) getirdim. Bu hediyedir dedim. Bu defa yanındaki Eshâb ile birlikte yediler. İşte ikinci alamet budur dedim.
Götürdüğüm hurma yirmibeş tane kadar idi. Halbuki yenen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resûlullahın
(s.a.v.) mucizesiyle hurma artmıştı. Kendi kendime bir alameti daha gördüm dedim. Resûlullahın (s.a.v.)
yanına ikinci defa varışımda bir cenâze defn ediyorlardı. Nübüvvet mührünü görmeyi arzu ettiğim için
yanına yaklaştım. Benim muradımı anlayıp, gömleğini kaldırdı. Mübârek sırtı açılınca Nübüvvet mührü-
nü görür görmez varıp öptüm ve ağladım. O anda Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldum. Sonra
da Resûlullah’a (s.a.v.) uzun yıllardan beri başımdan geçen hâdiseleri bir bir anlattım. Halime teaccüb
edip, bunu Eshâb-ı kirâma da anlatmamı emir buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplandı, ben de başımdan ge-
çenleri bir bir anlattım..”
Selmân-ı Fârisî îmân ettiği zaman Arap lisanını bilmediği için tercüman istemişti. Gelen yahûdi tercüman, Selmân-ı Fârisî’nin Peygamberimizi (s.a.v.) meth etmesini aksi şekilde söylüyordu. O esnada
Cebrâil (a.s.) gelip Selmân’ın sözlerini doğru olarak Resûlullaha (s.a.v.) bildirdi. Durumu yahûdi anlayınca, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Selmân-ı Fârisî müslüman olduktan sonra, köleliği bir müddet daha devam etti. Peygamberimizin
(s.a.v.), “Kendini kölelikten kurtar yâ Selmân!” buyurması üzerine sahibine gidip, âzâd olmak istedi-
ğini söyledi. Buna zorla râzı olan yahûdi, üçyüz hurma fidanı dikerek yetiştirip ve hurma verir hâle getirmesi ve kırk rukye altın (o zamanki ölçüye göre bir miktar altın) vermesi şartıyla kabul etti.
Bunu Resûlullaha haber verdi. Resûlullah (s.a.v.) Eshâbına; “Kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Onun için üçyüz hurma fidanı topladılar. Resûlullah (s.a.v.) “Bunların çukurlarını hazır edip, tamam olunca bana haber ver” buyurdu. Çukurları hazırlayıp, haber verince Resûlullah (s.a.v.) teşrif
edip, kendi eliyle o fidanları dikti. Bir tanesini de Hz. Ömer dikmişti. Hz. Ömer’in diktiği hâriç, hepsi,
Allahü teâlânın izni ile, o sene hurma verdi. O bir taneyi de söküp, kendi mübârek eli ile yeniden dikti ve
diktiği anda hurma verdi. Bundan sonra Ehl-i suffâ arasına katıldı.
Buyurdular ki: Bir gün bir zât beni arıyor ve “Selmân-ı Fârisî’yi Mükâtib-i fakîr (Efendisi ile hürriyetine kavuşmak için belli miktarda anlaşan köle) nerededir” diye soruyordu. Beni buldu ve elindeki yumurta büyüklüğündeki altını verdi. Bunu alıp Peygamberimize (s.a.v.) gittim ve durumu arz ettim.
Resûlullah (s.a.v.) altını tekrar Selmân-ı Fârisî’ye verip, “Bu altını al borcunu öde” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî, “Yâ Resûlallah bu altın yahûdinin istediği ağırlıkta değil” deyince, Resûlullah (s.a.v.) o
altını alıp, mübârek dilinin üzerine sürdü. “Al bunu! Allahü teâlâ bununla senin borcunu eda eder.”
buyurdu. Selmân-ı Fârisî, “Allah hakkı için o altını tarttım, tam istenilen miktarda geldi. Götürüp onu da
sahibime verdim. Böylece kölelikten kurtuldum” dedi.
Uzak diyarlardan geldiği için Eshâb-ı kirâmdan biriyle kardeşlik kurması emir buyurulunca, Hz.
Ebû Derda ile kardeş oldu. Hendek savaşından itibaren bütün gazalara katıldı. Bedir ve Uhud savaşından sonra, Medine üzerine üçüncü defa yürüyen müşriklere karşı nasıl bir savunma yapılması gerektiği
istişare ediliyordu. Bütün müşriklerin birleşerek hücum ettiği bu savaşta Selmân-ı Fârisî, Resûlullaha
(s.a.v.) hendek kazmak suretiyle savunma yapmayı söyledi. O’nun bu teklifi kabul edilip, hendek kazıldı.
Bu sebeple bu savaşa, Hendek Savaşı denildi. Selmân-ı Fârisî, içlerinde Amr bin Avf, Huzeyfe bin
Yemân, Nu’man bin Mukarrin ile Ensâr’dan altı kişinin bulunduğu bir grubla beraber bulunuyordu. Kendisi güçlü ve kuvvetli bir zât idi. Hendek kazma işinde gayet mâhir ve becerikli idi. Yalnız başına on kişinin kazdığı yeri kazardı. Câbir bin Abdullah (r.a.): “Selmân’ın (r.a.) kendisine ayrılan beş arşın uzunlu-
ğunda, beş arşın derinliğinde yeri vaktinde kazıp bitirdiğini gördüm.” buyurmuştur. Selmân’ın (r.a.) çalışmasına Kays bin Sa’sâ’nın gözü değmiş ve Selmân (r.a.) birdenbire yere yıkılmıştı. Eshâb-ı kirâm
hemen Resûlullah’a (s.a.v.) koşmuş ve ne yapmaları lâzım geldiğini sormuşlardı. Peygamberimiz
(s.a.v.), “Kays bin Sa’sâ’ya gidin Selmân için bir kabta abdest alsın. Abdest suyu ile Selmân yı-
kansın. Su kabı Selmân’ın arkasından baş aşağı çevirilsin” buyurmuştur. Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin (s.a.v.) buyurduğu gibi yapınca Selmân-ı Fârisî (r.a.) bulunduğu halden kurtulmuş, kendine gelmiş ve açılmıştı. Hendek savaşındaki gayret ve hizmetinden dolayı Selmân-ı Fârisî’ye Peygamberimiz
(s.a.v.) “Selmân-ül-Hayr” (Hayırlı Selmân) buyurdu.
Selmân-ı Fârisî müslüman olup, kölelikten kurtulduktan sonra, geçimini sağlamak için ince hurma
dallarından sepet örüp satarak geçimini temin ederdi. Kazancının bir kısmını da fakîrlere sadaka olarak
dağıtırdı. Resûlullah’ın (s.a.v.) yakınlarından olup, bazı geceler huzurunda bulunarak başbaşa saatlerce
sohbetinde kalırdı, Eshâb-ı kirâm tarafından da çok sevilip hürmet görürdü. Selmân-ı Fârisî (r.a.) dünyâ-
ya hiç rağbet etmezdi. Ayakta duramayacak hale gelinceye kadar namaz kılar, sonra bedeni yorulunca
oturur dili ile zikr ederdi. Dili yorulduğu zaman da Allahü teâlânın yarattığı şeylerdeki hikmetleri düşü-
nürdü ki, bu tefekkürü Peygamberimizin (s.a.v.) “Bir saat tefekkür bin sene ibâdetten hayırlıdır” buyurdukları tefekkürdü. Birazcık dinlenince “Ey nefsim sen iyi dinlendin. Şimdi kalk Allahü teâlâya ibâdet
et.” Diline de “Ey lisânım, sende Allahü teâlânın zikrine başla” derdi. Müslüman olduktan sonra bütün - 370 -
ömrü boyunca akşamdan sabaha kadar böyle ibâdet etti. Hiç bir gece bu ibâdetleri kaçırmadı. Selmân-ı
Fârisî (r.a.) zaten Eshâb-ı Suffe denilen ve Peygamberimizin (s.a.v.) bizzatihi kendilerini ilim öğrenmekle
vazifeli kıldıkları ve Peygamberimizden (s.a.v.) hazarda ve seferde bir an ayrılmayan kimselerdendi.
Kalbinde zerre kadar Allah ve Resûlullah aşkından başka birşey bulunmayan Selmân-ı Fârisî
(r.a.), kendisine gelen bütün dünyâ malını Allah rızası için dağıtırdı. Elinde mal bulundurmazdı. Kınde
kabilesinden bir hanım ile evlenmişti. Evlendiği kadının evine girdiği zaman duvarlarına süs eşyalarının
asılmış olduğunu gördü. Zinetli, süs örtülerin Kâ’be-i Muazzamaya yakışacağını söyledi ve eve girmedi.
Kapının örtüsü hariç bütün örtüler kaldırıldı. Eve girdiği zaman bir hayli mal gördü. “Bunlar kimin içindir”
diye sordu. Dediler ki, “Senin ve hanımının malıdır. Buyurdu ki: “Resûlullah (s.a.v.) bana bunu tavsiye
etmedi. Fakat bana bir yolcunun malından ve ihtiyacından fazla bir şey bulundurmamamı tavsiye etti.”
Biraz sonra bir hizmetçi gördü. “Bu hizmetçi kimin” diye sordu. “Senin ve ehlinindir (hanımınındır)” dediler. Buyurdu ki: “Halîlim (s.a.v.) bana bunu tavsiye etmedi ve evinde nikâhlı zevcenden başka kimse
bulundurma, buyurdu, Eğer bulundurursam onlar kadınların yapması icabeden şeyleri (yalanı, geçimsizliği, dedikoduyu) yaparlar diye tavsiye etti.” Bunun üzerine hizmetçi kadını da gönderdi. Daha sonra hanımının yanına girdi ve ona “Sen bana emrettiğim şeylerde itâat edecek misin” diye sordu. Hanımı “Senin meclisine itâat etmek üzere oturdum.” Yani sana itâat etmek üzere geldim, evlendim dedi. Bunun
üzerine Halilim (s.a.v.) bana buyurdu ki, “Sen ehlinle Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek üzere bir araya gel” dedi. Bundan sonra namaz kılmaya kalktı ve ehline de namaz kılmasını emretti. Çok
ibâdet edip gözyaşı döktü ve bereketli kılması için Allahü teâlâ’ya duâ etti. Selmân-ı Fârisî (r.a.) hanımı
ile de gayet zâhidâne bir hayat sürdüler. Eshâb-ı Suffe içerisinde Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde, İslâm
ilimlerini öğreniyordu. Selmân (r.a.) senelerce fakîrlik ve kölelik içerisinde çektiği sıkıntıları, vahiy pınarı-
nın berrak sularından, kana kana içip gideriyordu. Ehl-i Suffe içerisinde Resûlullah’a (s.a.v.) en yakın
olan Selmân-ı Fârisî (r.a.) idi. Hz. Âişe buyuruyor ki: “Selmân-ı Fârisî geceleri uzun zaman Resûlullah
(s.a.v.) ile beraber kalırdı ve sohbetinde bulunurdu. Neredeyse Resûlullah’ın yanında bizden fazla kalırdı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Allahü teâlâ bana dört kişiyi sevdiğini bildirdi. Ve bu dört kişiyi sevmemi emretti. Bunlar: Hz. Ali, Ebû Zerr-i Gıfârî, Mikdâd ve Selmân-ı Fârisî” buyurdular.
Hz. Ebû Bekir devrinde Medine’den ve Hz. Ebû Bekir’in sohbetinden bir an ayrılmayan Hz.
Selmân, Hz. Ömer zamanında İran fethine katılmıştır. İslâm ordusunun büyük zaferlere kavuştuğu bu
seferlerde Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) çok büyük hizmetleri olmuştur. İranlılar hakkında büyük malûmat
sahibi idi. Çünkü kendisi İranlıydı. İranlıları kendi lisanlarıyla dine davet ediyor, onlara İslâmiyeti anlatı-
yordu. İranlılar savaşlarında fil kullanıyorlardı. Müslümanlar o zamana kadar fil görmedikleri için çok şa-
şırdılar. Hz. Selmân fillerle nasıl çarpışılacağını ve nasıl öldürüleceğini İslâm askerlerine gösterdi. İran’ın
Medayin şehri alınınca, Onu Hz. Ömer şehre vali tayin etti. İlmi, basîreti, vazifesindeki adaleti ve nezâ-
keti ile Medayin halkı tarafından çok sevilip sayıldı. Böylece İslâmiyet orada süratle yayıldı.
Selmân-ı Fârisî (r.a.) Hz. Ömer zamanında Medayin valisi iken otuzbin kişiye hutbe okuduğu zaman yanında da iki parçadan müteşekkil bir hırka vardı. Hırkasının bir parçasını namazlık olarak serer
namaz kılar, diğer parçasını da giyerdi. Ondan başka hiçbir elbisesi yoktu. Vali olduğu için kendisine
maaş verildi. Maaşını aldığı zaman ondan hiçbir şey harcamaz hepsini fakîrlere dağıtırdı. Kendi el eme-
ği ile geçinirdi. Topraktan tabak çanak yapar üç dirheme satardı. Onun bir dirhemi ile bir daha tabak
yapmak için malzeme alır, bir dirhemini sadaka verir bir dirhemiyle de evinin ihtiyacı olan şeyleri alırdı.
Üzerinde damı (tavanı) bulunmayan basit bir evde yaşardı. Bir taraftan güneş gelince, duvarlardan gü-
neş gelmeyen yere geçer, oraya güneş gelince güneş gelmeyen diğer tarafa geçerdi. Medayin’de vali
iken Şam’dan bir kimse geldi. Yanında bir çuval incir vardı. Selmân-ı Fârisî’yi (r.a.) tek bir hırka ile gö-
rünce işçi zannetti ve “Gel şunu taşı” dedi. Selmân (r.a.) çuvalı yüklendi ve yürümeye başladı. Selmân’ı
(r.a.) tanıyanlar adama “Sen ne yapıyorsun bu validir” dediler. Adam Selmân’a (r.a.) dönüp “Kusurumu
bağışlayınız, sizi tanıyamadım. Çuvalı indirin” dedi. Selmân (r.a.) “Hayır niyet ettim gideceğin yere kadar
götüreceğim” dedi ve adamın evine kadar götürdü. Selmân (r.a.) böylesine de tevazu sahibi idi.
Çok sade bir hayat yaşayan Selmân-ı Fârisî, Hz. Osman devrinde hastalandı. Bu sırada kendisini
ziyârete gelen Sa’d bin Ebî Vakkas’a artık dünyâdan ayrılacağını ve bütün servetinin bir kâse (tas), bir
leğen, bir kilim ve bir hasırdan ibaret olduğunu söyledi. Kendisini ziyârete gelen Eshâb-ı kirâm nasîhat
isteyince, onlara hasta olduğu halde devamlı nasîhatde bulunuyordu. Bu hastalığı neticesinde
Medayin’de vefât etti. Vefât ettiğinde ikiyüzelli yaşında bulunuyordu 35 (m. 655).
Selmân-ı Fârisî, Peygamberimizden (s.a.v.) altmış civarında hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan otuz kadarında Buhârî ve Müslim ittifak edip, kitaplarına almışlardır. İlim öğretmeyi çok severdi. Çok
âlim yetiştirmiştir. Ebû Sa’îd el-Hudrî, İbn-i Abbâs Evs bin Mâlik, Onun talebeleri arasında idi. Ebû
Hureyre ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Tâbiînin büyüklerinden ve o zaman Medine’de Fukaha-i
Seb’a denilen, yedi büyük âlimden biri olan, Kâsım bin Muhammed de Selmân-ı Fârisî’nin talebelerindendir. O’nun derslerinde ve sohbetlerinde kemâle gelmiştir. - 371 -
Selmân-ı Fârisî, Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda ve sohbetlerinde kemâle geldi. Zahir ve batın ilimlerinde çok yüksek derecelere kavuştu. Eshâb-ı kirâmın hepsi de böyle olmuştu. Fakat Resûlullahdan
herkes, kendi kabiliyyeti ve kapasitesi kadar feyz alırdı. Hz. Ebû Bekir’in kavuştuğu derecelere hiçbir
Sahâbî kavuşamadı. Selmân-ı Fârisî (r.a.), Resûlullahdan (s.a.v.) sonra Hz. Ebû Bekir’in sohbetinde ve
hizmetinde de çok bulunarak, O’ndan da feyz aldı.
Hanımı anlatır: Vefâtına yakın bana: “Evde biraz misk olacak, onu suya koy ve başımın etrafına
saç, insan ve cin olmayan kimseler (melekler) yanıma geleceklerdir” dedi. Söylediği gibi yaptım. Dışarı
çıktım. Odadan, “Esselâmü aleyke, ey Allah’ın velisi ve Resûlullahın arkadaşı” diyen bir ses duydum.
İçeri girdiğimde ruhunu teslim etmişti. Yatağında uyuyor gibiydi.
Sa’îd bin Müsseyyeb, Abdullah bin Selâm’dan naklen anlatır: “Selmân-ı Fârisî bana: “Ey kardeşim
hangimiz evvel vefât edersek, vefât eden kendini, hayatta olana göstersin” dedi, ben de bu mümkün
müdür? dedim. “Evet, mümkündür. Çünkü mü’minin ruhu bedeninden ayrılınca, istediği yere gidebilir,
kâfirin ruhu Siccinde habsedilmiştir” dedi. Selmân (r.a.) vefât etti. Birgün kaylûle yaparken (gün ortasında uyurken) Selmân’ın geldiğini gördüm. Selâm verdi. Selâmına cevap verdim. Yerini nasıl buldun diye
sordum, “İyidir. Tevekkül et. Tevekkül ne iyi şeydir” dedi ve üç kere tekrarladı.”
Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.) ilmi ile fazîleti pek çoktu. Her ilimde âlim idi. Hz. Ali “Selmân-ı Fârisî evvelkilerin ve sonrakilerin ilmini öğrenmiş bitmez tükenmez bir denizdir” buyurmuşlardır. Resûlullaha
(s.a.v.) sıdk ve muhabbeti sebebiyle Eshâb-ı kirâmın seçkinleri arasına Resûlullah (s.a.v.) tarafından
dahil edildi. Muhacirlerle Ensâr arasında, Muhacirlerden mi yoksa Ensârdan mı meselesinde ihtilaf çı-
kınca Peygamberimiz (s.a.v.), “Selmân bizdendir, ehl-i beyttendir” buyurdu. Hadîs-i şerîflerde
buyuruldu ki: “Cennet üç kişiye müştaktır (Ya’ni şevkle onları beklemektedir) Aliyyül-Murtâza,
Ammâr bin Yâser ve Selmân-ı Fârisî.”
“Dört kişi fazîlette öne geçmiştir. Ben Arabları, Süheyl Rumları, Selmân Farsları, Bilâl Habeşîleri geçmişiz.”
“Ey Selmân, hastanın duâsı kabul olunur. Duâ et ve anlıyarak duâ yap! Sen duâ et, ben de
âmin diyeyim!”
“Ey Selmân Kur’ân-ı kerîmi çok oku!”
Ebû Hureyre (r.a.) Onun iki kitabı da bildiğini söylemiştir. Bunlardan birisi İncil, diğeri de Kur’ân-ı
kerîmdir. Buyurdu ki:
“Mü’min, doktoru yanında olan hastaya benzer. Doktoru, ona yarayan ve yaramıyanı bilir. Hasta,
kendine zararlı bir şeyi isterse, mâni’ olur ve yersen ölürsün der. Mü’minin hâli budur. O birçok şeyleri
arzular, ama Allahü teâlâ mâni’ olur, tâ ölünceye kadar. Sonra Cennete gider.”
“Şaşılır şu kimseye ki, dünyâya hırsla sarılır, ama ölüm onu aramaktadır. Unutmuş ama unutulmuş
değildir. Güler, ama bilmez ki, Rabbi ondan râzı mıdır, yoksa değil midir?”
“Üç şey beni hayrete düşürdü. Bunlar; ölüm kendisini yakalamak üzere olduğu halde, dünyâlık pe-
şinde olan kimselerin hâli, kendisi gaflete dalıp, kendini unuttuğu halde unutulmamış olup, hesaba çekilecek olan kimseler ve Rabbinin kendinden râzı olup, olmadığını bilmediği halde, ağız dolusu gülen kimselerin hâli.”
Gayet az yerdi. Bir sofrada kendisine daha ziyade yemesi için ısrar edilince Peygamberimizin
(s.a.v.) kendisine; “İnsanların ahirette çok açlık çekecek olanları, dünyâda doyuncaya kadar yemek yiyenlerdir.” buyurduğunu haber verdi. Çok cömert olan Selmân (r.a.) günlük gelirinin çoğunu da-
ğıtırdı ve el emeği ile geçinirdi. Fakîrleri daima doyurur, onlarla beraber yerdi. Kendisi çok ihtiyar olduğu
hâlde kendi işini kendi görürdü. Bir şey taşırken elleri titrerdi. Halk etrafına toplanır, eşyalarını biz taşıyalım derler, onlara; “Hayır yerine kadar kendim götüreceğim” derdi. Halbuki emrinde binlerce kişi vardı.
Buyurdular ki; “İlim çoktur fakat ömür kısadır. O hâlde önce dinde zaruri lâzım olan ilimleri öğren!”
“Kalb ile bedenin hâli kör ve topal bir kimsenin hâli gibidir. Kör bir ağacın altına gider, fakat onda meyve
olduğunu göremez. Topal, ağaçtaki meyveyi görür fakat alamaz. İlâhi nimetleri kalb bilmeli, inanmalı,
beden de onunla âmil olmalı ki âhıretteki sonsuz ni’metlere kavuşmak nasîb olsun.”
“Sizler mümkün olduğu kadar sabah çarşıya ilk çıkan ve akşam en son dönen olmayınız. Çünkü
bu iki vakit şeytanların harp ettikleri zamanlardır.”
“Mü’minler de çok şeyler arzu ederler. Fakat Allahü teâlâ onlara faydalı olanları yaratır, zararlı olanları yaratmaz. Mü’minler bu şekilde vefât ederler. Ve Allahü teâlânın Cennetine girerler.”
“Bir kimse Allahü teâlâya açık günah işlerse; tevbesi açık, gizli olarak günah işlerse tevbesi gizli
olur. Tevbe ettikten sonra: “Yâ Rabbi bu tevbe ile günahımı affet” diye duâ etsin.” - 372 -
“Üç şey beni devamlı ağlatır: Birincisi, Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtı. Bu ayrılığa dayanamadım ve
durmadan ağlıyorum. İkincisi, kabirden kalktığım zaman halim ne olur, onu bilmediğim için ağlıyorum.
Üçüncüsü, Allahü teâlâ beni hesaba çektiği zaman Cennetlik miyim Cehennemlik miyim bilemiyorum. O
zaman halim ne olur, bilemiyorum, onun için ağlıyorum.”
Selmân-ı Fârisî (r.a.) bir gün bir vesk (bir deve yükü=250 litre) nafaka satın aldı. Bir kimse onu
gördü ve “Yâ Selmân bu kadar nafakayı ne yapacaksın. Bunu bitirecek kadar ömrün olduğunu biliyor
musun?” diye sordu. Selmân (r.a.); “Nefis nafakasını aldığı zaman insan mutmain (rahat) olur. Ondan
sonra nafaka ve başka bir şey düşünmeden Allahü teâlânın zikri ile meşgul olabilir. İnsan nafakası tamam olunca, ibadetler de vesveselerden emin olur.”
Selmân-ı Fârisî (r.a.) arkasından bir kimsenin yürüdüğünü gördüğü zaman, “Bu hâl, sizin için hayırlı, fakat benim için fenadır” buyurur, hiç kimsenin arkasından yürümesini istemezdi.
“Bir zenginle arkadaş olduğun zaman, onun yanında dereceni düşürmek istemiyorsan kendisinden
bir şey isteme. Çünkü istemek insanoğlunun yüzünde siyah bir lekedir. Verileni red eden kimse ise, verenin gözünde büyük ve ona karşı makamını korumuş olur.”
“Farzları tam yapmadığı halde, nafilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hâli, sermayesi
elinden çıktığı (iflas ettiği) hâlde kâr peşinde koşan bir tüccarın hâline benzer.”
“Mü’minin ölüm zamanında alnının terlemesi, gözleri yaşarıp, burun deliklerinin kabarması, Allahü
teâlânın rahmetine nâil olduğunun alâmetidir.”
Kur’ân-ı kerîmi tilâvet eden bir kimseden Hicr süresindeki, “Şüphesiz ki o azgınların hepsine
vadolunan yer; Cehennemdir.” âyetini işitince, feryâd etti ve başını iki eli arasına alıp, çıkıp gitti. Üç
gün kendine gelemedi. Ne yaptığını dahi fark edemiyordu.
Medâyin’de iken Ebû’d-Derdâ’ya (r.a.) yazdığı mektubta, “Hastaları tedavi etmek için tebâbete
başladığını öğrendim. Gerçek tabib isen nasîhata devam et. Çünkü sözün şifâdır. Yok eğer hakiki tabib
değil isen Allah’dan kork, müslümanların kanına girme” buyurdu.
“Namaz bir ölçekdir. Kim dolu dolu ölçer, onu hakkıyla kılarsa, büyük ecir ve mükâfata kavuşur.
Kim ki, eksik ölçerse (adabına uygun kılmazsa) Allahü teâlâ’nın buyurduğu Veyl’i (Cehennemi) hatırlasın”
Ebû Vail diyor ki: Bir arkadaşımla Selmân’ın (r.a.) ziyâretine gittim. Bize bir miktar arpa ekmeği ile
biraz da tuz getirdi. Arkadaşım “Şu tuzun yanında biraz da sağter (kekik gibi bir ot) olsaydı” dedi. Bunun
üzerine Selmân (r.a.) matarasını rehin vererek o otu aldı geldi. Yemeği bitirince arkadaşım, “Bize verdiği
ni’mete kanâat ettiğimiz, Allahü teâlâ’ya hamd ederiz” dedi. Selmân (r.a.): “Eğer kanâat etseydin, benim
matara rehin olmazdı” buyurdu.
“Eline geçmediği halde geçmiş gibi nimetlere şükr edip râzı olan, eline geçmiş hükmündedir” buyurdu.
Kendisine hakaret edip, kötü sözler söyleyen birisine “Eğer ahirette günahlarım ağır, sevablarım
hafif gelirse; senin söylediğinden çok daha kötüyüm. Yok günahlarım hafif, sevablarım ağır gelirse; senin sözlerinin bana bir zararı olmaz” diye cevap verdi.
“Dünyada Allah için tevazu’ ediniz. Dünyada tevazu’ sahibi olanları Allahü teâlâ kıyâmet günü yü-
celtir.”
“Cehennemin zulmeti ve azabı, dünyâda iken insanların kendilerine ve başkalarına yaptıkları zulümdür.”
Kendisine niçin yeni güzel elbise giymiyorsun diyenlere buyurdu ki: “Kölenin güzel ve iyi elbise ile
ne münâsebeti olabilir. âzâd olduğu (Cehennemden kurtulduğu) zaman hiç eskimeyecek ve çok güzel
elbiseler kendisine giydirilecektir.”
Sa’d’a (r.a.), nasîhatında “Bir şeyi yapmaya niyet ettiğin zaman niyetinin, azminin üzerinde Allahü
teâlâ’dan kork (haram ve günah olan bir şeye azmetme)” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî (r.a.) ölüm döşeğine yattığı vakit ağladı. Sebebini soranlara “Dünyadan ayrıldığım
için ağlamıyorum. Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.) “Dünyadan ayrılırken sermayeniz bir yolcunun yol
azığından fazla olmasın” buyurmuştu, işte buna ağlıyorum” dedi. Halbuki öldüğü vakit bıraktığı malın
kıymeti on dirhem civarında idi.
Bir gün yanında misafiri olduğu halde Medayinden çıkıp bir yere gidiyorlardı. Yolda karınları açıktı.
Yiyecek bir şeyleri de yoktu. Orada geyikler vardı ve süvari atıyle dahi onlara yetişemezdi. Kuşlar vardı.
Fakat avcılar onları vuramazlardı. Zira uzaktan hemen kaçarlardı. Selmân-ı Fârisî (r.a.) bir geyik ile bir
kuşu yanına çağırdı. İkisi de yanlarına geldi. Onlara “Bu kimse benim misafirimdir. Sizi ona ikrâm etmek - 373 -
istiyorum” buyurdu. Geyik ve kuş hiç itiraz etmediler. Onları kesip yediler. O zât bu işe çok hayret etti ve
“Ey efendim geyik ve kuşu çağırdınız hiç kaçmadan yanınıza geldiler, ben buna hayret ettim” dedi.
Selmân (r.a.) buyurdu ki: “Bunda hayret edilecek bir şey yok. Bir kimse Allahü teâlâ’ya itâat eder ve
O’na hiç günah işlemezse, her şey ona itâat eder.”
“Allahü teâlâ mü’minin hastalığını ona keffâret yapar ve günahlarının affına sebeb olur. Fâsıkın
hastalığı ise, sahibi tarafından bağlanan devenin hâli gibidir. Daha sonra salındığında niçin bağlandığını
ve neden salındığını bilmez.”
Selmân-ı Fârisî’nin (r.a.), Peygamberimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ba’zıları şunlardır:
“İnsanlar ilim öğrenip ameli terk ettikleri, dil ile sevişip kalbten düşmanlık besledikleri ve sı-
la-i rahmi (akraba ziyâretini) terk ettikleri zaman, Allah onlara lanet eder, kulaklarını sağır (hakikati
dinlemez), gözlerini kör (doğruyu göremez) eder.”
“Allahü teâlâ’nın yüz rahmeti vardır. Bunlardan yalnız birini dünyâya indirdi. İnsan ve cin,
kuş ve bütün hayvanlar, bu bir rahmetin tesiriyle birbirine acır ve birbirlerine merhamet ederler.
Diğer doksandokuz rahmeti âhirete bıraktı. Onlar ile de kullarına merhamet edecektir.”
“Muhakkak ki sizin Rabbiniz hayâ ve kerem sahibidir. Kulları, ellerini kaldırıp kendisinden
birşey istedikleri zaman, onları boş çevirmekten hayâ eder.”
Selmân (r.a.) “Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bizde olmayan şeyi misâfir için almak suretiyle külfete girmememizi ve mevcûd ile yetinmemizi bizlere emretmiştir” demiştir.
“Dünya malından nasîbiniz, yolcunun azığı gibi olsun”
“Malıyla. Allahü teâlâ’ya itâat eden ve malının zekâtını veren mal sahibi, kıyâmet günü serveti ile beraber gelir. (Sırat köprüsünden geçerken) her ne zaman Sırat önüne dikilirse, malı, “geç
geç, zira sen Allahü teâlâ’nın bende olan hakkını ödedin” der. Sonra da malındaki Allahü
teâlâ’nın hakkını ödemeyen gelir. Malı yanında Sırat köprüsü önüne çıkınca, mal, “Yazık sana,
neden Allahü teâlâ’nın bende olan hakkını ödemedin?” diye onunla alay eder durur. Tâki adam
“Vay bana, ben ne yaptım” deyinceye kadar. Sırata geçip Cennete kavuşamaz”
“Misafir için külfete girmeyin; misafir buna üzülür. Kim ki misafiri küstürürse, Allahü
teâlâ’yı küstürmüş olur. Allahü teâlâ’yı küstürene de Allahü teâlâ buğz eder.”
“Dünyada iyilik işleyenler, ahirette yaptıkları iyiliklere kavuşurlar. “
 1) Sahih-i Buhârî cild-6, sh-63
 2) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-351
 3) El-Îsâbe cild-2, sh-62
 4) El-İstiâb cild-2, sh-56
 5) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-185
 6) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-1, sh-185, cild-4, sh-75
 7) İbn-i Hişâm cild-1, sh-232
 8) Şifâ-i şerîf cild-1, sh-278
 9) El-Kâmil fit-târîh cild-2, sh-178
10) Câmi-ul-Kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh-84
11) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh-2606
12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1063
13) Eshâb-ı Kirâm sh-391
14) Herkese Lâzım Olan İmân sh-315
15) Hadâik-ul-verdiyye sh-15
SEVBAN (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan, ismi Sevban, künyesi Ebû Abdullah idi. Yemenli Hakemi bin Sa’d bin Himyer’in
kölesiydi. Peygamber efendimiz satın alıp, âzad etmiştir. Doğum yeri Yemen olarak bilinmekte ise de,
doğum târihi ve vefâtında kaç yaşında olduğu bilinmemektedir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) kendisini âzad ettiği vakit, “Seni âzad ettim, amma yine gönlümüz beraberdir. Sen bizim ehli beytimizden sayılıyorsun.” buyurmuştu. O da Peygamber efendimizin hizmetinden hiç ayrılmamış, hazarda-seferde beraber olmuştu. Peygamberimize ve ailesine hizmet etmeyi her
şeye tercih etmişti. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) vefâtından sonra, Medine’de duramadı. Bir kaç gün sonra
Medine’den ayrılarak Remle’ye gitti. Orada yerleşti Hz. Ömer’in hilafeti zamanında, Mısır’ın fethine katıldı. Mısır’ın fethinden sonra tekrar Remle’ye döndü. Daha sonra Humus’a gitti ve orada ev yaptırıp yerleşti ve hicretin 54 (m. 675) senesinde Humus’ta vefât etti. - 374 -
Hz. Sevban, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu
bakımdan, Peygamber efendimizden (s.a.v.) pek çok istifade etmiş ve ilim bakımından pek yüksek bir
dereceye kavuşmuştur. Nitekim 124 veya 127 hadîs rivâyet etmişti. En çok hadîs-i şerîf ezberleyip neş-
redenler arasına girmişti. Hadîsleri iyi ezberlerdi. Ezberlediği hadîsleri yaymayı farz bilirdi. Halk, hadîs
ilmindeki derecesini bildiklerinden, daima ondan hadîs-i şerîf sorar öğrenirlerdi. Bir gün müslümanlar
kendisinden bir hadîs-i şerîf nakletmesini rica edince, dedi ki: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdular ki: “Bir
müslüman Cenabı Hak’ka bir secde ederse, Cenabı Hak onun makamını bir derece yükseltir ve
günahlarını affeder.”
Eshâb-ı Suffa’dan olan Sevban (r.a.), Resûl-i ekremden sonraki, ilim fazîlet ve fetva sahibi kimseler arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Ma’dan bin Talha, Raşid bin Saad,
Cüheyz bin Nadir, Abdurrahman bin Ganem, Ebû İdris Havlânî onun derslerinden istifade edenlerin
başlıcalarındandır. Hz. Sevban, Resûl-i ekreme, hizmet ve ta’zîmde öyle bir derecede idi ki,
müslümanlar bunu kelimelerle izah etmekte aciz kalırlardı. Resûl-i ekreme (s.a.v.) olan bu sevgi ve bağ-
lılığından dolayı defalarca zarar görmüş hatta yaralanmıştı. Bir gün bir yahudi gelerek, Resûl-i ekreme
“Esselâmü Aleyke Yâ Muhammed!” demişti. Orada bulunan Hz. Sevban, Niçin “Yâ Resûlallah!” demedi
diye Yahudiyle döğüşmüş ve yaralanmıştı. Hz. Sevban, “Peygamberimizin, kuru kuru ismini söylemeyi
günâh kabul ederim.” derdi.
Peygambere hürmet ve ta’zîm, müslümanlar üzerine çok dikkat etmeleri gereken bir vazifedir. Hz.
Sevban, Resûl-i ekremin (s.a.v.) daha önceleri satın alınan kölesi olduğu için değil, Resûlullah olduğu
için O’na hürmet ederdi. Nitekim bir gün Hz. Sevban, Resûl-i ekremin yüzüne öyle bir baktı ki, onun bu
bakışını gören Hz. Peygamber, hemen Hz. Sevban’a hitaben: “Yâ Sevban, nedir bu hâlin? Bir yerin
mi ağrıyor, yoksa sana bir hastalık mı ârız oldu?” buyurarak durumunu sordu. Hz. Sevban da: “Anam babam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah! Hiç bir yerim ağrımıyor, hiç hastalığım yoktur. Siz, Makâm-ı
mahmûd sahibisiniz. Mertebe-i nübüvvetiniz pek âlîdir. Ben Cennete girsem, kullar arasında olacağım
için sizin sohbetinizde bulunamayacağım. Eğer giremezsem, sizi ebediyyen görmekten mahrum olaca-
ğım. İşte bu korku beni perişan etti.” meâlinde cevap verdi. Bunun üzerine Nisâ sûresinin 69-70. âyet-i
kerîmeleri nâzil oldu. “Allahü teâlâ ve Peygamberlere itâat edenler, işte bunlar, Allahü teâlâ’nın
kendilerine nimet verdiği Peygamberlerle, sıddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir.
Bunlarsa ne güzel birer arkadaş!”
“İşte itâatkârlara yapılan bu ihsan Allahü teâlâ’dandır. Her şeyi bilici olarak Allahü teâlâ kâ-
fidir.” Bu âyetleri duyan Hz. Sevban sevincinden uçacak gibi oldu.
Hz. Sevban, Peygamber efendimizin (s.a.v.) söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve
bunlara titizlikle uyardı. Bir defa Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Sevban’a (r.a.): “Kimseden bir şey isteme ve sual
sorma!” diye buyurmuşlardır. Bundan sonra, Hz. Sevban ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir şey sormamıştı. Hatta son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek hususunda kendisine yardım etmek isterler, o reddederdi.
Humus’ta ikamet ettiği sıralarda bir gün hastalanmıştı. Halk akın akın ziyâretine gelip, elini öpü-
yordu. Bu sırada Vali Abdullah bin Kanat’ta ziyâretine gelerek şaka yolla Hz. Sevban’a sordu: “Sen Hz.
Mûsâ yahut Hz. Îsâ’nın kölesi olsaydın ne olurdu?” Bu sualden canı sıkılan Hz. Sevban, sıkıldığını belli
etmeden kendisi de şaka yollu “Senin gibi bir vali, benim gibi bir kölenin ziyâretine gelmezdi.” demişti.
Hz. Sevban, çok sâdık, Peygamberimize candan bağlı, fazîlet yönünden örnek bir Sahâbî idi.
 1) Üsüd-ül-gâbe cild-1, sh-249
 2) El-İstiâb cild-1, sh-81
 3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-276
 4) Ebû Dâvûd cild-1, sh-237
 5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh-31




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...