KATÂDE BİN NU’MAN (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan. Evs kabilesinden ve Ensârın ileri gelenlerindendir. Ebû Ömer, Ebû Abdullah künyeleri vardır. Hz. Katâde 24 (m. 644) târihinde 65 yaşında vefât etti. Namazını Hz. Ömer kıldırdı. Evs kabilesinin Zafer kolundandır. Ebû Saîd el-Hudrî’nin kardeşidir. Anneleri, Enîse binti Kays enNeccârî’dir. Nesli, torunları olan Âsım bin Ömer bin Katâde ve Ya’kub Ömer ile sona erdi. Âsım bin Ö- mer siyer ve başka ilimlerde âlim idi. Hz. Katâde meşhûr hadîs âlimlerinden Âsım bin Amr bin Katâde’nin dedesidir. Dedesi, Resûlullah (s.a.v.) efendimizle tanışmış ve müslüman olmuştur. Akabe, Bedir, Uhud ve diğer savaşlarda bulundu. Eshâb-ı kirâmdan Câbir bin Abdullah şöyle bildiriyor: “Uhud harbi sırasında Muhammed aleyhisselâma hücum eden müşriklere karşı vücudunu siper eden Katâde’nin gözüne bir ok isabet ederek gözü çıkmıştı. Gözünü eline alarak Peygamberimizin (s.a.v.) huzuruna gelip: “Yâ Resûlallah! Benim çok sevdiğim bir hanımım var. Beni bu halde görürse hoş karşılamayabilir.” deyince, Peygamberimiz (s.a.v.) Katâde hazretlerinin elinden gözü alıp çıktığı yere koydu, eskisi gibi sağlam oldu. Peygamberimizin mû’cizesiyle görmeye başladı. Hatta bu gözü diğer gözünden daha iyi görürdü. İmâm-ı Âzam hazretleri, Peygamberimizi medhetmek için yazdığı bir şiirinde bu hâdiseyi şöyle yazmıştır: “Mû’cizenle geri getirdin. Katâde’nin gözünü” Mekke’nin feth edildiği gün, kabilesinin Benî Zafer kolunun bayrağı Hz. Katâde’nin elinde idi. Katâde hazretleri bir gece karanlıkta yatsı namazına giderken yolda Peygamberimize rastladı. Peygamberimiz, O’na, “Katâde, sen misin?” diye sordu. Katâde de, (Evet, Yâ Resûlallah, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Dönüşte bana uğra!” buyurdu. Namazdan sonra uğradığında Peygamberimiz (s.a.v.) O’na bir hurma dalı verdi. O günden sonra Katâde hazretleri gece bir yere giderken yanında o hurma dalını taşıyınca ondan etrafa ışık yayılır, çevresini aydınlatırdı. Buyurdular ki; “Size, hastalığınızı teşhis ettirip, tedavi çarelerini bulduran Kur’ân-ı kerîmdir. Hastalığınızın sebebi günah işlemeniz, tedavisi ise, tevbe ve istiğfârdır.” “Kabir azâbı üç şeyden meydana gelir. Bunun üçte biri gıybet, diğer üçte biri nemime (söz taşıma), diğer üçte biri de idrardan sakınmamaktır.” “Elbise, servet, güzellik ve ilim gibi nimetler kendisine verilip de tevazu etmesini bilmeyenlerin bu varlıkları kıyâmet günü kendilerine vebaldir.” Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler. “Kurban etini yiyiniz veya bekletiniz. Onu satmayınız.” - 317 - “Allahım! Mukadderatımın hayırlısını ve bu ayın hakkımızda hayırlı olmasını senden diler ve mahşer gününün dehşetinden sana sığınırım.” “Allahü teâlâ gönderdiği her Peygamberi güzel sesli göndermiştir.” “Kıyâmet günü insanların en büyük hatada olanları, dünyâda en çok bâtıla dalanlardır.” 1) El-A’lâm, cild-5, sh-189 2) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga, cild-2, sh-58 3) Sıfat-üs-safve, cild-1, sh-183 4) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-8, sh-357 5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, sh-15, cild-6, sh-384 MESRÛK BİN EL-ECDÂ (r.a.): Tâbiînden meşhûr fıkıh ve hadîs âlimi. İsmi Mesrûk bin El-Ecdâ bin Mâlik bin Umeyy bin Abdullah bin Mûrr El-Hemedânî El-Vedâî’ El-Kûfî olup, künyesi Ebû Âişe’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. Hz. Ali zamanında 63 (m. 683)’de şehîd oldu. Çok âbid (ibadet eden) bir zât olup sika (güvenilir, sağlam) âlimlerdendir. Aslen Yemenli’dir. Hz. Ebû Bekir zamanında Medine-i Münevvere’ye geldi. Daha sonra Kûfe’ye yerleşti. Kadisiye savaşına katıldı ve bu savaşta yaralandı. Hissesine de bir câriye düştü. Geçimini Fırat nehrinden su getirip satmakla temin ederdi. Hz. Ömer ile karşılaştığı zaman Hz. Ömer “İsmin nedir?” diye sordu, “Mesrûk bin El-Ecdâ” diye cevap verdi. Hz. Ömer “Ecdâ” şeytandır. Sen Mesrûk bin Abdurrahmân’sın buyurdu. Bundan sonra bu isimle tanındı. Ecdâ’ lügatta, çekişip, kötü söz söyliyen mânâsına gelmektedir. Hz. Mesrûk; Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Muâz İbni Cebel, Habbâb bin Eret, İbni Mes’ûd, Ubeyy bin Ka’b, Mugîre bin Şu’be, Zeyd bin Sâbit, İbni Ömer, İbni Amr, Ma’kil bin Sinan ve Hz. Âişe, Ümmü Seleme, Ubeyd bin Umeyr (r.anhüm) ve birçok Eshâbdan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Muhammed bin Münteşir, Ebû Vâil, Şa’bî, İbrâhîm Nehaî, Ebû İshâk Es-Sebîî’, Yahyâ bin Sâbit, Abdurrahman bin Mes’ûd, Eb-üş Şa’sa Abdullah bin Mürre, Mekhül Eş-Şamî’ ve birçok âlim Hz. Mesrûk’dan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İlim öğrenmek için çok çalışırdı. Şa’bî: “Ondan daha çok ilim öğrenmek isteyen bir kimse görmedim” sözleriyle bunu anlatmak istemiştir, İbrâhîm Nehaî, “Mesrûk, İbni Mes’ûd’un (r.a.) talebesi idi ve müslümanlara sünnet-i Resûlullah’ı öğretirdi.” buyurmuştur. Tâbiînin bü- yüklerinden Şa’bî; Mesrûk, fetvayı Kâdi Şüreyh’ten, Şüreyh de kadılığı (hakimliği) ondan daha iyi bilirdi, buyurmuştur. Abdullah İbni Mes’ûd’un (r.a.) talebeleri içerisinde en eski olanı ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ö- mer ve Hz. Ali arkasında namaz kılanı Mesrûk’tur. Iclî ise, “O Tâbiînden Kûfeli sika bir râvidir. Abdullah bin Mes’ûd’dan Kur’ân-ı kerîm tilâveti ve fıkıh Öğrenirdi.” buyurmuştu. Rivâyet etmiş olduğu hadîs-i şerîfler sahih olup, Kütüb-i Sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır. İbni Hibbarî: Onun sika (gü- venilir, sağlam) râvilerden olduğunu zikredip: “Mesrûk, Kûfe ehlinin en çok ibâdet edenlerinden idi” demiştir. Hanımı diyor ki: “Mesrûk, o kadar uzun namaz kılardı ki, namazdan ayakları şişerdi. Allahü teâlâya yemin ederim ki fırsat bulup O’nun arkasına oturduğum zaman haline acır ve ağlardım” diyerek onun halini anlatmaktadır. Ramazanda imam olduğunda bir rekâtta Ankebût sûresini baştan sona okurdu. Hacca gittiği zaman secdeden başka bir şey için başını yere koymamış, hiç uyumamış hep ibadetle meşgul olmuştur: Mesrûk (r.a.) son derece tevekkül sahibiydi. Tevekkül sahibi olanları da severdi. İmâm-ı Gazalî (r.a.) İhyâu-ulûmiddin kitabında şöyle yazmaktadır. Mesrûk buyuruyor ki: Çölde yasayan bir bedevînin bir merkebi, bir köpeği, bir de horozu vardı. Horoz kendilerini sabah namazı için uyandırır, köpek bekçilik yapar, merkeb de su ve çadırlarını taşırdı. Fakat bu bedevî son derece tevekkül eden ve herşeyi hayra yoran bir kimse idi. Birgün tilki horozunu çaldı. Aile fertleri buna üzüldü. Fakat bu zat, “Belki hakkımızda hayırlısı budur” dedi. Bir müddet sonra kurt merkebini parçaladı. Yine çoluk çocuğu üzüldü. Adam “Belki hayırlısı budur” dedi. Bir müddet sonra köpek de öldü. Adam yine “Belki hakkımızda hayırlısı budur” dedi. Birgün sabahleyin baktılar ki, etraflarındaki komşular eşkıyalar tarafından esir alınıp götürülmüşler. Çünkü gece onların hayvanları gürültü yaparak yerlerini belli edince, eşkıyalar bunların yerlerini kolayca tesbit etmişler. Fakat bunların hayvanı olmadığı için, eşkiyalar karanlıkta bunları fark edemeyince bunlar kaldılar. Demek ki bunların hakkında hayırlısı adamın dediği gibi bunların alınması, ölmesi imiş. Allahü teâlânın gizli lütuflarını ve ihsanlarını bilen ve O’na tevekkül eden; O’nun işinden râzı olur.” buyurarak O’nun tevekkül ve rızâsından haber veriyor, delil gösteriyor. Buyurdu ki: “Mezarında; Allahü teâlânın azabından emin, dünyâ sıkıntısından uzak ve rahat olan bir kimseye gıbta ettiğim kadar hiç kimseye gıbta etmem” her yaptığı işi Allah rızası için yapar, hep ahireti düşünür idi. Bir gün bir zâtın işine yardım etti. O zât da ona bir hizmetçi hediyye etti. Mesrûk buna üzüldü. Hizmetçiyi geri gönderdi ve işine yardım ettiğim zaman kalbindekini bilseydim, işine hiç bakmazdım. Artık bundan sonra işinde sana yardımcı olmam” buyurdu. Hz. Mesrûk arkadaşlık haklarına son derece riâyet eder ve verdiği sözü yerine getirmeye çok dikkat ederdi. - 318 - Arkadaşı Hayseme’nin ağır borcunu ödemek için kendisi borç altına girmiş ve onun haberi olmadan borcunu ödemiştir. Kendisine “Bir mü’mini öldüren için tevbe uygun mudur, kabul edilir mi?” diye sorulunca; “Allahü teâlânın açtığı kapıyı ben kapatamam” diye cevap verdi. Mesrûk (r.a.) buyurdu ki: “Resûlullah efendimiz Muâz bin Cebel’i Yemen’e gönderdi ve Zekât olarak, “Her 30 sığırdan erkek veya dişi iki yaşında 1 dana, 40 sığırdan da üç yaşında 1 düve almasını” emretti Mesrûk (r.a.) Hz. Âişe validemize “Resûlullah (s.a.v.) hangi ibadeti daha çok severdi?” diye sordu. Hz. Âişe validemiz “devamlı olanı” buyurmuştur. Yine Mesrûk (r.a.) rivâyetinde; Hz. Âişe validemiz buyurdu ki: “Resûlullahı (s.a.v.) aç gördüğüm zaman ağlardım ve kendisine “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâdan istesen de rızkını çok olarak verse” dedi- ğim zaman:” “Yâ Âişe hayatım yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki; Eğer Rabbim’den bu dağların altın olup, gittiğim her yere benimle gitmelerini istesem Rabbim ihsan ederdi. Fakat ben dünyânın açlığını tokluğuna, fakîrliğini zenginliğine, sıkıntısını huzuruna tercih ettim. Ey Âişe, dünyâ Muhammed aleyhisselâma ve onun Ehl-i beytine gerekmez. Yâ Âişe, Allahü teâlâ bütün Ülülazm Peygamberlerinden dünyânın mihnetine karşı sabrı istediği gibi, dünyânın sevimli şeylerinden sabredip uzak kalmağı istemiştir. Benim hakkımda da buna râzı olmuş ve onlara neyi teklif etmiş ise, bana da onu teklif ederek; (Ülülazm Peygamberlerin sabrettiği gibi sen de sabret). Vallahi ben O’na itâat ederim ve diğer Peygamberlerin sabrettiği gibi ben de gücümün yettiği kadar sabrederim. Kuvvet ve kudret ancak Allahü teâlâdandır.” buyurdu. “Ölüler hakkında kötü konuşmayınız. Zira onlar dünyâdan ahirete ne götürmüşlerse O’na kavuştular.” 1) İhyâu Ulûmiddin, cild-4, sh-434 2) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-10, sh-109 3) El-Îsâbe, cild-3, sh-493 4) El-A’lâm, cild-7, sh-215 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-6, sh-76 MİKDÂD BİN ESVED (veya AMR) (r.a.): Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından ve ilk olarak îmân edenlerinden. Adı, Mikdâd bin Amr (Esved) bin Salebe bin Mâlik bin Rebî’a bin Sümâme bin Matrud en-Nehrânî el-Kindî’dir. Babasının adı Amr’dır. Esved bin Abd-i Yegûs tarafından evladlığa kabul edildiği için, Mikdâd bin Esved (=Esved’in oğlu) olarak meşhûr olmuştur. Resûlullah’a (s.a.v.) ilk olarak îmân eden Eshâb-ı kirâmdandır. Miladî 584 yılında Mekke’nin dışında bulunan Nehra’da doğdu. Gençliği sırasında Mekke’ye geldi. Abd-i Yegûsoğullarına sığındı. Resûlullah efendimize îmân edenlerin yedincisi olduğu bildirilmektedir. Daha başka rivâyetler de vardır. Müşriklerin, müslümanlığı kabul edenlere karşı sıkıntı vermeleri ve eziyetleri artınca, diğer müslümanlarla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada bir müddet kaldıktan sonra, Resûlullah’ın Medine’ye hicret ettiğini öğrenince Medine’ye geldi. Peygamberimizin amcası Zübeyr’in kızı Dıbâa ile evlendi ve O’ndan “Kerîme” adında kızı oldu. Resûlullah efendimiz zamanında ve Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer zamanında yapılan harplere de katıldı ve 33 (m. 666) yılında Hz. Osman’ın halifeliği sırasında 79 yaşında iken vefât etti. Hz. Mikdâd’ın mensûb olduğu kabilesi, düşmanları tarafından hezimete uğratılmış, yerleri, yurtları ve malları ellerinden alınarak dağılıp gitmişlerdir. Bu arada, kendisi Mekke’ye düşmüş ve orada Esved bin Abd-i Yegûs hanedanına sığınmıştır. Bu sırada Resûlullah efendimizin, Peygamberliğini açıkladığını duyunca gidip hemen müslüman oldu. Bir müddet, müslüman olduğunu gizledi. Mekkeli müşrikler, Peygamber efendimize îmân edip, putlara tapınmaktan vazgeçerek, müslümanlığı yeni kabul edenlerin hepsine eziyet ve işkence etmeye başladılar. Resûlullah efendimiz, amcası Ebû Tâlib vasıtasıyle, Hz. Ebû Bekir de kabilesinin yardımı ile bir müddet müşriklerin saldırılarından korundular. Fakat müşrikler İslâmiyeti kabul eden Hz. Mikdâd ve diğer kimsesiz müslümanları yakalayıp, elbiselerini soydular. Demirden zırhlar giydirerek güneşin altında kızgın kumların üzerine yatırarak saatlerce, hatta günlerce iş- kence yaptılar. Müşriklerin, bu ağır işkenceleri artarak devam etti. Müslümanları her gördükleri yerde yakalayıp hapsediyorlar, akla ve hayale gelmedik işkenceler yapıyorlardı, işkenceler, sonunda dayanılmaz bir hal alınca, diğer müslümanlarla beraber Habeşistan’a hicret etmelerine izin verildi. Hz. Mikdâd bin Esved de, Habeşistan’a hicret eden kafilenin içinde yer aldı. Peygamberimizin Medine’ye hicretine kadar orada kaldı. Bu hicretten sonra Medine’ye döndü. Mikdâd bin Esved (r.a.) Medine’ye gelince, Resûlullah efendimiz onu Mekke’ye gönderdi. Çünkü Peygamberimiz Mekke’deki müşriklerin durumunu araştırıp, müslümanlar için ne düşündüklerini öğrenmek istiyorlardı. Nitekim daha önce Hz. Utbe bin Cezvan da, bu maksatla Mekke’ye gönderilmişti, işte bu sıralarda müşrikler, bir kaç koldan Medine’ye akın için hazırlanmışlar, keşfe çıkmışlardı. Hz. Mikdâd - 319 - ile Hz. Utbe de bunların arasına, sokularak beraberce ilerlediler. Resûlullah efendimiz de tam bu sırada Ubeyde bin Hâris’i (r.a.) keşif için göndermiş olduğundan, bunların ikisi hemen ona iltihak ederek, Medine’ye döndüler. Hz. Mikdâd, Medine’ye gelince Gülsüm binti Hed’in (r.anhâ) evine misafir olmuştu. Medineli müslümanlarla (Ensâr ile) Mekkeli müslümanları (Muhacirleri) onar kişilik gruplara ayırarak aralarında kardeşlik sözleşmesi yapılmıştı. Hz. Mikdâd da, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu grupta idi. Hepsinin bir tane keçileri vardı. Hergün onu sağarak sütünü içip karınlarını doyuruyorlardı. Daha sonra Resûl-i Ekrem efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’e, Medine’nin Benî Adile mahallesinde bir miktar arazi tahsis etmeyi isteyince, Ensâr’dan Hz. Ubeyde bin Ka’b’ı çağırmış ve O’nun vasıtasıyle Hz. Mikdâd’a bir miktar arazinin ayrılmasını temin buyurmuştu. Müşrikler, hicretin ikinci senesinden itibaren, Medine’deki müslümanlar üzerine saldırmak için hazırlığa giriştiler. Bu sebeple onlarla yapılan muharebelerin hepsinde Hz. Mikdâd da hazır bulunmuştur. Hicretin ikinci (m. 624) yılında Bedir Savaşı başlayacağı sırada Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâbın ileri gelenlerini toplayıp onlarla istişare etti. Henüz müslümanlar çok azdı. Harp için hazırlıkları yok sayılırdı. Maddî imkânları azdı. Önce Hz. Ebû Bekir’in ve Hz. Ömer’in fikirlerini aldı. Onlardan her biri “Hiç bir hizmet ve fedâkârlıktan geri durmayız!” diyerek, Resûlullahın dilediği gibi hareket etmesini istediler. Bu sırada konuşmak için müsâade isteyen Mikdâd bin Esved (r.a.) dedi ki: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ sana neyi emrettiyse onu yap! Vallahi biz, İsrâiloğullarının Hz. Musa’ya dediği gibi “Git Rabbinle beraber düşmanlara karşı çık! Biz buradan kımıldamayız” şeklinde bir söz söyleyecek değiliz. Biz sana tâbiyiz, Senin sağında, solunda, önünde ve arkanda daima düşmanla çarpışırız” Onun, bu feragat ve şecaat misâli sözlerinden son derece memnun olan Peygamberimiz (s.a.v.) ona duâ etti. Bedir Savaşında bü- yük bir kahramanlık gösteren Mikdâd bin Esved (r.a.) bu savaşta İslâm ordusundaki tek süvari idi. Bunun için kendisine, Resûlullahın süvarisi denilirdi. Hz. Mikdâd, ok atmakta, binicilikte son derece mâhir bir yiğitti. Bedir’deki kahramanlıkları siyer ve hadîs kitaplarında anlatılmaktadır. Uhud, Hendek, Hayber, Benî Kureyza ve diğer savaşlara katılan’ Mikdâd bin Esved, bazı seriyyelerde de (Keşif kollarında da) bulunmuş ve ilk seriyyede İslâm askerinin kumandanı tayin edilmiş- tir. Uhud savaşından sonra, Mekke civarında oturan kabileler tarafından Eshâb-ı kirâmdan Hubeyb’in hile ile esir alınıp, Mekkeli müşriklere satılması ve idam edilerek şehîd edilmesi üzerine, Peygamberimiz Hubeyb’in cesedini müşriklerin elinden alıp getirmek üzere Mikdâd bin Esved’i görevlendirmiştir. Mekke’nin fethinde, Huneyn gazvesinde Tebük seferinde ve Veda Haccında da bulunan Mikdâd bin Esved (r.a.) Peygamberimizin vefâtından sonra da çok büyük hizmetler yapmıştır. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında mürtedlerle yapılan savaşa katılmıştır. Hz. Ebû Bekir, Kur’ân-ı kerîm âyetlerinin bir araya getirilip toplanması için kurduğu heyete Hz. Mikdâd bin Esved’i de almıştır. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Suriye harekâtına katılmış ve Mısır’ın fethi için Amr bin Â’s’a (r.a.) gönderilen yardımcı kuvvetlere kumandan seçilmiştir. Hz. Ömer vefât edeceği zaman onu çağırıp “Yâ Mikdâd! Beni kabre koyduktan sonra şûra (danışma) heyetini çağır ve onları bir evde topla, içlerinden birini halife seçinceye kadar onları orada tut” emrini vermiştir. O da bu emri gereği gibi yerine getirmişti. Hz. Mikdâd bin Esved, Hz. Osman’ın halifeliği sırasında da ihtiyarlamış olduğu halde savaşlara katılmıştır. Ömrünü savaş meydanlarında cihadla geçirmiş olan Hz. Mikdâd bin Esved, yetmiş yaşlarında iken, Medine’de vefât etmiş olup, cenâze namazını Hz. Osman kıldırmıştır. Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Peygamberimiz (s.a.v.), onun hakkında şöyle buyurdu: “Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim, de onları sevmemi emir buyurdu ki: bunlar; Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer’dir.” Mikdâd bin Esved (r.a.), Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak: “Ne mutlu sizlere, sizin gözlerinize! Resûlullah’ın (s.a.v.) zamanında yaşadınız! O’nu görmekle şereflendiniz!” şeklinde konuşması üzerine O’na şunları söylemiştir: “Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha (s.a.v.) karşı tavrınız ne olacağını biliyor musunuz? Allah’a yemin ederim ki, Resûlullah (s.a.v.) kendisine uymayan ve tasdîk etmeyen pek çok kavimle karşılaşmış- tı. Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdîk ederek, yalnız Allah’ı biliyor ve ona imân ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti, insanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah (s.a.v.) ise insanların puta tapmaktan başka hiç bir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur’ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı. O kadar ki; bir kimse, kalbine îmân yerleştikten sonra îmân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu. Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve imân etmesini arzular, bunun için çırpınır, Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu hususta Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74.ncü âyet-i kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: “Ey yüce Rabbimiz! hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet.”- 320 - Hz. Mikdâd bin Esved, gittiği yerlerde insanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Onun Peygamber efendimizden (s.a.v.) rivâyet ettiği hâdîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: “Kıyâmet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır.” “İnsanlar kıyâmet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar, kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir.” “Kur’ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefâat eden ve şefâati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur’ân-ı kerîmi rehber edinirse (Kur’ân-ı kerîmden müctehid olan âlimlerin çıkardığı hükümlere uyarsa) Kur’ân onu Cennete götürür. Kim de Kur’ân’a sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur’ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir... Ma’nâları çok derindir. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. O hakikate ulaşmak için Allah’ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur’ân’ı duydukları zaman hayretten “Doğ- rusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız” dedikleri hakikattir...” Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O’na imrenirdi. Eshâb-ı kirâmdan. Abdullah bin Amr (r.a.) ve Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu. Her müşkü- lünü hemen gelip Resûlullaha sorardı. Birgün, Resûlullaha gelip: “Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücum ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek “Ben Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da O’nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım” diyecek olursa, O’nu öldürmek benim için caiz midir?” diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap vererek: “Hayır, öldürme!” dediler. Hz. Mikdâd tekrar sordu: “Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti. Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?” Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: “Onu öldürme! Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonra öldürecek olursan, Onun şehâdetten evvelki haline dönersin. O da senin öldürmeden evvelki haline döner.” Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved’i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir. O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivâyet e4tiği bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir. Hz. Mikdâd buyurdu ki: “Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış, kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan bir kaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikrâm edecek bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha (s.a.v.) gittik. Bizi alarak hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak “Bunları sağınız da aranızda taksim ediniz!” buyurdu. Biz hergün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selâm verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan sonra da sütünü alıp içerdi. Bir gece şeytan bana musallat oldu ve bana dedi ki: “Ey Mikdâd! Bu gece Muhammed (s.a.v.) Ensârın evine gidecek, onlar ona türlü ikrâmlarda bulunacaklar. Onun da bu sütü içmeye ihtiyacı kalmayacak. O halde sen şu sütü içiver!” Bu sözler, içimden bir türlü çıkıp gitmedi. Nihayet ben de kalkıp Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, aklım başıma geldi ve kendi kendime: “Sen ne yaptın ey Mikdâd! Resûlullah’ın sütünü neden içtin? Şimdi kendisi gelecek, sütünü, arayacak, işte o zaman helak olacaksın. Dünyanı da, ahiretini de kaybedeceksin!” dedim. Yatağa yatmıştım. Üzerimdeki örtü çok kısaydı. Başımı örtsem, ayaklarım, ayaklarımı örtsem, başım açıkta kalıyordu. Gözüme uyku girmiyordu, iki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken Resûlullah (s.a.v.) çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kâbının kapağını açtığında içinin boş olduğunu gördü. Resûlullah efendimiz başını semaya doğru kaldırmıştı. O sırada bana bedduâ edeceğini sandım, çok korktum. Fakat O, bedduâ etmedi. Yalnız: “Yâ Rabbi! Beni doyuranları, sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!” diye duâ etti. Ben de üzerimdeki örtüyü atarak kalktım. Gidip keçileri yokladım. Bunların hangisi semizse, Onu biraz sağacak ve sütünü Resûlullah’a takdim edecektim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm, süt kabını aldım. Bu kab, Peygamberimizin ailesine aitti. Evde yemek pişmediğinden, onu süt sağmak için kullanıyorlardı. Sağdığım sütlerle kab dolmuş, üzeri süt köpükleri ile süslenmişti. Sütü, Resûlullah’a getirerek uzattım: “İçiniz Yâ Resûlallah!” dedim. O da bana bakarak “Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünü- zü içmediniz mi?” buyurdu. Ben: “İçiniz, Yâ Resûlallah!” dedim. Resûlullah efendimiz verdiğim sütü içtikten sonra, kabı bana verdi. Ona tekrar “Yâ Resûlallah içiniz.” dedim. O da içti ve kabı bana verdi. Ben de geriye kalan sütü içtim. Resûlullah’ın (s.a.v.) içtiği sütün hoş kokulu olduğunu anladıktan sonra, biraz önceki duâya mazhar olduğumu düşünerek, sevincimden yere yatıncaya kadar güldüm. Memnuniyetimin haddi hesabı yoktu. Resûlullah efendimiz bana bakarak “Ne oldun, ey Mikdâd?” dedi. Ben de, bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek “Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber ver-- 321 - medin? Onlar da hisselerini alırlardı.” buyurdu. Ben de dedim ki: “Allahü teâlânın rahmetine, sizinle birlikte kavuştuktan sonra, geride kalanların ona kavuşup kavuşmamasını düşünemedim.” Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osman’ın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi gelerek, Hz. Osman’ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığını sordukları zaman, şu cevabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “İnsanı yüzüne karşı övenler türediği zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!” Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: “Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah’dan (s.a.v.) bir şey sorulmuştu da, şu cevabı vermişti: “İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!” 1) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1, sh-172 2) El-Îsâbe, cild-3, sh-453 3) El-İstiâb, cild-4, sh-472 4) Sahîh-i Buhârî (Gazve-i Bedir) 5) Müsned-i İbni Hanbel, cild-6, sh-4 ve cild-4, sh-53 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, sh-161 7) Eshâb-ı Kirâm, sh-358 MUÂVİYE BİN EBÎ SÜFYÂN (r.a.): Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Emevî devletinin kurucusudur. Hicretten 19 yıl evvel (m. 604) yı- lında Mekke’de doğdu. Babası, Ebû Süfyân bin Harb bin Ümeyye, annesi Hind’dir. Peygamberimizin (s.a.v.) kayınbiraderi olup, Mekke’nin fethi günü babası ile beraber müslüman oldu. Sonra Medine’ye yerleşerek Peygamberimizin (s.a.v.) “Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl!” ve “Yâ Rabbi! Muâviye’ye yazı ve kitab öğret, onu azabından koru!” “Yâ Rabbi! Onu memleketlere hakim kıl!” duâlarıyla şereflendi. Vahy kâtibliğine alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi ile olmuştur. Cebrâil’in (a.s.) getirdiği Kur’ân-ı kerîmi ve Peygamberimiz’in (s.a.v.) mektublarını yazardı. Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken “semi’allahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan Hz. Muâviye “Rabbena lekelhamd” derdi. Bunu söylemek bütün müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hz. Muâviye Huneyn gazasında Resûlullah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük gazvesine katıldı, Veda Haccında bulundu. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer zamanlarında Suriye taraflarındaki muharebelere katıldı. Hz. Ömer, onu Şam valisi yaptı. Hz. Osman, halifeliği sırasında, bütün Suriye’yi onun emrine verdi. Hz. Ömer zamanında dört yıl, Hz. Osman devrinde oniki yıl, Hz. Ali’nin hilâfeti esnasında beş yıl, İmâm-ı Hasan vaktinde altı ay Şam valiliği yaptı. Hz. Osman’ın şehîd edilmesinden sonra, Hz. Ali’yi, bütün müslümanlar halife-i müslimîn seçtiler. Hz. Ali önce ortalığı yatıştırmaya çalıştı. Sahâbe-i kirâmdan bir kısmı katillerin hemen yakalanarak kısas yapılmasını halifeden istediler. Bir kısmı ise susmayı tercih ettiler. Bunlardan her birinin başkasına uymayıp, kendi ictihâdıyla hareket etmesi dinen lazım idi. Zira Eshâb-ı kirâmın hepsi müctehid idi ve her müctehidin kendi ictihâdı ile amel etmesi farzdır. Abdullah İbni Sebe adındaki yahudi işe karışarak, iş muharebeye sürüklendi ve Basra ve Cemel Vak’aları meydana geldi. Hz. Muâviye o zaman Şam’da vali idi ve üçüncü kısım ictihâdında olup, idaresindeki müslümanları bu muharebelere karıştırmamıştı. Fakat Hz. Ali Şamlıları da çağırınca, Hz. Muâviye birçok hadîs-i şerîfleri düşünerek karşı taraf gibi ictihâd etti. Halife, Şamlılarla anlaşmak üzere iken, araya yahudi fitnesi karışarak Sıffîn muharebesi meydana geldi. Bu muharebelerde bütün Eshâb-ı kirâm gibi Hz. Muâviye de ictihâdı ile hareket ederek, İslâmiyetin emrini yerine getirmeye uğraşmışdır. Nitekim Eshâb-ı kirâmın, bu muharebeler esnasında bile birbirleriyle mektûblaştıkları, nasîhat verdikleri, sevişdikleri bir çok misallerle meydandadır. Meselâ Sıffîn muharebesi sırasında Bizans İmparatoru ikinci Konstantin, hudutlarındaki İslâm şehirlerine rahatsızlık veriyordu. Hz. Muâviye ona mektûb yazıp, “Bu sarkıntılıkdan vazgeçmezsen, şimdi efendimle sulh yapar, onun askerinin kumandanı olur, oraya gelip şehirlerini yakarım. Seni domuzlara çoban yaparım” demişti. Yine aynı zamanda Halife Ali (r.a.) büyük bir kalabalık karşısında “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir ve fâsık değildirler, çünkü ictihâdları öyle oldu” buyurdu. Hz. Muâviye Hicrî 41 yılında Kûfe’de halife seçildi. Hz. Hasan hilâfeti bıraktıktan sonra bütün İslâm memleketlerinde meşru halife oldu. Ondokuzbuçuk sene hilafet ve saltanat sürdü. İslâmiyetin yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulunmuştur. Hicretin 42. senesinde Sicistan’ı, 43’de Sudan’ı, 44’de Efganistan’ı, Kabil şehrini ve Hindistan’ın kuzey kısmını, 45’de Tunus’da Efrıkıyye şehrini aldı. Hicrî 48 senesinde gemilerle Kıbrıs’a giderek Kıbrıs’ı Bizanslılardan aldı. 50 senesinde İran’da büyük Kuhistan eyâletini fethetti. Yine aynı sene Bizans İmparatoru Dördüncü Konstantin zamanında, oğlu Yezîd’i büyük - 322 - bir ordu ile İstanbul’u almağa gönderdi ve İstanbul kuşatıldı. Konstantin, her sene büyük vergi vermek şartıyla barış yapmak zorunda kaldı. 54 (m. 673)’de Ubeydullah bin Ziyâd’ı Horasan’daki orduya kumandan yapıp Ceyhun nehrini develerle geçerek Buhara’yı aldı. Hz. Ömer tarafından feth edilen Kudüs geri alınmıştı. Hz. Muâviye Kudüs’ü tekrar fethetti. Yemen, Mısır, Kayruvan, Irak, Azerbaycan, Anadolu, Horasan ve Maveraünnehir şehirlerine de hakim oldu. Büyük bir saltanata nâil oldu ve çok sevildi. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Muâviye’ye “Benden sonra ümmetimin yerine hakim olursun. O zaman iyilere iyilik et. Kötülük yapanları da afv eyle” buyurmuştur. Resûlullahın (s.a.v.) sohbeti ve hayır duâlarının bereketiyle İslâmiyetin te’sîr sahasını çok genişletmiştir. Hz. Muâviye ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbeden sonra “Ey insanlar! Üzerinizde çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasîb eyle! Beni mübârek ve mes’ûd eyle” dedi. Oğlu Yezîd’i çağırıp “Oğ- lum, seni, harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşattım. Arapları sana itâat ettirdim. Hicaz halkını gözet. Onlar, senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi onlardır. Irak’dakileri de gözet. Memurların azlini isterlerse azlet. Şamlıları da gözet ki, onlar senin yardımcılarındır. Hüseyn bin Ali mübâ- rek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Ona galib geldiğin zaman afveyle, iyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlullahın (s.a.v.) torunudur” dedi. Hastalığı arttıkça “Resûlullah (s.a.v.) Bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bu güne kadar sakladım. Bir gün kestiği tırnakları da bu şişe içine koyup saklamıştım. Vefât ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da gözlerime ve ağzıma koyunuz. Belki onların hürmetine cenâb-ı Hak beni affeder” dedi. Sonra da “Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsan da kalmaz, çok kimselerin gelirleri kesilir, isteyenler eli boş döner. Keşke Zî Tûva denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da emirlik, hâkimlik ile uğraşmasaydım” diyerek bundan üzüldüğünü açıkladı. 60 (m. 680) senesinin Receb ayında Şam’da vefât etti. Kabri Şam’dadır. Hz. Muâviye, uzun boylu, beyaz tenli, heybetli, idi. Güzel konuşur, güzel idareli davranırdı. Çalış- kan, gayretli, azimli idi. Arabistan’da şöhret yapmış dört Sahâbîden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı. Hattâ Hz. Ömer, Hz. Muâviye’ye her bakışta “Bu, ne güzel bir Arab Sultânıdır” derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbiseler giyer, saltanat sürmekten zevk alırdı. Fakat Resûlullah’ın sohbetinin bereketi ile şeriatten hiç ayrılmazdı. Hz. Ali onun hakkında “Muâviye’nin hakimliğini kötülemeyeniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz” buyurmuştur. Birgün Resûlullah (s.a.v.) hayvanına binip Hz. Muâviye’yi arkasına bindirmişti. Giderken “Yâ Muâviye, bana en yakın hangi uzvundur?” buyurdu. Karnım, deyince “Yâ Rabbi, bunu ilimle doldur ve yumuşak huylu eyle” diyerek hayır duâ buyurdu, Afv ve ihsanı hikâyeler teşkil etmiştir. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmiştir. Birgün Hz. Hasan borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksenbin altın hediyye etti. Hz. Muâviye, Amr İbni Âs’dan gelen bir mektuba yazdığı cevabta şöyle buyurdu: “Bilmiş ol ki, iyi işlerde düşünerek hareket etmek, insanı daha doğru neticelere ulaştırır. Hedefine ulaşan, acele etmiyendir. Acele eden, hüsrandadır. İşinde sebat eden, isabet eder veya hedefe yaklaşır. Acele eden hataya düşer yahud hataya yaklaşır. Yumuşaklık kendisine kâr etmiyen kimseye, hiddet zarar verir. Tecrübelerden ders almayan şeref kazanamaz.” Buyurdu ki: “Herkesi memnun etmek, mümkündür, yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olması ile memnun kalır.” “Yumuşaklık gösterin ve tahammül ediniz ki, daima fırsat sizin elinizde olsun. Fırsatı ele geçildikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz afv edersiniz.” Büyük İslâm âlimi Abdullah İbni Mübârek’e “Hz. Muâviye ile Ömer bin Abdülazîz’den hangisi efdaldir?” diye soruldukda “Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında giderken, Hz. Muâviye’nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîz’den yüzlerce defa daha kıymetlidir” buyurmuştur. Hz. Muâviye, Peygamberimizden (s.a.v.) çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şöyledir: “Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dinine zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona, doğruyu gösterir.” “Amel bir kab gibidir, sonu iyi olursa evveli de iyi olur.” Ahmed, Ebû Dâvûd ve El-Hakimî, Muâviye’den merfû olarak rivâyet ettiklerine göre: “Ehl-i kitab, dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, hepsi Cehennemde olacak. Yalnız bir tanesi müstesna, o da Ehl-i sünnet velcemâattır. Ümmetimden bir kavim ortaya çıkacak ki, bunlar, köpeğin sahibi peşinden koştuğu gibi nefsin arzularına uyacaklardır.”- 323 - Ahmed, Nesâî ve Ebû Dâvûd’un Muâviye’den merfû olarak bildirdiklerine göre: “Bütün günahları Allah’ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölenin ve kasden bir mü’mini öldürenin afvolması umulmaz.” Müslim’in Hz. Muâviye’den rivâyet ettiğine göre; Resûlullah’tan işiterek, buyurdular ki: “Ben sadece bir haznedarım. Her kime gönül hoşnutluğu ile birşey versem, Allah onu ona hayırlı kılar. Yine her kime bir şeyi, isteği ve aç gözlülüğü sonucu verirsem, onun durumu yiyip yiyip doymayana benzer.” 1) En-Nâhiye, sh-14 2) Tathîr-ul-cinân, sh-7 3) Muhtasar-ı Tuhfe, sh-3 4) El-A’lâm, cild-7, sh-261 5) El-Kâmil fi’t-târîh, cild-4, sh-2 6) Târîh-i Taberî, cild-4, sh-180 7) Fâideli Bilgiler, sh-337 8) Medâric-ün Nübüvve, cild-2, sh-661 9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1038 10) Eshâb-ı Kirâm, sh-3S8 11) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, 216 12) Müjdeci Mektûblar, 58. mektûb MUAZ BİN CEBEL (r.a.): Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, helâl ve harâm ilmini en iyi bilenlerden. Adı, Muaz bin Cebel bin Amr bin Evs bin Âbid bin Adiy bin Ka’b el-Ensârî’dir. Künyesi Ebû Abdullah’dır. Milâdî 605 senesinde Medine’de doğdu. Hicretin 18. (m. 640) yılında Kudüs ile Remle arasındaki Amvas köyünde vefât etti. İkinci Akabe bîatinde, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli’den birisi de Muaz bin Cebel’dir (r.a.). Onsekiz yaşında. İken müslüman oldu. Peygamberimiz (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâm Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke’de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine’de bulunan müslümanlar, Mekke’den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, (r.a.) Abdullah bin Mes’ûd ve Ca’fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu. Hz. Muaz bin Cebel, Ensâr adı verilen Medineli müslümanlardandır. Hz. Muaz bin Cebel, Bedir, Uhud, Hendek, Benî Kureyza şavaşlarına ve Hayber’in fethine katılmıştı. Mekke’nin fethinde de bulundu ve bundan sonra yapılan Huneyn savaşı sırasında Peygamberimiz (s.a.v.) onu Mekke’de emir olarak bıraktı, halka Kur’ân-ı kerîm öğretmesini ve dîni esasları anlatmasını emretti. Bu vazifesini yapıp Medine’ye döndükten sonra da Kur’ân-ı kerîmi ve din bilgilerini öğretmeye devam etti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek “İçinizden hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Hz. Ebû Bekir. “Ben giderim yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, “Hanginiz Yemen’e gider?” buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer “Ben giderim Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) biraz sonra tekrar “İçinizden Yemen’e kim gider?” buyurdu. Muaz bin Cebel (r.a.) ayağa kalkıp, “Yâ Resûlallah! Ben giderim” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey Muaz! Bu vazife senindir.” buyurdu. Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, (r.a.), Yemen’de valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur’ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen Ülkesinde toplanan zekât mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen’e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O’na şöyle buyurdu: “Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, önce, onları Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin (s.a.v.) Allah’ın Resûlü olduğunu tasdîke (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Allah’ın beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıktan takdirde, Allah’ın zenginlerin fakîrlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse zekat alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlumun ahını almaktan çekin. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını, hemen kabul eder.)” Hz. Muaz diyor ki: “Resûlullah (s.a.v.) onlardan, her 30 sığırdan bir yaşında erkek veya dişi bir dana, her bulûğ çağındaki gayri müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım öşür (yirmide bir) alınmasını emretti. Muaz bin Cebel, (r.a.) Yemen’e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz (s.a.v.) yanında bir miktar yürüdü ve vedalaşırken “Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyârete gelirsin” buyurdu. Bunu işiten Muaz bin - 324 - Cebel (r.a.) hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz (s.a.v.): “Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar (tam bağlı olanlar), nerede olursa olsunlar Allah’a hakkıyla kulluk edenlerdir.” buyurdu ve sonra da şöyle sordu: “Sana bir dâva getirilip insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?” Hz. Muaz bin Cebel: “Allah’ın kitabı (Kur’ân-ı kerîm) ile hüküm veririm” dedi. “Ya O’nda açıkça bulamazsan?” buyurunca, “Peygamberin (s.a.v.) sünneti ile hüküm ederim” dedi. “Ya onda da açıkça bulamazsan” buyurunca, “İctihâd ederek, anladığımla hükmederim” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Muaz bin Cebel’in bu cevabından dolayı çok memnun kalarak mübârek elini O’nun göğsüne koyup: “Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah’ın rızasına uygun eyledi.” buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel’e şöyle duâ etti: “Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musîbetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın” ve “Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi senin için dünyâdan hayırlıdır.” buyurdu. Hz. Muaz bin Cebel, Yemen’de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen’deki hizmetini tamamlayıp, Medine’ye dönen Muaz bin Cebel (r.a.), Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında Medine’de kaldığı müddetçe Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretti. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (veba) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti. Hz. Muaz bin Cebel’in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah (s.a.v.) birçok hadîs-i şerîflerinde medhetmiş, övmüştür. “Muaz bin Cebel (r.a.), ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir.” “İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve harâm ettiklerini en iyi bilen Muaz bin Cebel’dir.” “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel (r.a.), Ubey bin Kâ’b, Abdullah bin Mes’ûd ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe.” “Muaz kıyâmette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir.” Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik (r.a.) diyor ki: “Kur’ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır. Ubey bin Kâ’b, Muaz bin Cebel (r.a.), Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensârdandır. Hz. Ömer’e: “Bize kimi halife bırakıyorsun?” denildiğinde buyurdu ki: “Şayet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?” deyince: “Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın “Muaz, kıyâmet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır” buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim.” Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) buyurdu ki: “Muaz bin Cebel, Allah’a ve Resûlüne itâat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O’nu İbrâhîm aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah’a ve Resûlüne de itâat ederdi.” Eîzullah bin Abdullah (r.a.) şöyle anlatıyor: “Bir gün Humus’ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah’ın 30 kadar Sahâbîsi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepsi kanaat getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiç birisi Ona itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah’ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki: (Ben Muâz bin Cebel’im!). Ebû Müslim-i Hülvânî ve Ya’kub bin Zeyd bin Ceriyye de, bu haberi nakletmektedirler. Abdürrezzâk, Abdülmelik bin Cüreyc’den haber veriyor ki, Muâz bin Cebel’in (r.a.) bir hurma ağacı vardı. Hurmalarını toplayıp hepsini sadaka verdi. Kendine bir şey kalmadı. Muhammed bin Ka’b (r.a.) da: “Ben Muâz bin Cebel’i (r.a.) gördüm. Genç ve etine dolgun yakışıklı bir kimseydi. Kerem sahibi olup, çok cömertti. Bir kimse, ondan bir şey isteyip de, yok dediği olmazdı. Elinden geldiği kadar temin edip, ona verirdi” dedi. O, malının tamamını fakîrlere sadaka olarak dağıtır, kendisi borçlu olarak yaşardı. Hatta bir keresinde böyle yaptığını Resûlullah efendimiz haber almıştı. Muâz bin Cebel’in (r.a.) alacaklılarını çağırıp, ona kolaylık göstermelerini ve borçlarının bir kısmını kendisine hediye etmelerini söyledi, hemen hepsi yahûdi olan alacaklıları, bu müsamahayı göstermediler. Sonra, Resûlullah efendimiz, Muâz bin Cebel’i huzuruna çağırıp, durumu ona bildirdi. Bunun üzerine Muâz bin Cebel (r.a.), gidip elindeki bütün gayrimenkullerini sattı. Paralarını alıp, Resûlullah’ın (s.a.v.) - 325 - huzuruna geldi. Alacaklılar da, oradaydı. Borçlarının hepsini ödedi. Ondan sonra elinde hiçbir malı ve mülkü kalmadı. Muâz bin Cebel (r.a.), Peygamberimizden (s.a.v.) pek çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Onun rivâ- yet ettiği hadîs-i şerîflerin çoğu Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de, bir kısmı da diğer hadîs kitaplarında yer almıştır. Hz. Muâz şöyle anlatıyor: Bir gün Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir hayvana binmişti. Ben de arkasında bulunuyordum. Bana “Ey Muâz” diye seslendiler. Ben de: “Emredin, Yâ Resûlallah!” dedim. Üç kerre ismimi söyledikten sonra: “Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir biliyor musunuz?” buyurdu. “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedim. Bunun üzerine: “Cenâb-ı Hakk’ın kulları üzerindeki hakkı, onların kendisine ibadet etmeleri ve başka, hiç bir varlığı ona şirk (ortak) koşmamalarıdır.” buyurup tekrar sorarak: “Kullar bu vazifelerini yerine getirirlerse, Allah’dan bekledikleri hakları (Allahü teâlânın onlara va’d ettiği) nedir, bilir misin?” buyurdular. Ben yine “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” deyince: “Bu takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı (Onlara va’d ettiği) nimet, O’nun kullarına azâb etmemesidir...” Muâz bin Cebel’in (r.a.) bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları da şunlardır: “Allah’ım! Kötü insanları (facirleri) bana ikrâm ettirme ki, kalbim onlara meyletmesin.” “Ahlakınızı güzelleştiriniz.” Hz. Muâz, Resûl-i Ekrem’e, (s.a.v.) “Hangi amel daha makbuldür?” diye sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), dilini ağzından çıkarıp elini dilinin üzerine koyarak dilini göstermiş ve “Bunu koruman en makbul bir ameldir” buyurmuştur. “Zillet, mü’minin ahlâkı değildir. Ancak ilim talebinde olabilir.” “Cennet bahçelerinde eğlenmek isteyenler Allah’ı çok zikir etsinler.” Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle rivâyet eder: Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki: “Ey Muâz! Sana Allah’dan korkmayı, O’na sığınmayı, doğru konuşmayı, verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur’ân-ı kerîmi okuyup anlamayı, ahireti sevmeyi, âhıret hesabının korkusunu taşımayı ve herkese şefkat kanatlarını germeği tavsiye eder; hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan, günahkâra itâatten, âdil hükümdara isyandan ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan seni nehyederim, (sakındırırım). Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günahın peşinden tövbe etmeyi tavsiye ederim. Gizli günah işlediğin zaman gizli, aşikare günah işlediğin zaman aşikare tövbe edersin.” Hz. Muâz, Peygamberimizden (s.a.v.) nasihât istediğinde: “Allah’ı görür gibi ibadet et ve kendini ölmüş gibi bil! İstersen bütün bunları içine alan daha mühimini bildireyim: Dilini tut!” buyurdu. Resûl-i Ekrem yine bana: “Müslümana kötü söylemekten ve âdil hükümdara isyan etmekten seni nehyederim.” buyurdu. Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Muâz bin Cebel’e: “Seni Allah için seviyorum” dediğinde, Muâz bin Cebel: “Sana müjdeler olsun! Ben Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu, işittim: “Kıyâmet günü Arşın etrafında, bir takım insanlar için kürsüler kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar feryad ederken onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allah’ın gerçek dostlarıdır” buyurdu. Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca: “Onlar Allah için sevi- şen kimselerdir.” buyurdu. Peygamberimiz Hz. Muâz’a: “Ya Muâz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı terk etme!” buyurdu ve duâyı okudu: “Allahümme e’ınnî âlâ zikrike ve şükrike ve husni ibadetike.” Yâni, “Allahım! Ancak seni anmak, sana şükretmek ve güzelce ibadet etmek için bana yardım et” “Ey Allah’ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasîb et ve senin sevgini (sıcak ve harâretli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl!” “Allahü teâlâ kıyâmet günü mü’minlere: “Bana kavuşmayı sever miydiniz?” diye sorar. Onlar da: “Severiz, Yâ Rabbi!” derler. Allahü teâlâ: “Niçin seversiniz?” diye sorar. Onlar da: “Af ve mağfiretini ummak için!” derler. Cenab-ı Hak da “Ben de size af ve mağfireti, kendime borç edindim buyurur.” “Her insanın dört gözü vardır. Bunların ikisi başındadır. Bunlarla dünyâ işlerini görür. Diğer ikisi de kalbindedir. Bunlarla da âhıret işlerini görür.” - 326 - “Bir kimse, deve üstünde düşmanla dövüşürse, Cennet ona vacip olur. Bir kimse, içinden doğru olarak şehîd olmayı ister, sonra ölürse veya öldürülürse, onun için şehîd sevabı vardır. Bir kimse, Allah yolunda yaralanırsa veya bir zahmet görürse, kıyâmet günü zafir renkli ve misk kokulu olarak gelir.” Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bir adamın çok aciz bir kimse olduğunu söylediler. Resûlullah (s.a.v.): “Kardeşinizi gıybet etmeyiniz” buyurdu. Onlar “O, dediğimiz gibidir” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): “Öyle olmasa o zaman iftira etmiş olursunuz” buyurdular. “Üç şey var ki, onlar dünyâda bir yabancı gibidir: Zâlimin elinde Kur’ân-ı kerîm, kötü insanlar arasında iyi bir kimse, bir evde durup okunmayan Mushaf.” “İnsan, kıyâmet günü şu dört şeyden sorulmadıkça, hiçbir yere adım atamaz: 1- Ömrünü nerede tükettiği, 2- Gençliğini nerede harcadığı, 3- İlmi ile ne gibi amel işlediği, 4- Malını nereden kazanıp nereye harcadığı.” “Muhtekir, (karaborsacılık yapan) ne fena bir kuldur! Allahü teâlâ fiyatları ucuzlatırsa adamın keyfi kaçar, yükseltirse o zaman ferahlar.” “Bid’at sahibine hürmet etmek için yürüyen kimse, İslâm’ı yıkmağa yardım etmiştir.? “Her kim kırk gün ümmetimin nafakası üzerinde karaborsacılık eder de, sonra bu kazancını sadaka olarak dağıtırsa, onun bu sadakası kabul edilmez.” Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi. Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor: Muâz bin Cebel (r.a.) tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Muâz, Ona: “Niçin ağlıyorsunuz?” diye ordu. O da: “Ey Muâz! Allah’a yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyâlık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dinimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dinimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.” Bunun üzerine Muâz bin Cebel (r.a.) buyurdu ki: “Hayır, bundan korkma! İmân ve ilim, kıyâmet gününe kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur’ân-ı kerîm ve Peygamberi’mizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve imânı İbrâhîm aleyhisselâma ihsan etmiştir. Halbuki o zaman, imâm ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhîm aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O’na ihsan etti. İlmi, Hz. Ömer’den, Hz. Osman’dan ve Hz. Ali’den alınız! Eğer onları da kaybederseniz, Ebü’d-Derdâ’dan, Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan, Selmân-ı Fârisî’den ve Abdullah İbn-i Selâm’dan alınız! Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakikati kim bildirirse kabul ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!” Muâz bin Cebel (r.a.) buyurdu ki: “Âlimlere Cennette de ihtiyaç vardır. Çünkü Cennet ehline ne isterseniz isteyin denildiğinde, onlar ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere soracaklar.” Bir gün, birisi Hz. Muâz bin Cebel’in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, Ona buyurdu ki: “Ey falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyâdaki nasîbinden daha çok âhıret nasîbine muhtaçsın. Âhıret nasîbini, dünyâ nasîbine tercih et! Hatta öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhıret servetine sahip olasın! Dünya nimetleri geçicidir. Âhıret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.” Yine buyurdu ki: “İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulüm etme!” “Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâ’yı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir.” Ebû Bahiri şöyle anlatıyor: Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Muâz bin Cebel (r.a.) da, orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: “Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir imânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı câmide cemaatle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de Peygamberimizin mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullah’ın (s.a.v.) sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir.” Hz. Muâz bin Cebel’e: “Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?” diye sorulunca, buyurdu ki: “İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbuldürler.” - 327 - Meymûn-i Evdî anlatıyor: Muâz bin Cebel (r.a.) bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Ey Evd kabilesi! Ben Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki dönüşünüz Allahü teâlâyadır. Dönüşten sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi de ebedîdirler. İkisinde de ölüm ve yok olmak yoktur.” Yezîd bin Câbir diyor ki: Ben Muâz bin Cebel’den şöyle işittim. Buyurdu ki: “Ne kadar çok ilim öğ- renirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevab alamazsınız.” “Üç şey, Allahü teâlânın gazabına sebep olur, bunlar Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karnı acıkmadığı halde fazla yemek yimek.” Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor: Bir zamanlar Muâz bin Cebel’in (r.a.) bir sohbetinde bulunmuş- tum, ilim hakkında şöyle buyurdu: “Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvayı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâ’ya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile harâ- mın terazisi, Cennet ehlinin minaresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine delildir, ilim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. İlim, büyüklerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın sü- südür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir, insanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itâat ederler. Melekler dahi ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler. Canlı ve cansız her ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istiğfâr ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nurdur, ilim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir, ilim sahipleri, dünyâ ve âhirette yüksek derecelere erişir, ilimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir, ilmin öğ- retilmesi nafile namaz kılmaktan sevabtır. İlim ile, helal ve harâm olan şeyler ayırt edilebilir. İlim, amellerin imamıdır. Amel, ilme tâbidir, llimsiz amel olmaz, ilim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrum kalanlardır. Dünya ve âhiret se’âdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir.” Hz. Muâz bin Cebel oğluna şöyle vasiyet etmişti: “Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!” “Ey oğlum! Mü’min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı zaman; ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır.” “Şeytan, pazarda, yalan hile, hıyânet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır, önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır.” Hz. Muâz bin Cebel’e: “Falanca, Kur’ân-ı kerîm yazıp satıyor” dediklerinde, “Bu, Kur’ân-ı kerîmi satmak değildir. Kâğıt ve işçilik ücreti istemektir. Kur’ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmektir” buyurdu. “Allahın buğz ettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah’ın evlerinde, yüce ve mü- nezzeh olan Allahtan değil de, başkalarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş olurlar.” “Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fena harekette bulunma ve onun hakkında, başkasına; (Bu nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da, onda olmayan bir şeyi sana bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur.” Birisi Muâz bin Cebel’e (r.a.): “Bana öğüt ver!” deyince, “Merhametli ol ki, ben de senin Cennet’e girmene kefil olayım” buyurdu. Muâz bin Cebel (r.a.) şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna varmıştım. Bana: “Ey Muâz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?” buyurdu. Ben de: “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ’ya îmân etmiş olarak sabahladım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: “Ey Muâz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?” buyurdular. Ben de şöyle cevap verdim: “Yâ Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azaplarını ve Cennetteki insanların nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.” Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: “Ey Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma!”- 328 - Muâz bin Cebel (r.a.): “Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü’minin huzuru olmaz” buyurdu. İmâm-ı Tavus bin Keysân, geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye karşı otururdu. Ve “Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur” buyururdu. Bir defasında Muâz bin Cebel’i de (r.a.), ağlarken gördüler ve “Niçin ağladığını?” sordular. Buyurdu ki: “İnsanlar iki gruptur. Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum.” Muâz bin Cebel (r.a.), ölümü esnasında: “Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum” dedi. Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: “Allah’ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever” buyurdu. Allahü teâlâ bir kulunu hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur “Kalemi ondan kaldır!” sağ yandaki meleğe ise, şöyle buyurur “Bu kuluma sağlığında işlediği amelden daha iyisini yaz! Çünkü o, teminatım altındadır.” Abdullah bin Seleme’ye şöyle nasîhat etti: “Allahü teâlânın emrettiği beş vakit namazı kıl, ye, iç ve uyu! Helâl kazan, günahkâr olma! Müslüman olarak öl! Mazlumun ahından ve bedduâsından sakın!” Peygamberimizin (s.a.v.) çocuğunun ölümü üzerine Muâz bin Cebel’e gönderdiği ta’ziye mektubu şöyledir: “Allahü teâlâ sana selâmet versin! Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O’ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabr etmeni nasîb eylesin! O’nun ni’metlerine şükür etmenizi ihsan eylesin! Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocukları- mız, Allahü teâlânın sayısız ni’metlerinden, tatlı ve faideli ihsanlarındandır. Bu ni’metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü teâlâ, ni’metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükr etmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabr etmemizi emir eyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek sekide sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevab, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana kavuşabilmek için sabır etmeli, O’nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi, belayı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabır etmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.” 1) El-Îsâbe, cild-3, sh-426 2) El-İstiâb, cild-3, sh-355 3) El-A’lâm, cild-7, sh-258 4) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1, sh-228 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh-583 6) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-376 7) Vehhâbiye Nasîhat, sh-79 8) Eshâb-ı Kirâm, sh-45 9) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1038 MUGÎRE-TEBNİ ŞU’BE (r.a.): Eshâb-ı kirâmın meşhûr dâhi ve valilerinden. İsmi, Mugîre, künyesi; asr-ı saâdet’de Ebû Îsâ, sonraları da Ebû Abdullah’tır. Nesebi, Mugîre bin Şu’be bin Ebî Âmir bin Mes’ûd bin Mu’teb bin Mâlik bin Ka’b bin Amr bin Avf bin Kays’dır. Taif’in Sakîf kabilesine mensûbtur. Bi’setten önce muhtemelen (m. 600) senesinde Taif te doğdu. Kûfe’de 50 (m. 670) senesinde tâûn hastalığından vefât etti. Hicretin beşinci (m. 627) senesinde; Taif puthanesindeki Lât rahibleriyle anlaşamayıp, Medine-i Münevvere’ye geldi. Hendek gazvesi esnasında îmân ile şereflenip, müslüman oldu. İslâmiyetin müdafaası için Resûlullahın (s.a.v.) yanında gazalara katıldı. Peygamberimizin yanında bulunup, O’na hizmet etti. Seriyelerde kumandanlık ve mücâhidlik yaptı. Şecere-i Rıdvan altında bi’at etti. Hudeybiye andlaşmasında Peygamberimizin yanında olup, hizmetindeydi. Kureyş’li müşrikler Beni Sakîf kabilesi reisi amcası Urve bin Mes’ûd’u elçi olarak gönderdi. Urve, konuşma esnasında cahiliyye âdetinde oldu-- 329 - ğu gibi Peygamberimizin sakalını tutup, okşamak istedi. Mugîre (r.a.) amcası Urve’ye kılıcının ucuyla müdahale ederek, Resûlullah’ın (s.a.v.) mübârek sakalına dokunmaktan menetti. Amcası, O’nun Resûlullaha (s.a.v.) karşı olan sevgisi, muhabbeti ve bağlılığı karşısında hayrete düştü. Mekke’nin fethine, Huneyn gazasına ve Tebük seferine katıldı. Taif’te, kabilesi İslâmiyet ile şereflenince, amcası Urve şehîd edilip, Sakîfliler de zulüm, işkence tecâvüze uğradı. Sakîflilerin hâli Resûlullah’a (s.a.v.) arz edilince, putları kırmak için Taif seferine gönderildi. Taif’e bir miktar asker ile gidip, Lât dahil bütün putları kırdı. Putların kırılmasına ağlayan Taifli kadınlar, onların âciz birer taş yığını olduğunu görünce hepsi samimiyetle müslüman oldu. Allahü teâlânın varlığına, birliğine, sonsuz kudret sahibi olduğuna ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.), O’nun Resûlü olduğuna îmân ettiler. Mugîre (r.a.), Taifi küfür karanlığından nura kavuşturup, Mekke’ye Resûlullahın (s.a.v.) yanına döndü. Veda Haccı’na katıldı. Resûlullahın (s.a.v.), âhirete teşriflerinde techîz ve tekfînde vazife aldı. Peygamberimiz (s.a.v.) kabre indirildikten sonra üzerine toprak atılırken yüzüğünü düşürdü. Hz.Ali’ye (r.a.) durumu arz edip, kabirden yüzüğünü almak istedi. Müsaade verilince, kabre inip, yüzüğünü alırken Peygamberimizin (s.a.v.) ayaklarını sıvazladı. Böylece Resûlullahın (s.a.v.) mübârek bedenine son defa elini süren kişi oldu. Bundan dolayı, “Resûlullah’dan son ayrılan insan benim” derdi. Hz. Ebû Bekir’in hilâfetinde, yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylemetü’l-Kezzâb ve dinden dönen mürtedler üzerine gönderilen orduda vazife aldı. Yemame harbinde mürtedlere, Şam ve Yermük’de de Rumlara karşı savaştı. Yermük’de bir gözü yaralandı. Hz. Ömer’in hilâfetinde Irak’da yapı- lan fetihlere de katıldı. İran’daki Sâsânî İmparatorluğu’nun sonunu getiren Kadisiye Meydan Muharebesi öncesinde müslümanların sefirliğini yaptı. Zulüm üzerine kurulan İran Sâsânî Kumandanlık Sarayı’nın şa’şaası, kumanda heyetinin süslü elbiselerine karşı Mugîre’nin (r.a.) sâde kıyafeti ve vakarlı halini gö- ren İran kumandanları şaşırdılar, İranlılar sert konuşup, müslümanları korkutacaklarını zannettiler. Söz sırası Mugîre bin Şu’be’ye gelince O, büyük bir cesaretle konuşmaya başladı ve şöyle dedi: “İslâmiyetin esaslarına göre herkes Allahü teâlâ indinde bir kul olarak eşittir. Hiç kimsenin diğerine karşı bu hususda bir imtiyazı yoktur. Ayrıca saltanat diye birşey yoktur... (Devlet reîsi milletine hizmetçidir)” Mugîre bin Şu’be’nin bu sözlerini dinleyen. İran heyeti şaşkın bir vaziyette birbirlerine bakıp ne söyleyeceklerini ve ne yapacaklarını şaşırdılar ve telâşa düştüler. Telâşı ve şaşkınlığı daha çok artan İran Başkumandanı Rüstem, yakut, inci ve elmaslarla süslü olan kılıcını Mugîre bin Şu’be’ye göstererek: “Sefir hazretleri, bu kılıç çok insanlar tarafından bir çok kerre öpülmüştür” dedi. Bu söz karşısında büyük bir dâhi olan Mugîre bin Şu’be şöyle cevap verdi: “Senin kılıcını öpenler (yaltakçılık yaparak) onun kınını öpmüşlerdir, kılıcı değil.” Sonra kendi kılı- cını göstererek, “Bu kılıç ondan daha keskin ve daha çok bilenmiştir” dedi. Bu görüşmelerden sonra anlaşmaya varılamayarak yapılan ve müslümanların galip geldiği Kadiseye Meydan Muharebesinde, Mugîre bin Şu’be büyük bir kahramanlık göstermiştir. Hz. Ömer, 17 (m. 638) senesinde O’nu önce Basra, sonra da Kûfe valiliğine tayin etti. Basra valili- ği esnasında gelir ve giderin hesabını tutup, her hususu yazılı olarak tesbit etme usûlünü getirdi. Yaptığı bu usûl, halife Hz. Ömer (r.a.) tarafından beğenilip, tatbikatın devamına müsâade etti. Nihavend ve Hemadan zaferlerinde bulundu. Hz. Osman’ın hilâfetinde Medine’ye çağırılıp, çeşitli hizmetlerde vazifelendirildi. 41 (m. 661) senesinde Kûfe valiliğine tayin edildi. Kûfe’de Hâriciler türeyince, onların reislerini öldürüp, taraftarlarını cezalandırdı. Hârici isyanını bastırdı. Halife Muâviye’nin (r.a.) takdirini kazandı. Vefâtına kadar Kûfe valisi kaldı. Kûfe’de 50 (m. 670) senesinin Şaban ayında yetmiş yaşında tâûndan vefât etti. Mugîre bin Şu’be (r.a.) dâhi olup, teşkilâtçı bir Sahâbîydi. Zekâ ve aklını meşhûr dâhilerden Halife Hz. Muâviye(r.a.) de takdir ederdi. Büyük mes’eleleri üstün görüşüyle hemen hâlledip, en sıkışık durumlarda bile bir çıkar yol bulurdu. Dîni ilimlere vâkıf, tedbir sahibiydi. Pek çok talebe yetiştirip, bunlara dîni ilimleri öğretip, hadîs-i şerîf rivâyet etti. Oğulları Urve, Hamza ve Urve bin Zübeyr, Hubeyre bin Vahye, Mısver bin Mahzene, Kays bin Ebî Hazim, Mesruk bin Ezda; Nafi bin Cübeyre, İbn-i Mûtem, Amr bin Vehb talebeleriydi. Yüzotuzüç hadîs-i şerîf rivâyet etti Buyurdu ki: “Bir kimse evine girdiği zaman, selâm verirse, şeytan şöyle cevap verir: Artık, benim burada duracak bir yerim kalmadı. Sofraya oturup yemek yemeğe başladığı zaman Allahü teâlânın adını anarsa yani Besmele-i şerîfeyi söylerse, şeytan bu sefer de şöyle der: (Burada, benim için ne duracak yerim, ne de yiyecek bir şeyim kaldı.) Su içeceği zaman, Allahü teâlânın adını anarsa, şeytan bu sefer şöyle der; (Artık burada benim için ne durak, ne yemek, ne de içmek kaldı. Şeytan, bundan sonra eli boş olarak çıkar gider.) Peygamber efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerin bazıları: “Benim ağzımdan yalan söylemek, başka bir kimseyi dedi, diye yalan söylemek gibi değildir. Kim bile bile benim ağzımdan yalan uydurursa Cehennemdeki yerine hazırlansın.” - 330 - “Arkasından saçı başı dağıtarak ağlanılan, feryad edilen ölü, bu feryad ve figan sebebiyle azâb görür.” “Ölülere kötü söylemeyiniz, zira bu sebeple hayattaki yakınlarını incitmiş olursunuz.” “Allahü teâlâ size analara isyan etmeyi, kız çocuklarını, diri diri toprağa gömmeyi, verilecek borcun verilmemesini (Borcu inkâr etmeyi) verilmeyen bir şeyin alınmasını harâm kıldı.” Mugîre bin Şu’be hazretleri bir kadınla evlenmek istemişdi. Peygamber efendimiz Mugîre’ye (r.a.), “O’nu gördün mü?” buyurdular. Mugîre “Hayır, yâ Resûlallah” deyince Resûlullah (s.a.v.) “O’nu gör. Zira birbirinizi görmeniz aranızdaki muhabbeti arttırır.” buyurdu. Mugîre bin Şu’be, Resûlullahın (s.a.v.) namaz kıldıktan sonra şu duâyı okuduğunu rivâyet etmiştir. “Allahü teâlâdan başka hiç bir ilâh yoktur. Onun ortağı da yoktur. Mülk onundur. Hamd O’na mahsustur. O herşeye gücü yetendir. Allah’ın verdiğine mâni olacak, engellediğini verebilecek yoktur. Allahım senin lütfun olmazsa mal sahibine mülkü fayda vermez.” 1) El-îstiâb, cild-3, sh-388 2) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-406 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-3, sh-385 4) Eshâb-ı Kirâm, sh-361 5) A’Iâm-ün-Nübelâ, cild-3, sh-16 6) El-Îsâbe, cild-3, sh-452 MUHAMMED BİN HANEFİYYE (r.a.): Hz. Ali’nin oğlu. Annesi Havle binti Ca’fer bin Kays-ı Hanefiyye olduğu için, İbni Hanefiyye denilir. Hicretin 21 nci senesinde doğdu. 71 (m. 6901)’de Medine’de vefât etti. Muhammed Hanif, Muhammed Hanefiyye ve Muhammed-ül-Ekber de denir. İsmi Muhammed, künyesi Ebül-Kâsım. Nesebi, Muhammed bin Ali bin Ebî Talib bin Abdulmuttalib bin Haşim bin Abd-i Menaf bin Kusey’dir. Künyesinin Ebül Kâsım olması, Peygamber efendimiz tarafından Hz. Ali’nin evlâdına verilen husû- sî bir izin iledir. Muhammed bin Hanefiyye, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’den sonra, Hz. Ali’nin oğullarının en üstünü idi. Hz. Münzir-i Sevrî buyuruyor ki: “Ben, bir defa Muhammed bin Hanefiyye’ye dedim ki, senin hem ismin hem de künyen, Peygamber efendimizin isim ve künyesi gibidir. Bu ise caiz midir?” Cevap verdi ki: “Ben, babam Hz. Ali’den duydum. Buyurdu ki, Resûlullah’a (s.a.v.) arz ettim ki: “Yâ Resûlallah, sizden sonra Allahü teâlâ bana bir erkek evlad ihsan ederse ismini ve künyesini sizin mübâ- rek isminiz ve künyeniz gibi versem bir mahzuru var mıdır?” Resûlullah (s.a.v.) bana buyurdu ki; “Evet oğlunuzun ismini ve künyesini benim ismim ve künyem ile verebilirsiniz. Lâkin ondan başka, ismimin ve künyemin aynı kişide birlikte bulunması helâl değildir.” Babam bunu söyledi ve bana buyurdu ki, (Resûlullah’dan (s.a.v.) müsaade almıştım. Onun için sana, Muhammed ismini ve EbülKâsım künyesini verdim) Ebû Hamza buyuruyor ki “Bir gün bir kimse Muhammed bin Hanefiyye’nin yanına geldi ve (Esselâmu Aleyke Yâ Mehdî) diye selâm verdi. İbn-i Hanefiyye buyurdu ki; (Doğru söylüyorsun. Ben insanları, hidâyete doğru yola ve hayra davet etmek ve doğru yolu göstermek bakımından Mehdî’yim. Lâkin âhir zamanda gelecek olan Mehdî (a.s.) değilim, öyle anlaşılmaması için bana selâm vereceğiniz zaman “Esselâmu Aleyke Yâ Muhammed veya Yâ Ebâ Kâsım” deyin. Başka isim ile hitâb etmeyiniz.)” buyurdu. Muhammed bin Hanefiyye, ilimde üstün derecelere sahipti. Hz.Abdullah İbni Abbâs ile beraber, fıkh, hadîs, tefsîr gibi ilimleri kitaplara yazdılar. Hz. Muhammed bin Hanefiyye harâmlardan ve şüpheli şeylerden sakınmakda ve güzel huyları kendinde toplamakda çok üstün olup, bu haliyle mübârek babaları, Hz. Ali’nin husûsî muhabbet ve takdirine mazhar olmuştu. İbn-i Hanefiyye (r.a.) aynı zamanda çok cesur ve fevkalâde kuvvet ve şecaat sahibi idi. Bu durumu bildiren çeşitli misaller vardır. Bir defa, Hz. Ali’nin aldığı zırh biraz uzunca olduğundan, alt kısmından biraz kesilmesi icâb ediyordu. Hz. Ali kesilmesi gereken kısmı işaretledi. Oğluna işaretli yerin alt tarafını kesmesini söyledi. Hz. İbn-i Hanefiyye, zırhı bir eline aldı. Diğer eliyle de, işaretli yerden itibaren eliyle çekerek kopardı. Muhammed İbn-i Hanefiyye Cemel ve Sıffîn Muharebelerine karışmak istemedi ise de, babası “Babanın bulunduğu tarafın haklı olduğundan şüphen mi var?” sözü üzerine babasının yanında yer almış ve babasının sancağını taşımıştır. Kahramanlık ve şecâatde eşsiz idi. Hz. Ali şehîd olduktan sonra Abdullah İbn-i Zübeyr ve Abdülmelik bin Mervan arasındaki hadiselere karışmamak için Kûfe’ye hicret etti. Hz. İbn-i Abbâs Tâif’de 65 (m. 684)’de vefât edince cenâze namazını Muhammed bin Hanefiyye (r.a.) kıldırdı. Muhammed bin Hanefiyye (r.a.), Kûfe’de iken, iki defa hac yapmak istedi ise de siyâsî karışıklıklar sebebi ile yapamadı, ikinci defa da hac yapamayınca çok sayıda kimse etrafında toplanıp, “Biz sizin emrinizdeyiz. Eğer emrederseniz harb bile yaparız.” dediklerinde, İbn-i Hanefiyye (r.a.), onlara çok - 331 - güzel nasîhat ve tavsiyelerde bulunup, hepsini sakinleştirdi. Daha sonra Abdülmelik bin Mervan duruma hâkim olup, herkes kendisine bîat etti. Muhammed bin Ömer, İbn-i Hanefiyye’ye bir mektûb yazarak buyurdu ki: “Ben Abdülmelik’e bîat ettim. Siz de bîat edin. Çünkü bîat edilmiyecek hiçbir sebeb kalmamış- tır. Bütün ümmet Abdülmelik’e bîat etti.” Bunun üzerine Muhammed bin Hanefiyye, Abdülmelik’e bir mektûb yazdı. Mektubunda buyurdu ki, “Bismillahirrahmanirrahîm. Bu mektûb, Muhammed bin Ali’den mü’minlerin emîri Abdülmelik’e. Ben bu ümmetin içinde meydana gelen ihtilaflardan uzak durdum ve hiç kimseye bîat etmemiştim. Artık bu ihtilâflar bitti ve herkes sana bîat etti. Biliniz ki ben de bu ümmetten biriyim. Sulh ve iyilik isterim. Ben de sana bîat ettim. Gördüm ki, insanlar sizin etrafınızda toplandı, isterim ki siz de vefâkârlık yaparsınız. Eğer haksızlık ve zulüm yaparsanız hiçbir hayrınız kalmaz. Buna rağmen bize haksızlık yaparsanız ve bîatimizi kabul etmezseniz, biliniz ki yer yüzü geniştir.” Abdülmelik bin Mervan mektubu okuyup etrafındakilerle istişare ettikten sonra yazdığı cevabî mektûbda şöyle dedi. “Ey Muhammed bin Ali, siz bize yakınsınız. Akrabâmsınız. Madem ki siz bize bîat ettiniz biliniz ki, sizin bîatinizi kabul ettim. Size va’d ediyorum ki, siz bundan sonra Allahü teâlânın ve Resûlünün (s.a.v.) emânındasınız. Bizden size ve arkadaşlarınıza hiçbir zarar gelmez. Şehrinize dönüp, istediğiniz gibi hareket ediniz. Ben sağ oldukça size hiç kimse bir zarar veremez.” Abdülmelik bin Mervan daha sonra, Hicaz ve Irak’ın valisi olan Haccâc bin Yusuf’a mektûb yazarak Muhammed bin Hanefiyye’ye hiç zarar vermemesini, Ona karışmamasını, iyilik ve ikrâmda bulunmasını emretti. Bunun üzerine Muhammed bin Hanefiyye, Medine-i Münevvere’ye döndü. Baki mevkiinde bir ev yaptırıp, oraya yerleşmek arzusunda olduğunu Halife Abdülmelik’e bildirdi. Halife derhal izin verip evi kendisi yaptırdı. Muhammed bin Hanefiyye ailesi ile beraber o eve yerleşti. 71 (m. 690)’de Medine’de vefât etti. Cenâze namazını Hz. Osman’ın oğlu Hz. Eban kıldırdı. Abdullah, Hamza, Cafer, Hasan, İbrâhîm, Kâsım, Abdurrahman ve Rukiye isimli çocukları olmuştu. Muhammed bin Hanefiyye (r.a.) babası Hz. Ali’den şöyle bir hadîs-i şerîf rivâyet etti: (Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Ümmetime şefâat edeceğim. Hatta Rabbim (Yâ Muhammed! Râzı mısın?) diye nida edecek. Ben de: (Evet yâ Rabbi, razıyım) diyeceğim.” Muhammed bin Hanefiyye (r.a.) buyurdular ki: “Bir kimse Seyyidleri ve âlimleri severse, o kimse çok günahkâr bile olsa, Allahü teâlâ o kimseye pek çok ihsanlarda bulunur.” “Kanaatkâr olup, elini ve dilini kötülükden muhafaza edip, evinde oturan kimseye Allahü teâlâ merhamet etsin. Allahü teâlânın sevdikleriyle görüşmek onların sohbetlerine katılmak büyük bir nimettir. Kim bu nimete kavuşmuş olarak ölürse, şüphesiz Allahü teâlânın ihsanlarına ve Cennetine kavuşur ve orada sevdikleriyle beraber olur.” “Allahü teâlânın rızası için olmayan her şey boştur, manasızdır.” “Kimin nefsi ıslâh olmuş ise, onun nezdinde dünyânın zerre kadar kıymeti yoktur.” “Allahü teâlâ, Cenneti nefslerinize karşılık kıldı. Nefsinizi, Cennet dururken, başka şeylere satmayınız.” 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-91 2) Hilyet-ül-evliyâ, cild-3, sh-179 3) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1017 4) Vefeyât-ül-â’yân, cild-4, sh-169 5) Ensâb-ül-Eşrâf, cild-5, sh-214, 223, 260 6) Tabakât-ı Şîrâzî, sh-62 7) El-A’lâm, cild-6, sh-217 8) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-6, sh-4190 9) Eshâb-ı Kirâm, sh-362
|