03 Mart 2013

HÎFÂ HATUN (r.anhâ):






HÎFÂ HATUN (r.anhâ):
Kadın sahâbîlerden. Medine-i Münevvere’de güzelliği ve ahlâkı ile meşhûrdu. Tevekkül sahibi kazaya rızâ gösteren ve Hz. Resûlullah’a çok bağlı olup, her sözünü dinlerdi. Âhireti çok düşünüp, hiç aklından çıkarmazdı. Hep ahirete hazırlanıp, ona yarar ameller işlemeye çalışırdı. Hifâ Hatun, bir gün Peygamber efendimizin huzuruna gelerek, “Ey Allah’ın Resûlü! Bana beni Cennet’e götürecek bir iş (amel)
öğret” dedi. Bu arzu ve isteği üzerine Resûlullah (s.a.v.) “Önce bir erkekle evlenmen lâzımdır. Bununla dînin yarısını emniyete alırsın.” buyurdu. Bu emir üzerine; “Ey Allah’ın Resûlü! Küfvüm, (dengim)
kim olabilir? Bana Habeşistan hükümdârı Melik Necâşî evlenme teklifinde bulundu. Fakat, ben onun bu
teklifini kabul etmeyip, geri çevirdim. Hatta yüz deve ile birçok zînetler veren de oldu. Onu da kabul etmedim. Bu gün ise ahirette kurtuluşun evlenmekte olduğunu buyuruyorsunuz. Yâ Resûlallah! Siz kimi
beğenip, uygun görürseniz, ben ona râzıyım” dedi. Resûlullah (s.a.v.), Hîfâ Hatun’a Eshâbından kimin
ismini verirse, diğerlerinin ümidsiz olacağını anlayıp, “Mescide en evvel kim gelirse, onunla evlen.”
buyurdu. Sahâbîlerin hepsi bu duruma râzı oldu. Allahü teâlâ, onlara (Eshâba) öyle bir uyku verdi ki,
hiçbir sahabî erken uyanamadı. Resûlullah (s.a.v.) önce kimin geleceğini merakla bekliyordu. Birdenbire
Süheyb (r.a.) göründü. Süheyb, kimsesi olmayan, fakîr, rengi siyaha yakın, görünüşü güzel olmayan,
uzun boylu, zaif ve çelimsiz, ince yapılı bir sahabîydi. Hifâ Hâtun ise, son derece güzel ve zengindi.
Resûlullah (s.a.v) namazdan sonra Hifâ Hatun’u (r.anha), Allahü teâlâ’nın kazâsına râzı olduğunu, Hz.
Resûlullah’a arz etti. Resûlullah (s.a.v) bu durum üzerine hutbe okudu, nikah akdi yapıldı ve; “Ey
Süheyb! Kalk bu hanımın için bir şey al. Hanımının elinden tut, evine götür.” Buyurdu. Süheyb
(r.a); “Ya Resûlallah! Dünyalık olarak yanımda ne bir dirhem gümüşüm, ne de içinde yatacak ve barınacak bir evim var. Benim evim mesciddir.” Dedi. Bunları işiten Hifâ Hâtun (r. anha) çağırarak durumu bildirdi. Hifâ (r. anha), süheyb’e (r.a) onbin dirhem gümüşlük bir kese göndererek, filanca yerdeki hazır
konağı da o’na hediye ettiğini bildirdi. Süheyb’in kendisini götürmesini istedi.
Resûlullah (s.a.v) onlara çok duâ etti. Eshâb-ı Kirâm da, Hifâ Hatun’un bu hareketini çok övüp,
Allahü teâlâ’ya hamd ettiler. Süheyb ve Hifâ Hâtun kalkıp, konağa gittiler. Yemekten sonra, yatma vaktinde, Hifâ hatun (r.anha) “Ey Süheyb! İyi bil ki, ben sana ni’metim, sen bana mihnetsin (sıkıntı veren).
Sen bu nimete şükür, ben bu mihnete sabır için, gel, bu geceyi ibadet ve tâatle geçirelim. Sen şükür
ediciler, ben de sabr ediciler sevabına kavuşalım. Çünkü Resûlullah (s.a.v) “Cennet’te yüksek çardak
vardır. Burada yalnız şükr edenler ve sabr edenler bulunur” buyurdu, dedi.
Zifaf gecesi ikisi de Allahû teâlâ’ya karşı ibâdet ve tâatta bulundular. Süheyb (r.a), Mescide geldi.
Cebrâil (a.s) geceki durumdan Hz. Resûlullah’ı haberdar etti. Cennet ve Cemâl-i ilahi ile müjde verdi.
Resûlullah (s.a.v); “Ey Süheyb, gece ki halinizi, sen mi anlatırsın, ben mi söyleyeyim?” buyurunca
Süheyb (r.a) yâ Resûlullah siz söyleyiniz dedi. Peygamber efendimiz (s.a.v) “Siz Cennetliksiniz ve
Allahü teâlâyı göreceksiniz.” müjdesini verdi. Süheyb (r.a.) sevincinden ve Allahü teâlâyı görmek ve
O’na kavuşmak aşkından secdeye kapanarak şöyle duâ etti; “Ya Rabbi! Eğer beni mağfiret ettiysen,
günahlara buluşmadan ruhumu al.” Dedi. Allahü teâlâ, O’nun bu duâsını kabul ederek, secdede ruhunu
aldı. Eshâb-ı Kirâm bu duruma ağladı. Resûlullah (s.a.v.), “Daha şaşılacak şey Hifâ’nın da bu anda
ruhunu Hakka teslim etmiş olmasıdır.” Buyurdu. Her ikisinin de namazını kılarak yanyana defn ettiler.
Başları ucuna iki tahta diktiler. Tahtanın birine; “Bu Allahü teâlâ’nın nimetine şükr edenin kabridir.” Diğerini de; “Bu Allahü teâlâ’nın mihnetine sabr edenin kabridir.” diye yazdılar. Eshâb-ı kirâm’ın Allahü
teâlâ’ya karşı aşkları ve Resûlullah’a (s.a.v) karşı bağlılıkları bu kadar kuvvetliydi.
Hifâ Hatun’un tevekkülü, kazâya rızâsı ve sabrı asırlardır anlatılıp, herkes tarafından sevilip, imrenilmesine rağmen nesebi ve başka hayat hikâyesi bilinmemektedir. O gönüllerde taht kuran bir sultandı.
 1) Rıyâd-un-nâsıhîn sh-225
HİND BİNTİ UTBE (r.anhâ):
Kadın sahâbîlerden. Mekke kâfirlerinden Utbe bin Rebi’a bin Abd-i Şemsî bin Abd-i Menâf kızı,
Ebû Süfyânın hanımıdır. Hz. Mu’âviyenin annesidir. Hind binti Utbe Mekke’de doğmuş olup, doğum târihi bilinmemektedir. Büyük dedesi Abd-i Menâf Kureyş’in ileri gelenlerinden ve başkanlarından idi. Hind
binti Utbe, evvelâ Mahzûm kabîlesinden Fâkıhe İbn-i Mugayze ile daha sonra ise Ebû Süfyân ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Muâviye dünyaya geldi. Hind, Mekke’de müşriklerin içerisinde bulunmuş ve onlarla
birlikte olmuştur. Bedir gazâsında babası Utbe bin Rebi’a’yı Hz. Hamza öldürmüştü. Hind, harbe (küçük
mızrak) atmasıyla meşhûr olan Habeşli köle Vahşîye: “Babam Bedir günü öldürüldü. Eğer sen üç kişi,
Hz. Muhammed, Hz. Hamza ve Hz. Ali’den birini öldürürsen hürsün âzâd olacaksın. Çünkü ben Kureyş- 299 -
içerisinde babamın intikâmına karşılık olarak başka bir kimse göremiyorum” dedi. Bedir’den sonra Uhut
savaşına katılan Hind, Vahşiye çok şeyler va’d ederek babasının intikâmını almak istiyordu. Daha sonra
müslüman olup, Eshâb-ı kirâmdan olan Hz. Vahşî diyor ki: “Ben Uhud’da Hz. Peygamberin üzerine varmaya hiç cesâret edemeyeceğimi biliyordum. Çünkü Eshâbı, onu bir an yalnız bırakmaz ve de kimseye
de teslim etmez. Vallahi Hz. Hamza’yı uyurken bulsam heybetinden uyandırmağa korkarım. Ama Hz.
Ali’ye gelince onu öldürmeye bir fırsat kollıyayım dedim. Harb sahasında Hz. Ali’yi aradım ve buldum.
Kendisi son derece tedbirli, girişken, çevik ve etrafına çok bakınan bir kimseydi. Kendi kendime benim
aradığım ve hakkından geleceğim bir zât değil dedim. O sırada Hz. Hamza’yı gördüm. Önüne gelenleri
orağın otları biçtiği gibi kesip biçiyor, öününde hiç kimse duramıyordu. Ona yaklaşıp vurmak fırsatını
bulmak için kayanın arkasına gizlendim. Sibâ bin Ümmü Enmâr “Var mı benimle çarpışacak yiğit” diye
bağırıyordu. Hz. Hamza ona vurduğu gibi göz açtırmadan yere serdi. Ve boynunu uçurdu. Sonra süratle
benden tarafa gelirken beni gördü. Sel sularının açtığı derede ayağı kayıp yere düştü. Harbemi (küçük
mızrak) istediğim yerinden vurmak için attım. Böğründen vurdum. Hatta mızrağımın ucu arkadan çıktı.
Diğer Eshâb yetiştiler fakat şehîd olduğunu anlayınca dağıldılar. Onlar uzaklaşınca hemen Hz.
Hamza’nın yanına yarıp karnını yardım ciğerlerini çıkarıp Hind binti Utbe’ye götürdüm. Hind binti Utbe,
Hz. Hamza’nın ciğerim alıp ağzında çiğnedi Yutamayınca dışarı attı.” Suyunu mu yoksa posasını mı
attığı bilinmemektedir. Çünkü Hind eğer ele geçirebilirce azılı müşrik olan babası Utbe bin Rebi’a’yı öldüren Hz. Hamza’nın ciğerini yemeğe and içmişti.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Hz. Hamza’nın ciğerinin Hind tarafından çiğnendiği haber verilince Peygamberimiz (s.a.v.) “Ondan bir şey yedi mi?” diye sordu. Eshâb “Hayır” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)
“Hamza’nın etinden bir şey tadanı, Allahü teâlâ ebedî olarak Cehenneme haram kılmıştır yaktırmayacaktır” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.), Mekke fethinde görüldüğü yerde öldürmelerini emir buyurdukları kimselerin içerisinde Hind binti Utbe de vardı. Hind binti Utbe, Kâ’be-i Muazzamanın örtüsü altına sığındı. Yanında bir çok kadınlar da vardı. Hepsi îmân ettiklerini bildirdiler ve Resûlullah’a (s.a.v.) bîat ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’de kendisine eza ve cefâ yapan kadınların başında gelen, Mübârek amcası
Hz. Hamza’yı öldürtüp ciğerlerini çiğneyen, kulaklarını ve burnunu kesen Hind binti Utbe’yi affetti ve öldürülmemesini emr buyurdular. Hind; Mekke’nin feth edildiği gün, Kâ’be’deki bütün putlar yıkılmış, kırılmış ve dışarı atılmış olduğunu, Eshâb-ı kirâmın (r.anhüm) sabaha kadar namaz kıldıklarını görmüş, kalbinde îmân nuru parlamış ve bunu kocası Ebû Süfyân’a söylemişdi. Tanınmamak için kılık kıyafet değiş-
tirmiş, yüzünü örtmüştü. Resûlullah’a (s.a.v.) geldi. “Yâ Resûlallah el tutup sana bîat edeyim mi?” diye
sordu. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ben kadınlarla el tutuşmam. Benim yüz kadına hitap etmem, her
bir kadına ayrı ayrı hitap etmem gibidir” buyurdular ve kadınların bîati söz ile oldu. Burada Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ömer’e “Söyle o kadınlara Allah’a hiçbir şeyi eş ve ortak koşmamak üzere
Resûlullah’a bîat edeceklerdir.” buyurdu. Hind’in yanındaki kadınlar sustular. Onlar namına Hind konuştu ve Resûlullah’a: “Erkeklerden istemediğin bir taahhüdü, kadınlardan niçin istiyorsun. Ben iyice
anladım ki, eğer Allah ile birlikte başka ilâh, tanrılar bulunsaydı, başımıza gelenlerden bizleri korurdu”
dedi. Peygamber efendimiz, Hind’e baktı ve Hz. Ömer’e, “Söyle onlara; hırsızlık da etmeyecekler.”
buyurdu. Hind, “Yâ Resûlallah, Ebû Süfyân cimri bir kimsedir. Ben ondan habersiz malından bir şeyler
çalıyordum. Bu benim için helâl mi, değil mi, bilmiyorum. Ebû Süfyân ne bana ne oğluma yetecek kadar
bir şey vermiyor.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), “Onun malından kendine ve oğluna yetecek kadar
bir şey alabilirsin.” buyurdu. Bu sırada Ebû Süfyân, Hind’e “Senin şimdiye kadar çaldığın geçti gitti.
Bundan sonrakiler de helâl olsun” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) güldü. Hind’i yanına çağırdı. “Demek
sen Hind binti Utbe’sin?” buyurdu. Hind “Evet” dedi. “Allaha şükür olsun ki, kendisi için seçip beğendi-
ği dinini üstün kıldı. Yâ Muhammed elbette ki bana rahmetin dokunacaktır. Şimdi ben Allah’a îmân etmiş
ve Onun Resûlünü tasdîk etmiş bir kadınım” dedi ve yüzündeki örtüyü açtı. “Allahü teâlâ geçmiş günahları affeder. Sen benim geçmişlerimi affet, bağışla ki, Allahü teâlâ da seni bağışlasın” dedi. Peygamberimiz, Hind’e “Hoş geldin” dedi. Hind. Yâ Resûlallah, vallahi dün senin çadırındakiler kadar zillet ve
hakarete uğramasını istediğim bir çadır halkı yoktu. Bu gün ise yeryüzünde senin çadırındakiler kadar
izzet ve şeref içerisinde olmasını istediğim bir çadır halkı (ev halkı) yoktur” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.),
“Öyledir vallahi, ben sizlere çocuklarınızdan, ana ve babalarınızdan daha sevgili olmadıkça imâ-
nınız kâmil olmaz” buyurdu. Hind ve beraberindeki kadınlar zina etmeyeceklerine dâir de bîat ettiler.
Hind, “Yâ Resûlallah hür kadın zina eder mi?” dedi. Resûlullah “Hayır vallahi, hür bir kadın zina
edemez.” dedikten sonra Ömer’e (r.a.), “Söyle onlara çocuklarını öldürmeyecekler” buyurdu. Hind, “Kü-
çük iken onları biz büyüttük, yetiştirdik. Büyüyünce siz onları öldürdünüz. Bize, Bedir günü öldürmedik
genç bıraktın mı ki, onları öldürelim” dedi. Hind binti Utbe’nin Hanzala adlı bir oğlu Bedirde müşrik oldu-
ğu halde öldürülmüştü. Hz. Ömer, “Sen bize Bedir günü öldürülmedik genç bırakmadın ki” sözüne çok
güldü. Peygamberimiz (s.a.v.) ise gülümsedi. O gün kadınlar ve onların başı olarak da Hind (r.anha),
Resûlullaha (s.a.v.) iftira etmeyeceklerine ve Peygamberimizin (s.a.v.) her emrine itâat edeceklerine dair
Resûlullah’a (s.a.v.) bîat ettiler. - 300 -
Kadınların, Resûlullah’a (s.a.v.) söz verdiklerini bîat ettiklerini bildiren Mümtehine süresindeki âyeti kerîme, Mekke şehrinin alındığı gün inmişdir. Kadınlarla yalnız söz ile olup, mübârek eli, kadınların
ellerine dokunmadı. Kötü huylar, kadınlarda, erkeklerden daha çok olduğundan, kadınlarla sözleşirken,
erkeklerden daha fazla şart, araya kondu. Allahü teâlânın emirlerini yapmış olmak için, bunlardan ka-
çınmak lâzım geldiğini bildirdi.
Bu bîat ve bununla ilgili ahkâm; büyük İslâm âlimi, dinin bekçisi İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i
sânî Ahmed Fârûkî Serhendî’nin (r.a.) mektûbâtının üçüncü cildi, kırkbirinci mektubunda uzun yazılıdır.
Hind binti Utbe (r.anha) îmân ile şereflendikden sonra Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke’de, Etbah
mahallesinde bulunurken iki küçük oğlağı kestirmiş kebab yapmış, Peygamberimizin (s.a.v.) âzâdlı kölesi olan bir kadınla göndermişti. Hizmetçi kadın Peygamberimizin (s.a.v.) çadırına vardı. Selâm verdi,
içeri girmek için izin istedi. İzin verilince içeri girdi. İçerde Peygamberimizin mübârek zevcesi Ümmü Seleme ve Meymûne ve Abdülmuttaliboğullarından Peygamberimizin yakın akrabası olan kadınlar bulunuyordu. Hizmetçi kadın Resûlullah’a (s.a.v.): “Hanımım bu hediyyeyi size gönderdi: “Bu yıllarda koyunlarımız çok az kuzuluyor” dedi. Senden özür diledi “Kuzu kebabı yapamadığı için” dedi. Peygamberimiz
(s.a.v.) “Allah sizin koyunlarınızı bereketlendirsin ve kuzulayıcılarını arttırsın” diye duâ buyurdu.
Hizmetçi kadın Hind’in (r.anha) yanına döndü. Peygamberimizin duâsını bildirdi. Hz. Hind buna pek çok
sevindi. Bir müddet sonra koyunlarının kuzulayıcı olanları o kadar arttı ki, ne yakın zamanda ne de ondan önce böylesi hiç görülmemişti. Hind (r.anha): “Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) duâsı bereketiyle olmuştur.
Allahü teâlâya hamd olsun ki bizi İslâmiyyete hidâyet etti, kavuşturdu. Müslüman olmakla şereflendirdi”
buyurdu. Mekke’de umûmi putlardan başka, ayrıca her ailenin kendi evinde taptıkları husûsî putları da
bulunurdu. Mekke feth olunduğu gün Peygamberimizin münâdisi: “Allaha îmân eden kişi evinde kırmadık, yakmadık put bırakmasın. Putların parası da harâmdır” diye herkese ilân etti. Mekke’de bu ilân edildikten sonra yeni müslümanlar evlerindeki putları kırdılar. Hind binti Utbe de evindeki putu kırmış aya-
ğıyla parçalarını vurup yuvarlamış ve “Biz senden dolayı ne kadar gurur ve aldanış içinde idik” demiştir.
Hind binti Utbe, müslüman olduktan sonra Peygamberimizin (s.a.v.) hayır duâsını almıştır. Hz.
Ömer zamanındaki meşhûr Yermük savaşına kocası Ebû Süfyân (r.a.) ile katılmış ve bizzat çarpışmıştır.
Hind (r.anha) gayet keskin görüşlü ve akıllı bir kadındı. Son derece cömertti. Hz. Ömer zamanında 14
(m. 635), Muharrem ayında Hz. Ebû Bekir’in babası Ebû Kuhâfe ile aynı günde vefât ettiği rivâyet edilmekte ise de Hz. Osman zamanında vefât ettiği daha doğrudur. Yukarıda zikrettiğimiz sözleri ve Peygamberimize (s.a.v.) altı hususta bî’atı bazı hadîs kitaplarında zikredilmiştir.
 1) Kâmûs-ul-a’lâm cild-6, sh-47, 48
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-8, sh-235
 3) El-A’lâm cild-8, sh-98
 4) El-Îsâbe cild-4, sh-425
 5) İstiâb cild-4, sh-424, 425
 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1014
 7) Eshâb-ı Kirâm sh-347
 8) İbn-i Âbidîn cild-5, sh-263
 9) Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî cild-3, mektûb 41
HUBEYB (HABÎB) BİN ADÎY (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın şehîdlerinden. Ensârdan ve Evs kabilesindendir. Hicretten önce müslüman oldu.
Bedir ve Uhud savaşına katıldı. Bu savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi. Bedir savaşında Hâris bin
Nevfel adındaki meşhûr müşriki öldürmüştür. Hicretin 4. (m. 625) senesinde vuku bulan Recî’
vak’asında esir edilip, Mekke’ye götürülerek müşriklere verildi ve orada onlar tarafından şehîd edildi.
Uhud savaşında kendilerinden bazılarının öldürülmesi üzerine müslümanlara kin tutan Lihyanoğulları öç
almak istediler. Bu maksatla Adal ve Kare kabilesiyle anlaşıp, bu kabilelerden bir heyeti Medine’ye göndermeyi plânladılar. Müslüman olduğunuzu söylersiniz. Zekât vereceğiz, bunu almak ve bize İslâmı öğ-
retmek üzere muallim istiyoruz dersiniz. Gelenlerin bir kısmını öldürür, öcümüzü alırız. Bir kısmını da
Mekke’ye götürüp Kureyş’e satarız dediler.
Bu iki kabileden altı veya yedi kişilik bir heyet Peygamberimize (s.a.v.) gelerek “Müslüman olduk,
bize Kur’ân-ı kerîmi ve dîni öğretecek muallimler ver” dediler. Bu sırada Peygamberimiz (s.a.v.) Mekkeli
müşriklerin savaş hazırlığı içinde olup, olmadıklarını kontrol etmek üzere on kişiden meydana gelen bir
seriyye (keşif kolu) hazırlamıştı. Adal ve Kare kabilesinden de böyle bir heyetin gelip muallim istemeleri
üzerine durumu araştırmak inceleyip, ilgilenmek üzere bu on kişilik keşif kolunu gelenlerle birlikte gönderdi. Eshâb-ı kirâm’dan kurulan bu seriyyede bulunanlardan üçünün ismi bilinmemektedir. İsmi bilinen
yedi Sahâbî şunlardır; Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî Bükeyr, Âsım bin Sâbit, Hubeyb bin Adiy,
Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târık, Muattib (Mugir) bin Ubeyd (r.anhüm). - 301 -
Bu keşif kolu gündüzleri gizlenip, geceleri yürümek suretiyle bir seher vakti Recî’ suyunun başına
geldiler. Orada bir müddet dinlenip, Acve hurması (iyi cins Medine hurması) yediler. Sonra oradan ayrı-
larak, yakınlarındaki bir dağa çıkıp gizlendiler, Onlar oradan ayrıldıktan sonra Huzeyl kabilesinden koyun güden bir kadın Recî’ suyunun başında hurma çekirdeklerini görüp, Medine hurmasının çekirdekleri
olduğunu anladı. Buraya Medine’den gelenler olmuş diye bağırarak, koşup, kabilesine haber verdi. Bu
sırada Eshâb-ı kirâm’dan bu on kişilik seriyyenin yanında bulunan Adal ve Kare kabilesinin heyetinden
biri, bir bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lihyanoğullarına gidip, haber verdi.
Lihyanoğulları bu haber üzerine yüzü okçu olmak üzere ikiyüz kişilik bir kuvvetle izlerini takip edip,
bulundukları dağı kuşattılar. Sonra onları dağın tepesinde buldular. Teslim olmalarını, kendilerini tutup,
Mekkeli müşriklere teslim edeceklerini söylediler. Bu keşif kolu kendi aralarında istişare yaptıktan sonra
teslim olmayı reddettiler. Kılıçlarını çekip üzerlerine hücum eden ikiyüz kişilik düşmana karşı görülmemiş
bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten bir kısmını öldürdüler. Nihayet çarpışa çarpı-
şa on Sahâbî’den yedisi okla vurularak orada şehîd düştü. Üçü de esir edildi. Esir edilen bu Sahâbîler;
Hubeyb bin Adiy (r.a.) Zeyd bin Desinne (r.a.) ve Abdullah bin Târık (r.a.) idi. Lihyanoğulları üçünü de
yayların kirişleri ile bağladılar, içlerinden Abdullah bin Târık (r.a.) Mekkeli müşriklere götürülmeye râzı
olmadı. Gitmemek için zorlandı. Şehîd edilen arkadaşlarımdan güzel misaller vardır diyerek haykırdı. Bir
zorlayışta ellerinin bağını kopardı. Lihyanoğulları O’nu taşa tuttular, sonunda O’nu da şehîd ettiler.
Hubeyb bin Adiy (r.a.) ve Zeyd bin Desinne (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği keşif vazifesini yapmaya
belki imkân buluruz düşüncesi ile sabrettiler. (Bkz. Âsım bin Sâbit)
Lihyanoğulları her ikisini de Mekke’ye götürdüler. Bu sırada müslümanlarla Bedir ve Uhud savaşı-
nı yapmış ve bu savaşlarda yakınları öldürülmüş olan müşrikler kin ve intikam hırsı içinde bulunuyorlardı. Bu bakımdan her an fırsat arıyorlardı. Hubeyb’i (r.a.) müşriklerden Huceyr bin Ebî İhab-ı Temimî,
Bedir Savaşında öldürülen kardeşinin intikamı için satın aldı. Zeyd bin Desinne’yi de (r.a.), Safvan bin
Ümeyye, Bedir savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halefin intikamını almak üzere satın aldı. Müş-
rikler her ikisini de satın aldıktan sonra öldürmeye karar verdiler. Ancak savaş yapmayı yasak saydıkları
aylar girmiş olduğundan hapsetmek suretiyle bu ayların çıkmasını beklediler. Bir müddet her ikisini de
ayrı yerlerde hapis tuttular. Her iki Sahâbî de bu esaret karşısında büyük bir sabır, takat ve asalet gösterdiler.
Hubeyb bin Adiy’in (r.a.), hapsedildiği evde bulunan ve azatlı bir cariye olan Mâviye (Bu kadın daha sonra müslüman olmuştur.) şöyle anlatmıştır, “Hubeyb (r.a.), benim bulunduğum evde bir hücreye
hapsedilmişti Ben ondan daha hayırlı bir esir görmedim. Bir gün baktım elinde insan başı gibi kocaman
bir üzüm salkımı vardı. Ondan yiyordu. Hergün böyle üzüm salkımı elinde görülürdü. O mevsimde hem
de Mekke’de üzüm bulmak asla mümkün değildi. Allahü teâlâ ona rızık veriyordu. Hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okurdu. Onun okuduğu Kur’ân-ı kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar. Ona
acırlardı. Ona bir isteğin var mı dediğimde: “Bana tatlı su ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni öldürecekleri zaman önceden haber ver, başka bir şey istemem” dedi. Öldürüleceği
gün kararlaştırılınca gidip kendisine söyledim. Hayret ettim, öldürüleceği zamanı öğrenince onda en ufak
bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri görülmüyordu. Öldürüleceği gün yaklaşınca ölmeden önce vü-
cut temizliği yapmak istediğini söyledi ve bir ustra istedi. Ben de çocuğumun eline bir ustura verip, gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum. Eyvah bu adam çocuğu ustura ile keser o nasıl olsa öldü-
rülecek dedim. Koşup çocuğa baktım. Hubeyb (r.a.) gönderdiğim usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu
sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu durumu görünce çok korkup, feryad etmeye başladım. Durumu
anlayınca, “Bu çocuğu öldüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dînimizde böyle şey yok Haksız yere cana kıymak bizim hal ve şanımızdan değildir” dedi.
Hubeyb bin Adiy’i (r.a.) ve Zeyd bin Desinne’yi (r.a.) öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün
gelmişti. O gün sabah erkenden zincirlerini çözüp, Mekke dışında Temim denilen yere götürdüler. Mekke halkı ve müşriklerin ileri gelenleri iki Sahâbî’nin idam edilişini seyretmek üzere toplanmıştı. Etraflarını
büyük bir kalabalık sarmıştı. İdama götürülürken yolda karşılaşıp görüşen bu iki Sahâbî kucaklaşarak
birbirlerine uğradıkları belaya sabretmelerini tavsiye ettiler.
Müşrikler, esirleri idam edecekleri yerde iki darağacı kurmuşlardı. Hubeyb’i (r.a.) darağacına kaldı-
rıp bağlamak istedikleri sırada: “Beni bırakınız iki rekât namaz kılayım” dedi. Bıraktılar, “kıl orada” dediler. Hubeyb (r.a.), hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşu ile iki rekât namaz kıldı. Toplanan müşrikler, kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra “Vallahi eğer
ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım ve daha çok kılardım” dedi. Böylece idam edilirken iki rekât namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan Hubeyb
bin Adiy’dir (r.a.). Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun idam edilirken iki rekât namaz kıldığını işitince bu
hareketini yerinde ve uygun bulmuştur. - 302 -
Hubeyb (r.a.) namazı kıldıktan sonra, onu tutup darağacına kaldırarak bağladılar. Yüzünü kıbleden
Medine’ye doğru çevirdiler. Sonra haydi dininden dön seni serbest bırakalım dediler. Şöyle cevap verdi:
“Vallahi dönmem! Bütün dünyâ benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönmem!” Bu cevabı alan
müşrikler, şimdi senin yerine Muhammed’in olmasını onun öldürülmesini ister misin, sen de evinde rahat
oturasın dediler. Hubeyb (r.a.): “Ben Muhammed aleyhisselâm’ın ayağına bir diken bile batmasına asla
râzı olmam!” dedi. Müşrikler alay edip, gülüşerek, “Ey Hubeyb, İslâm dininden dön eğer dönmezsen seni
muhakkak öldüreceğiz” dediler. Hubeyb. (r.a.), “Allah yolunda olduktan sonra benim için öldürülmenin
hiç ehemmiyeti yoktur” dedi. Zeyd bin Desinne’ye de (r.a.) bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehîd oldu.
Bundan sonra Hubeyb (r.a.), “Allahım! Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum.
Allahım benden Resûlüne (s.a.v.) selâm ulaştır. Bize yapılan bu işi Resûlüne bildir..” diyerek duâ etti.
“Esselâmü aleyke yâ Resûlallah” dedi. Hubeyb bu duâyı yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz (s.a.v.),
Eshâb-ı kirâmla oturuyordu. Zeyd bin Hârise (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Bir gün Resûlullah (s.a.v.),
Eshâbıyla otururken kendisine vahy geldiği sırada kaplayan hal gibi bir hal kapladı. Sonra, “Ve
aleyhisselâm” dedi. Eshâb-ı kirâm, “Ya Resûlullah (s.a.v.) bu selâmı kimin selamına karşılık verdiniz?”
dedi. “Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına karşılık, Cebrâil aleyhisselâm, Hubeyb’in selâmını bana
ulaştırdı.” buyurdu. Ve Hubeyb ile Zeyd’in şehîd edildiğini Eshâbına duyurdu.
Hubeyb’in (r.a.) etrafında toplanan Kureyş müşrikleri, işte babalarınızı öldüren bu adamdır diyerek
gençleri üzerine mızraklarıyla saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya başladılar. Bu
sırada Hubeyb’in (r.a.) yüzü Kâ’be’ye doğru döndü. Müşrikler Medine’ye doğru döndürdüler. Hubeyb
“Allahım eğer ben senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü kıbleye çevir” diyerek duâ etti. Yüzü yine
kıbleye döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâ’be’den başka bir tarafa çeviremedi. Bu esnada
Hubeyb (r.a.) darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehîd edilmekte olduğunu dile getiren
bir şiir söyledi. Müşrikler ellerindeki mızrakları vücuduna saplayarak işkence yapmaya başlayınca “Vallahi ben müslüman olarak öldürülecek olduktan sonra vurulup hangi yanım üstüne düşersem düşeyim
gam yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır..” dedi. Hubeyb (r.a.) bundan sonra müşriklere şöyle bedduâ etti. “Allahım Kureyş müşriklerinin hepsini mahvet, topluluklarını dağıt, birer birer canlarını al, onları
sağ bırakma.” Müşrikler bu bedduâyı duyunca çok korkup, bir kısmı oradan kaçıp uzaklaştılar. Bir kısmı
mızraklarını peşpeşe saplamaya başladılar. İçlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak sırtından
çıktı. Hubeyb (r.a.) vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında sallanarak son nefesini verirken
“Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” diyerek şehîd oldu.
Hubeyb bin Adiy’in (r.a.) cenâzesi kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni çürüyüp kokmadı. Hep
taze kan aktı. Peygamberimiz (s.a.v.) onun cenâzesini getirmek üzere Eshâb-ı kirâmdan Zübeyr bin
Avvâm (r.a.) ve Mikdad bin Esvedi (r.a.) gönderdi. Gece gizlice Mekke’ye girip Hubeybi (r.a.) asılı bulunduğu darağacından indirip deveye yükleyerek Medine’ye doğru yola çıktılar. Durumu öğrenen müşrikler
büyük bir kalabalık halinde üzerlerine hücum ettiler. Kendilerini savunmak için cenâzeyi, yere koydular.
Biraz sonra baktılar ki Hubeyb’in (r.a.) cenâzesini bıraktıkları yer yarılıp, cesedi içine alındı ve kapandı.
Onlar da oradan uzaklaşıp, Medine’ye döndüler.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hubeyb bin Adiy (r.a.) için “O benim Cennette komşumdur” buyurmuştur.
 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-112
 2) El-İstiâb cild-1, sh-429
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-55, cild-8, sh-301, 302
 4) Vakidî, Megâzî cild-1, sh-74
 5) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-74
 6) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-3, sh-181, 182, 183
 7) Herkese Lâzım Olan Îmân sh-316
HUZEYFET’ÜBNÜ YEMÂN (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Peygamber efendimizin (s.a.v.) sırdaşı. Asıl ismi, Ebû Abdullah
Huzeyfet’übnü Yemân’dır. Babasının adı Huseyl olup, Yemân lakabıyla meşhûr olmuştur. Doğum târihi
bilinmemektedir. 36 (m. 656) senesinde Hz. Osman’ın şehîd edilmesinden 40 gün sonra vefât etti.
Huzeyfet’übnü Yemân, Hayber ile Teyme arasında yaşamakta olan Benî Abs kabilesine
mensûbtu. Bu kabile, İran Kisrâsı Nûşirevân zamanında hıristiyanlığı kabul etmişti. Fakat bunlar arasında bulunan âlim bir zât, Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak gönderileceğini haber vermişti.
Onlar da beklemeye başlamışlardı. Ancak Muhammed aleyhisselâma, Peygamberlik verilince, hicrete
kadar bundan haberdar olamadılar. Peygamberimizin (s.a.v.) hicretini işitir işitmez, içlerinden dokuz kişi-- 303 -
lik bir heyet Medine’ye gelerek, müslüman oldular. Hemen bunların arkasından Huzeyfet’übnü Yemân,
çok yaşlanmış olan babasını da yanına alarak Medine’ye gelip, müslüman oldu. Ensâr’dan sayıldı.
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) müslüman olduktan sonra, ilk olarak Uhud savaşına katıldı. Bu sava-
şa, çok ihtiyar olmasına rağmen belki şehîdlik nasîb olur diyerek babası da katılmıştı. Fakat Medine’ye
yeni gelmiş olduklarından herkes tarafından tanınmıyordu. İslâm ordusundan bir asker onu Mekkeli
müşriklerden zannederek, farkında olmadan öldürmüştü. Huzeyfet’übnü Yemân’a babasının diyeti verildiğinde, almak istemedi ve verilen diyeti fakîrlere dağıttı. Bu hareket Peygamber efendimizin (s.a.v.) çok
hoşuna gitti.
Uhud savaşından sonra, Mekkeli müşriklerin müslümanlar üzerine yaptıkları son saldırı olan Hendek savaşına da katılan Huzeyfet’übnü Yemân, bu savaşta görülmemiş bir cesaret ve büyük bir kahramanlık gösterdi. Bir ay süren bu savaşta, müşrikler yavaş yavaş çözülmeye ve geri dönmeye yüz tutmuşlardı. Huzeyfet’übnü Yemân, tam bu sırada müşriklerin durumunu kontrol edip, haber getirmek üzere, Peygamber efendimiz (s.a.v.) tarafından vazifelendirildi. Bu hizmetini bizzat kendisi şöyle anlatmıştır:
“Hendek savaşının en şiddetli safhaya ulaştığı bir sırada, bir gece yarısı Eshâb-ı kirâm’dan bir grup olarak Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında idik. Müşriklerin ordusu üst tarafımızda, savaş sırasında savunma
andlaşmasını bozarak ihânet eden Medine’deki Kureyza yahûdileri de, alt tarafımızda hazır bulunuyorlardı. Çoluk çocuğumuzun üzerine saldırmalarından endişe ediyorduk. Öyle bir gecede bulunuyorduk ki,
ondan daha karanlık bir gece görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte gök gürültüsünü andıran korkunç bir rüzgâr da esmeye başlamıştı. Bu sırada müşrik ordusu, telâşa kapılıp, kendi aralarında anlaş-
mazlığa düşmüşlerdi Peygamber efendimiz (s.a.v.) bize onların bu halini haber verdi. Biz, şiddetli soğuktan, açlıktan ve gecenin dehşetinden ayağa kalkamıyor, olduğumuz yerde üzerimize birşeyler örterek
bekliyorduk.
Resûlullah (s.a.v.) gecenin bir kısmını namaz kılarak geçirdikten sonra, bize doğru döndü ve şöyle
buyurdu: “İçinizden, müşrik ordusunun yanına, gidip, durumlarını inceleyerek, bana haber getirecek olan var mıdır? Bu haberi getirenin Cennette bana arkadaş olmasını Allahü teâlâdan dileyeyim.” Sonra, Resûlullah (s.a.v.) benim yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim üzerine çöküp büzü-
lerek oturuyordum. Resûlullah (s.a.v.) bana dokunarak bu kimdir? buyurdu. Ben, Huzeyfe’yim yâ
Resûlallah (s.a.v.) dedim. “Sen benim sesimi işitmedin mi?” buyurdu. “Seni peygamber olarak gönderen Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki, açlıktan ve şiddetli soğuktan dolayı emrinizi yerine getirecek güç
ve takati kendimde bulamadım” dedim. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), “Git şu kavim ne yapıyor bir
bak! Yanıma dönüp gelinceye kadar onlara ok ve taş atma. Mızrak ve kılıç vurma.” buyurdu. Bunun üzerine şöyle dedim: “Yâ Resûlallah onlar beni öldürürler diye korkmuyorum, esir alıp, yapacakları
ezâ ve cefâdan çekiniyorum. “Resûlullah (s.a.v.): “Sen benim yanıma, dönüp gelinceye kadar ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir edilip, işkenceye de uğramayacaksın”, buyurdu. Artık anladım ki, bana hiç bir zarar gelmeyecek. Kılıcımı yayımı aldım, gitmek üzere hazırlandım. Resûlullah
(s.a.v.) benim için duâ etti. “Allahım, onu önünden ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru.” buyurdu.
Müşriklere doğru yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku, ne bir üşüme, ne de bir ürperti hissetmiyordum. Nihayet müşriklerin ordugâhına vardım. Kumandanları Ebû Süfyân ve diğerleri ateş yakmışlar başında ısınıyorlardı (Ebû Süfyân daha sonra Mekkenin fethinde müslüman olmuştur.) Ebû Süfyân buradan çekip gitmeli diyordu. Hemen aklıma onu orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim. Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak
istedim. Tam atacağım sırada Resûlullahın (s.a.v.), “Benim yanıma dönüp gelinceye kadar bir hadî-
se çıkartmayacaksın.” buyurduğunu hatırladım ve onu öldürmekten vazgeçtim. Bundan sonra kendimde kuvvetli bir cesaret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum. Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Allahü teâlânın görülmeyen ordusu (melekler) onlara yapacağını yapıyordu. Rüzgârda, kap kacakları devriliyor, ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara müşrik
ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp, içinizde gözcüler ve casuslar bulunabilir, dikkat ediniz,
herkes yanındakinin kim olduğuna baksın! Herkes yanında oturanın elini tutsun dedi. Ebû Süfyân aralarına bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve solumda bulunan iki
kişinin ellerinden tutup, onlardan önce isimlerini sordum. Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebû
Süfyân ordusuna şöyle hitap etti. Ey Kureyşliler, siz durulacak gibi bir yerde değilsiniz. Atlar, develer
kırılmağa, ölmeğe başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan, başımıza gelenleri görüyorsunuz. Hemen
göç edip gidiniz? işte ben gidiyorum diyerek devesine bindi. Müşrik ordusu perişan bir halde toplanıp,
Mekke’ye doğru hareket etti. Rüzgârdan üzerlerine yağan taş ve çakıl sesini işitiyordum.
Müşrik ordusu çekip gidince ben de Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına döndüm. Yolun yarısına geldi-
ğimde karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvari (melekler) çıktı. Bana “Resûlullah’a (s.a.v.) haber ver.
Allahü teâlâ düşmanı perişan etti...” dediler. Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına dönüp, geldiğimde bir kilim
üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez, gitmeden önceki üşüme ve titreme halim tekrar - 304 -
başlamıştı. Resûlullah (s.a.v.) namazdan sonra ne haber getirdiğimi sordu. Ben de müşriklerin içine düş-
tükleri perişan hali ve çekip gittiklerini haber verdim. Resûlullah (s.a.v.) bu haber üzerine güldü. Sonra
yattı beni de yanına alıp üzerindeki kilimin bir ucunu üzerime örttü. O gece öylece uyuyarak sabahladık.
Sabah namazı vakti girince Resûlullah (s.a.v.) beni uyandırdı. Sabah baktık ki müşrik ordusundan hiçbir
kişi kalmamıştı. Onlar Mekke’ye yaklaşıncaya kadar peşlerinden şiddetli bir rüzgâr esti. Arkalarından
hep tekbir sesleri işittiler...”
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) Hendek savaşından sonra yapılan bütün savaşlara da katıldı. Benî
Kureyza gazvesinde, Hayberin fethinde, Mekke’nin fethinde, Huneyn gazvesinde ve Taif seferinde,
Tebük seferinde ve Veda Haccı’nda da bulundu.
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin (s.a.v.) sırdaşı olması vasfı
ile meşhûrdur. Peygamberimiz (s.a.v.) Ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vuku bulacak
hadîseleri de bildirmişti. Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o,
Resûlullah’ın (s.a.v.) verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah (s.a.v.) gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi,
Huzeyfet’übnü Yemân’a (r.a.) söyledi. O ve Ebû Hureyre (r.a.) buyurdular ki: “Server-i âlem (s.a.v.) âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize bildirdi. Bunlardan bildirilmesi caiz olanları size bildirdik, örtmesi lâzım olanları, sakladık bildirmedik.”
Peygamber efendimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Huzeyfe’yi (r.a.) ordu kumandanı
olarak tayin etti. Umman’daki mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman’a gönderdi.
Kendisine katılan İkrim’e (r.a.) komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü.
Bundan sonra Umman’da önce zekâtları toplamakla sonra da vali olarak orada vazifelendirildi.
Hz. Ömer halifeliği sırasında Onu Umman’dan Medine-i Münevvere’ye çağırdı. Bir müddet müşavere (danışma) heyetinde bulundurdu. Sonra da Mezopatamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı.
Irak’ın ve İran’ın fethinde bulundu. Nihâvend savaşında Nu’man bir Mukarrin, (r.a.) şehîd olunca, İslâm
sancağını Huzeyfe (r.a.) eline alarak Hemedân, Rey ve Deynura’yı fethetmişdir. Cezîre’nin fethinde bulunarak, Nusaybin Valiliği’ne tayin olundu. Selmân-ı Fârisî (r.a.) ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip,
orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. Böylece Kûfe şehri kuruldu.
Hüzeyfet’übnü Yemân emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hatta Hz. Ömer yeni feth edilen memleketlere: “Huzeyfe ne isterse veriniz” diye emir buyurmuş olduğu halde, kendisi kendi yiyeceğinden ve atının
yiyeceğinden fazlasını almamıştır. Medayin şehrinde uzun müddet valilik yaptı. Oranın halkı onun idaresinden son derece memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi Döndüğü zaman, Hz. Ömer O’nun halini
değiştirmediğini görerek boynuna sarılmış ve “Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim” buyurmuştur.
Hz. Ömer halife iken Huzeyfet-übnü Yemân’ın (r.a.) bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek,
O’na niçin kılmadığını sordu. O da ölen kişinin münafık olduğunu söylemiş ve bu sebeple cenâze namazını kılmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, memurları arasında münafık bulunup bulunmadı-
ğını sormuş o da bir tane var demiş, fakat Hz. Ömer’in bütün ısrarına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Hz. Ömer Huzeyfe’nin gitmediği cenâzeye gitmemiştir. Çünkü O’nun gitmemesini ölenin münafık olduğuna işaret sayardı.
Birgün Hz. Ömer huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma: “Resûlullah efendimiz’in (s.a.v.) fitne
hakkında olan sözü hatırında olan var mı? diye sordu. İçlerinden Huzeyfe (r.a.) ey mü’minlerin emiri!
Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır ki, “Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye duçar olur. Böyle günahlara oruç tutmak, namaz kılmak
ve iyiliği emretmek ve kötülükten nehy etmek keffâret olur.” buyurdu, diye cevap verdi.
Hz. Ömer “Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum” deyince, Huzeyfe: “Ey
mü’minlerin emiri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı
var.” diye cevap verdi.”
Hz. Ömer “Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?” diye sorunca Huzeyfe (r.a.) “O kapı kırılacak
diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer “Desene Ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek!” diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Daha sonra Huzeyfe’ye (r.a.) o kapının ne olduğu soruldu-
ğunda “O kapı Hz. Ömer idi” diye cevap vermiştir. Daha sonra Hz. Ömer şehîd edilmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Azerbaycan ve Ermenistan tarafları-
nın fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında mühim bir hizmeti de Kur’ân-ı kerîm nüshalarının çoğaltılmasına sebeb olmasıdır. Çünkü o, Azerbaycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde Kur’ân-ı kerîm’in de-
ğişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur’ân-ı kerîm’in Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman’a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman Kur’ân-ı kerîm nüshalarını çoğaltıp, belli merkezlere gönderdi. Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) Hz. Osman şehîd edildiğinde Medi-- 305 -
ne’de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hz. Osman’ın şehîd edilmesine çok üzüldü. Onun
şehîd edilmesinden kırk gün sonra vefât etti
Huzeyfe (r.a.) ölüm döşeğinde yattığı vakit “Dost anî bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez.
Allahım fakîrlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise,
sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır.” diyerek duâ etmiştir.
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) Peygamberimiz’den (s.a.v.) yüzden fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Ondan rivâyet edilen hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte adı verilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır.
Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
“Benden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’e uyunuz.”
“Bütün iyilikler sadakadır.”
“Utanmazsan, istediğini yap.”
“Nemmam (söz taşıyan) Cennete giremez.”
“Gümüş ve altın kaplardan bir şey içmeyiniz, ipekli elbise giymeyiniz.” (Daha sonra kadınların ipekli elbise giymesine izin verilmiştir:)
“Bir kimse, İslâm’da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların
sevablarına kavuşur. Bir kimse İslâm’da bir bid’at, (kötü) çığır açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir.”
“İki arkadaşın, Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik (şefkatli) davranandır.” “Şehvet nazarı ile bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah korkusu ile, onu
terk eder, yâni şehvet gözü ile bakmazsa, Allahü teâlâ ona öyle bir îmân nasîb eder ki, zevkini
kalbinde duyar.”
“İçinizdeki fenaları yola getirmeğe çalışmazsanız. Yani Emr-i Ma’ruf ve nehyi ani’l münker
yapmazsanız Cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için artık
iyilerinizin Allah’a yalvarması da fayda vermez.”
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) buyurdu ki:
“Resûlullah’a (s.a.v.) ileride hasıl olacak fitnelerden sordum, çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. “Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik Allahü teâlâ, senin
şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu seadet günlerinden sonra yine kötü
zaman gelecek mi” dedim. “Evet gelecek” buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedim.
Yine “Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur” buyurdu. Bulanıklık ne demektir dedim. “Benim sünnetime uymıyan ve benim yolumu tutmayan kimselerdir, ibâdet de yaparlar. Günah da işlerler” buyurdu. Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu dedim. “Evet Cehennemin kapılarına çağıranlar
olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır” buyurdu. Yâ Resûlallah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. “Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar” buyurdu. Onların zamanlarına
yetişirsem ne yapmamı emr edersiniz dedim. “Müslümanların cemaatine ve hükümetine tâbi ol” buyurdu. Müslüman hükümeti yoksa ne yapalım dedim. “Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma ölünceye kadar yalnız yaşa” buyurdu.
Huzeyfe (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ile namaz kılıyordum. “Bekara” süresinden
okumaya başlamıştı. Rahmet âyeti geldiği vakit Allah’dan rahmet diler, azâb âyeti geldiği zaman Allahü
teâlâ’ya sığınırdı. Tenzih âyeti geldiği vakit, Allahü teâlâ’yı tesbih ve takdis ederdi. Kur’ân-ı kerîmi bitirdi-
ği zaman Resûlullah (s.a.v.) şöyle duâ okurdu: “Allahım! Kur’ân-ı kerîm hürmetine bana rahmet eyle,
Kur’ânı bana imân, nur, hidâyet ve rahmet kıl, Allahım Kur’ân-ı kerîmden unuttuğum oldu ise bana hatırlat, anlamadığım oldu ise bana anlat, gece ve gündüzde Kur’ân okumayı bana nasîb et,
Kur’ân-ı kerîmi lehimde hüccet kıl. Ey âlemlerin Rabbi.”
“Her ümmetin taptığı bir buzağı, putu var. Benim ümmetimin putu ve tapdığı da altın ve
gümüştür.”
“Dünyayı âhıret üzerine tercih eden kimseyi Allahü teâlâ üç şeye mübtela kılar. Kalbinden
hiç çıkmayan sıkıntı. Hiç kurtulamadığı fakîrlik ve doymak bilmeyen hırs.”
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) buyurdu ki: “Öyle bir zamanda bulunuyorsunuz ki, sizden biriniz bildi-
ğinin onda dokuzu ile amel edip birini terk ederse helaka gider, öyle bir zaman gelecek ki o zaman bildi-
ğinin yalnız onda biriyle amel eden kurtulacaklar. Çünkü o zaman, amel edenler çok azalacaktır.”
Bir kişi Huzeyfet’übnü Yemân’a (r.a.) “Ben nifaktan korkuyorum” deyince, Huzeyfe “Eğer münafık
olsaydın nifaktan korkmazdın, çünkü münafık nifaktan emindir, korkmaz.” buyurdu. - 306 -
“Eğer gönüller manevî pisliklerden temiz olsaydı, Kur’ân-ı kerîmin zevkine doymazlardı.”
Huzeyfet’übnü Yemân’a (r.a.) sordular: “Hayatta olduğu halde ölü sayılan kişiler kimlerdir?”
Huzeyfet’übnü Yemân (r.a.) “Gördüğü kötülüğe eli ve dili ile mani olmayan veya kalbi ile buğz etmeyen
kimselerdir” buyurdu.
“İnsanlar öyle bir zaman yaşayacak ki; bir kişi için, ne kibar ve ne akıllı, diyecekler. Halbuki onun
kalbinde zerre kadar îmân izi olmayacaktır.”
Münafık kimdir denildiğinde “İslâmiyyetten bahsedip de onunla amel etmeyen, O’na uymayandır”
buyurdu.
 1) Buhârî cild-8, sh-93
 2) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel cild-5, sh-11
 3) Vakidî, Megâzî cild-2, sh-243
 4) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-3, sh-243
 5) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-270
 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-69
 7) El-Îsâbe cild-1, sh-317
 8) El-İstiâb cild-1, sh-317
 9) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh-219
10) Tehzîb-ül-esmâ vel-luga cild-1, 1. kısım sh-153
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1015
İBRÂHİM NEHÂ’Î (r.a.):
Tâbiîn’in en büyük fıkıh ve hadîs âlimlerinden. Fıkıh ilminin ve Irak mektebi’nin (re’y ehlinin) kurucularındandır. İsmi İbrâhîm bin Yezîd bin Esved bin Amr bin Rebîa bin Hârise bin Sa’d bin Mâlik bin enNehaî olup, künyesi Ebû İmrân’dır. Kendisi Kûfeli olduğu halde, aslen Yemen’deki Nehâ’ kabilesine
mensûb bulunduğundan Nehaî diye, meşhûr olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. Kûfe’de yaşamış
olup 96 (m. 715) senesinde vefât etmiştir. Şöhretten kaçınır, devlet adamlarının meclislerinde pek oturmazdı. Bir dostu: “İbrâhîm Nehâ’î’nin yanından çıktığımızda bize; “Eğer birisi beni sorarsa nerede
olduğunu bilmiyorum deyiniz. Çünkü siz buradan çıktıktan sonra benim (evin) neresinde olduğumu bilmezsiniz” diye tembih ettiğini bildirmektedir. Sevmediği bir insan kendisini aradığı zaman hizmetçisine
tembih eder. “Onu mescidde arayınız” dedirtirdi. İbrâhîm Nehaî Eshâb-ı kirâmdan Hz. Âişe ve Saîd-i
Hudrî (r.a.) ve başkaları ile görüşmüştür. Fakat onun ekseri rivâyetleri Tâbiîndendir. Bazı rivâyetlerde ise
Hz. Aişe ile görüştüğü sabit olmadığı bildirilmiştir. İbrâhîm Nehâ’î, Hâliyet-ül-Esved, Abdurrahman İbni
Yezîd, Mesruk, Alkâme, Ebî Ma’mur Hemmam bin Hâris, Kâdî Şüreyh, Sehm bin Müncâb ve daha bir
çok âlimden ilim ve hadîs öğrenmiştir. A’meş, Hammad bin Süleymân, Mansur, İbn-i Avn Zeyd-il-Yânî,
Mugîre bin Müksim-is-Sâbî ve âlimlerden bir cemâat de İbrâhîm Nehâ’î’den rivâyette bulunmuşlardır.
Kûfe ehlinin müftisi idi.
Hadîs-i şerîflerin senedlerindeki râvilerinden çok, metin ve ma’nâsına bakar bu yönden ele alırdı.
A’meş onun hakkında “İbrâhîm Nehâ’î hadîs-i şerîf sarrafı idi” demiştir. Hadîs-i şerîfi dinler, tedkikini yapar ona göre bazısını kabul, bazısını red ederdi. Hadîs rivâyetinde irsal yapardı (bazı râvileri atlardı!).
Fakat bu irsali Hz. Peygamberden yapmaya çekinirdi Hz. Peygamber şöyle buyurdu yerine, filân sahâbî
şöyle buyurdu demeği tercih ederdi. Ona: “Ey Ebî İmrân (İbrâhîm) sana Hz. Peygamber’den (s.a.v.) hadîs-i şerîf ulaşmadı mı? Onları bize nakletsen” dediler. “Evet ulaştı. Fakat Hz. Ömer buyurdu ki, Abdullah İbn-i Abbas, Alkame dedi ki demek bana daha sevimli daha kolay ve daha hafif gelir (Ya’ni
Resûlullah’dan, (s.a.v.) söylemediği bir şeyi söylemiş gibi rivâyet etmekten ve “Benden işitmediği bir
şeyi işitmiş gibi söyleyen Cehennemdeki yerine hazırlasın.” hadîs-i şerîfindeki tehditten korkarım)
buyurdu. Fıkhı rivâyetlerden öğrenir, rivâyetleri rey ve akılla anlar yani ictihâd ederdi. Bu itibarla Irak’ta
Rey (mektebini) kuran ve bu fıkhı tesis eden fakîh İbrâhîm Nehaî’dir.
Rey yolu, kıyas yoludur. Bir işin nasıl yapılacağı Kur’ân-ı kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş ise, buna benzeyen başka bir işin nasıl yapıldığı aranır, bulunur, bu işte onun gibi yapılır, işte
bu usûle “Rey yolu” denilmiştir. İbrâhîm Nehâ’î sorulmadıkça konuşmaz, fetva istenmedikçe her hangi
bir şeyin hükmünü beyan etmezdi. Faraziyeler (Şöyle olsaydı, böyle olsaydı nasıl olurdu gibi) şeyler ü-
zerinde durmazdı. Çok az konuşurdu. Hatta bazen ikindiden akşama kadar hiç konuşmadığı günler olurdu. Buyurdu ki: “Susmağı pek çok severim. Eğer kolayını bulsam hiç konuşmazdım” Yaptığı bütün
iyilikleri gizler, şöhretten daima kaçınırdı. Herkesin göreceği yerde, câmilerde sütun arkasında ibâdet
etmez, hatta oturmazdı bile. Buyurdu ki: “Din ve dünyâ işlerinde parmak ile gösterilmek, meşhûr olmak,
zarar olarak insana yeter. Bu zarardan ancak Allahü teâlâ’nın muhafaza ettiği kimseler kurtulur” Bizim,
hayâtlarına kavuştuğumuz insanlar herhangi bir toplantıda iyiliklerini anlatanı hoş görmezlerdi” Kâdı olmamak için Haccâc zamanında bir müddet gizlenmiştir. İbrâhîm Nehâ’î tamamen bir fıkıh muhitinde ye-- 307 -
tişmiştir. Ailesi ve çevresi hep büyük fıkıh âlimleri ile doludur. Dayısı Alkame bin Kays büyük fakîhtir.
Dayısının oğulları Esved ve Abdurrahman da fakîhtirler.
Vefâtında Şa’b! şöyle dedi: “İnsanların en fâkihini mezara koydunuz.” “Hasan-ı Basrî’den de mi?”
diye soruldu. “Evet, Hasan-ı Basrî’den daha fakîhtir. O, Basra ehlinin, Kûfe ehlinin, Şam ehlinin ve Hicaz
ehlinin en fakîhidir.”
Abdülmelik bin Ebî Süleymân “Sa’îd bin Cübeyr, içimizde İbrâhîm Nehâ’î varken niçin bana fetva
soruyorsunuz? diyerek İbrâhîm Nehâ’î’nin ilimdeki yüksek derecesini beyan ettiğini” duyduğunu bildirmektedir.
Bazı rivâyetlerde Hz. Âişe (r.a.) ile görüşmediği, bazı rivâyetlerde, görüştüğünü fakat hadîs dinlemediğini, bazı rivâyetlerde ise o zaman küçük yaşta olduğu bildirilmiş ise de doğru olan Hz. Âişe ile gö-
rüştüğüdür. A’meş: “İbrâhîm’in kendi fikri ile bir şey söylediğini işitmedim” demiştir. Buyurdu ki: “Hevâ
sahipleri ile (nefsin arzuları peşinde koşanlar ile) asla beraber, olmayınız, yanlarında oturmayınız” Talebelerinden Ebû Hamza kendisine “Sen benim imamımsın, ben de sana tâbi’ olan bir kimseyim. Hevâyı
bana öğret” deyince İbrâhîm “Hevâyı (nefsin arzularını) terk et. Çünkü Allahü teâlâ hevâda hardal tanesi
kadar hayır yaratmamıştır. İş budur...” diye cevap verdi.
Buyurdu ki: “Yabancılardan kendinizi koruyunuz” “Hastaya durumu sorulduğunda, hâlini önce hayırla, hamd ve şükürle söyleyip sonra derdini anlatırsa, halinden şikâyet etmiş sayılmaz. O, hastalığa
sabır edenlerdendir, şikâyet edenlerden değildir.”
“Bir kula Allah yolunda çekeceği eziyetlere karşı, kendisine verilen, ecir ve mükâfatlar içinde imândan sonra sabırdan daha kıymetlisi verilmemiştir.”
“Bir âlim veya başka bir kimse, insanların teveccühünü, sevgisini kazanmak için bir kelime bile
söylese bu bir kelime onu Cehenneme kadar götürebilir. Konuşmasının başından sonuna kadar niyyeti
bu olarak konuşanın halini düşününüz. Söylediğiniz her sözü Allah rızası için söyleyiniz, Allah rızası için
olmayınca da söylemeyiniz”
İbrahim Neha’î namaz kılarken kendinden geçerdi. Namazdan sonra çok şiddetli hasta gibi bir saat
kadar dururdu. Çok Kur’ân-ı kerîm okur ve bu durumda kendinden geçerdi. Bir gün birisi y anına gelmek
istedi Hemen Kur’ân-ı kerîmi kapadı ve bu kimse benim her zaman Kur’ân-ı kerîm okuduğumu görmesin” buyurdular. Herkes ile hoş geçinir ve çok tevazu sahibi idi. Günah işleyen hiç bir kimseyi aşağı
görmezdi “Günah işleyince arkadaşın ile arayı açma, ondan uzaklaşma. O bu gün günah işlemişse yarın
günahına tövbe eder.” buyururlardı. Herkesin ayıblarını örter idi. “Âlimin hatasını yaymayın, teşhir etmeyin. Çünkü âlim işlediği zelleyi hemen terkedebilir.” buyururdu. Her işinde ihlâslı olup; doğru yoldan
ayrılmaz ve dünya için, makam mevki için asla birşey söylemezdi. Dünyaya kıymet vermez ve şüpheli
şeylerden sakınırdı. “İnsanları iki şey mahveder. Birisi fazla mal toplamak, diğeri de çok konuşmaktır”
buyurmuşlardır. Kendisine sordular “Doğru olan tüccar mı yoksa yalnız ibadetle meşgul olup çok ibâdet
eden mi makbuldür?” Cevâbında “Doğru tüccar daha makbuldür. Çünkü o ölçerken, tartarken, alırken,
verirken hep şeytan ile mücâdele halindedir.” buyurdu. Ehl-i bid’at ile mücadele edip, onların i’tikadda ve
ibadetdeki bid’atlarına çok güzel cevaplar vermiş, dîni İslâm’a hizmet etmiştir. İmâm-ı A’zam’ın (r.a.)
hocası Hammad’ın hocasıdır. Bir defasında mürcîe fırkasından bahs açıldı; “Allaha yemin ederim ki
yahûdîlerden ve hıristiyanlardan çok bunlara buğz ederim” buyurmuştur. Abdullah İbn-i Hâkimin rivâyetinde, İbrâhîm Nehaî’nin yanında Hz. Ali ve Hz. Osman’dan bahs geçti. Oradakilerden birisi Hz. Ali’nin
Hz. Osman’dan üstün olduğunu söyleyince “Bu senin fikrin, sen bizim yanımızda oturma” buyurdu ve bu
rafizî itikadlı kimseyi yanından uzaklaştırdı. Bir defasında “Hz. Osman’a kötü bir şey söylemektense,
gökten düşüp parçalanmağı daha çok isterim” buyurmuştur. Ebî Hemzat-il A’vaz: Kûfe’de bid’at ehli
kimselerin konuşmaları çoğalınca İbrâhîm Nehâ’î hazretlerine geldim. “Ey Ebâ İmrân (İbrâhîm) Kûfe’de
yayılan bidatları görmüyor musunuz?” dedim. Bir âh çekti ve “Bid’at çıkaranlar yeni bir din çıkarmak
istiyorlar. Bunların çıkardıkları din, ne Allahü teâlâ’nın kitabı Kur’ân-ı kerîmde ne de Resûlullah’ın (s.a.v.)
sünnetinde vardır. Ortaya çıkardıkları bozuk ve bâtıl dine hak din, hak yol derler. Ehl-i sünnet yoluna ise
bâtıl yol derler. Muhakkak ki bunlar Muhammed’in (s.a.v.) dinini terk etmişlerdir. Bu ehl-i bid’at ile arkadaşlık etmeyiniz. Kendinizi onların zararından koruyunuz” buyurdu demiştir. Buyurdu ki: “İnsan sabahladığı zaman; “Ey herşeyi işiten ve bilen rabbim kovulmuş olan şeytanın şerrinden sen beni muhafaza et”
diye on defa söylerse akşam oluncaya kadar Allahü teâlâ onu şeytânın şerrinden muhafaza eder. Gece
söylerse Allahü teâlâ onu sabah oluncaya kadar şeytanın şerrinden muhafaza eder.”
Devlet adamlarından birisini kendisine ait olmayan bir ekin tarlasından geçerken gördü ve “Yol ü-
zerinde eşkıyalık yaparak müslümanlara zulm yapmak, dinde bid’at, çıkararak Allahü teâlâ’ya giden yol
üzerinde zulm yapmak yanında hafif kalır.” buyurdu.
Hanefî mezhebinde dînî hükümler Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Mes’ûd’dan (r.a.) başlıyan yol
ile meydana çıkarılmıştır. Yani, mezhebin reisi olan İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, (r.a.) fıkh ilmini - 308 -
Hammâd’dan, Hammad da İbrâhîm Nehâ’î’den, bu da Alkama’dan, Alkama da Abdullah bin Mes’ûd’dan,
bu da Resûl-i Ekrem’den “sallalahü aleyhi ve sellem” almıştır.
İbni Âbidîn birinci cildin otuzbeşinci sahîfesinde buyuruyor ki, (Fıkh bilgisi, ekmek gibi, herkese lâ-
zımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) olup, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden ve
en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkama bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhîm Nehâ’î, bu ekini biçmiş, yani bu bilgileri bir araya toplamışdır. Hammâd-ı Kûfî, bunu
harman yapmış ve bunun talebesi olan İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe öğütmüş, yani bu bilgileri kısımlara
ayırmışdır. Ebû Yûsuf, hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmişdir. Böylece hazırlanan lokmaları,
insanlar yemekdedir. Yani, bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmakdadırlar. İmâm-ı
Muhammed, pişirdiği bu lokmaları dokuzyüzdoksandokuz kısım bilgi grubu hâlinde talebesine
bildirmişdir. Altı kitabından, sagîr (yani küçük) dediğinde İmâm-ı Ebû Yusuf vasıtası ile öğrendiklerini,
kebir dediği kitablarda yalnız İmâm-ı A’zamdan işittiklerini bildirmiştir.)
İmâm-ı Rabbânî hazretleri “Bir vakı’a esnasında, hanefî mezhebi âlimlerinin ruhları teşrif ettiler.
Ebû Hanîfe hazretleri, büyük talebesi ve hocaları geldiler, İbrâhîm Nehâ’î de aralarında idi. Kendimi onların nurlarına gömülmüş buldum.” buyurarak İbrâhîm Nehâ’î’nin hem ilim hem de ma’rifet, evliyâlık bakımından büyük bir zât olduğunu beyan etmişlerdir.
İbrâhîm Nehâ’î, Alkame’den, O da, Abdullah İbni Mes’ûddan rivâyette, Resûlullah (s.a.v.) buyurdu
ki: “Benim dünyâ ile alâkam, süvarinin yaz gününde hayvan ile birlikte bir ağacın altında biraz
istirahat edip, oradan ayrılması gibidir.”
Bekara sûresinin 224. âyetinin tefsîri sorulduğunda: “Allahü teâlâ; Bir kimse sıla-i rahm ya’nî akrabayı ziyâret yapmayacağına, onlara iyilik yapmayacağına ve dargın olan iki kişiyi barıştırmayacağına
yemin ederse, bu yemini o kişiyi bu işlerden alıkoymasın, bu iyi işleri yapsın ve yemin ettiği için de
keffaretini versin.” buyuruyor diye cevap verdi.
Namazda secdeye giderken dizleri ellerden evvel yere koymayı, secde-i sehvi namazda selâmdan
sonra yapılacağını bildiren imamlardandır. Kadının, zevci, mahremi olmaksızın yolculuğa çıkmasının
caiz olmadığını bildirmiştir.
İbrâhîm Nehâ’î hazretleri hadîste, bilhassa fıkhta büyük âlim ve müctehiddir. O fıkhını hem Hz. Ali
hem de Abdullah bin Mes’ûd (r.a.), hem de Hz. Ömer’den almıştır.
 1) Vefeyât-ül-a’yân, cild-1, sh-25
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-6, sh-270
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-177
 4) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-80
 5) El-A’lâm cild-1, sh-80
 6) Miftâh-üs-Se’âde cild-2, sh-20, 22, 200
 7) Kâmûs-ul-a’lâm cild-1, sh-584
 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1021
 9) Tehzîb-ül-esmâ ve vel-lugâ cild-1, sh-104
10) Fâideli Bilgiler sh-16
İBRÂHİM TEYMÎ (Bkz. Yezîd bin Şüreyk) (r.a.)
KRİME BİN EBÎ CEHİL (r.a.)
Eshamı kirâmdan. Neseb ve silsilesi; İkrime bin Ebî Cehil Amr bin Hişâm bin Mugîre bin Abdullah
bin Amr bin Mahzûm el-Kureyşî el-Mahzûmî’dir. Ebû Cehlin oğludur, önce İslâm’a büyük düşman iken
Mekke’nin fethinden sonra müslüman oldu. Mekke’nin feth edildiği gün öldürülmesi emir buyurulan altı
kişiden biriydi. O gün Yemen’e kaçmak için gemiye bindi. Yolda fırtına çıkıp gemi batmak üzereyken
“Kurtulursam Muhammed’in (s.a.v.) ayaklarına kapanacağım.” diye niyet etti. Kurtulup, Yemen’e varınca
müslüman oldu. Hanımı ve amcasının kızı olan Ümmî Hakîm, Mekke’nin feth edildiği gün îmân edip,
kocası İkrime için de Peygamberimizden (s.a.v.) emân (af) almıştı. Yemen’e giderek İkrime’ye “İnsanların en üstünü, en halimi ve en kerîmi olan zât tarafından sana emân getirdim. “Senin için Resûlullah’tan
(s.a.v.) emân istedim. Eshâbına “Allahü teâlâ’nın emânında olsun, kimse ona taarruz eylemesin”
buyurdu diyerek kocası İkrime’yi müjdeledi. İkrime, hanımı ile Mekke’ye dönüp Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi.
Resûl-i ekrem, İkrime’nin geldiğini görünce ridası olmadığı halde ona doğru gelerek ayakta karşı-
ladı, kucaklaştılar. Sonra Resûl-i ekrem oturdular, İkrime ve hanımı da emir buyurunca oturdular. Zevcesinin yüzü kapalıydı. Bundan sonra İkrime Peygamberimize, zevcem benim için sizden emân aldığını
söyledi. Bu sebeple geldim dedi. Resûl-i ekrem “Zevcen doğru söylemiş, sen emniyettesin” buyurdu.
İkrime de “Yâ Resûlallah!. Önceki yaptıklarıma pişman oldum. Bana İslâmiyeti talim et dedi. Resûlullah - 309 -
efendimiz İslâmı talim ettiler. İkrime, Allahtan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in Allah’ın kulu ve elçisi
olduğuna şehâdet ediyorum diyerek müslüman oldu. Peygamber efendimiz de cenâb-ı Hakka duâ ederek onun için af ve mağfiret talebinde bulundu. Hz. İkrime, müslüman olduktan sonra Resûl-i Ekrem ile
beraber Medine’ye gitti. Orada yerleşti. Hicretin Onuncu yılında Resûlullah (s.a.v.) tarafından Hevazin’e
zekât toplayıcı olarak gönderildi. Hz. Peygamberin vefâtında İkrime (r.a.) hazretleri Yemen’in Tebâle
şehrinde bulunuyordu. Bu sebeple Resûl-i Ekrem’in vefâtında Medine’de bulunamamıştı.
Hz. Ebû Bekir, hicri onbirinci yılda Hz. Ömer’i hac emiri olarak tayin etti. Ertesi sene de kendisi
Umre yapmak için Mekke’ye gitti. Bu sırada İkrime bin Ebû Cehil, Hz. Ebû Bekir’in evine giderek onunla
birlikte babası Ebû Kuhafe’nin elini öptü. Eve girişleri sırasında Attab bin Useyd, Süheyl bin Amr, İkrime
bin Ebî Cehil ve Hâris bin Hişam, Hz. Ebû Bekir’e: “Selâmün aleyküm ey halifet’ü Resûlillah” dediklerinde, Resûl-i ekremin ismi zikredilmesinden dolayı Hz. Ebû Bekir ağlamıştır.
Hz. Ebû Bekir devrinde İkrime (r.a.) bir ordu ile Yemame’de bulunan ve yalancı Peygamberlik dâ-
vasına kalkışan Müseyleme’tül-Kezzab üzerine gönderildi. Fakat yardımcı kuvvetleri beklemeden
Müseyleme’ye hücum edince mağlup oldu. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir onu, önce Umman tarafında
bulunan Huzeyfe’nin (r.a.) yanına yardımcı kuvvet alarak gönderdi.” Burada vazifesini yaptıktan sonra
Mehre’ye yolladı. Mehre halkının İslâmiyeti kabulü ile Hz. İkrime ordusu ile birlikte Yemen’e gönderildi.
Yemen’deki bütün mürtedleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Medine’ye geri döndü. Bu defa Hz. Ebû Bekir
onu, bir ordu ile birlikte Suriye tarafına gönderdi. Burada Ecnadin’de Bizanslılarla savaştı. Bu savaşta
ağır yaralandı. Sonra Medineye geri döndü. Daha sonra Yermük savaşına katıldı. Bu savaşta oğlu ile
birlikte Hicrî 15 (m. 636) yılında şehid oldu. Ecnâdin muharebesinde şehîd olduğunu söyleyenler de vardır.
Hz. İkrime’den hadîs rivâyet edilmemiş fakat, Eshâb-r kirâm’dan bazıları onun müslüman oluşu ve
harplerde gösterdiği kahramanlıklar hakkında birçok rivâyetlerde bulunmuşlardır.
Hz. İkrime, İslâmiyetle şereflenince çok samimi bir müslüman olmuştur. Bu samimiyetinin nişanesi
olarak savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesaretli ve çok iyi bir kumandandı. Müslü-
manlığa gönülden bağlanmıştı. İbn-i Ebî Müleyke hazretlerinin bildirdiğine göre, Kur’ân-ı kerîmi eline
alınca önce alnına koyar sonra ağlamaya başlardı. Başka bir rivâyetde Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor: “Yermük muharebesinde idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak
darbeleri ile yaralanan müslümanlar düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu
arada ben de, güç belâ kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım. Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet aradığımı buldum. Fakat ne çare!... Bir kan seli
içinde yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:
“Su istiyor musun?” Belli ki istiyordu. Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile
de “Çabuk, halimi görmüyor musun?” der gibi bana bakıyordu Ben kırbanın ağzını açtım suyu kendisine
doğru uzatırken biraz ötede yaralıların arasında Hazret-i İkrime’nin sesi duyuldu:
“Su! Su! Ne olur, bir tek damla olsun su!”
Amcamın oğlu Hâris bu feryadı duyar duymaz göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hz. İkrime’ye
götürmemi istedi. Kızgın kumların üzerinde yatan şehîdlerin aralarından koşa koşa Hz. İkrime’ye yetiştim
ve hemen kırbamı kendisine uzattım, İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken Hz. Iyaş’ın iniltisi duyuldu.
“Ne olur bir damla su verin. Allah rızası için bir damla su!”
Bu feryadı duyan Hz. İkrime, elini hemen geri çekerek suyu lyaş’a götürmemi işaret etti. Suyu o da
içmedi. Ben kırbayı alarak şehîdlerin arasından dolaşa dolaşa Hz. Iyaş’a yetiştiğim zaman kendisinin
son nefesinde kelime-i şehâdeti söylediğini duydum. Benim getirdiğim suyu gördü. Fakat vakit kalmamıştı... Başladığı Kelime-i Şehâdeti ancak bitirebildi. Derhal geri döndüm, koşa koşa Hz. İkrime’nin yanına geldim; kırbayı uzatırken bir de ne görevim! Onun da şehîd olduğunu müşahede ettim. Bari dedim
amcamın oğlu Hz. Hâris’e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çare ki o da ateş gibi kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti.
Hayatımda bir çok hâdise ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında
akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı halde, bunların birbirine karşı bu derece fedâkâr ve şefkatli halleri
gıpta ile baktığım en büyük îmân kuvveti tezahürü olarak hâfızama adetâ nakşoldu!...
Hz. İkrime şehîd olduğunda üzerinde 70’den fazla kılıç ve mızrak yarası vardı.
 1) Vâkıdî, megâzî, cild-2, sh-825
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-39, cild-5, sh-444
 3) El-İstiâb cild-3, sh-148
 4) El-Îsâbe cild-2, sh-496 - 310 -
 5) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh-28
İMRAN BİN HÜSAYN (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan. Huzaa kabilesinin Kazb kolundandır. Hayber Savaşı’nda müslüman oldu. Ondan sonraki bütün savaşlarda Peygamber efendimizin (s.a.v.) yanında ve hizmetinde bulunmakla şereflendi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) kendilerini çok severdi. Eshâb-ı kirâm içinde çok fazîletlere sahipti.
Fıkh ilminde üstün derecesi vardı. Duâsı kabul olunan seçilmişlerdendir. Mekke’nin fethinde Huzaa kabilesinin sancağını taşıdı.
Hz. Ömer halife olunca, Basra halkına İslâmiyeti öğretmek için İmrân bin Husayn’i (r.a.) gönderdi.
Hasan-ı Basrî hazretleri kendisinden çok hadîs-i şerîf öğrenmiş ve yemin ederek demiştir ki: “Basralılar
için İmrân’dan daha hayırlı biri gelmemiştir.” Muhammed bin Sîrîn buyurdu ki: “Resûlullah’ın (s.a.v.)
Eshâbı arasında İmrân bin Husayn’dan üstünü az bulunur.” Abdullah bin Amr kendisini Basra kadılığına
tayin etti. Kâdılığı zamanında, iki kişi hüküm vermesi için kendisine geldi. Bunlardan birisi şahidini getirdi, diğeri getiremedi. Hüküm şahit getirenin lehine verildi. Şahit getiremiyen kimse bunu kabul etmeyip
“Bu karar bâtıldır” dedi. Hz. İmrân bunun üzerine Abdullah bin Amr’den azlini isteyerek istifa etti. İmrân
bin Husayn midesinden rahatsızlanmış, ishale yakalanmıştı. Hastalandığı sıralarda karnının dağlanmasını tavsiye ettiler. O kabul etmedi. Vefâtından iki sene önce çok ısrar ettiler. Dağlandı. “Dağlandık, fakat
sıhhat ve afiyete kavuşamadık” derlerdi. Dağlanmadan önce melekleri görürdü. Dağlanınca melekleri
göremez oldu. Sonra Allahü teâlâ’ya çok yalvardı. Tövbe etti. Yine görmeye başladı. Yakalandığı hastalığı sebebiyle ne oturabilir ne de ayakta durabilirdi. Kendisine hurma dallarından bir sedir yapmışlardı.
Orada günlerini geçirir, Rabbini zikrederdi. Otuz sene bu hal devam etti. Mitraf ile kardeşi A’lâ, ziyâretine
gittiler. Mitraf, onun bu hâlini görünce ağladı. Hz. İmrân: “Niçin ağlıyorsunuz?” deyince, O da: “Senin
haline ağlıyorum” diye cevap verdi. Hz. İmrân: “Ağlama, ben ölünceye kadar da kimseye söyleme! Melekler benim ziyâretime gelip selâm veriyorlar. Meleklerin selâmını alıyor, onlarla konuşuyorum. Onların
bu ziyâretlerinden fazlasıyla memnun oluyor, hasta olduğumdan dolayı verilen bu nimetlere şükür ediyorum. Böyle bir hastalık halinde Melekleri gören bir kimse, bu dertlere râzı olmaz mı?” dedi. Hicrî 52 (m.
672) senesinde vefât etti.
Birgün İmrân bin Husayn’a birisi, “Bize yalnız Kur’ân’dan söyle” deyince “Ey ahmak! Kur’ân-ı kerîm’de namazların kaç rekât olduğunu bulabilir misin?” dedi.
Resûlullah’tan (s.a.v.) 120 hadîs-i şerîf nakletmiştir. Peygamber efendimizden işiterek bizzat rivâ-
yet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
Peygamber efendimiz, düşman askerleri ile karşılaştığı zaman en önce vuran o olurdu.
Merhametden ayrılmamakla beraber harp meydanlarında insanların en şiddetlisi olurdu. Huneyn cenginde müşrikler Onu kuşattığı zaman atından inerek “Ben Peygamberim, yalan yok. Ben
Abdulmuttalibin oğlu Abdullah’ın oğluyum” buyurarak düşmana saldırdı. O gün Ondan daha cesur
ve daha metin kimse görmedim.
Birgün Peygamber efendimizin huzuruna Temimoğullarından bir grup gelmişti. Peygamberimizin
onlara:
“Ey Temimoğulları; Size müjde olsun” buyurup; Onlara Mebde’ ve Mead (mahlukların yaratılı-
şını ve kıyâmetin kopmasını) anlattı.
Temimoğulları: Bizi müjdeledin. Fakat biz devletin hazinesinden para istiyoruz diyerek, imân etmediler. Sonra Yemen halkından bir grup ziyârete geldiler. Peygamber efendimiz Yemenlilere:
“Ey Yemenliler! Temimoğulları madem ki kabul etmek, istemediler. O hayır ve se’âdet müjdesini siz alınız!” buyurdu. Yemenliler de: “Kabul ettik, yâ Resûlallah! Zaten biz huzurunuza îmân etmek için gelmiştik” dediler.
Hz. Peygamberimiz Onlara da Mebde’ ve Mead’ı (Mahlûkatın yaratılışını ve kıyâmetin kopmasını)
anlattıkları sırada bir kimse gelerek; “Yâ İmrân! Bindiğin deve, yularını sıyırarak kaçtı” dedi. Ben de devemi bulmak için hemen çıkıp baktım. Keşke deveyi bıraksaydım da Resûlullah’ın mübârek sözlerini
dinlemek fırsatını kaçırmasaydım.
Birgün Peygamber efendimiz bana buyurdu ki: “Yâ İmrân, sen de bilirsin ki biz seni çok severiz. Kızım Fâtıma-tüz-Zehra rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen ziyâretine, hatırını sormağa gidelim.” Ben de “Anam, babam canım sana fedâ olsun Yâ Resûlallah gidelim,” diye cevap verdim. Kalktım,
beraberce Fâtıma-tüz-Zehra’nın (r.anha) evine geldik. Peygamber efendimiz kapıyı çaldı ve “Esselamü
aleyküm Yâ Ehle Beyti” diye selâm vererek içeri girdiler. Fâtıma-tüz-Zehra da: (r.anhâ) “Ve aleyküm
selâm, sevgili babam Yâ Resûlallah! Buyurunuz.” Peygamber efendimiz: “Kızım, yanımda İmrân bin
Husayn vardır, başını ört.” buyurdu. Fâtıma-tüz-Zehra (r.anha) “Babacığım seni hak Peygamber ola-- 311 -
rak gönderen Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka örtünecek bir şeyim yoktur.” dedi.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) de “Kızım işte onunla örtün” buyurdu. Hz. Fâtıma (r.anha) “Ey Babacı-
ğım! Başımı örtsem vücudum, vücudumu örtsem başım açık kalır.” dedi. Peygamberimiz de “Bu örtüyü
düz düzüne değil de, köşeleme, yani uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını kaplasın” buyurdular. Ben dışardan bu konuşmaları işittikçe gözlerimden yaş, ciğerlerimden kan geliyordu. Hz.
Fâtıma’nın dünyâya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum. Nihayet Hz. Fâtıma Sevgili Peygamberimizin
tarifleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra içeri girmeme izin verdiler, içeride Peygamber
efendimizin arkasında oturdum. Peygamberimiz “Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?” diye hatırlarını sordular. O da: “Babacığım, bu gece çok rahatsızdım. Sancıdan sabaha kadar uyuyamadım. Şimdi öyle bir haldeyim ki, bir lokma ekmek yemeğe bile takatim kalmadı. Açlıktan çok bitkinim” dedi. Bu söz
üzerine Allahü teâlâ’nın sevgilisi, Resûl-i ekrem (s.a.v.) efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Buyurdular ki: “Kızım sakın halinden şikâyet etme! Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki ben, yaratıkların en üstünü, Allahü, teâlâ’nın sevgilisi olduğum halde, üç gündür mideme bir lokma ekmek
girmedi. Halbuki, Rabbimden istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici rızıkları, sonsuz rızıklar için fedâ ettim.” Sonra Mübârek elleriyle Hz. Fâtıma’nın omuzlarını tutarak: “Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının efendisisin!” buyurdular. Hz.
Fâtıma da: “Firavn’ın hanımı Asiye ile Îsâ aleyhisselâmın annesi Hz. Meryem’e ne diyeceksin babacı-
ğım?” dedi. Resûl-i Ekrem efendimiz “Asiye, kendi kadın âleminin efendisidir. Meryem de kendi
kadın âleminin efendisidir. Annen Hatice-tül-Kübrâ da kendi kadın Aleminin efendisidir. Sen de
kendi kadınlık âleminin yücesisin. Sizler yüksek derece Cennetlerde öyle köşklerde bulunacaksı-
nız ki, saf inciden yapılmış olup, orada insanın hoşlanmayacağı, insana üzüntü ve keder verecek,
ağlatıp sızlatacak, dert, sıkıntı ve yorgunluk getirecek hiçbir şey yoktur. Hem sana tavsiye ederim
ki, amcamoğlu Ali’nin getirdiği şeylere kanaat et ve işleri iyi idare et. Öyle bil ki, ben seni dünyâ
ve ahirette şerefli ve üstün bir zata vermişimdir” buyurdular.
“Sizin hayırlı asrınız, benim içinde yaşadığım zamandır, sonra benimle yaşayanlara yakın
olanlardır. Daha sonra onlara yakın olanlardır.”
“Ben, (Mi’râc gecesi) Cennet’de baktım da Cennet ehlinin çoğunun fakîrler olduğunu gördüm. Cehenneme baktım. Cehehnemdekilerin çoğunu da kadınların teşkil ettiğini gördüm.”
“Haya ancak, hayır getirir”
“Ey Eshâbım! Kur’ân-ı kerîm okutunuz. Kur’ân-ı kerîmin feyzi ile ihtiyaçlarınızı Allahü
teâlâ’nın ihsan deryasından isteyiniz! Sizden sonra bir sınıf Kur’ân-ı kerîm okuyucuları gelecektir
ki, bunlar, Allahü teâlâ’dan değil, insanlardan menfaat sağlamak için Kur’ân-ı kerîm okuyacaklardır.”
 1) Kâmûs-ul-a’lâm cild-5, sh-3216
 2) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-4, sh-287
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh-125
 4) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-29
 5) El-A’lâm cild-5, sh-70
 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-419, 639
 7) Eshâb-ı Kirâm sh-354
KA’B BİN ZÜHEYR (r.a):
Eshâb-ı kirâmdan meşhûr şâir. Künyesi Ebû’l Mudarreb’dir. Peygamberimizin (s.a.v.) şairlerinden
olup, Kasîde-i Bürde denilen meşhûr şiirin sâhibidir. Doğum tarihi bilinmemektedir. 6 (m. 645) senesinde
Şam’da vefât etti. Babası meşhur şair Züheyr bin Ebî Sülemî, annesi, Kebşe binti Ammar’dır.
Kâ’b bin Züheyr (r.a.) Müzeyne kabilemden olup, onbir şâir yetiştiren bir aileye nensûbtu. Babası
Züheyr bin Ebî Sülemi ve kardeşi Büceyr (r.a.) de şair idi. Kâ’b bin Züheyr’in babası hıristiyan ve yahudi
limlerinin yanlanna gider onları dinlerdi. Onlardan âhir zamanda bir peygamber gönderileceğini işitmişti.
Bir gece rü’yâsında gökten bir ip uzatıldığını o ipten tutmak için elini uzattığı halde yetişemediğini görmüştü. Bu rü’yâsının âhir zamanda gelecek olan Peygambere (s.a.v.) yetişemeyeceğine, ömrünün o
gönderilmeden biteceğine işaret olduğunu anlamıştı. Fakat oğulları Kâ’b (r.a.) ve Büceyr’e (r.a.) âhır
zaman Peygamberi gönderilince O’na îmân etmelerini vasıyyet etmiştir. Züheyr’in kendisi ve iki oğlu
meşhûr şâir idiler.
Kâ’b bin Züheyr (r.a.) ve kardeşi Büceyr (r.a.), İslâmiyet gelince Peygamberimizle (s.a.v) görüş-
mek üzere Medine-i Münevvere’ye doğru yola çıkmışlardı. Ebrak-ul-Azzaf denilen yere geldiklerinde
kardeşi Büceyr (r.a.), sen burada bekle, ben Medine’ye gidip, O Peygamberi (s.a.v.) bir göreyim, söylediklerini dinleyelim dedi. Büceyr (r.a.) Medine’ye gidince, Peygamberimiz (s.a.v.) ona, İslâmiyyeti anlattı
ve müslüman olmasını söyledi. O da hemen kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. - 312 -
Kâ’b bin Züheyr (r.a) kardeşi Büceyr’in (r.a.) müslüman olduğunu öğrenince ona çok kızdı. Bunu
dile getiren bir şiir yazdı. Şiirinde Peygamberimize (s.a.v.) ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler söylemişti. Kardeşi Büceyr (r.a.) buna tahammül edemeyip, durumu Peygamberimize (s.a.v.) arz etti. Bunun
üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) “Kâ’b’a kim rastlarsa O’nu öldürsün” buyurmuştu. Kardeşi Büceyr
(r.a.) Kâ’b’a (r.a.) bir mektûb yazarak gönderdi. Burada “Başının çaresine bak!” diye yazarak durumu
bildirdi. Kâ’b’ın (r.a.) yazdığı zemmedici (kötüleyici) şiire karşılık bir de şiir yazdı. Bu şiirinden bir bölü-
münün tercümesi şöyledir: “Ey Kâ’b! Kabul etmeyip, yerdiğin bu İslâm dininden daha gerçek ve daha
sağlam bir din olamaz, var mı sende? Kurtulmak istiyorsan putları bırak, bir olan Allaha îmân et,
müslüman ol ki, kurtulabilesin! Kıyâmet gününde kaçılamayacak olan Cehennem ateşinden, müslüman
olup, îmân edenlerden başkası kurtulamayacaktır. Büceyr (r.a.) kardeşi Kâ’b’a (r.a.) yazdığı mektubun
bir kısmında da şöyle yazmıştı:
“Resûlullah’ı (s.a.v.) şiir yazarak hicvedip üzen, Mekkelilerden bazıları öldürüldü. Kureyş şairlerinden sağ kalan İbn-i Zibâ’ra ve Hubeyre bin Ebî Vehbise başlarını alıp kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan acele Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına gel. O, yaptığına pişman olup, tövbe ederek yanına gelen
kimseyi öldürmez. Böyle tövbe ederek, gelip müslüman olanların hepsini kabul etti.”
Bu mektubumu alır almaz müslüman ol ve hemen buraya gel! Eğer bu dediğimi, yapmayacak olursan, yer yüzünde başını al nereye gideceksen git...”
Kâ’b bin Züheyr (r.a.) kardeşi Büceyr’in (r.a.) mektubunu alınca sanki yer yüzü ona dar gelmişti.
Zaten kabilesi arasında bulunan düşmanları onun için “O artık öldürülmüş demektir!” diyerek dedikodu
yayıyorlardı. Kâ’b bin Züheyr (r.a.) bu durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş
gönlü aydınlanıyordu. Nihayet müslüman olmaya karar verdi. Medine yoluna düştü. Peygamber efendimizi (s.a.v.) medheden ve kendisinin de tövbe edip, müslüman olduğunu bildiren uzun bir şiir yazdı. Medine’ye varınca Cüheynî kabilesinden olan bir dostunun evine gizlice gidip, misafir oldu. Ertesi gün sabah namazında misafir olduğu kişi onu Peygamberimizin (s.a.v.) yanına götürdü. Peygamberimiz (s.a.v.)
o sırada Eshâb-ı kirâm arasında idi. Eshâb-ı kirâm etrafını sarmış sohbetini dinliyorlardı. Kâ’b bin Züheyr
(r.a.) devesini mescidin önüne çöktürüp içeri girdi. Peygamberimizin (s.a.v.) yanına yaklaşıp, kendini
tanıtmadan “Yâ Resûlallah (s.a.v.) Kâ’b bin Züheyr yaptıklarına pişman ve müslüman olarak aman dilemeye gelmiş bulunuyor. Ben onu sana getirsem aman verip, müslüman olmasını kabul eder misiniz?”
dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Evet” buyurdu. Bunun üzerine “Şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh
yoktur. Sen de O’nun Resûlüsün!’’ dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Sen kimsin” dedi. O da “Ben Kâ’b bin
Züheyr’im” dedi... Eshâb-ı kirâm, onun Kâ’b bin Züheyr (r.a.) olduğunu anlayınca Ensârdan biri ayağa
kalkıp “Yâ Resûlallah (s.a.v.) müsaade et boynunu vurayım!” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Vazgeç
ondan! O içinde bulunduğu halden pişman ve hakka dönmüş olarak gelmiştir” buyurdu. Bu sırada
Kâ’b bin Züheyr (r.a.) müslüman olduğunu bildiren, bir kasîde okumaya başladı. Bu kasîdesinde uzun
bir girişten sonra asıl mevzuya geçip, müslüman olduğunu, tövbe ettiğini ve af dilediğini dile getirdi. Son
kısmında da Peygamberimizi (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmı metheden beyitleri okudu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Kâ’b bin Züheyr (r.a.) “Banet süâdü; Sevgili uzaklaştı” sözleriyle başlayan
bu kasîdesini beğenip, çok memnun oldu. Onu afv etti. Bürdesini (hırkasını) çıkarıp, onun omuzlarına
koydu. Bu sebeple Kâ’b bin Züheyr’in kasîdesi, “Kasîde-i Bürde” ismi ile meşhûr olmuştur. Bu kasîdenin
birçok şerhleri (açıklamaları) vardır. Resûlullah’ın (s.a.v.) hediye ettiği bu hırka, Hz. Muâviye tarafından
Kâ’b bin Züheyr’in (r.a.) varislerinden satın alınıp muhafaza edilmiştir. Sırasıyla Emevilere, onlardan
Abbasîlere, daha sonra da Mısır’ın fethinde Mekke Şerîfi tarafından diğer kutsal emanetler ile birlikte
Yavuz Sultan Selîm Han’a teslim edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu harka, “Hırka-i Se’âdet” ismi
ile meşhûr olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul’da Topkapı Müzesinde “Hırka-i Se’âdet” odasında muhafaza
edilmektedir.
Hırka-i Se’âdet, 1,24 boyunda geniş kollu olup, siyah yünlü kumaştan yapılmıştır. İçi krem renkli
yünlü kumaş ile kaplıdır. Önünde, sağ tarafında ve sağ kolunda birer parça eksiklik vardır. Bohçalara
sarılı olarak üstten çifte kapaklı altın bir çekmece içindedir. Bu çekmece de ayrıca bohçalara sarılmış
olarak altından büyük bir sandukaya konulmuştur. Bu çekmece ve sanduka Sultan Abdulazîz Han tarafından yapılmıştır. Daha önceden de Osmanlı Sultanları tarafından bu şekilde çekmece ve sandukalar
yapılarak muhafaza edilmiştir. Hırka-i Se’âdetin içinde bulunduğu Sanduka üzerinde “Lâ ilâhe illallah ve
mâ erselnâke illâ rahmeten lilâlemîn. Lâ ilâhe illallah el-Melik-ül-Hakk-ül-Mübîn. Muhammedün
Resûlullah, es-Sâdık-ul-Va’dü’l Emîn” yazılıdır.
Osmanlılar zamanında Mukaddes emanetlerin ziyâreti muayyen bir merasim ile yapılırdı. Her yıl
Ramazan ayının onikinci günü Hırka-i Se’âdet’in içinde bulunduğu sanduka “Revan” odasına nakil edilir,
umumi bir temizlik yapılır, bu arada duvarlar gülsuyu ile yıkanır, Od ağacı ve buhurlar yakılır, dairenin
direkleri cilâlanırdı. Ramazanın on beşinci günü devlet ileri gelenleri, âlimler, Yeniçeri ve Sipahi ağaları,
Babüssaade önünde öğleden önce toplanırlardı. Sadrazam, Ayasofya Câmii’nde Şeyhülislâm ile birlikte - 313 -
namaz kıldıktan sonra, alay ile arz odasına gelirlerdi Padişah ile maiyetindekiler de Hırka-i Se’âdet dairesine geldikten, sonra, Sultanda bulunan altın anahtar ile büyük sanduka açılır ve yeşil ipek kadifeden
som sırmalı ve ince işlemeli ve yedi bohçaya sarılı altından yapılmış çekmeceyi de padişahta bulunan
altın bir anahtar ile açmak suretiyle Hırka-i Se’âdet ortaya çıkarılmış olurdu. Bu işler yapılırken, Pâdi-
şah’ın birinci ve ikinci imamları ile has oda imamı ve ayrıca güzel sesli müezzinler Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Önce Padişah, sonra işaret ettiği kimseler sıra ile Hırka-i Se’âdet’e yüzlerini ve gözlerini sürerlerdi
Padişah, üzerinde bir kıt’a yazılı bulunan tülbentleri Hırka-i Se’âdet’e sürüp ziyârete gelenlere dağıtırdı.
Merasim bittikten sonra sandukayı padişahın kendisi kilitlerdi.
Hicretin 26.ncı yılında vefât eden Kâ’b bin Züheyr’in Fransızca, İtalyanca ve diğer dillere çevrilen
Kasîde-i Bürdesi’nden başka diğer kasîdelerini ve şiirlerini içine alan bir de dîvânı vardır. Divânı, Ebî
Saîd Şükrü tarafından “Şerh-i divân-ı Kâ’b İbn-i Züheyr” adıyla şerh edilmiştir. Fuât Bostanî tarafından
da divanı ve kendisi hakkında “Kâ’b bin Züheyr” adlı bir kitap yazmıştır.
Kâ’b bin Züheyr’in (r.a.) Kasîde-i Bürde adlı bu meşhûr kasîdesinin bir bölümünün tercümesi şöyledir, “
“Yardımını umduğum her dost bana, senden yüz çevirdim seni teselli edemem dedi..
Ben de onlara çekilin yolumdan Allahü teâlâ’nın takdir ettiği herşey elbette olacaktır, dedim... Her
insan bir gün mutlaka tabut üzerinde taşınacak (ölecek)... Özür beyan ederek Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldim... Onun affetmesi en çok umulan şeydir... O’nun huzurunda özür kabul edilir, . Bana merhamet et beni affet Yâ Resûlallah (s.a.v.)... Şüphesiz ki, Resûlullah (s.a.v.) Allah’ın keskin kılıçlarından
yalın bir kılıç ve hidâyet saçan bir nurdur...”
 1) El-A’lâm cild-6, sh 226
 2) El-Îsâbe cild-3, sh-295
 3) El-İstiâb cild-3, sh-297
 4) Eş-Şiir ve’ş-Şuarâ sh-61
 5) Kâmûs-ul-a’lâm cild-5, sh-3867
KA’B-ÜL-AHBÂR (r.a.):
Tâbiîn’in tanınmışlarından. Rivâyeti çok olan bir zâtdır. Müslüman olmadan önce, yahûdi âlimlerinin büyüklerinden idi. Künyesi Ebû İshâk’tır. Resûlullahın (s.a.v.) zamanına yetişti. Ancak bu sırada
müslüman olma nimetine kavuşamadı. Bir rivâyete göre, İslâmiyyetle şereflenmek üzere, Resûlullah’ın
(s.a.v.) huzuruna çıkmak için hazırlanmıştı. Fakat Resûlullah (s.a.v.)’in vefâtını ve bazı Arapların
irtidâdını (dinden çıkışlarını) duyunca geri döndü.
Hz. Ömer zamanında müslüman olduğu söylenir. Yemen’de doğdu. Hz. Ömer’in hilâfeti zamanında Medine-i Münevvere’ye geldi. Humus’ta yerleşti. Burada Hz. Osman zamanında 32 (m. 652) târihinde vefât etti. Vefâtı hakkında başka târihler de söylenmiştir.
Kâ’b-ül-Ahbâr (r.a.) buyurur ki:
“Allahü teâlâ, mü’min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyâyı
ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyâda rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu
Cehennemin aşağı derecelerine düşürür.”
“Fakîr kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.)”
“Peygamberler (a.s.) bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğradıkları zaman, sıkıntısız oldukları
zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı. Rahata kavuştukları zaman, bir günâh işlemiş olabileceklerini düşünürlerdi.”
“Kim zenginlere ve mal sahiblerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir.”
“Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur.”
“Allahü teâlânın korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.” “Allahü teâlâya
yemin ederim ki Allahü teâlânın korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı
sadaka olarak vermekten, daha çok severim.”
“Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, “Falan oğlu
falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor” derler.” - 314 -
“Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesîle
(çâre, yol)’dir.”
“Allahü teâlâ, yersiz güleni, bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez.”
“Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir.”
“İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona gösterilse, ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği
şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz.. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız.”
“Cehennemde dört köprü vardır. Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur.”
“Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin
(düşünsün). Böyle yaparsa âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını
hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür.”
“Âlim mü’min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür.”
“Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasîbi sadece övünmeleridir.”
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, su kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir.”
“Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sahiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür.”
“Eğer sizden biriniz, iki rekât nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü.
Farz namazlara gelince, artık onun sevabını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir.”
Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihâtta bulundu: “Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki
durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o
evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl. Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk
et (hayra ver). O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakîr komşuna,
yoksula, köleye, esire, korkana merhamet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü
teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır. Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız
gibi, gece namaz kılanlara bakarlar.”
“Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve nümûne gösterir. Onlar:
Allahü teâlânın rızası için savaşan, savaşta ön safta olanlar, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu
gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir.”
“Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünyâ belâ ve musîbetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir.”
“Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir. Ben Allahü
teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehîdlik o kadar güzel ki, tekrar dünyâya döndürülüp, üç defa daha şehîd
olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehîd olamadığım için ağlıyorum.”
Biri gelip, Ka’b-ül-Ahbâr hazretlerine “İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?” diye sordu. Cevabında (ölümdür) buyurdular.
“Âhir zamanda öyle âlimler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mubahların
çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar,
fakat, kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevki sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyâyı kötüleyecekler, fakat
zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakîrlerden uzak kalacaklar. Kadınların erkeklere karşı gelmesi gibi,
bildiklerine aykırı hareket edecekler, yakınlarını başkalarının yanında görseler, darılacaklardır. Böyle
âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir.”
“Kuşlar ve yerde bulunan haşereler, Cum’a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi
gündür derler.”
“Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür.”
“İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur, insanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar.
Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı.
Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı.” - 315 -
“Şöyle duydum: Sâlih insan kabre konur. Namaz, oruç, hac ve zekât gibi amelleri etrafını sarar.
Azâb melekleri geldiğinde karşılarına namaz çıkar. Onlara, “Bu şahıs, ayakları ile Allahü teâlânın huzurunda durdu, namaz kıldı. Buna azab edemezsiniz.”. Sonra baş tarafından gelirler, bu defa, oruç karşılarına çıkar, “Bu baş, Allah için oruç tuttu, burada azab edemezsiniz”, der. Vücudun diğer kısımlarına gittiklerinde, hac ve cihad gibi ibâdetler karşılarına çıkarlar. Ellerine geldiklerinde eller “Allahü teâlânın rı-
zâsı için bu eller sadaka vermiştir. Onun için azab edemezsiniz” derler. Bütün bu durum karşısında azab
melekleri “Madem ki, dünyâda sâlih ve temiz bir kişi olarak yaşadın, güzel bir şekilde öldün, burada
müsterih ol, rahat yat” derler. Sonra rahmet melekleri gelir Cennetten ışık, yatak ve giyecek getirirler.
Kabrini gözün görebildiği kadar genişletirler. Kabrini aydınlatırlar. Kıyâmete kadar kabri aydınlık kalır.”
“Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Eyyûb (a.s.)’a verilen
sevabtan verir.”
“İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmiyen, onlara karşılık vermeyi terk etmiyen kimse sabırlı sayılmaz.”
 1) Makâlât-ı Kevserî sh-36
 2) El-A’lâm cild-5, sh-228
 3) Tezkîret-ül-huffâz cild-1, sh-49
 4) Hilyet-ül evliyâ cild-5, sh-264; cild-6, sh-3
 5) El-İsâbe cild-3, sh-315
 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1026
KÂDI SÜREYH (r.a.):
Tabiînin büyüklerinden. Künyesi Ebû Umeyye’dir. 79 (m. 713)’de vefât ettiği rivâyet edilir. Babası-
nın ismi Hâni idi. Hâni, kabilesi nâmına elçi olarak Medine’ye gelmişti. Resûlullah’ı görünce müslüman
oldu. Resûlullah (s.a.v.) ona Ebû Şüreyh ismini vermiştir. Kinde kabilesindendir. Kâdı Şüreyh’in
sahabilerden olduğuna dair rivâyetler varsa da doğrusu Tabiînden olduğudur.
Hz. Ömer, Hz. Ali ve İbn-i Mes’ûd’dan (r.anhüm) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Şa’bî, Nehâî, Abdülazîz
bin Refî, Muhammed bin Sîrîn ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kırk yaşında, Hz.
Ömer tarafından Kûfe’ye kadı (hakim) yapıldı. Hadîs ve fıkıh ilminde büyük âlimdi. Basra’da bir sene
kadar kadılık yaptı. Sonra, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve sonrakiler tarafından da Kûfe kadılığında
bırakılmıştır. Aralıksız 60 seneden fazla kadılık yapağı bildirilir. Hüküm verme konusunda çok bilgili ve
pek âdil idi. Haccâc kendisini kadı yapmak istedi ise de kabul etmemiştir. Yetmişdokuz senesinde (m.
698) yüzyirmi yaşının üzerinde iken vefât etti.
Kâdı Şüreyh hazretlerinin rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler.
Hz. Ali zırhını kaybetmişti. Onu aradı, fakat bulamamış, Kûfe’ye gelmişti. Zırhını bir yahudinin elinde gördü. Hz. Ali yahudiye, “Ey yahudi! Bu zırh benimdir. Onu ne sattım, ne de kimseye verdim. Sende
nasıl oluyor?” buyurdu. Yahudi de hayır bu, benim zırhım diye cevap verdi. O zaman Hz. Ali, gel kadıya
gidelim buyurdu, ikisi beraber Kâdı Şüreyh’in yanına gittiler. Hz. Ali, Şüreyh’in yanına oturdu. Yahudi ise
Şüreyh hazretlerinin karşısına oturdu. Hz. Ali buyurdu ki: “Eğer hasmım (mahkemelik olduğum şahıs)
zımmî (gayri müslim vatandaş) değil de, müslüman olsaydı, mecliste onunla beraber otururdum. Bu
zımmî ile beraber oturmayışımın sebebi şu: Resûlullah’dan (s.a.v.) işittim. Buyurdular ki: “Allahü teâlâ,
onları aşağıladığı gibi, siz de onları aşağılayınız, hor ve hakîr tutunuz.” Diğer bir rivâyette! Eğer
mahkemelik olduğum kişi, müslüman olsaydı, onunla yanyana otururdum. Fakat Resûlullah’dan (s.a.v.)
işittim: “Bir mecliste onlarla yanyana, eşit olarak oturmayınız. Onları en dar yerlere sıkıştırınız.
Eğer size söverlerse, onlara vurunuz. Onlar da size vururlarsa, öldürünüz” buyurdular. Kâdı
Şüreyh dedi ki: “Ey mü’minlerin emiri! Buyurun. Konuşun. Hz. Ali: “Yahudinin elindeki zırh benim. Onu
birisine ne bağışladım ve ne de sattım. Şüreyh “Ey yahudi, sen ne dersin?” Yahudi: “Bu zırh benim ve
şimdi de benim elimdedir.” Şüreyh: Ey mü’minlerin emiri! Delil gösteriniz. Hz. Ali: Âzâdlı kölem Kanber
ve oğlum Hasan, o zırhın benim olduğuna şahiddirler. Şüreyh hazretleri: Oğulun babaya şahidlik etmesi
caiz değildir. Hem Cennetlik bir kişinin şahitliği de caiz olmaz. Resûlullah (s.a.v.) buyuruyor ki “Hasan
ve Hüseyin Cennetlik gençlerin efendileridir.” Bu konuşmaları dinleyen yahudi: Mü’minlerin emiri
beni kendi hakimine götürdü. Ancak hakimi onun aleyhine hüküm verdi. Böyle bir adaleti ancak hak bir
dine inananlar yapabilir dedi ve şehâdet kelimesini “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh” (Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur. Muhammed (s.a.v.) Allahü
teâlânın kulu ve resûlüdür, Peygamberidir.) söyleyerek, müslüman oldu. Sonra şöyle dedi: Ey
mü’minlerin emiri, bu zırh senin zırhındır. Senin devenden düşmüştü de, onu ben almıştım, dedi. Sonra
Hz. Ali, Nehrevan’a Haricîlerin üzerine giderken bu zat da onunla beraber gitti. Orada şehîd oldu.
Kâdı Şüreyh hazretleri Hz. Ömer’den rivâyet ettiği, hadîs-i şerîfte; Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir genç, dünyâ lezzetini ve oyununu bırakır, gençliğine rağmen Allahü teâlâya tâate (beğen-- 316 -
diği şeylere) yönelirse, Allahü teâlâ, ona yetmiş iki sıddîk sevabı verir. Sonra şöyle buyurur: “Ey
şehvetini (nefsinin arzu ve isteklerini) benim rızam için terk edip, gençliğini benim beğendiğim iş-
lerde harcayan genç! Sen, benim yanımda meleklerimden birisi gibisin.”
Hz. Ömer’den bildiriyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ey Âişe! Dinlerini parça parça edip,
doğru yoldan ayrılanlar, bid’at ve heva (nefsinin arzu ve istekleri) sahibleri, bu ümmetin sapıkları-
dır. Yâ Âişe, her günah sahibi için tevbe vardır. Ancak, bid’at ve heva sahibleri, benden uzaktır,
ben de onlardan uzağım.”
Kâdı Şüreyh (r.a.) buyuruyor ki Kûfe çarşısında Hz. Ali ile beraber idik. Etrafındakilere bir şeyler
anlatan bir vaizin yanına vardık. Orada durduk. Hz. Ali vaize: “Sana bir şey soracağım. Bakalım bu suâ-
lin içinden çıkabilecek misin.” buyurdu. Vaiz, “Buyurun, Ey Mü’minlerin Emîri, istediğinizi sorun” dedi. Hz.
Ali, “İmânın devamı ve yerleşmesi ve silinip yok olması nelerle olur.” diye sordu. Vaiz bu soruya şöyle
cevap verdi: îmânın kuvvetlenip, devam etmesi, vera’ (şüphelilerden kaçınmak), yok olması da tama’
(dünyâ lezzetlerini harâm yollardan aramakla) ile olur. Hz. Ali bu cevaptan memnun oldu.
Kâdı Şüreyh hazretlerine, bu kadar çok ilmi nasıl elde ettin, diye sorduklarında: “Âlimlerle görüşerek elde ettim. Birbirimizden karşılıklı istifâde ettik” buyurmuştur. Kâdı Şüreyh hazretleri ayağından rahatsız idi. Üzerine bal sürdü. Sonra güneşte oturdu. Yanına ziyâretçiler geldi. Dediler ki: Kendini nasıl
buluyorsun? Kâdı Şüreyh iyiyim, dedi. Ziyâretçiler ayağını bir de tabibe gösterseydin dediler. “Gösterdim” dedi. Tabib ne söyledi, dediler. İyi olacağını söyledi, dedi.
“Zalimler cezalarını, mazlumlar da Allahü teâlâdan yardım beklerler.”
 1) Vefeyât-ul-a’yan, cild-2, sh-460
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-6, sh-131
 3) Hilyet-ül-Evliyâ, cild-4, sh-172
 4) Tezkiret-ül-Huffâz, cild-1, sh-59
 5) İkd-ul-ferîd, cild-1, sh-89
 6) El-A’lâm, cild-3, sh-161
 7) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh-85
 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1074
 9) Eshâb-ı Kirâm, sh-355



Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...