03 Mart 2013

HACCAC BİN ILÂT (r.a.):




HACCAC BİN ILÂT (r.a.):
Resûl-i Ekrem’in Eshâbından mübârek bir zat. İsmi Haccac’dır. Ebû Kilab, Ebû Muhammed ve
Ebû Abdillah künyeleri vardır. Hz. Ömer’in (r.a.) hilâfetinin başlarında vefât ettiği rivâyet edilir. Haccac
bin İlât’ın İslâm’a girişi şöyle olmuştur. Haccac bin İlât, Süleymoğulları kabilesinden bir cemâatle birlikte
Mekke’ye doğru yola çıkmışlardı. Kimsesiz, korkunç bir vadide bulunuyorlardı. Bu yüzden yollarına devam edemediler. Arkadaşları ona, emniyetimiz için bir şeyler yap, dediler. Kalktı, dolaşmağa başladı.
Hem de, kendi kendine: “Ben ve arkadaşlarım sağ salim dönünceye kadar tanrıya sığınırız” diyordu.
Derken birisinin “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin köşe ve bucaklarından geçip gitmeğe gücünüz yetiyorsa, haydi geçip gidiniz. Ancak, Allahü teâlânın ihsan edeceği bir kudretle
geçebilirsiniz.” (Rahman sûresi, âyet: 33) dediğini işitti. Haccac Mekke’ye varınca bu durumu,
Kureyşlilerin toplandıkları mecliste anlattı. Bunun üzerine, Kureyşliler, “Ey İlât! Sen de sapıtmışsın. Muhammed (s.a.v.) de bu sözlerin kendine Allahü teâlâ tarafından vahyedildiğini söylüyor.” dediler. Haccac
bin İlât da onlara “Vallahi hem ben hem de yanımdaki arkadaşlarım bu sözleri birlikte duyduk.” cevabını
verdi.
Haccac bin İlât, Peygamberimiz’in (s.a.v.) nerede bulunduğunu sordu. Medine’de olduğunu öğrenince Medine’ye gidip, İslâm’ı kabul etti. İyi bir müslüman oldu. Haccac’ın müslüman oluşu,
Resûlullah’ın Hayberi fethi zamanına rastlar.
Bu sırada Haccac (r.a.) Resûlullah’ın (s.a.v.) huzurlarına çıkarak “Yâ Resûlallah! Mekke’de bir takım kimselerde mallarım var, izin verirseniz bunları almak istiyorum. Müslüman olduğumu öğrenirlerse
bana hiçbir şey vermezler” diye durumunu arz etti. Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) ona izin verdi.
Haccac (r.a.) bu arada şunu da sordu: “Yâ Resûlallah, mallarımı onlardan alabilmek için, belki senin
hakkında münasip olmayan sözleri söylemem gerekebilir. Bu hususta ne buyurursunuz?” deyince, Resûlullah (s.a.v.) buna da izin verdiler.
Kureyş müşrikleri, Resûlullah’ın, Hayber üzerine yürüdüğü haberini daha önce duymuşlardı.
Haccac bin İlât Mekke’ye gelince, devesinin etrafını sardılar. Hayber hakkında malûmat alabilmek için
hiç beklemeye tahammülleri yoktu. Haydi ne oldu, bize hemen anlat dediler. Haccac (r.a.): “Hayberlilerin
savaş hususunda çok mâhir olduklarını, müslümanların daha böylesiyle karşılaşmadığını, Hayberlilerin
Arab kabilelerinin de yardımıyla onbin kişilik bir ordu topladığını, Muhammed (s.a.v.) Eshâbının müthiş
bir hezimete uğradığını, Muhammed’in (a.s.) de esir edildiğini, Hayberlilerin Muhammed’i (s.a.v.) Mekkelilere teslim edeceğini” onlara söyledi. Kureyş müşrikleri bu habere çok sevindiler: Fakat Haccac’ın (r.a.)
müslüman olduğundan haberleri yoktu.
Hz. Haccac, Mekke müşriklerine aslı olmayan bu parlak müjde haberini verdikten sonra, onların
sevinçli ve memnun durumlarını fırsat bildi. Onlara “Mekke’deki alacaklarını toplamak için kendisine yardımcı olmalarını, mağlup olan müslümanların, mallarını, başka tüccarlar gidip satın almadan önce, hemen oraya varıp, kendisi alacağını söyleyerek, onların vasıtasiyle alacaklarını ve orada bulunan malları-
nı topladı. Mekke’deki zevcesine de aynı şekilde söyleyip, ondan da mallarını aldı.
Müslümanların Hayber’de mağlup olduğu haberi her tarafa yayılmıştı. Bu haber, müşriklerin sevinç
çığlıklarına vesîle olurken, bu durumdan haberi olmayan müslümanlar da derin bir hüzün içerisinde bo-
ğuluyordu. Bu sırada daha Medine’ye hicret etmemiş bulunan Peygamberimizin (s.a.v.) amcası Hz.
Abbas sanki kalbinden vurulmuştu. Ancak bu üzüntüsünü belli etmemeğe çalışıyordu. Hz. Abbas kölesi
Ebû Zübeyde’yi çağırıp, Haccac’ı bulup, ona: “Allah aşkına, doğru söyle. Bu haberin aslı var mıdır? Senin bu haberin, Allahü teâlâ’nın Resûlullah’a (s.a.v.) ve müslümanlara olan va’dine uymuyor” dedi.
Haccac (r.a.) Ebû Zübeyde’den gizlice Hz. Abbas’la kimsenin olmadığı bir yerde görüşüp, kendisine sevinçli bir haber vereceğini bildirdi. Hz. Abbas bu haberi alınca çok sevindi. Sanki dünyâlar onun - 280 -
oldu. Elbette, Allahü teâlâ’nın hayır va’dleri bir bir zuhur edecekti. Hz. Abbas Ebû Zübeyde’yi alnından
öptü ve onu âzâd etti. Ayrıca on köle âzâd edeceğini de adadı.
Hz. Abbas ile Haccac nihayet tenha bir yerde buluştular. Haccac (r.a.) Hz.Abbas’a anlatacaklarını
üç gün geçmeden kimseye söylememesini sıkıca tenbih etti. Sonra şöyle konuştu: “Resûlullah (s.a.v.)
Hayber’i fethetti. Kendisine düşen hisseyi aldı. Sahâbîlere (r.a.) paylarını dağıttı. Hayber hâkiminin kızı
Safiyye’yi âzâd edip, zevce olması ile câriye olarak kalması arasında serbest bırakdı. O da âzâd edilip,
zevce olmayı seçti.”
Bir müddet sonra mes’elenin hakikati anlaşılmış. Mekke müşrikleri aldandıklarını geç fark etmiş-
lerdi. Allahü teâlâ’nın hikmeti ki, müslümanların hüzünleri üzerlerinden kalkmış, aynı üzüntü, bu sefer
müşrikleri bir kabus gibi kaplamıştı.
Haccac (r.a.) çok zengin idi. Servetini Medine’ye getirdikten sonra orada bir ev ve bir mescid yapmıştır. Hz. Ömer’in hilâfetinin ilk yıllarında vefât etmiştir.
 1) El-Îsâbe, cild-1, sh-313
 2) El-İstiâb, cild-1, sh-344
 3) Üsüd-ül-gâbe, cild-1, sh-344
 4) Sîret-i İbn-i Hişâm, cild-3, sh-359
 5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-6 sh-138
 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-4, sh-270
HÂLİD BİN SAÎD BİN ÂS (r.a.):
Peygamberimizin Eshâbı içinde İslâmiyyeti ilk olarak kabul edenlerden. Dördüncü veya beşinci
müslüman olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. “Sâbikûn-ı evvelin” adı verilen ilk müslümanlardan olduğu kesindir. Adı, Hâlid bin Saîd bin Âs bin Ümeyye bin Abd-i Şems el-Emevî’dir. Künyesi “Ebû
Saîd’dir. Annesi, Ümmü Hâlid binti Habbâb es-Sakafî’dir. Hanımı Ümmü Hakim’den başka, Ümeyye binti
Hâlit bin Es’ad bin Âmir adında Huzâa kabilesine mensûb bir hanımı daha vardır. Oğlu Sa’îd ile kızı
Ümmü Hâlid, ikinci hanımındandır. Müslüman olduktan sonra, babasından çok eziyet gördü. Habeşistan’a hicret edip, Hayber kalesinin fethine kadar orada kaldı. Medine’ye döndükten sonra Resûlullah
(s.a.v.) efendimizin mektûblarını yazdı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında yapılan Yermük harbînde
şehîd oldu (m. 634).
Hz. Hâlid bin Sa’îd’in müslüman oluşu, bir rüya sebebiyledir. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz,
İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni başlamıştı. Daha birkaç kişi müslüman olmuştu. İslâma davetin ilk
günlerinde Hz. Hâlid bin Saîd bir rüya gördü. Rüyasında, Cehennemin kenarında dururken babası gelip;
kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam bu sırada, Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin
içine düşmekten koruduğunu gördü. Feryat ederek uyandı. Kendi kendine: “Vallahi bu rüya gerçektir.”
dedi. Dışarı çıkınca Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. O’na rüyasını anlattı: Ebû Bekir (r.a.) ona dedi ki: “Hakkında hayırlı olsun! Bu kimse, Allahü teâlânın peygamberidir. Hemen git, O’na tâbi ol! Sen, O’na tâbi
olacak, İslâm dinine girecek ve O’nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rüyada gördüğün üzere Cehenneme girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!” Hz. Hâlid bin Saîd, rüyasının
etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen yerde bulunan Muhammed
aleyhisselâmın yanına gitti. Onun huzuruna varıp: “Yâ Muhammed! Sen, insanları neye davet ediyorsun?” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) cevabında: “Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allah’a ve
Muhammed aleyhisselâmın da O’nun kulu ve peygamberi olduğuna inanmaya ve işitmeyen,
görmeyen, hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanları da bilmeyen
bir takım taş parçalarına ki, sen de onlara tapınmaktasın, tapınmaktan vazgeçmeye davet ediyorum.” buyurdu. Bunun üzerine, Hâlid bin Saîd (r.a.) da hemen, “Ben de şehâdet ederim ki, Allah’tan
başka tapılacak ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü teâlâ’nın peygamberisin!” diyerek
müslüman oldu. Onun müslüman olması, Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye’ye de gelip,
İslâmiyeti anlattı. O da hemen müslüman oldu.
Hz. Hâlid bin Saîd, kardeşlerinin de müslüman olmaları için davette bulundu. Kardeşi Ömer bin
Saîd de, müslüman olmuştu. Şiddetli bir İslâm düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Saîd’in (r.a.)
müslüman olduğunu öğrenip, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından
müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. O’na yeni girdiği dinden ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra: “Sen, Muhammed’e mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı
hareket ettiğini ve getirdiği şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayıpladığını görüyorsun!” dedi. Hz.
Hâlid bin Saîd de “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed (s.!.v.) doğru söylüyor. Ona tâbi oldum, ölürüm
de onun dininden dönmem!” deyince, babası Ebû Uhayha’nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında
kırılıncaya kadar vurdu ve sonra; “Ey zelîl, yaramaz oğlum! İstediğin yere git. Yemin olsun ki, sana ekmek vermeyeceğim!” Hz. Hâlid de: “Sen benim nafakamı kesersen, Allahü teâlâ da, elbette bana geçi-- 281 -
neceğim rızkımı ihsan eder” dedi. Babası, Hz. Hâlid’i evinden çıkarttı ve diğer çocuklarına da: “Eğer sizden biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi yaparım.” dedi. Hz. Hâlid’i tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün O’nu Mekke’nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hz. Hâlid bin Sa’îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Habeşistan’a hicret edinceye kadar, babasına görünmedi. Mekke’nin kenarında bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.
Mekkeli müşriklerin, müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek tükenmek bilmeyen bu eziyetleri, dayanılmaz hale gelince, Resûlullah efendimiz, müslümanların Habeşistan’a hicret
etmelerine izin verdi. Orada rahat, edebileceklerdi. Hâlid bin Saîd (r.a.) hanımı ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü, İslâm dinine düşmanlığı sebebiyle; bu hastalığından kurtulup ayağa kalkınca, Mekke’de bir tek kimsenin putlardan başkasına ibadet edemiyeceğini
söylüyordu. Hz. Hâlid, babasının, hak dine olan bu düşmanlığının sona ermesi ve müslümanlara zarar
vermemesi için, “Ey Allahım! Onu kaldırma!” diye duâ etti. Habeşistan’a hicret için, ilk olarak Mekke’den
çıkan Hâlid bin Saîd (r.a.) ve hanımı oldu. Kendisi ile beraber Kureyşli müslümanlardan bir grup da Habeşistan’a hareket etti. On seneden fazla orada kaldı. Oğlu Saîd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup bü-
yüdü.
Hz. Hâlid bin Saîd, ilk müslümanlardan olmak şerefinin yanında hem de Resûlullah’ın kâtiplik hizmetini yapmıştır. Kendisi, Hz. Ali bin Ebî Tâlib’den evvel müslüman olduğunu söylemiştir. Damra bin
Rabîa (r.a.) da, Onun Hz. Ebû Bekir ile birlikte müslüman olduğunu rivâyet etmektedir. Kızı Ümmü Hâlid
de, Hz. Hatice, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ve Hz. Zeyd bin Hârise ve Sa’d bin Ebî Vakkâs’dan sonra beşinci
müslüman olduğunu bildirmektedir.
Hz. Hâlid bin Saîd, kardeşi Amr bin Saîd ve Hz. Ca’fer bin Ebî Talib ile beraber, Habeşistan’dan
Resûlullah’ın yanına Medine’ye geldi. Hicretin altıncı (m. 628) yılına rastlayan, bu dönüşte, Hayber’in
fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hz. Hâlid’e ayrıldı. Bir rivâyete göre bu harbe katılmış-
tı. Bundan sonra Hâlid bin Saîd (r.a.), önce ömretü’l-kazaya, sonra sırası ile Mekke’nin fethine, Huneyn
harbine, Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, bazı küçük seriyyelere iştirak etti. Fakat Bedir ve
Uhud harplerine katılamadığı için çok üzgündü. Bu üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladı-
ğında, Peygamberimiz ona: “Üzülecek bir durum yok! Başkaları bir hicret ettiler. Fakat sen, iki hicrete katılmış oldun.” buyurarak, gönlünü aldı.
Hz. Hâlid bin Saîd, Medine-i Münevvere’ye döndükten sonra Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yazışma ve
mektûblaşma işlerini ona verdi. Eshâb-ı kirâmın içinde okuma-yazma bilenlerden biriydi. Mekke’de iken
de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli mektûbları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan anlaşmaları kaleme alır, gelen heyetlerle yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna benzer her türlü işleri o yerine
getirirdi. Resûlullah’ın özel kalem müdürü vazifesini îfa ediyordu. Hicretin dokuzuncu (m. 631) senesinde
Taif’te oturan Benî Sakif’ten gelen heyet, Resûlullah ile görüşme yaptı. Bu heyet ile Resûlullah efendimiz arasındaki yazışma işlerini ve sulh anlaşmasını Hz. Hâlid bin Saîd kaleme almıştı.
Hz. Hâlid’in müslümanlığı kabulünden ve Habeşistan’dan Medine’ye gelerek orada ikametinden
sonra, kardeşi Ebbân da İslâmiyeti kabul etmişti. Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, bu kardeş-
leri (Hz. Hâlid, Amr ve Ebbânı) devlet işlerinde kabiliyetli ve kudretli gördüğünden; Hz. Hâlid’i Yemen’e,
Hz. Amr’ı Tihama’ya ve Hz. Ebbân bin Saîd’i de, Bahreyn taraflarına önce âmil (zekat memuru), sonra
da vali olarak tayin etti. Hz. Hâlid bin Saîd, Yemen’deki görevine, Resûlullah’ın vefâtına kadar devam
etti. Peygamberimizin vefât haberini alır almaz, üçü de Medine’ye geldiler. Bu sırada Hz. Ebû Bekir halife seçilmiş görevine yeni başlamış bulunuyordu.
Hz. Ebû Bekir de. Hâlid bin Saîd’i (r.a.) Yemen’deki görevinin başına göndermek istedi. O, bu gö-
revi özür bildirerek kabul etmedi. Hz. Ebû Bekir’in halifeliğinin ikinci yılında, İslâmiyet’ten ayrılan, namaz
kılarız, zekat vermeyiz diyenlerle yapılan muharebelere katılarak mürtedlerin, bozguncuların bastırılmasında vazife aldı. Bu temizlik harekâtı tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu Şam taraflarına sevk edildi.
Bizans ile Yermük’te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında 240 000 kişilik
Rum ordusu vardı. 108.000 düşman askeri öldürüldü. 3.000 müslüman şehjd oldu. Bu arada halife, Hz.
Hâlid bin Saîd’e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona aitti. Hz. Hâlid, yardımcı kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin’de Remle şehrine
yakın Ecnadey taraflarına gönderildi.
Yolda, askerleri arasında bazı ihtilaflar baş gösterdi. Tam bu arada, Bizans kumandanı Mahân da,
ordusu ile Hz. Hâlid’e karşı taarruza geçti. Hâlid (r.a.), bu taarruzu geri püskürttü ve yardım istedi. İslâm
ordusunun tamamı seferberlik halinde olduğundan Hz. İkrime ve Hâlid bin Velîd (r.a.) derhal Hz. Hâlid’e
yardıma geldiler. Bizans ordusu üzerine tekrar hücum edildi ve Şam’a kadar sürüldü. Şam ile Vakusa
arasında ordusunu düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hz. Hâlid bin Saîd kumandasındaki İslâm
ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta Hz. Hâlid’in oğlu Saîd bin Hâlid (r.a.) şehîd oldu. Tam bu
sırada İkrime bin Ebû Cehil’in (r.a.) kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid bin - 282 -
Saîd (r.a.), ordusunu Zü’l-Merre’ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca, durumu, Medine’de bulunan
halifeye bildirdi.
İslâm ordusu ile Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muharebelerde
müslüman kadınlar da harp etti. Başkumandan Hz. Hâlid bin Velîd ile kol komutanı Hz. İkrime’nin şaşı-
lacak kahramanlıkları görüldü. Hz. Hâlid bin Saîd de, büyük bir cesaret örneği göstererek kahramanca
dövüştü. Onun bu halini gören ordunun diğer askerlerine büyük bir canlılık ve cesaret geldi. Şam şehrinin alınmasında ve Fihl muharebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hz. Hâlid bin Saîd,
14 (m. 635) yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen yere geldi. Bir sene önce Hz. İkrime’nin
şehîd olması ile dul kalan hanımı ile evlendi. O gece bütün askerlere düğün ziyafeti verildi. Ertesi gün,
düşman üzerine saldırıya geçildi. Hz. Hâlid bin Sa’îd hemen ön saflara geçerek dövüşmeye başladı.
Düşman askerinden birisi, kendisi ile yeke yek döğüşecek bir er istedi. Hz. Hâlid hemen ortaya; çıkıp
vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehîd oldu. Kocasının şehîd edildiğini gören bir günlük evli hanımı
Ümmü Hakîm, hiç feryat ve figan etmeyerek, eline aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca
vuruşmaya başladı. Onun bu halini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler.
Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm (r.anha) de bir kâfir askerini öldürmüş-
tü.
Hz. Hâlid bin Sa’îd, daha cahiliyet devrinde, iken de okuma-yazma bilirdi. Arap edebiyatı ve çeşitli
ilimlerde geniş bilgi sahibiydi. Mükemmel yazı yazardı. Resûlullah’ın mektûblarını o yazardı. Bu
mektublardaki edebî şekil, herkesi hayran bırakacak tarzdadır. Hz. Hâlid, elindeki yüzüğüne ve
mühürüne “Muhammedün Resûlullah” cümlesini yazdırmıştı. Bu yüzüğü parmağından hiç çıkarmazdı.
Hz. Hâlid bin Saîd bütün ömrünü harp meydanlarında geçirdiğinden, Peygamberimizin (s.a.v.) kâ-
tibi olmasına rağmen hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunamadı.
 1) El-Îsâbe, cild-1, sh-406
 2) El-İstiâb, cild-1, sh-399
 3) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-3, sh-2104
 4) Tabakât-ı İbni Sa’d, cild-4, sh-94
 5) El-A’lâm, cild-2, sh-296
 6) Sîret-i Dahlan, cild-1, sh-189
HÂLİD BİN VELÎD (r.a.):
Peygamber efendimizden “Seyfullah=Allah’ın kılıcı” ünvanını alan kahraman. Eshâb-ı kirâmın
ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. İsmi Hâlid, künyesi Ebül-Velîd ve Ebû Süleymândır. Nesebi
Hâlid bin Velîd bin Mugîre bin Abdullah bin Amr bin Mahzun’ dur. Ebû Cehil bin Hişâm ile ve Velîd bin
Abd-i Şems ile kardeş çocuklarıdır. Velîd bin Velîd’in kardeşidir. Annesi Lübâbe, Ümmül-mü’minîn Hz.
Meymûne’nin kardeşidir. Hz. Hâlid bin Velîd’in soyu, Mürre bin Kâ’b’da Peygamber efendimizin soyu ile
birleşir. Kureyş’in ileri gelenlerinden ve kumandanlarındandır. Bütün Arab kabileleri tarafından tanınır ve
sevilirdi. 8 (m. 630) senesinde müslüman oldu. 21 (m. 642)’de Humus’ta vefât etti.
Bedir ve Uhud savaşlarında henüz müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye’de de düşman tarafında bulundu. Hz. Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd, Bedir’de esir
edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke’ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine’ye döndü.
Oradan, Hz. Hâlid bin Velîd’in müslüman olması için teşvik edici mektublar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke’ye gidince, Hz. Hâlid bin Velîd saklandı. Hz. Peygamberimize görünmedi. Hz. Hâlid bin Velîd’in kardeşi Velîd de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyordu. Sevgili Peygamberimiz Ona “Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz.
Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi
ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık.” buyurdu. Hz. Hâlid bin Velîd, Peygamber
efendimizin bu sözlerini haber alınca İslâma meyli arttı. Hz. Peygamberimizin yanına gitmek için toparlandı. Bunu kendisi şöyle anlatıyor: “Allahü teâlâ bana ihsan etti. Kalbime İslâm’ın sevgisini yerleştirdi.
Hayrı ve Şerri ayıracak hale getirdi. Kendi kendime, “Ben Muhammed’e (s.a.v.) karşı her savaş yerinde
bulundum. Ama bulunduğum her savaş yerinden ayrılırken, bozuk ve yanlış bir hâl üzere olduğumu ve
Muhammed’in (s.a.v.) bir gün mutlaka bize galip geleceğini biliyordum. Bunu sezmiş olarak oradan ayrı-
lıyordum. Resûlullah (s.a.v.) Hudeybiye’ye geldiği zaman, ben de düşman süvarilerinin başında bulunuyordum.” Usfan’da onlara yaklaşıp gözüktüm. Resûlullah (s.a.v.) bizden emin bir şekilde, Eshâbına öğle
namazı kıldırıyordu. Üzerlerine ânî baskın yapmak istedik, ama mümkün olmadı. Böyle olması da hayırlı
oldu. Muhammed (s.a.v.) kalbimizden geçenleri anlamış olmalı ki, ikindi namazını temkinli olarak kıldılar.
Bu durum bana çok tesir etti. “Bu zât her hâlde, Allah tarafından korunuyor ölmedi” dedim. Birbirimizden
ayrıldık. Ben çeşitli düşünceler içinde bulunuyorken Muhammed (s.a.v.) Umre etmek için Mekke’ye gelince ondan gizlendim. Kardeşim Velîd de Onunla beraber gelip beni bulamayınca, şöyle bir mektûb yazıp bırakmıştı. “Bismillahirrahmanirrahîm. Allahü teâlâya hamd ü sena ve Resûlullaha salât ü selâmdan - 283 -
sonra derim ki, hakikaten ben, senin İslâmiyyetten yüz çevirip gitmen kadar şaşılacak görüş bilmiyorum.
Halbuki, gittiğin yolun yanlış olduğunu anlıyabilecek haldesin, niye aklını kullanmıyorsun? İslâmiyet gibi
bir dîni tanıyamamak, anlıyamamak ne kadar tuhaf. Hz. Peygamberimiz, bana seni sordu. Senin,
İslâmiyyeti tanıman, gayret ve kahramanlığını Müslümanların arasında, müşriklere karşı kullanman,
Peygamber efendimizin arzusudur. Ey kardeşim! Çok fırsatları kaçırdın; ama, daha fazla gecikme!”
Kardeşimin mektubu bana ulaşınca, müslüman olma arzusu bende çok kuvvetlendi. Gitmek için
acele ediyordum. Resûlullah’ın (s.a.v.) söyledikleri beni çok sevindirmişti. O gece uyurken, rüyamda
sıkıntılı dar ve çöl gibi susuz yerlerden, yemyeşil geniş ve ferah bir yere çıkmıştım. Medineye varınca bu
rüyamı Hz. Ebû Bekir’e anlatıp, tabirini ondan sormaya karar verdim.
Ben Resûlullah’a (s.a.v.) gitmek için toparlanırken, “Acaba oraya giderken bana kim arkadaş olabilir” diye düşünüyordum. Safvân bin Ümeyye’ye rastladım. Vaziyeti ona anlattım. O teklifimi reddetti. Daha sonra İkrime bin Ebû Cehil’e rastladım. O da aynı şekilde davetimi red edince evime gittim. Hayvanıma binip Osman bin Talha’nın yanına gittim. Ona da aynı şekilde, müslüman olmak üzere, Hz. Peygamberimize gideceğimizi, kendisinin de gelmesini söyledim. Tereddütsüz kabul etti ve ertesi günü seher vakti beraberce yola çıktık. Hadde denilen yere vardığımızda Amr bin Âs ile karşılaştık. O da
müslüman olmak için Medine’ye gidiyordu. Hep beraber Medine’ye vardık. Elbisemin en güzelini giyip
Resûlullah efendimizle görüşmeğe hazırlandım. O sırada kardeşim Velîd geldi ve “Acele et. Çünkü Peygamberimize (s.a.v.) sizin geldiğiniz haber verilmiş ve O da çok sevinmiştir. Şimdi sizi bekliyor” dedi.
Ben de acele ile O yüce Peygamberin huzuruna vardım. Gülümsüyordu. Selâm verdim, “Allah’dan baş-
ka ilâh olmadığına ve senin de Allah’ın Peygamberi olduğuna şehâdet ediyorum” dedim. “Sana hidâyet
eden, doğru yolu gösteren Allah’a hamd olsun.” buyurdu. Sonra günahlarımın affı için Allahü
teâlâ’ya duâ etmesini istedim. Benim için duâ etti ve “İslâmiyet, kendisinden önce işlenmiş olan gü-
nahları kesip atar.” buyurdu. Diğer iki arkadaşım da müslüman oldular.
Peygamber efendimiz bana kendi evinin yanında bir yer verdi. Beni savaşta hep süvari birliklerinin
başına kumandan tayin etti. Daha sonra Mekke’de iken gördüğüm rüyayı Hz. Ebû Bekir’e anlattım. O da
“Görmüş olduğun o ferahlık yer, Allahü teâlâ’nın, seni, müşriklikten İslâmiyete erdirmesidir” buyurdu. Hz.
Hâlid bin Velîd’in müslüman olması hicretin sekizinci yılında oldu. Müslüman olduktan sonra Medine’de
yerleşti.
Hz. Hâlid bin Velîd, müslüman olduktan sonra ilk olarak Mûte gazasında bulundu. İslâm askeri
Mûte’ye hareket ederken Peygamber efendimiz “Cihada çıkacak olan şu insanlara Hz. Zeyd bin Hâ-
rise’yi kumandan tayin ettim. Eğer o şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin. O da şehîd
olursa yerine Abdullah bin Revâhâ geçsin. Eğer o da şehîd olursa, aranızda münâsib gördüğü-
nüz birini seçip ona tâbi olursunuz,” buyurdu. Mû’te harbi başladı. Şiddetli çarpışma olurken; Hz.
Zeyd bin Hârise, Hz. Cafer ve Hz. Abdullah bin Revâhâ şehîd oldular. Sancak Hz. Sâbit bin Akrem’e
verildi. O, sancağı bir yere dikip, mücâhidleri yanına çağırdı. Herkes toplanınca “Aranızdan birini kendinize kumandan olarak seçiniz ve ona tâbi olunuz.” dedi. “Biz seni kumandan seçtik” dediler. “Ben bu işi
yapamam” dedi ve Hz. Hâlid bin Velîde dönerek, “Yâ Hâlid! Senin savaş tecrüben, askerî bilgin, askeri
heyecanlandırarak harekete geçirmen benden fazladır. Sancağı acele al. Savaş devam ederken bu iş-
lerle oyalanmamız bizim aleyhimize oluyor” dedi. Böylece Hz. Hâlid bin Velîd sancağı aldı. Akşam vakti
yaklaşmış idi. Güneş batıncaya kadar pek müthiş çarpıştı. Onun bu maharetine kâfirler bile şaşırdılar.
Akşam oldu. Sabahleyin tekrar savaşılacaktı. Hz. Hâlid bin Velîd, şaşılacak derecede askerî dehâya ve
muharebe tecrübelerine sahip bir kahramandı. Sabah olunca, İslâm askerinin, düzenini değiştirdi. Sağ
taraftakileri sol tarafa, sol taraftakileri sağ tarafa, ön taraftakileri arka tarafa ve arka taraftakileri ön tarafa
aldı. Rum askerleri, daha önce tanımış oldukları kişilerle karşılaşmayınca hepsi birden şaşırdılar. “Demek ki bunlara yardımcı kuvvetler gelmiş” diyerek korkuya kapıldılar. Hz. Hâlid bin Velîd’in kumandasındaki mücâhidler, Rum askerlerinin morallerinin bozulmasından istifade edip, hücuma geçtiler. Üçbin kişilik İslâm askeri Heraklius’un yüzbin kişilik ordusunu bozguna uğrattı. Başkumandan Hz. Hâlid bin
Velîd’in elinde, o gün dokuz kılıç parçalandı. Rum askerinin çoğu kılıçtan geçirildi. Peygamber efendimiz, Hz. Hâlid bin Velîd’in bu, fevkalâde başarısını haber aldığı zaman onu (Seyfullah=Allah’ın kılıcı)
lâkabı ile şereflendirdi.
Hz. Hâlid bin Velîd, bundan sonra Mekke’nin fethinde bulundu. Ordunun sağ kanadının kumandanı idi. Hissedilir bir mukavemetle karşılaşmadan, ilk önce Hâlid bin Velîd’in (r.a.) kumandanı olduğu birlik, daha sonra Hz. Zübeyr bin Avvâm, Muhâcir süvarilerle Mekke’ye girdi. Nihayet, Peygamber efendimiz, hicretin sekizinci yılı Ramazan-ı şerîf ayı, on üçüncü Cuma günü Mekke’nin fethini ihsan ettiği için
Allahü teâlâ’ya şükranından ve tevazu’undan dolayı mübârek başını eğmiş bulunuyordu. Yüksek sesle
Fetih sûresini okuyarak Mekke-i Mükerreme’ye girdiler. Mekke’nin fethinden bir hafta sonra Peygamber
efendimiz (s.a.v.) etrafa askerî birlikler gönderip, İslâma uymayan her şeyi değiştirmelerini, düzeltmelerini emretti. Hz. Hâlid bin Velîd, otuz süvari ile birlikte Uzzâ putunu yok etmek için gönderildi. Uzzâ,
Nahle’de üç sakız ağacı veya büyük dikenli ağaç idi. Bunun yanında Gatafan kabilesinin tapdıkları bir - 284 -
put vardı. Bu put, müşriklerce en büyük put sayılırdı. Hz. Hâlid bin Velîd gitti ve bu putu yok etti. Uzzâ
ağacını da kesip, oranın kapıcısı olan Dâbbe’yi öldürdükten sonra geri döndü. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) memnun oldular. Bundan sonra, Hz. Hâlid bin Velîd, üçyüzelli kişi ile beraber, Benî Cezîme kabilesini İslâm’a davet için gönderildi.
Mekke feth edilince; Evtas, Sakif ve Hevâzîn kabileleri birleşerek Müslümanlara karşı, binlerce ki-
şilik bir ordu meydana getirdiler. Hz. Hâlid bin Velîd, bu gazada süvari birliğinin kumandanı olup en önde
çarpışıyordu. Çok büyük kahramanlık gösterdi. Bir ara yaralandı. Peygamber efendimiz, Hz. Hâlid bin
Velîd’in yaralandığını işitti. Düşmanlar bozguna uğratıldıktan sonra, Peygamber efendimiz, Hz. Hâlid bin
Velîd’in yerini sordu. Gösterdiler. Peygamber efendimiz geldi, yarasına baktı. Yaranın iyileşmesi için duâ
buyurdu. Allahü teâlâ’nın izniyle yara iyileşti.
Huneyn muharebesinde bozguna uğrayan kâfirler Taif kalesine sığınıp, kale kapılarını kapattılar.
Peygamber efendimiz, Hz. Hâlid bin Velîd’i bin kişilik bir kuvvetle, önden yola çıkardı. Hz. Hâlid bin
Velîd, Taif kalesini muhasara etti. Çarpışmak için er diledi. Kimse kale kapısından çıkıp çarpışmağa cesaret edemedi. Müşrikler, kaleyi çok iyi şekilde tamir edip bir yıllık yiyeceklerini depo etmişlerdi ve dışarı
çıkmıyorlardı. Kale içinde bir sıkıntıları yoktu. Peygamber efendimiz, kalenin fethi için şimdilik izin verilmediğini buyurunca, İslâm askeri geri döndü.
Hicretin dokuzuncu senesinde, Bizanslıların müslümanlara karşı, Şam civarında 30 000 kişilik bir
ordu hazırladıkları haberi alındı. Haber kat’î olmamakla birlikte, derhal İslâm ordusu hazırlanıp gönderildi. Bu ordu Tebük Mevkiinde 20 gün kadar bekledi. Civarda yaşayan Arabların hepsi Hıristiyan olup,
Rum Kayserine bağlıydılar. Herhangi bir savaş halinde, bunlardan İslâm ordusuna zarar gelmemesi için,
itâat altına alınmaları gerekiyordu. Ezrah ve Eyle adındaki reisler, itâati kabul ettikleri halde Ekider adlı
reis kabul etmedi. Hz. Peygamberimiz, Hz. Hâlid bin Velîd’e “Dörtyüzyirmi sahabe ile git. Ekîder’i
zahmetsiz, alır gelirsiniz. İnşâallah onu dışarıda avlanırken yakalarsınız.” buyurdu. Hz. Hâlid bin
Velîd, emre uyarak, derhal hareket etti. Oraya varınca, hakîkaten Ekîder’i avlanırken yakaladılar, diri
olarak Hz. Peygamberimize teslim ettiler. Ekîder cizye vermeği kabul ettiğinden, kendisine emân verilip
serbest bırakıldı. Tebük” gazâsından sonra, kabileler, grup grup Medine’ye geldiler ve müslüman oldular. Bunun için o seneye (elçiler yılı) denildi.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) Hz. Hâlid bin Velîd’i Benî Huzeyme kabilesini İslâm’a davet için
gönderdi. Onlarla anlaşma yaptı. Hicretin onuncu senesinde, yine Hz. Hâlid bin Velîd’i (r.a.) Hâris bin
Ka’boğullarına gönderdi. Peygamber efendimiz ilk üç gün kılıç kullanılmamasını tenbih etmiş idi. Bunun
için Hz. Hâlid bin Velîd tatlılıkla işi halletti ve onlar da İslâm’ı kabul ettiler. Hz. Hâlid bin Velîd, Hâris bin
Ka’boğullarının İslâm’a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektûb gönderdi.
Bu mektûb şöyledir:
“Bismillahirrahmanirrahîm.
Allahü teâlâ’nın Resûlü, Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’a Hâlid bin Velîd tarafındân.
Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah!
Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Yâ Resûlallah, beni Hâris bin Kâ’b
Kabilesine gönderdiniz. Onlarla üç gün muharebe etmememi ve İslâm’a davet etmemi, müslüman olurlarsa aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlâ’nın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer müslüman olmazlarsa muharebe etmemi emir buyurmuştunuz.
Ben de, emr-i şerîfleriniz üzere hareket ederek, Hâris bin Ka’boğullarına üç gün nasîhat edip, İslâm’ı tebliğ ettim. Süvarilerim “Ey Benî Hârisler! Selâmete ermek isterseniz, müslüman olunuz” diye onları İslâm’a davet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlâ’nın emirlerini Resûl Aleyhisselâm’ın sünnet-i şerîflerini öğrettim. Yâ Resûlallah! Bundan sonra, nasıl hareket
etmem gerektiği hakkında ikinci bir emr-i şerîfiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim.
Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah!”
Peygamberimiz (s.a.v.) de, Hz. Hâlid bin Velîd’in mektubuna şöyle cevap yazdırdılar:
“Bismillahirrahmanirrahîm.
Allahü teâlâ’nın Resûlü Muhammed Aleyhisselâm’dan, Hâlid bin Velîd’e,
Esselâmü aleyke Yâ Hâlid, Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Benî Hâris bin Kâ’blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan müslüman olup, Allahü teâlâ’nın birliğine ve Muhammed’in,
O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidâyete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi. - 285 -
Onları, Allahü teâlâ’nın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret ni’metleriyle
müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut. Sonra buraya gel. Onların elçileri
de seninle beraber gelsin.
Vesselâmü aleyke ve Rahmetullahi ve berekâtühü.”
Bundan sonra, Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, bir müfreze ile Yemen’e arkasından O’na yardım
etmeleri için, Hz. Hâlid bin Velîd’i de bir müfreze ile gönderdi. Hz. Ali’ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbih etti. Gittiler. Yemen halkı biraz karşı koydu ise de az bir çarpışmadan sonra, İslâm’ı kabul
ettiler.
Hz. Hâlid bin Velîd, Peygamber efendimizin vefâtlarından sonra Hz. Ebû Bekir devrinde, ortaya çı-
kan ve Peygamberlik iddiasında bulunan bazı kimseler üzerine yürüdü. Bunlardan Tuleyha ve Avânesini
öldürdü, Ayniye bin Husayn’i yakalayıp Medine’ye getirdi. Yemâme’de Müseylemet-ül-Kezzab’ın ordusunu dağıttı. Bu muharebede Müseyleme’nin ordusundan 20 bin kişi, Müseyleme de Hz. Vahşi tarafından öldürüldü, İslâm ordusundan 2000 asker şehîd oldu. Bundan sonra Hz. Hâlid bin Velîd, mürted olanlarla ve zekat vermek istemeyenlerle uğraştı. Daha sonra, İslâm’ın yayılması için, Irak tarafına gönderildi. Muzar muharebesinde 30 000 İran askeriyle çarpıştı. Galip geldi. Çoğunu nehre döktü, İranlı kumandan Hürmüz’le müthiş çarpışmalar oldu. Hz. Hâlid bin Velîd’in kumandanlarından Hz. Ka’ka bin Amr
fevkalâde kahramanlıklar gösterdi, kalın zincirlerle yapılmış istihkâmları kırdı. İran ordusuna karşı muzaffer oldular.
Hz. Hâlid bin Velîd Kesker’de İran’ın büyük bir ordusunu ani gece baskınıyla hezimete uğrattı. İran
kumandanı, kederinden öldü. Elis’te de İranlılarla yapılan savaşta Hz. Hâlid bin Velîd gösterdiği kahramanlıklarla askerini coşturdu. Bu savaşta da galip geldi.
Hz. Hâlid bin Velîd, Hire üzerine yürüdü. Kaleyi kuşattı. Görüşmek üzere bir kimse istedi. Hireliler:
“Öldürmezseniz göndeririz” dediler. Hz. Hâlid bin Velîd öldürmeyeceklerini söyleyince Abdülmesih bin
Hayyam bin Bukayle ile Hîre valisi, Hz. Hâlid’in huzuruna geldiler. Hz. Hâlid onlara: “Sizi Allah’a ve İslâm’a davet ediyorum. Eğer müslüman olursanız, müslümanlara ait olan haklara sahip olursunuz ve
müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye verirsiniz. Bunu da kabul
etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehîd olmaya karşı hırslı olan bir orduyla
geldim” dedi. Bunları söylerken Abdülmesih’in elinde bir şişe gördü. Şişedekinin ne olduğunu sordu.
Abdülmesih şöyle cevap verdi: “Yâ Hz. Hâlid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza uygun bir anlaş-
ma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek
hayatıma son vereceğim.” Hz. Hâlid bin Velîd, zehiri Abdülmesih’in elinden aldı ve “Bismillahillezi la
yedurru ma’asmihi şey’ün fil erdi ve la fissemâi ve hüves-semî’ul-alîm.” diyerek sonuna kadar içti.
Abdülmesih ve Hîre valisi, Hz. Hâlid bin Velîd’i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra
Abdülmesih ve vali anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu.
Abdülmesih onlara: “Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum” dedi. Kavmiyle
istişare edip tekrar Hz. Hâlid bin Velîd’in yanına gelerek: “Biz, sizinle harp edemeyiz. Fakat dîninize de
giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız” dedi. 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar. Hz. Hâlid
bin Velîd, Hirelilerle yaptığı sulhnâmeyi bitirince İran hükümdarına ve erkanına bir mektûb yazdı. Bu
mektûb aynen şöyledir:
“Bismillahirrahmanirrahîm,
Hâlid bin Velîd’den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine. Selâm, hidâyete kavuşanlara olsun.
Allahü teâlâ’ya hamd ederim. Onun kulu ve Resûlü olan Hz. Muhammed Aleyhisselâma salât ü selâm
olsun.
Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşü-
ren, gücünüzü kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hakimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâ’ya sonsuz şükürler olsun.
Bu mektubu Hîrelilere, İran’a gönderilmek üzere teslim etti. Hz. Hâlid bin Velîd buraları emniyet altına aldıktan sonra, Anbar kalesini muhasara etti. Sulh yoluyla şehri ele geçirdi. Bundan sonra,
Mehran’ın, müslümanlarla savaşmak üzere Aynüttemr’de hazırlık yaptığını haber aldı. Üzerine giderek
bu kaleyi de fethetti. Bu sırada, Dûmet-ül-Cendel’de, Ekîder ve etrafındaki kabile reisleri ayaklandılar.
Bunlar için İyâd bin Ganem (r.a.) gönderilmişti. Bu, Hz. Hâlid bin Velîd’den yardım istedi. Hz. Hâlid gelip,
Dûmet-ül-Cendel’i iki taraftan kuşattılar. Hz. Halîd, Dûmet-ül-Cendel’in reislerinden Gûdî’yi öldürdü. Az
zaman sonra kale müslümanların eline geçti.
Hz. Hâlid bin Velîd, bundan sonra Hîre’ye geri döndü. Bu sırada, İranlılar ElCezîre’yi (Irak) geri
almak için hazırlanmışlardı. Hz. Hâlid, ani bir gece baskını ile İran ordusunu dağıttı. Hz. Hâlid’in üstün
gayretleri neticesi bu mıntıkaya hakim olundu. Hz. Hâlid, yavaş yavaş Fırat tarafına ilerledi. Burası, asker sevkiyatı için çok mühim bir mevki idi. Fırat nehri kenarında, gayri müslim Arablar, Rumlar ve İranlı-- 286 -
ların müşterek ordusu ile çetin bir muharebe oldu. Bu büyük zaferin elde edilmesi ile Irak’ın her tarafı
müslümanların hakimiyetine girmiş oldu. Bundan sonra, Halife Hz. Ebû Bekir, Hz. Hâlid bin Velîd’e Şam
tarafına hareket etmesini emretti. Derhal yola çıktı. Bir çok yerleri ele geçirerek Busra’ya ulaştı. Busra’da
İslâm ordusu hücum etti. Müslüman ordusu karşısında aman dilediklerinden onlarla cizye ve haraç vermek şartıyla sulh yapıldı. Böylece Busra’lılar can ve mallarını teminat altına aldılar. Bu İslâm ordusu
Ecnadeyn de yapılan savaşta da galip geldikten sonra, Şam civarına geldiler. Şehir üç taraftan muhasara edildi. Üç ay süren muhasarada netice alınamadı. Şehirde, bir gün, patriklerden birinin bir oğlu dünyâya geldi. Halk her şeyi unutup, bayram yapmaya başladılar. Hz. Hâlid bin Velîd geceleri uyumayıp
vaziyeti araştırırdı. Askerî dehâsı ve halkın bu zaafından istifâde edip, ordusuna hücum emri verdi ve
ordu şehre girdi. Fahl mevkiinde Rumlarla yapılan savaşta, Rum orduları perişan edilerek, zafer kazanıldı. Şam’da yapılan ikinci karşılaşmada, Rumların bütün orduları yok edilinceye kadar savaş devam
etti. Ard arda yenilen Rumlar, Anadolu’da papazlar vasıtasıyla köy köy dolaşarak asker topladılar. Büyük
bir haçlı seferi düzenlediler. 240 bin Rum askeri Yermük’te toplandı. Buna karşılık, 46 bin kişilik
müslüman ordusu vardı. Başkumandan Hz. Hâlid bin Velîd, ordusunu biner kişilik bölüklere ayırdı. Her
bölüğe kumandanlar tayin etti. Askerin maneviyatını kuvvetlendiren nutuklar irad ettikten sonra, düşmana hücum emri verdi. Bu savaş târihde eşine ender rastlanan kahramanlıklara sahne oldu. Rum kumandanlarından Yorgi, Hz. Hâlid bin Velîd’e gelip müslüman oldu. O da kâfirlere karşı çarpışmaya başladı
ve şehîd oldu. Harbin şiddetinden öğle ve ikindi namazlarını imâ ile kıldılar. Bu harbte İslâm kadınları
bile fevkalade cenk ettiler. Allah’ın kılıcı Hz. Hâlid, bütün gücü ile Haçlı ordusunun merkezine yüklendi.
Merkezdeki kuvvetlerini dağıtınca Rum ordusu kaçmaya başladı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. 100
binden ziyade Haçlı öldürüldü. Buna karşılık 3000 müslüman şehîd oldu. Bu savaşta da zafer, İslâmın
oldu. İran, Irak, Şam, Suriye, Filistin Hz. Hâlid bin Velîd’in kumandanlığı ve fevkalâde güzel idaresi ile
feth edildi. Her gittiği yerde İslâmiyeti tanıttı. Hz. Ebû Bekir, tarafından, Suriye bölgesi valiliğine tayin
olundu. Hz. Ömer devrinde Medine’ye çağrıldı. Bütün hesaplarını muntazam olarak verdiği için, Halife
Hz. Ömer’den çok ihsan ve ikrâm gördü. Kısa bir süre sonra Harran taraflarına vali tayin edildi. Bu vazifede bir sene kaldı.
Hz. Hâlid bin Velîd, 21 (m. 642) yılında Humus’ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: “Nice kılıçlar elimde parçalandı, işte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Hâlid’in yatakta ölmesidir. Resûlullah’ın (s.a.v.) hiçbir
Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Din-i İslâmı yayarken
garib olarak şehîd oldu. Ah... Hâlid!... Şehîd olamıyan Hâlid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehîdlik
mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya
bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın, ömrü, Din-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah
için kılıç sallarken şehîd olarak beklerdim.” dedi. Sonra Yermük savaşını hatırlayarak: “Ah... Yermük
günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!... Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı
birliğimle baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah.. Yermük harbi... Üçbin yiğitle, yüzbin küffara karşı
zafer kazandığımız Mûte’yi bile unutturdun!... Ey yakınlarım! Cihada sarılın. Bu topraklar ancak Cihad
etmekle korunabilir. Yermük, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!... Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah
Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermük Vâdisi’nde hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazada diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim...” dedi. Sonra “Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa
kaldırın...” deyince ayağa kaldırdılar. “Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşı-
sın” diyerek kılıcına dayandı, “Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım, öldüğüm zaman atımı
muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan
öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır,” dedi ve yatağına
düşüp kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Bütün Eshâb-ı kirâm gibi, Hz. Hâlid bin Velîd de, ömrünü İslâmiyyetin yayılması için harcamıştır.
Peygamber efendimize olan hürmeti, muhabbeti ve bağlılığı son derece idi.
Peygamber efendimiz, Veda Haccı’nda mübârek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Ehsâb-ı kirâm etrafında toplanmış saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübârek alınlarındaki saçlarına
sıra gelince Hz. Hâlid bin Velîd “Anam, babam, canım sana fedâ olsun Yâ Resûlallah, ne olur, mübârek
alnınızdaki saçları bana verir misiniz” diyerek o kadar yalvardı ki, Hz. Peygamberimiz onu kıramadı. Tebessüm buyurdular. Mübârek saçları alan Hz. Hâlid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının
içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki
mübârek saçlar sayesinde olduğunu söylerdi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerîfinin, salât ü
selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsaade etmezdi. Resûlullah’tan (s.a.v.) kendisine - 287 -
bir şey gelirse bundan, büyük şeref ve se’âdet duyar, iftihar ederdi. Bütün Eshâb-ı kirâm gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için her şeylerini fedâ
eder, hiçbir şeyden çekinmezdi. Cesaret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerini İslâmiyetin her tarafa
yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından meth edilmişti. Bir gün, Peygamber efendimiz kendisi için “Allahın iyi kullarından biridir” diye söylemişlerdir. Hz. Hâlid hitâbet ve
fesâhatta da çok mâhir idi.
Hz. Hâlid bin Velîd’in çocukları hakkında, teferruatlı malûmat olmamakla beraber, Muhâcir ve
Abdurrahman isimli iki oğlundan bahsedilmektedir ki, bunlar da kendisi gibi şecaat ve cesaret sahibi
idiler.
 1) El-A’lâm cild-2, sh-300
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-413
 3) El-Îsâbe cild-1, sh-413
 4) Târîh-ul-hamîs cild-2, sh-247, 144
 5) Üsüd-ül-gâbe cild-2, sh-109
 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-262, cild-7, sh-394
 7) Târîh-i Taberî cild-3, sh-103, 156
 8) Mevâhib-i ledünniye cild-1, sh-197
 9) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh-356
10) İbn-i Hişâm cild-4, sh-239
11) Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh-303
12) İnsan-ül-uyûn cild-2, sh-788
13) Sahîh-i Buhârî cild-5, sh-87
14) İbn-i Haldun târîhi cild-2, sh-41
15) Zerkânî Mevahib Şerhi cild-2, sh-273
HAMZA BİN ABDÜLMUTTALİB (r.a.):
Peygamberimizin (s.a.v.) amcası, ilk müslüman olanlardan. İsmi Hamza. Künyesi Ebû Ammâre
(Umare) ve Ebû Ya’lâ. Lakabı, Esedullah (Allahın Arslanı)’dır. Nesebi, Hamza bin Abdülmuttalib bin
Haşim bin Abd-i Menâf El Kureyşî el-Hâşimî’dir. Peygamber efendimizin amcası ve aynı zamanda süt
biraderi idi. Annesi Hâle, Peygamber efendimizin validesi Hz. Âmine’nin amcasının kızıdır. Hz. Peygamberimizden 2 (başka bir rivâyette 4) sene önce doğdu. Hicretten yedi yıl önce müslüman oldu.
Hz. Abdullah İbn-i Mes’ûd buyuruyor ki: “Müşriklerden Velîd adında birinin bir putu vardı. Safa tepesinde toplanırlar, bu puta ibadet ederlerdi. Bir gün Peygamber efendimiz, (s.a.v.) onların yanına gitti
ve onları imâna davet etti. Kâfir olan bir cinnî putun içine girdi ve Sevgili Peygamberimiz için uygun olmayan sözler sarfetti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) üzüldüler. Başka bir gün şahsını görmediği bir kimse Peygamber efendimize selâm vererek (Yâ Resûlallah! Kâfir olan bir cinnî sizin için münasib olmayan
şeyler söylemiş. Ben, onu bulup boynunu kestim. Arzu buyurup, yarın Safa tepesine teşrif eder misiniz?
Siz, yine onları İslâma davet edersiniz, Ben de o putun içine girip, sizi medhedici sözler söylerim” dedi.
Peygamber efendimiz, Abdullah ismindeki bu cinnînin arzusunu kabul ettiler. Hz. Peygamberimiz, ertesi
günü oraya gittiler, yine müşrikleri imâna davet ettiler. Müslüman cinnî, müşriklerin elindeki putun içine
girip, Sevgili Peygamberimizi ve İslâmiyyeti güzel anlatan sözler ve beyitler söyledi. Müşrikler, bu sözleri
duyunca ellerindeki putu parça parça ettiler. Resûlullah’a (s.a.v.) saldırdılar. Mübârek saçları darmada-
ğın oldu. Mübârek yüzü kana boyandı. Onların bu eza ve cefâlarına tahammül gösterip, şöyle buyurdular: “Ey Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz. Ama ben sizin Peygamberinizim.” Peygamber efendimiz,
oradan ayrılıp evine geldi. Bir hizmetçi kız, bu hâdiseyi, başından sonuna kadar görmüştü.
Bu sırada Hz. Hamza, dağda avlanıyordu. Bir ceylana ok atmak için hazırlandı. Ceylân dile gelerek, “Yâ Hamza! Bana ok atacağına kardeşinin oğlunu öldürmek isteyenlere ok atsan daha hayırlı olur”
dedi. Hz. Hamza bu sözlere hayret ederek süratle evine hareket etti. Hz. Hamza âdeti üzere, avdan dö-
nünce, tavaf yapmak için Harem-i şerîfe uğrar, ondan sonra evine giderdi. O gün tavaf yaparken, hizmetçi kız, yanına geldi: “Ebû Cehil, kardeşinin oğluna, şöyle şöyle söyledi” dedi. Hz. Hamza, Peygamber
efendimize hakaret edildiğini işitince, akrabalık damarları hareket etti. Silahları üzerine alarak, Kureyş
kâfirlerinin bulunduğu yere geldi. “Kardeşimin oğluna, kötü söz söyliyen, kalbini inciten sen misin?” diyerek, boynundaki yay ile, Ebû Cehil’in başını yedi yerinden yardı. Orada bulunan kâfirler Hz. Hamza’ya
saldıracak oldular. Bu durumda büyük çarpışma çıkacaktı. Fakat, Ebû Cehil, “Dokunmayınız, Hamza
haklıdır, Onun kardeşi oğluna bilerek kötü şeyler söyledim.” dedi. Hz. Hamza oradan ayrıldıktan sonra,
Ebû Cehil, etrafındakilere, “Aman, ona ilişmeyiniz! Bize kızar da müslüman olur. Bununla Muhammed
kuvvetlenir.” dedi. Hz. Hamza müslüman olmasın diye, kendi kafasının yarılmasına râzı oldu. Çünkü
Hamza, hatırı sayılır, kıymetli ve kuvvetli idi. Hamza, Peygamber efendimizin yanına gelip “Yâ Muhammed (s.a.v.) Ebû Cehil’den intikamını aldım. Onu kana boyadım üzülme, sevin!” dedi. Sevgili Peygamberimiz “Ben, böyle şeylere sevinmem.” buyurdu. Hamza: “Seni sevindirmek, üzüntüden kurtarmak - 288 -
için, ne istersen yapayım.” dedi. O zaman Peygamber efendimiz: “Ben ancak senin îmân etmen ile,
kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarman ile sevinirim.” buyurdu. Hamza (r.a.) hemen
müslüman oldu. Hakkında âyet-i kerîme geldi. Hz. Abdullah İbn-i Abbas’a göre: “Kur’ân-ı kerîm’de
En’âm sûresi 122. âyet-i kerîmesinde: “Diriltildiği ve nûra kavuşturulduğu” anlatılan zâtın Hz. Hamza
ve aynı âyet-i kerîmede, “karanlıklarda bocalayan” şeklinde anlatılanın da Ebû Cehil olduğu açıklandı.
Hz. Hamza, Kureyşin yanına gidip müslüman olduğunu ve Allah’ın Peygamberini her suretle koruyacağını bildirip bir kasîde okudu. Okuduğu kasîde şöyledir: “Kalbimi, İslâmiyyete ve Hakk’a meylettirmiş
olduğu için Allahü teâlâ’ya hamd olsun. Bu din, kullarının her yaptığını bilen, herkese lütfu ile muamele
eden, kudreti her şeye galip gelen, âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâ tarafından gönderilmiştir. Kur’ân-ı
kerîm okunduğu zaman, kalb ve akıl sahibi olanların gözlerinden yaşlar akar. Kur’ân-ı kerîm, açık bir
lisan ile açıklanmış âyetler halinde Hz. Muhammed’e (s.a.v.) nâzil olmuştur. O, Muhammed Mustafa
(s.a.v.) içimizde, sözü dinlenir, kendisine boyun eğilir bir mübârek kimsedir. Ey müşrikler! Aklınız başı-
nızdan gidip, gözünüz kararıp da O’nun hakkında sert, ağır ve kaba sözler, söylemeyin. Eğer böyle bir
düşünceye kapılırsanız, biz müslümanların cesedine basıp geçmeden, onu hiç kimseye vermeyiz.”
Hz. Hamza’nın müslüman olması ile, Muhammed (s.a.v.) çok sevindi. Müslümanlar, pek çok kuvvet buldu. Hz. Hamza’nın müslüman olmasıyla vaziyet değişti. Çünkü, bütün Mekkeliler biliyordu ki,
Hamza (r.a.) cengâver, cesur, merd, pehlivan ve kahramandır. Bunun için, Kureyş müşrikleri artık
müslümanlara, hiç bir sebep yokken, fena muamele yapamadılar, bilhassa Hz. Hamza’nın kılıcının şiddetinden çekindiler.
Peygamber efendimiz, Hz. Hamza ve diğer bir kısım müslümanlar Hz. Erkam bin Erkam’ın evinde
bulunuyorlardı. Bir ara kapı vuruldu. Gelen kimsenin silâhlarını kuşanmış şekilde Hz. Ömer olduğu görü-
lünce, bazıları endişeye kapıldı. Hz. Hamza: “Gelen tek bir kişidir. Bu kadar endişeye lüzum yok. Eğer,
hayır için geldi, ise hoş geldi. Yok eğer şer için geldi, ise kendi kılıcı ile başını keserim” dedi. Dışarı çıktı
ve “Yâ Ömer! Sen ne zannedersin. Biz Abdülmuttalib evlâdıyız. Her birimiz Allahü teâlâ’nın izni ile demiri çiğneyip havaya püskürtürüz. Allah ve Resûlü için can ve baş fedâ ederiz. Sen Muhammed’e (a.s.)
zarar vereceğini zan ediyorsan aldanıyorsun” dedi: Sevgili Peygamberimiz, bu konuşmaları işitti. Kendileri gelerek, iltifat ile Hz. Ömer’i karşıladı. Hz. Ömer de müslüman oldu. Bu iki kahraman sayesinde
müslümanlar kuvvet buldular, ibâdetlerini açıktan yapmağa başladılar.
Hz. Hamza bir gün, Cebrâil’i (a.s.) kendi aslî şeklinde görmeyi arzu ettiğini, Peygamber efendimize
bildirdi. Hz. Peygamberimiz “Onu görmeğe dayanabilir misin?” diye sordular. Hz. Hamza: “Evet dayanırım” dedi. Sevgili Peygamberimiz: “Öyle ise yere otur. Kaldır gözünü bak!” buyurdu. Hz. Hamza
Cebrâil’i (a.s.) görünce, bayıldı. Arkası üstüne düştü.
Hz. Hamza, Hz. Zeyd bin Hârise, Hz. Ebû Mersed Kennaz, Hz. Enes ve Hz. Ebû Kerse ile beraber
Medine’ye hicret etti. Peygamber efendimiz Medine’ye geldiklerinde, Mekke’li müslümanları hem kendi
aralarında hem de Medineli Müslümanlarla kardeş yaptı. Kendi aralarında da, Hz. Hamza’yı, Zeyd bin
Hârise ile kardeş yapmıştı. Hz. Hamza bu kardeşini çok sever ve muharebeye çıktığı zaman her şeyini
ona emânet ve vasiyyet ederdi.
Peygamber efendimiz, Medine’ye hicret ettikten sonra, Kureyşli müşrikler boş durmadılar. Hz.
Peygamberimizi Medine’de rahat bırakmamakta, Medinelilerin O’nu terk etmeleri için etrafındaki
müslümanları tehdit etmekte idiler. Hattâ, Peygamber efendimizi Medine’nin dışına çıkarmaları için, Abdullah bin Übeyy bin Selül ile Evs ve Hazrec kabilelerinin müşriklerine tehditler gönderdiler ve
müslümanlara hac yollarını kapadılar.
Bu durumda, müslümanların, Suriye ticâret yollarını kesmeleri, müşrikleri ticârî ve iktisâdi bakımdan zor duruma düşürmeleri ve böylece müşrikleri yola getirmeleri icâb ediyordu. Bu sırada bir müşrik
kervanının Medine yakınlarından geçmekte olduğu işitildi. Sefer hazırlığı yapıldı. Sefere çıkacak birliğin
kumandanlığına Hz. Hamza’yı getiren Peygamberimiz O’na beyaz bir bayrak verdi. Hz. Hamza, 30 sü-
vari ile birlikte hareket etti. 300 süvarinin koruduğu bir müşrik kervanı Şam’dan Mekke’ye gitmek üzere
Sifr-ül-Bahr denilen yere gelmiş bulunuyordu. İslâm Mücâhidleri, buraya geldiklerinde, müşriklerin kervanını koruyan üçyüz süvari ile karşılaştılar ve savaş düzenine girdiler.
Mecdî bin Amr el-Cühenî, iki tarafın da müttefiki idi. Müslümanların sayıca çok az ve müşriklerin
çok fazla olduklarını ve düşmanların bu ilk çarpışmada yenebileceklerini düşünerek arabuluculuk edip iki
tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi. Sonra Hz. Hamza ve arkadaşları Medine’ye geri döndüler. Mecdî’nin bu
hareketi Peygamber efendimize arz edilince çok memnun olmuşlar ve “Mübârek, iyi ve doğru bir iş
yapmıştır.” buyurdular.
Hz. Hamza, Ebva, Veddan ve Zül’ uşeyre gazalarında Peygamber efendimizin beyaz sancağını
taşıdı. Bedir gazasında 313 Eshâb-ı kirâma karşı, 1000 müşrikle çarpışıldı. Bedir’de her iki taraf karşı
karşıya geldi. Mekke müşriklerinden Utbe, Şeybe ve Velîd meydana çıkıp er dilediler. Peygamberimiz - 289 -
(s.a.v.): “Ey Hâşimoğulları! Kalkınız. Allahü teâlâ’nın nurunu, bâtıllarıyle söndürmek için gelenlere
karşı, Hak yolunda çarpışınız ki, Allahü teâlâ zaten Peygamberinizi de bunun için göndermiş bulunuyor. Kalk Yâ Hamza! Kalk Yâ Ali! Kalk Yâ Ubeyde bin Hâris!” buyurdu.
Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Ubeyde miğferlerini giydiler. Meydana yürüdüler. Müşrikler: “Sizler kimlersiniz? Eğer bizim dengimiz iseniz sizinle çarpışırız.” dediler. Eshâb-ı kirâm da (r.a.); “Ben Hamza’yım!
Ben Ali’yim! Ben Ubeyde’yim!” dediler. Müşrikler “Sizler de bizim gibi şerefli kimselersiniz. Sizinle çarpışmayı kabul ettik” dediler. Eshâb-ı kirâm (r.a.), müşrikleri, önce imâna davet ettiler. Onlar kabul etmediler. Eshâb-ı kirâm, müşriklerin üzerine saldırdılar. Hz. Hamza ve Hz. Ali, Utbe ve Velîd kâfirlerinin vü-
cutlarını anında, ikiye böldüler. Hz. Ubeyde, Şeybe’yi yaraladı. Şeybe de Hz. Ubeyde’yi yaraladı. Hz.
Hamza ve Hz. Ali Şeybe’yi orada öldürüp, Hz. Ubeyde’yi kucaklayıp Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna getirdiler.
Ebû Cehil, müşrikleri savaşa teşvik etmeğe başladı. Her iki taraf bütün güçleriyle saldırıya geçtiler.
Bu savaş her iki tarafın ilk büyük savaşıydı. Eshâb-ı kirâm, “Allah Allah” diyerek, tekbir getirerek hücum
ediyordu. Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Ebû Dücâne, Hz. Saad bin Ebî Vakkas, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz.
Abdullah bin Cahş geçilmez birer kale gibiydiler. Hz. Hamza her iki elinde birer kılıç ile çarpışıyordu.
Peygamber efendimiz “Yâ Hayyu! Yâ Kayyûm!” buyurarak Allahü teâlâ’ya yalvarıyor, düşmana saldırı-
yordu. Hz. Ali: “Bedir’de hepimizin en cesaretlisi, en kahramanı Peygamber efendimizdi. Müşrik saflarına
en yakın olan da yine O idi.” demiştir.
Müşrikler, reisleri olan Ebû Cehil’i ortalarına aldılar, içlerinden birini Ebû Cehil gibi giydirip Ona
benzettiler. Bu nasipsizin adı Abdullah bin Münzir’di. Hz. Ali, Abdullah’ın üzerine saldırdı. Ebû Cehil’in
gözleri önünde Abdullah’ın kafasını kesti Ebû Kays’ı giydirdiler. Onu da Hz. Hamza vurup öldürdü.
Hz. Ali, bir müşrikle çarpışıyordu. Müşrik, kılıcını Hz. Ali’ye sallamış, kılıç kalkana saplanıp kalmış-
tı. Hz. Ali, müşrikin zırhlı vücuduna zülfîkârını sallayınca, omuzundan göğsüne doğru zırhıyla birlikte
biçtiği sırada, başı üzerinden bir kılıcın parladığını görünce, Hz. Ali başını eğdi kılıcı parlatanın: “Al bu
da Hamza bin Abdülmuttalib’den” derken müşrikin kellesi miğferiyle beraber yere düştü. Hz. Ali dönüp
baktığında amcası Hz. Hamza’yı iki kılıçla çarpışıyor gördü. Peygamberimiz, Eshâbını, böyle yiğitçe
çarpışıyor gördükçe “Onlar, Allahü teâlâ’nın yeryüzündeki arslanlarıdır” buyurarak onları takdir ediyordu.
Allahü teâlâ, Peygamberimize yardım için melekleri de savaşa gönderdi. Melekler her vuruşta bir
müşriki öldürdüler. Eshâb-ı kirâm (r.a.) daha kılıcını vurmadan müşriklerin kellesi yere düşüyordu. Ebû
Cehil de öldürüldü. Müşrikler bozguna uğradılar. Mekke’ye doğru kaçmaya başladılar. Eshâb-ı kirâmdan
14 kişi şehîd oldu. Hz. Hamza, Bedir’de fevkalâde kahramanlık gösterdi. Bedir Savaşı, Peygamber efendimizin zaferiyle neticelendi.
Uhud harbinde; Peygamber efendimiz, Hz. Hamza’yı en önde zırhsız süvarilerin başında çarpış-
makla vazifelendirdi. Hz. Hamza, kendisine kartal kanadından bir tuğ yapmıştı. Umumi taarruza geçildi.
Hz. Hamza, müşrik sancaktarı Osman bin Talha’yı bir vuruşta omuzundan beline kadar kesip; kâfir sancağını yere düşürdü, iki elinde iki kılıç tutuyor “Ben Allahü teâlâ’nın arslanıyım!” diyor düşmanı önüne
katmış öldüre öldüre ilerliyordu. Safvan bin Ümeyye, etrafındakilere: “Hamza nerededir? Bana gösteriniz” diyor, savaş meydanını araştırıyordu. Bir ara gözleri, iki kılıç ile halkı kıyasıya kesip biçen birini gö-
rünce “Bu çarpışan kim?” diye sordu. Çevresindekiler: “Aradığınız kimse! Hamza!” dediler. Safvan: “Ben
bugüne kadar kavmini öldürmek için saldıran, Onun gibi hırslı, Onun gibi gözüpek, bir kimse daha görmedim” dedi.
Herkes bütün güçleriyle çarpışırken, bir ara Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Hamza arasında kimse kalmadı. Hz. Hamza, hiç arkasına bakmıyor, hep ileri doğru hücum tazeliyordu. Savaşın başlamasından bu
ana kadar tek başına 30 müşriki öldürmüştü. Bu sırada Siba bin Ümmü Emmar; “Bana Karşı koyabilecek bir yiğit var mı” diyerek Hz. Hamza’ya meydan okudu. Hz. Hamza “Yanıma gel ey sünnetçi kadının
oğlu! Demek sen Allaha ve Resûlüne meydan okuyorsun, öyle mi?” deyip onu göz açtırmadan bacaklarından tutup yere serdi, üzerine çöküp, kafasını gövdesinden ayırdı. Kalktı, karşı kayanın arkasında,
Vahşi’yi elinde mızrak ile kendisine nişan alıyor gördü. Sel sularının açtığı çukura gelince ayağı kaydı.
Arkası üzeri yere yıkıldı, karnından zırhı açılmıştı. Fırsatı yakalayan Vahşi mızrağını fırlattı. Mızrak Hz.
Hamza’nın mübârek vücuduna saplandı. Arkasından çıktı. Hz. Hamza oraya çöktü. Şehîd olmuştu.
Hz. Hamza, şehîd düştükten sonra Utbe’nin kızı Hind (sonra müslüman oldu. Vahşi de imâna geldi) göğsünü yardı, ciğerini çıkarıp çiğnedi. Mübârek yüzünü tanınmaz hale getirdi. Kulaklarını, burnunu
ve sair azalarını kesti.
Hz. Hamza’nın ciğerinin çıkarılıp çiğnendiği haberi Resûlullah (s.a.v.) efendimize gelince: “Ondan
bir şey yedi mi?” buyurdu “Hayır” dediler. Bunun üzerine, “Hamza’nın etinden bir şey tadana, Allahü
teâlâ Cehennemi harâm kılmıştır. Onu yaktırmayacaktır.” buyurdu. - 290 -
Hz. Hamza şehîd olduğunda oruçlu idi. Hz. Peygamberimiz, kendisi için “Seyyid-üş-
şühedâ=şehîdlerin efendisi” buyurdu. Ve cesedini meleklerin yıkadıklarını haber verdi. Savaş bitmişti.
Şehîdlerin yanlarına gidildi. Peygamber efendimiz, Hz. Hamza’nın mübârek cesedinin kesilip biçildiğini
görünce dayanamadı. Ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak şöyle buyurdular: “Ben, şu
şehîdlerin, Allahü teâlâ’nın yolunda canlarını fedâ ettiklerine, kıyâmet günü şahidlik edeceğim.
Onları kanlarıyla gömünüz. Vallahi, kıyâmet günü mahşere yaraları kanayarak gelecekler. Kanlarının rengi, kan rengi, kokuları da misk kokusu olacaktır.” buyurdu. Peygamber efendimiz; “Bana
Cebrâil Aleyhisselâm gelip Hamza bin Abdulmuttalib’in göktekiler katında Allah’ın ve Resûlünün
arslanıdır diye yazıldığını haber verdi.” buyurdu. Hz. Hamza’nın ve diğer şehîdlerin cenâze namazları
kılındı. Hz. Abdullah bin Cahş ile Hz. Hamza’nın cenâzeleri bir kabre kondu. Hz. Hamza, Hz. Abdullah’ın
dayısı idi.
Hz. Hamza orta boylu idi. Kılıcını çok iyi kullanır pek mükemmel ok atardı. Pehlivan ve çok mert bir
kimseydi. Peygamberimiz (s.a.v.) kabrini ziyârete gider. Selâm verirdi. Mezardan “Ve Aleykümselâm Yâ
Resûlallah” diye cevap gelirdi.
Beyhekî rivâyet eder ki: “Hz. Fâtıma-tüz-Zehra buyurdu ki: “Birgün Hz. Hamza’nın kabrini ziyârete
gittim. “Esselâmü aleyke Yâ Resûlullah’ın amcası” diye selâm verdim. “Ve Aleyküm selâm ve
Rahmetullahi Yâ binti (kızı) Resûlullah” diye mezardan cevap geldi.”
Şeyh Muhammed isminde âlim bir kimse Hz. Hamza’nın kabrini ziyârete gitti. Selâm verdi. Mezardan, selâmına cevab verildi ve “Yâ Şeyh Muhammed, bu sene bir erkek evladın olacak, ona benim ismimi koyunuz” dedi. O âlimin erkek çocuğu oldu ve adını Hamza koydu.
 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1010, 1080
 2) Ravd-ül-ünf cild-2, sh-142
 3) Vâkidî Megâzî cild-1, sh-238
 4) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-3, sh-16
 5) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh-320
 6) Târîh-ül-Ümmem-i ve’l-mulûk cild-311
 7) Sîret-i İbn-i hamîs cild-1, sh-336
 8) Sîret-i İbn-i Hişam cild-1, sh-311
 9) Târîh-ul-hamîs cild-1, sh-336
10) İstiâb cild-1, sh-270
11) Kâmûs-ül-a’lâm cild-3, sh-1983
12) İnsân-ul-uyûn cild-1, sh-296
13) El-A’lâm cild-2, sh-278
14) Buhârî, Gazvet-ü Bedr
15) Eshâb-ı Kirâm sh-345
HANZALA BİN EBÎ ÂMİR (r.a.):
Medineli Eshâbın meşhûrlarından şehîd ve meleklerin yıkadıkları bir zât. İsmi Hanzala bin Ebî Â-
mir bin Safi bin Mâlik olup lakabı Takî ve Gasîl-ül-melâike’dir. Medine’de Evs kabilesinden olup, kavminin eşrafından idi. Babası Ebû Âmir Peygamberimizin (s.a.v.) Medine’ye teşrif etmesi üzerine O’na
(s.a.v.) düşman olmuş ve Medine’den ayrılarak, Mekke’ye gitmiş müşriklerle bir olmuştu. Bundan dolayı
ona fâsık lâkabı verilmişti. Annesinin ismi tesbit edilememiştir. Hanzala (r.a.), bi’setten evvel de îmân
sahibi olup, Allah’ın birliğine inanır putlara tapmazdı. Hanîf dininde idi. Müslüman olmadan evvel inzivaya çekilmiş bir halde insanlardan uzak devamlı kendi halinde ibâdetle meşgul olurdu. Peygamberimizin
daveti üzerine hemen îmân etti. Babası ile tam bir Cedel (kavga) hali ortaya çıktı. Babası îmân etmesini
istemiyordu. Hanzala’nın (r.a.) doğum târihi bilinmemekte olup Hicretin üçüncü (m. 624) yılında Uhud’da
şehîd oldu.
Hanzala (r.a.) Bedir gazasında bulundu. O zaman henüz bekârdı. Bedir gazâsından bir müddet
sonra Abdullah bin Übey’in kızı Cemile ile nikâhlandı. Nikâhdan bir hafta sonra düğün olacaktı. Ertesi
gün de Uhud’da Kureyş müşrikleriyle çarpışılacaktı. Hanzala (r.a.) geceyi Medine’de hanımının yanında
geçirmek için Resûlullah’dan (s.a.v.) izin istedi. Peygamberimiz de müsaade buyurdu. Medine’ye geldi.
Hanımı Cemile, (r.anhâ) ile o gece beraber kaldı. Cumartesi günü sabahleyin Uhud’a yetişmek için çok
acele yola çıkdı. Yola çıkacağı sırada, Hanımı Cemile, orada bulunan kavminden dört kişi çağırdı ve
Hanzala (r.a.) ile evlendiklerini söyleyip eğer çocuk olursa Hanzala’nın (r.a.) olacağını bildirip, onları
şâhid tuttu. Oradaki dört şâhid “Buna ne lüzum vardı?” diye sordular. Cemile (r.anhâ): “Rüyamda sema’nın açıldığını ve Hanzala içeri girdikten sonra kapandığını gördüm” dedi. Rüyası hakikat olup Uhud
Savaşında Hz. Hanzala şehîd oldu. Abdullah isminde bir oğulları oldu. Abdullah bin Hanzala olarak tanınan bu oğlu, Yezîd zamanında şehîd edildi. - 291 -
Peygamberimiz (s.a.v.) Uhud’da harp için safları düzeltirken Hanzala (r.a.) yetişti ve Eshâb-ı kirâm
arasına karıştı. Hz. Hanzala bin Ebî Âmir, diğer sahabîler gibi can siperâne müşriklerin üzerine atıldı.
Şehîdlik mertebesine kavuşmak için durmadan savaştı. Daha sonra müşrikler bozuldular, dağılıp kaç-
maya başladılar. Hanzala (r.a.) Ebû Süfyân’ın önünü kesti. Atının bacaklarını kılıcıyla uçurdu. At kuyru-
ğunu iki bacağı arasına sokup, arka ayakları üzerine çökünce Ebû Süfyân yere düştü. Korkudan ne yapacağını şaşıran Ebû Süfyân, “Ey Kureyş ben Ebû Süfyân’ım Hanzala beni öldürecek yetişin” diye sesi
çıktığı kadar bağırmağa başladı. Müşriklerden birçokları Ebû Süfyânın sesini işittikleri halde canlarının
derdine düştüklerinden hiç aldırış eden olmadı. Fakat Şeddâd bin Esved, Hanzala’ya (r.a.) arkadan yaklaşıp haince, sırtından mızrakladı. Hanzala mukabele etmek istedi. Fakat imândan nasîbi olmıyan bu
müşrik ikinci bir darbe daha vurup Hanzala’yı (r.a.) şehîd etti. 3 (m. 624) Ebû Süfyân kalkarak kaçtı.
Hanzala’yi (r.a.) Bedir’de öldürülen oğlu yerine öldürülmüş kabul etti.
Hanzala (r.a.) şehîd olunca Peygamberimiz “Ben Hanzala’yı meleklerin gökle yer arasında
gümüş bir tepsi içinde yağmur suyu ile yıkadıklarını gürdüm.” buyurdu. Ebû Useyd Sa’îd (r.a.) diyor
ki: “Gidip Hanzala’ya baktm. Başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm bunu Resûlullah’a (s.a.v.) haber
verdim. Peygamberimiz (s.a.v.) hanımına haber gönderip bunun sebebini sordu. O da Uhud’a çıktığı
zaman Hanzala’nın cünüb olduğunu bildirdi.” Hanzala (r.a.) Uhud’a yetişmek için çok acele edip yetişememek korkusu kendini kapladığından acele ile gusl etmeyi unutmuştu.
Babası Ebû Âmir müşrikler içinde bulunduğundan Hanzala’ya (r.a.) işkence yapılmasına mâni oldu. Çünkü müşriklerin şehîd olan sahâbîlerin burunlarını, kulaklarını ve uzuvlarını kesiyorlardı. Bundan
sonra Hanzala’nın adı Gasîl-ül-Melâike (Melekler tarafından yıkanmış kimse) diye anıldı. Medine’de
Eshâb-ı kirâmın Evs kabilesinden olanlar, Hazrec kabilesinden olanlara karşı “Melekler tarafından yıkanan Hanzala (r.a.) bizdendir” diye iftihar ederlerdi.
 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-357
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-360
 3) El-İstiâb cild-1, sh-280
 4) Üsüd-ül-gâbe cild-2, sh-68
 5) Siyer-i a’lâm-in-Nübelâ cild-1, sh-132
 6) Ensâb-ül-Eşrâf cild-1, sh-329
 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-975
HÂRİCE BİN ZEYD (r.a.):
Tâbiînden olup, Medine-i Münevvere’deki Fukahâ-i Seb’a’dan (yedi büyük âlimden) birisi. Künyesi,
Ebû Zeyd’dir. 29 (m. 650) senesinde doğdu. 99 (m. 717) yılında, Ömer bin Abdülazîz’in (r.a.) zamanında, Medine’de vefât etti. Babası Sahâbe-i kirâm’ın büyüklerinden, Zeyd bin Sâbit annesi Ümmü Sa’d’dır
(r.anha). Peygamber efendimiz (s.a.v.) babası hakkında “Feraizi en iyi bileniniz Zeyd bin Sâbit’tir” buyurmuşlardır.
İbn-i Sa’d, “Harice bin Zeyd’in sika (hadîs ilminde güvenilir) bir râvi olduğunu, çok hadîs rivâyet ettiğini nakleder. Babası Zeyd bin Sâbit, amcası Yezîd, Üsâme bin Zeyd bin Sâbit, Sehl bin Sa’d,
Abdurrahman bin Ebî Umre, annesi Ümmü Sa’d’den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Oğlu Süleymân, Saîd
bin Süleymân bin Zeyd bin Sâbit, Kays bin Sa’d bin Zeyd, Abdullah bin Amr bin Osman bin Affan, oğlu
Muhammed bin Abdullah, Zührî, Osman bin Hâkim ve başkaları da ondan hadîs-i şerîf bildirmişlerdir.
Hârice bin Zeyd, âlim olduğu kadar da âbid (çok ibâdet eden) bir zât idi. Uzleti (yalnızlığı) tercih
ederdi. Onun sözlerinden fazla bir şey yayılmamıştır. Zeyd bin Sâid, “Onun iki gözü arasında, hafif secde izi vardı” demektedir.
Hârice bin Zeyd’in, babasından rivâyet ettiği hadîslerden bazıları şunlardır:
“Nefsim, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki, hiç kimse, şirkten sonra,
Allahü teâlânın nezdinde harâm olan kan dökmekten daha büyük bir iş yapmamıştır. Böyle bir
kan akıtıldığından dolayı, yer, Allahü teâlâdan, o katili, içine çekip yok etmek için izin ister.”
Hârice bin Zeyd (r.a.) babası Zeyd bin Sâbit’ten şöyle rivâyet etmiştir: “Resûlullah (s.a.v.) Medine-i
Münevvere’ye teşrif buyurmuştu. Beni, Resûlullah’a götürdüler: Dediler ki “Yâ Resûlallah! Zeyd,
Neccâroğullarından bir gençtir. Kur’ân-ı kerîmden on’dan fazla sûre ezbere biliyor.” Resûlullah (s.a.v.)
bunu öğrenince çok memnun oldular. Sonra “Yâ Zeyd! Sen yahûdilerin kitabını, öğren. Çünkü, bana
gelen mektûbların tercemelerinde, onlara güvenim yok.” buyurdular. Bunun üzerine, yahûdilerin
kitaplarını öğrenmeye başladım. Daha onbeş gün olmamıştı. Bu süre içerisinde onların kitaplarını iyice
öğrendim. Ondan sonra, yahûdilerin diliyle gelen mektûbları Resûlullah’a okuyor, vermiş oldukları cevapları da yine ben yazıyordum.” - 292 -
Zeyd bin Sâbit buyurdu ki: “Ben, bir gün Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında oturuyordum. Bu sırada vahiy geldi. Kendilerini derin bir sekînet (vakar) hâli kapladı. Mübârek uylukları, uyluklarım üzerine gelmişti.
Resûlullah’ın (s.a.v.) uylukları o kadar ağırlaşmıştı ki, daha önce böyle bir ağırlığa rastlamamıştım. Nihayet Resûlullah’dan vahiy hali geçince, “Yaz, yâ Zeyd” buyurdular. Ben de bir eğe kemiği aldım.
Resûlullah (s.a.v.) “Mü’minlerden özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanlar, bir olamaz. Allah, mallarıyla, canlarıyla savaşanları, derece itibariyle, oturanlardan çok üstün kıldı. (Gerçi) Allah, hepsine de Cenneti va’d etmiştir. (Fakat) Allah, savaşanlara, oturanların üstünde daha büyük bir ecir vermiştir.” âyet-i kerîmesini okudu. Okuduklarını
eğe kemiği üzerine yazdım. İbn-i Ümm-i Mektûm, okunan âyet-i kerîmedeki, Allah yolunda muharebe
edenlerin fazîletini duyunca, kalkıp, “Yâ Resûlallah! A’ma ve benzerleri gibi, cihada gücü yetmiyenler ne
yapacak? diye sordu. “Vallahi, onun sözü biter bitmez, Resûlullahı tekrar derin bir sekînet hali kapladı.
Yine uylukları uyluklarım üzerine geldi, önceki gibi, çok ağır bir vaziyet aldı. Bu hal geçince, bana “Oku”
buyurdu. Ben de biraz önce yazdığım âyet-i kerîmeyi okudum. Resûlullah (s.a.v.) bu âyetten sonra “Ö-
zür sahipleri hariç” buyurdular. Bu kelimeleri âyet-i kerîmenin açıklaması olarak ilâve ettim. Bugün gibi
hatırlıyorum. Bunu, kemiğin çatlak bir yerine yazmıştım.”
Hz. Zeyd bin Sâbit şöyle buyurdu: “Kur’ân-ı kerîmi çoğaltıyordum. Hafsa’nın (r.anha) yanında bulunan yazılı sahifeleri, mushaflara yazarak naklettim. Fakat, Ahzâb sûresinin, Resûlullah’ın (s.a.v.) her
zaman okurlarken duyduğum, bir âyet-i kerîmesini kaybetmiştim. Onu yazılı olarak bulamamıştım. Sonra
bu âyet-i kerîmeyi, Resûlullah’ın, kendisini, iki kimsenin şahidliğine denk tuttuğu Ensâr’dan Huzeyme’nin
(r.a.) yanında buldum. Bu âyet de, heyetin kararıyla mushaftaki yerine kondu. Bu: “Mü’minlerden öyle
kimseler vardır ki, onlar Allah’a verdikleri ahde sâdık (bağlı) kaldılar.” ayet-i kelimesidir.”
 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-2, sh-189
 2) El-A’lâm cild-2, sh-292
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-5, sh-262
 4) Vefeyât-ul-a’yan cild-2, sh-233
 5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-181
 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-64
HASSAN BİN SÂBİT (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan meşhûr şâir. Ensârdandır. Künyesi, Ebû Velîd’dir. Ebû Abdurrahman ve Ebû
Hüsâm da denilmiştir. Lakabı, Şâir-i Resûlullahdır. Soyu, Benî Neccâr kabilesinden Hazrec kabilesine,
bunlardan da Kahtan kabilesine ulaşır ki, aslı Yemen’den gelmektedir. Annesi Füri’ate binti Hâlid de
Hazrec kabilesindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. Kendisinden nakledildiğine göre, Peygamberimizden (s.a.v.) 7 veya 8 sene önce doğmuştur. 62 (m. 682) senesinde 120 yaşında Medine-i Münevvere’de vefât etti.
Hassan bin Sâbit, müslüman olmadan önce de meşhûr şairlerden olup, Şam ve civarında hüküm
sürmekte olan Gâssâni hükümdarları sarayına mensûbtu. Şiirleri ile bu devletin ileri gelenlerini
medhederdi. Peygamberimizin (s.a.v.) geleceğini daha önceden yahûdi âlimlerinden işitmişti. Kendisi
şöyle anlatmıştır: “Ben 7-8 yaşlarında aklı eren bir çocuktum. Bir defasında meşhûr yahûdi âlimlerinden
biri Medine’de yüksek bir yere çıkıp, ey yahûdiler diye bağırarak yahûdilerin toplanmasını istedi. Yahûdiler toplanınca, ne var ne diyorsun? dediler. Yahûdi âlim toplananlara (Bu gece Ahmed’in âhir zaman
peygamberinin yıldızı doğdu) diye bağırarak haber vermişti.”
Muhammed (a.s.) peygamberliğini açıklayıp, İslâm dînine davete başlaması ile Hazrec kabilesi de
İslâmiyetle şereflenmişti. Bu sırada Medine’ye gelmiş bulunan Hassan bin Sâbit de müslüman olmuştu.
Müslüman olduğunda 60 yaşında bulunuyordu.
Hassan bin Sâbit (r.a.) müslüman olduktan sonra Peygamberimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı.
Peygamber efendimizi (s.a.v.) medheden çok şiir söyledi. İbn-i Abbas (r.a.) Onun Peygamberimizin
(s.a.v.) yaptığı savaşlara katıldığını rivâyet etmiştir. Bedir savaşında Medine’de kalmakla vazifelendirilmişti. Yaşlı ve bedenen çok zayıf olduğu için bizzat savaşa katılamadı. Bu sırada müslümanları
medheden ve cihada teşvik eden şiirler yazdı. Müşriklerin şairleri tarafından müslümanlara karşı yazılan
şiirlere cevap verip, onları hicvetti. Bu şiirleri pek meşhûr olup, o zaman Arabistan’da yaşayan kabileler
arasında pek tesirli olmuştur. Hassan bin Sâbit’e (r.a.), Bedir gazasına bizzat bedenen katılamadığı için,
cihad sevabına ve verilen müjdelere kavuşamadın diyenler olmuştu. O da buna çok üzülmüştü. Fakat
Peygamber efendimiz (s.a.v.), Onun İslâm düşmanlarına karşı yazdığı şiirlerle cihat ettiğini ve düşmanlara karşı yazdığı şiirlerin her bir kelimesine verilen sevab, başkalarının gazada kazandığı sevabtan daha çok olduğunu, bildirmiş, “Hassan’ın beyitleri düşmana ok darbesinden daha tesirlidir.” buyurmuştur. - 293 -
Hassan bin Sâbit (r.a.) şiirleri ile Resûlullahı (s.a.v.), İslâmiyeti ve Eshâb-ı kirâmı över, medheder
ve İslâm kahramanlarını cihada teşvik edici beyitler söylerdi. Ayrıca Kureyş kâfirlerinin ve diğer müşriklerin yüz karalarını ortaya koyucu şiirler okurdu. Peygamberimiz (s.a.v.) Mescid-i Nebevî’de Hassan bin
Sâbit’e mahsus bir minber yaptırmışlardı. Hassan bin Sâbit (r.a.) buna çıkıp Eshâb-ı kirâm huzurunda
İslâmiyeti medh eden şiirleri okurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), O’nu hiciv (yerici) şiirleri yazarken Hz. Ebû
Bekir’e danışmasını, ondan bilgi almasını emretmiştir. Hz. Ebû Bekir’den bilgi aldıktan sonra hiciv şiirleri
yazardı. Bir defasında kâfirlerin yüzkaralarını ortaya koyan bir şiirini okuduktan sonra Peygamberimiz
(s.a.v.) “Ey Hassan, müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarını ortaya koy! Cebrâil seninledir. Eshâbım
silâhla harb ettikleri gibi sen de dil ile harb et.” buyurdular. Hassan bin Sâbit-i Ensârî hazretleri böylece cihâdın en kıymetlilerinden olan söz ile ve yazı ile cihad etmek şerefine ilk kavuşanlardan oldu.
Cahiliyet devrinde ve Asr-ı se’âdet’te Arabistan yarımadasında şiir ve edebiyatın pek büyük kıymeti,
tesirleri ve rolü vardı. Araplar buna pek kıymet verir, övünürlerdi. Yarışmalar tertip eder, birincilik kazanan şairlerin şiirlerini Kâ’be’nin duvarlarında herkesin görebileceği şekilde asarlardı.
Hassan bin Sâbit hazretleri her iki dönemde de bu sahanın önde gelen simalarından biriydi.
Resûlullahı (s.a.v.), Eshâb-ı kirâmı ve İslâmiyeti anlatması, kâfirleri ve kâfirliği ve bunların yüz karalarını
dile getirmesi çok tesirli idi. Hassan bin Sâbit hazretleri, Resûlullah (s.a.v.) in ayrıca akrabası da oldu.
Mâriye hazretlerinin kız kardeşi Sîrîn ile evlendi.
Bedir savaşından sonra, Ka’b bin Eşref adında yahûdi bir şair Bedir’de ölen Mekkeli müşrikler için
bir şiir söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiire karşı Peygamberimiz (s.a.v.) Hassan bin Sâbite (r.a.)
bir şiir yazmasını emretmişti. Hassan bin Sâbit de (r.a.) o yahûdi şaire karşı bir şiir yazdı. Bu şiiri o derece tesirli oldu ki, Mekkeli müşriklerden hiçbiri o yahûdi şairi evinde misafir etmeğe cesaret gösteremedi.
Hicretin dokuzuncu senesinde Benî Temim kabilesinden bir heyet, esirlerini almak için Medine’ye
gelmişdi. Yanlarında en meşhûr hatîblerini ve şairlerini de getirmişlerdi. Önce getirdikleri Utarid konu-
şup, kabilesini övdü. Buna karşı Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâmdan, Sâbit bin Kays’a “Kalk bunun konuşmasına karşılık ver” buyurdu. Sâbit bin Kays (r.a.) ayağa kalkıp, Allahü teâlânın büyüklü-
ğüne ve Peygamberimizin (s.a.v.) medhine dair bir konuşma yaptı. Onun bu hitabı gelen heyeti fevkalade bir tesir altında bıraktı. Sonra da gelen heyetin şairleri şiir okumaya başladı. Şairlerinden biri bir kasî-
de okuyup, bitirince Peygamberimiz (s.a.v.), Hassan bin Sâbite (r.a.), “Kalk! Yâ Hassan bunun şiirine
karşılık ver!” buyurdu. Böyle bir vazife üzerine sevinerek, aşk ve şevk içinde ayağa kalktı. Temim kabilesinin şairinin söylediği şiire karşılık aynı vezin ve kafiyede uzun ve pek mükemmel bir şiir okudu. Bu
şiirinde İslâmiyyetin üstünlüğünü gayet açık bir ifade ile dile getirdi. Bunu dinleyen Temim heyeti ve bilhassa hatîb ve şairleri hayret içinde kaldı. İleri gelenlerinden Akra bin Habîs kendini tutamayıp, şöyle
dedi. “Allah’a yemin ederim ki, bu zâta, “Muhammed aleyhisselâma” her zaman O’na bizim bilemediğimiz bir yardım gelmektedir. O, muhakkak muvaffak olacaktır. Herşeyde, herkese üstün gelecektir. Onun
hatibi ve şâiri, bizim hatibimizden ve şâirimizden üstündür. Sesleri de seslerimizden daha canlı ve gürdür”, dedi. Akra bin Habîs bu sözleri söyledikten sonra Peygamberimizin (s.a.v.) yanına yaklaştı ve Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldu. O müslüman olunca bu heyette bulunanların hepsi
müslüman oldu. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) hepsine birer hediye verdi. Onlardan alınmış
olan bütün esirleri de serbest bıraktı. Hassan bin Sâbit (r.a.), Peygamber efendimizin (s.a.v.) vefâtında
çok üzülüp, bu üzüntülerini bildiren uzun mersiyeler yazmıştır. Hz. Ömer’in halifeliği sırasında gözleri
görmez oldu. Daha sonra Hz. Muâviye’nin halifeliği sırasında vefât etti.
Peygamberimiz (s.a.v.), “Muhakkak ki, Allahü teâlâ Resûlünü övmek ve müdafaa etmek hususunda. Hassan’ı rûh-ül-kudüs (Cebrâil aleyhisselâm) ile takviye etmektedir” buyurmuştur.
Hassan bin Sâbit (r.a.), Peygamber efendimizden (s.a.v.) bizzat işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiş-
tir. Berâ bin Âzib, Saib bin Müseyyeb, Ebû Seleme bin Abdurrahman, Ebül-Hasen (Nevfel’in (r.a.) azadlı
kölesi), Abdurrahman bin Hassan Hâricet’übnü Zeyd bin Sâbit, Yahyâ bin Abdurrahman gibi hadîs âlimleri Hassar bin Sâbit’ten hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Hassan bin Sâbit’in (r.a.) rivâyet ettiğ hadîs-i
şerîfler, meşhûr hadîs kitaplarından Sahih-i Buhârî’de, Sahih-i Müslim’de Sünen-i Ebî Dâvûd’da, Sünen-i
Nesaî’de ve Sünen-i İbn-i Mâce’de yer almaktadır.
Hassan bin Sâbit (r.a.) buyurdu ki;
“Kötü bir söz işittiğin zaman göz yum, af ile karşıla onu dinlememiş gibi ol.”
“Kalblerinde buğz ve husumet taşıyan insanların içi, altında ateş yanarak kaynayan tencereler gibi
devamlı kaynar. Buğz ve düşmanlık sebebiyle içlerinden ateş saçılır.”
“Hassan bin Sâbit’in (r.a.) şiirlerini ihtiva eden divân’ı, Beyrut’ta basılmıştır. Bir şiirinde Resûlullahı
(s.a.v.) medhi hususunda diyor ki:
“Sizden iyisini gözlerim görmedi asla.
Sizden güzelini doğurmadı hiç bir ana. - 294 -
Her ayıp ve kusurdan pak yaratıldınız.
Sanki dilediğiniz gibi yaratıldınız.”
 1) El-Îsâbe cild-1, sh-326
 2) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-26
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh-247
 4) El-A’lâm cild-2, sh-175
 5) Tabakât-üş-şuarâ sh-69, 170
 6) Kâmûs-ul-a’lâm cild-3, sh-1941
 7) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-222
 8) Sahîh-i Buhârî Kitab-üs-salât 68, Bed-ul-Halk 6
 9) Sahîh-i Müslim, Fedâil-üs-sahâbe 151
HATÎB BİN EBÎ BELTEA (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın Muhacirlerinden ve Bedir harbine katılanlardan. Resûlullah’ın, Mısır kralı
Mukavkıs’â gönderdiği, elçisidir. Nesebi (silsilesi), Hatîb bin Ebî Beltea bin Âmir bin Seleme bin Sa’b bin
Sehl el-Lahmî’dir. Ayrıca Amr adı ile de bilinmektedir. Künyesi “Ebû Muhammed” veya “Ebû Abdullah”tır.
Kendisinin Yemen’de Kahtanî kabilesine veya Necm bin Adiyy kabilesine mensûb olduğu zikredilmektedir. Babası, Ebû Beltea’dır. Doğumu hakkında kesin bir târih bildirilmemiştir. 30 (m. 650) senesinde Medine-i Münevvere’de vefât etmiştir.
Hz. Hatîb, genç yaşında Yemen’den Mekke-i Mükerreme’ye gelmiştir. Ubeydullah bin Hâmid bin
Züheyr bin Hâris bin Esed’in azadlı kölesi olduğu da, kaynak eserlerde zikredilmiştir. Annesinin adı bilinmemektedir. Mekke’ye yerleşen Hz. Hatîb, burada evlenmiş ve bir çok çocuğu olmuştur.
Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.), müslüman olmadan önce, şairliği ile meşhûrdur. İyi bir süvari idi. Hicretten önce müslüman olmakla şereflenmiş olup, bunun kesin târihi bilinmemektedir. Mekkeli
müslümanlarla birlikte, Peygamber efendimizin hicretinden önce Medine’ye hicret etmiştir. Burada, bir
süre Ensârdan Münzir bin Muhammed’in evinde misafir kalmıştır. Resûlullah efendimiz, Muhacirler ile
Ensâr arasında kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek için Muhâcirînden biri ile Ensârdan birini kardeş
yapmıştı. Bu din kardeşleri birbirinin herşeyine ortak olmuştu. Hattâ mirasta bile. Fakat Allahü teâlâ, â-
yet-i kerîme ile ancak ana ve babadan kardeş olanların mirasçı olacağını bildirdi. Hz. Hatîb, Ensârdan
Hâlid bin Râhile ile kardeş yapılmıştı.
Hatîb bin Ebî Beltea’nın (r.a.), îmân kuvveti ve Resûlullah’a olan sevgisi ve teslimiyeti tamdı. Bedir, Uhud, Hendek harblerinde ve Biat-ı Rıdvan ve Hudeybiye’de bulundu. Büyük Bedir, müslümanlar ile
müşrikler arasında yapılan ilk harbti. Bu harbe katılan Eshâb-ı kirâmın gösterdikleri cesaret, sabır, fedâ-
kârlık ve Resûlullah’a olan bağlılıklarından dolayı, Allahü teâlâ, Bedir harbine katılan 313 Sahâbî’nin,
bütün kusurlarını bağışlamış ve Cennette kavuşacakları nimetleri haber vermiştir. Hatîb bin Ebî Beltea
(r.a.) da bu müjdeye kavuşanlardandır. Ayrıca Peygamber efendimiz, 1400 kadar Eshâbı ile hac niyetiyle Medine’den yola çıkmıştı. Hz. Hatîb de bunlar arasındaydı. Bunu haber alan Mekkeli müşrikler, Onları
Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Elçi olarak gönderilen Hz. Osman’dan bir haber gelmeyince buradaki mü’minler canlarını fedâ ederek Resûlullah’ı koruyacaklarına söz vermişlerdi. “Bîat-ı Rıdvan” adı
verilen bu hâdiseyi Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, “Ey sevgili Peygamberim. And olsun ki, Allah,
mü’minlerden (seninle o ağacın altında bîat edenlerden) razı olmuştur da, kalblerindekini bilerek,
onların üzerine sekîne (manevî bir kuvvet) indirmiş ve onları yakın bir fetih ile mükafatlandırmıştı.”
Fetih sûresi 18.nci âyet-i kerîmesi ile haber vermiş, Onlardan râzı olduğunu bildirmiştir.
Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.), hicretin yedinci senesinin Muharrem ayında Hayber, gazasında,
yahûdilere karşı büyük bir cesaretle, kahramanca savaşan ve kalelerini muhasara eden süvarilerden
biriydi. O, kuvvetli bir hitâbete ve ikna edici bir konuşma kabiliyetine sahipti. Sözleri çok tesirliydi. Dinleyenleri mest ediyor, etkisi altında bırakıyordu. Sureti, görünüşü çok güzeldi. Güler yüzlü, tatlı dilliydi. İyi
bir şâirdi.
Resûlullah efendimiz, hicretin altıncı yılında Mekkeli müşriklerle bir sulh andlaşması yaptıktan sonra, Medine civarında bulunan altı hükümdara mektûb göndererek onları İslâm dînine davet etmişti. Her
bir hükümdara gönderdiği elçileri, Eshâbının en seçkinleri olup, suretleri ve sözleri en güzel olanlarıydı.
Peygamberimiz (s.a.v.) bunlardan Hatîb bin Ebî Beltea’yı Mısır kralı Mukavkıs’a göndermişti. Peygamber efendimiz, O’nu göndermeden önce, “Ey Eshâbım! Mükâfatı Allahü teâlâ’dan beklemek üzere şu
mektubu, Mısır hükümdarına hanginiz götürür?” diye sorunca, Hz. Hatîb, hemen yerinden fırlayıp
ayağa kalktı. Ve Peygamberimizin huzuruna varıp, “Yâ Resûlallah! Ben götürürüm!” dedi. Peygamberimiz de, “Ey Hatîb! Bu vazifeni, Allahü teâlâ senin hakkında mübârek eylesin!” buyurdu. - 295 -
Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.), mektubu Peygamberimizden aldı. Veda edip, evine gitti. Yol için hayvanını hazırladı. Ailesi ile de vedalaştıktan sonra yola çıktı. Önce Mısır’a’vardı. Mukavkıs’ı orada bulamayınca İskenderiye’ye gitti. Orada hükümdarın sarayını buldu. Kapıcı, içeriye almadan önce, maksadını
öğrendi. Kapıcı Hz. Hatîb’e çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkıs, o sırada deniz üzerinde adamlarıyla bir meclis kurmuş bulunuyordu. Hatîb (r.a.), bir sandala binip, Mukavkıs’ın toplantı halinde
olduğu yere yaklaştı. Peygamberimizin mektubunu eline alıp, ona gösterdi. Mukavkıs, mektubu görünce
Hatîb bin Ebî Beltea’yı yanına getirmelerini adamlarına emretti. Huzuruna varınca, Mukavkıs, Peygamberimizin mektubunu Hz. Hatîb’den aldı. Mektupta şöyle yazıyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm,
Allahın kulu ve resûlü Muhammed’den Kıbt’ın (Eski Mısır halkının) büyüğü Mukavkıs’a! Selâm, hidâyete uyanların üzerine olsun. Seni selâmet bulman için İslâm’a davet ederim. Müslüman
ol ki, selâmet bulasın ve Allah’ın iki kat ecrine nâil olasın. Eğer yüz çevirirsen senin ve Kıbt’ın
günahı senin üzerine olur: “Ey kitap ehli! (Yahudiler ve hıristiyanlar!) Gelin bizimle sizin aranızda
eşit olan bir kelimede birleşelim. Allah’dan başkasına ibâdet etmeyelim. Ona hiçbir şeyi, eş ve
ortak koşmayalım ve Allah’-ı bırakıp da birbirimizi Rab’lar (ilâhlar) edinmeyelim. Eğer kitap ehli bu
davetten yüz çevirirlerse (Siz şahit olunuz ki) bizler müslümanız deyiniz!” (Âl-i İmrân 64)
Peygamberimizin mektubu okununca, Mukavkıs, Hz. Hatîb’e “Hayırlısı olsun!” dedi. Mısır hükümdarı, kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hatîb ile aralarında, şu konuşmalar geçti:
Mukavkıs- “Ben, anlamak, istediğim bazı şeyleri sana soracak, bu hususta seninle konuşacağım.”
Hatîb- “Buyur, konuşalım!”
Mukavkıs- “Sizi gönderen zâttan bana haber veriniz. O bir peygamber midir? Biraz bahset.”
Hatîb- “Evet, O bir peygamberdir.”
Mukavkıs- “O, böyle gerçekten bir peygamber idiyse, kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin bedduâ etmedi?
Hatîb- “Sen, Îsâ bin Meryem aleyhisselâmın bir peygamber olduğuna inanıyorsun değil mi? O,
kavmi kendisini yakalayıp, öldürmek istediğinde, buna rağmen onlara bedduâ etmedi ve Cenâb-ı Hak,
O’nu, dünyâ semasına kaldırdı. Mükâfatlandırdı. Halbuki, O, kavminin helâk edilmesi için Allahü teâlâ’ya
duâ etse olmaz mıydı?”
Mukavkıs- “Çok güzel cevap verdin. Gerçekten sen, hikmet sahibi bir zatın yanından gelen hakîm
bir kimsesin. Bu gece yanımızda kal, yarın sana cevabımı vereyim.”
Hatîb (r.a.), Hz. Mûsâ zamanındaki Firavun’u kasdederek Mukavkıs’a dedi ki: “Senden önce, burada bir hükümdar vardı. O, halkına karşı “En büyük ilâh benim!” diyerek Rab olduğunu iddia etmişti.
Allahü teâlâ da, onu, dünyâ ve âhıret azaplarıyla cezalandırdı. Sonra ondan intikam aldı. Sen ise, senden başkasından ibret al da, başkasına ibret olma!”
Mukavkıs- “Bizim için bir din vardır. Biz bu dinimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız.”
Hatîb- “Senin bağlı olduğun ve daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dininden daha hayırlı olan din, hiç şüphesiz İslâmiyettir. Biz seni Allahü teâlânın bu son dinine, İslâmiyet’e davet
ediyoruz ki, Allah, dinini O’nunla tamamlamış, O’nu insanlara yeterli kılmıştır. Dahası da yoktur. Bu Peygamber, (Yani Muhammed aleyhisselâm), yalnız seni değil, bütün insanları davet etti. Bu Peygamber,
insanları İslâm’a davet ettiğinde; Kureyş, O’na, insanların en fazla tepki gösterip, kaba davrananı,
yahûdiler en fazla düşmanlık edenleri, hıristiyanlar da en yakın olanları oldu. Hayatım hakkı için yemin
ederim ki, Mûsâ aleyhisselâmın Îsâ aleyhisselâmı müjdelemesi ancak Îsâ aleyhisselâm’ın Muhammed
aleyhisselâm’ı müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni Kur’ân-ı kerîme davet etmemiz, senin
yahûdileri İncil’e davet etmen gibidir. Şüphesiz malumundur ki, her peygamber kendisini anlayıp idrak
edecek bir kavme gönderilmiştir. Ve o kavmin, bu peygambere itâat etmesi, üzerine vacip olmuştur, işte
sen de bu peygambere yetişenlerden birisisin. Biz seni Mesih’in dininden nehyetmiyoruz. Fakat bu yeni
dine davet ediyoruz.”
Mukavkas- “Ben bu peygamberin haline baktım. Emirlerinde ve yasaklarında asla akla uygun olmayan birşey bulamadım; Anladım ki, bu kişi sihirbaz değildir. Kahin ve yalancı değildir. Peygamberlik
alâmetlerinden bazı halleri kendinde buldum. Gizli olan şeyleri meydana çıkarmak bu alametlerdendir.
Bazı sırlardan haber vermek bu kişiden ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim.”
Mukavkıs- Peygamberimizin mektûbunu aldı. Çok hürmet gösterip, fildişinden yapılmış bir kutu içine koydu. Kutuyu mühürledi ve bir cariyesine teslim etti. Adı geçen bu mektûb 1267 (m. 1850) senesinde Mısır’ın Ahmin bölgesinde eski bir manastırdaki Kıbt kitapları arasında bulunmuş ve Osmanlı Padi-- 296 -
şahı Sultan Abdülmecid Hân tarafından satın alınarak, İstanbul Topkapı Sarayı, Mukaddes Emanetler
Bölümüne konmuştur. Orada muhafaza edilmektedir.
Mukavkıs, Hz. Hatîb bin Ebî Beltea’yı Mısır’da 5 gün misafir etti. Çok hürmet edip, ikrâmlarda bulundu. Mukavkıs, bir gece haber salıp, Hz. Hatîb’i huzuruna çağırtıp, Peygamber efendimiz hakkında
birçok sorular daha sordu. Arapça konuşan tercümanından başka kimse yoktu.
Mukavkıs- “O’nun hakkında soracağım şeylere doğru cevap verir misin? Eshâbının arasında seni
seçip gönderdiğini biliyorum. Ben sana üç şey soracağım.”
Hatîb- “İstediğin şeyi sor! Ben sana ancak doğruyu söyleyeceğim.”
Mukavkıs- “Muhammed, insanları neye davet ediyor?”
Hatîb- “Yalnız Allahü teâlâya ibâdet etmeye davet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namaz kılmayı emrediyor. Ramazan orucunu tutmayı, Kâ’be’ye (Beytullaha) hac etmeyi verilen sözde durmayı
emrediyor, ölmüş hayvan etini ve kan yemekten men ediyor.”
Mukavkıs- “O’nun şekil ve şemâlini, (fizikî görünüşünü) bana tarif et!”
Hz. Hatîb bin Ebî Beltea kısaca tarif etti. Birçoğunu saymamıştı.
Mukavkıs- “Anlatmadığın daha bazı şeyler kaldı. Öyle ki, gözlerinde azıcık kırmızılık, arkasında
peygamberlik mühürü vardır. Kendisi merkebe biner, harmani (sof) giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları veya amcaoğulları tarafından korunur.”
Hatîb- “Bunlar da onun sıfatıdır.” Mukavkıs- “Ben gelecek bir peygamber kaldığını biliyordum. Fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Çünkü daha önceki peygamberler hep oradan çıkmışlardı.
Gerçi son Peygamberin Arabistan’da, sertlik, darlık, yokluk ülkesinde çıkacağını da kitaplarda görmüş-
tüm. Allah’ın kitabında sıfatlarını yazılı bulduğumuz peygamberin ortaya çıkma zamanı da, tam bu zamandır. Biz, onun vasfını; iki kız kardeşi bir nikâh altında birleştirmez, hediyeyi kabul eder, sadakayı
kabul etmez. Fakîrlerle, yoksullarla oturur, kalkar! diye de kitapta yazılı bulmuştuk Ona uymak hususunda Kıbtîler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da ayrılamıyacağım. Bu hususta çok cimriyim. O peygamber, ülkelere hâkim olacak. Kendisinden sonra da Sahâbîleri, bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En sonunda şuradakilere gâlib geleceklerdir. Ben Kıbtîlere bundan ne bir kelime anarım, ne de
hiçbir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim.”
Mukavkıs, Arapça yazan kâtibini çağırdı. Peygamberimizin mektubuna şöyle cevap yazdırdı:
“Abdullah’ın oğlu Muhammed’e, Kıptîlerin büyüğü Mukavkıs’tan!
Selâm, senin üzerine olsun. Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada zikrettiğin şeyi ve yaptığın
daveti anladım. Ben de bir peygamberin geleceğini biliyordum. Ama onun Şam’dan çıkacağını zannediyordum. Elçine ikrâmda bulundum. Sana Kıbtîlerin yanında büyük değeri bulunan iki cariye ile giyecek
elbise gönderdim. Bir de binmen için dişi bir katır hediye ettim.”
Mukavkıs, bundan başka ne bir şey yaptı, ne de müslüman olmuştu. Hz. Hatîb bin Ebî Beltea’ya:
“Hemen memleketine, sahibinin yanına dön! Onun için iki câriye, iki binek hayvanı, bin miskal (bir miskal
4,8 gr. Altın) yirmi takım Mısır işi ince elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini emrettim. Senin
için de, yüz dinar ve beş takım elbise verilmesini söyledim. Yanımdan ayrılıp git. Sakın, Kıbtîler, senin
ağzından tek kelime bile işitmesinler!” dedi.
Mukavkıs, Peygamber efendimize ayrıca billur bir kadeh, kokulu bal, sarık, Mısır keten kumaşı, öd,
misk gibi güzel kokular, baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak, makas, misvak, ayna, iğne ve
iplik de hediye etti.
Mukavkıs, Hz. Hatîb’e Peygamberimiz hakkında “Sürme kullanır mı?” diye sormuştu. Hz. Hatîb de,
“Evet’ Aynaya bakar, saçını tarar, seferde, hazarda, aynayı, sürmedanlığı, tarağı, misvağı yanından ayırmaz!” demişti. Mukavkıs’ın, Peygamberimize hediye olarak gönderdiği iki cariye Mâriye ve kardeşi
Sîrîn’di. Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.) yolda bunlara müslüman olmalarını teklif edince, kabul edip,
müslüman olmuşlardı. Peygamberimiz (s.a.v.). Hz. Mâriye’yi hanım olarak kabul edip, onunla evlendi.
Oğlu Hz. İbrâhîm, ondan olmuştu. Sîrîn’i de Eshâbından “Şâir-i Nebî” olan Hassan Bin Sâbit’e verdi. En
iyi cins ve beyaza çok yakın gri tüylü iki binek hayvanından katıra “Düldül”, Merkebe de “Ufeyr” veya
“Yafur” adı takıldı. O güne kadar Arabistan’da ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak
tüylü katır, Düldül oldu. Peygamber efendimiz, hediye edilen billur kadehle su içerdi.
Hz. Hatîb bin Ebî Beltea, Mukavkıs’ın yanında kısa bir müddet kaldı. Halbuki yabancı heyetler,
Mukavkıs’ın yanında bir ay veya daha fazla kalırlardı. Hatîb (r.a.), 5 gün kaldıktan sonra Mukavkıs’ın
ülkesinden ayrıldı. O, Hz. Hatîb’i Arap yarımadasına muhafız askerlerle gönderdi. Bunlar, Arabistan’a
ayak bastıkları sırada, Şam’dan Medine-i Münevvere’ye girmekte olan bir kafileye rastladılar. Hatîb (r.a.) - 297 -
da, Mukavkıs’ın askerlerini geri çevirip, o kafileye katıldı. Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.), hediyelerle Medine’ye gelip, Resûlullah’ın huzuruna kavuştu. Peygamberimiz (s.a.v.) de, Mukavkıs’ın hediyelerini kabul
etti. Hz. Hatîb, Mukavkıs’ın mektubunu verip, sözlerini nakledince, Peygamberimiz buyurdu ki: “Ne Kötü
adam! Saltanatına kıyamadı. Halbuki îmân etmesine mâni olan saltanatı ise, kendisinde kalmayacak!”
Hz. Hatîb’in Allah’a ve Resûlüne imânı tamdı. Dininden asla dönmedi. Yakınlarına olan merhametinin çokluğu, onları kayırması sebebiyle Mekkeli müşriklere, bir mektûb göndermişti. Bu hâdise Eshâb-ı
kirâm arasında infiale sebep olmuş, hatta öldürülmesini isteyenler bile çıkmıştı. Fakat Cenâb-ı Hak,
Mümtehine sûresi 1.nci âyet-i celîlesinde, “Ey îmân edenler, benim düşmanlarımı ve kendi düşmanlarınızı dost edinmeyiniz.” buyurarak, Hz. Hatîb’in imânına şehâdet etmiştir. Şöyle ki: Mekke’nin feth
edildiği sene Resûl-i ekrem efendimizin hareketinden önce Hz. Hatîb, Kureyş’in azatlılarından olup, Medine’de kalmakta olan Sâre adında bir kadınla, Mekke’den bazı tanıdıklarına Hz. Peygamberin hazırlık
plânından bahseden bir mektûb gönderdi. Mektupda şunlar yazılı idi:
“Ey Kureyş ahâlisi, hiç şüpheniz olmasın, Hz. Resûlullah, üzerinize bulut gibi bir askerle geliyor ki,
bu asker coşkun, çağlayan bir sel gibidir. Allah’a yemin ederim ki, Allah’ın Resûlü sizin üzerinize yalnız
başına da gelse, Cenâb-ı Hak onu muzaffer kılarak memnun ve mesrûr edecektir. O halde başınızın
çâresine bakınız. Vesselam.”
Öte yandan Cebrâil aleyhisselâm gelerek, gizlice mektûb gönderildiğini mektubun kim tarafından,
kiminle ve nasıl gönderildiğini haber verdi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ali Zübeyr ve
Mikdad bin Esved’den meydana gelen bir ekibi, mektubu götüren kadını yakalayıp, getirmekle görevlendirdi. Onlara: “Hâh bahçesine vardığınızda sol tarafınızda yolcu bir kadın bulacaksınız. Beraberinde bir mektûb götürmektedir. Kendisini yakalayıp getiriniz!” buyurdular. Hah, Mekke ile Medine
arasında koruluk bir yerdi.
Ekip, adı geçen yere vardığında tarif edildiği gibi bir kadın gördüler ve yakalayıp, mektubu meydana çıkarmasını istedilerse de, kadın inkâr etti. Bunun üzerine: “Yâ mektubu çıkarırsın veya elbiseni soyar arama yaparız” tehdidinde bulundular. Neticede kadın saçının örgüsü arasından mektubu çıkarıp
verdi. Böylece mektubu Hatîb bin Ebî Beltea’nın yazdığı ortaya çıkmıştı. Peygamber efendimiz kendisini
bu sebeple çağırıp: “Yâ Hatîb bu nedir?” diye, sorunca, “Yâ Resûlallah acele buyurmayınız. Ben aslında Kureyş kabilesinden değilim. Fakat onlarla münâsebetim vardır. Öte yandan Muhacirlerin Mekke’de akrabası çoktur. Onların, orada kalan çoluk çocuğunu ve mallarını korurlar. Benim ise, Mekke’de
hiç himaye edecek kimsem yoktur. İşte bu mektûb vesîlesiyle, onlar arasında minnettarlar kazanarak,
akrabamı korumak istedim. Yoksa bu teşebbüsüm, kâfirlerden yana olmak, dinimden dönmek ve onlara
yardım etmek için değildir”, cevabını verdi. Peygamberimiz (s.a.v.) de: “Doğrudur”, diye kendisini tasdîk etti. Hz. Ömer, “Ey Allah’ın Resûlü! Bırak da şu münafığın boynunu vurayım”, diye atılınca,
Resûlullah efendimiz: “Ey Ömer! Bu zât Bedir savaşına katıldı. Ne bileceksin, belki Cenâb-ı Hak,
Bedir’de hazır bulunanları iltifat buyurarak: (Ne isterseniz yapınız! Ben sizi bağışladım) buyurmuştur” deyince Hz. Ömer ağlamaya başladı. Bunun üzerine Mümtehine sûresinin 1.nci âyeti nâzil olmuştur. Âyet-i kerîmede Hz. Hatîb’in imânına Cenâb-ı Hakk’ın şahit olması şöyle açıklanıyor: Cenâb-ı
Hak; “Ey îmân edenler! Benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinmeyin.” buyurarak Hz. Hatîb’in durumu anlatılmak istenmiş ve kendisinin yukarıda belirttiğimiz niyeti taşıyarak yazdığı mektubuna rağmen
mü’min olduğu ifade buyurulmuştur.
Bu âyet-i kerîmenin gelmesinden ve Peygamber efendimizin, O’nun sözünün doğruluğunu tasdîk
etmesinden sonra, Eshâb-ı kirâmdan hiç birinin O’nun hakkında, kötü bir zannı kalmadı. Eshâb-ı kirâmın
rivâyetlerini toplayan eser sahipleri, bu hâdiseyi onun fazîletini, Allah ve Resûlüne bağlılığını göstermek
için yazmışlardır. Yukarıdaki hadîs-i şerîf, Allahü teâlâ’nın ve Resûlünün onu bağışladığını, dünyâ ve
ahirette affedildiğini göstermektedir.
Peygamber efendimizin (s.a.v.) ahirete teşriflerinden sonra, Hz. Ebû Bekir zamanında Hatîb (r.a.),
tekrar Mısır’a elçi olarak gönderildi. Ebû Bekir’in (r.a.) hilâfetinden sonra Hz. Ömer devrinde de bu vazifesini çok iyi bir surette yapan Hatîb (r.a.), Mukavkıs ile bir anlaşma imzaladı. Bu anlaşma, Mısır’ı feth
eden Amr İbnü’l-Âs (r.a.) zamanına kadar yürürlükte kaldı.
Hatîb bin Ebî Beltea (r.a.), Medine-i Münevvere’de vefât etmiştir. Cenâzesini Hz. Osman kıldırmış
ve Bakî’ kabristanına defn edilmiştir.
 1) El-A’lâm cild-2, sh-159
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-300
 3) El-İstiâb cild-1, sh-348, 47
 4) Mevâhib-i Ledünniyye cild-1, sh-242
 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-114
 6) Sahîh-i Buhârî, Babel fazl-ı Menşehîde - 298 -
 7) Umdet-ul-karî cild-14, sh-255
 8) İnsân-ul-uyûn cild-3, sh-11
 9) Medarik-ut-tenzîl cild-4, sh-245
10) Sünen-i Ebî Davûd cild-3, sh-68




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...