03 Mart 2013

EBÛ SELEME BİN ABDÜLESED (r.a.):








EBÛ SELEME BİN ABDÜLESED (r.a.):

En önce îmân edenlerden. Resûlullahın halası Berre ile Abdül-Esed bin Hilâl Mahzumî’nin oğludur. İsmi Abdullah’dır. Resûlullahın ve amcası Hz. Hamza’nın Süveybe’den süt kardeşidir. Hanımı

Ümmü Seleme (r.anha)’dir. Ümmü Seleme (r.anha) da kocası ile birlikte müslüman olmuştur. Kocasının
vefâtından sonra, Resûlullah efendimiz ile evlenmak se’âdetine kavuşmuş ve mü’minlerin annesi olmuş-
tur. Ebû Seleme’nin (r.a.) Seleme ve Ömer adında iki oğlu ile Zeyneb ve Dürre adında iki kızı vardır.
Babası ve annelerinin müslüman olmaları sebebiyle İslâmî bir terbiye ile büyümüşlerdir. Hz. Abdullah’ın
künyesi, büyük oğlu sebebiyle Ebû Seleme (Seleme’nin babası)’dır. Ebû Seleme (r.a.) müslüman olduktan sonra Mekkeli müşriklerden çok eziyet, işkence gördü. Bütün bunlara rağmen, imânından ayrılmadı,
imânı, uğrunda bütün zorluklara göğüs gerdi. Habeşistâna ve Medine’ye, hanımı, ile birlikte hicret etmiş-
lerdir. Bedir ve Uhud harblerinde akrabaları olan Mahzûmoğullarına karşı kahramanca savaştı. Uhud
harbinde aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle hicretin dördüncü (m. 626) yılında şehîd oldu.
Resûlullaha Peygamberlik`vazifesi verilmiş, Mekkelileri İslâma davete henüz yeni başlamıştı. Daha kendisine 8 kişi, îmân etmişti. Hz. Ebû Seleme, Ebû Ubeyde bin Hâris, Erkâm bin Ebül-Erkam ve
Osman bin Maz’um ile birlikte, Hz. Osman’ın, Talha, Zübeyr ve Sa’d bin Ebî Vakkâs hazretlerinin
müslüman olduklarını işitince, hemen Resûlullahın huzuruna vardılar. Onları İslâm dinine davet edip, bir
miktar da Kur’ân-ı kerîm okudu. Hiç duymadıkları bu tatlı sözleri işitir işitmez dördünün de kalblerinde
İslâm nuru parlayıverdi. Hemen Kelime-i şehâdet getirip, müslüman oldular. O gün, Resûlullahın sevinci
çok olmuş, müslümanların sayısı 12’ye varmıştı. Hz. Ebû Seleme, hemen evine gidip hanımının da
müslüman olmasını teklif etti. O da Resûlullahın huzuruna gelip, ilk müslümanlardan olmakla şereflendi.
Hz. Ebû Seleme ve arkadaşlarının müslüman olduğunu haber alan Kureyş kâfirleri, bunların üzerine hücum edip, bazısını bağlayıp dövdüler. Kan revan içinde bıraktılar. Bazısını da hapse atıp çok eziyet ettiler. Ebû Seleme (r.a.) ise Peygamberimizin amcası Ebû Tâlib’e sığındı. Kendi kabilesi
Mahzûmoğulları, onu ısrarla Ebû Tâlib’den kendilerine teslim etmesini istediler. Fakat Ebû Tâlib, O’nu
asla onlara teslim etmeyip, “Bu benim kızkardeşimin oğludur” diyerek himayesi altına aldı.
Kureyşli müşriklerin, müslümanlara eziyet ve sıkıntı vermelerinin ardı arkası kesilmiyordu. Müslü-
manların tahammülleri had safhaya varınca, Habeşistan’a hicret etmelerine izin verildi. Hz. Ebû Seleme
de, hanımı Ümmü Seleme (r.anha) ile birlikte birinci kafileyle Habeş diyarına hicret etti. Uzun müddet
orada kaldılar. Habeş Meliki Necâşî İslâmiyeti kabul edip, ülkesine gelenlere çok iyi davrandı. Rahat ve
huzur içinde yaşadılar. Müslümanlar, oradan döndükten sonra yine Mekkeli müşriklerin hücumuna maruz kaldılar. Müşrikler, eziyet ve sıkıntılarını arttırdılar. İmânı uğrunda bütün zorluklara göğüs geren Hz.
Ebû Seleme’nin hayatı hep mücadele ve mücahede içinde geçti. Bu sıkıntıların çok çok arttığı bir zamandı. Peygamberimizle, Medineli müslümanların Akabe’deki bîatları henüz tamamlanmamıştı. Pey-- 262 -
gamberimizin Medine’ye hicreti, henüz söz konusu değildi. Hz. Ebû Seleme Resûlullahtan (s.a.v.) izin
alarak hanımı ile Medine’ye hareket etti. Böylece Medine-i Münevvere’ye ilk hicret edenlerden oldu.
Peygamberimiz Medine’ye hicret edince, kendisini Ensârdan Sa’d bin Hayseme (r.a.) ile kardeş ilân etti.
Medineli müslümanların, muhacirlere bağışladığı arsalardan bir ev yeri de Hz. Ebû Seleme’ye ayrılmıştı.
Bu arsa, Zührîler’den Abdulazîzoğullarının evleri yanında bulunuyordu.
Hz. Ebû Seleme cahiliye devrinden beri okuma-yazma bilirdi. Medine’de Mescid-i Nebevî’nin yanında toplanan Eshâb-ı Suffeye okuma-yazmayı öğretirdi. Bundan dolayı Hilyet-ül-evliyâ adındaki eserde kendisinin Eshâb-ı Suffeden olduğu zikredilmektedir. O, İslâmiyete hem ilmiyle, hem de kılıcı ile hizmet etmiştir.
Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Seleme’yi çok severdi. Kendisini mühim hizmetlerle vazifelendirirdi. Bir kerresinde Peygamberimiz Uşeyre gazvesine (harbine) çıkarken, Onu Medine’de yerine vekil bı-
rakmıştı. Bu gazve, Hicretten 16 ay sonra vuku bulmuştu.
Hz. Ebû Seleme, müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında Bedir’de yapılan ilk harbe katılmış ve
çok kahramanlıklar göstermiştir. O, Uhud harbine de katılmıştı. Bu harbin en sıkışık ve kızgın bir anında,
müşrik ordusundan Ebû Uşâme el-Cüşemî tarafından uzun ve yassı bir demirle pazusundan yaralandı
ve çok kan kaybetti. Buna rağmen savaştan geri kalmadı. Müslümanlar, bir ara müşrikler karşısında
çekilmeye başlar gibi oldular. Çünkü Peygamberimizin bir emri yerine tam getirilmemişti. Harp kazanılmış düşmanlar, silâhlarını ve mallarını Uhud’da bırakıp kaçarken, düşmanı Ayneyn geçidinde bekleyen
okçular, yerinden ayrılmıştı. Bunu fark eden düşman süvarisi saldırıp ganimet toplayan müslümanlara
yaklaştı. Peygamberimizi öldürmek için çok uğraştılar. Mübârek dişini şehîd ettiler. Müslümanlar, derlenip toparlanarak, düşmanı kaçırdılar. Harbin sonunda Hamrâ-ül-Esed denilen yere kadar arkasından
kovaladılar. Hz. Ebû Seleme, Peygamberimizin de Hamrâ-ül-Esed’e gittiğini haber alınca, yaralı olduğu
halde merkebine binerek onlara yetişti. Onun gibi diğer müslümanların hepsi yaralanmıştı. Kalbindeki
Peygamber sevgisi ve Allah yoluna hizmet aşkı, Onu bu seferden alıkoymamıştı. Harp bitince İslâm ordusu Medine’ye dönünce, Hz. Ebû Seleme de evine geldi. Bir ay kadar yarasının tedavisiyle uğraştı.
Fakat farkına varmadan yara içinden iltihaplanmıştı.
Uhud harbinden bir müddet sonra Peygamberimiz, Hüveylidoğulları üzerine bir askerî birlik gönderdi. Hicretin dördüncü (m. 626) yılı muharrem ayında, Benî Esed kolundan Hüveylidoğullarının Medine’ye hücum etmek için bazı kabileleri teşvik ve tahrik ettikleri haberi alındı. Necid bölgesinde bulunan
Katan havalisinde oturanları, Peygamberimiz ile harp etmeye kışkırttıklarından, hemen 150 kişilik bir
askerî birlik hazırlandı. Askerî birliğin başına Peygamberimiz Hz. Ebû Seleme’yi getirdi. Onu çağırıp
sancağı teslim ettikten sonra: “Ey Ebû Seleme! Seni bu birliğin başına kumandan tayin ettim. Askerleri alıp götür. Esedoğulları gelip sana kavuşmadan önce, onların yurduna gir ve üzerlerine
hücum et! Baskın yapıp mallarına el koy! Sakın Allahü teâlânın emirlerine aykırı bir harekette bulunma ve emrindeki askerlere iyi muamele et!” diye tavsiyede bulundu. Bu orduya, Eshâb-ı kirâmın
meşhûrlarından ve büyüklerinden Ebû Ubeyde bin Cerrâh ve Sa’d bin Ebî Vakkâs da er olarak katılmış-
lardı. Hepsi Muhâcir ve ensârdandır. Ordu ıssız ve sarp yollardan geçerek Esedoğullarının toplandıkları
su başlarından birisi olan Katan’a (veya Kutna) yaklaştılar. Orada bulunanları, hayvanları ile birlikte ele
geçirdiler. Ellerinden kaçıp kurtulanlar kaçarak, kalabalık bir İslâm ordusunun geldiğini haber verdiler.
Daha sonra Katan’a gelince, Hz. Ebû Seleme’nin ordusu orada Esedoğulları ile karşılaştı. Onları, sabahın alaca karanlığında hemen kuşattı. Askerlerine de, çok dikkatli olmalarını, kimseyi kaçırmamalarını
sıkı sıkı tenbih ettikten sonra hücuma geçti. Kahraman İslâm mücâhidlerinin şiddetli hücumu ile
Esedoğulları darmadağın oldular. Ebû Seleme ordusu, onları bir müddet takip etti. Kabile dağıldıktan
sonra, Hz. Ebû Seleme ordunun karargâhını Katan suyunun başına kurdu. On gün kadar burada kaldı.
Etrafa dağılan askerler, pek çok deve ve koyun toplayarak karargâha getirdiler. Çok miktarda ganimet
elde eden Hz. Ebû Seleme, Medine’ye döndü. Peygamber efendimizin emir ve tavsiyelerine aynen uymuş ve kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getirmişti. Böylece Uhud harbinden sonra müslümanlar
üzerine saldırmak isteyen düşmanın yuvası dağıtıldı.
Katan seferinden dönünce, Ebû Seleme’nin (r.a.) yarası birdenbire deşildi ve kendisi yatağa düştü.
Tam beş ay, durmadan yarasından kan aktı ve tehlikeli bir hâl aldı.
Peygamberimiz (s.a.v.) durumdan haberdar olur olmaz, süt kardeşi ve çok sevdiği sahâbîsinin yanına gittiler. Ebû Seleme (r.a.) vefât etmek üzere olduğundan, evdeki kadınlar ağlaşmaya başlamışlardı.
Vefât edince, gözleri açık kalmış olduğundan, Resûlullah (s.a.v.) mübârek elleriyle gözlerini kapayıp
hayır duâ etti. O sırada ağlaşan aile fertlerine de: “Siz, kendinize hayırdan başka duâ etmeyiniz.
Çünkü melekler, ölünün yanında bulunur ve ölü sahiplerinin söylediklerine “âmin!” derler.” diyerek, onların ağlayıp feryat etmemelerini emir buyurdu. Sonra, Ebû Seleme (r.a.) için şöyle duâ etti:
“Ey Allahım! Onun kabrini genişlet ve rahat kıl. Orada Onun için aydınlık yap ve nurunu ço-
ğalt! Günahını affet. Hidayete kavuşanlar arasındaki derecesini yücelt, yükselt. Onun arkasında - 263 -
bıraktıklarına da sen halef (vekil) ol. Bizi de, Onu da mağfiret eyle! Ey âlemlerin Rabbi olan
Allahım!” Sonra da “Muhakkak ki, ruh çıktığı zaman, göz onu takip eder. Ölünün iki gözünün yukarıya doğru dikildiğini görmediniz mi?” buyurdu. Daha sonra Ebû Seleme’nin (r.a.) cenâzesi, Âliye
mevkiinde bulunan kuyu sularıyla yıkandı ve Medine kabristanına defn edildi. Hz. Ebû Seleme’nin ölümü
hakkında hanımı Ümmü Seleme (r.anha) diyor ki: “Ebû Seleme vefât ettiği zaman “Gurbet ilde ölen bir
gariptir. Muhakkak ki, ona dillere destan olacak bir ağlayışla ağlayacağım!” deyip ağlamak için hazırlanmıştım. O sırada, Medine köylerinden bir kadın da gelip ağlamada bana yardımcı olmak isteyince,
kendisini Resûlullah (s.a.v.) karşıladı ve iki kerre; “Sen, Allahü teâlânın şeytanı çıkarmış olduğu bir
eve, Onu tekrar sokmak mı istiyorsun?” buyurdu. Bunun üzerine ben de ağlamaktan vazgeçtim.”
Hz. Ebû Seleme’nin fazîleti, imânı uğrundaki gayreti ve fedâkârlığı anlatılamayacak derecededir.
Resûlullah (s.a.v.) efendimiz kendilerini daima ziyâret ederdi. Hanımı Ümmü Seleme (r.anha) şöyle bildiriyor. Bir gün, Ebû Seleme (r.a.) Resûlullahın sohbet meclisine gitmiş ve buradan son derece sevinçli
olarak dönmüştü. Bana dedi ki: Bugün Resûl-i Ekrem efendimizden, beni çok sevindiren bir hadîs-i şerîf
duydum. Buyurdu ki: “Müslümanlardan herhangi birisi, bir belâya uğrar da (İnnâ lillâhi ve innâ
ileyhi râciûn) der ve sonra (Ey Rabbim, bu uğradığım musîbetin mükâfatını ihsan et ve beni ondan daha hayırlısına kavuştur?) diye duâ ederse, Allahü teâlâ onun duâsını kabul eder.”
Mü’minlerin annesi olmak şerefine kavuşan Ümmü Seleme (r.anha) bu hadîs-i şerîf hakkında şöyle diyor: Bu hadîs-i şerîfi, bizzat Hz. Ebû Seleme’den ezberledim. O, vefât ettiği zaman, ben de “İnnâ
lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedim ve şöyle duâ ettim: “Yâ Rabbi! Uğradığım felâketin ecrini ihsan et! Beni, Ebû Seleme’den daha hayırlısına kavuştur!” Sonra kendime geldim ve Resûlullahın sahâbîsi Ebû
Seleme’den daha hayırlısı nerede? O, ailesi ile birlikte Resûlullaha îmân eden ilk hânedir, dedim. Bunu
söyledikten bir müddet sonra, evimize Resûlullah (s.a.v.) efendimiz teşrif edip, içeriye girmek için, benden izin istedi. O sırada ben bir hayvan derisini dabağlamakla meşguldüm. Ellerimi yıkadıktan sonra,
Resûlullahı karşılayarak içeri aldım. İçi lifle dolu bir şilte takdim ederek oturmasını rica ettim. Hemen
oturup söze başladı ve benimle evlenmek için talip olduğunu anlattı. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz sözü-
nü bitirdikten sonra dedim ki: “Bende istenecek ne var? Ben kıskanç bir kadınım. Kimbilir, belki
istemiyerek uygunsuz bir şey söylerim veya yaparım da, sizi incitmek suretiyle Allahü teâlânın azabına
uğrarım. Sonra ben, yaşımı başımı almış bir kadınım. Başımda çoluk çocuğum var?” Buna karşı
Resûlullah (s.a.v.): “Kıskançlığınızdan endişe etmeyiniz. Onu Cenab-ı Hak, kalbinizden giderecektir. Yaşınızın büyüklüğüne gelince, ben de öyleyim. Senin çoluk çocuğun ise benim çoluk çocu-
ğum demektir” buyurdular. Bunun üzerine, Resûlullahın arzusunu kabul ettim ve onunla evlendim.
Cenab-ı Hak bana, Ebû Seleme’den (r.a.) daha hayırlısı olan Resûlullah (s.a.v.) efendimizi ihsan etmişti.
Böylece çocuklarım da, O’nun feyizli kucaklarında büyüdü.
 1) Hilyet-ül-evliyâ, sh-3
 2) Tabâkât-ı İbni Sa’d, cild-3, sh-239
 3) Üsüd-ül-gâbe, cild-5, sh-218
 4) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-1, sh-726
 5) Metâli’-un-nücûm, cild-11, sh-468
 6) Müsned-i İbni Hanbel, cild-4, sh-25-26
 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1001
EBÛ SÜFYAN BİN HARB (r.a.):
Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden meşhûr bir sahâbî. İsmi Sahr bin Harb’dir. Ebû Süfyân ve
Ebû Hanzala diye iki künyesi vardır. En çok Ebû Süfyân künyesi ile tanınır. Annesi Safiye binti Harb’dir.
Hz. Muâviye ve Resûlullahın (s.a.v.) zevce-i mutahharası olan Ümm-i Habîbe’nin babalarıdır. Dolayısıyla Resûlullahın kayınpederi olmaktadır. (m. 565) senesinde Mekke’de doğdu. 34 (m. 653) senesinde de
Hz. Osman zamanında vefât etti. Baki kabristanına defn edildi. Vefât ettiğinde 88 yaşında idi. Dedesi,
Ümeyye bin Abd-i Şems bin Abd-i Menâftır. Abd-i Menâf, Resûlullahın (s.a.v.) dedesinin dedesidir.
Müslüman olmadan önce Resûlullahın büyük düşmanı idi. Ticâretle meşgul olurdu. Bedir savaşına
bunun ticâret kervanı sebep oldu. Hâdise kısaca şöyle olmuştur. Hicretin ikinci yılı, Ramazan ayında
Ebû Süfyân’ın reisliğinde büyük bir Kureyş kervanının Şam’dan Mekke’ye dönmekte olduğu haber alındı. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu kervandaki malları ganimet olarak almak için bir
ordu toplayarak Safra köyünü sola alarak sağdaki Zefirân denilen vadiye kadar geldi.
Bu arada, İslâm ordusunun kervanı üzerine gelmekte olduğunu öğrenen Ebû Süfyân yolunu değiş-
tirdi. Diğer taraftan da, Mekke müşriklerinden yardım istedi. Bunun üzerine müşrikler o günün ileri harb
aletleriyle mücehhez 1000 kişilik bir ordu hazırladılar. Bunu haber alan Resûl-i Ekrem (s.a.v.) İslâm ordusuna Bedir kuyularına doğru hareket emrini verdi, iki ordu burada karşılaştı. Çetin bir muharebeden
sonra, İslâm ordusu muzaffer oldu. - 264 -
Bedir’de Kureyş’in mağlup olması üzerine, Ebû Süfyân bazı adamları ile Medine-i münevvereye
doğru gidip, Ureyz denilen yerdeki hurmaları yakmış, Ma’bed-i Ensârî ile arkadaşlarını şehîd etmişti.
Ebû Süfyân Uhud muharebesinde müşrik ordusunun başkumandanı idi. Uhud gazasına bütün ağırlığını
koymuştu. Hendek gazvesinde de şirk ordusunun başında bulunmuş. Medine’yi kuşatmış, ancak bir
netice alamadan geri dönüp gitmiştir.
Ebû Süfyân İslâmiyeti yıkmak ve yok etmek için bütün gücü ile çalışıyordu. Kızı Ümm-i Habîbe ise
zevci Ubeydullah bin Cahş ile birlikte Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Ancak, Ubeydullah bin Cahş, fakîrlikten kurtulmak için papazlara aldanıp, meazallah (Allahü teâlâ muhafaza buyursun) mürted olmuş, dinini dünyâya değişmişti: Resûlullahın (s.a.v.) halasının oğlu olan bu adam, hanımı Ümm-i Habîbe’yi de
(r.anha) dinden çıkıp, zengin olmaya cebr (zorlayıp) ve teşvik etti ise de, Ümm-i Habîbe (r.anha) fakîrliğe
ve ölüme râzı olacağını, fakat Muhammed’in (a.s.) dininden çıkmıyacağını söyleyince onu boşadı. Sürü-
nerek, sefaletten ölmesini bekliyordu. Fakat az zaman içerisinde kendisi öldü. Resûlullah (s.a.v.) Ümm-i
Habîbe’nin dininin, kuvvetini ve başına gelen çok acı hali duydu. Necâşî’ye mektûb yazıp, “Oradaki
Ümm-i Habîbe ile evleneceğim. Nikâhımı yap! Sonra kendisini buraya gönder.” şeklinde talebte
bulundu. Necâşî daha önce müslüman olmuştu. Mektuba çok hürmet edip, oradaki müslümanları sarayına davet ederek, ziyafet verdi. Hicretin yedinci yılında nikâh yapılıp, hediyye ve ihsanlarda bulundu.
Bu suretle Ümm-i Habîbe (r.anha) imânının mükâfatına kavuşarak orada zengin ve rahat oldu. Onun
sayesinde oradaki müslümanlar da rahat etti, Cennette kadınlar, kocalarının yanında bulunacakları için,
Cennetin en yüksek derecesi ile de müjdelenmiş oldu ki, dünyânın bütün zevk ve nimetleri, bu müjde
yanında pek küçük kalır. Bu nikâh, Ebû Süfyân’ın ilerde müslüman olmakla şereflenmesini hazırlıyan
sebeplerden birisi oldu. Ebû Süfyân’ın Resûlullaha (s.a.v.) ve İslâm’a olan düşmanlığı Mekke’nin fethine
kadar devam etti.
Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmesinden sonra da düşmanlıklarını devam ettiren
müşrikler ordu hazırlayıp, Medine’de bulunan müslümanların üzerine yürüdüler. Bedir, Uhud ve Hendek
gibi kanlı muharebeler yapıldı. Bu muharebelerde müslümanların karşısında tutunamayıp perişan olan
müşrikler, nihayet hicretin altıncı yılında Peygamberimizle (s.a.v.) sulh yapmayı kabul ettiler ve
Hudeybiye antlaşmasını imzaladılar. Ancak Hudeybiye antlaşmasını bizzat kendileri ihlal ettiler (bozdular). Bunun üzerine Resûl-i Ekrem efendimiz onlara bazı tekliflerde bulundu ise de kabul etmediler ve
harbe hazırlanacaklarını bildirdiler ve kısa bir müddet sonra, bu teklifleri kabul etmediklerine pişman
olup, Hudeybiye antlaşmasını yenilemek için Ebû Süfyân’ı Medine’ye gönderdiler.
Ebû Süfyân Medine’ye gelince, hem kızı ve hem de Resûlullahın zevce-i mutahharası olan Ümm-i
Habîbe’nin evine gitti. Eve girdi. Burada Resûl-i Ekrem’in döşeğine oturmak istedi. Ümm-i Habîbe
(r.anha) onu Resûlullah’ın döşeğine oturtmadı. Döşeği hemen dürdü. Ebû Süfyân, “Kızım bana bir dö-
şeği kıyamıyor musun? Niçin böyle yapıyorsun” dedi. Hz. Ümm-i Habîbe, “Bu Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.)
döşeğidir. Müşrik onun üzerine oturamaz. Sen de müşrik ve pis birisisin. Bu yüzden seni bu döşeğe oturtmadım”, cevabını verdi. Ebû Süfyân, “Kızım, bizim evden ayrılalı, sana bir şeyler olmuş, kötü olmuş-
sun”, deyince, Hz. Ümm-i Habîbe, “Asla böyle bir şey yok. Allahü teâlâ bana kötülüğü değil
müslümanlığı ihsan etti, sen, hâlâ işitmiyen, görmiyen, taştan yapılmış putlara tapıyorsun, nasıl olur da,
senin gibi Kureyş’in ileri gelen aklı başında birisi İslâmiyet’ten uzak kalır.” dedi. Bunun üzerine Ebû
Süfyân, “Senden bunu da mı duyacaktım? Atalarımın yaptığı putları bırakıp, Muhammed’in (s.a.v.) dinine mi gireceğim? Bu olur şey değil!” dedi.
Ebû Süfyân evden ayrıldı. Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ve Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerine gidip, sulhu
yenilemek istediklerini söylediyse de bir netice alamadı. En son Hz. Ali ile görüştü. O da onu başından
savdı. Ebû Süfyân, Peygamberimizin (s.a.v.) mescidine girdi. Orada sulhu yenilediğini söyledi. Peygamberimiz (s.a.v.) “Yâ Ebâ Süfyân! Bunu sen söylüyorsun, ben değil.” buyurdu. Ebû Süfyân bundan
sonra Mekke’ye döndü. Mekke’ye varınca, Kureyş müşrikleri Ebû Süfyân’a, ne getirdin diye sordular.
Ebû Süfyân, “Tek bir kalb olmuş bir kavmin yanından geliyorum. Hayatımda, eshâbının, Muhammed’e
(s.a.v.) gösterdiği bağlılık ve itâat gibi bir itâatle bağlanan bir kavim görmedim” dedi. Bunun üzerine
müşrikler “Sen hiçbir şey yapmamışsın. Senin kendi kendine ilân ettiğin sulhun hiçbir hükmü olmaz. Sen
bize sulh haberi getirmedin ki, emin olalım, harb haberi getirmedin ki harbe hazırlanalım” diyerek Ebû
Süfyân’a sitem ettiler.
Diğer taraftan, Resûlullah (s.a.v.) Ebû Süfyân Mekke’ye döndükten sonra, Hz. Ebû Bekir’i ve Hz.
Ömer’i çağırdı, istişare yaptı. Harbe karar verdi. İslâm ordusu bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra
Mekke’ye doğru yola çıktı. Merruz-Zahran denilen yere varınca karargâh kuruldu. Burada Peygamber
efendimiz onbin ateş yakılmasını emretti. Burası Mekke’ye yakın bir yer idi. Bir anda her taraf aydınlandı. Mekkeliler neye uğradıklarını anlıyamadılar. Şaşkınlık içinde Ebû Süfyân’ın yanında toplandılar.
Ebû Süfyân durumu öğrenmek üzere yanına dört kişi aldı. İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru
yürüdü. Karargâha yaklaştığı sırada İslâm askerleri onu yakaladılar. Hz. Abbas onu alıp, Resûlullahın - 265 -
(s.a.v.) huzuruna götürdü. Resûlullah (s.a.v.) onu affedip, amcası Hz. Abbas’a “Onu bu gece çadırına
götür. Sabah da bana getir” buyurdu.
Sabah namazı vakti olmuş, müezzinin ezanıyla, müslümanlar birer birer kalkıyorlardı. Ebû Süfyân
onların niçin kalktıklarını sordu. Hz. Abbas; “Namaza kalkıyorlar” dedi. “Kalkınca ne yapacaklar?” diye
sorunca, Hz. Abbas; “Onların hepsi mü’min, müslüman kimselerdir. Resûlullahın yanına gidecekler.
Resûlullah (s.a.v.) abdest alırken, Eshâb-ı i kirâm Resûl-i Ekrem’in abdest suyunu yüzlerine sürmek için
hemen oraya koşarlar.” Bu durumu gören Ebû Süfyân, “Ne Kisra’da ne de Rumların hükümdarında böylesine bir saltanat görmedim” dedi. Bunun üzerine Hz. Abbas, “Bu saltanat değil, Peygamberliktir. Bu
yüzden O’na bu kadar bağlılar” dedi.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) namaza başlamak için tekbir aldı. Peşinden cemaat olan
müslümanlar da tekbir aldılar. Bu kadar büyük cemaatin, Resûlullaha uyarak rükû, kıyam ve secdelerini
gören Ebû Süfyân, namazdan sonra Hz. Abbas’a, “Muhammed (s.a.v.) onlara bir şey emretse, onlar
hemen bu emri yerine getirirler mi?” diye sordu. Hz. Abbas, “Vallahi, yemeyi içmeyi bırakmalarını
emderecek olsa, hiç tereddütsüz terk ederler” dedi.
Hz. Abbas, Ebû Süfyân’ı Peygamber efendimizin yanına götürdü! Resûlullah onu görünce, “Ey
Ebû Süfyân, Lâ ilâhe illallah (Allahü teâlâdan başka ilah yoktur) diyeceğin vakit gelmedi mi? Ben
size, hem dünyânızı hem de âhiretinizi kazandıracak bir din getirdim. Müslüman olunuz, selâmet
ve se’âdete eriniz” buyurdular. Ebû Süfyân Peygamber efendimize (s.a.v.) “Anam babam sana fedâ
olsun. Bu kadar sana eziyet ve cefada bulundum. Sonra beni yine hidâyete çağırıyorsun. Ne hoş hilm ve
ne güzel kerem sahibisin, inandım ki: Allahü teâlâdan başka ilâh yoktur” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, “Benim Peygamber olduğumu tasdîk etme zamanın gelmedi mi?” buyurunca, Ebû
Süfyân Kelime-i şehâdeti söyleyerek müslüman oldu.
Hz. Abbas, Resûlullaha, “Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân övülmeyi ve üstün tutulmayı seven birisi, ö-
vüneceği bir şey lütf etseniz”, dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Kim Ebû Süfyân’ın evine, Kâ’be’ye,
Mescid-i Haram’a ve kendi evine sığınırsa, emindir,” buyurarak Mekkeli müşriklere bunu bildirmesini
emretti. Ebû Süfyân Mekke’ye dönmek üzere izin istediğinde, Peygamberimiz (s.a.v.) amcası Hz.
Abbas’a, “Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçeceği yolun dar bir yerine götür, İslâm ordusunun büyüklüğünü görsün,” buyurdu. Hz. Abbas onu alıp, İslâm ordusunun geçeceği yolun dar bir yerine götürdü.
Ordu hareket edip, Eshâb-ı kirâm kabile kabile Ebû Süfyân’ın önünden geçiyor, “Allahü Ekber” sadaları
her tarafı çınlatıyordu. Her birlik geçtikçe, Hz. Abbas onu tanıtıyordu. En son Peygamberimizin (s.a.v.)
bulunduğu birlik geçti. Bundan sonra Ebû Süfyân îmân etmiş olduğu halde, sür’atle Mekke’ye döndü.
Mekke’ye varınca, halkı İslâm’a ve teslim olmaya davet etti.
Kureyşlilere şöyle buyurdu: “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir (s.a.v.) Karşısına çıkılmayacak
bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Ebû Süfyân’ın evine, Mescide sığınırsa veya kendi evine kapanırsa emindir” dedi. Bunu gören hanımı Hind, kocasının sakalından tutarak “Ey Kureyş!’ Bu ahmak ihtiyarı öldürün.” demişti. Ertesi gün Hind de imâna geldi. Hind Resûlullahın elinden tutup bîat etmek isteyince Resûlullah (s.a.v.) “Ben kadınlarla el tutuşmam” buyurmuşlardır. Resûl-i Ekrem kadınlarla bîati
sözle yapardı. Hz. Hind, Kureyş kadınları adına Resûlullah ile sözleşti. Resûlullahın (s.a.v.) hayır duâlarını almakla şereflendi. Ebû Süfyân’ın sözlerini heyecanla dinleyen Kureyş müşrikleri büyük bir şaşkınlık
içine düşüp, bir kısmı Ebû Süfyân’ın evine bir kısmı Harem-i şerîfe girdi. Bir kısmı da kendi evine kapanıp, dışarı çıkmadı. Silahını alıp, dolaşanlar da görülüyordu.
İslâm ordusu, Mekke’yi fethedip, o günün gecesinde sabaha kadar tekbir ve tehlil getirip, Kâ’be’yi
tavaf ettiler. Bu manzarayı gören Ebû Süfyân hanımı Hind’e, “Sen bunun Allahü teâlâ’dan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu. Hind, “Evet Allah’tandır.” diye cevap verdi. Ertesi gün Resûlullah (s.a.v.) ona
“Sen Hind’e (Bu Allahü teâlâdan mıdır?)” diye sordun. O da “Evet öyledir” dedi, buyurdu. Bunun
üzerine Ebû Süfyân’ın bu mucize karşısında, Resûl-i Ekrem’e muhabbeti ziyadesiyle artmış, kalbinin
derinliklerinden gelen bir iştiyak ve sevinçle: “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın kulu ve Resûlüsün,
Allahü teâlâya yemin ederim ki, şu sözümü Allahü teâlâ ile Hind’den başka hiç kimse bilmiyordu” demiş-
tir.
Hz. Ebû Süfyân’ın Mekke’nin fethinde büyük hizmeti oldu. Mekkelilere bu sırada ne yapacaklarını
anlatıp, onlara en salim yolu göstererek, kanlarının akmamasına sebep oldu. Ebû Süfyân (r.a.), Mekke’nin fethinden sonra vuku bulan Huneyn gazvesine iştirak etti. Ondan sonra Taif muhasarasına da
katılan Ebû Süfyân (r.a.) burada bir gözünü kaybetti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) daha sonra Ebû Süfyân’ı
(r.a.) Necran’da görevlendirdi. Hz. Ebû Bekir zamanında da Necran’da valilik yapan Ebû Süfyân hazretleri, bu vazifelerinde Hz. Ömer devrine kadar kaldı. Hz. Ömer’den izin alarak Suriye ordusuna katılıp,
burada savaşlarda bulundu. Yaptığı konuşmalarla askerleri harbe teşvik etti. - 266 -
14 (m. 686) senesinde yetmiş yaşını geçtiği halde Yermük muharebesinde bulundu. Yaşlı olduğu
için savaşmasına izin verilmedi. Yalnız yüksekçe bir yere çıkıp, İslâm ordusunu harbe teşvik edici moral
yükseltici konuşmalar yaptı.
Hz. Osman zamanında, onun danışmanı olarak görev yaptı. Ebû Süfyân (r.a.) İslâm’a girdikten
sonra halis bir müslüman oldu: Ölüm döşeğinde iken, aile efradına “Bana ağlamayın, çünkü ben
müslüman olduktan sonra günah işlediğimi hatırlamıyorum” buyurmuştur.
Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek zevcesi Ümmî Habîbe (r.anha) annemizin erkek kardeşi olan
Hz. Muâviye, babası Ebû Süfyân ve anası Hind (r.anha) eshârdan (Resûlullah’ın (s.a.v.) zevce tarafından akrabaları) olup, şu hadîs-i şerîfe dahildirler “Allahü teâlâ, beni insanların en asilzâdesi olan
Kureyş kabilesinden seçti. Bana insanlar arasında en iyilerini arkadaş, eshâb yaptı. Bunlardan
bir kaçını bana vezirler olarak ve din-i İslâmı insanlara bildirmekte, yardımcı olarak seçti. Bunlardan bazılarını da Eshâr olarak ayırdı. Bunları seb edenlere (söğenlere) iftira edenlere, Allahü
teâlânın ve bütün meleklerin ve insanların la’neti olsun. Allahü teâlâ kıyâmet günü bunların farzlarını ve sünnetlerini kabul etmez.”
Ebû Süfyân (r.a.) müslüman olup, Sahâbelik şerefine kavuşmakla, gelmiş geçmiş evliyânın ula-
şamadığı bir mertebeye ve devlete kavuşmuştur.
Hz. Ebû Süfyân pek fazla hadîs-i şerîf rivâyet etmemiştir. Bir gün Resûlullaha (s.a.v.) ihlâs’ın ne
olduğunu sordu. Peygamber efendimiz, “Rabbim Allah’dır, dedikten sonra, emr olunduğun gibi
dosdoğru olmandır.” buyurdu.
 1) El-A’lâm cild-3, sh-201
 2) El-Îsâbe cild-2, sh-178
 3) El-İstiâb cild-2, sh-190
 4) Kâmûs-ul-â’lâm cild-1, sh-725
 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1002
 6) Eshâb-ı Kirâm sh-329
 7) İbn-i Hişâm cild-2, sh-614
 8) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-12
 9) İbn-i Âbidîn cild-5, sh-263
10) Megâni (Valudî) cild-2, sh-821
11) Zerkânî, Mevâhib Şerhi cild-2, sh-320
ENES BİN MÂLİK (r.a.):
Ensâr-ı kirâm’ın (Medineli Müslümanların) büyüklerinden. Künyesi, Ebû Hamza’dır, Bu künyeyi
kendisine Resûlullah (s.a.v.) vermiştir. Bir gün Hamza denilen baklayı toplarken, Resûl-i Ekrem efendimiz (s.a.v.) onu görmüş, Ebû Hamza diye iltifat buyurmuşlardır. Lâkabı Hâdim-i Resûlullah (s.a.v.)
(Resûlullah’ın hizmetçisidir). Kendisine böyle söylenince çok sevinir ve memnun olurdu. Bununla iftihar
ederdi. Hicretten on sene önce doğmuş (m. 612), hicretin 93 senesinde (m. 712) vefât etmiştir. Enes bin
Mâlik’in (r.a.) validesi Ümm-i Süleym’dir. Enes’in (r.a.) babası müslüman olmadığı için annesi, bundan
çok üzüntü duymuştu. O vefât edince, Ebû Talha annesine evlenme teklifinde bulundu. Fakat Ebû Talha
daha müslüman olmadığından Hz. Enes’in annesi, evlenmeleri için müslüman olmasını şart koştu. Böylece, Ebû Talha, ikinci Akabe’de müslüman olanlar arasına girmiş oldu. İşte Enes bin Mâlik (r.a.), İslâm
ile şereflenmiş böyle bir aile ocağında yetişti.
Enes’in (r.a.), Zül-üzüneyn lakabı da vardır. Bu lakabı Ona Resûlullah (s.a.v.) vermiştir. Bir ara
Resûl-i Ekrem efendimiz mübârek elleri ile zülüflerini çekerek, “Yâ zel-üzüneyn” diye latife buyurmuşlardır. Onun için, Hz. Enes de, validesinin tavsiyesi üzerine Resûlullah’ın mübârek ellerinin değdiği bu zü-
lüfleri teberrüken olduğu gibi bırakmıştır. Bazı târihçiler, Hz. Enes’in bu lakabı almasının sebebi olarak,
Resûl-i Ekrem efendimizden (s.a.v.) duydukları mübârek sözleri iyi anlayıp, ezberlemesini, gösterirler.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.), Medine-i Münevvere’ye teşriflerinde Hz. Enes 9-10 yaşlarında idi.
Hemen validesi (annesi) Ümm-i Süleym kendisini alıp, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzur-u se’âdetlerine getirdi.
Hizmetlerine kabul buyurmasını istedi. “Yâ Resûlallah! Ensâr erkek ve kadınlarından sana hediye
vermiyen kalmadı. Bu oğlumdan başka sana, hediye verecek bir şeyim yok. Bunu al. Sana hizmet etsin”
dedi. Validesinin bu isteği kabul buyuruldu. Bunun üzerine annesi: “Yâ Resûlallah! Şu hizmetçiniz
Enes’e duâ buyurunuz” deyince, Resûlullah (s.a.v.) efendimiz de “Yâ Rabbi! Enes’in malını ve evlâdı-
nı mübârek ve yümünlü eyle, ömrünü uzun eyle, günahlarını af eyle” şeklinde duâ buyurdular.
Hz. Ebû Bekir devrinde, Bahreyn havalisinin zekâtını toplamakla görevlendirilmiştir. Hz. Ebû Bekir’in vefâtında, Bahreyn’de bulunuyordu. Daha sonra Medine’ye geldi. Hz. Ömer’in zamanında Medine’de kaldı. Hz. Ömer, onu meşveret meclisine (Danışma kuruluna) aldı. Onun kıymetli tavsiyelerinden
istifâde etti. Bu sırada Medine’de kaldığı müddetçe, fıkıh dersi vermekle meşgul oldu. Yine bu devirde - 267 -
Enes bin Mâlik (r.a.), Toster’de yapılan muharebede elde edilen ganimetin ve Hz. Ömer’e gönderilme
şartı ile teslim olmayı kabul eden İran ordusu kumandanı, Hürmüzan’ın, Medine’ye getirilme işini üzerine
almıştı. Medine’den Basra’ya gitmiş, Hz. Ömer’in vefâtını burada öğrenmiştir. Hz. Osman zamanında da
Basra’da kalan Enes bin Mâlik (r.a.) fıkıh dersleri vermeye devam etti. Hz. Osman’ın vefâtını Medine’ye
gelirken yolda öğrenmiştir. Enes (r.a.), Hz. Ali’nin halifeliği zamanına yetiştiği gibi, Emevi halifelerinden
bir kısmını da görmüştür. Hz. Enes, zulme ve haksızlığa dâima karşı olmuştur. Bu konuda çekinmemiş-
tir. Onun için Haccâc’ın yaptığı zulümleri görünce, Halife Abdülmelik’e şikâyette hiç tereddüd göstermemiştir. Buna rağmen, Haccâc, ona darılmamış, onun rızasını kazanmak için elinden gelen gayreti sarf
etmiş ve derslerine de devam etmiştir. Bu sırada Sahâbe-i kirâm’ın sayıları azaldığı için yaşayan
Sahâbîlerin kıymeti daha da artmıştı. Halk, böyle mübârek zâtları arayıp buluyor, onların sohbetlerinden
istifâde etmeye çalışıyorlardı. Çünkü bunlar, bizzat Resûlullahı görüp, ruhlara gıda olan mübârek sözlerini, Onun mübârek ağzından dinlemişlerdi. Bu bakımdan herkes onlara gerekli hürmet ve saygıda kusur
etmemeye gayret ediyorlardı.
Enes bin Mâlik (r.a.) uzun ve bereketli bir ömür yaşamıştır. Basra’da vefâtına yakın hastalandı.
Halk, gece-gündüz ziyâretine geldi ve yanında bulundular. Basra’da vefât eden en son Sahâbe odur.
Basra’ya 9-12 km. mesafede bulunan Tat mevkiinde vefât etti. Muhammed bin Şîrîn (r.a.) tarafından
gasl, techîz ve tekfîni yapıldı. Vefât ettiği yere defn edildi. Vasiyeti üzerine, Resûlullah’ın (s.a.v.) saçlarından bir miktar kabrine kondu.
Hz. Enes bin Mâlik, Peygamber Efendimizin uzun seneler hizmetinde bulunması sebebiyle Kur’ân-
ı kerîmin tefsîrini çok iyi öğrenmişti. Âyetlerin tefsîrine dair bildirdiği rivâyetler tefsîr kitaplarını süslemektedir. Hz. Enes, Sabâbe-i kirâm arasında Peygamber efendimizin hallerini, sözlerini ahlâkını, işlerini bildirme bakımından en önde gelenlerinden idi. Dokuz yaşında Resûlullah’ın (s.a.v.) hizetine başladı.
Resûlullah’ın vefâtına kadar yanlarından hiç ayrılmadı. Peygamber efendimizden 2230 hadîs-i şerîf bildirdi. Hadîs rivâyetinde çok titiz davranırdı. Bu durumu talebelerine de ısrarla tavsiye ederdi. Bu bakımdan hadîs ilmine hizmeti büyüktür. Hadîs ilminin yayılmasında önde gelenlerdendir. İlim öğrenmek gayesinde olanlar onun meclisine devam ederlerdi. O, “Kale Resûlullah”, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu,
derken meclistekiler, derin bir huşu’ ve huzur içinde dinlerlerdi. Birçok yerde ilim halkası kurmuştu. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere Basra, Kûfe ve Şam ders verdiği mühim merkezlerdi. Zamanın
halifesi bile onun derslerine gelmeyi gönülden arzu ederdi. Her yönden bereketli ve çok mübârek bir zât
idi. Bu da, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) duâlarının bereketiyle idi. Onun ilim deryasından istifâde edenler
çoktur. Hasen-i Basrî, Süleymân Teymî, Ebû Kulâbe, Ebû Bekir bin Abdullah el-Müzenî (r.a.) bunlar arasındadır.
Enes bin Mâlik’in, hadîs ve tefsîr ilminde olduğu gibi, fıkıh ilmine de büyük hizmeti olmuştur. Müstakil bir eser teşkil edecek kadar, fetvâ ve ictihâdları vardır. Hz. Enes ile Muhtar bin Fülgül arasındaki
konuşma ve Muhtara verdiği cevabın İslâm Hukuku’nda mühim bir yeri vardır. Muhtar, Enes’e (r.a.):
“Resûl-i Ekrem’in nehyettiği (yasak ettiği) içkiler nelerdir? diye sordu. Hz. Enes cevaben Resûl-i Ekrem’in “Her sarhoş eden şey harâmdır” buyurduğunu söyledi. Bunun üzerine Muhtar şöyle sordu:
“Doğru söylüyorsun. Sarhoş olmak harâmdır. Bir iki yudumluk bir şey içmek hakkında ne dersin? Enes
(r.a.): “Çoğu sarhoş edenin azı da harâmdır” cevabını verdi.
Enes bin Mâlik (r.a.) yüksek bir ahlâka sahipti. Son derece nâzik, güzel sözlü ve güler yüzlü idi.
Resûlullah’ı (s.a.v.) çok sever, sünnete uymaya çok dikkat ederdi. Sabah namazının vakti girmeden önce uyanır, Mescid-i Nebevîye gider, Resûl-i Ekrem’e hizmet için can atardı. Resûlullah’ın (s.a.v.) sesini
duymak ve Ona hizmet, onun için en büyük sürûr ve neş’e kaynağı idi. Resûl-i Ekrem de onun hakkında
iyilikle bahsedip, yaptığı hizmetlerden dolayı duâ buyururlardı.
Resûlullah’ın (s.a.v.) âhirete teşriflerinden sonra, verdiği derslerde Resûlullah’ın (s.a.v.) devrini,
tekrar o günleri yaşar gibi, neş’e ve zevkle anlatır, talebeler üzerinde büyük tesir uyandırırdı. Bu yüzden
talebelerinde Resûlullah’ın sevgisi apaçık görülürdü. Enes bin Mâlik (r.a.) Emr-i bil-Ma’rufa (iyiliği emretmek) son derece ehemmiyet verirdi. Çünkü bu ümmeti, en hayırlı ümmet yapan sıfat budur. Ya’nî,
iyiliği emredip, kötülüğe mâni olmak.
Enes bin Mâlik (r.a.) yakışıklı ve nûrânî idi. Servet sahibi olduğu halde, çok sade bir hayat yaşadı.
Dünya zînet (süs) ve lezzetine, dünyâlığa ehemmiyet vermedi. Fakîrleri ve yoksulları gözetir, onlara gerekli yardımda bulunurdu. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi temin ederdi. Resûlullah’a olan sevgisini her
fırsatta dile getirirdi.
Peygamber efendimiz (s.a.v.), Enes bin Mâlik (r.a.) hakkında şöyle buyurdular:
“Ey Enes, bir iş yapmak istediğin vakit, yedi defa Rabbine istihare et. Sonra kalbinin meylettiği tarafı yap. Hayır ondadır.” - 268 -
“Ey Enes! Biliyor musun, mağfireti (bağışlamayı) gerektiren hususlardan biri de, müslüman
kardeşini sevindirmendir. Onun üzüntüsünü giderirsin, yahut içini rahatlatırsın, yahut ona bir mal
verirsin veya borcunu ödersin, yahut kendisi olmadığı zaman, çoluk çocuğuna göz kulak olursun.”
Enes bin Mâlik’in (r.a.) bizzat Resûl-i Ekrem efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı
aşağıdadır.
“Kalaylaştırınız, (zorlaştırmayınız) güçleşdirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz.”
“Herhangi biriniz kendi nefsi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek
mü’min olamaz.”
“Birbirinize buğz etmeyiniz, hased etmeyiniz (kıskanmayınız) birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey
Allah’ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslüman için kardeşini üç günden fazla terk etmek (küsmek)
helâl olmaz.”
“Sizden bir kimse başına gelen bir musîbetten dolayı ölümü istemesin. Ölümü isteyecek
kadar sıkıntılı bir durum, içerisine düşmüş olanlar, Yâ Rabbi! Hayat hakkımda hayırlı olduğu
müdtedçe beni yaşat, yoksa, ruhumu kabz eyle, desin.”
“Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim onu
istemezse, Allahü teâlâ da istemez.” Bunun üzerine biz: Yâ Resûlallah, hepimiz ölümü istemeyiz, dedik. Resûlullah (s.a.v.) şöyle cevap verdiler: “Bu ölümü istememek değil, mü’min dünyâdan ayrılacağı zaman, akıbetinin iyi olacağına dair müjdeler kendisine verilir, böylece Allahü teâlâya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve cenâb-ı Hakka kavuşmağı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı
istemez.”
“Kendisinde şu üç sıfat bulunan îmânın tadını duyar: Allahü teâlâ ve Resûlünü başkalarından daha çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, küfürden kurtulup hidâyete kavuştuktan sonra, ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derecede kerih ve kötü görmek.”
“Kıyâmet günü bir komşu diğer komşuyu yakalar, onu salıvermez ve şöyle der: “Yâ Rabbi!
Sen buna çok ihsanda bulundun. Bana ise, az verdin. Ben aç idim. O tok olarak uyudu. Ona:
“Bana kapısını niçin kapadığını, kendisine verdiğin rızıktan beni niçin mahrum ettiğini sor der.”
“Şu dört şeyin sarf edilmesinden, kul kıyâmet gününde hesaba çekilmez. Bunlar: Ana, babasına sarf ettiği, iftar için sarf ettiği, sahur için sarf ettiği, çoluk-çocuğu için sarf ettiği nafakalardır.”
“Bir kimse dünyâda ipekli elbise giyerse, ahirette giyemez.”
“Mi’râca çıktığım gece, dudakları makasla kırpılan bazı kimseler gördüm. Cebrâile, bunların,
kimler olduğunu sordum. Cebrâil (a.s.) “Bunlar, ümmetinden, herkese, iyiliği emredip, kendilerini
unutan ve Kur’ân-ı kerîmi okuyup da ona uymıyan, onunla amel etmeyenlerdir, cevabını verdi.”
“Allahü teâlâ, bütün insanlar arasında beni seçti, ayırdı. İnsanların en iyisini bana Eshâb olarak seçti, Bunların arasından da, bana akraba ve yardımcı olarak en üstünlerini ayırdı. Bir kimse beni sevdiği için bunlara hürmet ederse, Allahü teâlâ onu her tehlikeden korur. Onlara hakaret ederek beni incitenleri de incitir.”
Enes bin Mâlik, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübârek ağızlarından Sidret-ül-Müntehaya kadar olan
yolculuğu anlatıp, bundan sonraki durumları ve namazın farz oluşunu, yine Resûlullah’ın (s.a.v.) mübâ-
rek dilinden şöyle bildirir: “Cebrâil (a.s.) beni Sidret-ül-Münteha’ya götürdü. Bir de ne göreyim,
yaprakları fil kulakları gibi, meyveleri küpler kadar bir ağaç var. Bu ağacı Allahü teâlânın celâl
ve azameti o kadar kaplamış ve bürümüş ki, bu yüzden durumu değişmiş ve çok güzelleşmiş.
Hiç kimse onun güzelliğini anlatamaz. Bu sırada Allahü teâlâ bana vahyedeceğini vahyetti.
Bana her gün ve gece için elli vakit namazı farz kıldı. Altıncı kat semada bulunan Mûsâ’nın
(a.s.) yanına inince, bana: “Rabbin ümmetine neler farz faldı?” dedi. Elli vakit namaz, dedim.
Musâ (a.s.) bana, Rabbinden bu miktarı hafifletmesini dile, çünkü ümmetin bu kadara tahammül edemezler. Ben, Benî İsrâili denedim, dedi. Bunun üzerine, Rabbimle münâcaat ettiğim
yere dönüp, elli vakit namazı hafifletmesi için yalvardım. Allahü teâlâ, elli vaktin, beş vaktini
indirdi. Bu durumu Musâ’ya (a.s) söyleyince, ümmetin bu kadara da dayanamaz, sen yine
Allahü teâlâdan bunun da hafifletilmesini, dile, dedi. Bu şekilde Rabbim ile Mûsa (a.s) arasında
gidip geldim. Nihayet Allahü teâlâ, “Yâ Muhammedi Farz kıldığım namazlar, her gün ve gecede
kılınacak olan beş vakit namazdır. Her namaz için on sevab vardır. Bu bakımdan sonunda yine
elli namaz olur. Bir kimse hayır yapmak ister de, onu yapamazsa, ona bir sevab yazılır. O iyiliği - 269 -
yaparsa, on sevab yazdır. Bir kimse kötülük işlemek ister de, yapamazsa, ona hiçbir şey
yazılmaz. O kötülüğü işlerse, bir tane günah yazılır.” buyurdu. Buradan tekrar Mûsâ’nın (a.s)
yanına uğradım. Olup bitenleri anlattım. Mûsâ (a.s.) yine Rabbinden bunun da hafifletilmesini
iste, dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Rabbime çok müracaatta bulunduğum için artık
utanıyorum” buyurdu.
Resûlullah’ın (s.a.v.), Enes bin Mâlik’e (r.a.) nasîhatleri:
“Ey oğul! Elinden geldiği kadar abdestli ol. Çünkü, kim abdestli olarak ölürse ona
şehîdlik sevabı verilir.”
“Ey Enes! Rükûda ellerinle dizlerini sıkıca tutup, parmaklarını birbirinden ayır, dirseklerini
yanlarına yapıştırma, Rükûdan kalkınca, her uzvun tam olarak yerine gelsin. Allahü teâlâ, kıyâmet
gününde, rükû ve secde arasında belini dosdoğru yapmıyana nazar etmez. Secde ettiğin zaman,
alın ve ellerini iyice yere koy. Secdeleri çabuk ve acele yaparak, horozun yeri gagalaması gibi
gagalama, secdede kollarını yere sererek, köpeklerin veya tilkinin yatışı gibi yere serilme. Namazda sağa sola nazar etmekten sakın.”
“Ey oğul! Kimse hakkında kötülük beslemeden sabahlamaya ve akşamlamağa çalış. Bunu
basarırsan, hesabın çok kolay olur.”
“Müslümanlardan büyüklere hürmet, küçüklerine merhamet et.”
Katâde (r.a.), Hz. Enes’e, Resûlullah’ın (s.a.v.) en çok yaptıkları duânın ne olduğunu sorunca,
“Allahümme Rabbena âtina fiddünyâ haseneten ve fil âhıreti haseneten ve kına azâbennâr” duâ-
sını çok okuduklarını bildirdi. Katâde (r.a.), Hz. Enes’in duâ edeceği zaman, bununla duâ ettiğini veya
duâsına, bu duâyı da ilâve ettiğini nakleder.
Enes (r.a.) buyurur ki: Bir gün bir A’rabî, Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) gelip, “Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne
zaman kopacak? diye sormuştu. Bu sırada ikâmet okunduğu için, Resûlullah (s.a.v.) cevap vermeden
namaza durmuşlardı. Namazdan sonra, kıyâmeti soranın nerede olduğunu sordular. A’rabî, “Benim Yâ
Resûlallah” dedi. Resûl-i Ekrem ona kıyâmet için ne hazırladığını sordu. A’rabî, fazla bir hazırlığı olmadığını, ancak Allahü teâlâ ve Resûlünü sevdiğini, söyleyince, Resûlullah (s.a.v.) “Kişi sevdikleri ile beraberdir” cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm bu mübârek hadîsi işitince çok sevinmişler, buna sevindikleri
kadar başka bir şeye sevinmemişlerdir.
“Yahudiler, âdet gören kadınlarla beraber oturmazlar, birlikte yemek yemezlerdi. Eshâb-ı kirâm,
Yahudilerin bu durumunu, Resûl-i Ekrem efendimize arz ederek, bu konuda ne buyurduklarını sorunca,
şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Sana kadınların âdetlerinden (hayz görenlerinden) sorarlar. Onun bir
eziyet olduğunu, söyle. Kadınlar âdet gördükleri zaman, onlarla temasta bulunmayınız. Onlar temizlenmeden onlara yaklaşmayınız.”
“Bir takım işler yapıyorsunuz ve onları kıldan daha ince ve önemsiz görüyorsunuz. Halbuki biz,
Peygamber (s.a.v.) zamanında, bu işleri büyük günahlardan sayardık.
Allahü teâlâ şöyle buyuruyor: “Kul bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Yürüyerek bana gelirse, koşarak ona gelirim.”
“Üç şey ölünün peşinden kabre kadar gider. Çoluk çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan, ailesi ve malı döner” Onunla sadece ameli kalır, “
“Allahü teâlâ, kulunun yemek yedikten veya birşey içtikten, sonra kendisine hamd etmesinden râzı
olur (hoşnud olur).”
“Peygamber efendimizin zevcelerinin evine üç kişi gelip, Peygamber efendimizin ibâdetini sordular. Ne kadar yaptığını öğrendikleri zaman, bunu az gördüler. “Peygamberin yanında biz neyiz? Onun
geçmiş ve gelecek bütün günâhları bağışlanmıştır” dediler. Bunlardan birisi, “Devamlı, bütün gece namaz kılacağım.” dedi. Diğeri, “Ömrüm boyunca oruç tutacağım hiç oruçsuz olmayacağım” dedi. Üçüncü-
sü ise, “Kadınlardan uzak kalacağım, hiç evlenmiyeceğim” dedi. Bu sırada Peygamber efendimiz teşrif
buyurdular. “Şöyle şöyle diyenler, sizler misiniz? Bakınız! Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü
teâlâdan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en fazla sakınanınız benim. Buna rağmen,
bazen oruç tutuyorum, bazan tutmuyorum. Namaz kılıyorum, uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum.
Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir.”
Peygamber efendimiz (s.a.v.) “İster zâlim olsun, ister mazlum olsun, mü’min kardeşinize yardım ediniz” buyurdu. Eshâb’dan birisi: “Yâ Resûlallah! Mazlum olan kimseye yardım ederim, fakat zâlime nasıl yardım edebilirim? dedi. Resûlullah efendimiz (s.a.v.): “Zâlimi, zulüm yapmaktan alıkorsun,
işte bu ona yardımdır.” buyurdular.- 270 -
Bir gün Resûlullah (s.a.v.) benzerini hiç duymadığım bir hutbe okudular. “Eğer, siz benim bildirdiklerimi bilmiş olsaydınız, herhalde az güler, çok ağlardınız” buyurdu. Bunun üzerine, Resûlullah’ın
(s.a.v.) eshâbı yüzlerini kapayarak ağladılar.”
“Kâfir bir iyilik yaptığı zaman, ona karşı dünyâlık verilir. Fakat mü’mine gelince, Allahü
teâlâ, onun iyiliklerini âhirete saklar. Dünyada da tâatına göre rızık verilir.”
Resûlullah (s.a.v.) buyurdu: “Allahü teâlâ buyuruyor ki: “Ey Âdemoğlu! Sen, bana duâ edip,
benden istediğin müddetçe, sende bulunan günahları bağışlarım. Onların çokluğuna ve ağırlığına
bakmam. Ey Âdemoğlu! Günahların yerle gök arasını dolduracak kadar bile olsa, fakat benden
günahlarının bağışlanmasını istesen (istiğfâr etsen) senin bu günahlarını bağışlarım. Ey Âdemoğ-
lu! Yeryüzünü dolduracak günahlarla huzuruma gelsen, şirk koşmadan bana kavuşsan, yeryüzü-
nü dolduracak bir mağfiret ve af ile seni bağışlarım.”
Resûlullah’ın (s.a.v.) yanında iki kişi aksırdı. Birine, “Allah sana merhamet eylesin” buyurduğu
halde, diğerine bu mukabelede bulunmadı. Yâ Resûlallah, Allah’dan, buna rahmet diledin, niçin öbürüne
dilemedin denilince, “Bu Allahü teâlâya hamd etti (Elhamdülillah, dedi) öbürü ise hamd etmedi” buyurdu.
“Resûlullah (s.a.v.) duâ ederken mübârek ellerini bazan öyle kaldırırdı ki, mübârek koltuk altının
beyazlığı görünürdü.”
Hz. Enes bin Mâlik buyurdu ki: “Üç sınıf insan, hesap gününde Allahü teâlânın rahmetine kavuşur:
1. Akrabasını ziyâret eden. 2. Kocası ölüp yetimlerle kalan ve ölünceye kadar onlara bakan kadın. 3.
Ziyafet sofrası kurulup, yetimleri ve kimsesizleri davet eden kimse.”
“Resûlullah’a (s.a.v.) on sene hizmet ettim. Mübârek elleri ipekten yumuşak idi. Mübârek teni miskten ve çiçekten daha güzel kokuyordu. Resûlullah’ın kalb-i şerîfi nazargâh-ı ilâhî idi.”
“Resûlullah (s.a.v.) insanların en güzel huylusu idi. Beni bir gün bir yere gönderdi. Vallahi gitmem
dedim. Fakat gidecektim. Emrini yapmak için dışarı çıktım. Çocuklar dışarda oynuyordu. Onların yanından geçerken arkama baktım Resûlullah (s.a.v.) arkamdan geliyordu. Mübârek yüzü gülüyordu. “Yâ
Enes! Dediğim yere gittin mi?” buyurdu. Evet gidiyorum, Yâ Resûlallah dedim.”
“Resûlullah (s.a.v.) bir kimse ile müsâfeha edince, o kimse elini çekmedikçe, mübârek elini ondan
ayırmazdı. O kimse yüzünü çevirmedikçe mübârek yüzünü ondan çevirmezdi. Bir kimsenin yanında otururken, iki diz üzerinde oturur, ona karşı saygılı olmak için mübârek bacağını dikip, oturmazdı.”
Enes bin Mâlik hazretleri: “Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâhavle ve lâkuvvete illâ
billahil’aliyyil’azîm” okumanın sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini haber vermiştir.
 1) El-Îsâbe cild-1, sh-71
 2) El-İstiâb cild-1, sh-71
 3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-3 sh-102
 4) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-44
 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-7, sh-45
 6) El-A’lâm cild-2, sh-24
 7) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-luga Kıs. 1, cild-1, sh-127
 8) Tehzîb-ut-tehzîb cild-1, sh-376
 9) Kâmûs-ul-a’lâm cild-2, sh-1048
10) Sünen-i Tirmizî cild-5, sh-345
11) Sahîh-i Müslim, fedâil-ul-Enes
12) Sahîh-i Buhârî fedâil-ul-Enes
13) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1003
14) Eshâb-ı Kirâm sh-219
15) İzâlet-ül-hafâ cild-1, sh-329
ERKAM BİN EBÎ’L-ERKAM (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın ilk îmân edenlerinden. Nesebi, Erkam bin Ebi’l-Erkam Abd-i Menâf bin Esed bin
Abdullah bin Ömer bin Mahzûm’dur. Künyesi Ebû Abdullah’dır. Benî Mahzûm kabilesindendir. Annesi
Temâdur binti Hudeym es-Sehmiyye’dir. (Diğer rivâyetlere göre Ümeyme binti Hâris veya Safiyye binti
Hâris bin Hâlid’dir.) Hicretten önce Mekke-i Mükerreme’de doğduğu tahmin edilmektedir. 22 veya 23
yaşlarında iken, yedinci (veya onbirinci) müslüman olmakla şereflendi.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Mekke’de bütün dünyâya Peygamberliğini ilân edip, insanları
İslâmiyyete davet etmeye başladığı zaman müşrikler onu yalanladılar, ilk günlerde az kimse îmân etti.
Müşrikler başta Peygamber efendimize ve ilk müslümanlara, ibâdet ederken, birbirlerine yeni gelen âyet
i kerîmeleri okuyup öğretirken; gördükleri, tanıdıkları her yerde onlara baskı, işkence ve zulümler yap-- 271 -
maya başladılar. Bu eziyet ve baskılar artınca Resûlullah efendimiz (s.a.v.) kendilerine Mekke’de emniyetli bir ev seçip orada ibâdetlerini yapmaya ve İslâmiyyeti yaymaya karar verdi. Bunun için Safa tepesinin doğusunda, dar bir sokaktaki Şeybeoğullarının evine bitişik Hz. Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın evini mü-
nasip gördü.
Peygamberimiz (s.a.v.), İslâm dînini burada gizlice yaymaya çalıştı. Mekke’de nâzil olan âyet-i kerîme ve sûrelerin birçoğu bu mübârek evde geldi. Eshâb-ı kirâm burada toplanırlar, Peygamberimizi
(s.a.v.) görmek ve müslüman olmak isteyen kimseleri bu Dâru’l-Erkam veya Dâru’l-İslâm ismini verdikleri
Hz. Erkam’ın evine götürürlerdi. Hz. Hamza, Âmmar bin Yâser, Musab bin Umeyr, Akîl ve İyâd bin
Bükeyr, Süheyb bin Sinan (r.anhüm) ve birçok Sâhâbî burada müslüman oldu. Peygamber efendimiz
Eshâb-ı kirâm ile birlikte bu evde, Hz. Ömer müslüman oluncaya kadar kaldı. Bu evde, Hz. Ömer îmân
ile şereflenince müslümanların sayısı kırk oldu. Hz. Ömer, Peygamberimize (s.a.v.) ibâdetlerini Mescid-i
Haram’da açıkça yapmalarını teklif etti. Onları müşriklere karşı korudu. Müslümanlar topluca yüksek
sesle tekbir getirerek evden çıktılar. Kâ’be-i Muazzama’ya gelip açıkça tavaf ettiler. Müşriklerin
kalblerine korku ve üzüntü verdiler. Bundan sonra Peygamberimiz insanlara İslâmiyyeti açıktan anlatmaya ve açıktan imâna davet etmeye başladı.
Hz. Erkam, İslâm târihinde büyük ehemmiyeti olan bu evini hiç satılmamak ve mirasçı olunmamak
kaydı ile oğluna bıraktı. Bu evin ayrıca bir vakfiyesi de vardır. Bu vakfiyede şöyle yazılıdır. “Bu Erkamın
Safâ’dan az ileride bulunan evi hakkında verdiği sözü ve vasiyetidir. Arsası Harem-i şerîften sayıldığından bu ev de vakfedilmiştir. Satılmaz ve mirasçı olunmaz. Buna Hişâm bin Âs ve âzâdlı kölesi filân
şahiddir.” Böylece İslâmiyette ilk vakfı yapmış oldu.
Bu târihi ev Hz. Erkam’ın evlad ve torunları tarafından kullanılarak 140 senesinde halîfe Mansur
zamanına kadar geldi. Mansur bunlardan hisselerini satın aldı. Ev tamamen devlete kaldı. Daha sonra
tamir edilirken asıl şekli de değişti. Birçok el değiştirdikten sonra Üçüncü Sultan Murad Hân 999 (m.
1591) mescid olarak yeniden yaptırdı.
Hz. Erkam asil bir aileden ve çok zengin idi. Cahiliyet zamanında bile itibarı yüksekti. Ancak müş-
riklerin işkence ve zulümleri dayanılmaz hale gelince Medine-i Münevvere’ye hicret etti. Resûlullah
(s.a.v.), Medine’de kendisini Hz. Ebû Talha (Zeyd bin Sehl) ile kardeş yaptı. Rahat ve huzurlu yaşaması
için Benî Züreyk mahallesinden bir miktar arazi verdi. Hz. Erkam vefâtına kadar burada yaşadı.
Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte Bedir, Uhud, Hendek ve diğer bütün savaşlara katıldı. Kahramanca
döğüşüp büyük fedâkârlıklar gösterdi. Bedir savaşından sonra Peygamberimiz (s.a.v.) kendisine bir kılıç
hediye etti. Daha sonra zekât mallarını toplama hizmetini verdi. Dört halife devrinde meşveret meclisinde vazife yaptı.
Zühd ve takvası çok idi. Bütün vaktini Allahü teâlâya ibâdet etmekle geçirirdi. Birgün Kudüs’deki
Mescid-i Aksa’da namaz kılma arzusunu Resûlullah’a (a.s.) arz etti. Bunun üzerine Peygamberimiz
(s.a.v.) “Mescid-i Haram’da bir defa namaz kılmak, diğer mescidlerde bin defa namaz kılmaktan
daha çok sevabdır.” buyurunca Mekke’ye gidip, Mescid-i Haram’da ibâdetini yaptı. Peygamberimizden
bazı hadîs-i şerîfler rivâyet etti. Rivâyet eden oğlu Osman olarak gösteriliyor ise de kaç tane hadîs rivâ-
yet ettiği bilinmemektedir.
Hz. Erkam geçimini kendi arazilerinden elde ettikleri mahsulden kazandıklarıyla ve ticâret ile temin
ederdi. Ubeydullah, Osman adlı oğulları Meryem, Safiyye ve Umeyye adlı kızları olmak üzere beş evlâdı
bilinmektedir. Hz. Erkam 53 (m. 673)’de 83 yaşlarında iken Medine-i Münevverede vefât etti. Bu sırada
Medine valisi Mervan bin Hakem idi. Namazını kildırma vazifesini kendisi yapmak istedi ise de, Hz.
Erkam’ın oğlu Ubeydullah, babasının’vasiyeti olduğunu söyledi. Hz. Erkam’ın vasiyeti üzerine cenâze
namazını Âşere-i mübeşşereden olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs kıldırdı. Baki’ kabristanına defn edildi.
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-242
 2) El-Îsâbe cild-1, sh-28
 3) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-115
 4) Mir’ât-ı Mekke sh-1050
 5) Târîh-ul-Hamîs cild-1, sh-330
 6) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh-158
 7) İnsân-ul-uyûn cild-1, sh-203
ES’AD BİN ZÜRÂRE (r.a.):
Medineli ilk müslüman olan Sahâbîlerdendir. Adı, Es’ad bin Zürâre bin Ads bin Ubeyd bin Sa’lebe
bin Ganem bin Mâlik bin Neccâr el-Hazrecî’dir. Medineli Ensâr’ın büyüklerinden ve en önce îmân edenlerdendir. Doğum zamanı ve yaşı hakkında bilgi yoktur. Künyesi “Ebû Ümâme” olmakla beraber
“Es’adül-Hayr=(Hayırlı Es’ad)” ismi ile anılırdı. Oğlu Abdullah da Eshâb-ı kirâmdandır. Kızı Habîbe, Behl
bin Hanif (r.a.) ile, diğer kızı Fâria da Nebyat bin Câbire (r.a.) ile evlenmişlerdir. Diğer bir kızı Kebeşe de, - 272 -
Abdullah bin Ebî Habîbe (r.a.) ile evlendi. Dört evladı da Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflenmiştir. Hz.
Es’ad, ilk Akabe bîatından önce Mekke’de müslüman oldu. Peygamber efendimizin Medine’ye hicretinden kısa bir süre sonra vefât etti. Vefâtından önce kızlarını Resûlullah efendimize vasiyet etmişti.
Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) müslüman oluşu, birinci Akabe bîatından öncedir. Birinci Akabe’de
müslüman olduğu da bildirilmektedir. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Mekke’de herkesi imâna davet ediyor, İslâm nuru ile küfür karanlığını aydınlatarak, kalblere Allah sevgisini yerleştirmeye çalışıyordu. Mekke’nin puta tapan Arapları, bu hak daveti bir türlü anlayamıyor, İslâmiyeti kabul etmemekte ısrar ve inat
ediyorlardı. İnsanları hak dine davetin başlaması, on seneye yaklaşmıştı. Peygamberimiz karşılaştığı
herkese İslâmiyeti tebliğ ediyor, onların müslüman olmalarını istiyordu. Bu iş için Taif’e gitti. Orada bir ay
kaldı. Kimse inanmadığı gibi alay ettiler, eziyet ve sıkıntı verdiler. Çocuklarını ve hizmetçilerini yola dizip
Resûlullah’ı taşa tuttular. Mekke’de çok az kimse müslüman olmuştu. Onlara da, müşrikler, akla hayale
gelmedik sıkıntılar veriyor, işkence yapıyordu. İşte, Peygamberimizin İslâmı tebliği hususunda çok sıkıntı
çektiği bir günde Es’ad bin Zürâre ile Zekvan bin Abd-i Kays, Medine’den Mekke’ye gelmişlerdi. Mekke’nin ileri gelenlerinden Utbe bin Rebîa’nın yanına uğramışlardı. Bu sırada Hz. Es’ad Resûlullahın
(s.a.v.), yeni bir dîni açıklamaya başladığını öğrendi. Zaten kendisi, Hanîf inancı üzere olup, tek olan
Allah’a inanıyor, O’na ibadet ediyor, asla putlara tapmıyordu. Hemen Resûlullahın (s.a.v.) yanına gitmek
istedi. Utbe buna engel olmak istediyse de, arkadaşı Zekvan ile birlikte Peygamberimizin huzuruna vardılar. Resûlullah (s.a.v.), onları güzel şekilde karşılayıp ikrâm ve iltifatta bulundu. Kur’ân-ı kerîmden â-
yetler okuyup, İslâmiyeti anlattı. Bu dine girmeleri için davette bulundu. Arkadaşı Zekvan, Es’ad bin
Zürâre’ye hitaben, “İşte, senin dinin budur!” dedi. İkisi birden hakka daveti kabul ederek müslüman oldular. Sonra, Resûlullah’tan izin alarak Medine’ye döndüler. Orada herkese, İslâmiyeti duyurmaya başladı-
lar. Bunlardan ilk olarak Sa’d bin Hayseme (r.a.) bu daveti kabul edip, müslüman oldu. Böylece üç kişi
oldular. Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) ile görüşmeleri için Medinelileri teşvik ettiler. Hatta ilk Akabe bîatinin onların bu teşviki ile vuku bulduğu beyan edilmektedir.
Başka bir rivâyette, Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) müslüman oluşu şöyle bildirilmektedir: Resûlullah
(s.a.v.) her yıl hac mevsiminde ve Ukâz panayırı günlerinde Mekke şehrinin dışına çıkıp, başka yerlerden gelen kabilelerle görüşerek onları İslâma davet ederdi. Peygamberliğinin onbirinci senesinde, hac
mevsiminde Mekke dışına çıkmıştı. Akabe denilen yerde, Medine halkından bir toplulukla karşılaştı. Onlara, “Sizler kimlersiniz?” diye sorunca, Medine’de Hazrec kabilesine mensûb olduklarını söylediler.
Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib’in annesi Selma hatun da, Hazrec kabilesinin Neccâroğulları
koluna mensûbtu. Peygamberimiz, Hazrecli bu altı kişi ile bir müddet oturup, onlara Kur’ân-ı kerîmden
İbrâhîm sûresi 35-52.nci âyet-i kerîmelerini okudu ve İslâmiyeti anlattı. Bu dine girmeleri için davette
bulundu. Onlar da, zâten kabilesinin büyüklerinden ve Medine’de yaşayan yahudilerden, yakında bir
peygamberin geleceğini işitmişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onları dine çağırınca birbirlerine bakıştılar
ve: “Yahudilerin, alâmetlerini haber verdiği işte bu Peygamberdir!” diye aralarında konuştular, öteden
beri yahudilerle Evs ve Hazreclilerin aralarında düşmanlık olduğu için onlardan evvel bu peygambere
îmân etmek istediler. Ayrıca Evs ve Hazrec kabileleri de birbirlerine düşman idi. Bu sebepten hemen
Resûlullah’ın huzurunda Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldular. Peygamberimize de: “Biz kavmimizi, hem birbirlerine karşı, hem de yahudilere karşı, aralarında düşmanlık ve kötülük olduğu halde
geride bırakmış bulunuyoruz. Ümit edilir ki, Allah onları da, sizin sayenizde bir araya toplar. Biz, hemen
dönüp onları senin peygamberliğini kabul etmeye davet edeceğiz ve bu dinden kabul ettiğimiz şeyleri
onlara da anlatacağız. Eğer Allah, onları bu, din üzerinde toplayıp birleştirirse, Senden daha azîz ve
şerefli kimse olmaz!” dediler. Medineli bu altı kimse gerçekten inanmış, Allahü teâlânın Peygamberimize
tebliğ ettiklerini kabul ve tasdîk etmişlerdi. Vatanlarına dönmek üzere Peygamberimizden izin alıp ayrıldılar. Bu yeni müslüman olan altı kişinin ikisi, Neccâroğulları ailesinden Ebû Umâme Es’ad bin Zürâre ile
Avf bin Hâris idi. Diğerleri de, Râfi bin Mâlik, Kutba bin Âmir, Câbir bin Abdullah bin Riâb (r.anhüm) idiler. Bunlar, Medine’ye kavimlerinin yanına dönünce, hemen onlara Peygamberimizden anlatmaya ve
İslâm dinine girmeleri için davete başladılar. Bunu o kadar çok yaptılar ki; Medine’de, içinde Peygamberimizin ve İslâmiyetin bahsedilmediği bir ev kalmadı. Böylece İslâmiyet, Hazrec kabilesi arasında yayıldığı gibi Evs kabilesinden de bazı kimseler müslüman oldu. Akabe’deki bu görüşmeden sonra, Es’ad bin
Zürâre (r.a.) İslâmiyeti kabul eden oniki arkadaşı ile beraber hac için Mekke’ye gittiler. Ve yine Akabe’de
Resûlullah (s.a.v.) ile görüşüp, O’na bîat ettiler. O’na bağlılıklarını arz edip, bütün emir ve isteklerine
teslim olacaklarına söz verdiler. Bu sözleşmede, Allah’a ortak koşmayacaklarına, zina yapmayacakları-
na, hırsızlık etmeyeceklerine, iftiradan kaçınacaklarına, ayıplanmak ve rızık korkusu sebebiyle çocuklarını öldürmeyeceklerine dair taahhütte bulundular, ikisi Evs kabilesine, diğerleri de Hazrec kabilesine
mensûb olan bu 12 kişinin başı, reisi Es’ad bin Zürâre (r.a.), idi. Peygamberimiz bu oniki kişiyi kabilelerine nakîb (temsilci) yaptı. Bunlar, kabilelerine İslâmiyeti anlatıp, onlar adına Resûlullah’a karşı kefil olacaklardı. Es’ad bin Zürâre (r.a.) da, hepsi adına temsilci tayin edilmişti. - 273 -
Bu sözleşmeden sonra, Medine’ye dönen Hz. Es’ad ve arkadaşları, kabilelerine hemen İslâmiyeti
anlatarak, onu yaymak ile meşgul oldular. Bu sırada Peygamberimiz Mir’ac’a götürülüp, Cenneti ve Cehennemi gördü. Allahü teâlâ ile vasıtasız olarak, anlaşılmaz bir şekilde konuştu. Beş vakit namaz
emrolundu.
İslâmiyet Arabistan yanmadasında yayılmaya devam ederken, Medine’de bu iş çok daha süratli
yürüyordu. Öyle ki, daha önce birbirlerine düşman olan Evs ve Hazrec kabileleri barışmış, İslâmiyeti
daha iyi öğrenebilmek için Resûlullah efendimizden bir muallim, hoca istemişlerdi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
de, onlara Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için Mekke’deki Eshâbından Hz. Mus’ab bin Umeyr’i
gönderdi. Mus’ab (r.a.), Medine’de Hz. Es’ad’ın evinde kaldı. Onunla birlikte ev ev dolaşarak herkese
İslâmiyeti duyurdular. Resûlullah’ın sevgisini ve Onu, bütün düşmanlarından korumak için canla başla
çalışacaklarına söz vermelerini anlattılar. Onları, Resûlullah ile yapılacak bîata hazırladılar. Onların bu
gayretleri bereketiyle Medine’de Evs ve Hazrec kabilesi içinde Benî Ümeyye bin Zeyd’in evinden başka,
İslâmiyet nuru ile aydınlanmayan, müslüman olmayan kimse kalmamıştı. Bu arada Hz. Es’ad bin
Zürâre’nin teyzesi oğlu olan Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) hizmeti de çok büyük olmuştu. Onun müslüman olduğu gün, kendi kavminden müslüman olmayan kimse kalmamıştı.
Resûlullah efendimize, Peygamberlik vazifesi verileli 13 sene olmuştu. Mekkeli müşriklerin,
müslümanlara zulmü had safhaya varmış, dayanılmaz bir hâl almıştı. Medine’de ise, Es’ad bin Zürâre
(r.a.) ile Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.) hizmetleri sayesinde Evs ve Hazrecliler, müslümanlara kucak açacak, onları bağrına basıp uğrunda her fedâkârlığı yapacak aşk ve şevkin içindeydiler. Resûlullah’ın da
bir an önce Medine’ye teşriflerini arzuluyorlar, O’nun uğrunda mallarını ve canlarını esirgemeyeceklerine
söz veriyorlardı. Hac mevsimi gelmişti. Hz. Mus’ab bin Umeyr ile beraber, Medineli 73 erkek ve 2 kadın
müslüman, Mekke’ye geldiler, Hacdan sonra, hepsi yine Akabe’de Peygamberimiz ile buluştular. Hz.
Es’ad bin Zürâre ve 12 temsilci, kabileleri adına Peygamberimizin Medine’ye hicret etmelerini rica ve
teklif ettiler. Resûlullah efendimiz onlara, Kur’ân-ı kerîmden bazı âyet-i kerîmeleri okuduktan sonra, kendi canlarını, çoluk ve çocuklarını nasıl koruyup gözetirlerse, O’nu da öyle koruyacaklarını temin etmek
üzere onlardan kesin söz istedi. Evs ve Hazrec kabilelerin bütün temsilcileri biraz düşünüp taşındıktan
sonra, “Senin uğrunda canımızı ve mallarımızı harcasak, bize ne var?” dediler. Peygamberimiz de cevabında: “Allahü teâlânın râzı olması ve Cennet var!” buyurdu. Bunlardan her biri kavminin temsilcileri, vekilleri olarak bu hususta söz verdiler. İlk önce Es’ad bin Zürâre (r.a.): “Ben, Allah’a ve O’nun Resû-
lüne verdiğim sözü yerine getirmek, canımla ve malımla O’na yardım hususundaki, sözümü, işlerimle
gerçekleştirmek üzere bîat ediyorum” deyip elini uzattı ve müsâfeha yaptı. Arkasından her biri bu şekilde
bîati tamamlayıp, “Allahü teâlânın ve Resûlünün davetini kabul ettik, dinledik ve boyun eğdik.” diyerek
hoşnutluklarını ve teslimiyetlerini ifade ettiler. Böylece Resûlullah’ın uğrunda canlarını ve mallarını çekinmeden ortaya koydular. Kadınlar ile bîat, sadece söz ile yapılmıştı. Bu ikinci akabe bîatından sonra,
Resûlullah efendimiz, Mekkeli müslümanların Medine’ye hicret etmelerine izin verdi. İlk hicret eden,
Peygamberimizin süt kardeşi Hz. Ebû Seleme bin Abdül-Esed olmuştu. Arkasından birçok müslüman
gitti.
Daha sonra Allahü teâlânın izni ile, Peygamberimiz de Medine’ye hicret buyurdular. Hicretten sonra Peygamberimiz Hz. Zeyd bin Hâlid Ebû Eyyûbel Ensârî’nin evine yerleşmekle beraber, Hz. Es’ad bin
Zürâre’nin evinde de kalmak suretiyle onun hatırını gözetir, hanesini bereketlendirirlerdi. Çünkü O,
Ensârın en büyüğü ve Medinelilerin en önce müslüman olanlarındandı. İslâmiyet, Medine’ye O’nun evinden yayılmıştı. İslâmiyeti öğretmek için Peygamberimiz tarafından Mekke’ye gönderilen Hz. Mus’ab
bin Umeyr, O’nun evinde kalmıştı.
Hicrette, Peygamberimizin bindiği devenin, Medine’ye varınca ilk çöktüğü arsa, Es’ad bin
Zürâre’nin (r.a.) yanında yetişip büyüyen Neccâroğullarından Sehl ve Süheyl adında iki yetime aitti.
Resûlullah efendimiz, mescit yapmak için bu arsayı satın almak istedikleri zaman, iki kardeş, satmayacaklarını ancak Resûlullah’a hediye etmek istediklerini söylediler. Peygamberimiz arsa sahiplerinin yetim
olduklarını bildikleri için ücretini ödemeden almak istemedi. O arsayı on miskal (48 gram) altına satın
aldı. Hz. Ebû Bekir’e emir buyurup, arazinin parasını verdirdi. Hz. Es’ad bin Zürâre de, bu iki yetime,
Ben-i Beyâda tarafında kendilerine bir arazi vererek geçimlerini sağlamayı temin etti.
Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşaatına devam edilirken hicretten dokuz ay sonra Hz. Es’ad bin
Zürâre hastalandı. O, bugün için de tehlikeli olan menenjit hastalığına yakalanmıştı. O devirde böyle
hastalıklar ateş ile dağlanırdı. Bu tedavi şekli aynen uygulanmasına rağmen hastalığı iyileşmedi.
Resûlullah efendimiz kendisini ziyâret ederek sıhhat ve afiyetleri için duâ etti. Hastalığı çok şiddetliydi.
Hayatının son anlarını yaşıyordu. Tedavisi için her çareye başvurulmuştu. Kısa bir müddet içinde vefât
etti. Böylece Hz. Es’ad bin Zürâre, Resûlullah’ın Medine’ye hicretinden sonra ilk vefât eden sahabîsi
oldu. Ensârın sözüne göre Baki Kabristanına, ilk olarak O defn edildi. Muhacirler ise Hz. Osman bin
Maz’ûn’un defn edildiğini söylüyorlar. - 274 -
Es’ad bin Zürâre (r.a.), Bedir harbine katılamadan vefât etmişti. Resûlullah efendimiz, O’nun ölü-
müne çok üzüldüler. Medineli yahudiler, onun ölümünden sonra Resûlullah’ın Peygamberliği aleyhinde
dedi-kodu yapmaya başlayarak, “Muhammed’in bir kudreti olsaydı, arkadaşını iyi ederdi” dediler. Bu
suretle, mü’minleri, O’ndan soğutmak ve yeni dine girecek olanları, O’na yaklaştırmamak istiyorlardı.
Düşmanlıklarını açıkça ortaya koyuyorlar, insanları şüpheye düşürmek istiyorlardı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
efendimiz de, onların bu hallerini çok iyi bildiklerinden: “Yahudiler, neden arkadaşını kurtaramadı?
diyecekler. Ben ise, arkadaşımın bu hali için bir menfaat veya zarar vermeye mâlik değilim!” buyurdu. Halbuki onun peygamberliği, insanları cahillikten, küfür ve sapıklık yollarından kurtarıp imân aydınlığına çıkartmaktı. Onun vazifesi, Allahü teâlâ’nın râzı olduğu doğru yola davet işinden ibaretti.
Es’ad bin Zürâre (r.a.), ikinci Akabe bîatından sonra, Hazrec kabilesinin Neccâroğullarına nakîb
(temsilci) tayin edilmişti. Vefâtından sonra, Neccâroğullarından bir grup Resûlullah’a gelerek: “Bizim
nakîbimiz öldü. Bize bir nakîb tayin ediniz!” dediler. Resûlullah efendimiz de onlara yeni bir nakîb tâyin
etmeyerek, “Sizler, benim dayılarımsınız. Ben de sizin nakîbinizim!” buyurdu. Böylece, onları sevindirmiş oldu. Resûlullah’ın, Neccâroğullarına böyle iltifat etmesi, onlar için büyük şeref oldu.
İkinci Akabe bîatından dönen Medineli müslümanlar, kendilerine Kur’ân-ı kerîmi öğretmek için
gönderilen Hz. Mus’ab bin Umeyr ile birlikte akrabalarına, arkadaşlarına ve evindekilere İslâmiyeti anlatmaya başladılar. Birkaç gün içinde 30 kişi müslüman oldu. Böylece Medine’de müslümanların sayısı
40’a ulaşmıştı. Bir gün, bu müslümanların hepsi, Hz. Es’ad bin Zürâre’nin evinde toplandıklarında: “Yahudiler ve hıristiyanlar, kendilerine haftada birer gün seçerek, o gün alış-verişi bırakıp, inançlarına göre
ibadet ediyorlar. Şimdi, bize de uygun olanı, haftanın yedi gününden birini seçerek, o günü taât ve ibâ-
det için ayırmaktır!” dediler. Bu fikri, başta, reisleri Hz. Es’ad olmak üzere hepsi uygun buldular. Derhal
Cuma gününü bu işe ayırdılar. Cuma’ya, o güne kadar Arube günü deniliyordu. Mü’minlerin toplanıp
ibâdet etme günü mânâsına “Cum’a” dendi. Resûl-i Ekrem’in Medine’ye hicretinden evvel, Hz. Es’ad bin
Zürâre, Medine’deki 40 kadar müslümanı toplayarak, bir Cuma günü Nakî-ül-Hadamât’taki Beyâda’ya
götürmüş ve orada onlara Cum’a namazı kıldırmıştır. Bu suretle Peygamberimizin: “Kim, güzel bir
sünneti ihya ederse, hem onun sevabına, hem de kıyâmete kadar o sünnetle amel edenlerin kazanacakları sevaba nâil olurlar.” hadîs-i şerîfinin muhatabı olmuştur. İslâmiyette ilk defa kılınan Cuma
namazı, işte bu yerde kılınan Cuma’dır. Medineli müslümanların bu hayırlı maksatları, cenâb-ı Hakkın
rızâsına uygun olduğundan bilâhere devamlı olarak Cuma namazı kılınması emredilmiştir.
Eshâb-ı kirâmdan Hz. Abdurrahman bin Ka’b bin Mâlik de bu hadîseyi şöyle anlatıyor: Babam, Hz.
Ka’b’ın gözleri az görmeye başlamıştı. O yola çıktıkça ben onun elinden tutar, istediği yere götürürdüm.
Babamı Cuma namazına götürdüğüm zamanlarda, ezanın sesini duyar duymaz, hemen Hz. Es’ad bin
Zürâre’yi hatırlar, O’nun mağfiretini ister, O’na hayır duâ ederdi. Bir gün babama sordum: “Babacığım!
Cuma ezanını duydukça, daima Es’ad bin Zürâre’yi (r.a.) hatırlayarak, O’na mağfiret diliyorsun, ona duâ
ediyorsun. Bunun sebebi nedir?” Babam şu cevabı verdi: “Oğlum! Resûl-i Ekrem’in Medine’ye teşrifinden evvel, bize ilk Cuma namazını kıldıran o idi.” Tekrar sordum: “O zamanlar kaç kişiydiniz?” Bana,
Kırk kişiydik” diye cevap vermişti.
 1) El-Îsâbe, cild-1, sh-34
 2) El-İstiâb, cild-1, sh-82
 3) Metâli-un-nücûm, cild-2, sh-187
ESVED BİN YEZÎD NEHAÎ (r.a.):
Tâbiînden büyük bir fıkıh âlimi. Hadîs ilminde hâfızlık (yüzbin hadîs-i şerîfi senedleriyle birlikte ezberlemiş olma) derecesinde olup, zamanında, Kûfe’nin âlimi idi. Künyesi Ebû Amr’dır. Büyük âlim İbrâ-
hîm Nehaî’nin dayısı, Abdurrahman bin Yezîd’in kardeşidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 75 (m.
694)’de vefât etti. İlmi, yaşayışı, hâli tamamen İslâma uygun olduğundan bu büyük âlime Cennet ehli
derlerdi.
İbn-i Mes’ûd, Hüzeyfe, Bilâl ve Muaz’dan (r.anhüm) hadîs-i şerîf öğrendi. Oğlu Abdurrahman, İbrâhîm, Ebû İshâk Essebîî ve Udde ondan hadîs rivâyet ettiler. İbâdet konusunda çok ileri mertebelerde
idi. Sararıp soluncaya kadar oruç tutardı. Ramazan-ı şerîfte her iki gecede bir Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi (Başından sonuna kadar okurdu). Ramazan-ı şerîfin dışında, Kur’ân-ı kerîmi her altı gecede bir hatmederdi. Dünyaya önem vermezdi. Seksen defa hac ve umre yapmıştı.
Şa’bi hazretlerine, Esved Nehai’den (r.a.) sorulunca, “O, çok oruç tutar, gece çok namaz kılar ve
çok da hac eder” cevabını verdi.
Alkame bin Kays ona “Niçin bu cesede o kadar azâb ediyorsun” deyince, “Bu vücudun rahatlığını
istiyorum” cevabını verdi. - 275 -
Birgün ağlıyordu. “Niçin ağlıyorsun?” dediklerinde, “Niçin ağlamıyayım, ağlamaya benden daha lâ-
yık kim var ki!” buyurdu. Namaz vakti olunca, hemen orada, namaz için kalır, namazını kılmadan
ayrılmazdı.”
Bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları: “Mallarınızı zekât vermek suretiyle koruyunuz. Hastaları-
nızı sadaka ile tedavi ediniz. Belâdan korunmak için, duâ ediniz.”
“Eğer ilim sahipleri, ilmi korusalar, onu ehline verselerdi, zamanlarında insanların efendisi
ve üstünü olurlardı. Fakat onlar, ilmi dünyâlıklarından istifâde etmek için, dünyâya sarılanlara
bağışlıyorlar.”
“Hazret-i Âişe’ye, “Resûlullah (s.a.v.) evinde ne yapardı?” diye soruldu. Buyurdu ki:’Ev işiyle uğra-
şırdı. Ehl-i iyaline (ailesine) hizmet ederdi; namaz vakti gelince câmiye çıkardı.”
 1) Mevdû’ât-ül-ulûm (Osm), cild-1, sh-462
 2) El-A’lâm, cild-1, sh-330
 3) Hilyet-ül-evliyâ, cild-2, sh-102
 4) Tezkiret-ül-evliyâ, cild-2, sh-50
 5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-190
FÂTIMA BİNTİ ESED (r.anhâ):
Resûlullah’ın (s.a.v.), “O benim annemdi” buyurduğu amcası Ebû Tâlib’in zevceleri, Hz. Ali’nin
annesi, mübârek bir sahâbîye. Babası Esed İbn-i Hâşim’dir. 4 (m. 626) senesinde Medine’de vefât etti.
Soyu, Resûlullah (s.a.v.) ve Ebû Tâlib ile Hâşim’de birleşir. Bu bakımdan Resûl-i Ekrem ile akraba olmaktadırlar. Hâşimoğulları kadınları içinde ilk erkek çocuk sahibi O oldu. Yine O, bu soy içerisinde, halife anası olanlardan ilkidir. Tâlib, Akîl, Câ’fer ve Ali adında dört oğlu ile Ümmühânî, Cümâne, Reytâ ve
Esma adlarında dört kızı vardı. Hz. Ali’ye Haydar ismini annesi koymuştu. Böyle olduğu, Hz. Ali’nin söylemiş olduğu bir şiirde belirtilmiştir. Hz. Ali, Hayber harbi esnasında Merhab ile vuruşurken bu şiiri söylemiştir. Bu şiirinde, “anamın haydar (arslan) diye ismimi verdiği ben, ormanların aslanıyım” demiştir.
Fâtıma binti Esed İslâm’ın başlangıcında müslüman olmuştur. Resûlullah (s.a.v.) önce İslâm’ı a-
çıktan açığa bildirmediler. Üç yıl bir gizlilik devresi geçti. Tedricî (yavaş yavaş) bir yol takip ediliyordu.
Artık İslâm’a açıktan davet etme zamanı gelmişti. Nereden ve kimden başlanacağı Resûl-i Ekrem’e
(s.a.v.) vahy ile bildirildi. Allahü teâlâ Şuara sûresinin 214. âyet-i kerîmesinde şöyle buyurmaktadır: “(Ey
Resûlüm) sen, önce en yakın akraba ve hısımlarını (Allah’ın dinine davet ederek) âhiret azâbı ile
korkut.”
Resûlullah (s.a.v.) akrabalarını bir araya topladıktan sonra onlara şu konuşmaları yapmışlardır.
“Hamd ancak Allahü teâlâ’ya mahsustur. O’na hamd ederim. Ancak O’ndan yardım isterim. Yalnız O’na inanır, O’na güvenirim. Ben gözümle görmüş gibi bilir ve size de şunu bildiririm: Allahü
teâlâ’dan başka ilâh yoktur. O birdir, eşi ve ortağı yoktur. Sizi O’ndan başka ilâh olmıyan, Allahü
teâlâ’ya îmân etmeye davet ediyorum. Ben O’nun bütün insanlara gönderdiği, son Peygamberiyim. Vallahi siz, uykuya daldığınız gibi öleceksiniz. Uykudan uyandığınız gibi de diriltilecek ve
bütün yaptıklarınızdan hesaba çekileceksiniz, iyiliklerinizin karşılığında iyilik, kötülüklerinizin
karşılığında ceza göreceksiniz. Bu da ya devamlı Cennette veya devamlı Cehennemde kalmaktır.
İnsanları âhiret azâbıyla korkuttuğum ilk kimseler, sizlersiniz.”
“Ey Abdulmuttaliboğulları! Ben size çok üstün ve kıymetli, dünyâ ve âhiretiniz için faydalı
şeyler getirdim. Araplar içerisinde kavmine bundan daha hayırlısını getiren bir kimse bilmiyorum.
Ben sizi, dile kolay ve hafif ve mîzânda ağır gelecek iki kelimeye davet ediyorum. O da “Eşhedü
en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah (Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına
ve Muhammedin O’nun Resûlü olduğuna şehâdet ederim) demenizdir.”
Resûlullah (s.a.v.) akrabalarına bu konuşmaları yapınca birçoğu müslüman oldu. Hz. Fâtıma binti
Esed de bunlar arasında idi. Zevci Ebû Tâlib’in dışında bütün çocukları da İslâmı kabul ettiler. Hatta Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yakın akrabalarına konuşmalar yapıp, “O halde, hanginiz bu yolda bana tâbi olup,
vezirim ve yardımcım olur.” buyurunca, henüz, 12-13 yaşlarında bulunan Hz. Ali hemen ayağa kalkmış, Resûl-i Ekrem de ona “Sen otur” buyurmuştu. Resûlullah (s.a.v.) bu suallerini üç defa tekrar buyurmuşlar. Üçünde de derhal cevap Hz. Ali’den gelmiş “Yâ Resûlallah! Her ne kadar yaşça en küçük
ben isem de, sana ben yardımcı olurum.” cevabını vermişti.
Taptaze, küçücük bir çocuğun, hiç kimseden, korkmadan, çekinmeden, bu yolun yokuşuyum, gö-
nül vermişlerdenim mânâsındaki bu karşılığı, Resûl-i Ekrem efendimizi son derece sevindirdi, işte Allahü
teâlâ, Hz. Fâtıma binti Esed’e böyle sâlih bir evlâd vermişti. Hz. Ali Resûlullah’ın (s.a.v.) kerîmeleri
Fâtımatü-z-Zehra ile de evlenmişti. Bu mes’ûd evlilikte, dünyevî gösterişten tamamen uzak kalmıştı.
Gayet sade bir düğün yapılmıştı. - 276 -
Fâtıma binti Esed (r.anha) ayrıca Medine-i Münevvere’ye müslüman olarak hicret etme sâadetine
de kavuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) zaman zaman onu ziyârete gider, kuşluk vakti onun evinde uyurlardı.
Fâtıma binti Esed (r.anha) üstün bir ahlâka sahipti. Güzel ahlâkı vardı. Yaşayışı mükemmel, Resûl-i Ekrem efendimizin yanında itibarlı bir hanımefendi idi. Peygamberimizin (s.a.v.) sevgisine kavuşma
bahtiyarlığına erişmişti. Resûlullah (s.a.v.) onu medh buyururlardı. Fâtıma binti Esed (r.anha) çocuklu-
ğundan beri Peygamberimiz’e (s.a.v.) çok yakınlık göstermiş, ondan hiçbir yardımı esirgememiştir.
Resûlullah efendimiz, Ebû Tâlib’den sonra, kendilerine en fazla yakınlık gösterenin Fâtıma binti Esed
(r.anha) olduğunu, buyurmuşlardır. Gerçekten Hz. Fâtıma binti Esed Resûl-i Ekrem’in bakımında çok
titizlik göstermişti. Kendi çocukları dururken, önce Resûlullah’ı (s.a.v.) doyururdu. Kendi çocuklarının
temizliğinden önce onun mübârek başını tarar, mübârek saçlarını gül yağıyla yağlardı. Bu yüzden Resûl-i Ekrem efendimiz, onun için “O benim annemdi” buyurmuştu. Bu, iki cihanın efendisinin mübârek
ağzından çıkıyordu. Fâtıma binti Esed (r.anha) için büyük se’âdet idi.
Zaman akıp gitmiş, Fâtıma binti Esed’in (r.anha) ömrü de sona ermişti. Peygamberimiz (s.a.v.)
gömleğini sırtından çıkararak Fâtıma binti Esed’e (r.anha) kefen yapmıştı. Bilâhare, Peygamber efendimiz (s.a.v.) Fâtıma binti Esed’e Cennet elbiselerinin giydirilmesi için böyle yaptıklarını beyan buyurmuş-
lardır. Cenâze namazını da kıldırıp onun üzerine yetmiş tekbir almıştı. Resûlullah (s.a.v.) “Allahü
teâlâ’nın emriyle, yetmişbin meleğin onun cenâze namazına katıldığını” bildirmişlerdir.
Cenâze namazı kılınmış, artık defn edilecekti. Resûlullah (s.a.v.) bizzat kendileri kabre indiler. Kabir hayatının rahat ve hoş olması için, kabrin köşelerini genişletir gibi işaret buyurdular. Kabirden çıkınca
gözleri yaşarmış, gözlerinden akan yaşlar kabre damlamıştı. Orada bulunan Hz. Ömer ve başkaları,
Resûlullah’ın, Fâtıma binti Esed’den (r.anha) başka hiç bir kimseye böyle yapmadığını söyleyerek, taaccüplerini ifade etmişlerdir. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Cebrâil’in (a.s.), kendisine, Fâtıma binti Esed’in
(r.anha) Cennetlik olduğunu haber verdiğini bildirmişlerdir.
Resûl-i Ekrem Hz. Fâtıma binti Esed için şöyle duâ buyurmuşlardır: “Allahü teâlâ seni mağfiret
etsin, bağışlasın, seni mükâfatlandırsın. Ey annem! Allahü teâlâ sana rahmet eylesin. Kendin aç
iken beni doyurdun. Kendin giymez, bana giydirir, yemez, bana yedirirdin. Dirilten de, öldüren de
Allahü teâlâ’dır. O daima diridir. O ölmez. Allahım! annem Fâtıma binti Esed’i afv eyle, bağışla.
Ona hüccetini bildir. Kabrini genişlet. Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allahım! Ben
Peygamberin ve geçmiş Peygamberlerin hakkı için bu duâmı kabul buyur.”
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-8, sh-222
 2) Dürr-ül-Mensûr, sh-359
 3) El-Îsâbe, cild-5, sh-389
 4) El-İstiâb, ciltd-4, sh-381
 5) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-1005
FEYRÛZ BİN DEYLEMÎ (r.a.):
Yemenli sahâbî. Ebû Dahhak ve Ebû Abdillah künyeleri vardır. Hz. Osman zamanında Yemen’de
vefât etti. Aslen Fârisî’dir. Kisra’nın, Habeşlileri Yemen’den çıkarmaları için Seyf bin Zî Yazen’le beraber
Yemen’e gönderdiği Farsların (İranlıların) çocuklarındandır.
Feyrûz bin Deylemi San’a’da bulunuyordu. Resûlullah’ın (s.a.v.) peygamberliği haberi oraya ula-
şınca, hicretin onuncu yılında Medine’ye geldi. Resûlullah’ın huzuruna girip, İslâmı kabul etti. Peygamber efendimize “Yâ Resûlallah! Biz, uzaklardan çıkıp geldik. Burada müslüman olduk. Bize kim yardım
edecek” diye sorunca, Resûlullah (s.a.v.) “Allah ve Resûlü” buyurdu. Feyrûz da (r.a.) “Allah ve Resûlü
bize kâfî’dir” dedi.
Yine Feyrûz bin Deylemî (r.a.) “Yâ Resûlallah! Ben müslüman oldum. Fakat nikâhım altında iki
kızkardeş var. Şimdi ne yapacağım” diye sordu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Onlardan hangisini
istersen tercih et, onu tut. Hangisini istersen boşa.” buyurdular.
Feyrûz ve beraberinde bulunan arkadaşları “Yâ Resûlallah! Biz, üzüm ve içki sahibi kimseleriz.
Allahü teâlâ ise içkiyi harâm kılmıştır. Bu üzümleri ne yapacağız?” diye Peygamber efendimize sordular.
Resûlullah efendimiz (s.a.v.) “Kurutup, kuru üzüm yapınız” buyurdu. Feyrûz ve yanındakiler “Biz bunu
ne yapalım Yâ Resûlallah” dediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Kırba içinde sabah ıslatıp, hoşaf
yapıp içiniz, akşamleyin ıslatıp, sabahleyin içiniz.” buyurdular.
Feyrûz bin Deylemî (r.a.) bir defasında da Peygamber efendimize (s.a.v.) şöyle sordu: “Yâ
Resûlallah! Biz, soğuk bir memlekette yaşıyoruz. Bu yüzden buğdaydan yapılmış içki içiyoruz.
Resûlullah (s.a.v.) “O sarhoş ediyor mu?” buyurdular. “Evet, sarhoş ediyor” dedi. O zaman Peygamberimiz (s.a.v.) “Onu içmeyiniz” buyurup, tekrar “O sarhoş ediyor mu?” diye sordular. Ben de “Evet,
sarhoş ediyor” dedim. Bunun üzerine “Onu içmeyiniz” buyurdular. - 277 -
Feyrûz bin Deylemî’nin (r.a.) müslüman olduğu bu yıl, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Veda Haccını
yaptıktan sonra hastalanmışlardı. O sırada Araplar arasında bazı kimseler peygamberlik davasına kalkıştı. Bunların ilki, Benî Ans kabilesinden Esved-i Ansî idi. Asıl ismi Abhele bin Ka’b’dır. O, kâhin, hafif
meşrep bir adamdı. Halka, onları hayrete düşürecek şeyler gösterir, sözleriyle dinliyenlerin dikkatini çekerdi. Esved-i Ansî, peygamberliğini ve meleklerin kendisine vahy getirdiğini iddia etmeğe başladı. Bir
takım hilelerle Yemen halkından bir çok kimseyi aldattı. Necran ahâlisi de ona tabî oldular. San’a’yı zaptedip, fitne çemberini genişletti. Yemen’de bulunan müslüman vali ve memurlar oradan ayrılmak zorunda kaldılar. Esved-i Ansî ile ilgili haber, Peygamber efendimize (s.a.v.) ulaştı. Yemen’deki İslâm valilerine ve oradaki müslümanlara yazı yazdırıp gönderdi. İster onunla çarpışma, ister tuzağa düşürülmesi
şeklinde olsun, Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması gerektiğini emir ve tavsiye buyurdular.
Hasta olmalarına rağmen, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) bu iş üzerinde ehemmiyetle durdular.
Resûlullah (s.a.v.) bu mesele için müslüman olmıyanlarla da irtibat kurdu. Neticede Esved-i Ansî öldü
rülecekti. Esved’in öldürülmesi için, karısı Âzad ile de anlaşıldı. Feyrûz (r.a.) o sırada Yemen’de bulunuyordu. Yanında, iki arkadaşı ile beraber, Esved’in yattığı evin duvarını deldiler. Feyrûz (r.a.) arkadaşlarından birisine, içeri girip, öldürmesini söyledi. Arkadaşı, tehlikeli anlarda, kendisinde titreme meydana
geldiğini bu işi beceremiyeceğini söyledi. Bunun üzerine Feyrûz (r.a.) içeri girdi. Esved’in yattığı odaya
yaklaştı. Horladığını duydu. Derin bir uykuya dalmıştı. Esved, yatağına gömülmüş bir vaziyette idi.
Feyrûz (r.a.) bu işten haberi olan Âzad’a işaretle başının nerede olduğunu sordu. Âzad, Esved’in başını
gösterdi. Feyrûz (r.a.) Esved’in başucuna dikildi. Esved, sarhoş olarak uykuya dalmış ve sarhoşluğu
daha geçmemişti. Feyrûz (r.a.) Esved’in başını kıvırdı ve kırdı. Gitmek isterken Âzad, “O daha ölmemiş-
tir” dedi. “Hayır o öldü” dedi. Feyrûz (r.a.) arkadaşlarının yanına gitti. Olanları anlattı. Arkadaşları, geri
dönüp, başını kesmesini söylediler. Beraber oraya vardılar. Feyrûz (r.a.) başını keseceği zaman, Esved
titremeğe başladı. Feyrûz (r.a.) arkadaşlarına göğsüne oturmalarını, söyledi. Âzad, Esved’in başını tuttu.
Esved’den homurdanmalar geliyordu. Boğazı kesilince, şiddetli bir böğürtü duyuldu. Muhâfızlar hemen
kapıya koştular. Ne var, ne oluyor, diye sordular. Esved’in hanımı, Ona vahiy geliyor, dedi. Muhâfızlar,
bir şey demediler. Feyrûz ile arkadaşları, oradan ayrıldılar. O gece yalancı Esved-i Ansî’nin öldürüldüğü,
Peygamber efendimize ma’lûm olmuştu. Ertesi gün, bu hâdiseyi Eshâbına müjdeledi. “Dün gece, yalancı Esved-i Ansî sâlih bir kişi tarafından öldürüldü.” buyurdular. Eshâb-ı kirâm, “Onu öldüren kim,
Yâ Resûlallah!” dediler. Resûlullah (s.a.v.) “Feyrûz bin Deylemî.” cevabını verdiler. Feyrûz bin
Deylemînin, Esved’in başını Peygamber efendimize getirdiği rivâyet edilir.
 1) El-A’lâm, cild-5, sh-164
 2) El-Îsâbe, cild-3, sh-204
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-533
 4) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-4, sh-232
 5) Üsüd-ül-gâbe cild-4, sh-371
HABBÂB BİN ERET (r.a.):
İslâm ile ilk şereflenen sahâbîlerden. İsmi Habbâb, künyesi Ebû Abdillah’dır. m. 586 senesinde
Mekke’de doğdu. 37 (m. 657)’de de Kûfe şehrinde vefât etti. Resûlullah (s.a.v.) Zeyd bin Erkam’ın evinde iken, burada müslüman oldu. İlk müslüman olan erkeklerin altıncısı idi. İslâm’ın ilk günlerinde, müş-
riklerin kin ve intikamla baktığı bir zamanda müslüman olmak, üstelik, müslümanlığını izhar etmek (açıklamak) kolay iş değildi. Böyle bir şeye cesaret göstermek bir bakıma can, mal, namus, kısaca herşeyini
göze almak demekti.
Hz. Habbâb, câhiliye devrinde köle olarak satılmıştı. Daha sonra Ümm-i Enmâr-ül-Huzâî adında
müşrik bir kadının âzadlısı oldu. Köle olduğu için kimse kıymet vermiyordu. Kureyşli müşrikler onun İslâm’a girdiğini duyunca ona işkence ve eziyet etmeğe başladılar. Zâlim müşrik kadın Ümm-i Enmâr, Hz.
Habbâb’ın müslüman olduğunu öğrenmiş şaşkına dönmüştü. Ona göre olacak bir şey değildi. Şirk ve
küfür türleriyle, kalbi simsiyah olmuş, basîreti körelmiş bu zavallı, Habbâb’ın (r.a.) kalbindeki îmân nurunu nereden görebilecekti. Gözleri bakıyor, ama hakikati göremiyordu. Hz. Habbâb iyice bağlanmış, demirle başı dağlanıyordu. Dışta beden yakılıyor, içte îmân ateşi alev alev kabarıyordu. Fakat onların gö-
nülde, kalbde olup bitenlerden hiç haberleri yoktu. Aslında onlar, vazgeçireceğiz diye uğraşırlarken, devamlı teşvik ediyorlardı. Sanki, Habbâb’ın (r.a.) vücudu işkence altında olmasına rağmen, onda ufak bir
çekinme, ızdırab görülmüyordu.
Birgün Resûlullah’ın huzuruna çıktı. Ümm-i Enmâr’ın zulmünü ve başının dağlandığını, arz edip,
sırtındaki yaraları gösterince, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Yâ Rabbi! Habbâb’a yardım et.” diye duâ
etti. Bunun üzerine Ümm-i Enmar, şiddetli bir baş ağrısına yakalandı. Baş ağrısından inleyip, durdu.
Neticede, bu ağrıdan kurtulması için başının ateşle dağlanması gerektiği kendisine tavsiye edildi. Zalimin zulmü elbette hesapsız ve cezasız kalmayacaktı. Adalet-i ilâhi tecelli etmiş. Bu sefer, Hz. Habbâb,
onun isteği üzerine Ümm-i Enmâr’ın başını dağlıyordu. - 278 -
İslâmın başlangıç günlerinde, müşrikler, Habbâb bin Eret’in (r.a.) durumuna pek aldırış
etmiyorlardı. Fakat her geçen gün kalbinde îmân meşalesi yanan, îmân devlet ve nimetine kavuşanların
sayıları kabarıyordu. Müşrikler, ister istemez bu işi ciddiye almak zorunda kalmışlardı. Habbâb’a (r.a.)
daha fazla işkence etmeye başladılar. Ona vurdular, dövdüler, yaraladılar, işkence üstüne işkence yaptı-
lar. Şefkat ve merhametten mahrûm müşrikler, bir gün, Habbâb’ın (r.a.) gözü önünde büyük bir ateş
yaktılar. Ateşin üzerine yatırıp, ayaklarıyla da üzerine basmışlardı. Bu yüzden Habbâb bin Eret’in (r.a.)
sırtında da ateş yanıklarından izler açıkça belli idi.
Bütün bunlara rağmen Hz. Habbâb imânından, Allahü teâlâ ve Resûlünün (s.a.v.) sevgisinden zerre miktarı taviz vermedi. Her an onların sevgisiyle yaşadı. Fakat eziyet ve işkenceler de son haddine
varmıştı. Bütün bu acılarını, canından daha çok sevdiği Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) arz edip, “Yâ
Resûlallah, çektiğimiz işkencelerden kurtulmamız için, duâ buyurur musunuz?” dedi. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular. “Sizden önceki ümmetler içinde öyle kimseler vardı ki, demir
tarakla derileri, etleri soyulup, kazınırdı da, bu işkence yine onları dininden döndüremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bölünürdü de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri çeviremezdi.
Allahü teâlâ elbette bu işi (İslâmiyeti) tamamlayacaktır. Bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki,
hayvanına binip, San’a’dan Hadramut’e kadar tek başına giden bir kimse, Allahü teâlâ’dan baş-
kasından korkmıyacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hiçbir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.” Resûlullah (s.a.v.) sırtını okşadı ve duâ buyurdular.
Resûlullah’ın (s.a.v.) ruhlara gıda ve şifa olan bu latif (güzel) sözleri, Hz. Habbâb’daki acıları dindiriverdi.
Hz. Habbâb’ın, azgın müşriklerden Âs bin Vâil’den epeyce alacağı vardı. Onu istemek için yanına
gitti. Âs bin Vâil, Hz. Habbâb’a “Muhammed’i inkâr etmedikçe sana alacağını vermem” dedi. Hz.
Habbâb, “Vallahi ben ölünceye, öldükten sonra kabrimden kalkınca da asla peygamberimi red ve inkâr
edemem. Her şeyden vazgeçerim, yine bu inkârı yapamam.” cevabını verdi. Bunun üzerine Âs bin Vâil,
“Öldükten sonra dirilecek miyiz? öyle bir şey varsa, o zaman malım da, evladım da olacak. Borcumu,
sana o gün öderim” dedi.
Âs bin Vâil’in bu sözleri üzerine Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde; Meryem sûresinin 77. 78. 79. âyet-i
kerîmelerinde şöyle buyurdu: “Şimdi şu âyetlerimizi inkâr eden ve “Elbette bana mal ve evlâd verilecektir” diyen adamı (Âs İbni Vâil’i) gördün mü?
O, gayba muttali mi olmuş, yoksa Rahman’ın huzurunda bir söz mü almış?
Hayır, öyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da çoğalttıkça çoğaltacağız.”
Hz. Habbâb her türlü tehlikeye rağmen müslümanlığını açığa vurmaktan çekinmediği gibi, Kur’ân-ı
kerîmi müslümanlara öğretip, okutmak için de bütün gücünü sarf etmiştir. Resûlullah (s.a.v.) yeni
müslümanlara Kur’ân-ı kerîmi öğretme vazifesini ona vermişti. Tâha sûresinin nâzil olduğu sıralarda idi.
Hz. Ömer’in kızkardeşi Fâtıma ile kocası Sa’îd bunu yazdırıp, Habbâb bin Eret’i (r.a.) evlerine getirmiş-
ler, okuyorlardı. Fakat bu sırada dışarıda başka şeyler oluyordu. Ömer bin Hattâb, henüz müslüman
olmamıştı. Müslümanlar gün geçtikçe kuvvetleniyordu. Hele Hz. Hamza’nın müslüman olması Kureyş’in
ileri gelenlerini çileden çıkarmıştı. Ebû Cehil, bu işin önüne geçmek için, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) öldü-
rülmesinden başka çare olmadığı görüşünü ortaya atmıştı. Ömer bin Hattâb kılıcı çekmiş yola düşmüştü.
Yolda kızkardeşi ile kocasının Müslüman olduğu haberini alınca, onların evine uğradı. Burada kalbinde
îmân güneşi parladı. Ömer bin Hattâb gelince, Habbâb (r.a.) gizlenmişti. Ömer bin Hattâb’dan, kalbinde
îmân nurunun parladığını gösteren sözler duyunca, Habbâb (r.a.) gizlendiği yerden çıktı. Tekbir getirdikten sonra, “Müjde yâ Ömer! Resûlullah (s.a.v.) Allahü teâlâ’ya duâ ederek “Yâ Rabbi! Bu dinî, Ebû
Cehil ile yahud Ömer ile kuvvetlendir.” buyurdu, işte bu devlet, bu se’âdet, sana nasîb oldu dedi. Bilâhare Ömer bin Hattâb, Resûl-i Ekrem’in yüksek huzurlarına giderek Kelime-i şehâdet getirmiştir. Hz.
Ömer daima Hz. Habbâb’a sevgi ve hürmet göstermiş, hatta halifeliği sırasında birgün onu kendi yerine
oturtmuştur.
Hz. Habbâb bin Eret, Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) izin alarak Medine’ye hicret eyledi. Resûlullah
(s.a.v.) Medine’ye hicret buyurdukları zaman Hz. Habbâb ile Harraş bin Semme’nin azadlı kölesi Temîm’i birbirine kardeş yapmıştır.
Hz. Habbâb, Resûlullah’ın bütün gazalarına iştirak etti. Küçük seriyyelerden bazılarında da bulunmuştur. Hz. Ebû Bekir devrinde, yalancı peygamberlerle yapılan muharebelere ve Suriye taraflarında
yapılan seferlere de katılmıştır. Hz. Ömer zamanında, İran savaşlarında kahramanca savaşmıştır. Hz.
Ömer (r.a.) zaman zaman yaptığı konuşmalarda Hz. Habbâb bin Eret’ten bahseder, onun İslâm’ın ilk
yıllarında çektiği eziyet ve sıkıntıları ibret olarak anlatırdı.
Habbâb bin Eret (r.a.) Hz. Osman zamanında da muharebelere katılmış, cihaddan geri kalmamış-
tır. Hz. Habbâb İslâm’dan önce çok fakîr idi. Müslüman olduktan sonra, ganimetlerle oldukça zengin
oldu. Maddî durumu gayet iyi hâle geldi. - 279 -
Habbâb bin Eret (r.a.) Resûlullah’a (s.a.v.) yatsı namazı hakkında sormuştu. Anlatılanı unutmuş
ertesi gün tekrar sormuştu. Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardı: “Bu namaz, ümit ve korku namazıdır. Bu namazda Allahü teâlâ’dan üç şey istenirse, hiç olmazsa ikisi kabul edilir.” Resûlullah
buyurdu ki: “Bir fitne olacak, onda kişinin bedeni öldüğü gibi kalbi de ölecek. Kişi, mü’min olarak
akşamlayıp, kâfir olarak sabahlar. Ve kâfir olarak sabahlayıp, mü’min olarak akşamlar.”
 1) El-Kâmil fi’t-târih, cild-2, sh-99
 2) Üsüd-ül-gâbe, cild-2, sh-106
 3) El-A’lâm, cild-2, sh-301
 4) Hilyet-ül-evliyâ, cild-1, sh-143
 5) El-Îsâbe, cild-1, sh-416
 6) El-İstiâb, cild-1, sh-423
 7) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-5, sh-108, cild-6, sh-395
 8) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-3, sh-164




Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...