EBÛ RÂFÎ (r.a.):
İlk müslümanlardan. Meşhûr olan, isminin Eslem olduğudur. Künyesi Ebû Râfi’dir. Hz. Ali’nin hilâ- fetinin ilk günlerinde vefât etti. Aslen Mısırlı’dır. Altı çocuğu vardı: Bunlar, Hasan, Râfi, Abdullah, Mûtemer, Mugîre ve Selmâ’dır. Önce Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbas’ın kölesi idi. Hz. Abbas onu Resûlullaha hibe etti. Böylece Resûlullahın (s.a.v.) aile efradı arasına girme se’âdet ve şerefine kavuştu. Peygamber efendimiz. (s.a.v.) Erkam bin Ebi-l-Erkam’ı, zekât memuru olarak göndermişti. O zaman Erkam (r.a.), Ebû Râfi’e “Bana bu işte yardımcı olursan, sana, toplanan zekâttan, toplayanlara ne verilirse, onu sana veririm” dedi. Ebû Râfi (r.a.) bunu Resûlullaha arz edince, “Yâ Ebâ Râfi! Biz Ehl-i Beyt’teniz. Onun için bize sadaka (zekât) helâl değildir. Kavmin kölesi, kendilerinden sayılır.” buyurdu. Resûl-i ekrem efendimiz, amcası Hz. Abbas müslüman olunca, sevincinden onu âzâd edip, Selmâ ismindeki âzâdlısı ile evlendirdi. Ondan Abdullah adında bir oğlu oldu. Bu oğlu büyüyünce Hz. Ali’nin kâtibi olma şerefine kavuştu. Ebû Râfi âzâd edildiği zaman ağlamış, “Yâ Resûlallah! Beni niçin bırakıyorsun, bundan sonra da yanında kalacağım” demiştir. Hür iken de Resûlullahdan (s.a.v.) ayrılmamış, harb ve sulh zamanlarında da, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) hizmetinde bulunma nimetine kavuş- muştur. Seferlerde Resûlullahın çadırını o kurardı. Ebû Râfi (r.a.) İslâm’ın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmamıştı. Bedir muharebesine kadar, Mekke’de kaldı. Bedir muharebesi olmuş, müşrikler mağlup olarak Mekke’ye dönmüşlerdi. Ebû Râfi (r.a.) bu sırada Zemzem kuyusunun yanındaki odasında kendi işi ile uğraşıyordu. Yanında Hz. Abbas’ın zevcesi Ümm-i Fadl var idi. Ümm-i Fadl da müslüman idi. Bedir’de müslümanların, müşrikleri, büyük bir hezimete uğrattıklarını duyunca, çok sevinmişlerdi. Ebû Râfi ile Ümm-i Fadl bu sevinçli haberden konuşuyorlardı. Bu sırada oraya Ebû Leheb gelince, konuşmalarını kestiler. Ebû Leheb, Bedir gazâsına gitmemiş, yerine Âs bin Hişâm bin elMugîre’yi göndermişti. O zamanın âdetine göre harbe gitmiyen bir kimse, yerine başkasını göndermesi gerekiyordu. Ebû Leheb, gelince, kendisine Kureyş’in mağlubiyet haberini “verdiler. Bunun üzerine orada bir yerde oturdu. Ebû Râfi (r.a.) ile Ebû Leheb’in sırtları birbirine dönük bir vaziyette idi. Ebû Leheb otururken, Ebû Süfyân da Bedir’den dönmüştü. Bunu görenler, işte Ebû Süfyân geldi dediler. Ebû Leheb, Ebû Süfyân’a “Ey kardeşimin oğlu! yanıma gel,” diye çağırdı. O’ndan, Bedir harbi hakkında bilgi istedi. “Anlat bakalım, nasıl oldu” diye suâl etti. Ebû Süfyân orada bir yere oturdu. Bir çok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân, şöyle anlattı. “Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolu-- 248 - muz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Vallahi ben bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada öyle kimselerle karşılaştık ki, yer ile gök arasında siyah beyaz atlar üzerinde beyazlara bürünmüşlerdi.” Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Râfi (r.a.) “Vallahi onlar meleklerdir” deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli onu dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan Ümm-i Fadl, odanın direklerinden birini alıp, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu. Ebû Leheb’in başından yaralandığını görünce, “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” dedi. Ebû Leheb, zelîl, hakir ve horlanmış bir vaziyette dönüp, gitti. Yedi gün geçmişti ki, Allahü teâlâ ona, kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalık onu öldürdü. Oğulları onu iki veya üç gece defn etmeden bıraktılar. Nihayet pis bir şekilde kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb’in yakalandı- ğı hastalıktan, tâûndan kaçar gibi, kaçıyor ve sakınıyorlardı. Bunun üzerine Kureyş’den biri, Ebû Leheb’in oğullarına: “Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin” dedi. Oğulları o şahsa şöyle cevap verdiler “Biz ondaki cerahatlenmiş çıban ve sivilcelerden korkuyoruz” dediler. Bu defa adam onlara “Siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım” dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Onu yıkamadılar. Sadece yanına yaklaşmadan, uzaktan üzerine su serptiler. Yüklenip, kenar bir yere gömdüler. Leşi görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azâb ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, geçiş âlemi olan, karanlık ve Cehennem çukuru kabrine girmiş oldu. Ebû, Râfi (r.a.), Bedir gazâsından sonra Medine’ye hicret etti. Daima Peygamber efendimizle (s.a.v.) beraber oldu. Resûlullah’ın (s.a.v.) himayesinde olup, devamlı sohbetinde bulunan Eshâb-ı Suffa arasına katıldı. Ebû Râfi (r.a.), Uhud ve Hendek gazvelerine iştirak etmiş, Hz. Ali’nin kumandasında Yemen’e gönderilen Seriyye’de bulunmuş, bu seriyyede Hz. Ali’ye yardımcılık vazifesi yapmıştır. Râfi (r.a.), Hz. Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan muharebelerde bulunup, Hz. Ömer devrinde de fetihlere iştirak etmiştir. Hz. Osman’ın zamanında, kendi halinde, sakin bir hayat yaşamış, ilimle meşgul olup, pek çok talebe yetiştirmiştir. Ebû Râfi (r.a.), Resûl-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesini ve yüksek ahlâkını çok iyi bilirdi. Eshâb-ı kirâm, ondan bu konuda çok istifade etmişlerdir. Hatta İbn-i Abbas (r.a.) bir kâtip tutup, onun bu hususta verdiği bilgileri yazdırmıştır. Ebû Râfi’nın (r.a.), çok talebesi vardır. Oğullarından, Hasan, Râfi, Ubeydullah, Mûtemer, torunlarından, Hasan, Sâlim ve başkalarından Ata bin Yesâr, Süleymân bin Yesâr bunlardandır. Ebû Râfi’den (r.a.) 68 hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Ebû Râfi (r.a.): “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) abdest aldığı zaman, parmağının tamamen ıslanması için yüzüğünü hareket ettirdiğini, bildirmektedir.” Yine Resûlullah’dan (s.a.v.) şu hadîs-i şerîfi nakleder “Sizden birinin kulağı çınlasa, beni zikretsin ve bana salevât okusun.” Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâm’a olan ikrâmdan daha fazlasını Peygamber efendimize ihsan etmiştir. Çünkü Adem’e (a.s.) yalnız isim bilgisi verildi. Peygamber efendimiz’e isim bilgisi verildikten sonra, bu isimlere ait şahıslar da bildirildi. Ümmetinden ne kadar kişi gelecekse hepsinin suretleri kendisine sunulmuştur. Bu konuda Ebû Râfi (r.a.) şu hadîs-i şerîfi bildirir “Âdem (a.s.) su ile çamur arasında iken, ümmetimin sûretleri bana sunuldu. Adem’e (a.s.) bütün isimler öğretildiği gibi bana da bü- tün isimler öğretildi.” Hz. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübârek hanımlarından olan Mâriye’den İbrâhîm isminde bir oğlu dünyâya teşrif etmişti. Ebû Râfi (r.a.), Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) müjde haberini getirdiğinde Peygamber efendimiz, Ebû Râfi’e bir köle bağışlamıştır. Ebû Râfi’nin Peygamber efendimizden, rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: “Allahü teâlânın kullarının en iyisi, borcunu en iyi ödeyenlerdir.” 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-73 2) El-Îsâbe cild-4, sh-67 3) Metâli-un-nücûm cild-1, sh-433 4) Ebû Dâvûd cild-1, sh-166 5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-2, sh-344 6) Tehzîb-ut-tehzîb cild-12, sh-92 7) Sahîh-i Müslim cild-1, sh-502 8) Tehzîb-ul-Esmâ-ve’l-lugâ cild-2, sh-230 9) El-İstiâb cild-4, sh-68 10) Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh-717 11) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-183 - 249 - EBÛ TALHA El-ENSÂRÎ (Zeyd bin Sehl) (r.a.): Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından ve Ensâr’ın büyüklerinden. Adı, Zeyd bin Sehl bin Esved bin Haram bin Amr bin Zeyd-i Menât bin Adî bin Amr bin Mâlik en-Neccâr el-Ensârî’dir. Eshâb-ı kirâmın meş- hûr okçularındandır. Müslüman olmadan önce de okçuluğu ile meşhûrdu. Yiğitliği ve kahramanlığı ile birlikte bilhassa iyi ok atması ile tanınmıştı. Kendisinin okçuluğunu tanıtan bir şiiri vardır. Zeyd’im ben, hem Ebû Talha’yım da. Her gün bir av bulunur silâhımda. Medine’de doğdu. Doğumu hakkında kesin bir târih bildirilmemektedir. Esas adı Zeyd olup, “Ebû Talha” künyesi ile meşhûr olmuştur. Babası Sehl, annesi de Ebâde binti Mâlik’tir. Hanımı, Hz. Enes bin Mâlik’in annesi Ümmü Süleym binti Milhân’dır. Hz. Ebû Talha’nın mensûb olduğu Amr bin Mâlik kabilesi, Peygamberimizin Mescidinin batı tarafında “Babür-rahme” civarında ikâmet ediyorlardı. Hz. Ebû Talha, Peygamberimizin İslâmiyeti tebliğ etmeye başladığı sırada kabilesinin reisi (başkanı) bulunuyordu. Müslüman olduktan sonra, Resûlullahın çok sevdikleri ve itimad ettikleri Eshâbından oldu. Onunla beraber bütün harplere iştirak etti ve çok kahramanlıklar gösterdi. Hicretin otuzdördüncü (m. 655) senesinde 70 yaşında iken vefât etti. Daha sonraki bir târihte de vefât ettiği bildirildi. Hz. Ebû Talha, İslâm güneşinin Mekke-i Mükerremede doğup cihanı aydınlatmaya başladığı sırada 20 yaşına erişmiş tam gençlik çağını yaşıyordu. Bu sırada Mâlik bin Nadr’dan dul kalan ve Hz. Enes bin Mâlik’in annesi olan Ümmü Süleym ile evlenmek istedi. Bu Ümmü Süleym, cahiliye devrinde Mâlik bin Nadr ile evliydi. İslâmiyeti kabul edince, kocası dininden ayrılması için çok uğraştı. Hz. Ümmü Süleym’in müslümanlığı terk etmemesi sebebiyle Kocası Mâlik buna darılıp Şam’a doğru yola çıkmış, yolda da eşkıyalar tarafından öldürülmüştü. Eşinden dul kalan Ümmü Süleym, kendisi ile evlenmek isteyen Ebû Talha’ya (r.a.): “Benim de seninle evlenmek arzum yok değil! Senin bu arzunu red etmek istemezdim. Fakat ben, İslâmiyeti kabul edip müslüman oldum. Sen ise, henüz müşriksin. Dînime göre, müslüman bir kadının, kâfir olan bir erkek ile evlenmesi caiz olmayıp, yasaktır. Eğer müslüman olursan, seninle evlenirim ve müslümanlığından başka bir şey de istemem.” dedi. Ebû Talha da, Onun bu talebini kabul edip, müslüman oldu ve onunla evlendi. (Bkz. Ümmü Süleym). Hz. Ümmü Süleym’den Abdullah ve Ebû Ümeyr adında iki oğlu olmuştur. Başka bir rivâyette de, Hz. Ebû Talha’nın, İslâmiyeti kabul edişi şöyle bildirilmektedir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) efendimiz, İslâmiyeti Medinelilere öğretip yaymak için Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) vazifelendirmişti. Hz. Mus’ab, Medine halkına İslâmiyeti anlatırken, bir gün Ebû Talha (r.a.) ile görüşüp, Onu da bu dîne girmeye davet etmişti. Hz. Ebû Talha İslâmiyeti kabul ettikten sonra, Mekke-i Mükerreme’ye giderek Resûlullah efendimiz ile görüşüp, Onunla konuşmak, sohbetinde bulunmak şerefine de kavuşmuştu. Mekke’de, Resûl-i Ekrem’e bîat ettikten sonra tekrar Peygamberimiz tarafından, Medineye gönderilmiş ve oradaki Ensâra İslâmiyeti tebliğ etmek, açıklayıp öğretmek için ta’yin olunan nakiblerden (temsilcilerden) biri olmuştu. Hicretten sonra Peygamberimiz, Onun ile Muhacirlerden ve Cennet ile müjdelenenlerden Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrâh arasında kardeşlik akdi yaptı. Resûlullah’a teslimiyeti ve bağlılığı, tarifi zor olan bir aşk derecesinde idi. Hz. Ebû Talha, malı mülkü, çoluk ve çocuklarıyla birlikte hayatını Resûlullah’a hizmetle geçirmiştir. Resûlullah efendimiz kendisini çok severdi. Bedir’de ve diğer bütün muharebelerde Resûlullah’tan hiç ayrılmamıştı. Müşriklerle yapılan Uhud harbinde çok büyük fedâkârlıkları görülmüştür. Uhud’da, bir ara müslümanlar dağılmışlardı. Düşman askerleri tâ Resûlullah’ın yanına kadar yaklaşmış- lardı. Bu durum, büyük bir tehlike arz ediyordu. Buna rağmen bir avuç fedâkâr müslüman, Resûlullah’ın etrafında halkalanıp, canlı bir duvar meydana getirdiler. Onu korumak için canlarını fedâ ettiler. Hz. Ebû Talha da, Resûlullah’ın yanından hiç ayrılmayanlardandı. Resûlullah’a saldıran ve O’na büyük sıkıntı veren müşriklere karşı eline geçirdiği bir kalkanı kullanıp vücudunu siper ederek, onlardan hiçbirisini Resûlullaha yaklaştırmamış ve bir yandan da son derece maharetle düşmana ok yağdırmaya devam etmiştir. O kadar ki, arkasında bulunan Resûlullah efendimiz arada bir mübârek başını kaldırır ve Ebû Talha’nın (r.a.) attığı okların isabet ettiği yerleri gözetirdi. Resûlullah’a bir okun isabet edeceğinden korkup: “Yâ Resûlallah! Anam babam, canım sana kurban olsun! Mübârek başınızı kaldırmayınız ki, size bir düşman oku isabet edip zarar vermesin! Beni boğazlamadıkça, bunlar sana ulaşamazlar. Ben ölmedik- çe size bir şey olmaz” diyerek Resûlullah’ı kendi nefsine tercih ederdi. Yüksek sesi ile düşmana korku salardı. Bundan dolayı Peygamber efendimiz, “Asker içinde Ebû Talha’nın sesi, yüz kişiden hayırlı- dır” buyurdu. Uhud harbinin bu dehşet veren safhası, Allaha ve O’nun Resûlü Muhammed aleyhisselâma îmân edip, canlarını fedâ etmekte bir an dahi olsun tereddüt etmeyen müslümanlara Allahü teâlânın yardımı ulaşarak son buldu. Dağılan müslümanların, Resûlullah’ın etrafında tekrar toplanması ile zafer kazanıldı. Hendek harbinde de, kendisine ayrılan bölgeyi, kabilesi ile birlikte en iyi şekilde savunup korumuş- tur. Hz. Ebû Talha, Hayber savaşında da, Resûlullahın maiyetinde muharebeye katılmış, hatta bu esna-- 250 - da Resûlullah’ın bir emrini müslümanlara tebliğ etmekle memur edilmişti. Şöyle ki, daha önce Arapların yediği ehli merkep eti, bu harp esnasında harâm edilmişti. Bir ara müslümanlardan bazıları merkep eti yemek için ateş yakmışlar, bu etleri pişirmeye başlamışlardı. Müslümanların bu halinden haberdâr olan Resûlullah efendimiz, Hz. Ebû Talha’yı gönderip, ehli eşek etini yemenin harâm edildiğini bildirmesini istedi. Askerlerin karargâhına varan Ebû Talha (r.a.), hepsine bu emri tebliğ etmiş, ocakların üstünde pişen tenceredeki etler hemen dökülmüştü. Hz. Ebû Talha, Mekke’nin fethinde de, kendi kabilesi ile birlikte savaşa iştirak etmiştir. Huneyn harbinde ise çok büyük fedâkârlıklar göstermiştir. Bu harpte yalnız kendisi yirmi müşrik (puta tapan) askerini öldürmüş ve Resûlullah efendimizin “Her kim, kaç düşman askeri öldürürse, öldürdüğü kimselerin atı, silâhı ve diğer techîzatı öldürene aittir. Ganimete dahil değildir.” emirleri gereğince, 20 askerin bütün techîzatı kendisine kalmıştır. Hz. Ebû Talha, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte Veda Haccında bulunduktan sonra, Medine’ye geri döndü. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) vefât ettiği zaman, kabr-i şerîflerini, Medine halkının âdetine uygun olarak kazmak şerefine de nâil olmuştur. Hz. Ebû Talha, Resûlullah’ın vefâtından sonra Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hz. Ömer’ül-Farûk’un halifelik zamanlarında yapılan harplerin de çoğuna katılmıştır. Bu muharebelerde de büyük kahramanlıkları görülmüş ve nice kâfirleri, dinden ayrılanları maharetle kullandığı oku ile yere sermiştir. Resûlullah’ın âhirete irtihalinden sonra, Eshâb-ı kirâmın her biri, onun ayrılık acısına dayanamayarak başka şehirlere hicret etmişlerdi. Hz. Ebû Talha da, ayrılık üzüntüsü sebebiyle Şam’a gitti. Burada uzun müddet kaldı. Medine’ye dönüp, Resûlullah’ın kabr-i şerîfini ziyâret etmek arzusu her geçen gün fazlalaşmasına rağmen, ancak Hz. Ömer’in şehîd edilmesine yakın bir zamanda gelebilmişti. Hz. Ömer de, Ebû Talha’yı (r.a.) çok sever, ona çok güvenirdi. Sarsılmayan bir itimadı vardı. Nitekim Hz. Ömer, kendisinin vefâtından sonra halife olacak kimsenin seçimini 6 kişilik bir şûrâ’ya (heyete) havale etmişti. Bu altı kişi, dünyâda iken Cennetle müjdelenmişlerdi. Bunlar, içlerinden birisini halife seçeceklerdi. Hz. Ömer, bunların her birine ayrı ayrı nasîhatte ve tavsiyelerde bulundu. Ayrıca, Medineli Sahâbîlerin en zengin olanlarından ve üstün cesareti ile meşhûr olan, Ebû Talha’ya (r.a.) hitaben: “Ey Ebû Talha! Çok kerre Allahü teâlâ seninle, İslâmı azîz kılmıştır. Bu defa da hizmet eyle! Halifeyi seçecek şûra üyeleri bir evde toplanacaklar. Sen de, Ensârdan 50 kişi ile kapıda bekle, dışarıdan kimseyi içeri sokma. Üç gün içlerinden birini halife seçmek üzere onları teşvik et!” dedi. Halife seçimi, belirtilen sürede tamamlanıp, Hz. Osman halife oldu. Hz. Ebû Talha, Hz. Osman ve Hz. Ali zamanlarında meydana çıkan karışıklıklara, fitnelere karış- mamış, Medine’de bir köşeye çekilerek ibâdetle meşgul olmuştur. Emevîler devrinde yaşı bir hayli ilerlemişti. 70 yaşında bulunduğu sırada kendisi bir gün Berâe (Tevbe; sûresini okurken 41.nci: “Ey mü’minler gerek hafif (süvari) gerek ağırlıklı (piyade) olarak seferber olun ve mallarınızla canları- nızla Allah yolunda muharebe edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için pek hayırlıdır” âyet-i kerîmesi gelince, şecaat ve kahramanlık damarı kabarıp: “Rabbim beni gerek gençliğimizde, gerekse ihtiyarlı- ğımda kâfirler ile harbe ve cihada davet ediyor. Çabuk beni harp için techîz ediniz ve yolculuk için lâzım olacak şeyleri hazırlayınız. Harbe gideyim!” dedi. Oğulları da: “Ey Babacığım! Resûlullah ile birlikte, O âhirete göç edinceye kadar cihadda bulundun. Sonra da Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer zamanlarında harblere katıldın. Şimdi harb etmek sırası bizimdir. Sen otur, biz gidelim” dediler ise de, Hz. Ebû Talha: “Hayır, hayır! Ben gideceğim!” diyerek evvelki sözünden vazgeçmemiştir. Hicretin 34 (m. 654) senesinde, bir deniz harbi için hazırlanan orduya katılmış, fakat gemiye bindikten ve denize açıldıktan bir müddet sonra vefât etmiştir. Vefâtından sonra yedi gün kara parçası bulunamadığı için defn edilememiş, bu kadar uzun süre dışarıda kalmasına rağmen sanki hayatta imiş gibi mübârek cesedinin bozulmadığı görülmüştür. Gemi sahile yanaşınca karada bir yere dlefnedilmiştir. Vefât târihi ve yeri hakkındaki rivâ- yetler değişiktir. Medine’de iken vefât ettiği, cenâze namazını Hz. Osman’ın aldırdığı da bildirilmektedir. 51 (m. 671) yılında vefât ettiği de rivâyet edilmektedir. Hz. Ebû Talha’nın, Resûlullah’ın vefâtından sonra tam 40 yıl oruç tuttuğunu Hz. Enes bin Mâlik rivâyet etmektedir. Bu rivâyete göre, hicretin 50 veya 51.nci senesinde vefât ettiği anlaşılmaktadır. Çünkü Ebû Talha (r.a.), Peygamberimizin zamanında ömrünün çoğunu harplerde geçirmiş olup, oruçlarını tutamamış olması sebebiyle kaçırdıklarını telafi için devamlı olarak bayram günler haricinde 40 yıl oruç tutmuştur. Bu rivâyet, hadîs âlimlerinin itirazlarına uğramamış ve sahih bulunmuştur. Hz. Ebû Talha’nın fazîleti, üstünlüğü ve kemâli çoktu. Resûl-i Ekrem’in yanında hususi bir yeri vardı. Ona bağlılığı ve muhabbeti ile tanınmıştı. Resûlullah’ın uğrunda katlanmayacağı hiçbir fedâkârlık yoktu. Bütün harblerde, gözü ile Resûlullah’ı takibederdi. O’na bir zarar gelmemesi için, en sıkışık anlarında Onun yanına koşar ve vücudu ile Ona siper olmaya çalışırdı. Hayber seferinde, Resûlullah efendimiz harb ganimeti olarak kendisine verilen Hz. Safiyye’yi devesinin arkasına alarak, geri dönerken yolda devenin ayağının kayması ile her ikisi birden deveden düştüler. Bundan haberi olan Ebû Talha - 251 - (r.a.), önündeki bütün engelleri en süratli bir şekilde aşarak, hemen yanlarına koştu ve Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) baygınlık hâlini görünce aklı başından gitti. Hemen onları ayıltmanın çarelerini aradı ve buldu. Sonra Peygamberimizi devesine bindirdi. Kendisi ve Hz. Enes bin Mâlik, develerine binmiş oldukları halde, Resûlullah’ın iki yanına geçip dengeli bir vaziyette Medine’ye getirdiler. Hz. Ebû Talha, Medine’deki Sahâbîlerin en zenginlerindendi. Medine içinde Onun kadar malı mülkü olan pek azdı. Bütün malları, hayvanları Berha mevkiinde bulunuyordu. Burası Medine’deki Mescid-i Nebî’ye çok yakındı. Resûlullah efendimiz sık sık buraya uğrar, manzarasını seyreder ve meşhûr olan suyundan içerdi. Yine bir gün buraya uğradığında, Kur’ân-ı kerîmden Âl-i İmrân 92.nci, “Sevdiğiniz mallarınızdan infak etmedikçe, hayra nâil olamazsınız” âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Bu âyet-i kerîmeyi işiten Hz. Ebû Talha, hemen Resûlullah’a (s.a.v.) başvurarak, mallarının hepsini kendisine bağışlayıp istediği gibi kullanmasını teklif etti. Resûlullah efendimiz de bu malları akrabasına dağıtmasını isteyince emir buyurduğu şekilde, bütün mallarını akrabalarına sadaka olarak dağıttı. Bundan önce de, birçok defa mallarının hepsini Resûlullah’a bağışlamıştır. Hz. Ebû Talha’nın, Resûl-i Ekrem efendimize öyle bir sevgisi vardı ki, ona bir zarar gelmesinden çok korkardı. O’nun evinden sokağa çıktığını görünce, hemen o da dışarı çıkar, O’nu takibederdi. Bir aralık, Medine-i Münevvereye bir düşman saldırısı söz konusu olmuştu. Müslümanların korkusu ve telâşı artınca, Peygamberimiz durumu incelemek için, bir gece hayvanının sırtına binerek dışarıya çıkmıştı. Hz. Ebû Talha da hemen çıkıp O’nu takibetti. Merak edilecek bir durum bulunmadığını görünce geri döndüğünde, Ebû Talha (r.a.) ile karşılaştı. Hz. Ebû Talha’nın bu yakınlığı Resûlullah efendimizin, O’nun evini sık sık ziyâret etmesinden de anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Talha’nın üvey oğlu Enes bin Mâlik (r.a.), Resûl-i Ekrem’in bu sevgisini şöyle anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, daima evimize gelip gider ve bizi memnun etmek için her şeyi yapardı. Resûl-i Ekrem’in bizimle olan yakınlığı o dereceye varmıştı ki, hepimizi ayrı ayrı sevindirir, benim ana tarafından kardeşim olan bir çocuğu, çeşitli latîfeleriyle eğlendirip neş’elendirirdi. Namaz vakti geldiği zaman, biz de Resûl-i Ekrem’e bir seccade yayar, arkasına dizilir, namazımızı kılardık.” Hz. Ebû Talha’nın evinde güzel bir yemek pişirildiğinde mutlaka Resûl-i ekrem efendimiz hatırlanır, Onun bu yemeğe iştirakini isterlerdi. Hz. Enes şöyle anlatıyor: “Bir gün, üvey babam Ebû Talha (r.a.), tavşan avlamıştı. Tavşan evde pişirilmiş, Resûl-i Ekrem efendimiz için bir hisse ayrılmıştı.” Resûl-i Ekrem’in bunu yiyip yimediği sorulunca da: “Evet, Resûlullah, onu yidi” demişti. Hz. Enes’in annesi ve Ebû Talha’nın (r.a.) hanımı olan Ümmü Süleym (Rumeysa), bu gibi fırsatların hepsini hemen değerlendirirdi. Hz. Enes bin Mâlik diyor ki: “Annem Ümmü Süleym? beni bir gün, Resûl-i Ekrem efendimize göndererek elime, taze hurmalarla dolu bir kap vermişti. Resûlullah efendimiz, bundan mübârek elleriyle alarak, hanımlarından her birine gönderiyordu. Peygamberimiz, bunlardan arzu ettiği kadarını gönderdikten sonra geriye kalan hurmaları oturup yimişti. Onun yiyişinde hurmayı arzu ve iştahla yidiği belliydi.” Hz. Ebû Talha, Resûlullah efendimize sevgisinin çokluğu sebebiyle, Ona ait her şeyi saklamak ve Onunla bereketlenmek, isterdi. Resûlullah efendimiz, Veda Haccı’nda mübârek başını tıraş ettiği zaman, mübârek saçından en evvel alan Hz. Ebû Talha (r.a.) olmuştu. Başka bir günde, bir berber, Resûl-i Ekrem’i tıraş ederek mübârek saçlarını kesmiş, Hz. Ebû Talha da, bütün bu mübârek saçları toplayarak evine götürmüş, onları hanımı Ümmü Süleym’e teslim ederek, Onun bu saçları tam bir itina ile saklamasını istemişti. Resûl-i Ekrem efendimizin, Hz. Ebû Talha’ya ve ailesine olan sevgisinin daha birçok delilleri vardır. Birgün Ebû Talha’nın (r.a.) bir oğlu ölmüştü. Hanımı tekrar hamile kalıp, bir erkek çocuğu olunca, Resûlullah efendimiz Onu kucağına alarak, “Abdullah” ismini verdi ve onun için hayır duâda bulundu. Resûlullahın bu duâsı kabul olunmuş ve bu Abdullah bin Ebû Talha, Ensârın en fazîletli gençlerinden biri olmuştur. Hz. Ebû Talha’nın fazîleti, üstünlüğü ve hadîs-i şerîf rivâyetindeki son derece ihtiyatı ve titizliği, bu ilmin âlimlerince kabul ve sağlam görülmüştür. Resûlullah (s.a.v.) efendimizden 92 hadîs-i şerîf bildirmiş- tir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerde, bazı dînî meseleler, harpler ve sevabı çok olan ameller bildirilmektedir. Resûl-i Ekrem’in sohbeti ile şereflenen mümtaz, seçkin ve kıymetli bir zât olduğu halde, rivâyetlerinin az olmasının sebebi, kendisinin Resûl-i Ekrem’e ait hadîs-i şerîfleri, son derece ihtiyat ve dikkatle bildirmesidir. Bu hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: Kendisi şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah’ın huzuruna girmiştim. Onu, tarif edilemiyecek bir şekilde neşeli ve güleryüzlü gördüm. Sebebini sorduğumda, buyurdu ki: “Yâ Ebâ Talha! Nasıl memnun olmayayım ki, biraz önce Cebrâil aleyhisselâm gelip, ümmetimden senin üzerine bir kerre salât ve selâm getiren kimse üzerine, Allahü teâlâ ve melekleri on kerre salât ve selâm getirir” diye müjde vermek için Allahü teâlâ tarafından gönderildiğini söylemişti. “İçinde köpek ve canlı resim bulunan eve melekler gelmez.”- 252 - “Bir müslümanın şerefi ile oynandığı, onun aleyhinde konuşulduğu yerlerde, kim ona yardım ederse, Allahü teâlâ da yardıma muhtaç olduğu gün kendisine yardım eder. Bir kimse, din kardeşini insanlar içinde aleyhinde konuşarak rezil edip, kusurlarını teşhir etmeye kalkarsa, yardım edilmeye muhtaç olduğu günde, Allahü teâlâ da onu rezil eder.” “Resûlullah efendimiz, bir kavim ile muharebe edip galip geldikten sonra, orada üç gün kalmayı tercih ederdi.” Resûl-i ekrem (s.a.v.) Bedir harbinde öldürülen Kureyş müşriklerinin hepsinin bir çukura gömülmesini emretti. Ondan sonra, onların gömüldükleri yere beraberce gitmiştik. Peygamberimiz (s.a.v.) oraya vardıklarında: “Ey Ebû Cehil! Ey Utbe bin Rabia! Ey Velîd bin Utbe! Nasıl, Allahü teâlânın va’dinin hak olduğunu anladınız mı? Ben, Rabbimin bana va’d ettiğini hak olarak gördüm” buyurdu. Hz. Ömer sordu: “Yâ Resûlallah! İçinde ruh olmayan cesetlerle mi konuşuyorsun?” Resûl-i Ekrem cevaplarında buyurdu ki: “Beni hak ile gönderen Cenâb-ı Hakk’a yemin ederim ki, siz bile benim dediklerimi onlar kadar duyamazsınız.” Bir gün, bir cemaat ortasında oturuyorduk. Resûlullah (s.a.v.) geldi ve bize: “Ne yapıyorsunuz?” diye sordu. Dedik ki, “Yâ Resûlallah! Oturduk, konuşuyoruz. Müzakere ediyoruz.” Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz: “Meclis halinde oturduğunuz zaman, meclislerin hakkını veriniz!” buyurdu. Kendisinden: “Meclislerin hakkı nedir? Yâ Resûlallah!” diye istirhamda bulunduk. Buyurdular ki: “Meclislerin hakkı, gözü yummak (yani arkadaşlarının kusurunu görmemek), selâma cevap vermek ve güzel söz söylemektir.” 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-504 2) El-Îsâbe cild-1, sh-566 3) El-A’lâm cild-3, sh-58 4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-6, sh-4 5) Metâli’-un-nücûm cild-2, sh-13 6) Eshâb-ı Kirâm sh-119, 218 7) Sahîh-i Buhârî, Cenaiz 43, Kitâb-ul-cihâd 29 8) Sahîh-i Müslim Adab 23 9) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-3, sh-315 EBÛ ZER GIFÂRÎ (r.a.): Meşhûr Sahâbî. İlk müslüman olanlardandır. İsmi, Cündeb bin Cünâdedir. Müslüman olmadan önce künyesi Ebû Memle idi. Müslüman olunca Peygamberimiz (s.a.v.) Ona Ebû Zer künyesini verdi. Lâ- kabı Mesih-ül-İslâm’dır. Benî Gıfar kabilesinden olup, doğum târihi bilinmemektedir. 32 (m. 652) senesinde Medine civarındaki Rebeze denilen yerde vefât etti. Ebû Zer Gıfârî, Mekke’nin ticâret yolu üzerinde yaşamakta olan Benî Gıfâr kabilesindendir. Bunlar Arabistan’da bulunan diğer kabileler gibi cahiliyye devrinin her çeşit kötülüğünü işliyor ve putlara tapı- yordu. Ticâret kervanlarını çevirip, yağmacılık yapmalarıyla tanınmışlardı. Ebû Zer Gıfârî de çevresinin tesiriyle bir müddet kervan soygunlarına katılmıştı. Kavmi arasında atılganlığı ve cesareti ile şöhret bulmuş, gücü kuvveti ve yiğitliği ile o çevrede pek meşhûr olmuştu. Fakat o bütün bunlardan bir tad almıyor, zavallı insanların elleriyle yonttuğu putlara ilâh diyerek tapmasına şaşıyor, putlardan nefret ediyordu. Nihayet bir gün herşeyin tek bir yaratıcısı olduğuna inanarak, yol kesme işinden vazgeçti. İnsanlardan uzak bir hayat yaşamaya ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için kendisine yol gösterecek bir rehber aramaya, başladı. Üç sene böylece devam etti. Ebû Zer Gıfârî hidâyete adım adım yaklaşmakta iken, Muhammed aleyhisselâm’a Allahü teâlâ tarafından peygamberlik verilmişti. Artık insanlar birer iki- şer müslüman olmakla şerefleniyor, İslâmın nuru âlemi aydınlatmaya başlıyordu. İslâmın doğuş haberi gün geçtikçe çevrede yayılıyor, müşrikler ise engellemek için çareler arıyordu. Nihayet bu haber Benî Gıfâr kabilesinin yurduna da ulaşmıştı. Mekke’den gelen biri, Ebû Zer Gıfârî’nin “Lâ ilâhe illallah” dediğini işitince, Mekke’de bir zât var, senin söylediğin gibi “Lâ ilâhe illallah” diyor ve Peygamber olduğunu bildiriyor, dedi. Hangi kabileden olduğunu sordu. Kureyş’tendir dedi. Ebû Zer Gıfârî bu haberi işitir işitmez kardeşi Üneysi Mekke’ye gönderip bir haber getirmesini istedi. Üneys, Mekke’ye gidip, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübârek cemâli, sohbeti ve ihsanları ile şereflendi. Hayran kaldı. Sonra tekrar memleketine döndü. Kardeşi Ebû Zer hazretleri (Ne haber getirdin) diye sorunca, (Efendimiz, Vallahi öyle yüce bir zâtı gördüm ki, hep hayrı, iyiliği emr edip, kötülüklerden sakındırıyor) dedi. Ebû Zer Gıfârî, peki insanlar onun hakkında ne diyorlar dedi. Zamanın meşhûr şairlerinden olan kardeşi Üneys şöyle cevap verdi: “Şair, kâhin, sihirbaz diyorlar. Fakat onun söyledikleri ne kâhinlerin sözüne ne de sihirbazların sözüne benzemiyor. O’nun söylediklerini şairlerin her çeşit şiirleriyle karşılaştırdım. Onlara hiç benzemiyor, hiç kimsenin sözüyle ölçülemez. Vallahi o zât hakkı bildiriyor, doğruyu söylüyor. Ona inanmayanlar yalancı ve sapıklık içindedirler.” dedi. - 253 - Ebû Zer Gıfârî kardeşinin getirdiği haber üzerine hemen Mekke’ye gitmeye ve Peygamberimizi (s.a.v.) görüp müslüman olmaya karar verdi. Eline bir değnek ve biraz da azık alarak büyük bir şevkle Mekke yoluna düştü. Mekkeye varınca halini kimseye anlatmadı. Çünkü bu sırada müşrikler Peygamberimize (s.a.v.) ve yeni müslüman olanlara şiddetli düşmanlık yapıyorlar ve bu düşmanlıklarını safha safha ilerletiyorlardı. Bilhassa müslüman olup da, kimsesiz ve garip olanlara işkence yapıyorlardı. Ebû Zer Gıfârî de Mekke’de kimseyi tanımıyordu. Garip ve yabancı idi. Bu bakımdan kimseye bir şey sormadan Kâ’be’nin yanına varıp oturmuştu. Peygamberimizi (s.a.v.) görmek için fırsat kolluyor, nerede olduğunu öğrenmek için bir işaret arıyordu. Akşam üstü bir sokak köşesine çekildi. Hz. Ali, Ebû Zer’i gördü. Garip olduğunu anlayarak alıp evine götürdü. Halinden bir şey sormadığı gibi Hz. Ebû Zer de sırrını açmadı. Sabah olunca tekrar Kâ’be’ye gitti. Akşama kadar dolaştığı halde hiçbir ipucu elde edemedi. Eski oturduğu köşeye gelip oturdu. Hz. Ali, o gece yine oradan geçerken, Ebû Zer’i görünce (Bu biçare hâlâ evini öğrenememiş) diyerek tekrar evine götürdü. Sabahleyin yine Beytullaha gitti, sonra oturduğu köşeye çekildi. Hz. Ali tekrar evine davet edip götürdü. Nereden ve niçin geldiğini sordu. Ebû Zer hazretleri de, (Eğer bana doğru bilgi vereceğine kati söz verirsen, söylerim dedi. Hz. Ali söyle halini kimseye açmam deyince Ebû Zer Gıfârî işittim ki, burada bir Peygamber çıkmış, onunla görüşmek ve ona kavuşmak için buraya geldim. Hz. Ali sen doğruyu buldun, akıllılık ettin. Şimdi ben o zâtın yanına gidiyorum. Beni takip et benim girdiğim eve sen de peşimden gir dedi. Ebû Zer Gıfâ’ri, Hz. Ali’yi takip edip, onunla birlikte Peygamberimizin (s.a.v.) mü- bârek yüzünü görmekle şereflendi. Ve hemen “Esselâmü aleyküm” diyerek selâm verdi. Bu selâm İslâm’da verilen ilk selâm ve Ebû Zer Gıfârî de ilk selâmlayan kimse oldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) selâmına cevap verip, “Allahın rahmeti üzerine olsun” buyurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), “Sen kimsin?” diye sorunca ben Gıfâr kabilesindenim dedi. “Ne zamandan beri buradasın?” buyurdu, üç gün üç geceden beri buradayım. “Seni kim doyurdu?” buyurunca Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içtikçe hiç açlık ve susuzluk duymadım, dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), “Zemzem mübârektir. Aç olanı doyurur.” buyurdu. Bundan sonra Ebû Zer Gıfârî, Peygamberimize (s.a.v.) bana İslâmı bildir dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) Ona Kelime-i şehâdeti okudu o da söyleyip, müslüman oldu. O ilk müslüman olanların beşincisidir. Ebû Zer Gıfârî hazretleri müslüman olduktan sonra Kâ’be yanına gidip, yüksek sesle, “Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” dedi. Bunu işiten müşrikler hemen üzerine hücum ettiler. Taş sopa ve kemik parçaları vurarak öyle dövdüler ki, kanlar içinde kaldı. Bu hâli gö- ren Hz. Abbas bırakın bu adamı öldüreceksiniz! O sizin ticâret kervanınızın geçtiği yol üzerinde oturan bir kabiledendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz dedi. Ebû Zer hazretlerini müşriklerin elinden kurtardı. Müslüman olmakla şereflenmenin verdiği şevkle öylesine seviniyor ve coşuyordu ki, ertesi gün gene Kâ’be’nin yanında Kelime-i şehâdeti yüksek sesle bağıra bağıra söyledi. Bu sefer de üzerine hü- cum eden müşrikler yere yıkılıncaya kadar dövdüler. Yine Hz. Abbas yetişip, ellerinden kurtardı. Ebû Zer Gıfârî hazretlerine Peygamber efendimiz (s.a.v.) kendi memleketine dönmesini ve orada İslâmiyeti yaymasını emir buyurdu. Ebû Zer Gıfârî bu emir üzerine kendi kabilesi arasına dönüp onlara İslâmiyeti anlatmaya başladı. Hicrete kadar bu hizmete devam etti. Birgün kabilesine Allahın bir olduğunu, Muhammed aleyhisselâmın onun Resûlü olduğunu ve bildirdiklerinin hak olduğunu anlattı. Sonra da tapmakta oldukları putların bâtıl boş ve mânâsız olduğunu söylemişti. Kendisini dinleyen kalabalıktan bir kısmı, “olamaz” diye bağrışmaya başladılar. Bu sırada kabilenin reisi Haffaf bağıranları susturdu ve durun dinleyelim bakalım ne anlatacak dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri şöyle devam etti. Ben müslüman olmadan önce bir gün Nuhem putunun yanına gidip, önüne süt koymuştum. Bir de baktım ki, bir köpek yaklaşıp, sütü içiverdi. Sonra da putun üzerine pisledi. Görüyorsunuz ki, put köpeğin üzerini kirletmesine manî olacak güçte bile olmayan bir taş! İşte sizin taptığınız şey! dedi. Köpeğin bile hakaret ettiği puta tapmak hoşunuza gidiyorsa buna çok şaşılır, işte sizin taptığınız budur, dedi. Herkes başını eğmiş duruyordu. İçlerinden biri, peki senin bahsettiğin Peygamber (s.a.v.) neyi bildiriyor. Onun doğru söylediğini nasıl anladın, dedi. Bunun üzerine Ebû Zer hazretleri yüksek sesle kalabalığa şöyle hitap etti. O, Allahın bir olduğunu, Ondan başka ilâh olmadığını, herşeyi yaratan ve herşeyin mâliki, sahibi olduğunu bildiriyor... İnsanları Allah’a îmân etmeye çağırıyor. İyiliğe, güzel ahlâka ve yardımlaşmaya davet ediyor. Kız çocuklarını diri diri gömmenin ve yaptığınız diğer her türlü kötülüğün, haksızlığın, zulmün, çirkinliğini ve bunlardan sakınmayı bildiriyor, dedi. Ebû Zer Gıfârî hazretleri İslâmiyeti uzun uzun açıkladı. Kabilesinin içinde bulunduğu sapıklığı bir bir sayıp, bunların zararlarını ve çirkinliğini gayet açık bir şekilde anlattı. Onu dinleyenler arasında başta kabile reisi Haffaf, kendi kardeşi Üneys olmak üzere ço- ğu müslüman oldu. Diğerleri ise daha sonra Peygamberimizi görerek müslümanlığı kabul ettiler. Ebû Zer Gıfârî hazretleri bu hizmetleri yaptığı sırada, İslâmiyet Mekke’de ve civarında oldukça yayılmıştı. Müşriklerin zulmü de o derece artmış, İslâm uğrunda kanlar dökülmüş, ilk şehîdler verilmişti. İki defa Habeşistan’a, daha sonra Medine-i Münevvere’ye hicret yapıldı. Ebû Zer hazretleri de Medine’ye hicret etti. Peygamber efendimiz (s.a.v.) hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında kurduğu kardeşlikte - 254 - Ebû Zer hazretlerini de Münzir bin Amr hazretleri ile kardeş yaptı. Daha sonra İslâmı anlatması için tekrar kabilesi arasına gönderildi. Ebû Zer Gıfârî hazretleri hicretten sonra da kabilesi arasında İslâmı yayma hizmetinde bulunduğu için Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında bulunamadı. Daha sonra O da Medine’ye gitti. Ebû Zer Gıfârî (r.a.), Hendek savaşından sonra Medine’ye yerleşti. Bundan sonra Peygamber efendimizin (s.a.v.) yanından ayrılmadı. Önce Resûlullahın (s.a.v.) hizmetini görür sonra da mescide gider başka bir işle meşgul olmazdı. Peygamberimizin (s.a.v.) evinden bir fert gibi oldu. Her hareketinde ve her işinde Resûlullaha (s.a.v.) tâbi oldu. Bütün zamanını dîni öğrenmeye ayırdı. İlim öğrenmek hususunda büyük gayret sahibi idi. Herşeyi Peygamberimize (s.a.v.) sorardı. İmân, ihsan, emir ve nehiy hususunda, Kadir gecesi ve daha birçok hususların esrarını, izahını, namaza dair ince hususları ve nice şeyleri Resûlullaha bizzat sorarak öğrenmiştir. Resûl-i Ekrem efendimiz de Ebû Zer’i çok sever ona hususî iltifat buyururdu. Çok zaman gece geç vakte kadar Resûlullahın (s.a.v.) huzurunda kalırdı. Peygamberimizin (s.a.v.) mahremi, sır dostu idi. Onunla mahrem meseleleri konuşurdu. Ebâ Zer hazretleri ayrıca Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek elini öpmek seadetine kavuşmuştur. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Resûl-i Ekrem ile ne zaman karşılaşsak müsafeha ederdik. Hatta bir gün beni aramış ben yoktum. Aradığını duyunca hemen huzuruna gittim. Çok neşeli oturuyor idi. Kucaklaştık.” Ebû Zer, Resûlullah (s.a.v.) efendimize bi’at ederken (Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kö- tülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına) söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah efendimiz, “Dünyaya Ebû Zer’den daha sadık kimse gelmedi” buyurmuşlardır. Resûlullaha (s.a.v.) anlatılamayacak derecede muhabbeti ve bağlılığı vardı. Bir defasında şöyle demiştir: (Yâ Resûlallah benim kalbim yalnız Allahü teâlânın ve sizin muhabbetinizle doludur. Bu muhabbet o derecede ki insanın kalbi ancak bu kadar muhabbetle dolu olur.) İki ilim denizinin birleştiği nokta ve ilmin kapısı olarak vasıflandırılan Hz. Ali, “Ebû Zer ilimde bir deryadır, insanların anlamaktan âciz olduğu çok ilmi biliyordu. Sonra ilmin üzerini kırba bağlar gibi bağ- layıp, ondan hiç sızdırıp zayi etmemiştir.” buyurdu. Hz. Ömer, “Ebû Zer’in ilmi çok yüksektir.” buyurdu. Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) da onun ilim hususunda bu ümmetin en ileri gelenlerinden olduğunu bildirmiştir. O, Resûlullahın (s.a.v.) zamanında dinde fetva verenlerden biri idi. Tebük muharebesinde Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, devesinden indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Yalnız başına tenha bir yere oturdu. Peygamberimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Zer’i böyle tenhada görünce “Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek olan ve yalnız başına haşr olunacak olan Ebû Zer’e rahmet eylesin” buyurmuşlardır. Mekke’nin fethine de kendi kabilesinin sancağını taşıyarak katılmıştır. Ebû Zer (r.a.) dünyâya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkâr, fakîr ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bu sebeble ona “Mesîh-ül-islâm” lâkabını vermişti. Peygamberimize (s.a.v.) tam bağlanıp, O’nun sevip, beğendiğini seven, Onun sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer (r.a.); Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra bir köşeye çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği devrinde de böyle yaşayıp, O’nun vefâtından sonra Şam’a gitti. Oraya yerleşti. Hz. Osman’ın halifeliğine kadar orada kaldı. Sonra Medine-i Münevvereye geldi. Şam halkına din bilgilerini öğretmekle meşgul oldu. Şüphelilerden ve harâmlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakîrlere dağıtırdı. Hatta Şam’da bulundukları sırada bir gün Şam valisi tecrübe etmek için onbin dirhem altın göndermişti. Ebû Zer hazretleri altınları hemen fakîrlere dağıttı. Yanında tek altın bile saklamadı. Ertesi gün valinin hizmetçisi gelip, (Aman efendim, dün sana getirdiğim altınlar meğerse başkasına gidecekmiş. Yanlışlıkla sana getirmişim), deyince, Ebû Zer (r.a.), “Oğlum, onları fakîrlere dağıttım. Sen validen iki-üç gün mühlet iste, ben bu parayı hazırlarım, iade ederiz” dedi. Valinin adamı durumu valiye anlattı. Vali Ebû Zer’in (r.a.) doğru sözlü olduğunu anladı. Fakat oranın zenginleri Ebû Zer’în (r.a.) bu durumunu beğenmediler. Oradan gitmesi için Hz. Osman’a mektûb ile bildirdiler. Böylece Medine-i Münevvere’ye davet edildi. Hz. Osman, Şam halkının kendisinden şikâyet sebebini sordu. Ebû Zer de hâdiseyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman (Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Benim vazifem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir.) buyurdu. Sonra Ebû Zer (r.a.) Resûlullah bana “Binalar Seldağı’na ulaştığı zaman, sen Medine’den ayrıl.” diye emretmişlerdi, izin verirseniz, ben Medine’den gideyim dedi. Hz. Osman müsâde buyurdular ve bir deve sürüsü ile, iki köle verdiler. Yetecek miktarda yiyecek ve hediyeler ile Medine-i Münevvere yakınlarındaki (Rebeze) adındaki köye gitmesini söylediler. Ailesi de Şam’dan buraya gönderildi. Ebû Zer Gıfârî (r.a.) buraya bir mescit yaptırdı. Vefât edinceye kadar, gelenlere İslâm dinini öğretti. Hadîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan öm-- 255 - rünü burada geçirdi ve orada da vefât etti. Vefâtı pek garip oldu. Hanımı ona bir elbise aradığında bana elbise değil kefen lâzımdır deyip, Resûlullahın (s.a.v.) kendisine nasıl vefât edeceğini söylediğini bildirdi: “İyi bir haber var, yakında Resûlullaha kavuşacağım” ve “Ey ölüm çabuk gel ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor” dedi. Hasta olduğu bir gün kızı veya hanımına dönüp, “Dışarıdan gelen olup olmadığını” sordu. Dışarı çıkıp baktıklarında bir şey görünmediğini bildirdiler. Bunun üzerine “Vefât zamanım henüz gelmedi. Şimdi siz bir koyun kesip hazırlayın. Cenâzemde sâlih bir topluluk bulunacak. Onlara ikrâm edersiniz. Yemeden gitmemelerini benim tenbih ettiğimi söylersiniz” buyurdu. Arzusu yerine getirildi. Tekrar kızına veya hanımına dışarı çıkıp gelenlerin olup, olmadığına bakmasını isteyince, dışarı çıktılar. Uzaktan bir topluluğun gelmekte olduğunu görünce içeri girip haberi verdiler. Bunun üzerine kendisinin kıbleye karşı çevrilmesini istedi. Kıbleye döndükten sonra Hz. Ebû Zer, “Bismillahi ve billahi ve alâ milleti Resûlullah” diyerek ruhunu Hak teâlâya teslim etti. Gelen misafirler karşılanıp Ebû Zer Gıfârî’nin (r.a.) vefât ettiği bildirildi. Bunlar, “Böyle mübârek bir zâtın cenâzesinde bulunmak, Allahü teâlânın bize hususi bir kerem ve lütfudur.” diyerek, Ebû Zer’i (r.a.) gasl, techîz ve tekfîn edip namazını kıldılar ve defn ettiler. Tam gitmek üzereyken, Ebû Zer Gıfârî (r.a.) size selâm etti, yemek yemeden gitmemenizi tenbih eyledi diye bildirilince, hepsi oturup yemek yediler. Sonra durumu gidip halifeye bildirdiler. Ebû Zer (r.a.) vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu. Abdullah İbn-i Mes’ûd, Ebû Zer’in vefâtını işitince, Resûlullah (s.a.v.), “Ebû Zer yalnız, vefât eder ve yalnız haşr olunur” buyurmuştu, diyerek ağladı. Hz. Osman, Ebû Zer’e çok acıdı. Onun kızını kendi evlâtları arasına aldı. Ona fevkalâde yakınlık gösterdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ebû Zer hazretleri hakkında buyurdu ki: “Benim ümmetimde Ebû Zer, Meryem oğlu Îsâ’nın zühdüne sahiptir. Bu fıtrat üzere yaratılmıştır.” “Îsâ aleyhisselâmın tevazu’una bakmak kendisini mesrûr eden kimse, Ebû Zer’e nazar eylesin.” “Ebû Zer’den daha sâdık bir söz (lehçe) ne yeryüzü tanımıştır, ne de bir yeşillik üzerine gölge salmıştır. Yani onun gibi doğru sözlü bir kimse dünyâya gelmiş değildir.” Ebû Zer Gıfârî (r.a.), Peygamberimizden (s.a.v.) bizzat işiterek, ikiyüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâ- yet etmiştir. Kendisinden Enes bin Mâlik, İbn-i Abbas, Hâlid bin Vehban, Zeyd bin Vehb, Hurşe bin Hurr, Cübeyr bin Nüfeyr, Ahnef bin Kays, Abdullah bin Samit, Amr bin Meymûn ve daha çok sayıda hadîs âlimi, hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen bu hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almıştır. Ebû Zer’in (r.a.) rivâyet ettiği bir hadîs-i kudsî şöyledir: (Mânâsı Allahü teâlâdan, sözleri Peygamberimizden olan hadîs-i şerîflere hadîs-i kudsî denir.) Allahü tebâreke ve teâlâ hazretleri buyurdu ki: “Ey kullarım! Şüphesiz zulmü kendime harâm kıldım. Yani zulümden münezzehim. Bunu size de harâm kıldım. Sakın kimseye zulüm etmeyin. Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidâyet ve îmân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidâyete kavuştu, dalâ- letten kurtuldu. Benden hidâyet isteyiniz, sizi hidâyete kavuşturayım.” “Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki, size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım.” “Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim.” “Ey benim kullarım! Siz gece-gündüz kast ile hata edersiniz. Ben ise şirkden başka bütün günahları affediciyim. Bana istiğfâr ediniz ki sizi mağfiret edeyim.” “Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiç bir zarar veremezsiniz ve bana hiç bir faide sağ- layamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. Ben ganiyy-i mutlakım siz de fakîr-i mutlaksınız.” “Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvanın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvanızın fâidesi yine sizedir.” “Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyankâr ve günahkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyanı size ulaşır.” “Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde biryerde el kaldırıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülküm-- 256 - den bir şey eksilmiş olmaz, iğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden birşey eksiltir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır.” “Ey kullarım! Sizin amel ve ibadetlerinizi, her işinizi, ilmi ezelîm ve hafaza meleklerim ile zapt ve hıfz ederim. Sonra işlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd ü sena eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefislerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz’iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günah işliyorlar.” Hz. Ebû Zer’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı da şunlardır: “Akıllı olan kimse zamanını üçe bölmeli, bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhasebesi ile diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir.” “Nerede olursan ol, takva üzerine bulun, Allahtan kork.” “Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır.” Ebû Zer hazretleri buyurdu ki: “Günün deven gibidir. Başını tutarsan, yahut bağlarsan, bedeni sana tâbi olur. Yani sabahleyin tâat, ibâdet ve bir hayır işlersen, günün sonu da öyle gelir.” “Şüphesiz malının iki ortağı vardır. Biri semavi âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde eğer malından nasîbi enaz olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlâ’nın yolunda sarf et.” “Bir günlük nafakaya râzı ol. Hayırlı işleri kaçırmaktan kork ve sakın. Dünyan oruç, iftarın ölüm olsun.” “Fakr yani, ihtiyaç hali benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir.” Bu söz yüksek derecelerini göstermektedir. “İnsan ne kadar dünyâ malı toplarsa o kadar dünyâya düşkün olur.” “Yalnızlık kötü arkadaşla bulunmaktan iyidir, iyi arkadaşla beraber olmak da yalnızlıkdan iyidir.” “En garib ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.” Süfyân-ı Sevrî şöyle anlatmıştır: Ebû Zer Gıfârî hazretleri bir gün Kâ’be’de ayağa kalkıp, ey kardeşlerim geliniz toplanınız! Bu şefkatli kardeşinizin nasihâtlarını dinleyiniz, diye bağırdı. Bunun üzerine insanlar yanına gelip, etrafına halka oldular ve Onu dinlemeye başladılar. Sözüne şöyle başladı: “Sizden biriniz bir yolculuğa çıkarken hazırlık yapıp azığını yanına alır değil mi? Gideceği yere sağ salim varmak için tedbirler alır değil mi? Evet dediler. Sonra şöyle devam etti; Siz öyle bir yolculuğa çıkacaksınız ki, bu yolculuk çok zor ve çok uzundur. Bu yolculuk âhiret yolculuğudur. Bu çetin yolculukta size lâzım olacak ve sizi kurtaracak olan azığı hazırlayınız! Dinleyenler dediler ki, o azık nedir? Buna da şöyle cevap verdi: Kabrin azabından ve dehşetinden kurtulmak için gecenin karanlığında namaz kılınız. Mahşer günü güneşin şiddetli sıcağından kurtulmak için oruç tutunuz. Kıyâmet gününün çetin zorluklarından kurtulmak için mallarınızdan (zekât) sadaka veriniz. Haccı yapınız. Hayır söyleyip, kötü sözlerden sakınınız. Kıyâmetde her sözünüzden hesaba çekilirsiniz. Dünyayı, ahireti kazanacak bir yer olarak değerlendiriniz. Helâl olan şeyleri arayınız. Mallarınızı üçe ayırıp, bir kısmı ile çoluk çocuğunuza helâl yiyecek temin ediniz, bir kısmını sadaka olarak veriniz, diğer kısmını da size faydalı olan şeylere harcayınız.” Bunları söyledikten sonra daha yüksek bir sesle: “Ey insanlar peşinden yetişilmeyen bir hırs sizi mahvediyor...” dedi. Ebû Zer Gıfârî (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Bir gün mescide girdim. Resûlullah (s.a.v.) yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturdum, buyurdu ki: “Yâ Ebâ Zer, mescide girince iki rekât namaz (tahıyyet-ülmescid) kılmak gerekir. Kalk kıl.” Kalktım iki rekât tahıyyet-ül-mescid namazını kıldım sonra yine Resûlullahın yanına varıp oturdum. Dedim ki, Yâ Resûlallah (s.a.v.) Bana namaz kılmayı emir buyurdunuz. Bu namaz nedir? “Azı ve çoğu Allahü teâlânın koyduğu bir ibâdettir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah hangi amel daha efdaldir. “Allahü teâlâya îmân etmek ve onun yolunda cihad yapmak.” buyurdu. Yine dedim ki, Yâ Resûlallah îmân bakımından en kâmil mü’min hangisidir? “Ahlâkı en güzel olanıdır.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah mü’minlerin en emini kimdir? “İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdâl hicret hangisidir? “Günahlardan uzaklaşmaktır.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah en efdal namaz hangsidir? “Duâsı fazla olan namazdır.” buyurdu. Yâ Resûlallah, oruç nedir? dedim. “Ecrini, mükâfatını bizzat Allahü teâlânın katkat vereceği bir farzdır (ibâdettir).” buyurdu. Yâ Resûlallah hangi cihad daha efdaldir? dedim. “Mal ve canı ile yapılan cihadtır” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah hangi köleyi azat etmek daha efdaldir? - 257 - “Madden ve manen kıymetli olanı” buyurdu. Sadakanın en efdali hangisidir? Yâ Resûlallah dedim. “Az da olsa fakîrin gönlünü almak için verilendir.” buyurdu. Dedim ki, Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir? “Âyet-el-kürsî’dir.” buyurdu. Ebû Zer hazretleri devam ederek, Peygamber efendimize (s.a.v.) Peygamberler ve onlara gönderilen kitaplar hakkında da suâller sorup aldıktan sonra, Sözüne şöyle devam etmiştir. Yâ Resûlallah bana nasîhat et dedim. “Sana Allah’tan korkmayı tavsiye ederim, işin başı budur.” Yâ Resûlallah biraz daha dedim. “Sana Kur’ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte meleklerin övgüsüdür” buyurdu. Biraz daha dedim. “Çok gülmeyi terk et, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nurunu giderir.” buyurdu. Biraz daha nasîhat buyur, Yâ Resûlallah dedim. “Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Cihad et, çünkü cihad ümmetimin zühdüdür.” buyurdu. Biraz daha dedim. “Miskînleri (fakîrleri) sev, onlarla bulun.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için nimettir” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Akrabanı ziyâret et, onlar seni ziyâret etmeseler de.” buyurdu. Biraz daha Yâ Resûlallah dedim. “Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma” buyurdu. Biraz daha nasîhat et, Yâ Resûlallah dedim. “Acı da olsa Hakkı söyle” buyurdu. Biraz daha istedim. Sonra da elini göğsüme koydu ve şöyle buyurdu: “Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur.” 1) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-156 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh-219, cild-2, sh-354 3) El-A’lâm cild-2, sh-140 4) Tehzîb-üt-tehzîb cild-12, sh-90 5) El-Îsâbe cild-4, sh-62 6) El-İstiâb cild-4, sh-61 (Îsâbe kenarında) 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1002 8) Eshâb-ı Kirâm sh-331 9) Şezerat-üz-Zeheb cild-2, sh-39 10) Câmi’u kerâmât-il evliyâ cild-2, sh-83 11) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-17 12) Kâmûs-ul-A’lâm cild-2, sh-716 13) Sahîh-i Buhârî, fedâil-ül-eshâb 11, Menâkıb-ul-ensâr 33 14) Sahîh-i Müslim Fedâil-ul-eshâb 132 15) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-155 EBÛ SAÎD-İ HUDRÎ (r.a.): Eshâb-ı kirâmdan. İsmi Sa’d, nesebi Sa’d bin Mâlik bin Sinan bin Ubeyd bin Sa’lebe bin Elcebr bin Af bin Hâris bin Hazrec’dir. Kendisi ve babası sahabedendir. Babası Uhud gazâsında şehîd oldu. Uhud’da onüç yaşında idi. Diğer gazâlarda bulundu, 64 (m. 683)’de vefât etti. Kabrinin İstanbul’da Kariyye Câmiî yanında olduğu bildirilmektedir. Peygamberimizin (s.a.v.) hicretinden on sene önce doğdu. Peygamber efendimiz Medine’ye hicret edince annesi Hz. Enise ve babası Hz. Mâlik bin Sinan müslüman oldular. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) müslüman anne ve babanın bulunduğu bir evde büyüdü. Bu sebeple İslâmiyeti çocukluğundan itibaren kabul etmiş, İslâm terbiyesiyle yetişmişti. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) Peygamberimizin hicretinden sonra yapılan Medine’deki Mescid-i Nebevî’nin inşasında çalışmıştı. Yaşı küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud gazâlarına katılamadı. Bedir gazâsına babası Mâlik bin Sinan (r.a.) katıldı. Şehîd olmak için ön saflarda kahramanca çarpıştı. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) Uhud harbine katılmak için babasıyla Peygamber efendimize müracaat ettiler. Bu hadîseyi Ebû Sa’îd (r.a.) şöyle anlattı: “Uhud günü Peygamber efendimize arz olunduğum zaman onüç yaşında idim. Babam beni Resûlullahın (s.a.v.) yanına götürüp “Yâ Resûlallah! Bu yavrumun yaşı her ne kadar küçükse de iri kemiklidir. Vücudu gelişkindir. İzin verirseniz, bizimle gelsin!” dedi. Peygamber efendimiz beni yukarıdan aşağıya kadar süzdükten sonra: “Onu geri çeviriniz” buyurdular. Benim gibi yaşı küçük olanlar Medine’de kadınları ve çocukları korumakla vazifelendirildiler. Babası Hz. Mâlik bin Sinan Uhud gazasında, Resûlullah efendimiz yaralanınca, mübârek yanaklarından akan kanı emmekle şereflenmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Mâlik için: “Kanım, kanı- na dokunan, karışan kişiye Cehennem, ateşi dokunmaz.” buyurdu. Babası Mâlik bin Sinan bu gazada şehîd oldu. Uhud gazâsından dönüşte Peygamberimizi (s.a.v.) nasıl karşıladıklarını Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamağa, O’nun mübârek cemâlini görmeğe gittiğimizde, babamın şehîd olmakla şereflendiğini öğrenmiştik. Peygamberimize bakarken O da - 258 - bizi gördü. Bana buyurdu ki: “Sen, Sa’d bin Mâlik misin?” Ben de “Evet babam, anam sana fedâ olsun Yâ Resûlallah” dedim. At üzerinde idi. Yanına yaklaştım, mübârek dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana: “Allahü teâlâ, babana ecrini versin” buyurdular. Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Sa’îd’in omuzlarına yüklendi. Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi bir hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile çok sabırlı olduklarından dertlerini sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak, açlıklarını gidermeye çalışırlardı. Bir gün annesi dayanamamış: “Evlâdım, Resûlullah efendimiz (s.a.v.) kendisine baş- vuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek birşey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı olur” diyerek Ebû Sa’îd’i, Resûlullaha gönderdi.” O’nu, Eshâbına nasîhat verirken buldu. Oturup dinlemeğe başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz (s.a.v.), “Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün bir rızık yoktur. Eğer sabra râzı değilseniz, isteyiniz vereyim” buyurdu. Bu mübârek sözleri işiten Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı. Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.) bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medine’nin en zenginlerinden oldular. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) Benî Mustalak gazâsına, sonra da Hendek gazâsına katılıp, gösterdiği kahramanlıkları Peygamberimiz pek beğenmişti. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) Hendek savaşının hafiflediği bir öğle üzeri, Resûlullah efendimizden evine kadar gitmek için izin istedi. Peygamberimiz (s.a.v.) izin verip buyurdu ki: “Yanına silahını al. Benî Kureyzâ yahudilerinin sana zarar vermelerinden korkarım.” Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî de, emir gereğince silahlarını alarak evine gitti. Hanımı kapıda duruyordu. Kıskançlık gayretiyle, hanımının içeride durması gerekirken niçin dışarıda beklediğini sorunca hanımı: “Niçin bana kızıyorsun? İçeriye gir de gör.” dedi. Eve girdiklerinde yatağın üzerinde kocaman siyah bir yılan yatıyor gördüler. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî mızrağını çekip yılana batırdı. Sonra yılanı yataktan kaldı- rınca, yatak üzerinde yılanın yerinde bir gencin yatmakta olduğu görüldü. Mızrağın ucundaki yılanı bah- çeye çıkarıp astılar. Yılan titreyerek öldü. İçerde yataktaki genç de can çekişerek öldü. Yılanın mı, yoksa o gencin mi önce öldüğünü tesbit edemediler. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî hemen gelip, Peygamber efendimize hâdiseyi bildirdi ve “Yâ Resûlallah, onun dirilmesi için Allahü teâlâya yalvarır mısınız?” dedi. Peygamber efendimiz de: “O Medine’deki müslüman olan cinnilerdendir. Onlardan bir şey görürseniz, onlara oradan gitmesi için üç gün müsâde ediniz. Bundan sonra, size tekrar görünecek olursa, onu öldürünüz. Çünkü, o, şeytandır.” buyurdu. Hendek gazasında müşrikler çok şiddetli saldırıyorlardı. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî bir ara Peygamberimize yaklaşarak “Yâ Resûlallah, yüreğimiz ağzımıza gelmiş bulunuyor, okuyacağımız bir duâ var mı- dır?” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), “Evet! Var. Ey Allah’ım, açık ve korkulu yerlerimizi kapa, bizi, bütün korktuklarımızdan emin eyle, diyerek duâ ediniz.” buyurdular. Hepimiz duâ ettik, yalvardık Çok geçmeden şiddetli bir fırtına esdi. Düşman karargâhını alt üst ederek düşman hezimete uğradı, da- ğılıp gitti. 9 (m. 630) senesinde Alkame bin Muhrez’in (r.a.) emri altında küçük bir sefere çıktılar. Bu seferi Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı. Bir kısmını Abdullah bin Huzafe’ye (r.a.) verdi. .a.) verdi. Ben de onunla birlikte idim. Abdullah bin Huzafe (r.a.) Bedir gazasına katılmış kahramanlardan olup, çok şakacı bir kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte bazı işlerimizi görüyorduk. Bir ara Hz. Abdullah askerlere dedi ki: “Sizler bana itâat etmekle vazifelisiniz, öyle değil mi?” Onlar da: “Evet” dediler. Hz. Abdullah: “Öyleyse her dediğimi yapmalısınız,” deyince, onlar da: “Elbette yaparız” dediler. Hz. Abdullah: “Şimdi size emrediyorum. Hepiniz bu yanan ateşe giriniz” dedi. Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ate- şe atılmaya hazırlandılar. Hz. Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itâatteki gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ki: “Durunuz! Ben sizin itâatinizi denemek için böyle söyledim,” dedi. Bu seferden dönüşte, bu ateş hadîsesini Peygamber efendimize anlattık. Buyurdular ki: “Size bir günahı emredene itâat etmeyiniz.” Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirildi. Bu seriyye Medine’den hareket etti. Yolda müslüman olmayan bir Bedevî grubuna rastladılar ve onlara misafir olmak istedilerse de kabul etmediler. Müslümanlar orada istirahat ederlerken bu Bedevîlerin reislerini bir akrep soktu. Oradakiler reislerini kurtarmak için bir çok çarelere baş vurdularsa da şifa hasıl olmadı. Bedevîlerden bazıları: “Şu karşıda istirahat eden kafileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak tedaviyi soralım. Belki bilen vardır” dediler. Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma (r.anhüm) gelip: “Ey insanlar! Reisimizi biraz önce akrep soktu. Bildiğimiz çarelere başvurduk, fakat şifa hasıl olmadı, içinizde bu işi bilen var mı?” dediler. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.); “Evet ben bu işi halledebilirim. Fakat önce siz bizim talebimizi - 259 - red ettiniz, bizi misafir kabul etmediniz. Buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun alırız” dedi. Reisin yanına vardılar. Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.), reisin yarasına yedi defa Fatiha sûresini okudu. Okuma biter bitmez, reis hemen ayağa kalkıp ileri-geri yürümeğe başladı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmadı. Bedevîler, Eshâb-ı kirâma (r.anhüm) anlaştıkları sürüyü verdiler. Sonra da bu sürüyü aramızda paylaşalım diyen Eshâba (r.anhüm), Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî: “Hayır! Peygamber efendimize bu hadîseyi anlatırız, koyunları da kendilerine arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz” dedi. Sefer dönüşünde, bu hadîseyi anlattılar. Peygamberimiz (s.a.v.): “Fatihanın bu kadar tesirli bir duâ olduğunu sana kim öğretti?” buyurarak taltif ettiler. Sonra iyi hareket ettiklerini açıkladılar. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî bu gazalardan başka Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn, Tebük gazalarına da iştirak etti. Peygamberimizle birlikte 12 gazaya katılmakla şereflendiği açıklanmıştı. Peygamber efendimizin âhirete irtihâlinden sonra Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.), Hz. Ebû Bekir, Hz. Ö- mer, Hz. Osman’ın halifelikleri zamanlarında Medine’de fetva ile meşgul oldu. 36 (m. 656) senesi Hz. Ali’nin zamanında her türlü fitneden uzak olmaya çalıştıysa da bozuk fırkalardan Haricîlerle yapılan Nehrevan harbine katıldı. Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) ile beraber olduğu günlerdeki bir hadîseyi hatırladı. Bir gün, Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâbına (r.a.) bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip: “Yâ Resûlallah! Adalet üzere hareket et” dedi. Peygamber efendimiz de: “Ben adalet etmezsem, kim eder?” buyurdu. Bu hadîse esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha (s.a.v.) dönerek “Yâ Resûlallah! Müsâde buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım” dedi. Resûl-i ekrem (s.a.v.) ona dönerek “Hayır, bırak. Onun bir takım arkadaşları olacak ki, onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde iken zuhur edeceklerdir (meydana çıkacaklardır).” buyurdukları sırada, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken seni kaşla gözle muaheze ederler” âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, “Ben, Peygamberimizin işaret buyurduğu bu adamı, Hz. Ali’nin (r.a.) öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin tarif ettiği gibiydi.” buyurdu. Bir rivâyete göre; Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, İstanbul’un fethi için gelen asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civarında şehîd oldu. Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddin hazretleri keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, câmiye çevrilen Kariye Câmiinin bahçesindedir. Bir rivâyete göre de; 74 (m. 693) senesinde bir Cuma günü vefât etti. Medine’de Baki kabristanına defn edildi. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî ders verirken çevresinde büyük bir kalabalık hasıl olur, sorulan bütün suallere cevap verirdi. Talebelerinden Kuz’a şöyle anlattı: “Hocamın huzuruna gitmiştim. Çok kalabalıktı, herkesin dağılmasını bekledim. Sonra huzuruna yaklaştım. Peygamber efendimiz nasıl namaz kılardı diye sordum. Buyurdular ki: “Resûlullah (s.a.v.) öğle namazına durdukları zaman birimiz kalkar evine gelir, abdestini tazeledikten sonra mescide döner, Peygamber efendimizi daha birinci rek’atte bulurdu.” Hak ve hakikati müdafaa etmek hakkında duymuş olduğu bir hadîs-i şerîfi hemen her yerde rivâyet ederdi. Fakat, “Hak ve hakikate hizmette kusur ederim” endişesiyle ağlardı. Rivâyet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfde Peygamberimiz buyurdular ki: “İçinizden biri, bir münkeri (yasak edileni) görürse ve ona eliyle mani olabilirse, hemen ona mani olsun. Eliyle mani olamazsa diliyle, dili ile de mani olamazsa onu kalbiyle yapsın. Bu da imânın en zayıfıdır.” Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, doğru bildiği bir hususu söylemekten çekinmezdi. Çok cesur, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı. Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye ederdi. Buyurdular ki: “Hz. Peygamberimize bir kimse geldi. (Kardeşim ishal oldu. Ne yapayım) diye sordu. Peygamber efendimiz “Bal şerbeti içir” buyurdu. Soran kimse gidip, kardeşine bal şerbeti içirdi. Ertesi gün geri gelip, kardeşine bal şerbeti içirdiğini ama ishalinin arttığını söyledi. Resûlullah efendimiz yine “Git ve ona bal şerbeti içir” buyurdu. O kimse gitti ve ertesi gün tekrar gelip, kardeşine bal şerbeti içirdiğini ve ishalinin daha da arttığını söyleyince bu defa Peygamber efendimiz: “Allahü teâlânın kelâmında yanlışlık olamaz. Kusur kardeşinin karnındadır. Git ve ona bal serveti içir,” buyurdu. O kimse bu defa da bal şerbetini içirince kardeşi iyi oldu.” Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: “Yatağına girdiğinde üç kerre (Estağfirullah’el azîm, ellezi lâ ilâhe illâ hüvel hayyel kayyûm ve etûbü, ileyhi) diyen kimsenin günahları deniz köpükleri veya Temim diyarının kumları veya ağaç yapraklarının sayısı veya dünyânın günleri kadar çok olsa da, Allahü teâlâ onun günahlarını bağışlar.” - 260 - “İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler: “Buraya geliniz, buraya geliniz derler.” Kanadları ile, onları sararlar. O kadar çokdurlar ki, göke varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak: (Kullarımı nasıl buldunuz?) buyurur. (Yâ Rabbî! Sana hamd ve sena ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar) derler. (Onlar beni gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbih ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi) derler. (Onlar benden ne istiyorlar?) buyurur. (Yâ Rabbî! Cennetini istiyorlar) derler. (Onlar Cenneti gördüler mi?) buyurur. (Görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar) derler. Allahü teâlâ; (Onlar Cehennemi gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Görselerdi, daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı) derler. Allahü teâlâ, meleklere: (Şahid olunuz ki onların hepsini affeyledim) buyurur. (Yâ Rabbî o zikredenlerin yanında, filan kimse zikir etmek için gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti) derler. (Onlar benim misafirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler) buyurur.” “Sünnete uygun olarak ezan okuyan müezzinin sesini duyan, insan ve cinler, taşlar, tuğlalar, ağaçlar, kıyâmet günü o müezzin için şehâdet ederler.” “Bir kimse, hoşlandığı bir rüya görürse, o, Allah’tandır. Allah’a hamd etsin. Onu sevdiği kimseye anlatsın. Sevmediği bir rüya görürse, o da şeytandandır. Şeytanın şerrinden Allah’a sı- ğınsın. Bu rüyasını da hiç kimseye anlatmasın. Böyle yaparsa, görmüş olduğu kötü rüya kendisine zarar vermez.” “Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişi öldürmüştü. Sonra (Dünyanın en büyük âlimi kimdir) diye soruşturdu. Ona bir rahib gösterildi. Bunun üzerine rahibin yanına gitti. (Doksandokuz adam öldürdüm, tevbe etsem olur mu?) diye sordu. Rahib: (Tevben kabul olunmaz) dedi. Bunun üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra yer yüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu. (Yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabul olur mu?) Âlim: “Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir? Filan yere git, orada Allahü teâlâya ibadetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü teâlâya ibadet et. Memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir) dedi. Bunun üzerine adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü. Rahmet melekleri ile azab melekleri bu adam hakkında münâkaşa ettiler. Rahmet melekleri (Bu adam candan tevbe ederek geldi.) dediler. Azab melekleri, (Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir) dediler. Bunun üzerine insan kıyafetinde bir melek bunların yanına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi: (İki taraftaki mesafeyi mukayese ediniz. Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafındır.) Mesafeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.” “Eshâbıma dil uzatmayınız. Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biriniz Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875 gr.) hatta yarım müd sadakasına yetişemez.” Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin (r.a.) âzâd ettiği bir kimse anlatır: “Ben, Ebû Sa’îd ve Resûlullah (s.a.v.) mescide girmiştik. Birisi mescidin ortasında, dizlerini karnına yapıştırarak parmaklarını kenetlemiş, oturuyordu. Hz. Peygamberimiz işaret etti ise de o kimse işareti fark edemedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ebû Sa’îd’e dönerek, “Herhangi biriniz mescidde parmaklarını kenetlemesin. Çünkü, parmaklarını kenetlemek şeytanın işidir. Biriniz mescidde bulunduğu müddetçe, mescidden çıkıncaya kadar namazda sayılır.” buyurdu. “Sizden biriniz esnediği zaman, elini ağzına koysun. Çünkü şeytan ağzına girer.” “Allah için tevazu edeni Allahü teâlâ yükseltir. Kibir edeni de Allah alçaltır. Allah’ı çok zikredeni Allahü teâlâ sever.” “Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur.” “Giyiniz, yiyiniz, içiniz fakat, midenizi yarıya kadar doldurunuz. Çünkü, az yemek, nübüvvetden bir cüzdür.” Biri, Resûlullah efendimizin ardında namaz kıldı. Peygamber efendimizden evvel rükû’a varıyor yine ondan evvel başını kaldırıyordu. Hz. Peygamberimiz, namazdan sonra: “Bunu yapan kim idi?” diye sordular. O kimse (Benim Yâ Resûlallah) dedi. Bunun üzerine “Namazın noksan olanından sakınınız. İmâm rükû’a vardığında rükû’a varınız. Başını kaldırdığında başınızı kaldırınız.” buyurdu. “Merhamet etmiyene merhamet olunmaz.” “İki huy vardır ki, bir mü’minde bulunmazlar. Biri cimrilik, diğeri de kötü ahlâktır.” - 261 - “Hastaları ziyâret ediniz, cenâzeleri de takip ediniz. Bu size ahireti hatırlatır.” Ebû Sa’îd-i Hudrî (r.a.) buyuruyor ki, Peygamber efendimiz, neşelenip eğlenen bazı insanları gö- rünce buyurdu ki: “Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu halden ayrılırdınız.” Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî anlatıyor. “Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna gittim. Kadife ile örtünmüş idi. Sıtma harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi, mübârek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “En şiddetli sıkıntı Peygamberlere olur. Ama peygamberlerin sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsanlara sevinmenizden fazladır.” “Bir kul (Lâ ilahe illallah) ve (Allahü Ekber) dediği zaman, Allahü teâlâ; “Kulum doğru söylüyor, ibâdete lâyık olan ilâh ancak benim” der. Kul, “Lâ ilâhe illallahü vahdehû la şerike leh” dediği zaman, Allahü teâlâ “Kulum doğru söylüyor. Benden başka ilâh yoktur. Şerikim, benzerim, dengim yoktur.” der. Kul: (Lâ ilâhe illallah ve la havle ve la kuvvete illâ billah) dediği zaman, Allahü teâlâ; “Kulum doğru söylüyor. Güç ve kuvvet benimdir” buyurur. Bu kelimeleri ölüm â- nında söyliyen kimseyi Cehennem ateşi yakmaz.” “İnsanlara teşekkür etmiyen Allahü teâlâya şükretmiş olmaz.” 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-336, 345, 1001 2) Eshâb-ı Kirâm, sh-329 3) Mektûbat-ı İmâm-ı Rabbanî, cild-1, 203. mektûb 4) Tehzîb-üt-Tehzîb, cild-3, sh-479 5) Hilyet-ül-Evliyâ, cild-1, sh-369 6) El-A’lâm, cild-3, sh-87 7) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-3, sh-449 8) Buhârî-kitâb-ul-İcâre, cild-2, sh-11, 95, 251 9) Müslim-Fedail-üs-Sahâbe
|
|
|
|