03 Mart 2013

CABİR BİN ZEYD (r.a.):








CABİR BİN ZEYD (r.a.):


Tâbiînden hadîs âlimi ve fakîh. İsmi Câbir bin Zeyd El-Ezdî, El-Basrî’dir. Künyesi Ebû’ş-Şa’şâ ElCevzî’dir. Basra’da yaşamış olup aslen Umman’lıdır. Tâbiînin imâmlarındandır. İbni Abbâs, İbni Ömer,
İbni Amr, İbni Zübeyr, Hakem bin Amr, Hz. Muâyiye, İkrime (r.anhüm) ve Eshâb-ı kirâmdan birçoklarından hadîs öğrenmişdir. Katâde, Amr bin Dinar, Ya’lâ bin Müslim, Eyyûb-i Sahtiyanî, Amr bin Herem ve
daha birçok âlim de Câbir bin Zeyd’den hadîs öğrenmiş ve rivâyet etmişlerdir. Rabbân: İbni Abbâs’a bir
mes’ele sordum. “Câbir bin Zeyd aranızda olduğu halde bana soru mu soruyorsunuz? (Yani bana sormanıza lüzum yok gidin O’na sorun)” buyurdu, diye haber vermişdir. İbni Muin ve Ebû Zûrâ, Câbir bin
Zeyd’in sika (güvenilir) bir râvi olduğunu söylemişlerdir.
İclî: “Câbir bin Zeyd tâbiîndendir ve sikadır. Buhârî târihinde Câbir bin Zeyd’den rivâyetle diyor ki:
(İbni Ömer ile görüştüm. Bana “Yâ Câbir muhakkak ki sen Basra’nın fıkıh âlimlerindensin” dedi). İbni
Hibbân “Câbir, sika râvilerden olup, fakîh idi. Enes bin Mâlik (r.a.) ile aynı Cuma’da defn edildi. O Allahü
teâlâ’nın Kitabını en iyi bilenlerden idi” demiştir. Haricîlerin bir kolu olan İbâdiyye mezhebinden idi, diyenler var ise de bu doğru değildir. Ancak bu sözlerin yayılması üzerine Haccâc onu Umman’a sürdü.
Fakat bir müddet sonra tekrar Basra’ya döndü. Dâvud bin Ebî Hind, Uzrâ’dan rivâyette dedi ki: Câbir bin
Zeyd’in yanına girdim; “İşte şunlar İbâdiyye arkasındandırlar ve seni kendilerinden sayıyorlar” dedim.
Câbir bana “Böyle bir şeyden Allahü teâlâya sığınırım” diye cevap verdi.
Vefâtına çok yakın, ölüm döşeğinde yatarken kendisine bir isteği, arzusu olup olmadığı soruldu-
ğunda; Hasan-ı Basrî hazretlerini görmek istediğini söylemiştir. Hasan-ı Basrî (r.a.) geldiği zaman; “Ey - 214 -
kardeşlerim işte bu saatte ben sizden ayrılıyorum. Ya Cennete veya Cehenneme gideceğim” dedi ve
O’ndan ma’nevî yardım istedi.
İbni Ömer (r.a.) bir gün tavaf sırasında Câbir bin Zeyd’e rastladı ve ona şöyle dedi: “Sen Basra’nın
fukâhâsındansın. Elbette senden fetva isterler. Delilin Kur’ân-ı kerîm ve Sünnet-i Resûl olmadıkça fetva
vermeyesin. Eğer böyle yapmazsan hem kendin helâk olur hem de başkalarını helâk edersin.” Câbir bin
Zeyd daha önceden olduğu gibi bundan sonra da şer’î delillere (Kur’ân-ı kerîm ve Sünnet-i Resûlullah’a)
çok daha sıkı yapışmağa başladı. Çok cömert olup kendisine hediye edilen şeylerin hepsini dağıtırdı.
Câbir bin Zeyd üç şeyde pazarlık etmezdi. Birincisi, Mekke-i Mükerreme’de kira ücretinde, ikincisi
âzâd etmek için satın aldığı kölede ve üçüncüsü kurban edeceği hayvanda. Câbir bin Zeyd hazretleri
Cuma namazı için mescide gelince ellerini açar ve “Yâ Rabbî beni bugün sana (kavuşmağı) isteyenlerin
en çok isteyeni, sana yaklaşanların en yaklaşanı, sana duâ eden ve seni isteyenlerin en başarılısı (duâ-
sı en çok kabul olanı) eyle” diye duâ ederdi.
Haccâc bin Ebî Uyeyne anlatıyor: Câbir bin Zeyd bir gün bizim namazgahımıza geldi ve ayağında
deriden eskimiş iki ayakkabı vardı. Buyurdu ki: “Ömrümün altmış yılı bunlarla geçti, ömrümün geçtiği bu
iki ayakkabıyı hayır (iyilik) ve Allahü teâlâya kulluk ile geçirdiğim zamanlar dışında kalan şeylerden çok
daha severim.” Mâlik bin Dinar buyuruyor ki: Birgün ben İslâm ilimlerinden bir şey yazarken Câbir yanı-
ma çıkageldi. Ona “Bu san’atımı nasıl buluyorsun Ey Eb-üş-Şa’şâ” dedim. “Evet, sanat senin sanatındır.
Allahü teâlâ’nın kitabındaki hükümleri insanlara bildirmekle ne iyi yapıyorsun. Bir yapraktan diğer yapra-
ğa, bir kelimeden diğer kelimeye ve bir âyetten diğer bir âyete. Senin bu yaptığında hiç uygunsuz bir şey
yoktur.” dedi. İbni Sîrîn “Cafer bin Zeyd dünyâyı ve parayı sevmekten kurtulmuştu, (yani dünyâya ve
paraya hiç kıymet vermezdi)” buyurmuştur. Buyurdu ki: “Farz olan haccı yaptıktan sonra bir fakîre veya
yetime az bir şey sadaka vermeyi nafile hac (umre) yapmaktan daha çok severim.”
Hammad bin Zeyd Amr bin Dinar, Câbir bin Zeyd’den, o da İbni Abbas’tan Resûlullah’ın (s.a.v.)
“Kim bana salevât okumayı terk ederse Cennet yolunu bulamaz.”
“Neseb yolu ile evlenilmesi harâm olanlar süt kardeşliği yoluyla da harâmdır” buyurduğunu
rivâyet etmişlerdir.
 1) El-A’lâm cild-2, sh-104
 2) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-72
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh-38
 4) Hilyet-ül-evliyâ cild-3, sh-85
 5) Tehzîb-ül-esmâ ve’l-lugâ cild-1, sh-141
CA’FER-İ TAYYAR (r.a.):
Hz. Peygamberimizin: “Cafer’i Cennette uçları kana boyanmış iki kanatlı bir halde gördüm”
hadîsiyle müjdelenen kahraman. Ebû Tâlibin oğludur. Nesebi, Ca’fer bin Ebî Tâlib bin Abdülmuttalib bin
Hâşim bin Abd-i menaf bin Kusay’dır. Künyesi Ebû Abdullah, Lâkabı Tayyar ve Zülcenâheyn’dir. Hz.
Ali’den on yaş büyük, Hz. Akîl’den on yaş küçük idi. Habeş’e hicret edip, Hayber günü geri dönmüştür.
Hicretin 8 (m. 629) yılında, üçbin askerle, Şam civarında (Mû’te) denilen yerde Rumlarla harb ederken
41 yaşında şehîd oldu. O gün yetmişden fazla yara almıştı. Resûlullah’a (s.a.v.) çok benziyen yedi kişiden biri bu idi.
Peygamber efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir kuraklık
ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek
bir servete sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini
olan Hz. Abbâs’a bir gün: “Ey Amcam biliyorsun ki, kardeşin Ebû Tâlib’in çok çocuğu vardır. İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Tâlib’e gidelim, onun aile yükünü
biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen
yanına alırsın. Evlatlarından iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir” diye buyurdu. Hz. Abbâs:
“Olur” deyince, kalktılar, Ebû Tâlib’in yanına vardılar. Ona; “Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık
kalkıncaya kadar, senin çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.”
buyurdular. Ebû Tâlib, “Oğullarımdan Akîl’i ve Tâlib’i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz” dedi. Böylece
Peygamber efendimiz Hz. Ali’yi, Hz. Abbâs da Hz. Cafer’i yanına aldı.
Birgün Ebû Tâlib, oğlu Cafer ile şehrin dışında yürürken Hz. Peygamberimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib oğlu Cafer’e, “Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla” dedi.
Cafer gidip, Hz. Ali’nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber efendimiz, Ona duâ etti. - 215 -
“Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın” buyurdu. Allahü teâlâ bu duâyı kabul
etti. Hz. Cafer, Mü’te gazâsında, şehîd olmakla şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs cennetinde uçmaktadır. Bu sebeple kendisine Ca’fer-i Tayyar denir.
Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâm’a karşı reva gördükleri zulüm ve işkenceden sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım eshâbın Habeşistan’a hicret etmelerine müsaade etti. Kafile, Hz. Cafer’in baş-
kanlığında hareket etti. Habeşistan’da karşılaştıkları hâdiseleri Hz. Peygamberimizin muhterem zevceleri, Hz. Ümmü Seleme şöyle anlattı: “Habeşistan’a vardığımız zaman, orada; çok iyi bir komşuya tesadüf
ettik. Bu komşu Melik Necâşî idi. Kendisi bize arzu ettiğimiz işi verdi. Dinimizin emirlerini istediğimiz gibi
yapabiliyorduk. Allahü teâlâ’ya serbestçe ibâdet edebiliyor, hiç eziyete uğramıyorduk. Hiçbir kötü söz
duymuyorduk. Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan Melikine iki elçi
göndermeye karar verdi. Necâşî’ye son derece kıymetli hediyeler hazırladılar. Mekke’nin en nâdir yetiş-
tirdiği şeylerden olan (Edm) toplandı. Necâşî’nin din adamlarına, devlet erkanına hediyeler ayrıldı. Bu
işe Abdullah bin Rebîa ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye Necâşî’nin huzurunda neler söyleyecekleri öğretildi. Onlara “Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî’nin hediyesini takdim ediniz. Bu işi yaptıkdan sonra oradaki
müslümanların size teslimini isteyiniz.
Necâşî’nin müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız” denildi. Elçiler Habeşistan’a geldiler, devlet erkânına hediyelerden sonra, her birine: “Bizim içimizde bir takım insanlar türedi. Bunlar, bizim dinimizden çıkdıkları gibi sizin de dininize girmediler. Bunlar, bizim de sizin de bilmediğimiz yeni bir
din uydurdular. Biz bu gelenleri, kendi yurtlarına götürmek istiyoruz. Hükümdarınızla, onlar hakkında
görüştüğünüz zaman, gelenlerle görüşülmeden bize teslim edilmelerini temin için çalışınız. Bu kimselerle en çok meşgul olabilecek olanlar, onların, öz ana-babaları ile komşularıdır. Onlar, bunları gayet iyi
bilirler” dediler. Patrikler bunu kabul ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî’nin hediyelerini takdim
ettiler. Melik Necâşî hediyeleri kabul etmiş, onları davet ederek görüşmüştü. Elçiler, Necâşî’ye şöyle
söylediler: “Ey Melik! İçimizden bir takım kimseler sizin memleketinize iltica etmişlerdir. Bu gelenler,
kendi milletlerinin dinini terk ettikleri gibi sizin dininize de girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne de siz, bu dîni tanımazsınız. Bizi, bunların mensûb oldukları milletin eş-
râfı size gönderdiler. Bu eşraf sizin memleketinize iltica eden adamların babaları ve kendi öz akrabaları-
dır, istekleri, gelenlerin tekrar iade edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hallerini daha yakından tanır. Onların kendi öz dinlerinde hoş görmediklerini daha iyi bilirler” dediler. Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah bin Rebîa’nın en çok arzu ettikleri şey, Necâşî’nin bu sözleri dinliyerek, arzularına uygun hareket
etmesiydi. Elçiler, bu sözleri söyledikten sonra Necâşî’nin patrikleri söz almış, şöyle demişlerdi: “Bunlar
çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine
ve milletlerine götürsünler. Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı, “Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim
etmem. Bana iltica eden, memleketime gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih
etmiş ve benim civarıma gelmişlerdir. Onun için, gelen muhacirleri sarayıma davet eder, onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini dinlerim. Eğer muhacirler, bu adamların dedikleri gibi
iseler, onları teslim eder ve kendi milletlerine iade ederim, öyle değilseler onları korur, ülkemde kaldıkça
onlara iyilik ederim” dedi. Daha önceleri Necâşî Semavî kitapları incelemişti. Muhammed Aleyhisselâmın
gelme zamanının yakın olduğunu Kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını ve Mekke’den çıkaracaklarını biliyordu.
Necâşî, Mekkeli elçilere: “İnandıkları kimse kimdir” diye sordu. Onlar da: “Muhammed’dir” dediler.
Necâşî, bu ismi işitince, O’nun peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi. Gelenlere tekrar sordu. “Onun dîni ve mezhebi nedir ve neye davet eder?” Amr, “Onun mezhebi yoktur” dedi. Necâşî: “Mezhebini
ve dinini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır. Ben onları nasıl teslim ederim. Meclis kuralım. Onları da getirelim. Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dinini bileyim” dedi. Müslümanları saraya davet ettiler. Müslümanlar önce kendi aralarında istişare ettiler (görüştü-
ler) ve Habeş hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim diye
konuştular. Hz. Cafer: “Vallahi! Bizim bu husustaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan
ibarettir, deriz. Netice neye varırsa razıyız” buyurdu. Hepsi kabul ettiler ve sadece Hz. Cafer’in konuş-
ması için ittifak edip, Necâşî’nin huzuruna geldiler. Melik Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir divan
kuruldu. Sonra muhacirleri getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler. Onlar
“Neden secde etmediniz” diye sorunca, “Biz Allahü teâlâ’dan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz, bizi, Allah’tan başkasına secde etmekten men’ edip “Secde, yalnız Allahü teâlâ’ya mahsustur”
buyurdu,” dediler.
Necâşî, Muhacirlere “Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk bana söyleyiniz. Ülkeme ne için geldiniz? Haliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin
hali nedir? Siz ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdiği gibi selâm vermiyorsu-- 216 -
vermiyorsunuz?” dedi. Cafer (r.a.) “Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler
isem beni tasdîk edin, yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki: Şu adamlardan yalnız biri
konuşsun, diğerleri sussun!” dedi. Amr bin Âs “Ben konuşayım” dedi. Necâşî “Ey Cafer, önce sen konuş” dedi. Cafer (r.a.) “Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iade edilecek köleler miyiz?” dedi. Necâşî “Ey Amr! Onlar köle midirler?” diye sordu. Amr “Hayır! Onlar köle de-
ğil, hürdürler!” dedi. Hz. Cafer “Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere
iade edileceğiz” dedi. Necâşî Amr’a sordu. “Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler!” Amr “Hayır,
bir damla bile kan dökmediler” dedi. Hz. Cafer, Necâsî’ye “Başkasının mallarından haksız yere aldığı-
mız, üzerimizde ödemekle mükellef olduğumuz mallar mı vardır?” dedi. Necâşî: “Ey Amr! Eğer,
şuncağızların ödeyecekleri pekçok altın bile olsa, borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin.” dedi.
Amr “Hayır, bir kırat (bir para birimi) bile yok!” dedi. Necâşî: “O halde siz bunlardan ne istiyorsunuz?”
diye sorunca, Amr “Onlar ile biz bir dinde ve bir işte idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed’e ve dînine
uydular” dedi. Necâşî, Hz. Cafer’e “Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza göre, sizin edindiğiniz
bu din hakkında bilgi veriniz?” diye sordu.
Hz. Cafer “Ey hükümdar! Biz cahil bir millet idik. Putlara tapardık, ölmüş hayvan leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli
olanlarımız zaif olanlarımızı ezerdi. Allahü teâlâ bize, kendimizden, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini, soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir peygamber gönderinceye kadar, biz bu vaziyette idik. O
peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine inanmaya, O’na ibâdete, bizim ve atalarımızın
tapınageldiği taşları ve putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi,
akrabalık haklarını gözetmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı
bize emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi yasakladı. Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi,
namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabul ettik ve Ona îmân ettik. Onun Allah’dan getirip bütün söylediklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet ettik, O’nun bize harâm kıldığını
harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabul ettik. Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulüm ettiler.
Bizi, dinimizden döndürüp, Allah’a ibâdetten vaz geçirip putlara taptırmak için türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar. Bizi perişan ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak için zulm ettiler. Bizi sıkıştırdıkça
sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin arasına girdiler ve bizi dinimizden ayırmak istediler. Biz de yurdumuzu
yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni, başkalarına tercih ettik. Senin himayene, komşuluğuna
can attık. Senin yanında zulme haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız? dedi. Hz. Cafer konuşmasına
devam etti.
“Selâm verme işine gelince biz seni Resûlullah’ın selâmı ile selâmladık. Birbirimize de öyle selâm
veririz. Cennettekilerin selâmlarının da bu şekilde olduğunu Peygamber efendimiz bize haber verdi. Bunun için biz de seni öyle selâmladık. Hz. Peygamberimiz insanlara secde edilmiyeceğini buyurduğu için
Allah’tan başkasına secde etmekten Allah’a sığınırız”, dedi. Necâşî: “Sen, Allah’ın bildirdiklerinden biraz
biliyor musun?” diye sordu. Hz. Cafer “evet” deyince, Necâşî “Onu bana oku” dedi. Hz. Cafer de Meryem
sûresinin ilk âyetlerini okumağa başladı. (Ankebût ve Rum sûrelerinden okuduğu da bildirilmiştir) Necâşî
ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Rahibler de çok ağladılar. Necâşî ve Rahibler. “Ey
Cafer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku” dediler. Hz. Cafer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî,
kendisini tutamıyarak “Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur. Hz. Mûsâ ve Îsâ (a.s.) da onunla
gelmiştir” dedi. Kureyş elçilerine dönerek “Gidiniz, Vallahi, ben ne onları size teslim eder, ne de onlara
bir kötülük düşünürüm” dedi.
Abdullah bin Ebî Rebîa ile Amr bin Âs, Necâşî’nin huzurundan çıktılar.
Amr, Abdullah’a “yemin ederim ki, onların bir kabahatini Necâşî’nin yanında ortaya koyup, köklerini
kazıtayım da gör” dedi. Arkadaşı, Amr’a “Onlar bize muhalefet ediyorlarsa da iyi kötü akrabalığımız var,
bunu yapma” dedi. Amr “Onların, Meryem oğlu Îsâ’yı (a.s.) bir kul olarak bildiklerini Necâsî’ye ihbar edeceğim” dedi. Ertesi günü, Necâşî’nin yanına varıp “Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ’ya (a.s.) ağır
sözler söylüyorlar. Onlara adam gönderip Îsâ (a.s.) için ne söylediklerini bir sor.” dedi. Necâşî, Hz. Îsâ
hakkındaki telakkilerini sormak üzere Muhâcir müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar bir
araya toplandılar. Birbirlerine, “Meryem oğlu Îsâ (a.s.) hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz” Hz. Cafer: “Vallahi Hz. Îsâ hakkında Allah’ın dediğini Peygamber efendimizin bize getirdiğini söyleriz” dedi.
Necâşî’nin huzuruna çıkınca, Necâşî “Siz Meryem oğlu Îsâ (a.s.) hakkında ne biliyorsunuz?” diye
sordu. Cafer (r.a.) “Biz Hz. Îsâ (a.s.) hakkında Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâ’dan getirip tebliğ
eylediğini söyleriz. O’nun Allah’ın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyâdan ve erkeklerden vaz geçerek Allah’a bağlanmış bir kız olan Hz. Meryem’e ilkâ eylediği kelimesi’dir. Meryem oğlu Îsâ’nın hâli, şânı bundan ibarettir. Hz. Adem’i topraktan yarattığı gibi Îsâ’yı (a.s.) da babasız yaratmıştır, deriz” deyince
Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve “Yemin ederim ki Meryem oğlu Îsâ da sizin söy-- 217 -
lediğinizden fazla bir şey değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur.” dedi. Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükümet erkânı ve kumandanları aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar.
Necâşî, bunu görünce, onlara, “Yemin ederim ki, siz ne derseniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler
düşünüyorum.” dedi. Sonra müslüman muhacirlere dönerek “Sizi ve yanından geldiğiniz zât’ı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki “O Allah’ın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil’de görmüştük. O Resûlü, Meryem
oğlu Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını
yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş kısmında, her türlü tecavüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de, sizlerden
birini üzüntüye sokmam dedi. Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için: “Benim
bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gasp ettiği bu mülkümü, Allah bana geri verirken ve halkı bana
boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı!” diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi. Kureyş elçileri de,
Necâşî’nin huzurundan suçlu suçlu ayrıldılar.
Elçiler gittikten sonra bir gün, Necâşî eski elbiselerini giyip sarayından çıkdı. Başında taç ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Cafer’i ve
diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik’i bu vaziyette görüp sustular. Necâşî, Cafer’e (r.a.)
“Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş.
Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bin Rebîa, Ebû Cehil, Ümeyye bin
Halef cümlesi helâk olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar dedi. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten
sonra:
“Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?” dedi. Necâşî, “İncilde gördüm ki, Hak teâlâ
kullarına bir nimet verdiği vakit bu nimeti başkasına haber veren kimsenin tevazu yapması gerekir. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsan eylemiş, bunu size haber vermek için böyle yaptım” dedi.
Hz. Ümmü Seleme sözlerine şöyle devam etti: “Biz böyle sıkıntısız bir halde yaşarken bir kişi çıkarak, hükümdara rakip olmuş, Habeş Sultanlığını, Necâşî’nin elinden almak istemişti. Buna son derece
üzülmüştük. Bilmediğimiz, tanımadığımız birisi başa geçer de bize hürriyet tanımaz diye endişe ediyorduk Necâşî, Nil nehrini geçerek bu rakibi ile karşılaştı. (Müslümanlar, içlerinden birinin Nil’i geçip, durumu araştırmasını istediler. Müslümanların en genci olan Hz. Zübeyr bir su tulumunu şişirip, göğsüne
dayamış ve yüzerek nehri geçmişti. Müslümanlar, Necâşî’nin galip olması için duâ ediyorlar, O’nun bü-
tün Habeşistan’a hâkim olmasını istiyorlardı. Kısa zamanda Hz. Zübeyr müjde haberini getirdi. Necâşî
muvaffak olmuş, müslümanlar da onun himayesinde olarak rahat yaşamışlardı.”
Peygamber efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Cafer ve beraberindeki müslümanlar, Habe-
şistan’dan Medine’ye geldiler. Dönüşleri hicretin yedinci yılında (m. 628), Hudeybiye’den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber’de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Cafer bin Ebî
Talib ile karşılaşınca, Hz. Cafer’in alnından öpüp bağrına bastı ve “Ben Hayber’in fethine mi, yoksa
Cafer’in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine hem de yurduma hicret ettiniz” buyurdu.
Hz. Peygamberimiz, mescidinde, öğle namazından sonra Eshâb-ı kirâm ile birlikte oturdular. Müslümanlar Allah yolunda cihada çıkacaklardı. Peygamber efendimiz: “Zeyd bin Hârise’yi, cihada çıkacak olan şu insanların başına kumandan tayin ettim. O şehîd olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib
geçsin. O da şehîd olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, müslümanlar,
aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar.” buyurdu. Peygamber efendimiz
(s.a.v.) tarafından uğurlânıp yola çıkan mücâhidler yollarına devam ettiler. Şam topraklarından (Maan)
denilen yere varınca biraz dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken (Meşarif) diye anılan köyde düşman askerlerinin yaklaşmakta olduğunu görünce, hemen Mûte’ye çekilip, savaş düzenine girdiler.
Hz. Ebû Hureyre buyuruyor ki: “Biz, Mûte’de müşrik askerlerinin sayı bakımından, silâh ve at bakımından bizimle karşılaştırılamayacak kadar, çok olduklarını gördük. Bunlara karşı kimse dayanamaz
gibi görünüyordu. Ayrıca müşrik askerleri, (altın, ipek ve atlas gibi) maddî bakımdan bizden çok imkânlara sahipti.” Bildirildiğine göre, Rum ordusu 100 bin, buna karşı İslâm ordusu sadece üçbin kimse idi.
İki taraf arasında çok şiddetli bir muharebe başladı. Müslümanların başında bulunan Hz. Zeyd bin
Hârise’nin elinde Peygamber efendimizin sancağı bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleri ile,
mübârek vücudu parçalanıp, kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı
ve şehîd oldu. Bundan sonra Hz. Cafer hemen sancağı kaptı. Bu sırada, mel’ûn şeytan geldi. Hz. Cafer’i, Allah yolunda cihaddan alıkoyabilmek için çeşitli vesveseler vermek istedi ise de Cafer (r.a.) hiç
itibar etmedi. Hemen zırhını giydi. Elinde sancak olarak atını düşmana doğru sürdü. Düşman askerleri
Hz. Cafer’in heybetinden korkup, “Bunun hakkından kim gelecek” diye aralarında konuşmaya başladılar,
içlerinden birisi “Ben” dedi. Hz. Cafer, düşman askerlerinin arasına iyice, dalmıştı. Şehîd olacağını anladı, bir eli kesilince sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak için pazı-- 218 -
larıyla göğsüne kaldırdı. Nihayet mızrak ve kılıç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek vü-
cudunda yetmişten fazla mızrak, kılıç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de vücudunun ön kısmında idi.
Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil (a.s.), Peygamber efendimize bildirmiş, Hz. Peygamberimiz de müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi. Eshâb-ı kirâm “Yâ Resûlallah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor” dediklerinde, üzüntülerinin sebebinin Eshâbının şehîd düşmeleri olduğunu bildirmişler, bu üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette, karşılıklı tahtlar üzerinde oturduklarının kendisine gösterilmesine kadar devam ettiğini beyân etmiş-
lerdi. Cafer Tayyar’ın (r.a.) hanımı Hz. Esma binti Umeys anlatıyor: “O gün ekmek yapacağım hamuru
yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım, temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah (s.a.v.) teşrif etti.
Çocukları istedi. Getirdim onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı. “Ey Allah’ın Resûlü!
Niçin ağlıyorsunuz. Yoksa Cafer (r.a.) ve arkadaşlarından size bir haber mi geldi” diye sordum. Peygamberimiz (s.a.v.) “Evet, onlar bu gün şehîd oldular” buyurdu. Bunu duyunca ağlamaya başladım.
Kadınlar başıma toplandı. Peygamberimiz (s.a.v.), “Ağzımdan uygun olmayan bir sözün çıkmaması-
nı” tenbîh edip, evlerine gittiler. Kerîmesi Hz. Fâtıma’nın yanına vardı. O da ağlıyordu. Peygamberimiz
(s.a.v.), Hz. Cafer’in (r.a.) ailesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu
sünnet oldu.”
Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil (a.s.) gelerek, Hz. Cafer’in kesilen iki eli
yerine Allahü teâlâ tarafından yakuttan iki kanat ihsan olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta oldu-
ğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Cafer’in ailesine “Ey! İki kanatlı mes’ûd kimsenin çocukları” diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Cafer, Tayyâr= uçan ismiyle tanınmıştır. Şehîd olduğu sırada kırkbir yaşında idi. Sima olarak ve güzel huyları ile Hz. Peygamberimize çok
benzerdi. Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Hureyre diyor ki: Cafer (r.a.), fakîrleri sever, onlarla otururdu. Onlarla konuşur ve onları dinlerdi. Peygamber efendimiz, O’nu (fakîrlerin babası) diye künyelendirmişti.”
 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-992
 2) Eshâb-ı Kirâm sh-206
 3) Müsned-i İbn-i Hanbel cild-1, sh-201
 4) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-1, sh-356, 362
 5) El-Kâmil fi’t-târih cild-2, sh-37, 38
 6) İnsân-ül-uyûn cild-1, sh-338, 341
 7) El-Îsâbe cild-1, sh-237
 8) El-İstiâb cild-1, sh-210
 9) Târîh-ul-hamîs cild-1, sh-237, 330
10) İbn-i Haldun Târîh cild-2, sh-178
11) Sahîh-i Buhârî cild-5, sh-85
CÜBEYR BİN NÜFEYR (r.a.):
Tâbiînin büyüklerinden. Hadîs âlimidir. Künyesi Ebû Abdurrahman Hadramî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 80 (m. 699) senesinde vefât etti. Bazı kaynaklar Emevi halifesi Abdülmelik bin Mervan’ın
halifeliği zamanında hayatta idi, şeklinde kaydetmiştir. Buna göre 80 târihinden daha sonra vefât ettiği
anlaşılmaktadır. Humus ve Şam’da yaşamıştır.
Cübeyr bin Nüfeyr, Peygamberimiz hayatta iken henüz müslüman olmamıştı. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği sırasında müslüman olmakla şereflendi. Eshâb-ı kirâmı görüp onlardan ilim öğrendi. Hz. Ebû Bekir’den Hz. Ömer’den, Ebû Zer Gıfari’den, Ebüdderdâ’dan, Muaz bin Cebel, Ubade bin Samit, Avf bin
Mâlik, Ka’b bin İyâd, Sevbân, Abdullah bin Amr bin Âs, Abdullah bin Ömer, Ukbe bin Âmir, Ebû Hureyre,
Enes bin Mâlik (r.anhüm) ve diğer Eshâb-ı kirâmdan hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiştir. Kendisinden
ise, oğlu Abdurrahman bin Cübeyr, Hâlid bin Ma’den, Ebû Osman, Selîm bin Âmir ve diğer hadîs âlimleri, hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Taberî tarafından fıkıh ilminde de âlim olduğu bildirilip, fukaha
tabâkatından zikredilmiştir. Hadîs ilminde sika (sağlam, güvenilir) bir âlim olduğu bildirilmiştir. Cübeyr bin
Nüfeyr’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler, Sahih-i Müslim’de ve meşhûr dört sünen kitabında kaydedilmiştir.
Babasından naklen anlatıyor: “Kıbrıs feth edildikten sonra Hz. Muâviye ganimetleri Antarsus (Humus
yakınlarında bir belde)’da topladı. Sonra İslâm askerlerine hitaben buyurdu ki: “Ganimetlerinizi üç kısma
ayıracağım; Bir kısmı size (İslâm askerlerine) bir kısmı gemicilere, bir kısmını da Mısırlılara vereceğim.
Çünkü gemiler (gemiciler) ve Mısırlılar olmadıkça sizin denizdeki düşmana karşı bir kuvvetiniz olmaz.”
Ebû Zer-i Gıfârî (r.a.) ayağa kalktı ve: “Ben Resûlullah’a (s.a.v.) Allah için olan bir meselede kötü söyleyecekler dahi olsalar, onlara aldırmadan hakkı söylemeğe söz verdim. Yâ Muâviye (r.a.) ganimetler tamamen bizim hakkımız olduğu halde sen gemicilere bir pay mı veriyorsun? Mısırlıları biz para ile kiraladık. Böyle olduğu halde sen onlara da mı pay vereceksin.” Bunun üzerine Hz. Muâviye, Ebû Zerr-i Gıfârî
(r.a.)’nin sözü üzerine ganimetleri taksim etti. Cübeyr bin Nüfeyr buyurdu: Hz. Ebû Bekir bir gün Medinei Münevverede, Hz. Peygamberin (s.a.v.) minberi yanında durdu. Hz. Peygamberi hatırladı, ağladı. Sonra “Hz. Peygamber (s.a.v.) hicretin birinci yılında burada durdu ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar! Allahü - 219 -
teâlâdan afiyet dileyiniz. Çünkü Allahü teâlâ yakinden sonra afiyetin benzeri olan bir ni’meti hiç
kimseye vermemiştir.” (Afiyet: Kalbin günah lekesine bulaşmadığı, günahlardan sâlim olduğu zamandır. Evliyâdan birisi “Yâ Rabbi! Afiyette olduğum bir gün ihsan eyle” diye yalvarıyordu. Dediler ki, “Siz
afiyette değil misiniz?” Buyurdu ki, “Afiyette olduğum gün; Allahü teâlâya hiç bir günâh işlemediğim gündür”)
Cübeyr bin Nüfeyr, Muaz bin Cebel’den (r.a.) rivâyetle Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir
kimseyi severseniz omunla, münakaşa etmeyiniz, birbirinize kızmayınız ve zulm etmeyiniz ve
ondan bir şey istemeyiniz. Belki Onun bir düşmanına rastlarsınız da o; sana onda olmayan bir
şey söyler ve seninle o dostunun arası açılabilir” yine Ubâde bin Sâmit (r.a.)’dan rivâyetle,
Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir müslüman, günâh ile duâ etmediği, sılâ-i rahmi (akrabayı
ziyâreti) terk etmediği müddetçe, Allahü teâlâ onun her duâsını kabul eder ve o kadar günâhdan
da muhafaza eder” Cübeyr bin Nüfeyr Ebî Zerr-i Gıfarî’den rivâyetle Resûlullah (s.a.v.) buyurdu:
“Allahü teâlâ buyurdu: Ey Âdemoğlu günün başında dört rekât (sabah namazı) ile bana rükû’ ediniz geri kalanına (diğer dört vakit namazı) ben sizlere kâfiyim (sizlere kolaylaştırırım. Kılmayı
nasîb ederim.)” Hadîs-i Kudsîsini rivâyet etti. Cübeyr bin Nüfeyr hazretlerine sordular. “Kibirler içerisinde en kötüsü hangisidir.” Buyurdu ki: “İbâdet edenlerin kibiridir.” Yine buyurdu ki: “Her an dilleriyle
Allahü teâlâyı zikredip, onu bir an unutmayanlardan her biri; güler bir halde Cennete gireceklerdir.” Cübeyr bin Nüfeyr: Ebüd-derdâ’nın (r.a.) “Allahü teâlâ bir kimseye sadece yemek ve içmekden
(yani dünyâlık şeylerden) ni’met verir de; başka ni’meti (âhıret nimeti) vermezse onun fıkh ilmi az olur ve
Allahü teâlânın azâbı o kimseyi yakalar.” dediğini bildirmektedir. Yine Eshâb-ı kirâmdan Muhammed İbni Ebî Umeyre’den rivâyetle buyurdu ki: “Eğer bir kul doğumundan, ihtiyar bir halde ölünceye kadar her
an secde ederek ibâdet etse (yani pek çok ibâdet etse) de kıyâmet günü, bu çok olan ecir ve sevabı
kendisine yetmez, sevablarını az görürdü.” Yine Cübeyr bin Nüfeyr buyurdu ki: İslâm askerleri Hz. Ö-
mer’e hitaben: Yâ Emir-el-mü’minîn, Allahü teâlâya yemin ederiz ki, biz senden daha doğru sözlü, mü-
nafıklara daha şiddetli ve daha doğru hükmeden bir kimse görmedik. Sen Resûlullahdan (s.a.v.) sonra
insanların en hayırlısısın” dediler. Hemen bunun üzerine Avf bin Mâlik (r.a.): “Yanılıyorsunuz. Biz
Resûlullah’dan (s.a.v.) sonra Ömer (r.a.)’dan daha hayırlı kimseyi gördük. Hz. Ömer (O kimdir yâ Avf’
diye sorunca “Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) diye cevab verdi. Hz. Ömer, “Avf doğru söylüyor. Allahü teâlâya
yemin ederim ki, Ebû Bekir misk kokusundan çok daha güzel kokardı. Ben onun derecesinde değilim”
buyurdu.
 1) El-Menhel-ül-azb-ül-mevrûd cild-2, sh-155
 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-2, sh-64
 3) Hilyet-ül-evliyâ cild-6, sh-133
 4) Şezerât-üz-zeheb cild-1, sh-88
 5) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh-52
 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-7, sh-440
DAHHAK BİN KAYS (Bkz. Ahmed bin Kays.)(r.a.):
DIHYE-İ KELBÎ (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve sima olarak en güzellerinden. İsmi; Dıhye bin Halife bin Ferve
bin Fedâle bin Zeyd bin İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dıhyet-ül-Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri
ve târihi bilinmemektedir. 50 (m. 670) senesinde vefât etti.
Dıhye-i Kelbî (r.a.) ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan
önce de Resûlullahı (s.a.v.) severdi. Ticâret için Medine’den ayrılıp her dönüşünde Resûlullahı (s.a.v.)
ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamberimiz (s.a.v.) bunlara kıymet vermez ve “Yâ Dıhye
eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et. Cehennem ateşinden kurtul” buyurur, O’nun îmân
etmesini isterdi. Dıhye ise zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz (s.a.v.) onun hidâyet bulması için
duâ ederdi.
Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil (a.s.) Dıhye’nin îmân edeceğini Resûlullaha (s.a.v.) haber
vermişti. İmânla şereflenmek için huzur-u se’âdetlerine girince Resûlullah (s.a.v.) üzerindeki hırkasını
Dıhye’nin oturması için yere serdi. Dıhye-i Kelbî, Resûlullaha (s.a.v.) hürmeten Hırka-i Seâdeti kaldırıp,
yüzüne gözüne sürdükten sonra başının üzerine koydu. Resûlullahın (s.a.v.) duâları bereketiyle kalbinde îmân nuru doğmuş ve öylece Resûlullaha (s.a.v.) gelmişti.
Cebrâil (a.s.) çok defa Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna O’nun suretinde gelirdi. Resûlullah (s.a.v.)
Benî Ümeyye’den üç kimseyi üç kimseye benzetti ve buyurdu: “Dıhyet-ül-Kelbî, Cebrâil’e (a.s.); Urve bin
Mes’ûd-es-Sekâfî Îsâ’ya (a.s.) Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.” Yine bir gün Cebrâil (a.s.) Hz. Dıhye suretinde Resûlullaha (s.a.v.) geldi. Bu sırada Resûlullah (s.a.v.) Mescid-i Nebî’de bulunuyordu. Daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Dıhye’yi (r.a.) görünce hemen ona - 220 -
doğru koştular. Cebrâil’i (a.s.) Dıhye zannedip yanına vardılar ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki; “Ey kardeşim Cebrâil? Sen benim bu
torunlarımı edebsiz zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi.
Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.” Cebrâil (a.s.) bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini bir uzattı Cennetten bir salkım üzüm
kopardı Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar kopardı Hz. Hüseyin’e verdi. Hasan ve Hüseyin (r.a.)
hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri Cebrâil’in (a.s.) yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz toprak içerisinde beli
bükülmüş ihtiyar bir kimse geldi. “Yavrularım günlerdir” açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin” dedi.
Hz. Hasan ile Hüseyin, biri üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyara vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil
(a.s.) gördü: “Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona harâmdır” buyurarak şeytanı kovdu.
Hicretin beşinci senesi Resûlullah (s.a.v.), Benî Kureyza’ya kavuşmadan önce Medine’nin yakı-
nında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâate rastladı ve şöyle dedi: “Size kimse
rastlamadı mı?” dediler ki: “Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eğerli beyaz bir katır
üzerine binmişti O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bu Cibrîl’dir. Benî Kureyza’ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku atsın diye...”
Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah (s.a.v.) onu Bizans’a Sefir olarak gönderdi. Bu hicretin
yedinci yılı (m. 629) Muharrem ayında oldu. (Hicretin altıncı yılı Zilhicce ayında olduğu da rivâyet edilmiştir). Resûlullah (s.a.v.) Bizans Kayseri Herakliüs’u İslâm’a davet için bir mektûb yazdırdı. Bu mektubu
yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan bazıları, “Yâ Resûlallah! Rum taifesi mührü olmayan bir mektubu
okumazlar” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) emretti. Gümüşten bir mühür kazdırıldı. Mührün
üzerinde üç satır yazı yazılı idi. Birinci satır Muhammed, ikincisi Resûl, üçüncü satır da Allah idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye’ye (r.a.) verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması için Busrâ emirine
vermesini emretti. Dıhye (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu Kaysere sunması için Busrâ’daki
Gassan emiri Hâris’e başvurdu. Hâris, Dıhye’yi (r.a.) Heraklius’a götürmesi için Adiy bin Hâtem’i vazifelendirdi. Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi (r.a.) alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te bulunuyordu. Heraklius, eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa Humus’dan Kudüs’e kadar yaya yürüyeceğini
adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince adağını yerine getirmek için; Humus’dan yaya olarak yola
çıkmış, yoluna halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını yerine getirmişti.
Dıhye (r.a.), Heraklius’dan sonra Kudüs’e vardı ve Herakliüs ile görüşmek için temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine “Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve
yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden kaldırmayacaksın.” dediler. Bu sözler, Dıhye’ye (r.a.) ağır geldi ve onlara şunları söyledi: “Biz
müslümanlar! Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi
insanın yaratılışına terstir.” buyurdu. Bunun üzerine Kayser’in adamları, “O halde Kayser, getirdiğin,
mektubu hiçbir zaman kabul etmez ve seni huzurundan kovar” dediler. Dıhye (r.a.), “Bizim Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.) başkasının kendisine değil secde etmesine; önünde hafif eğilmesine bile
müsâde etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen, köle bile olsa; ona ilgi gösterir. Huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür, şereflidir” buyurdu. Bu
sözleri dinleyenlerden biri “Madem ki, Kayser’e secde etmeyeceksin, o halde üzerine aldığın vazifeyi
yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in sarayının önünde dinlendiği bir yer var.
Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi
bir şikâyet veya yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git hemen mektubu o
minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin” dedi.
Bunun üzerine Dıhye (r.a.) mektubu söylenilen yere bıraktı. Heraklius mektubu aldı; Arapça bilen bir de
tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullahın (s.a.v.) mektubunu okumaya başladı.
“Bismillâhirrahmânirrahîm (Rahman ve Rahim olan, Allahü teâlânın ismi ile başlarım). Allah’ın
Resûlü Muhammed’den, Rumların büyüğü Herakl’e” diye başlandığını görünce Herakliüs’ün karde-
şinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk vurdu ve adamı yere oturttu. Bu
sırada Resûlullahın (s.a.v.) mektubu da tercümanın elinden düştü. Heraklius ona ne yaptığını sorduğu
zaman, “Mektubu görmüyor musun. Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış, hem de
senin hükümdar olduğunu söylemeyip (Rumların büyüğü Herakl’e) demiş. Niçin (Rumların hükümdarı)
diye yazmamış ve senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz.” dedi. Bunun üzerine
Herakliüs “Vallahi sen yâ çok akılsızsın veya koca bir delisin. Ben senin böyle olduğunu bilmiyordum.
Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan yırtıp atmak mı istiyorsun? Hayatıma yemin ederim
ki: Eğer O söylediği gibi Resûlullah ise, mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni
Rumların büyüğü diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim. Hükümdarları değilim.” dedi ve - 221 -
Yennak’ı dışarı çıkarttı. Hıristiyan âlimi ve Hıristiyanların reisi ve kendisinin, müşaviri olan Üsküf’ü çağırttı ve mektub okundu. Mektubun devamı şöyleydi: “Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra; Ben seni İslâm’a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ
sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebali senin üzerinedir. Ey ehl-i
kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve
O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler.
Eğer bu sözden yüz çevirirlerse: (Şahid olunuz. Biz müslümanız), deyiniz.” Resûlullahın (s.a.v.)
mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektub bitince “Hz. Süleymân’dan
sonra ben böyle (Bismillâhirrahmânirrahîm) diye başlıyan bir mektub görmemiştim” dedi. Heraklius, Üsküf’e bu meseledeki fikrini sorunca “Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ (a.s.)’ın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zâten biz O’nun gelmesini bekliyorduk” dedi. Heraklius, “Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?” diye sordu. Üsküf, “O’na tâbi’ olmanı uygun görürüm.” dedi. Heraklius
“Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O’na tabi’ olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider hem de beni öldürürler.” dedi. Bunun üzerine Dıhye’yi (r.a.) ve Adiy bin
Hâtem’i çağırttı. Adiy: “Ey hükümdar, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât, memleketinde vuku’ bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor” dedi. Heraklius tercümana “Memleketlerindeki
hâdise ne imiş sor bakalım” dedi. Dıhye (r.a.) “Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân
etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku’
bulmuştur.” dedi. Bundan sonra Heraklius, Hz. Peygamber (s.a.v.)hakkında araştırmaya başladı. Şam
valisine emir verip Hz. Peygamberin (s.a.v.) soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada
kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma’daki bir âlime de mektûb yazıp bu meseleyi sordu. Roma’daki dostundan bahsettiği zâtın âhir zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektub geldi. Bu arada
Şam Valisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı.
Ebû Süfyân diyor ki: “Biz Gazze’de bulunduğumuz sırada Heraklius’un Şam Valisi üzerimize saldırır gibi
geldi ve “Siz şu Hicaz’daki zâtın kavminden misiniz?” diye sordu. “Evet” dedik. “Haydi bizimle beraber
İmparatorun yanına gideceksiniz,” dedi. Ebû Süfyân’la yanındakileri Şam’a götürdü. Şam Valisi Ebû
Süfyân’ı ve yanındakileri Heraklius’un yanına çıkardı. Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş ve başına tacını giymişti. Heraklius Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar Mekke’liyi burada kabul etti.
Tercüman çağırdı ve “İçinizde peygamber olduğunu söyleyen zâta, soyca en yakın olanınız hanginiz?” diye sordu. Ebû Süfyân “Ona soyca en yakın olan benim” dedi. Heraklius “Akrabalık dereceniz
nedir?” diye sordu. Ebû Süfyân “O benim amcamın oğludur.” dedi. Heraklius Ebû Süfyân’ın kendisine
yakın getirilmesini istedi ve diğerlerinin de Ebû Süfyân’ın arkasında durmasını söyledi. Ebû Süfyân ilk
önceleri yalan söyledi ise de hükümdarın tehdidi ile korktu ve sonradan yalan söyleyemedi Herakliüs;
“Peygamber olduğunu söyleyen zâtın, aranızdaki soyu nasıldır?” diye sordu. Ebû Süfyân “O zamanın en
iyi soylusudur. Soy bakımından en seçkinimizdir” dedi. Kayser tekrar “İçinizde ondan önce peygamberlik
iddiasında bulunan kimse oldu mu?” Ebû Süfyân; “Yoktu” dedi. Kayser, “O’nun ataları içinde hiç bir hü-
kümdar gelmiş midir?” Ebû, Süfyân; “Hayır” dedi. Kayser “O’na halkının eşrâfı mı, yoksa fakîr ve zaifleri
mi tabi’ oluyorlar?” Ebû Süfyân; “Hayır, O’na tabi olanlar fakîrler ve zâiflerdir. Gençler ve kadınlardır.
Kavminin yaşlılarından ve eşrafından tabi olan pek yoktur” dedi. Kayser “O’na tabi olanlar artıyor mu
yoksa azalıyor mu?” Ebû Süfyân; “Evet artıyorlar.” Kayser, “O’nun dinine girdikten sonra beğenmiyerek
veya kızarak dininden dönen, kimse var mı?” Ebû Süfyân; “Yoktur” Kayser, “Peygamber olduğunu söylemeden, O’nu hiç yalanla suçladığınız oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır” dedi. Kayser, “O peygamberin hiç
ahdini bozduğu sözünde durmadığı oldu mu?” Ebû Süfyân; “Hayır olmadı. Ancak biz şimdi onunla bir
müddet için çarpışmayı bırakarak anlaşma yapmış bulunuyoruz. Bu müddet içinde kendisinin ne yapacağını bilemiyoruz” dedi. Kayser, “Sizin O’nunla, O’nun sizinle yaptığınız harbler nasıl neticelendi?” Ebû
Süfyân; “Yenme aramızda sıra ile oldu. Bir kerre O bizi bir kerre de biz O’nu yendik.” dedi. Kayser, “O
size neyi emrediyor?” diye sorunca Ebû Süfyân; “Yalnız bir Allah’a ibâdet etmeyi, O’na hiç bir şeyi ortak
koşmamayı emr ediyor, atalarımızın taptığı şeylere (putlara) tapmaktan bizi men ediyor. Namaz kılmayı,
doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi harâmlardan sakınmayı, ahde vefâyı, emanete hıyânet etmemeyi,
akrabayı ziyâret etmeyi emr ediyor.” dedi. Kilisede bu konuşmalar olmuş Resûlullahın (s.a.v.) mübârek
mektubu okunmuştu. Rumlar arasında gürültüler çoğaldı. Kayser Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin
dışarı çıkarılmasını emretti. Daha müslüman olmayan Ebû Süfyân burada yeminle Peygamberimizin
davasının başarıyla sonuçlanacağına inandığını söylemiştir.
Dıhye (r.a.) o mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip tatlı sesi ile: “Ey Kayser! Beni
sana Humus’dan bir kimse (Haris) gönderdi ki: O, senden hayırlıdır. Allahü teâlâya yemin ederim ki;
beni, ona gönderen zât (Resûlullah) ise, hem ondan hem senden daha hayırlıdır. Sen benim sözlerimi
alçak gönüllülükle dinleyip verilen nasîhatleri kabul et. Çünkü sen alçak gönüllülük edersen nasîhatları
anlarsın. Nasîhatları kabul etmezsen insaflı olamazsın.” Dedi. Herakliüs, “Devam et” dedi. Dıhye (r.a.)
öyle ise ben, seni Mesih’in kendisine namaz kılmış olduğu Allah’a davet ediyorum. Ben seni Mesih’in - 222 -
daha annesinin karnında iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah’a davet ediyorum.
(Dıhye (r.a.) bu sözüyle Hıristiyanlara göre üç Allah’dan hâşâ ikincisi diye söyledikleri ve inandıkları Hz.
Îsâ’nın (a.s.) bir ilâh olmadığını ve O dünyâya gelmeden âlemleri yaratan, bir olan Allahü teâlâya imâna
davet ediyordu.) Ben, seni önceden Musa’nın (a.s.), Ondan sonra Îsâ’nın (a.s.) geleceğini müjdeleyip
haber verdiği şu Ümmî Peygambere imâna davet ediyorum. Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve
eğer kendin için dünyâ ve âhiret se’âdetini kazanmak istiyorsan onları gözünün önüne getir. Yoksa
âhiret se’âdetin elinden gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan
Allah cebbarları helâk edici ve rahmetleri değiştiricidir” dedi. Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu
okuyunca öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da “Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan,
ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik gö-
rürüm. Sen bana Mesih’in kendisine namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver” dedi.
Herakliüs daha sonra Dıhye’yi (r.a.) yanına çağırıp baş başa konuştu. Kalbinde olanı izhâr etti. Dedi ki:
“Ben biliyorum ki, seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman
peygamberidir. Yalnız ben O’na (s.a.v.) uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Seni, onların içinde en büyük alimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler,
ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum.”
Bundan sonra Herakliüs bir mektûb yazıp, Dıhye’ye (r.a.) verip Safâtır’a gönderdi. Safâtır, Peygamberimizin (s.a.v.) vasıflarını işitince, Hz. Musa’nın ve Hz. Îsâ’nın geleceğini haber verdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi olmadığını söyledi ve îmân etti. Evine gitti, kapandı ve her pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar Safâtır’a ne oluyor ki o Arabla görüştüğünden beri
dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz” diye bağırdılar. Safâtır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz
elbise giydi ve eline asasını alıp kiliseye geldi. O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp: “Ey
Nasârâ, biliniz ki, bize Ahmed’den (a.s.) mektûb geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve
inanıyorum ki; “O Allahü teâlânın hak resûlüdür” dedi. Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safâtır’ın üzerine
hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler. Dıhye (r.a.) gelip, durumu Herakliüs’e haber verdi. Herakliüs
“Ben sana söylemedim mi? Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili ve azîzdir. Eğer duysalar beni
de onun gibi katl ederler” dedi.
Buhârî’nin Sahîh’inde zikr ettiği ve Zührî’nin rivâyet ettiği haber ise şöyledir: “Herakliüs Humos’daki
köşkünde Rumların büyüklerini çağırıp kapıların kapatılmasını emretti. Sonra yüksek bir yere çıktı ve “Ey
Rum cemâati sizler se’âdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin temelli kalmasını, Hz. Îsâ’nın söylediğine uymayı ister misiniz?” dedi. Rumlar, “Ey bizim hükümdarımız, bunları elde etmek için ne yapalım”
diye sordular. Herakliüs; “Ey Rum cemâati, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım: Bana Muhammed’in
(s.a.v.) mektubu geldi. Beni dine davet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip durduğumuz, kitaplarımızda
kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini bildiğimiz peygamberdir. Geliniz O’na tâbi olalım da dünyâda
ve âhirette selâmet bulalım” dedi. Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı kaç-
mak için kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler. Herakliüs Rumların bu
hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını anlayınca, öldürülmesinden korktu ve “Ey Rum
cemâati benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dininize olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dininize
bağlılığınız ve beni sevindiren davranışınızı gözlerimle gördüm” dedi. Bunun üzerine Rumlar Herakliüs’e
secde ettiler, köşkün kapıları açıldı çıkıp gittiler.
Herakliüs, Dıhye’yi (r.a.) çağırdı olanları anlattı. Bahşişler, hediyeler ve elbiseler verdi. Peygamberimize (s.a.v.) bir mektûb yazdı. Mektubunu, hazırlattığı hediyeleri Dıhye (r.a.) ile Peygamberimize
(s.a.v.) gönderdi. Herakliüs müslüman olmak istemiş, fakat makam ve ölüm korkusundan îmân
etmemişdi. Peygamberimize (s.a.v.) yazdığı mektûbta şöyle diyordu: “Hz. Îsâ’nın müjdelediği Allah’ın
Resûlü Muhammed’e (s.a.v.), Rum hükümdarı Kayser’den: “Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben
şehâdet ederim ki sen Allah’ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. Îsâ seni bize
müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeğe davet ettim. Fakat îmân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni
dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve
ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum.”
Dıhye (r.a.) Herakliüs’den, ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Cüzzâm vadilerinden Şenar vadisinde
Huneyd bin Us oğlu ve adamları Dıhye’yi (r.a.) soydular. Eski elbiselerinden başka herşeyini aldılar. Bu
mevkide Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye (r.a.) bunlara geldi.
Bunlar Huneyd bin Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhye’den (r.a.) aldıkları şeylerin hepsini kurtardı-
lar. Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu
mesele böylece kapandı. O beldede olanların hepsi îmân etti. Dıhye (r.a.) Medine’ye gelince evine uğ-
ramadan hemen doğruca Resûlullahın (s.a.v.) kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, “Kim o?”
diye sordu. Dıhye “Dıhyet-ül-Kelbî” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) “İçeri gir” buyurdu. Dıhye (r.a.) içeri
girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimiz Herakliüs’ün mektubunu okudu. “Onun için bir müddet - 223 -
daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir.” buyurdu. Herakliüs daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektûb yazmış ise de,
Resûlullah (s.a.v.) “Yalan söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir”, buyurdu. Herakliüs Peygamberimizin (s.a.v.) mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti.
Herakliüs ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde
bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle olmuş-
tur.
Dıhye (r.a.) Medine’de dahi sokakta gezerken, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle yüzünü örterdi. Yoksa
kolay kolay kimse gözünü ondan ayırmazdı. Eshâb-ı kirâm (aleyhimürrıdvan) Dıhye’yi (r.a.) gördükleri
zaman Dıhye mi yoksa Cebrâil mi olduğunu anlayamazlardı.
Resûlullahın (s.a.v.) Bedir gazâsı dışındaki, bütün gazvelerine iştirak eden Dıhye (r.a.); Hz. Ebû
Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu.
Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muâviye zamanında Şam’da 50 (m. 672)’de vefât etti.
 1) Sahîh-i Buhârî cild-1, sh-56, 57, cild-4, sh-3, 4
 2) Sahîh-i Müslim, cild-3, sh-1394
 3) Mevâhib-i Ledünniyye, cild-1, sh-238
 4) Ümdet-ül-Kâri, cild-1, sh-93
 5) El-A’lâm, cild-2, sh-337
 6) Üsüd-ül-gâbe, cild-1, sh-23
 7) Ensâb-ül-eşrâf, cild-1, sh-351
 8) Târîh-ül-Hamîs, cild-2, sh-32
 9) Vefa-ül-vefâ, cild-1, sh-315
10) Sîret-i İbn-i Hişâm, cild-3, sh-195, 501, 502, 504, 55, cild-4, sh-260
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-329, 966
12) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-4, sh-249
13) El-A’lâm, cild-2, sh-573
14) El-Îsâbe, cild-1, sh-473
15) El-İstiâb cild-1, sh-472
16) Mevâhib-i Ledünniyye, cild-1, sh-238
17) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-3, sh-206
18) Kâmûs-ul-A’lâm 3/2122
19) Müsned Ahmed bin Hanbel cild-1, sh-262
EBÜDDERDÂ (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından. İsmi Uveymir bin Zeyd el-Ensârî el-Hazrecî’dir. Ebüdderdâ künyesidir. Doğum târihi bilinmemektedir. 32 (m. 652) senesinde Şam’da vefât etti. Tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde meşhûr Sahâbîdir. Bilhassa Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiş olmasıyla ve kırâat ilmini pek çok kimseye
öğretmesiyle meşhûrdur.
Ebüdderdâ (r.a.), Hicretin ikinci senesinde müslüman oldu. Daha önce ticâretle uğraşırdı. Bu
sebeble çok yer gezmiş ve çok kimseler görmüştü. Öğrendiği bir çok malûmat neticesinde ticâretten
vazgeçip, kendi kendine ibâdet etmeye başlamıştı. Peygamberimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret edince,
Ebüdderdâ, İslâmiyetin üstünlüğünü görerek müslüman oldu. “Ticâretle ibâdeti birleştirmek istedim
mümkün olmadı. Ticâreti bırakıp ibâdete yöneldim.” buyurmuştur. O müslüman olmadan önce Bedir
savaşı yapılmıştı. Uhud savaşında ve diğer savaşların hepsinde bulundu. Uhud savaşında gösterdiği
cesaret ve kahramanlığı çok dikkati çekmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) onu methetmiştir: “Uveymir ne
mükemmel süvaridir” buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) hicretten sonra Eshâb-ı kirâm arasında
kurduğu kardeşlikte Ebüdderdâ’yı (r.a.) Selmân-ı Fârisî (r.a.) ile kardeş yaptı. Ebüdderdâ (r.a.) Hendek
savaşında, Hudeybiye andlaşmasında, Hayber’in fethinde, Mekke’nin fethinde, Huneyn ve Tebük gazvelerinde ve Veda Haccında da bulunmuştur. Peygamberimizin (s.a.v.) zamanında Kur’ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiştir. Âyet-i kerîmelerin çoğunun tefsîrini bizzat Peygamber efendimize (s.a.v.) sorarak
öğrenmiştir.
Ebüdderdâ (r.a.), Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Medine’de kalmaya tahammül edememiştir. Dolaştığı her yerde Resûlullahın (s.a.v.) hatırasını görüp, dayanamadığından Şam’a gidip,
orada yerleşti. Hz. Ömer’in isteği üzere Şam’da ders vermeye başladı. Çok sayıda âlim yetiştirdi. Tefsîr,
hadîs, fıkıh ilimlerini öğretmesinin yanında, verdiği Kur’ân-ı kerîm dersleri meşhûrdur. Bu derslerinde
kırâat ilmi üzerinde durmuştur. Şam’da Câmii Kebîr’de verdiği bu derslerine pek çok sayıda talebe katı-
lırdı. Talebelerine onar kişilik halkalar halinde ders verirdi. Her ders halkasını ayrı ayrı kontrol ederdi. Bir
defasında talebeleri sayıldığında binaltıyüz civarında oldukları görülmüştür. Bu derslere Eshâb-ı kirâmdan da katılanlar olmuştur. Tâbiînden yüzlerce âlim yetiştirmiştir. Bunların en meşhûrları İbn-i Âmir el-- 224 -
Yahsubî, Ümmü Derdâ Es-sugrâ, Sahib-i Ebüdderdâ adıyla meşhûr Halife bin Sa’d, Raşid bin Sa’d ve
daha bir çok âlimdir. Ebüdderdâ (r.a.) ayrıca tababet ilmini de bilirdi. Hastalarını tedavi eder, gerekli ilaç-
ları yapardı.
Hz. Ömer’in halifeliği sırasında bir ara Medine’ye döndü. Hz. Ömer, O’na Bedir Eshâbından olanlara verilen maaş kadar maaş bağladı. Hz. Osman’ın halifeliği sırasında Şam’a vali tayin edilen Hz.
Muâviye, halifeden bir kadı istemişti. Hz. Osman bu vazifeyi en iyi Ebüdderdâ yapar buyurarak Ona verilmesini emretti. Bu vazifesi sırasında da ilim yaymaya devam etti. Şam’da bulunduğu sırada Kûfe’den
ve diğer yerlerden çok kimse Ona fıkhî meseleler sormak üzere gelir, fetvasını alırdı.
Hz. Ebüdderdâ, Peygamberimizden (s.a.v.) Hz. Aişe’den ve Zeyd bin Sâbitten (r.a.) hadîs-i şerîf
rivâyet etmiştir. Kendisinden hadîs-i şerîf rivâyet edenler, hanımı Ümmü Derdâ, Fedâle bin Ubeyd, Ebû
Ümâme, Ma’dan İbn-i Ebî Talha, Ebû İdris Havlânî, Alkama bin Kays, Sa’îd bin Müseyyeb, Muhammed
bin Sirîn ve daha çok sayıda hadîs âlimidir. Ebüdderdâ’nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte’de
yer almıştır.
Ebüdderdâ, ömrünü dine hizmet etmekle geçirdi. Nübüvvet kaynağından aldığı ilmi yaydı. Hz.
Osman’ın halifeliğinin son yıllarında vefât etti. Abdullah bin Selâm’ın oğlu Yusuf şöyle anlatmıştır.
“Ebüdderdâ vefât edeceği sırada ben yanında idim. Bana “Kalk benim vefât etmek üzere olduğumu halka ilân et” dedi. Ben kalkıp insanlara durumu bildirdim. İşitenler evine geldiler. Evin içi dışı insanla doldu.
Sonra beni dışarı çıkarınız demesi üzerine dışarı çıkardık. Beni oturtunuz dedi. Oturttuk. Evinde toplanan büyük kalabalığa karşı şöyle dedi: “Ey insanlar Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) işittim şöyle buyurdu:
“Kim kusursuz ve noksansız bir abdest alır sonra da tam bir ihlâs ile namaz kılarsa, Allahü teâlâ
onun istediklerini ona ihsan eder.” Bundan sonra gelenlere namazla ilgili bir miktar daha nasihâtta
bulundu. Son sözleri bunlar oldu.”
Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Her ümmetin bir hâkimi vardır. Bu ümmetin hâkimi de
Ebüdderdâ’dır” buyurmuştur. Muaz bin Cebel (r.a.)’de vefât ederken talebesi Amr bin Meymun’a,
Ebüdderdâ’nın ilminden istifâde edilmesini vasiyet ederek, “Yeryüzü ondan daha âlim bir kimse taşımadı” buyurmuştur. Herkese iyilikle muamelede bulunurdu. Kızgınlıkları ve kırgınlıkları yatıştırır, hep güler
yüz gösterirdi. Kimseyi incitmez kimseden incinmezdi. Çok tok gönüllü ve cömert idi. Kendisini ziyârete
gelen her misafire çok ikrâmda bulunur, bizzat kendisi hizmet ederdi. İlmi, takvası, üstün ahlakıyla ve
daha bir çok vasıflarıyla çok sevilip, hürmet gösterilmiştir.
Ebüdderdâ’nın iki hanımı vardı. Birisi Eshâb-ı kirâmdandır. İsmi Hayre binti Hadred olup,
Ümmüdderdâ el-Kübrâ lakabıyla meşhûrdur. Fıkıh ve hadîs ilminde âlim bir kadındı. Rivâyet ettiği hadîsi şerîfler altı meşhûr hadîs kitabında yer almıştır. Diğer hanımı Tâbiînden Ümmüdderdâ es-Sügrâ lakabıyla meşhûr olup, ismi Hüreyme’dir. Bilâl, Yezîd, Derdâ ve Nesîbe adlarında dört çocuğu vardı.
Hanımı Ümmü Derdâ şöyle anlatmıştır: “Ebüdderdâ bir şey anlatırken ve bir hadîs-i şerîf naklederken daima tebessüm ederdi. Bir gün sebebini sordum. “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) her hadîs-i şerîf söyledik-
çe tebessüm ederdi” dedi.
Kays bin Kesir nakleder; “Bir gün Ebüdderdâ’ya Medine’den bir zât gelir. Kendisini ziyâret eder.
Ebüdderdâ niçin geldiğini sorar. O da sizin Resûlullah’tan (s.a.v.) işittiğiniz hadîs-i şerîfleri rivâyet ettiğinizi duydum. Onun için geldim der. Ebüdderdâ ticâret için falan gelmedin mi? der. Hayır deyince başka
bir işin veya ihtiyacın için mi geldin der. Gelen zât sadece hadîs-i şerîf almak üzere geldim der. Bunun
üzerine Ebüdderdâ (r.a.) pekiyi o halde dinle diyerek şu hadîs-i şerîfi okur.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) şu sözleri söylediğini duydum: “Bir insan ilim, kazanmak için bir yola
giderse, Allahü teâlâ ona Cennete doğru bir yol açar. Melekler, ilim peşinde koşanlardan hoşnut
oldukları için kanatlarını onun altına gererler. İlim sahipleri için yerdekiler ve gökdekiler mağfiret
niyaz ederler. Denizin diplerindeki balıklar bile ona duâ ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlü-
ğü, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Peygamberlerin vârisleri âlimlerdir. Bunlar dirhem ve dinar
(para peşinde) koşmazlar, ilme koşarlar. Onun için onlar ilimden ne kadar fazla pay almak mümkünse o kadar alırlar.”
Bir defasında Ebüdderdâ’nın (r.a.) evine bir zât uğradı. Ona eğer burada kalacaksan sana bir yer
hazırlayayım, yolcu isen geçip gideceksen sana azık hazırlayayım dedi. O zât yolcuyum gideceğim dedi.
Ebüdderdâ öyle ise sana en güzel azığı hazırlayayım, bundan daha kıymetli azık olsa idi onu sana verirdim dedi. Sonra şöyle devam etti: “Bir gün Resûlullahın (s.a.v.) huzuruna gitmiştim. Dedim ki, yâ
Resûlallah (s.a.v.) zenginler dünyâyı da ahireti de kazandılar, onlar hem namaz kılıyor hem oruç tutuyorlar, hem sadaka verebiliyorlar. Fakat biz fakîr olduğumuz için sadaka veremiyoruz. Bunun üzerine
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Sana bir şey söyleyeyim mi? Sen onu yapınca kavuştuğun
şeye ancak onu yapanlar kavuşabilirler. Yapmayanlardan hiçbiri ona yetişemezler. Her namazdan - 225 -
sonra otuzüç kere tesbih (subhanallah) otuzüç kere tahmid (elhamdülillah) otuzüç kere tekbir
(Allahü ekber) getir.”
Bir defasında Kureyş’ten bir zât Ensârdan bir zâtın dişini kırmıştı. Dişi kırılan zât Hz. Muâviye’ye
gidip şikâyet etti. Hz. Muâviye helâllaşmalarını tavsiye etti. Fakat şikâyet eden kabul etmedi. Hz.
Muâviye, o zâta Ebüdderdâ’yı (r.a.) göstererek bak bu zâta sor dedi. Bunun üzerine Ebüdderdâ (r.a.)
şöyle dedi: Resûl-i ekrem’den (s.a.v.) işittim “Bir müslümanın bedenine bir zarar gelirde, buna
sebeb olanı (yapanı) affeder, hakkını helâl ederse, Allahü teâlâ onu bir derece yükseltir. Onun bir
hatasını affeder.” buyurdu. Bunu dinleyen zât Ebüdderdâ’ya bakarak sen bunu bizzat Resûl-i ekrem
efendimizden duydun mu? dedi. Evet kulaklarımla işittim, kalbimle kavradım dedi. Bunun üzerine o zât o
halde ben şikâyetimden vazgeçiyorum, hakkımı da helâl ediyorum dedi.
Ebüdderdâ (r.a.) bir gün Şam’da mescidde oturuyordu. Bir kişi mescide girdi ve şöyle duâ etti. Yâ
Rabbi! Yalnızlıkta bana yardımcı ol, garibliğimde bana acı. Bana azîz ve sevimli bir dost ihsan et dedi.
Ebüdderdâ bu sözlerini duyunca o zâta dönüp şöyle dedi. Resûlullah (s.a.v.)’den işittim buyurdu ki: “İnsanlar içinde kendine zulmedenler var, bunlar gam ve keder içindedirler, insanlar arasında israftan sakınanlar var, bunlar iktisatlı ve mutedil hareket ederler. Bunların hesabı kolaydır. Sonra
insanlar arasında hayır işlemek için yarışanlar var bunlar hesapsız Cennete girerler.”
Ebüdderdâ hazretleri; bir şahsın işlemiş olduğu bir kötülükten dolayı insanlar tarafından sövülüp,
kötülendiğine tesadüf etti. “Bu adam bir kuyuya düşmüş olsaydı, siz onu çıkarmak istemez miydiniz?”
dedi. İnsanlar, evet çıkarmak isterdik, deyince Ebüdderdâ (r.a.) “Öyle ise, onu kötülemeyiniz, dil uzatmayınız, onun işlemiş olduğu kötülükten sizi korumuş olan Allahü teâlâya hamd ve şükr ediniz!” demiş-
tir. “Sen ona buğz etmez misin” diye sordular. “Ben onun kendisine değil yaptığı fenalığa buğz ederim”
buyurdu.
Ebüdderdâ’nın (r.a.) rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı da şunlardır:
“Cömertlik, îmân (yakın olmasından) sağlamlığından gelir, imânı sağlam olan Cehenneme
girmez. Cimrilik de şek ve şüpheden gelir. Şüphe içinde olan Cennete giremez.”
İbni Mâce’nin bildirdiği hadîs-i şerîfde: “Cum’a günleri bana çok salevât getirin! Okunan
salevât bana hemen bildirilir” buyuruldu. Bunu işitenlerden Ebüdderdâ hazretleri (öldükten sonra da
bildirilir mi?) dedik de, “Evet, ben öldükten sonra da bildirilir. Çünkü, toprağın peygamberleri çü-
rütmesi harâm kılındı. Onlar öldükten sonra diridirler, rızıklandırılırlar” buyuruldu.
“Din kardeşinin arzu ettiği yemeği ona yediren kimsenin günâhları bağışlanır. Din kardeşini
sevindiren Allah’ı sevindirmiş olur.”
“Sizler kıyâmet günü kendinizin ve babanızın adları ile çağırılacaksınız, öyle ise (çocukları-
nıza) güzel isimler veriniz.”
“Mîzâna konacak amellerden en ağır geleni, güzel ahlâktır.”
“Bir kimse kardeşine arkasından duâ ettiği zaman, bir melek “Allah, sana da o duâ ettiğin
gibi versin” der.”
“Zamanımızda şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır.”
“Her kim Kehf sûresinin başından on âyet-i kerîme ezberlerse, deccâlın ve aldatıcıların şerrinden korunmuş olur.”
“Her hastalığın başı çok yemektir.”
“Dertli mü’minin duâsını ganimet bilin.”
“Sübhanallahi velhamdülillahi velâ ilâhe illallahü vallahü ekber velâ havle velâ kuvvete illâ
billah” çok söyleyiniz. Zira onlar salih amellerdendir. Ağaçların yaprakları döktükleri gibi bunlar
da hataları dökerler. Bunlar Cennet hazinelerindendir.”
“Kul bir şeye lanet ettiğinde, o lanet göğe çıkar. Gök kapıları kapanır. Giremez yere döner,
yerin kapıları kapanır giremez, sağa sola gider. Gidecek bir yer bulamayınca lanet edilene gider.
Lâyıksa onda kalır, lâyık değilse lanet edene döner.”
“Ey Ebüdderdâ! Cehennem ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her böbürlenen,
kaba, büyüklük taslıyan, iyiliğe mâni olan kimsedir. Cennet ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her fakîr kimse ki, Allah’a yemin etse, Allah onu doğru çıkarır.”
Ebüdderdâ (r.a.) buyurdu ki: - 226 -
“Üç şey olmasa bir gün bile yaşamağı istemezdim. Bunlar sıcak ve uzun günlerde Allah için oruç
tutup susuz kalmak, gece ortasında Allah için secde etmek ve meyvelerin iyisi arandığı gibi sözlerin de
iyisini arayan kimselerle sohbet etmektir.”
“İnsanlar ile çok düşüp kalkan kimsenin kalbi harab olur.”
“Allahü teâlâyı görür gibi ibâdet ediniz. Kendinizi ölmüş biliniz, iyilik zayi olmaz, günah unutulmaz.”
“Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü dünyâlıktan eline bir şey geçtiği vakit sevinir,
fakat ömrünün azaldığına üzülmez.”
“Hayır, malı ve evlâdı çoğaltmakta değildir. Hayır, kulluk yükünün büyüklüğünü anlamak, ameli
çoğaltmak, insanlarla oyalanmayı bırakıp, Allahü teâlâya ibâdete yönelmektir. Eğer iyilik yaparsan
Allahü teâlâya hamd et, günah işlemişsen istiğfâr et”
“Ölümden sonra neler göreceğinizi, başınıza gelecekleri bilseydiniz, isteyerek ne yemek yiyebilir
ne de su içebilirdiniz.”
“Nasîhat olarak ölüm yeter.”
“İlminden faidelenmeyen, ilmiyle amel etmeyen âlimler mahşer günü şiddetli azâba düşeceklerdir.”
“Ölümü çok hatırlayan taşkınlıktan ve hasedden kurtulur.”
“Bir âlim ilmiyle amel etmedikçe âlim sayılmaz.”
 1) Buhârî (Fedâil-ül-Kur’ân bab 8)
 2) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-208
 3) İzâlet-ül-Hafâ cild-2, sh-360
 4) El-İstiâb cild-3, sh-15
 5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-9, sh-12
 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-7, sh-391
 7) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-243,
 8) Sünen-i Tirmizî (Kitab-üz-zühd bab 64)
 9) El-A’lâm cild-5, sh-98
10) Tabakât-ül-kübra cild-2, sh-16
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-998
12) Fâideli Bilgiler sh-68
13) Tezkiret-ül-huffâz cild-2, sh-24
14) El-Îsâbe cild-3, sh-45
HZ. EBÛ DÜCÂNE (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Fazîlet sahibi kahraman bir zât idi. Medineli Ensârın ileri gelenlerinden olup, hicreti Nebeviyyeden önce îmân etmişti. İsmi Semmah bin Harese olup, künyesi Ebû
Dücâne’dir (r.a.). İslâm târihinde bu lâkab ile anılmıştır.
Resûlullah (s.a.v.) tarafından Eshâb-ı kirâmın muhacirlerinden Utbe bin Gavân (r.a.) ile din kardeşi
yapılmıştı. Medine’nin Hazrec kabilesindendir. Medine’de hangi târihte doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. 13 (m. 633) yılında yalancı peygamber Müseylemet-ül-Kezzâb ile yapılan Yemâme savaşlarında şehîd olmuştur. Vefâtı ile ilgili başka rivâyetler varsa da bunlar zayıftır.
Ebû Dücâne hazretleri Resûlullah (s.a.v.) efendimizin bütün gazâlarına iştirak etmiş ve canını
Resûlullah ve din-i İslâm için hiçe saymış, edip, şecaatli ve kahraman bir zât idi. Bedir, Uhud, Hendek,
Beni Nadir, Benî Kureyza, Feth-i Mekke ve diğer bütün gazâlarda bulunmuştur. Bilhassa Uhud’da göstermiş olduğu kahramanlığı İslâm târihinde dillere destan olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından
İltifât-ı Nebeviyye mazhar olmuştur.
Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi
müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da: “Ey Kureyş cemaati! Akrabalık haklarını gözetmeyen, kavminizi
bölen Muhammed’le (s.a.v.) çarpışmaktan geri durmayınız. Eğer Muhammed (s.a.v.) kurtulursa ben
kurtulmayayım.” diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik ediyordu. Ebû Dücâne hazretleri bu azılı
kâfirin susturulması icab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek
gerekli cezasını vermişti. Ebû Dücâne hazretleri bununla meşgulken müşriklerden Mâbed bin Vehb, Ebû
Dücâne’ye (r.a.) müthiş bir kılıç darbesi indirmiş, Ebû Dücâne hazretleri çok seri bir halde yere çökerek
bu öldürücü darbeden kurtulmuştu. Hemen sonra acele kalkıp hücum ederek, Mâbed’i yaralamış, fakat
ölmemişti. Bu sırada Mâbed bir çukura düşmüş, Ebû Dücâne hazretleri de onun üzerine atlayıp başını
kesip kâfirlere doğru fırlatmıştı. Bu hal, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerini daha da
bozmağa sebep olmuştu. - 227 -
Ebû Dücâne (r.a.) Bedir günü başına kırmızı renkte bir sarık bağlamıştı. Katılmış olduğu bütün
harblerde bu kırmızı sarığı sarardı. Bu, Allahü teâlâ ve Resûlullah için canını vermeğe hazır bir fedâî
olduğu mânâsını taşırdı: Ebû Dücâne hazretlerinin kahramanlığının en güzel misâli ve Resûlullaha
(s.a.v.) ne derece bağlı olduğu, Uhud gazâsında görüldü.
Bu gazâda göstermiş olduğu kahramanlıklarla herkesi hayran bıraktı. Uhud Harbi’nin kızıştığı sı-
rada Peygamberimiz (s.a.v.) elinde tuttuğu ve üzerinde “Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibar
var. İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz” beyti yazılı kılıcını göstererek “Bu kılıcı benden kim alır?” buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan bir çokları “Ben, ben, ben” diye almak için ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar “Bunun hakkını vermek üzere kim alır?” deyince Eshâb-ı kirâm sustular ve geri
durdular. Kılıcı hararetle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm (r.a.) “Ben alırım, Yâ Resûlallah” dedi. Peygamberimiz kılıcı Hz. Zübeyr’e vermedi. Hz. Ebû Bekir, Ömer, Ali’nin (r.anhüm) istekleri de Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Ebû Dücâne (r.a.) “Yâ Resûlallah bu kılıcın hakkı nedir?” diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) “Onun hakkı eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun
hakkı müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana
zafer yahud şehîdlik nasîb edinceye kadar Allah yolunda çarpışmandır” buyurdu. Ebû Dücâne
(r.a.) “Yâ Resûlallah ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.)
elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne (r.a.), çok cesaretli, kahraman olduğu haldâ harp meydanlarında çok kurnaz davranır, “Harp hiledir” hadîs-i şerîfine tam ittibâ ederdi (uyardı). Ebû Dücâne (r.a.)
kılıcı alınca başına kırmızı sarığını sararak, elinde Peygamber efendimizin verdiği kılıç olduğu halde
harp meydanına doğru çalımlı ve gururlu bir şekilde yürümeye başladı. Bu sırada şu beyti okuyordu:
“Hurmalıkların yanındaki dağ eteğinde bulunduğumuz sırada dostumla (Hz. Peygamberle); hiçbir
zaman harb saflarının gerisinde kalmamak üzere andlaştım. (Düşmanlara) Allah ve Resûlünün kılıcıyla
vururum.”
Ebû Dücâne hazretlerinin bu şekilde yürümesi Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.), “Bu bir yürüyüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında
Allahü teâlânın gadabına sebeptir.” buyurarak yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin caiz olduğunu
(izin verildiğini) beyan ettiler. Harbe başladıktan sonra iyice kızıştığı sırada muhacirînden Zübeyr bin
Avvam (r.a.) kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün idi. Kendi kendine “Ben Resûlullahtan
(s.a.v.) kılıcı istedim. Onu bana vermedi, Ebû Dücâne’ye (r.a.) verdi. Halbuki ben halası Safiyye’nin
oğluyum. Üstelik de Kureyşli’yim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım Ebû Dücâne (r.a.) benden
fazla ne yapacak?” dedi. Daha sonra Ebû Dücâne’yi (r.a.) takibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri yukarı-
da zikredilen beytleri okuyor, müşriklerden kime rastlarsa, onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından iri cüsseli Ebû Zûl-Kerş her tarafı zırhlarla kaplı sadece gözleri görünüyordu. Ebû Dücâne hazretleri ile karşı karşıya geldi. Kâfir “Ben Ebû Zül-Kerş’im” diye bağırıyordu. Bu isim kendisine uzun boyuna
rağmen büyük göbeğinden dolayı verilmişti. Evvela kendisi Ebû Dücâne hazretlerine hücum etti. Ebû
Dücâne (r.a.) onun darbesinden kalkanıyla korundu. Ebû Zül-Kerş’in kılıcı Ebû Dücâne hazretlerinin
kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı fakat çıkaramadı. Sıra Ebû Dücâne hazretlerine gelmişti. Bir kılıç darbesiyle omuzundan, tâ uyluklarına kadar ikiye biçti. Bundan sonra Ebû Dücâne (r.a.) her önüne çıkan
kâfiri devirerek dağın eteğinde defleriyle müşrikleri kışkırtan kadınların yanına geldi. Ebû Dücâne buyuruyor ki: “Uzakdan bir kadın gördüm ki, müşriklere son derece kızıyor ve harbe teşvik ediyordu. Üzerine
yürüdüm etrafından imdat istedi, bağırmağa başladı. Onun bir kadın olduğunu görünce Resûlullahın
kılıcının şerefini gözettim ve O’nu kadına vurmadım.” Halbuki bu kadın Hind idi.
Zübeyr bin Avvâm gördü ki, Ebû Dücâne (r.a.) her yere yetişiyor, fakat kılıcını kaldırdığı halde Ebû
Süfyân’ın karısı Hind’i öldürmekden vaz geçti. Kendi kendine “Kılıcın kime verileceğini Allah ve Resûlü
benden daha iyi bilir” diye söylendi. “Vallahi ben onun çarpışmasından daha üstün çarpışan vuruşan bir
kimse görmedim.” buyurdu. Ebû Dücâne’nin (r.a.) yanına vardı. “Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılı-
cını kaldırıp sonra vurmaktan vaz geçtiğini de gördüm” dedi. Ebû Dücâne (r.a.), “Resûlullah’ın (s.a.v.)
kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım.” diye cevap verdi. Daha sonra Ebû Dücâne
hazretleri, Hamza ve Ali (r.a.) ve diğer Eshâb ile beraber yeniden düşman saflarına umumî taarruz için
ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehîd düştü, fakat müşrikler de kaçmaya başlamışlardı. Uhud gazâsında İslâm
ordusu arkasını Uhud dağına vermiş ve Resûlullah (s.a.v.) dağ yolunu muhafaza etmeleri ve müşriklerin
müslümanları arkadan vurmalarını önlemek için, Eshâb-ı kirâmın içinde en iyi ok atan elli Sahâbîyi koymuş, başlarına da Abdullah bin Cübeyr’i (r.a.) komutan ta’yin etmişti. Resûlullah (s.a.v.) bununla da
kalmamış; “Eğer bizi kuşların kaptığını görseniz bile yine ben size haber göndermedikçe asla yerinizi terk etmeyiniz.” “Eğer bizim kâfirleri kırıp, ayaklarımız altında çiğnediğimizi görseniz bile
yine ben size haber göndermedikçe asla yerinizi terk etmeyiniz.” buyurdu. Bu sözleriyle ne olursa
olsun bu elli Sahâbînin yerlerini terk etmemelerini istedi. Fakat zafer müyesser olunca bu elli zattan ekserisi ganimet toplamak için yerlerini terk ettiler. Komutanları Abdullah bin Cübeyr’in sözünü dinlemediler. Dağ yolundaki geçidin tenhalaştığını gören Hâlid bin Velîd ve Ebû Cehil’in oğlu İkrime, emirlerinde - 228 -
müşrik ordusunun sağ ve sol kanatlarıyla dağı arkadan dolaşıp dağ geçidine geldiler. (O zaman henüz
Hâlid bin Velîd ve İkrime îmân etmemişti). Abdullah bin Cübeyr ve O’nun emrini dinleyen on Sahâbîyi
şehîd ettiler ve İslâm ordusunu arkadan vurdular. Müşrik süvarilerinin arkadan saldırmalarıyle
müslümanlar neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Hatta acele ve dehşetten kiminle savaştıklarını dahi bilemediler. Birbirleriyle vuruştular. Müslümanlar dağılmış ve dağa doğru çekilmişlerdi. Peygamberimiz
(s.a.v.) “Ey filan Bana doğru gel, Ey filan Bana doğru gel, ben Resûlullahım (s.a.v.). Bana dönüp
gelene Cennet var” diyerek Eshâb-ı kirâmı çağırıyorlardı.
Müslümanlar dağılınca Mekkeli müşriklerden Abdullah bin Şihâb-ı Zührî, Utbe bin Ebî Vakkas, Abdullah bin Kâmia ve Übeyy bin Halef Resûlullahı (s.a.v.) öldürmek üzere sözleştiler ve and içtiler.
Resûlullahın (s.a.v.) sancağını Mus’ab bin Umeyr taşıyordu. Hz. Mus’ab, Resûlullaha (s.a.v.) giydiği
zırhdan dolayı çok benzeyen bir Sahâbîydi. Resûlullahın (s.a.v.) yanından hiç ayrılmıyordu. Bir ara İbni
Kâmia kâfiri atlı olarak Peygamberimiz (s.a.v.)’e yaklaştı, önüne Hz. Mus’ab ve bazı sahabe ile Nüseybe
(Nesibe) hatun çıktılar. Ümmü Ümâre (r.anha) hatun da İbni Kâmia’nın üzerine atıldı. Bir çok kılıç vurdu
ise de azılı kâfirin üzerinde iki kat zırh olduğu için te’sîr ettiremedi. İbni Kâmia, Nesibe (r.anha) hatunun
omuzunu parçalayıp, Hz. Mus’ab’ın üzerine atıldı ve sağ elini kesti. Mus’ab sancağı göğsüne bastırdı.
İbn-i Kâmia bunun üzerine Hz. Mus’ab’ı mızrakladı. Hz. Mus’ab yıkıldı sancak düştü. Bir melek sancağı
hemen aldı. Peygamber efendimiz (s.a.v.) bunun üzerine sancağı Hz. Ali’ye verdi. İbn-i Kâmia bunun
üzerine Hz. Mus’ab’ı şehîd edince Hz. Peygamberi (s.a.v.) öldürdüğünü zannetdi. Müşriklerin yanına
gidip “Hz. Muhammed’i (s.a.v.) öldürdüm” diye bağırıyordu. Müşrikler sevinç içerisinde; müslümanlar ise
kan ağlıyordu. Herkes ne yaptığını bilmez bir halde, bazıları geri dönmüş, bazıları çökmüş oturmuş, bazıları dağa doğru kaçışıyor. Fakat her güzel huyun en üstün derecesi kendisine verilmiş Peygamber
(s.a.v.) bir an yerinden ayrılmamış ve geri gitmemişti. Yanında yedisi muhacirlerden yedisi de ensârdan
olmak üzere ondört sahâbî ile sabır ve sebat üzere harb ediyorlardı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû
Dücâne (r.a.) idi. Aynı zamanda Ebû Dücâne (r.a.) ölmek ve ayrılmamak üzere üçü muhacirlerden beşi
ensârdan olan sekiz sahâbîden birisi olarak Resûlullaha (s.a.v.) bi’at etmişti. Bu sekiz sahâbîden hiçbiri
Uhud’da şehîd olmadı, çünkü bunlara Peygamberimiz (s.a.v.) duâ etmiş idi. Müşrikler Peygamberimizi
(s.a.v.) ok yağmuruna tutmuş idiler. Müşriklerin en keskin nişancı olanlarından Mâlik bin Züheyr; Peygamberimize (s.a.v.) nişan alıp bir ok attı. Talha bin Ubeydullah bu okun Resûlullaha (s.a.v.) isabet edeceğini anlayınca elini o oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Şehâdet parmağı hariç diğer parmakları çolak
kaldı. Hz. Talha Uhud’da altmışaltı yerinden yara almıştı. İşte Hz. Talha gibi Resûlullahı (s.a.v.) oklara
karşı koruyan ve vücudunu siper eden bir zât da Ebû Dücâne idi.
Ebû Dücâne (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) üzerine eğilip atılan oklara karşı O’nu vücuduyla korumakta ve atılan oklar sırtına çarpıp düşmekte idi. Müşriklerin azılılarından Abdullah bin Hüneyd Peygamberimizi (s.a.v.) görünce atını mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup,
başında da miğfer vardı. “Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösteriniz. Ya ben O’nu öldürürüm
yahut onun yanında ölürüm.” diye haykırıyordu. Ebû Dücâne hazretleri hemen onun karşısına çıktı. “Gel
yanıma! Ben vücudumla Muhammed Resûlullahın (s.a.v.) vücudunu koruyan bir kişiyim” dedi. Abdullah
bin Hüneyd’in atının bacaklarına bir kılıç çaldı. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırıp “Al bunu da
Hareşe’nin oğlundan” deyip bir vuruşta onu Cehenneme gönderdi Peygamberimiz (s.a.v.) bu olanları
görüyordu ve “Allahım Hareşe’nin oğlundan (Ebû Dücâne’den (r.a.)) ben nasıl râzı isem, Sen de
râzı ol” diye duâ buyurmuştu. Kâ’b bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: “Üzerine zırh geçirmiş bir müşrik
müslümanların şehîdlerinin burunlarını, kulaklarını ve çeşitli azalarını kesiyor, “Davarlar gibi bir araya
toplanınız” diyordu. Müslümanlardan zırhlı bir zât ona yaklaştı. Bu iki kimseden gerek vücud, gerekse
silah bakımından üstün olanı, müşrik olandı. Birbirleriyle karşılaşınca müslüman öyle bir hamle yapıp
müşrike öyle bir kılıç çaldı ki boynundan uyluklarına kadar vücudu ikiye bölündü. Sonradan da, “Ey Kâ’b
nasıl gördün? Ben Ebû Dücâne,” (r.a.) diyerek kendisini tanıttı, diye haber vermiştir.
Uhud gününün dehşeti devam ediyordu. Peygamberimizi (s.a.v.) öldürmek için yemin edenlerden
Utbe bin Ebî Vakkas’ın attığı taşlar Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzlerine isâbet etti. Mübârek dudakları patladı. Alt çenelerinin sağ tarafındaki dördüncü dişleri (Rebâiye) kırıldı, İbni Sihâb müşriki de,
Resûlullahın (s.a.v.) mübârek yüzüne taş vurdu. Birasonra İbni Kâmia Resûlullahı (s.a.v.) öldürmek için
kılıç vurdu. Resûlullahın (s.a.v.) üzerinde iki adet zırh vardı. Kılıç darbesi pek o kadar tesir etmedi. Fakat, Resûlullah (s.a.v.) önündeki çukura sağ yanı üzerine düştü ve gözden kayboldu, İbni Kâmia’nın kılıç
darbeleriyle Resûlullahın (s.a.v.) miğferi parçalanıp sağ omuzu da yaralanmıştı. Miğferinin halkalarından
ikisi de Peygamberimizin (s.a.v.) mübârek şakaklarına batmıştı. Resûlullah (s.a.v.) çukura düşünce mü-
bârek yüzü de kanamakta idi. Mübârek elini kanayan yüzüne sürdü. Mübârek yanaklarından ve yüzünden akan kanlar, sakal-ı şerîflerini ıslattı. İşte bu sırada Peygamberimiz (s.a.v.) “Yâ Rabbi kavmimi
affet. Çünkü onlar bilmiyorlar” diye duâ buyuruyordu. Hz. Ali Resûlullahın (s.a.v.) elinden tutarak, Hz.
Talha da doğrultarak çukurdan çıkardılar. Hz. Ebû Bekir ve Ebû Ubeyde de (r.a.) yetiştiler. Hz. Ebû
Ubeyde, Resûlullahın mübârek yanağından miğferinin halkalarını çıkarırken iki halka için iki ön dişi kırıl-- 229 -
dı. Bunun için onun iki ön dişi eksikti. Harp devam ediyordu. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvan canlarını
hiçe sayarak aklın idrak edemeyeceği, dillerin anlatamayacağı kahramanlıklar ortaya koyuyorlardı.
Savaştan dönüşte Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâma dayanarak Şi’b mevkiinde kayalığa doğ-
ru ilerliyorlardı. Burada Peygamberimiz (s.a.v.) Eshâb-ı kirâmla ayakta kılmaya mecal bulamadıklarından oturarak öğle namazını eda ettiler. Daha sonra Uhud yolu üzerindeki kayalığa doğru giderlerken,
orada toplanan müslümanlar, kendilerine doğru gelen ve yanlarında Peygamberimizin (s.a.v.) bulundu-
ğu topluluğu, müşriklerden bir cemaat zan ettiler. Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e onlara işaret
vermesini emir buyurdu. Bu sırada Ebû Bürde bin Niyâr yayına ok yerleştirip Peygamberimizle (s.a.v.)
yanındaki sahâbîlere atmak istemişti. İşte bu sırada Ebû Dücâne hazretleri başındaki kırmızı sarığını
çıkarıp, onlara doğru sallayarak işaret verdi ve seslendi. Onlar da durdular ve gelenlerin Peygamberimiz
(s.a.v.) ve yanındaki sahâbîler olduğunu anladılar ve onlara katıldılar.
Hz. Ebû Dücâne Uhud’da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah (s.a.v.) Uhud gazâsından salimen
dönünce, Ebû Dücâne hazretlerine vermiş olduğu kılıçlarını almıştı. Kılıcın üzerindeki müşrik kanlarını
silmek üzere mübârek kerîmeleri Hz. Fâtıma’ya uzattığı zaman, Hz. Ali de kendi kılıcını uzatarak “Şunu
al, bu gazâda çok iyi işime yaradı” deyince, Peygamberimiz (s.a.v.) “Sen muharebede sadakat gösterdin; (başarılı oldun) Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de (r.a.) başarılı olmuşlardır” buyurarak Ebû
Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyan buyurmuşlardır. Hz. Peygamber
(s.a.v.) Uhud gazâsından sonra müslümanlara ihânet eden ve Resûlullaha (s.a.v.) verdikleri sözde durmayan ve Resûlullahı öldürmeye teşebbüs eden Beni Nâdir yahudilerinin üzerine yürüdü. Yahudiler yenildiler. Yahudilere hiç bir mal götürmemek şartıyla eman verildi. Resûlullah (s.a.v.) Benî Nâdir
yahudilerinin terk ettiği malların hepsine el koydu. Bu ganimet mallarının hepsini muhacirlere dağıtmak
için istişare etti. Böylece muhacirler, ensârın evlerinde oturmakdan kurtulacaklardı. Ensârdan Sa’d bin
Ubâde ile Sa’d bin Muaz: “Yâ Resûlallah! Sen Benî Nâdir’in mallarını muhacirlere dağıt. Onlar şimdiye
kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devam etsinler” buyurdular. Resûlullah (s.a.v.) ensârdan
Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne hazretlerine fakîr oldukları için bu ganimetlerden onlara da pay verdi.
Ebû Dücâne hazretleri Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra ortaya çıkan irtidât (dinden
dönme) fitnelerinin ortadan kaldırılmasında da çok büyük hizmet görmüştür. Hicretin onbirinci senesi (m.
632) Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında da Yemâme muharebesinde de fevkalâde kahramanlıklar göstermiştir. O sırada dinden dönenlerin başında bulunan Müseylemet-ül-Kezzâb, peygamber, olduğunu
ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. Hz. Hâlid bin Velîd komutasındaki İslâm ordusu bu alçak fitnecinin
üzerine sevk edilmişti. Harp esnasında Hz. Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Harbin
başında İslâm ordusu daha önce gönderilen İkrime ve Şurahbil ordusu gibi geriledi. Hatta Benî Hanîfe
kabilesinin mürtedleri, Hz. Hâlid bin Velîd’in çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı. Bu sırada İslâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusunu bozdu. Yine bu sırada
Hz. Vahşi, Hz. Hamza’yı şehîd ettiği harbe (küçük mızrak) ile Müseylemet-ül-Kezzâb’ı katletti.
Müseylemet-ül-Kezzâb’ın ordusunu teşkil eden Benî Hanîfe kabilesi yenilince etrafını duvarlarla çevirip
tahkim ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı. Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak giren Ebû Dücâne (r.a.) idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen gayretine zerre kadar eksiklik getirmeyerek, o muhkem bahçenin kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp, İslâm askerine bahçenin kapısını açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti ve şehâdet şerbetini içinceye kadar savaştı ve burada
hicretin onbirinci yılında şehîd oldu. Bu Yemâme cenginde Müseylemet-ül-Kezzâb’ın kırkbin kişilik ordusundan yirmibini katledilmiş, fakat müslümanlardan da ikibinden ziyade şehîd verilmişti. Bunun
üçyüzaltmışı muhacirden, bir o kadarı da ensârdan ve kalanı da tâbiînden idi. Şehîd olanların içerisinde
yetmişten ziyade hafız vardı.
Ebû Dücâne hazretleri cesaret ve kahramanlığı kadar da fazîlet sahibi olup, hiç kimseye kötülük
düşünmez ve boş ve faidesiz şey (mâlâya’nî) ile meşgul olmazdı.
Zeyd bin Eslemî diyor ki, Ebû Dücâne hazretleri hasta idi ve yüzü nurla parlıyordu. Huzuruna gelenlerden birisi “Bu yüzünüzün böyle nurlu olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Buyurdu ki: Güvenebileceğim beni kurtaracak iki amelim var. Birisi mâlâya’nî ile meşgul olmazdım, ikincisi hiç bir müslümana
kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmazdım ve hiç bir müslümana kötülük düşünmezdim.
Ebû Dücâne hazretlerinden rivâyet edilen pek hadîs-i şerîf olmamasının sebebi Peygamberimizin
(s.a.v.) vefâtından sonra fazla yaşamayışıdır. Onun için tâbiînden kendisinden rivâyette bulunacak fazla
bir kimse ile görüşmemiştir.
İmâm-ı Beyhekî, (Delâil-ün-Nübüvve) kitabında ve İmâm-ı Kurtubî’nin (Tezkire) kitabında bildirdiklerine göre; Ebû Dücâne (r.a.) buyurdu ki, yatıyordum; değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi
bir ses duydum ve şimşek gibi bir parıltı gördüm. Başımı, kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şeyin
yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım, kirpi derisi gibi idi. Yüzüme kıvılcım gibi birşeyler atmağa başladı.
Hemen Resûlullaha (s.a.v.) gidip anlattım. Buyurdu ki, “Ya Ebâ Dücâne Allahü teâlâ, evine hayır ve - 230 -
bereket versin.” Kalem ve kâğıt istedi. Hz. Ali’ye bir mektûb yazdırdı. Mektubu alıp, eve götürdüm. Ba-
şımın altına koyup uyudum. Feryad eden bir ses beni uyandırdı. Diyordu ki, Yâ Ebâ Dücâne! (r.a.) Bu
mektûbla beni yaktın. Senin sahibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan
kaldırmakdan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz. Ona dedim ki, sahibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam.
Cin ağlamasından, feryadından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namazını mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini Peygamberimize (s.a.v.) anlattım. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “O mektubu kaldır,
yoksa, mektubun acısını kıyâmete kadar çekerler.” Bir müslüman bu mektubu yanında taşısa veya
evinde bulundursa; bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup, zarar veren cin de gider.
 1) Sahîh-i Müslim, cild-2, sh-346
 2) El-Îsâbe, cild-7, sh-57
 3) Üsüd-ül-gâbe, cild-2, sh-353
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-5, sh-148, cild-3, sh-556
 5) El-İstiâb, cild-2, sh-602
 6) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-635, 998
 7) Metâli’-un-nücûm, cild-1, sh-398
HZ. EBÛ EYYÛB-İ ENSÂRÎ:
Peygamberimizin (s.a.v.) mihmandârı, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Ensârdandır. Türkiye’de
“Eyyûb Sultân” olarak tanınır. Künyesi Eyyûb’dur. İsmi Hâlid olup, babasınınki Zeyd bin Kelîb, annesininki Hind binti Rebi’a bin Kâ’b idi. Baba tarafından, Ebû Eyyûb bin Zeyd bin Kelîb bin Salebe bin Abdi
Avf bin Ganem bin Mâlik bin Neccâr; anne tarafından da Hind binti Rebi’a bin Kâ’b bin Amr bin İmrü’lKays bin Salebe bin Kâ’b’ın nesliyle Hz. Muhammed (s.a.v.) ile birleşir. Hazrec kabilesine mensûbtur.
Doğum târihi kesin olarak bilinmemesine rağmen, Medine’de Melik Tübbe’nin evinde doğdu. Melik
Tübbe, Hz. İbrâhîm’in dininden olup, Yemen’de Resûlullahtan (s.a.v.) yediyüz sene önce yaşadı. Son
Peygamber Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Medine’ye geleceğini devrin büyük âlimlerinden öğrenip, buraya
gelerek, yerleşti. Resûlullah (s.a.v.) için dahi binalar yaptırıp, îmân ettiğini bildiren bir mektûb yazarak,
bıraktı. Hz. Resûlullah, Hicret-i Nebevî’den sonra Medine-i Münevvere’ye teşrif edince, vaktiyle Melik
Tübbe’nin yaptırdığı ve Hz. Hâlid’in ikâmet ettiği evin bahçesine devenin çökmesiyle bu mektûb çıkarılıp,
Peygamberimize (s.a.v.) arz edildi. Resûlullah (s.a.v.) bir hadîs-i şerîfte “Tübbe’ye sövmeyiniz, çünkü
O mü’min idi.” buyurdu.
Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî, Bi’setin onbirinci senesi (m. 620) Hac mevsiminde îmân ederek
müslüman oldu. Bi’setin onikinci senesinde (m. 621) Hac mevsiminde ikinci Akabe Biatinde bulunarak,
Resûlullahın (s.a.v.) sohbeti ile şereflendi. Eshâb-ı kirâm ve Ensâr-ı kirâmdan oldu. Hanımı Ümmü
Eyyûb de (r. anha) Müslüman olup, Peygamberimize (s.a.v.) hizmet ile şereflendi. Üç erkek, bir kız çocuğu vardı. Eyyûb, Abdurrahman, Hâlid erkek; Amre de kız çocuğudur.
Resûlullah (s.a.v.) Hicret’ten sonra ondört gün Kubâ denen yerde kaldı. Buradan Medine’ye hareket etmek üzere ana tarafından akrabası ve dayıları olan Neccâroğulları’na haber gönderdi.
Neccâroğulları kılıçlarını kuşanıp geldi. Resûlullah (s.a.v.), Cuma namazını kılıp, Medine’ye hareket ettiler. Medine’ye geldiklerinde yolun iki tarafını dolduranlar “Resûlullah geldi! Resûlullah geldi!” deyip, sevinç gözyaşları döküyorlardı. Medine uluları Peygamberimizin devesi Kusva’nın yularına sarılarak: “Yâ
Resûlallah, bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, hürmet eden, düşmanlarınızla mücadeleye gücü
yeten ailemizde misafir olunuz!” diyorlardı. Resûlullah da “Deveyi kendi haline bırakınız. Çünkü, o
me’murdur. Emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!” diye onlara teşekkür ediyordu. Onlar da
deveyi bırakıyorlardı. Deve, sonunda Neccâroğulları yurduna gelip çöktü. Peygamberimiz, “Akrabamız
evlerinden hangisinin evi daha yakındır?” diye sorunca Neccâroğullarından Ebû Eyyûb-i Ensârî: “Yâ
Nebîyyallah! Benim evim yakındır, işte şu evim, bu da kapı”, diye göstererek Resûlullahı evine davet
etti. Peygamberimiz (s.a.v.) Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evinde Mescid-i Nebevî, hücreler ve odalar
bitinceye kadar kaldı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, O’nun gece bekçiliğini ve muhâfızlığını yaptı. Kendisi, hanımı
Ümmü Eyyûb Fâtıma ve annesi Hind (r.anha) gece-gündüz, Resûlullah’a (s.a.v.) hizmet ettiler. Böylece
Mihmandârlık makamı, Hz. Âdem’den (a.s.) kıyâmet gününe kadar, hiç kimseye nasip olmayan bir şeref,
Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî’ye nasip ve ihsan olundu. Evlerinde, şahıslarına pek çok hadîs-i şerîf söylenmiş-
tir. İlk gün Medine ahalisi, Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin evine geldi. Gelenlerin içinde Musevî âlimlerinden
Abdullah İbn-i Selâm da vardı: Abdullah bin Selâm, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) cemâl-i şerîfine bakıp;
“Bu yüz yalancı yüzü değildir” diyerek, hemen müslüman oldu.
Buyurdular ki: Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) ile Hz. Ebû Bekir’e yetecek kadar yemek hazırlayıp, huzurlarına götürdüm. Resûlullah (s.a.v.) “Yâ Ebâ Eyyûb! Ensâr’ın eşrafından otuz kişiyi davet
et” buyurdu. Ben yemeğin azlığını ve belki Resûl-i ekrem (s.a.v.) bu yemeği çok zannettiler diye düşü-
nürken tekrar, “Yâ Ebâ Eyyûb! Kureyş’in eşrafından otuz kişiyi davet et” buyurdular. Binlerce dü-- 231 -
şünce ile Kureyş’ten otuz kişi davet ettim, geldiler. O yemekten yediler, doydular. Bir mucize olduğunu
anlayıp, imânları kuvvetlendi ve bir daha bîat ettiler. Gittiler sonra “Altmış kişi davet et” buyurdular.
Ben mucize, olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde sevinerek altmış kişiyi Hz.
Resûlullah’ın huzuruna davet ettim. Geldiler, o yemeklerden yediler. Hepsi Hz. Resûlullahın mucizesini
tasdîk ederek döndüler. Ardından: “Ensârdan doksan kişi çağır” buyurdular. Çağırdım, geldiler.
Resûlullah’ın (s.a.v.) emri üzerine onar onar o sofraya oturup, yediler hepsi de bu büyük mucizeyi görüp,
gittiler. Yemek ise benim götürdüğüm kadar, sanki hiç el sürülmemiş gibi duruyordu. Yine anlattılar;
“Resûlullah’a (s.a.v.) daima akşam yemeği yapıp, gönderirdik. Kalanını, bize geri gönderdiği zaman, ben
ve Ümmü Eyyûb, Hz. Resûlullah’ın elinin değdiği yerleri araştırarak, oralardan yer ve bununla bereketlenirdik. Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz soğanlı veya sarımsaklı yemeği Resûlullah geri çevirmişti.
Onda elinin izini göremeyince, feryâd ederek yanına gittim. “Yâ Resûlallah! babam, anam sana fedâ
olsun! Siz akşam yemeğini geri çevirdiniz. Fakat, onda elinin izini göremedim. Halbuki ben ve Ümmü
Eyyûb, geri çevirdiğin yemekte elinin değdiği yerleri araştırmakta ve bununla bereketlenmekteydik.” dedim. Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki; “Bu sebzede bir koku his ettim. Ondan yemedim. Ben melekle
konuşan bir kişiyim.” “O yemek harâm mıdır?” diye sorunca, “Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı
ondan hoşlanmadım.” buyurunca; “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de hoşlanmam!” deyince Peygamberimiz (s.a.v.), “Siz onu yiyiniz.” buyurdu. “Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha
Resûlullah’a (s.a.v.) o sebzeden yemek yapmadık.” Peygamberimizin Herise (keşkek) yemeğini çok
sevdiğini Hz. Eyyûb-i Ensârî hazretleri rivâyet etmiştir.
Resûlullah (s.a.v.) Medine-i Münevvere’de bir kuşluk vakti, müslümanların iki gözbebeği Hz. Ebû
Bekr-i Sıddîk ve Hz. Ömer-ül-Fârûk ile karşılaştı. Üçü beraber Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine
gittiler. Evde olmadığını öğrenince, nerede olduğunu sordular. Bahçede çalışmakta olan Ebû Eyyûb-i
Ensârî hazretleri, Resûlullah’ın (s.a.v.) sesini işitip koşarak eve geldi. “Merhaba Yâ Resûlallah! Hoş geldiniz. Arkadaşlarınızla beraber safa geldiniz” diyerek karşıladı. Bahçede çalıştığını beyan edip, hurma
ağacından bir salkım kopararak geldi. Salkımda üç çeşit hurma vardı. Hz. Resûlullah “Yâ Ebâ Eyyûb!
Bu salkımdaki kuru hurmaları ayır” buyurunca; “Yâ Resûlallah! Emir sizindir. Ancak, size hayvan kesip, et ikrâm edeceğim.” Resûlullah da; “Eğer hayvan keseceksen, sütlü hayvan kesme” buyurdu.
Eyyûb-i Ensârî (r.a.) oğlak kesip, Ümmü Eyyûb (r.anha) da yarısını söğüş, diğer yarısını da kızarttı. Sı-
cak bir ekmek hazırladı. Etleri ekmeğin üzerine koyup, sofraya getirdi. “Yâ Resûlallah, buyurunuz” deyince, Resûlullah (s.a.v.); “Yâ Ebû Eyyûb! Bu ekmek ile etten bir parça da kızım Fâtıma’ya götür,
çünkü ben biliyorum ki; epey zamandan beri Fâtıma bu yemeği yememiştir.” Emir yerine getirilip,
sofra kalktıktan sonra Peygamberimiz “Bütün bu nimetler, ekmek, et, hurma, taze hurma ne güzel.
Bu nimetler şükür ister.” buyurup ağladılar. “Nefsim, yed’i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin
ederim ki, bu nimetler yüzünden, yarın kıyâmet gününde siz suâl olunacaksınız” buyurduktan sonra ilâve ettiler; “Ancak, sağlığınızda elinize geçen ni’metleri yemeğe başlarken “Bismillah”, doyduğunuz zaman da “Elhamdülillahillezi eşbaanâ ve en âme aleynâ fe efdâle” diyerek Cenâb-ı
Hakk’a şükür ve duâ ediniz. Zira, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği rızık, bu sebeple, size kifâyet eder.”
Gitmek üzereyken, “Yâ Ebâ Eyyûb! Yarın da sen bize gel” buyurarak davet etti. Davete icâbet edip,
Resûlullahın yanına gitti. Resûlullah (s.a.v.) Ebû Eyyûb-i Ensârî (r.a.) hazretlerini çok sevdiğinden, mü-
kâfat olarak, o’na bir cariyesini ihsan edip, “Yâ Ebâ Eyyûb! Bu cariye hakkında Allahü teâlâdan hayır
iste. Çünkü, bu cariye bizim yanımızda bulunduğu müddetçe, bundan hayırdan başka birşey
görmedik” buyurunca, Resûlullah (s.a.v.) yanından ayrıldıkta; “Ben Fahr-i âlem hazretlerinin vasiyetlerinde hayır görüyorum. O hayır da ancak bu cariyeyi âzad etmektir.” deyip âzad etti. Ebû Eyyûb-i Ensârî
(r.a.) Peygamberimiz (s.a.v.) için, hergün bir sofra hazırlamak âdetiydi. Bu izzet ve ikrâmıyla derecesi
çok yükseldi.
Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Ensâr-ı kirâm, Eshâb-ı kirâm, Mihmandâr-ı Nebevî ve Hz.
Muhammed (s.a.v.) ve yakın arkadaşlarına ev sahipliği gibi üstünlüklerinin yanında daha pekçok hâlleri
vardır. Bedir, Uhud, Hudeybiyye ve diğer bütün gazvelerde (harplerde) Resûlullahın yanında bulundu ve
Resûlullahın hayır duâlarına kavuşdu. Bir çok muharebelerde sancakdarlık hizmeti ile şereflendi. Bu
sebeple kendisine (Sancaktâr-ı Resûlullah) unvanı verildi. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, Eshâb-ı kirâm
arasında âhiret kardeşliği sözleşmesi yaptırırlarken, Hâlid bin Zeyd ile Mus’ab bin Umeyr hazretleri arasında da âhiret kardeşliği akdi yaptırmıştır. Hâlid bin Zeyd hazretleri Cemel ve Sıffîn vakalarında, Hz.
Ali’nin yanında bulundu. Kumandanları arasında yer aldı. Hz. Ali şehîd oluncaya kadar hep yanında bulundu. Suriye, Filistin muharebelerinde Mısır ve Kıbrıs’ın fethinde de bulundu. Gayet şecaatli ve pek
kahraman idi. Bir muharebede bir özründen dolayı bulunamadığı için hep üzülürdü.
Hurmalarını çalan cinnîyi gece yakalayıp: “Bu zamana kadar çaldıklarını sana helâl ederim. Ancak
bir şartım var. O da sizin zararınızdan kurtulmanın çaresini söylemendir.” buyurunca cinnî, Haşr sûresinin sonunu okumaktır cevabını vermiştir. - 232 -
Çok cömert idi. Evi herkese açıkdı. Eline geçeni Allah yolunda verirdi. Köleleri ve cariyeleri âzâd
eder, onlara ihsanda bulunurdu. Sünnet-i seniyyeye çok bağlı idi. Dünyayı sevmez, dünyâlıktan hoşlanmazdı. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra sık sık Ravda-i mutahhara’ya gidip, ağlardı. Bir defa imâm
olup, yanındakilere namaz kıldırdıktan sonra, arkadaşlarına: “Şeytân kalbime vesvese etti ve bana, bu
insanların arasında imamlığa müstehak senden başka bir ferd yoktur. Sen şimdi insanların hepsinden
efdalsin, bu açık bir hâldir dedi ve bundan sonra mecbur olmadıkça imamlık yapmayacağıma kalbimi
ucub ve riyadan koruyacağıma söz verdim” buyurdu.
Ebû Eyyûb-i Ensârî aynı zamanda ilim ve takvada da çok ileri idi. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştur.
Hemen birçok Sahâbî kendisinden ilim ve hikmet dersleri almış, Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
doğru anlaşılmasında kendisine müracaatta bulunmuştur. Kurra-i Kirâm’dan yani, Kur’ân-ı kerîmi ezbere
bilenlerin meşhûrlarından olup, Tâbiînin kırâat âlimi idi. O her gittiği yerde “Mihmandâr-ı Nebevî” olarak
büyük alâka ve hürmet görmüştür.
Hz. Ali’nin, hilâfeti zamanında Basra valisi Abdullah bin Abbas’ın (r.a.) yanına gitmişti, İbn-i Âbbas
kendisini görünce ona pek çok hürmet etmiş ve konağını ailesine tahsis etmiştir. Basra’dan ayrılırken
de, konağın bütün kıymetli eşyaları hediyye edildi. Kırkbin dirhem gümüş ve kırk köle ihsan ve takdim
edilmişse de, o köleleri âzâd etti ve paraları da onlara dağıttı.
Hz. Muâviye zamanında Mısır’ı da ziyâret eden Ebû Eyyûb-i Ensârî burada da büyük hürmet ve
alâka ile karşılanmıştır. Mısır Valisi Ukbe bin Âmir idi. Vali ile aralarında şöyle bir hâdise geçti. Vali bir
gün akşam namazına gecikti. Cemâat bir hayli bekledi. Nihayet cemaata gelip imâm oldu. Namazı geç
de olsa kıldırdı. Cemâat arasında Ebû Eyyûb-i Ensârî de vardı. Namazdan sonra Ebû Eyyûb-i Ensârî
Valiye “Ey Ukbe, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) akşam namazını geciktirenler hakkında şu sözünü duymadın
mı? “Ümmetim, akşam namazını yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar tehir etmedikçe hayır
üzeredir, yahut fıtrat üzeredir.” Hz. Ukbe, “Evet” diye cevap verince, “O halde akşam namazını niçin
bu kadar geciktirdiniz?” diye sordu. Ukbe (r.a.) meşguliyeti sebebiyle bu gecikmenin vâki olduğunu ifade
edince, Ebû Eyyûb-i Ensârî “Yemin ederim ki, senin bu yaptığını görerek halkın Resûlullah da böyle yapardı, zehabına düşmesinden endişe ederim” dedi ve valiyi ikaz ve işaret etti.
Onun Mısır seyahatinin asıl sebebi bir hadîs-i şerîfi, validen tahkik etmekti. Resûl-i Ekrem’den
(s.a.v.) rivâyet edilen hadîsi bizzat Peygamberden (s.a.v.) duyan Hz. Ukbe’den başkası hayatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, durumu Ukbe’ye bildirip, kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr
hadîs-i şerîfi şu şekilde anlattı: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) buyurdu ki: “Her kim bu dünyâda bir mü’minin
kusurunu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyâmet gününde onun kusurunu örter.” Hz. Ebû Eyyûb böylece
bir hadîsi tahkik etmenin gönül huzuru ile Medine’ye dönmüştür. Onun için, Allah yolunda cihâd için
cepheye gitmek ne ise, bir hadîs için de uzun yolları katetmek aynı derecede mukaddes bir vazifeydi.
Hz. Ebû Eyyûb, dört halife devrini de idrak ederek nihayet Hz. Muâviye’nin İstanbul fethi için teşkil
ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullahın (s.a.v.) İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir
sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. Hicretin ellinci (m. 670) senesinde Mısır’a gelerek bizzat katıldığı bu ordu ile İstanbul önlerine kadar gelen Hz.
Ebû Eyyûb-i Ensârî, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini
takip ediyor ve bir an önce iyileşip, savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muâviye kendisini bizzat gelip ziyâret etti. İyi olması temennisinde bulundu. Yezîd’in ziyâretinden memnun olan Ebû
Eyyûb-i Ensârî ecelinin yaklaştığını hissederek, Peygamber efendimizin şu hadîs-i şerîfini rivâyet ederek
“Kostantiniyye’de kalenin yanında bir recul-i sâlih defn olunacaktır” vasiyette bulundu: “Şayet burada vefât edersem, cenâzemi hemen defn etmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar
götürün ve beni oraya defn edin.” Mihmandâr-ı Nebevî, demek ki, manevî olarak defn edileceği yeri
görmüş ve müslümanların hayâli olan İstanbul fethine bir adım daha yakınlaşmak istemişti. Gerçekten
bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî ruhunu Rahman’a teslim eyledi. Vasiyeti üzerine askerler nâ-
şını elleri üzerinde ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar. Tekbir ve duâlarla defn ettiler.
Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî sağlığında göremediği o fethi vefâtından sonra kabrinden temaşa etmek
istemişti. Bu bakımdan İstanbul’un manevî fatihi olarak kabul edilen Ebû Eyyûb-i Ensârî, bu toprakları
asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır. Onun defn edilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için, Bizans Kayserine bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygamber Mihmandârı olduğunu ve Ona gelecek en küçük bir zararın, İslâm dünyâsında bulunan bütün kiliselerin yıkılıp
yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti. Gerek bu tehdit, gerekse Hz. Peygamberin büyük Sahâbîsi
olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına zarar verememiş, hattâ müslümanlar gibi onun mezarını
ziyâret ederek manevî yardımını dilemişlerdir. Zamanla o mezarda yatan zâtın hüviyeti Bizanslılarca
unutulmuş, fakat manevî havası sonraki asırlarda da devam etmiştir.
Bundan sonra İstanbul üzerine daha pek çok sefer tertip edilmiştir. Ancak her defasında muhkem
kalelerle korunan şehir feth edilememiş, bu şeref Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed Hân ve asker-- 233 -
lerine nasip olmuştur. Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed Hân (1429-1481) İstanbul’un fethini ger-
çekleştirdikten sonra devrin büyük âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddin hazretlerine: “Ey benim
muhterem Hocam! Târih kitaplarının yazdığına göre, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimiz hazretlerinin mihmandârı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) mübârek kabri, burada (İstanbul) kalenin
yakın bir yerindeymiş. Himmetinizle kabr-i şerîfin yerini bulmak ve bilmek arzusundayım” buyurunca
Akşemseddin, Sultana hitaben; “Sultanım ben geceleri şu semtte bir yere nûr inmekte olduğunu görüyorum. Zan ederim ki, o nurun indiği yerde, o mübareğin kabr-i şerîfi olsa gerektir” buyurdu. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu yere geldiler. Akşemseddin hazretleri bir müddet teveccühte bulunduktan
sonra: “Evet, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin ruh-u şerîfi ile şimdi mülâkat ettim, İstanbul’un fethini tebrik
edip, “Beni zulmet-i küfürden kurtardın.” buyurarak ferah ve sürûrunu belirtti buyurunca, Fatih Sultan
Mehmed Hân ve Akşemseddin ile maiyeti hep beraber, işaret edilen yere geldiler. Sultan Fatih,
Akşemseddin hazretlerine; “Efendim! Kabri şerîfin yerini tayin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım” dedi.
Akşemseddin hazretleri şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murakabede bulunduktan sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek: “Burasını kazınız. İnşâallahü teâlâ, iki arşın
sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Hz. Mihmandâr-ı Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabr-i şerîfidir”
buyurdu. İşaret edilen yer kazıldı. Buyurduğu gibi yazılı mermer bulundu. Sultan Fatih, Akşemseddin
hazretlerinin kerâmetine hayran kalıp, ziyadesiyle memnun oldu. Fatih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûbi Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe, Akşemseddin ve ailesine mahsus odalar ile bir de câmi-i
şerîf bina ettirdi. Burası bütün müslümanların ziyâretgâhı haline geldi. Câmi-i şerîfe 1136 (m. 1723) senesinde iki uzun minare yapıldı. Osmanlı Sultanı Üçüncü Selîm Hân 1203 (m. 1789), 1223 (m. 1807)
Eyyûb Sultan Câmii’ni 1215 (m. 1800) senesinde yeniden yaptırdı. İlk Cuma namazında Sultan Selîm
Hân da bulundu. Eyyûb Sultan Câmii’nin son tamirini 1380 (m. 1960) senesinde devrin başvekili Adnan
Menderes yaptırdı. Türbenin son tamirini Osmanlı Sultanlarından ikinci Mahmud Hân 1255 (m. 1808),
1223 (m. 1839) yaptırdı. Sanduka üzerindeki yazılar, Sultan’ın el yazısıdır. Türbedeki asılı levhadaki iki
beyti Sultan Üçüncü Selîm Hân söyleyip, devrin meşhûr hattadı Yesârîzâde yazmıştır.
Alemdâr-ı Kerîmi şâh-ı iklimi risâletsin
Muinim ol benim, dâim, bâhakkı Hazret-i Bari
Selîm ilhâmi her dem, yüz sürer bu Ravza-i Pâke
Şefâatle kerem kıl, yâ Ebâ Eyyûb el-Ensârî
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber efendimizden bizzat işiterek 150 hadîs-i şerîf rivâyet etti.
Bunlardan bazıları şunlardır:
Bir gün Hz. Hâlid bin Velîd’in oğlu Abdurrahman muharebe sırasında yakaladığı dört esirin katlini
emretmişti. Dördünün de atılacak oklarla can vermesini istemişti. Ebû Eyyûb bunu haber alınca
Abdurrahman’ı ikaz etmiş ve “Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) işkenceli ölümleri nefy ettiğini duydum” diyerek
bir hadîs-i şerîf nakletmiştir.
Bir başka rivâyetinde:
Bir adam Resûlullaha gelerek, “Yâ Resûlallah, bana veciz şekilde nasîhat eder misin?” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) nasîhat isteyen o adama şöyle dedi: “Namazını kıldığın zaman, sanki
dünyâya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes.”
“Ramâzan-ı şerîf ayında tamamen oruç tuttuktan sonra, şevval ayında altı gün daha oruç tutan kimse, bütün sene oruç tutmuş gibi olur.”
“Kim Allaha ortak koşmadan ibâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir. Ramazan ayında oruç
tutar ve büyük günahlardan sakınırsa, muhakkak onun için Cennet vardır.” Eshâb-ı kirâm, “Yâ
Resûlallah! Büyük günahlar nelerdir?” diye sordular. Resûlullah buyurdu ki: “Allah’a ortak koşmak,
müslüman bir kimseyi öldürmek ve cihâddan kaçmaktır.”
“Kılınan her namaz hatalara bir set çeker.”
“Sizden birisi helâya gittiğinde kıbleye yönelmesin ve kıbleye dönmesin.”
“Akşam namazına, yıldızlar doğmadan önce acele ediniz.”
“Sadakanın efdali, (en fazîletlisi) akrabaya verilendir.”
“Bir müslümana, din kardeşini, üç günden daha fazla terk etmek, karşılaştıklarında birbirinden yüz çevirmek helâl olmaz. Bunların en hayırlısı ilk önce selâm verendir.”
“Bir mücâhidin, fî sebilillah, düşmana hücum ve garat (akın) etmek üzere hareket ve faaliyette iken, üzerine güneşin doğması ve yine akşam üzeri harb meydanında karargâhına (gecele-- 234 -
mek için) dönmesi Allahü teâlâ indinde, güneşin üzerlerine doğup, battığı bütün dünyâ mal ve
mülkünden daha efdal, daha hayırlı ve sevabbdır.”
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-49
 2) Taberî Târîhi cild-3, sh-2324
 3) Üsüd-ül-gâbe cild-5, sh-143
 4) Hadikat-ul-cevâmi cild-1, sh-243
 5) Sahîh-i Müslim cild-1, sh-243 n
 6) Ensâb-ül-eşrâf cild-1, sh-267
 7) Semhudî Vefâ-ül-vefâ cild-1, sh-190
 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-998



Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...