03 Mart 2013

AKÎL BİN EBÎ TÂLİB (Ukayl) (r.a.):







AKÎL BİN EBÎ TÂLİB (Ukayl) (r.a.):

Eshâb-ı kirâmdan. Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlu. Hz. Ali ve Ca’fer-i Tayyar’ın (r.a.) büyük
kardeşidir. Ca’fer-i Tayyar”dan (r.a.) on, Hz. Ali’den yirmi yaş büyük olup, üçü de aynı anadandır. Künyesi Ebû Yezîd’dir. 60 (m. 680) târihinde vefât etti. Hz. Akîl başlangıcından beri İslâm’a yakınlık duyu-- 194 -
yordu. Ancak, Mekke’deki sosyal durumdan ve Mekkeli müşriklerin müslümanlara yaptığı işkenceleri
görüp, çekindiğinden bu düşüncesini açığa vuramadı. Mekke müşrikleri baskı yaptıkları için, Bedir sava-
şında istemiyerek onların yanında yer aldı. Müslümanlar onu esir aldılar. Kendisi fakîr idi. Kurtuluş fidyesini ödeyecek durumu yoktu. O’nun için, fidyesi, amcası Abbâs bin Abdülmuttalib tarafından ödendi.
Akîl’in (r.a.) İslâmı kabul edişi, Hudeybiye anlaşmasından sonra olmuştur. Müslüman olduktan
sonra, Medine-i Münevvere’ye hicret etmiştir. Böylece muhacirlerden olmuştur. Akîl (r.a.) Mûte gazasına
iştirak etti. Ancak dönüşünde uzun süren bir hastalığa yakalandı ve bu sebeple Mekke, Huneyn ve Taif
gazalarına iştirak edemedi. Daha sonra, tekrar Mekke’ye yerleşti. Ancak zaman zaman Resûlullah’ı
(s.a.v.) ziyâret eder, hizmette kusur etmezdi. Bu bakımdan, Resûl-i Ekrem’den (s.a.v.) birkaç hadîs-i
şerîf rivâyet etmiştir.
Akîl (r.a.) hicretten önce fakîr idi. Hicretten sonra daha da fakîrleşti. Resûlullah (s.a.v.) bu durumu
görünce Hayber seferinden sonra, kendisine yıllık bir maaş bağladı. Akîl’in (r.a.) başka geliri olmadığından geçimini yalnız bu maaşla temin ediyordu.
Rivâyet edilir ki, Akîl (r.a.) borçlanmıştı. O zaman halife olan kardeşi Hz. Ali’nin yanına gitti. Hz. Ali
ona borcunu sordu. 40 000 dirhem olduğunu söyleyince, ödeyecek parası olmadığından ona bir şey
veremedi. Sonra öderiz buyurdu.
Akîl bin Ebû Tâlib, Peygamberimizi (s.a.v.) çok severdi. Her fırsatta Resûlullah’a olan bağlılığını ve
sevgisini gösterdi. Resûlullah (s.a.v.) da onu severlerdi. Akîl hazretlerine buyurdu ki: “Yâ Ebâ Yezîd!
Ben seni ik cihetten seviyorum. Birincisi, yakın akrabam olduğun için, ikincisi, amcamın seni
sevdiğini bildiğim için.” Hz. Akîl, Resûlullah’ın kıymetli sünnetine uymakta çok dikkatli ve titiz idi. Çevresindekilere, cahiliyye âdetlerinden uzaklaşmalarını tavsiye ederdi. Akîl bin Ebî Tâlib, nesebler (soylar)
üzerinde geniş bir bilgiye sahipti. İyi ve kötü soylar, onlarla ilgili olay ve târihleri çok iyi bilirdi. Cahiliyye
devrine dair, örf ve adetler, meşhûr günler, hikâye ve destanlar hakkında derin bilgisi vardı. Bu yüzden
komşu kabileler arasında hürmet ve saygı görürdü. Bu konuda sorulan suallere geniş ve doyurucu cevaplar verirdi. Müslüman olduktan sonra cahiliyye devrine ait âdetlerin hepsini terk etmişti. Cahiliyye
âdetlerini iyi tanıdığından, neleri terk edeceğini de gayet iyi biliyordu. Çünkü, şerri, günahı, harâmı bilmeyenin, tanımıyanın, o kötülüğe, harâma düşme ihtimâli her zaman mevcuttur. Ama tanırsa, ondan
kendisini muhafaza etmesi mümkündü.
Akîl hazretleri hazır cevap bir zât idi. Yüz küsur sene yaşamıştır. Yezîd ile olan anlaşmazlıkta Hz.
Hüseyin’in tarafını tutarak, bu konuda önemli rol almıştır.
 1) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel cild-3, sh-451
 2) El-A’lâm cild-4, sh-242
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-42
 4) El-İstiâb cild-3, sh-167
 5) El-Îsâbe cild-2, sh-494
ALKAMA BİN KAYS (r.a.):
Tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerinde büyük âlim. Tâbiînin büyüklerinden olup, künyesi Ebû Şibl’dir. Peygamberimiz hayatta iken doğdu. Fakat O’nu görmedi. 62 (m. 681) senesinde Kûfe’de vefât etti. İlimdeki
üstünlüğü âlimler tarafından sözbirliği ile bildirilmiştir. Bu bakımdan ilimde rivâyetlerine müracaat edilen
müstesna bir âlimdir. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden Hz. Ebû Bekir’i, Hz. Ömer’i, Hz. Osman’ı, Hz. Ali’yi,
Hz. Âişe’yi, Abdullah İbn-i Mes’ûd’u, Hüzeyfet-ül-Yemânî’yi, Selmân-ı Fârisî’yi, Hâlid bin Velîd’i, EbüdDerdâ’yı ve diğer eshâbı görmüş olanlardan ilim alıp, hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuştur. Hz. Ali ile
Nihavend’de Haricilere karşı elinde kılıcı ile bizzat savaştı. Rabbânî âlimlerden olup, evliyânın büyüklerinden idi.
Alkame bin Kays, Kur’ân-ı kerîmi ve fıkıh ilmini Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan öğ-
rendi. Onun derslerinde çok üstün bir seviyede yetişti. Nitekim Hocası Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) “Benim okuduğum her şeyi okur ve bildiklerimi bilir” buyurmuştur. Bilhassa fıkıh ilminde en büyük âlimlerden
olan Alkame bin Kays çok sayıda âlim yetiştirmiş, Ehl-i Sünnet itikadının ve din bilgilerinin insanlara nakledilmesi ve öğretilmesi hususunda büyük hizmetleri olmuştur. Ehl-i Sünnetin reisi ve hanefî mezhebinin
imamı, İmâm-ı A’zam, ilmini onun talebeleri zincirinden almıştır. Alkame bin Kays’tan ilim öğrenen ve
rivâyette bulunanlardan en başta gelen talebesi ve yeğeni İbrâhîm Nehaî, Ebû Vâil, Muhammed bin Şî-
rîn, İmâm-ı Şa’bî, Abdurrahman bin Yezîd, Esved bin Yezîd ve Ömer bin Alkame, İmâm-ı Zuhrî ve daha
çok sayıda âlimlerdir.
Alkame bin Kays, hâl ve hareketleriyle hocası Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerine çok benzerdi.
Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.) da Peygamber efendimize (s.a.v.) çok benzerdi. Sesi çok güzel idi. Kur’ân-ı
kerîm okurken dinleyenler kendinden geçerdi. - 195 -
İbrâhîm Nehaî anlatır: “Alkame bin Kays Abdullah İbn-i Mes’ûd’un huzurunda Kur’ân-ı kerîm okurdu. Abdullah İbn-i Mes’ûd O’nu dinledikçe “Oku! anam babam sana fedâ olsun” derdi. Kendisi de şöyle
anlatmıştır:
Abdullah İbn-i Mes’ûd beni yanına çağırtır, Kur’ân-ı kerîm okumamı isterdi. Ben de okurdum. Ben
durunca, devam et, buyururdu. A’rac dedi ki: “Kur’ân-ı kerîm okumada, ses bakımından, insanların en
güzeli idi. İbn-i Mes’ûd ne zaman onun kırâatini dinlese, kendinden geçer ve “Eğer Resûlullah seni görseydi, seninle mesrûr olurdu” derdi. Beş saatte Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. Ebû İshâk, Esved bin
Yezîd’in şöyle dediğini nakleder: Abdullah İbn-i Mes’ûd’u Alkama bin Kays’a ilim öğretirken gördüm.
Kur’ân-ı kerîm sûrelerini öğrettiği gibi teşehhüdü de öğretiyordu.
Alkama bin Kays Tefsîr ilminin büyük imamlarındandır. Âyet-i kerîmeleri tefsîr ederken hadîs-i şerîflere müracaat ederdi. En’am sûresi 82.nci âyet-i kerîmesinin tefsîri hakkında İbn-i Mes’ûd’dan şöyle
rivâyet etmiştir: “İmân edip de, imânlarını bir zulm ile karıştırmayan kimseler yok mu? işte korkudan emin olmak onlara mahsustur, hidâyete erenler de onlardır” (En’âm 82.) âyet-i kerîmesi nazil
olunca Eshâb-ı kirâm “Hangimiz zulüm etmiş bulunuyoruz?’’ diye Resûlullah’a sordular. Resûl-i Ekrem
“Bu sizin hakkınızda değildir” dedi ve sonra “Hani Lokman da oğluna nasîhat ederek demişti ki,
“Oğlum, Allaha şirk koşma! Şüphe yok ki bu şirk pek büyük bir zulümdür” (Lokman 13) âyetini
okudular. Bu âyet-i kerîme ile En’âm sûresi 82. âyetindeki zulmün Allah’a ortak koşmak olduğunu bildirmiştir.
Gençliğinde bir şeyi ezberleyince, sanki önümdeki kağıt üzerinde yazılı imiş gibi ezbere okurdum,
demiştir. Fıkhî meseleleri sormak üzere kendisine çok kimse müracaat ederdi. Hadîs ilminde hâfız (Hadîs-i şerîf âlimi) derecesinde idi. Yüzbin hadîs-i şerîfi senetleri ile ezbere bilirdi. Rivâyet ettiği hadîs-i
şerîfler Kütüb-i sitte’de (meşhûr altı hadîs kitabı) yer almıştır. Vasiyetinin bir kısmı şöyledir: “Ben vefât
ederken başımda Lâ ilâhe illallah diyerek telkinde bulununuz. Vefât haberimi yaymayın ve beni hemen
kabrime götürün.” Vefâtında bir örtüsü bir de Kur’ân-ı kerîmden başka hiçbir şeyi olmadığı görüldü.
Abdullah bin Mes’ûd’dan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah “Mü’min, ta’n etmez (kötülemez), la’nette bulunmaz ve müstehcen konuşmaz.” buyurdu.
Yine İbni Mes’ûd’dan “Peygamber efendimiz seferi iken bazen oruç tutar, bazen iftar ederdi.
Farz namazları iki rek’at kılardı.” dediğini rivâyet etmiştir.
Yine Abdullah İbn-i Mes’ûd (r.a.)’dan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz buyuruyorlar
ki: “Kalbinde hardal danesi kadar imânı olan hiçbir kimse Cehennemde ebedi kalmaz.”
“Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever, kibir, hakkı inkâr edip insanları tahkir etmektir.”
 1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-986
 2) El-A’lâm cild-4, sh-248
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-7, sh-276
 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-6, sh-86
 5) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-48
 6) Hilyet-ül-Evliyâ cild-2, sh-98
 7) Miftâh-üs-seâde cild-2, sh-20
 8) Kâmûs-ul-A’lâm cild-4, sh-3174
 9) El-Menhel-ül-azb-ül-Mevrûd cild-1, sh-186
10) Târîh-i Bağdâd cild-12, sh-29
ÂMİR BİN FÜHEYRE (r.a.):
Mekke-i Mükerreme’den, Medine-i Münevvere’ye hicret edenlerden, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk’ın
azadlı kölesi, meleklerin defn ettiği bir sahâbî. Hicretin 4. yılında (m. 626) Bi’r-i Maûne faciasında şehîd
oldu. Benî Teym bin Mürre kabilesinin kölelerinden olarak tanınırdı. Esasen Ezd kabilesinden idi. İslâm’a
girişi İslâmın başlangıç günlerine rastlar. O sıralarda Âmir bin Fuheyre hazretleri, Tufeyl bin Abdullah’ın
çobanıydı. Nice yıllar her şeylerini kaybedip, insanlıklarını unutmuş kimselere hizmet etti. Ama bütün
hizmetlerinin karşılığı sadece karın tokluğuydu. Belki karınlar toktu, fakat ruhlar açtı. Günler böyle
ızdıraplar içinde geçip gitti. Nihayet beklenen, İslâm güneşi doğdu ve etrafa yavaş yavaş ışıklarını saç-
maya başladı. İslâmla müşerref olanlar, Onun mânevi lezzetini tattılar. Tadını alan bir daha O’nu bırakamadı. İnsan, kalbe giren bu ilâhi aşktan ayrılabilir miydi? Bu ilâhi aşka tutulanlardan biri de Âmir bin
Fuheyre hazretleriydi. Fakat köleydi ve sözde efendisi vardı. Kalbinde duyup, vücudunun bütün zerrelerinde hissettiği îmân lezzetini açıklayamazdı. Zira efendisi buna müsaade etmiyordu. Âmir, bu vücut
mutlaka bir gün toprak olacak, nefsin elinde bir oyuncak olan bu beden mutlak çürüyecek. Öyleyse bu
dünyâda bu kadarcık işkenceye dayanıversin diye düşündü. Bu düşünce zinciri akıp gitti. Artık Âmir bin
Fuheyre hazretleri yüce dînin emirlerini yerine getirmeğe başladı. Kınayanın kınamasından; kızanın - 196 -
kızmasından çekinmedi. Bu yüzden çeşitli işkencelere mâruz kaldı. Bilâhare Hz. Ebû Bekir, onu satın
alarak âzâd etti.
Bu sırada müşrikler iyice azıttılar. Müslümanlara her türlü işkenceyi, eza ve cefayı yapmaktan geri
durmadılar. Allahü teâlânın Resûlü (s.a.v.) ve en yakını Hz. Ebû Bekir ile Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret edeceklerdi. Nihayet ilâhi izin geldi ve iki sadık dost yola çıktılar. Sevr mağarası önüne geldiklerinde Mekke çalkalanmakta, her taraf aranmaktaydı. Resûlullaha (s.a.v.) yardımcı olanın canı tehlikedeydi. Bütün bunlara mukabil Âmir bin Fuheyre hazretleri sütlü davarları uygun vakitlerde
mağaranın önüne getirdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir’in yiyecek ve içeceğini temin
etti. Böylece onlarla beraber hicret etme şerefine de kavuştu. Resûlullah (s.a.v.) Mekke’den Medine’ye
hicret eden müslümanları birbirine kardeş yaptığında Âmir bin Fuheyre’yi (r.a.) de Ensâr’dan Hâris bin
Ens ile kardeş yaptı.
Hicretten sonra, Medine-i Münevvere’de bir araya gelen müslümanlar gittikçe artıp, kuvvetlenmekteydi. Bu vaziyet müşrikleri iyice endişelendirdi. Nihayet müslümanlarla müşrikler arasında Bedir ve
Uhud gibi, müslümanlar için hayatı ehemmiyet arz eden savaşlar oldu. Âmir bin Fuheyre hazretleri bu
savaşların her ikisine katılmak se’âdetine kavuştu. Her iki savaşta da müslümanlar az olmasına rağmen,
kendilerinden kat kat fazla düşmanı mağlub ettiler. Bununla beraber müşrikler boş durmadılar. Hicretin
dördüncü senesiydi. Necd Şeyhi Ebû Bera, Medine’ye gelip, Resûlullaha (s.a.v.) müracaat etti. Kabilesine dînî bilgileri öğretmesi için muallimler istedi. Yetmiş kişilik bir mürşid, yetişkin heyet hazırlanıp gönderildi. İşte yetmiş kişilik bu seçkin heyet Bi’r-i Ma’une’de saldırıya uğradı. Ebû Bera’nın kardeşinin oğlu
Âmir’in tertiplediği bu alçakça hareket neticesinde Umeyye oğlu Amr’ın dışında hepsi kılıçtan geçirildi.
İslâma hizmet etmek için bu irfan ordusunun uğradığı akıbet unutulmaz bir acı oldu. Hele bu şehîdler
arasında yer alan Âmir bin Fuheyre’nin (r.a.) vaziyeti daha bir başkaydı. Şehîd edilişi sırasında vuku
bulan hâdiseyi müşriklerin kısa akılla anlamaları, kavramaları zordu. Azgın müşriklerin, sırtından saplamış oldukları mızrak göğsünü yarıp çıkmıştı. Kanlar fışkırmaktaydı. Bu kan, alelâde bir insan kanı değil,
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) müsaadesiyle İslâmı ve Kur’ân-ı kerîmi öğretmek için yola çıkmış bir sahâbînin
mübârek kanıydı. Oradaki durum izah edilmesi zor durumdu. Bu vahşetin içinde olan Cebbar’a bir şeyler
olmaktaydı. “Acaba başkası gördü mü?” Yoksa yalnız kendisi mi gördü? Hayret etti. Gördüklerini anlatmaya kalksa, kime anlatacaktı? Çünkü onun gibi olanlar da sadece gözleriyle gördüklerine inanırlardı.
Kalbleri imândan nasîbini almamıştı. Âmir bin Fuheyre (r.a.) hazretleri şehâdet şerbetini içtiği zaman
onun semaya doğru kaldırıldığını gördüler. Dahası onu melekler defn etti. Bu sırada Cebbar bin Selma
bin Mâlik durumu daha farklı seyredip, hâdisenin daha farklı hallerine şâhid oldu. Cebbar, Âmir bin
Fuheyre hazretlerinin vücuduna mızrağını batırıp çıkarırken, Ondan: “Vallahi kazandım, kurtuldum” sö-
zünü işitti. “Ama neyi kazanmıştı?” diye kendi kendine düşündü. Evet Onun “Kazandım” sözü bir sevinç
çığlığıydı. Nimete kavuşma neşesi ile söylenmişti. Cebbar, kendi kendine sordu: “Nedir bu sözün mânâ-
sı?” Ona, “O şehîdlik rütbesine kavuştu, Cenneti kazandı” diyorlardı. “Bu ne demektir?” diye içinden söylenip durdu. Sonra cesedler arasında Âmir bin Fuheyre (r.a.)’ın cesedini aradığı halde bulamadı.
Böyle garip haller olup, Âmir bin Fuheyre (r.a.) hazretlerinin ruhu da Cennete uçup gitti. “Kurtuldum” sözünü duyan Cebbar da derece derece İslâm’a yaklaştı. Müşrik topluluğu içinde tek imâna gelen
de yine Cebbar oldu.
Allahü teâlânın hikmetidir ki, hâdise neticesinde birisi şehîd olmuştur, diğeri ise hidâyete ermiştir.
Âmir bin Fuheyre (r.a.) şehîd olduğu sırada 40 yaşındaydı.
Müşriklerin, müslümanlara yaptığı bu ihânete, Eshâb-ı güzîn’in bu şekilde pusuya düşürülmesine
Resûlullah (s.a.v.) çok üzüldüler. Onların şehîd olduklarını Medine-i Münevvere’de oldukları halde haber
verdiler.
 1) El-İstiâb cild-3, sh-7
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-230
 3) El-Îsâbe cild-2, sh-252
 4) Sahîh-i Buhârî, kitab-ul-megâzî cild-5 sh-53, 44
 5) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-91
 6) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-109
AMMÂR BİN YÂSER (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Ammâr bin Yâser bin Mâlik bin Kinâne bin Kays, milâdî 563 yılında
Mekke’de doğup 37 (m. 657) yılında Sıffîn savaşında doksandört yaşında iken şehîd düştü. Künyesi
Ebû Yekzan’dır. Babası aslen Yemenli olup, Yemen’deki Kâhtanî’lerin Mezhic kabilesinin Ans kolundandır. Hâris ve Mâlik adında iki oğlu ile birlikte üçüncü oğlunu aramak üzere Mekke şehrine geldiklerinde,
hürriyetini kaybederek, Benî Mahzûm kabilesinde Ebû Huzeyfe bin Mugîre’nin kölesi olmuştur. Ebû - 197 -
Huzeyfe, Yâser’i kendi cariyelerinden Sümeyye bin Itayyat ile evlendirdi. Bu evlilikten Ammâr doğmuş-
tur. Annesi ve babası ile beraber ilk İslâma gelenlerdendi. İlk müslümanların otuzuncusudur.
Ammâr ve Süheyb (r.a.), Dâr’ül-Erkâm da aynı vakitte müslüman olmuşlardı. O zaman Peygamberimiz (s.a.v.) Dar’ül-Erkâm’da bulunuyordu. Ammâr (r.a.) bunu şöyle anlatıyor: Dar’ül-Erkâm’ın kapısında
Süheyb’e (r.a.) rastladım. “Burada ne yapıyorsun?” dedim. O da bana “Sen ne yapıyorsun?” dedi. Ben
de “Hz. Muhammed’in huzuruna girip, sözlerini dinlemek istiyorum.” dedim. O, “Ben de bunu istiyorum”
dedi. Beraber huzura girdik. Bize İslâmı arz etti. Biz de müslüman olduk. Kendisinin arkasından ailesi
de, İslâm ile şereflendi.
Kendisi, annesi ve babası, müslüman oldukları için, müşriklerden çok eza ve cefâ gördüler. Muhammed bin İshâk der ki; Ebû Tâlib hayatta iken putperestlerden bir kimse, Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) kö-
tülükte bulunamazlardı. Eshâbdan tanınmış kimselere dahi, kavimlerinin himayesi ve aşiretlerinin kalabalık oluşu sebebiyle istedikleri gibi eza ve cefâ edemezlerdi. Lakin müslümanların kimsesizlerini ve
fakîrlerini bulup, bunlara çeşit çeşit azâb ile eziyyet edip, türlü cefalar ederlerdi. Bunların içinde en çok
eziyet görenler Bilâl, Süheyb, Habbab ve Ammâr bin Yâser’dir. Bunlardan kimini günün sıcağında kızmış taşlarla dağlarlar, kimini kızgın güneş altında aç ve susuz bırakıp, “Muhammed’in dininden dön”
derlerdi. Onlar bu dayanılmaz cefâlara sabr edip, İslâm dininden dönmezlerdi.
Benî Mahzûm kabilesinin ileri gelenleri, Ammâr bin Yâser’in (r.a.) babasına ve Sümeyye adındaki
validesine işkence edip, sıcak günde kum içine gömerler ve üzerinde et pişecek kadar sıcak taşları gövdesine dizerlerdi. Sonra “Lât ve Uzzâ, Muhammedin dininden iyidir deyin” derlerdi. Onlar demeyiz derlerdi. Bir keresinde Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yanlarından geçip: “Sabır edin ey Yâser ehli: Size va’d edilen yer Cennettir” buyurdu. Ammâr bin Yâser’in müşrik Kureyş’lilerden görmüş olduğu işkence dillere
destan olacak şekildedir. Ezâya ve bir musîbete uğramadığı gün, hemen hemen yok gibi idi. Bir gün
Ammâr’ın validesi olan Sümeyye’yi iki devenin arkasına bağlamışlardı. Ebû Cehl arkasından kamçı ile
vurup öldürdü. Babası Yâser’i de (r.a.) şiddetli azap yaparak öldürdüler. İslâmda ilk şehîd olan bunlardır.
Lâkin Ammâr, kâfirlerin dediklerini, ikrah ile, diliyle söyledi. Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) Ammâr kâfir oldu
dediler. Buyurdu ki: “Hâşâ! O kâfir olmaz. Başdan ayağa kadar imândır ve eti ile derisi arası îmân
ile doludur.” Ammâr küffar elinden kurtulup, Resûlullahın yanına geldi. Kâfirlerin eza ve cefasından
ağladı. Resûlullah (s.a.v.) iki mübârek eliyle gözünün yaşını sildi ve teselli buyurdu.
Bu hâdise üzerine, Nahl sûresinin yüzaltıncı “Kim Allah’a küfrederse, onlara şiddetli bir azâb
vardır. Ancak kalbine îmân yerleşmiş olduğu halde (küfür kelimesini söylemeye) zorlanıp, sadece
diliyle söyleyenler müstesna” âyet-i kerîmesi nazil oldu. Resûlullah (s.a.v.) de Hz. Ammâr’a “Müşrikler eziyet ederlerse, yine böyle söyle” buyurdular.
Ammâr bin Yâser hazretleri, Mekke devrinde görmüş olduğu işkenceler karşısında Habeşistan’a
hicret edenler arasında bulunmuştur. Bilâhare tekrar Mekke’ye dönmüş ve hicret-i nebevide Medine’ye
göç ederek Hz. Münzir bin Abdü’l-Mübeşşir’in misafiri olmuştur. Daha sonra Resûl-i Ekrem onu,
Ensârdan Huzeyfe bin Yemân ile din kardeşi yapmıştır. Medine-i Münevvere’ye gelince, Resûlullah için
bir ibâdet ve istirahat yerinin gerekli olduğunu söyledi, İslâm’da mescid yapılmasına ilk teşebbüs eden O
oldu. Kubâ mescidini O yapmıştı. Hz. Ammâr, Bedr, Uhud, Hendek, diğer gazâlar ve Bîat-ı Rıdvan’da
bulundu. Müseylemet-ül-Kezzâba karşı yapılan Yemâme muharebesinde bir kulağı kesildi. Kanlar akarken bile müslüman askerleri harbe teşvik etti. Hücumdan da geri kalmadı.
Hz. Ömer halife olunca, onu Kûfe valiliğine ta’yin etti. Cemel, Sıffîn muharebelerinde Hz. Ali’nin
yanında yer aldı. 37 (m. 657) Sıffîn muharebesinde doksandört yaşında iken şehîd oldu. Cenâze namazını Hz. Ali kıldırdı. Elbisesiyle, yıkanmadan defn edildi.
Ammâr bin Yâser, ahlaken yüksek bir zâttı. Son derece doğru ve hakkaniyete riâyetkâr idi. Zühd
ve takva sahibi idi. Sade yaşardı. Gayet belîğ (açık) ve veciz bir hitâbete sahipdi. Namazına çok dikkat
ederdi.
Hiçbir namazını kazaya bırakmazdı. Fitne ve fesâddan çok sakınmasına rağmen kendisini fitne ve
fesadın içinde bulmuştur ki bu da ilâhi bir imtihandır. Ammâr bin Yâser, hadîs-i şerîfleri en doğru bilenler
arasında sayılmaktadır. Şöhretini dünyâya düşkün olmamasına ve harâmlardan sakınmasına, insanlar
üzerinde bıraktığı itimada, dâvasına sadakatle bağlılığına borçludur.
Hz. Ammâr, uzun boylu, buğday tenli, aksakallı idi. Başının tepesi saçsız, nûr yüzlü bir zât idi.
Sahâbe ve tâbiînden bazısı Ammâr’dan (r.a.) hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hz. Ali, İbn-i Abbas, oğlu
Muhammed bunlardandır.
İbn-i Abbas’ın rivâyetine göre “Hiç (evvelce) küfürlü ölü olup, (sonra) kendisini hidâyetle dirilttiğimiz ve ona insanlar arasında da bir nûr (imân) verdiğimiz kimse; karanlıklar içinde (küfür-- 198 -
de) kalmış olan ve ondan bir türlü çıkamayan kimse gibi olur mu?” âyet-i celîlesinde karşılaştırılan
iki kişiden ilki Ammâr bin Yâser, ikincisi, Ebû Cehl’dir.
Hz. Ammâr’ın fazîletleri çoktur. Hakkında hadîs-i şerîfler vardır.
“Ammâr’a düşman olana Allahü teâlâ düşman olur. O’na buğz edene, Allahü teâlâ buğz eder.”
“Cennet; Ali, Ammâr, Selmân ve Bilâl’i şiddetle arzu etmektedir.”
“Her Peygamberin seçkin yardımcı ve yakınları yedidir. Benimki ondörttür. Bunlar: Hamza,
Ca’fer, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Hasan, Hüseyin, Abdullah bin Mes’ûd, Selmân, Ammâr, Ebû Zer,
Huzeyfe, Mikdâd ve Bilâl’dir.”
Resûl-i Ekrem efendimizden 62 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Sahih-i Buhârî ve Müslim’de 7 hadîsi
vardır.
Ammâr bin Yaser’in bilinen çocukları Muhammed bin Ammâr ile Ümmü’l-Hakem adında bir kızıdır.
Oğlu Muhammed bin Ammâr bin Yâser, hadîs ilminde sika (güvenilir sağlam) sayılmaktadır.
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-246
 2) Eshâb-ı Kirâm sh-312
 3) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-1, sh-343
 4) Ensâb-ül-eşrâf cild-1, sh-156
 5) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-1, sh-9S, 123, 125, 404
AMR BİN ÂS (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden. Tahminen m. 574 yıllarında Mekke-i Mükerreme’de doğdu. 43 (m.
663) yılında, doksan yaşlarında Mısır’da vefât etmiştir. Amr bin Âs hazretlerinin nesebi: Amr bin Âs bin
Vail bin Hâşim bin Suayd bin Sehm bin Amr bin Hesis bin Kâb bin Le’vi Kureyşî Sehmî’dir. Âs bin Vâil
Es-Sehmî’nin oğludur, Ebû Abdullah, Ebû Muhammed künyeleri vardır. Annesi beni Aneze’den
Nâbigâ’dır.
Hz. Amr bin Âs’ın mensûb olduğu, Benî Sehm kabilesi, İslâmiyet’ten önceki cahiliyye devrinde,
Kureyşin ileri gelen, tanınmış ailelerinden idi. Müslüman olmadan önce, babası Âs bin Vâil sağ iken ismi
pek duyulmazdı. Ancak ikinci derecede reisler arasında ismi geçerdi. 8 (m. 629) yılında müslüman olduktan sonra kendini göstermeye başlamıştır. Müslüman olmadan önce, müslümanlar ikinci defa Habe-
şistan’a göç ettikleri zaman, Kureyş kâfirleri tarafından, Habeş’teki müslüman muhacirlerini teslim etmesini teklif için Habeş hükümdarı Necaşî’ye elçi olarak gönderilmişti.
Amr bin Âs, önceleri kabilesine uyarak İslâm aleyhinde çalışmış olmakla beraber, Hendek sava-
şından sonra, İslâmiyet üzerinde düşünmeğe koyuldu. Düşünüyor, düşündükçe değişiyordu. Amr bin
Âs’ın durumundaki bu değişiklik kabilesinin gözünden kaçmıyordu. Zira artık müslümanlara muhalefet
etmediği gibi, muhalefet edenlerden de kaçıyordu. Meseleyi kendisine açtılar. Açık açık konuştular. Fakat Amr bin Âs (r.a.) artık kalbini İslâma çevirmişti. Kendisini kınayanlara “Aldanıyorsunuz.” diyordu. Onları ikna etmeğe, yola getirmeğe çalışıyordu. Mekke’nin fethinden önce bir ara çarşıda Hâlid bin Velîd ve
Ebâ Süleymân ile tesadüfen görüştü. Fikrini onlara açıkladı. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) hizmetine baş
koymak istediğini söyledi. Meğerse onlar da aynı düşüncede imişler. Teklifi hemen kabul ettiler. Hicretin
sekizinci yılı, Mekke’nin fethinden altı ay önce üçü birlikte Medine’ye gelerek müslüman oldular. Fetihten
önce imâna gelenlerin şereflerine ve yüksek derecelerine kavuştular. Diğer bir rivâyette, Hudeybiye anlaşması ile Hayber’in fethi arasında müslüman olmuştur.
Amr bin Âs (r.a.) İslâmiyeti kabul ettikten sonra eski hatalarından dolayı çok pişman oldu. İslâma
hizmet etmeyi, müşriklere karşı savaşmayı şiddetle arzu etti. Böylece İslâm dininin yaman ve yiğit mü-
câhidi oldu.
Vâkıdî’nin (r.a.) ifade ettiğine göre; Amr bin Âs, Peygamberimize “Yâ Resûlallah, nice müddettir,
şeriat sarayını yıkmağa kasdettim. Şimdi muradım odur ki, İslâm’a geldiğim belli ola.” deyince, Resûl
aleyhisselâm “Yakında seni bir hizmete gönderirim” buyurdu. Sonra Peygamber efendimiz (s.a.v.)
tarafından bir seriyye ile (bir bölük askerin kumandanı olarak) babasının dayıları olan Belî bin Ömer bin
Lihaf kabilesine karşı gönderildi. Zat-üs-selâsil adındaki yere gelince, kâfirlerin başka kabilelerle birleşti-
ğini haber aldı. Durumu Resûlullaha arz edip, yardım istedi. Resûl aleyhisselâm, Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.)’ın emri altında, Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer’in de bulunduğu bir birliği gönderip, Amr’a yardım
etmelerini emr eyledi. Amr, Ebû Ubeyde’nin yardımı ile kuvvet buldu. Düşman cezalandırıldı. Selâmet ve
ganimet ile Medine’ye döndüler. Bu Seriyyeden sonra, Amr bin Âs (r.a.), Resûlullaha sordu ki, Yâ
Resûlallah, en ziyade kimi seversin? Resûl aleyhisselâm, “Aişe’yi” buyurdu. Erkeklerden kimi sevdiğini
sordu. Resûlullah, “Âişe’nin babasını” buyurdu. Amr, ondan sonra kimi deyince, Resûlullah, “Ömer’i”- 199 -
buyurdu. Amr, sordukça Resûl aleyhisselâm bir bir Eshâbın isimlerini zikretti. Böylece Amr (r.a.), beylik
ve emirliğin, fazîlete sebep olmadığını ve ziyade muhabbete delil olamayacağını anladı.
Amr bin Âs, müslüman olduktan sonra, Mekke fethine iştirak etti. Bunun arkasından Huneyn gazvesinde bulundu. Sonra Resûlullah ile birlikte Medine’ye döndü. Mekke fethinden bir müddet sonra Suva
ve Benî Hüzeyl kabileleri putperestlikte ısrar ettikleri için bunların üzerine Hz. Amr bin Âs kumandasında
küçük bir ordu gönderilerek müslümanlığı kabul etmeleri sağlandı.
Mekke’nin fethinden sonra Resûl-i Ekrem bazı hükümdarlara, İslâma davet eden mektûblar gönderdi. Umman’a da Amr bin Âs’ı (r.a.) göndermişti. Resûl aleyhisselâmın (s.a.v.) mektubunu okuyan
Umman hükümdarları müslüman olmuştu. Bunun üzerine Amr bin Âs (r.a.), Resûlullah tarafından Umman’a vali tayin edildi. Hiç azl olunmadı. Resûl-i Ekrem’in vefâtına kadar bu vazifeye devam etti.
Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti sırasında, önce Umman’daki mürtedleri (İslâm’dan dönenleri) sonra da Hz.
Ebû Bekir tarafından çağrıldığında, Medine’ye gelerek, Benî Kadaa mürtedlerini yola getirdi. Sonra
Umman’a döndü. Hz. Amr bin Âs irtidat kargaşalığını başardıktan sonra, Hz. Ebû Bekir tarafından Irak
ve Şam’ın fethine gönderildi. 13 (m. 634) yılında Ecnadin muharebesini yaparak, Bizanslıları mağlûb
etti. Bu savaştan sonra Şam’ın fethi İslâm ordusuna nasîb oldu. Şam’ın fethinden sonra, Bizanslılarla
Fahl ve Yermük savaşlarını yaptı. İslâm ordusu, Bizans ordularını üst üste mağlubiyete uğrattı. Bu arada
Dımaşk, Fahl, Yermük, Kansereyn ve diğer birçok yerler alındı. Haleb, Menbee ve Antakya halkı ile sulh
yapıldı. Yermük savaşı neticelendikten sonra, Amr bin Âs’a (r.a.) başka işler düşüyordu. Durmak yoktu.
Gazze, Sabastin, Nablus, Ledda, Mabni, Beyt, Cirin, Amvas arka arkaya feth olundun Ancak, Kudüs
daha feth edilememişti. Hz. Amr bin Âs, Kudüs’ü kuşattı. Kudüs hükümdarı, Halife’nin bizzat gelmesi
halinde şehri teslim edeceğini bildirdi.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Şam’a geldi. Sulh ile işi halletti. Kudüs böylece müslümanların eline
geçti. Hz. Amr bin Âs, Filistin’in fethi tamamlanınca, Hz. Ömer tarafından Filistin valisi oldu. Halife’den
izin alarak Mısır’ı fethe koyuldu. Mısır’a girdi. Bazıları çok uzun süren, peşpeşe savaşlardan sonra Mısır
feth edildi. Amr bin Âs (r.a.) Mısır’dan sonra, Kuzey Afrika’ya yönelerek Trablusgarb ve Siyre’yi de fethetti. Trablus ve civarının, feth edildiğini Halife’ye bildirdi. Tunus, Merakeş ve Cezayir’in de fethi için izin
istedi. Fakat daha fazla ileri gitmenin mahzurlu olacağı, orada kalmanın daha uygun olduğu halife tarafından bildirilince, Amr bin Âs daha fazla ilerlemedi. Amr bin Âs (r.a.), Hz. Osman zamanında Mısır Valiliği’nden alınarak Medine’ye getirildi. Halife’nin müşaviri oldu.
Sıffîn muharebesinde ictihâdı, Hz. Muâviye’nin ictihâdına uygun oldu. Hz. Muâviye’nin halifeliği sı-
rasında tekrar Mısır’a vali oldu. Vefâtına kadar bu vazifede kaldı. 43 (m. 664) târihinde 93 yaşında iken
vefât etti. Cenâze namazını Ramazan bayramının birinci günü oğlu Abdullah bin Amr hazretleri kıldırdı.
Mukattam mevkiine defn edildi.
Amr bin Âs hazretlerinin Abdullah ve Muhammed adında iki oğlu vardı. Bu oğullarının ikisinin de
Riyta binti Münebbih’den veya Havle binti Hamza’dan olduğu rivâyet edilmektedir. Orta boylu, cesur,
edip ve belîğ olan Hz. Amr bin Âs, hemen hemen ömrünün tamamını savaş meydanlarında geçirmiştir.
Bu bakımdan ilimle fazla uğraşamadı. Ancak çok temiz ve fasîh bir Arapça ile Kur’ân-ı kerîm okur ve
bundan derin bir zevk duyardı. Savaştan fırsat buldukça, halka öğüt verir, Resûl-i Ekrem’in söz ve davranışlarını anlatır ve bunu pek şerefli bir vazife sayardı. Bilhassa dünyâya fazla bağlı olmamak gerektiği
üzerinde ısrarla dururdu. Ayrıca bazı fıkhî meselelerde kıyas ve ictihâdlarda da bulunmuştur. Zamanının
en iyi edip ve hatiblerindendi. Kısa ve toplu yazmak, mükemmel teşbihler yapmak onun özelliklerindendi. Yaratılıştan hak sever bir zât idi. Resûl-i Ekrem’e karşı duyduğu çok derin sevgisi hemen hissedilirdi.
Amr bin Âs hazretleri akıllı, bilgili, siyasette usta ve asker bir sahabî idi. Çok zekî idi. Şa’bî İslâm’daki
Arab dâhileri dörttür. Amr onlardan biridir. O çetin günler içindir.” demiştir. Hayırlı işlerde aceleci ve atak
idi. Bilhassa savaşlarda bu özelliği daha çok belli olurdu.
Hz. Amr, sadece savaşlarda değil, devlet idaresinde de dâhi idi. Memleket idaresi, mahkemelerin
tanzimi, vergi toplanması gibi işlerde de pek büyük başarılar göstermiştir. Bu arada ilk defa Fustat şehrinde, bugünkü Anadolu câmilerinin minarelerine benzeyen minareli bir câmi yaptırdı. Kahire ile Kızıldeniz arasında ondokuz kilometrelik bir kanal açtırarak, hicaz bölgesine gemilerle yiyecek sevk etti.
Birisi Amr bin Âs’a (r.a.), siz akıllı adamdınız. Niçin İslâma girmekte geciktiniz? deyince, O cevap
olarak “Biz, yaş ve bilgi bakımından, bizim önümüzde olan insanlarla beraberdik. Onların yalancılıkları,
akılsızlık derecesinde idi. Resûlullah (s.a.v.) Peygamber olarak gönderilince, O’nu kabul etmediler. Bu
hepimize tatlı geldi. Onlar gidip, sıra bize gelince, düşündük, inceledik Hakkın çok açık olduğunu gördük. Böylece İslâm kalbime yerleşti. Resûlullahın (s.a.v.) iyilik yapana öldükten sonra iyilik, kötülük yapana kötülük yapılacağı, sözünü içimde doğru buldum. Bozuk ve bâtıl olan bir şeye devamda hiçbir
fâide görmedim.” buyurdu. - 200 -
Hz. Ömer, bir defa yürürken Hz. Amr’a baktı. “Ebû Abdullah’a yeryüzünde emir gibi yürümek yakı-
şır” buyurdu.
Kabise bin Câbir “Amr ile arkadaşlık ettim. Kur’ân-ı kerîmi onun gibi açık okuyan, onun gibi güzel
ahlâklı, onun gibi içi dışına benzeyen görmedim.” der.
Amr İbn-i Âs (r.a.), Resûlullah’dan birçok hadîs rivâyet etti. Kendisinden de iki oğlu Abdullah ve
Muhammed, ayrıca, Kays bin Ebû Hâzim, Ebû Seleme bin Abdurrahman, kölesi Ebû Kays,
Abdurrahman bin Şemâme, Ebû Osman Hindî ve başkaları hadîs bildirdi.
Resûlullah (s.a.v.) Âmr İbn-i Âs için buyurdular k): “Amr İbn-i Âs, Kureyş’in sâlihlerindendir.”
“Allahım, Amr İbn-i Âs’a rahmet et. Zira o hem seni seviyor, hem de Resûlünü”, “İyi kimseye malın iyisi ne güzel yakışır.”
Resûlullah’tan bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları:
Amr İbn-i Âs anlatır: Resûlullah bana: “Elbiseni giy, silâhını kuşan ve bana, gel” diye haber
gönderdi. Gittiğimde “Seni asker üzerine göndermek isterim. Allah sana selâmet ve ganimet versin ve çok sâlih mal ile dön” buyurdu. Ey Allah’ın Resûlü ben mal para için değil, İslâm’a olan rağbet
ve arzumdan müslüman oldum, dedim. “Ey Amr, sâlih mal, sâlih kimsede ne güzeldir” buyurdu.
Bir kişi Resûlullaha (s.a.v.) geldi ve “Yâ Resûlallah amellerin en efdali (en üstünü) hangisidir” diye
sordu. Peygamber efendimiz, “Allahü teâlâya îmân edip, kalb ile tasdîk etmek, O’nun yolunda
cihad etmek ve Hacc-ı Mebrûr (kabul olunan hac)’dır” buyurdu. O kişi “Biraz daha söyler misiniz yâ
Resûlallah dedi.” Resûlullah “İnsanlara yumuşak söylemek, fakîrlere çok yemek yedirmek, vermesi
lâzım ve vâcib olmayan şeyleri, seve seve vermek ve güzel ahlâktır.” buyurdu.
“Yanılan müctehide bir sevâb doğruyu bulana iki veya on sevâb vardır.”
 1) Üsüd-ül-gâbe, cild-4, sh-112
 2) Fütûh-ül-büldan, sh-83, 127
 3) Taberî cild-4, sh-82, 127
 4) İbn-i Esir cild-2, sh-318
 5) Mu’cem-ül-büldan: Berka kelimesi
 6) Ahbar-ut-tıval sh-167, 169
 7) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-8
 8) Tehzîb-ül-kemâl sh-290
 9) Tehzîb-üt-tehzîb cild-8, sh-56
10) Hüsn-ül-muhâdâra, sh-68
11) Müstedrek, Hâkim cild-3, sh-454
12) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-1, sh-155
13) Kenz-ül-ummal sh-6
14) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-986
15) Eshâb-ı Kirâm sh-312
16) Hadikât-ün-nediyye cild-1, sh-298
ÂSIM BİN SÂBİT (r.a.):
Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından ve muhariblerinden. Âlim ve edip bir zât. İsmi Âsım bin Sâbit bin
Ebi’l Eklah-il-Ensârî olup, künyesi Ebû Süleymân’dır. Annesi Şemûs binti Ebî Âmir’dir. Hayatını dîni İslâm uğruna savaşlarda geçirdi. Vefâtından sonra’da Allahü teâlâ onu müşriklerden muhafaza etti. Do-
ğum târihi belli değildir. Âsım (r.a.) hicretten önce îmân etmişdir. Ensârdan, ya’ni Medineli’dir. Nazil olan
âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfleri hemen ezberlerdi. Bir oğlu Muhammed’dir. Bir oğlu da meşhûr Arap
şairi Ahvas’dır. Kız kardeşi Cemile binti Sâbit, Hz. Ömer’in hanımıdır. Hz. Ömer’in oğlu Âsım bin Ömer
bu hâtûndan dünyâya gelmiştir.
Âsım bin Sâbit (r.a.) hicretin dördüncü (m. 625) senesinde vuku bulan Uhud gazâsından sonraki
Recî’ vakasında şehîd olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) muhacirlerden Abdullah bin Cahş (r.a.) ile onu
kardeş yapmıştır.
Peygamberimiz (s.a.v.), Bedir gazasının gecesinde Eshâb-ı kirâma nasıl harb edileceğini, harbde
hangi usûlü takib edeceklerini sordu. Âsım bin Sâbit (r.a.) eline yayı ve oku aldı. “Yâ Resûlallah, Kureyş
kavmi ikiyüz zira’ (100 m.) veya daha yaklaştıkları zaman yayla okları kullanırız. Kureyşliler bize ve onlara taş yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman taşla mücâdele ederiz, taşlarız. Kureyşliler, bize ve
onlara mızrak yetişecek kadar yakınımıza geldikleri zaman kırılıp, parçalanıncaya kadar mızrakla mücadele ederiz. Kırılınca mızrağı bırakırız” dedi. Kılıcını alıp kuşandı ve onu sıyırarak “Kılıçlarımızı sıyırır ve
de kılıçla çarpışmağa tutuşuruz” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.) bunu beğendiler ve “Harbin icâbı budur.
Bu tarzda çarpışılması lâzımdır. Çarpışan ve vuruşan Âsım’ın çarpışması gibi çarpışsın,” buyurdular. Bedir harbi bu şekilde yapıldı ve meleklerin de yardımıyla Allahü teâlâ zafer ihsan eyledi. Âsım bin - 201 -
Sâbit (r.a.) bu gazada Kureyş’in ulularından Ukbe bin Muayt’i öldürdü. Bu Ukbe Mekke’de Peygamberimizi (s.a.v.) boğmaya kalkmış ve hayatına son vermek için çalışmış azılı müşriklerden (puta tapanlar)
idi. Peygamberimizin (s.a.v.) hicreti üzerine “Ey Kusvâ (Peygamberimizin (s.a.v.) devesinin adı) adındaki
devenin binicisi, hicret edip bizden uzaklaştın. Fakat pek yakında beni atlı olarak karşında göreceksin.
Mızrağımı size saplayıp, onu kanınızla sulayacağım. Kılıçla hiç örtülü yerinizi bırakmayacağım.” Mânâ-
sına gelen beytler söyledi. Peygamberimiz onun bu sözlerini işitince, “Allahım onu yüzü koyun, burnunun üzerine düşür” diyerek duâ etti. Ukbe bin Ebî Muayt, Bedir’de Kureyş ordusunun yenildiğini
anladığı zaman kaçıp kurtulmak için atını sürdü. Fakat hayvan hiçbir şey yokken birden ürkmüş ve Onu
yere vurmuştu. Resûlullahın duâsı ortaya çıkmıştı. Abdullah bin Seleme (r.a.) de onu esir etmişti. Peygamberimiz (s.a.v.), Âsım bin Sâbit’e (r.a.) Ukbe’nin cezalandırılmasını emretti. Ukbe: “Yazıklar olsun
sana ey Kureyş cemaati. Şunlar arasında neden bir tek ben öldürülüyorum?” dedi. Peygamberimiz, “Allah ve Resûlüne olan düşmanlığından dolayı” buyurdu. Ukbe “Yâ Muhammed, kavminden herkese
yaptığını bana da yap. Onları öldürürsen beni de öldür. Onlara emân verirsen bana da emân ver. Onlardan kurtulmaları için para alırsan, onlar gibi benden de al. Yâ Muhammed, Sen beni öldürürsen, küçüklere kim bakacak?” dedi. Peygamberimiz: “Sen hele Cehenneme girmeye bak, onları Allah’a bırak.
Ey Âsım git, onun boynunu vur” buyurdu. Âsım gidip Ukbe’nin boynunu vurunca Peygamberimiz:
“Vallahi; Allahı, Resûlünü ve Kitabı (Kur’ân-ı kerîm) inkâr eden, Peygamberini işkenceden işkenceye uğratan senden daha kötü bir adam bilmiyorum. Allahü teâlâya hamd ederim ki, senin ölü-
münden dolayı gözümü aydınlattı.” buyurdu.
Âsım bin Sâbit (r.a.) Uhud’da bulundu ve Resûlullahın (s.a.v.) has okçularından idi. Âsım bin Sâbit
(r.a.) Uhud’da, Resûlullahın (s.a.v.) yanından bir an ayrılmayan ve O’nunla beraber sebat eden ve ölseler dahi Peygamberimiz’den (s.a.v.) ayrılmamak üzere bîat eden bahtiyarlardandı. Bu gazada müşriklerin sancaktarlarından Müsâfi’ bin Talha ile kardeşi Hâris bin Talha’yı ok ile öldürdü. Bunların anneleri
Selâfe binti Sa’d, Hz. Âsım’ın kafatasından şarap içmeğe nezr ederek yemin etti ve Onun başını kendisine getirene yüz deve vermeği va’d etti.
Lihyanoğulları, Adal ve Kare kabilelerine giderek; zekâtlarını teslim almak ve İslâmiyeti öğretmek
için Eshâb-ı kirâmdan bazılarını göndermesi için Peygamberimize (s.a.v.) aracı olarak haber vermelerini
istediler. Asıl maksatları ise “Gelecek olan Eshâb’dan bazılarını, öldürülen adamımız Hâlid bin Süfyân
yerine öldürür, intikamımızı alırız. Diğerlerini de Mekke’ye götürür Kureyş’e satarız. Kureyş’in Bedir’de
öldürülen adamlarına karşı Muhammed’in Ashâbı’ndan kendilerine getirilecekleri işkence ile öldürmeleri
kadar hoşlarına gidecek bir şey yoktur” dediler. Adal ve Kare kabilesinden altı (veya yedi) kişi Medine’ye
gelerek Peygamberimize (s.a.v.): “Yâ Resûlallah, İslâmiyet, kabilemiz içinde yayılmaya başladı.
Eshâbından bazılarını bizimle beraber gönder de onlar bize İslâmiyeti anlatsınlar. Kur’ân-ı kerîmi ve
şeriatı öğretsinler” diye ricada bulundular. Peygamberimiz Uhud’dan sonra Kureyş müşriklerinin ne yaptıklarını, yeni bir hücum hazırlığı içinde olup olmadıklarını araştırmak ve ona göre tedbir almak üzere;
Eshâb’dan bazılarını araştırma ve istihbaratla vazifelendirip, Mekke’ye göndermeye hazırlamış bulunuyordu. Bu birlikde on kadar Sahâbî bulunup isimleri bilinenler şunlardır: Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid
bin Bükeyr, Âsım bin Sâbit, Abdullah bin Târık, Hubeyb bin Adiy, Muattib bin Ubeyd, Zeyd bin Desinne
(radıyallahü anhüm ecmaîn). Bunların emirleri Âsım bin Sâbit (r.a.) olup, hicretin dördüncü yılı safer ayında davetçilerle birlikte Medine-i Münevvere’den yola çıktılar. Bu kafile Hicaz bölgesinde Hüzeyl’lilere
ait bir su başı olan Recî’e geldiklerinde kendilerini götürenlerin ihânetine uğradılar. Buraya kadar geceleri yol alıp gündüzleri gizlenmek suretiyle seher vakti gelmişler, namazlarını kılmışlar ve orada Medine’den yanlarına azık olarak aldıkları iyi cins Medine hurması yiyerek çekirdeklerini de oraya atmışlardı.
Oradan ayrıldıkları zaman, Hüzeyl kabilesinden çobanlık yapan bir kadın hayvanlarını sulamak için
Recî’ suyuna uğramış, oradaki hurma çekirdeklerini görünce bunların Medine hurması olduğunu anlamış ve kabilesine haber vermişti. Bu sırada Eshâb dağda gizlenmişlerdi. Kendilerini davet edenlerden
birisi de bir bahane ile ayrılmış ve Lihyanoğullarına haber vermişti. Lihyanoğullarından, yüz kadarı okçu
olmak üzere ikiyüz kişi Eshâb-ı kirâmı (r.a.) aramaya başladılar. Recî’ suyu başına geldiklerinde
Eshâb’ın yanlarına azık olarak aldıkları ve yedikleri hurma çekirdeklerini buldular, (Medine hurmasının
çekirdeği küçük ve ince uzundur) bunların Eshâb-ı kirâma ait olduğunu anlayıp, izlerini takip etmeye
başladılar. Nihayet Âsım bin Sâbit (r.a.) ve arkadaşlarını dağın tepesinde buldular, etraflarını çevirdiler.
Bu arada on Sahabînin ahvalini müşriklerin başı Süfyân’a haber veren şahıs, küffar tarafına geçti.
Eshâb-ı kirâm o anda hileyi anlayıp aldatıldıklarını bildiler. Eshâb-ı kirâm kılıçlarını çektiler ve harb etmeğe karar verdiler. Bunu anlayan kâfirler Eshâb-ı kirâmı kandırmaya çalışıp, “Eğer yanımıza inerseniz,
hiç birinizi öldürmeyeceğiz. Kesin söz veriyoruz. Vallahi sizleri öldürmek istemiyoruz. Fakat size karşı
Mekkelilerden fidye koparmak istiyoruz” dediler. Âsım bin Sâbit, Mersed bin Ebî’ Mersed ve Hâlid bin
Ebî Büheyr. “Hiç bir zaman müşriklerin ne sözlerini ne de akidlerini kabul ederiz” diyerek müşriklerin
tekliflerini reddettiler. Âsım bin Sâbit (r.a.) “Ben hiç bir zaman müşriklere el sürmemeğe ve himayelerini
kabul etmemeğe yemin ettim, sözüm vardır. Vallahi kâfirlerin himayelerine ve sözlerine kanarak aşağı
inmem ve kâfirlere teslim olmam” dedi. Ellerini açtı “Allahım Peygamberini durumumuzdan haberdar et” - 202 -
diyerek duâ etti. Allahü teâlâ, Hz. Âsım’ın duâsını kabul buyurdu ve Resûlullah (s.a.v.), onlardan haberdar oldu.
Âsım (r.a.) müşriklere “Biz ölmekten korkmayız. Çünkü dinimizde basîretliyiz (ölünce şehîd olur
cennete gideriz)” buyurdu. Süfyân “Ey Âsım, kendini ve arkadaşlarını zayi etme teslim ol” diye bağırdı.
Âsım bin Sâbit (r.a.) ok atmak suretiyle cevap verdi. Ok atarken:
Ben güçlüyüm hiç eksiğim yok.
Yayımın kalın teli gerilmiştir.
Ölüm hak, hayat boş ve geçicidir.
Mukadderatın hepsi başa gelicidir.
İnsanlar er-geç Allaha rücû’ edicidir.
Eğer ben sizinle çarpışmazsam anam (üzüntüsünden) aklını kaybeder.
Mısralarını okuyordu. Âsım’ın (r.a.) sadağında yedi ok vardı: Attığı her ok ile bir müşriki öldürdü.
Oku bitince bir çok müşriği mızrağıyla delik deşik etti. Öyle bir an oldu ki mızrağı da kırıldı. Hemen kılıcı-
nı sıyırdı, kınını kırıp attı. (Bu ölünceye kadar döğüşeceğim, teslim olmayacağım mânâsına gelirdi.)
Sonra da: “Ey Allahım ben (bugüne kadar) senin dînini hıfz ettim (sakladım). Senden bu günün sonunda
benim etimi (vücudumu) koruyup, hıfzetmeni niyaz ediyorum”, diye duâ etti. Çünkü Uhud’da öldürdüğü
iki kardeş olan Hâris ve Mûsâfi’ bin Talha’nın anneleri Hz. Âsım’ın kafatasında şarap içmeğe yemin etmiş ve kafasını getirene yüz deve vermeği va’d etmişti. Müşrikler bunu biliyorlardı. Âsım bin Sâbit’in
(r.a.) Allah, Allah nidaları diğer Eshâb’ın nidaları dağları inletiyordu, ikiyüz kişiye karşı on mücâhid ölesiye çarpışıyor, yanlarına yaklaşanlar yaptıklarının cezasını görüyorlardı. Âsım (r.a.) en sonunda iki aya-
ğından yaralanıp yere düştü. Kafirler, Âsım bin Sâbit’ten (r.a.) o kadar korkmuşlardı ki yere düşünce
dahi yanına yaklaşamadılar uzaktan ok atarak şehîd ettiler. O gün orada mevcut bulunan on Sahâbîden
yedisi şehîd oldu, üçü de esir edildi. Lihyanoğulları Sülâfe binti Sa’d’a satmak için Âsım bin Sâbit’in (r.a.)
başını kesmek istediler. Fakat Allahü teâlâ, Hz. Âsım bin Sâbit’in duâsını kabul buyurdu ve mübârek
cesedine müşrikler el süremediler. Allahü teâlâ bir arı sürüsü gönderdi. Bulut gibi Âsım bin Sâbit’in (r.a.)
üzerinde durdular. Hiç bir müşrik yanına yaklaşamadı. “Bırakın akşam olunca arılar onun üzerinden da-
ğılır, biz de başını keser alırız” dediler. Akşam olunca Allahü teâlâ hiç yoktan bir yağmur gönderdi. Gö-
rülmemiş bir yağmur yağdı. Sel geldi ve Âsım bin Sâbit’in (r.a.) mübârek cesedini alıp götürdü. Cesedin
nerede olduğu bilinemedi. Ne kadar aradılarsa da bulunamadı. Bunun için müşrikler Âsım bin Sâbit’in
(r.a.) hiçbir yerini kesmeye muvaffak olamadılar. Arıların, Âsım’ı (r.a.) korudukları hâdisesi zikredildiği
zaman Hz. Ömer (r.a.): “Allahü teâlâ elbette mü’min kulunu muhafaza eder. Âsım bin Sâbit, sağlığında
da müşriklerden nasıl korundu ise Allahü teâlâ da ölümünden sonra onun cesedini muhafaza edip müş-
riklere dokundurmadı” buyurdu. Bunun için Âsım bin Sâbit (r.a.) anılırken “Arıların koruduğu kimse” diye
anılırdı.
 1) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh-110
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-462
 3) El-Îsâbe cild-2, sh-244
 4) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh-3045
 5) El-A’lâm cild-3, sh-248
BEŞÎR BİN SA’D EL-ENSÂRÎ (r.a.):
Medineli müslümanlardan (Ensâr’dan). Künyesi Ebû Nu’man’dır. 12 (m. 633) târihinde vefât etti.
Beşîr bin Sa’d (r.a.) Medine’nin iki büyük müslüman kabilesinden birisi olan Hazrec kabilesinin Benî Hâ-
ris kolundandır. Büyük oğlunun ismi Nu’man, kardeşi, Semmak bin Sa’d’dır. Kızkardeşi, Abdullah bin
Revâhâ (r.a.) ile evli olup, bu bakımdan onunla da akraba idiler.
Resûlullah (s.a.v.) hicretten önce, bazı Medinelilerle Akabe’de görüşmüş, onlara İslâm dîni hakkında bilgi vermiş, bazı konular üzerinde de, onlarla anlaşma yapmışlardı. Beşîr (r.a.) da, ikinci Akabe
andlaşmasına iştirak eden, müslüman olan Medine’lilerden birisidir. Beşîr bin Sa’d (r.a.), Resûlullah’ın
bütün gazvelerine katılma şerefine kavuşan bir Sahâbî’dir. Bir bakıma müslümanlar için var veya yok
olma demek olan Bedir gazasına (muharebesine) da iştirak etmiş, böylece İslâm târihinde önemli isimlerden olan Eshâb-ı Bedir (Bedir gazasına katılanlar)’den olmuştur. Beşîr bin Sa’d (r.a.) Uhud ve Hendek gazalarında da bulunmuş, Hendek gazasında kızı, Eshâb-ı kirâm’a hurma dağıtmıştı.
Beşîr bin Sa’d’ın kızı anlatır: “Annem, Amre binti Revâhâ beni çağırdı. Bir avuç hurma verdi. “Kı-
zım! Bunu babana, dayın Abdullah bin Revâhâ’ya götür, yesinler”, dedi. Ben de alıp götürdüm. Yolda
Resûlullah’a rastladım. “Kızım! Yanındaki nedir?” buyurdu. “Yâ Resûlallah! Yanımdaki hurmadır, annem, babamla dayımın yemesi için gönderdi”, dedim. “Ver onu” buyurdu. Ben de hurmaları iki avucuna
döktüm, avuçlarını bile doldurmamıştı. Sonra bir bez getirilmesini emretti. Bez getirildi ve yere serildi.
Resûlullah (s.a.v.) bezin üzerinde hurmaları dağıttı. Sonra yanında bulunanlara “Kumanyaya geliniz”- 203 -
buyurdu. Orada bulunanlar yediği halde hurmalar bitmedi. Daha sonra orada bulunanlar da yedi yine
hurma artmıştı. Resûlullah’ın bu mucizesini gören Eshâb-ı kirâm’ın maneviyatları bir kat daha arttı.
Beşîr bin Sa’d’ın bizzat kumandan olarak iştirak ettiği, küçük çapta hâdiseler de oldu. Peygamberimiz’in (s.a.v.) emri üzerine bir miktar askerle Fedek’te, Murre kabilesi üzerine yürüdü. Ancak çatışmada
yaralandı, önce vefât ettiği sanıldı, fakat sonradan Medine’ye döndü.
Resûlullaha (s.a.v.) 7 (m. 629) senesinde Şevval ayında, Uyeyne bin Hısn’ın, Gatafan kabilesinden bir müfreze ile saldıracağı haberi ulaşmıştı. Resûlullah (s.a.v.) Beşîr bin Sa’d’ı çağırdı. Ona sancak
verdi. Üçyüz kişi ile beraber gönderdi. Yümn ve Cinâb mevkiine geldiler: Bunu gören Gatafânlılar kaçtı-
lar. Müslümanlar, pek çok ganimet ve koyun ele geçirdiler. İki kişiyi esir aldılar. Medine-i Münevvere’ye
döndüler. Daha sonra bu iki esir müslüman oldu.
Mekke’nin fethi ve Huneyn gazvesinden sonra Medine’ye dönen Beşîr (r.a.) Resûl-i ekrem ile; birlikte Tebük seferine katılmıştır. Resûlullah’ın (s.a.v.) 10 (m. 631) senesinde yaptığı, son hacc olan Veda
Haccında da hazır bulunmuştur.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) âhirete teşrif edince Eshâb-ı kirâm, Beni Saîd’e gölgeliğinde toplanmış, halifenin seçilmesi mes’elesi üzerinde duruyorlardı. Hz. Ebû Bekir halifelik için Hz. Ömer ve Ebû
Ubeyde’den birinin seçilmesini tavsiye buyurmuş, fakat her ikisi de bundan kaçınmışlardı. Hatta Hz.
Ömer, Hz. Ebû Bekir’e: “Resûlullah (s.a.v.) seni dinin en mühim emirlerinden birisi olan namazda kendine halife yaptı. Seni bize imam seçti. Uzat elini, ben sana bîat edeyim deyip, Ebû Ubeyde ile birlikte, Hz.
Ebû Bekir’e bîat edecekleri sırada, Beşîr bin Sa’d (r.a.) daha süratli hareket ederek onlardan evvel Ebû
Bekir’in elini tuttu. Biat etti.
Beşîr bin Sa’d hazretleri, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Ayn-üt-temr muharebesinde şehîd
düştü.
Ebû Mes’ûd (r.a.) şöyle buyurur “Biz Sa’d bin Ubâde’nin meclisinde idik. Resûlullah (s.a.v.) yanı-
mıza geldi. Beşîr bin Sa’d kendisine “Ya Resûlallah! Allahü teâlâ bize, sana salevât getirmemizi emretti.
Acaba sana nasıl salevât getireceğiz” diye sordu. Resûlullah (s.a.v.) sükût edip cevap vermediler. Biz
de, keşke, Beşîr sormamış olsaydı diye temenni ettik. Biraz sonra Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdular:
“Allahümme Salli Âlâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ salleyte alâ âli İbrâhîm ve bârik
âla Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Kemâ bârekte âlâ âli İbrâhîm filâlemin. İnneke
hamîdunmecîd”, deyin. “Allahım! İbrâhîm’in (a.s.) Âline salât” buyurduğun gibi, Muhammed’e (s.a.v.) ve
aline de salât eyle. İbrâhîm’in (a.s.) âline âlemler içinde ihsan buyurduğun bereket gibi, Muhammed
(s.a.v.) ve âline de ihsan et. Çünkü sen, hamîd ve mecîd’sin.”
Beşîr (r.a.) bu soruyu sorarak, salât’ın nasıl yapılacağının öğrenilmesine vesîle (sebeb) oldu.
 1) El-A’lâm cild-2, sh-56
 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-464
 3) El-Îsâbe cild-1, sh-158
 4) El-İstiâb cild-1, sh-149
 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-118
 6) Müslim-Kitâb-üs-salât Hadîs No: 66
BERÂ BİN ÂZİB (r.a.):
Eshâb-ı kirâmdan, Ensârın büyüklerinden. Ebû Umâre künyesi ile meşhûrdur. Ayrıca Ebû Amr,
Ebûttufeyl ve Ebû Ömer künyeleri ile de tanınır. Nesebi, Berâ bin Azib bin Hâris bin Adiyy bin Cüşem bin
Mecdea bin Hârise bin Hâris bin Amr bin Mâlik bin Evs, el-Ensârî, el-Evsî’dir. Annesi, Habîbe binti Ebû
Habîbe’dir.
Resûlullahın (s.a.v.) hicretinden önce Medine-i Münevvere’de küçük yaşta iken müslüman oldu.
Babası Âzib de Sahâbî idi. Dîni hükümleri Peygamberimizden (s.a.v.) önce hicret eden Eshâb-ı kirâmdan ve babasından öğrendi. Hz. Berâ, Resûlullahın (s.a.v.) ve diğer Sahâbenin hicretlerini şöyle anlatı-
yor: (Resûlullahın Eshâbından Medine’ye ilk gelen zat Mus’ab bin Umeyr ile Abdullah İbn-i Ümmî
Mektûm idi. Bunlar Medine’deki müslümanlara Kur’ân-ı kerîm okutuyorlardı. Sonra Bilâl-i Habeşî, Sa’d
bin Ebî Vakkâs, Ammâr bin Yâser hicret ettiler. Bunlardan sonra Hz. Ömer bin Hattab el-Fârûk yirmi kişi
ile birlikte geldi. Nihayet Resûlullah efendimiz (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiler. İşte bu anda Medine halkının Resûlullahın teşrifine sevindiği kadar, hiçbir şeye sevindiğini görmedim. Ben de Peygamberimiz
(s.a.v.) gelmeden az önce uzun sûrelerden sayılan sûrelerle beraber “Sebbihisme Rabbike’l-a’lâ” sû-
resini okumuştum.
Resûlullah (s.a.v.) ile beraber onbeş (diğer bir rivâyete göre ondört) savaşta bulundu. Bedir harbinde çocuk yaşta idi. Bu hususta kendisi “Resûlullah (s.a.v.) ben ve İbn-i Ömer küçük yaşta olduğumuz
için bizi Bedir Savaşına göndermedi” diyor. Uhud ve diğer savaşlarda (bir rivâyete göre Resûlullah - 204 -
(s.a.v.) ile ilk defa Hendek harbinde bulundu.) Peygamberimizin (s.a.v.) önünde harp etti. Çok cesur idi.
İran’da Rey şehri alınırken çok kahramanlık gösterdi. Hz. Osman halife olunca, 24 (m. 644) senesinde
Rey’e vali tayin etti. Hz. Ali ile birlikte Cemel, Sıffîn ve Haricîlerle yapılan savaşlarda bulundu. Ebher’i
(Kazvin’in batı tarafı) fethetti. Kazvin’i de ele geçirdikten sonra Zincan’a giderek burayı şiddetli bir savaş-
la aldı. Hz. Berâ bin Azib hayatının son zamanlarında Kûfe’ye yerleşerek dünyâ işlerinden el çekti. 72
(m. 691)’de Mus’ab bin Zubeyr zamanında burada vefât etti.
Buhârî ve Müslim kendisinden 305 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Resûlullah’tan (s.a.v.), babasından, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Eyyûb. Bilâl-i Habeşî ve diğer zatlardan rivâyette bulundu.
Kendisinden de Abdullah bin Zeyd el-Hatmî, Ebû Cuhayfe (bunlarla görüşmüştür), Ubeyd, Rebî, Yezîd,
Lût (Bunlar Hz. Berâ’nın oğullarıdır), İbn-i Ebî Leyla, Adiyy bin Sâbit, Ebû İshâk, Muâviye bin Süveyd bin
Mukarrin, Ebû Bürde (Bu iki zat Ebû Musa’nın oğullarıdır) ve diğer zatlar hadîs rivâyet ettiler. Hadîs ilminde Rey kapısını ilk defa Hz. Berâ açtı.
Hz. Berâ, kıblenin değiştirilmesini şöyle anlatıyor: “Resûlullah efendimiz Medine’ye teşrif ettikleri
zaman onaltı veya onyedi ay kadar Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kıldı. Halbuki O, kıblenin (Mekke’de)
Mescid-i Harama doğru olmasını arzu ediyordu. Allahü teâlânın emriyle kıble Kâ’be’ye doğru oldu. Peygamberimizin Kâ’be-i Muazzamaya doğru kıldırdığı ilk namaz ikindi namazı idi. Peygamberimizle namaz
kılanlardan birisi mescidden çıktı. Yolda giderken bir mescidde cemaatle namaz kılanlara rastladı ki,
onlar rükû’da idiler.
Onlara: “Resûlullah (s.a.v.) ile beraber Mekke’ye doğru namaz kıldığıma Allah için şehâdet ederim” deyince namazlarını bozmadan oldukları gibi Kâ’be-i Muazzama’ya döndüler. Peygamberimiz
(s.a.v.) Beyti Makdis’e doğru namaz kılarken Yahudilerle diğer Ehl-i Kitab bundan hoşlanırlardı. Kıble
değişip yüzünü Beyt-i şerîfe doğru döndürünce bunu beğenmediler. Kıble değişmeden önce Mescid-i
Aksa’ya doğru namaz kılıp, vefât eden kimseler vardı. Bunlarla ilgili olarak Allahü teâlâ “Allah sizin imânınızı (yani ibadetinizi) boşa çıkarmaz.” Âyet-i kerîmesini indirdi.
Hz. Berâ, Uhud harbinde meydana gelen bir hadîseyi şöyle naklediyor. Uhud harbinde Peygamberimize (s.a.v.) yüzü zırh ile örtülü bir kişi gelerek “Yâ Resûlallah! Şimdi harb edeyim de sonra mı
müslüman olayım, yoksa hemen mi?” diye sordu. Resûlullah “Önce müslüman ol, sonra harb et!”
buyurdu. Sonra harbe girerek şehîd oldu. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) “Az iş yaptı, fakat çok
sevab kazandı.” buyurdu. Medine’nin etrafına harb için hendek kazılırken Hz. Berâ, Resûlullahın hâlini
şöyle anlatır: Resûl-i Ekrem’i hendek kazıldığı esnada bizimle birlikte toprak taşırken gördüm. Kucağında taşıdığı toprak mübârek karnının beyazlığını örtmüştü. Bu sırada Hz. Abdullah bin Revâhâ veya Âmir
bin Ekva’ın bir şiirini söylüyordu.
“Ya Rabbi! Sen bize hidâyet etmemiş ve doğru yolu gösterip bize rahmet etmemiş olsaydın, biz
muhakkak dalalette kalırdık.
Üzerimize hücum eden kâfirler, sakındığımız fitne ve fesadı bize ulaştırmak istedikleri ve bizimle
karşılaştıkları zaman, sen bizim kalblerimize sabır ve rahatlık ver, bizi onlara karşı güçlü yap!”
Yine Hz. Berâ, Peygamberimizin (s.a.v.) Hudeybiye’deki mu’cizesi ile ilgili olarak şöyle bildiriyor:
“Hudeybiye’de bir kuyu vardır. Biz buraya gelince kuyunun suyunu tamamen çekerek bir damla su bı-
rakmamıştık. Bu h!l, Resûlullaha arz edilince kuyunun yanına gelip kenarına oturdu. Sonra içinde biraz
su bulunan bir kab istedi. Getirilen su ile abdest aldı. Sonra ağzını çalkaladı. Yavaşça duâ edip, abdest
ve çalkantı suyunu kuyuya döktü. Kuyuyu Resûlullahın emri ile kısa bir müddet bu halde bıraktık. Bundan sonra kuyuda istediğimiz kadar su hasıl oldu. Biz ve hayvanlarımız gidinceye kadar suya kandık.”
buyurmaktadır.
Hz. Berâ, Resûlullahın (s.a.v.) hilye-i se’âdetleri (dış görünüşü) hakkında: “Resûlullahın mübârek
yüzü bütün insanların yüzlerinden güzel idi. Ahlâk ve yaradılış itibariyle de insanların en güzeli idi. Çok
uzun boylu olmayıp kısa dahi değil idi. Uzun ile kısa arası bir boyda yaratılmıştı. İki omuzunun arası
(yani mübârek göğsü) geniş idi. Kulaklarının yumuşağına kadar inen gür saçı vardı. Bir gün Resûlullahı
kırmızı ve yeşil çizgili bir elbise içinde görmüştüm. Kesin olarak derim ki: Güzellikte O’na denk olabilecek
hiç bir kimse görmedim” ve “Resûlullahın mübârek yüzü ay gibi nurlu idi” buyuruyor. Hz. Berâ
“Resûlullahı (s.a.v.) yatsı namazında “Tîn sûresini” okurken dinledim. Daha önce ondan güzel sesli hiç-
bir kimseyi dinlememiştim.” diyerek Peygamberimizin Kur’ân-ı kerîmi okurken bütün insanlardan daha
güzel sesle okuduğunu bildiriyor.
Hz. Berâ bin Âzib’in rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Resûlullahın (s.a.v.) Hz. Hasan bin Alî’yi omuzuna alarak “Yâ Rabbi! Ben bunu seviyorum, Sen
de sev!” diye duâ ettiğini gördüm.”- 205 -
“Ensâr kıymetli ve mübârek insanlardır. Onları ancak, mü’min olan sever ve şüphesiz mü-
nafık olan da onlara düşmanlık eder. Kim Ensârı severse Allahü teâlâ da onu sever; kim de
Ensâra düşmanlık eder, sevmezse, Allahü teâlâ da ona düşmanlık eder.”
“Selâmı yayınız, selâmet bulursunuz.”
Resûlullah (s.a.v.) uyumak istediği zaman elini sağ yanağının altına koyup yatarak şöyle duâ ederdi: “Ey Allahım! Kullarını hesap için toplayacağın kıyâmet gününde beni azabından koru!”
Bir gün Resûlullah efendimiz (s.a.v.) ile beraber Ensârdan bir zâtın cenâzesine gitmiştik. Resûl-i
Ekrem (s.a.v.) mübârek başı öne eğik olarak mezarın başına oturarak üç defa “Yâ Rabbi! Kabir azabından sana sığınırım” dedikten sonra şunları anlattı:
“Mü’min öleceği zaman Allahü teâlâ, yanlarında kefen ve güzel koku bulunan, yüzleri güneş
gibi parlayan melekleri gönderir. Onlar bu mü’mini göreceği bir yerde beklerler. Ruhunu teslim
ettiği zaman yer ile gök arasındaki ve göklerdeki bütün melekler onun için istiğfâr edip, Allahü
teâlâdan onun bütün günahlarını affetmesi için duâ ederler. Göklerin bütün kapıları kendisi için
açılır, her kapı kendisinden geçmesini ister. Ruhu Allahü teâlânın huzuruna çıktığı zaman, melekler: “Yâ Rabbi! Bu filân kulunun ruhudur.” derler: Allahü teâlâ: “Onu geri çevirin ve onun için
hazırladığım mükâfat ve ihsanları kendisine gösterin. Çünkü ben ona va’d ettim: “Sizi topraktan
yarattım ve tekrar toprak yapacağım, tekrar topraktan çıkaracağım.” (Tâhâ sûresi 55. âyeti) Ruh
kabrine döner ve hattâ kendisini defn edip dağılanların ayak seslerini dahi duyar. Melekler son
bir sıkıntı olarak onu iyice sıkıştırıp: “Rabbim Allah, dînim İslâm ve Peygamberim Hz. Muhammed’dir (s.a.v.)” der. Bu cevabı verince birisi: “Doğru söyledin.” der. İşte bu, Allahü teâlânın “Allah îmân edenlere dünyâ ve âhiret hayatında o kararlı sözlerinde daima sebat ihsan eder.” (İbrâ-
hîm sûresi 27. âyeti) buyurduğu sözün mânâsıdır. Sonra karşısına yüzü, elbisesi, kokusu güzel
birisi gelir ve “Nimetleri devamlı olan Allahü teâlânın Cennet ve rahmeti ile sana müjdeler olsun”
der. Mü’min kimse: “Allah sana hayırlı, karşılıklar versin, sen kimsin?” diye sorar. O kimse “Ben
senin dünyâdaki iyi amellerinim. Sen daima Allah’a ibâdet etmek için koşar, isyana ise, tenbellik
edip yaklaşmazdın. Bunun için Allahü teâlâ seni hayırlı, güzel nimetlerle mükâfatlandırdı. Bundan
sonra birisi: “Buna Cennetten bir döşek getirin ve Cennetten kabrine bir kapı açın” der. Bir dö-
şek getirilir ve Cennet’e doğru bir kapı açılır. O mü’min de: “Yâ Rabbi! Kıyâmeti çabuk getir de
bir an önce aileme, çocuklarıma kavuşayım” der.
Kâfir ise; o da dünyâdan alâkasını kesip öleceği zaman, çirkin, suratlı, şiddetli azâb yapan
melekler, ateşten elbise ve katrandan gömleklerle karşısında dururlar. Ruhu çıktığı zaman yer ve
gökteki bütün melekler kendisine la’net ederler. Göklerin kapıları kapanarak hiçbir kapı onun habîs kötü ruhunun kendisinden geçmesini istemez. Böylece ruhu geri döndürülür. Melekler: “Yâ
Rabbi! Bu falan kulunun ruhudur, yerler ve gökler bunu kabul etmiyorlar” dedikleri zaman Allahü
teâlâ: “Onu geri çevirin ve ona hazırladığım büyük azâbı gösterin. Çünkü ona da: “Sizi topraktan
yarattım, yine toprağa iâde edeceğim ve tekrar topraktan çıkaracağım” diye va’d ettim” buyurur.
Sonra ruhu mezarına götürülür. Hatta mezarının yanından dağılmakta olanların ayak seslerini de
işitir. Ona da: “Rabbin kim, Peygamberin kim ve dinin nedir?” suâlini sorarlar. O kâfir kimse de:
“Bilmiyorum” der. Melekler de: “Evet, bilmezsin.” derler. Bundan sonra çirkin elbiseli, pis kokulu
ve vahşi yüzlü birisi gelip karşısına dikilerek: “Allahın gadabı ve sonsuz azâbı sana müjde olsun”
der. Adam: “Allah senin de cezanı versin, sen kimsin?” diye sorunca, onun yanına, gelen kimse:
“Ben senin dünyâda iken yaptığın çirkin amelinim. Sen kötülüğe, Allahü teâlâya isyana koşa ka-
şa giderdin, fakat ibadete ve taâta gevşek davranır, yapmazdın. İşte bugün Allahü teâlâ kötülü-
ğünün ve küfrünün cezasını sana çektirecek”, cevabını verir. Sonra gözleri görmeyen, konuşamayan ve kulakları duymayan bir melek onu yakalar. Onun için demirden bir tokmak hazırlanır.
Bütün insanlar ve cin toplansalar onu yerinden kaldıramazlar. Hatta dağlara vurulsa, kül ve toprak haline getirir. Bununla kendisine bir kere vurulduğu, zaman parçalanır, kül haline gelir. Tekrar dirilir ve alnına öyle bir şiddetle vurulur ki, insan ve cinden başka yeryüzündeki bütün mahlûklar onun bağırmasını işitirler. Sonra bir melek: “Buna ateşten iki demir levha getirin ve mezarından da Cehenneme doğru bir kapı açın.” diye seslenir. Hemen onun kabrine ateşten iki demir
levha döşenir ve Cehennemden de bir kapı açılır.”
Resûlullah’a (s.a.v.) abdest alırken selâm verdim. Abdestini bitirdikten sonra selâmımı aldı. Elini
uzatarak benimle müsâfeha etti. Ben de Resûl-i Ekrem’e: “Yâ Resûlallah, bu Arap olmayanların âdeti
değil midir?’’ diye sordum. Resûlullah (s.a.v.) da: “Müslümanlar birbirleriyle karşılaştıkları zaman
müsâfeha ederlerse günahları dökülür.” buyurdu.
“Namaz kılmak için ayağa kalktığımız zaman Resûlullah (s.a.v.) saflar arasında dolaşır, elleri ile
göğüslerimize veya sırtlarımıza dokunur, safları düzeltir, sonra: “Saflarınız bozuk olmasın, sonra o
bozukluk kalblerinize de girer.” buyururdu.” - 206 -
Bir köylü, Resûlullah’a (s.a.v.) gelip: “Yâ Resûlallah! Beni Cennete götürecek bir ameli bana Öğ-
ret” deyince Peygamberimiz (s.a.v.): “Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, emr-i ma’ruf ve nehyi münker yap, yani Allahü teâlânın emirlerini, iyi amelleri insanlara öğret, harâm ve yasak olan
kötü şeyleri de insanlardan men’et. Bunlara gücün yetmezse hayırlı, güzel olmayan sözlerden
dilini sakındır.” buyurdu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Kurban bayramı hutbesinde şöyle buyurdu: “Bu günümüzde bizim yapacağımız ilk şey, namaz kılmaktır. Bundan sonra evlerimize dönüp kurban kesmektir. Her kim böyle yaparsa sünnetimize uygun iş yapmış olur.”
Bir gün Peygamberimiz (s.a.v.) Hz. Berâ’ya bir duâ öğretti. Hz. Berâ, duâyı tekrarlarken,
“Nebîyyike” yerine “Resûlike” okuyunca, Resûlullah (s.a.v.) “Hayır (Resûlike) deme, (Nebîyyike) diyerek oku.” buyurdu. Böylece duânın değiştirilmesine müsâade etmedi.
Hz. Berâ, Hudeybiye andlaşmasını şu şekilde anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) Hicretin altıncı senesinde Zilka’de ayında umre yapmak için Mekke’ye gitmişti. Fakat müşrikler Peygamberimizin Mekke’ye
girmesine mâni olmuşlardı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlarla ertesi sene Mekke’de umre için üç
gün kalmak şartı ile Hudeybiye’de bir andlaşma yaptı. Müslümanlar andlaşma kâğıdına Hz. Ali bin Ebî
Tâlib’e “Bu andlaşma, Muhammed Resûlullah (s.a.v.) tarafından barış yapılan maddeleri ihtiva etmektedir” şeklinde Peygamberimizin “Resûlullah” unvanını yazdırmışlardı. Müşrik heyetinde bulunanlar Resûl-i
Ekrem’e: “Biz senin peygamberliğini kabul etmiyoruz. Eğer seni Resûlullah olarak tanıyıp tasdîk etmiş
olsaydık, Senin Mekke’ye girmene mâni olmazdık. Sen sadece Abdullah’ın oğlu Muhammedsin” dediler.
Resûlullah da bunlara karşılık “Beni yalanlasanız da Ben Resûlullahım, Muhammed bin Abdullah’ım (s.a.v.)” buyurdu. Bundan sonra Hz. Ali’ye “Resûlullah (s.a.v.) kelimesini sil.” buyurdu. Hz. Ali
“Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben senin Resûlullah unvanını silemem” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) andlaşma yazısını alarak “Bu andlaşma Muhammed bin Abdullah tarafından barış
yapılan şu maddeleri ihtiva eder” diye yazıldı. “Bu maddeler Mekke’ye silâhla girilmeyecek, ancak
kılıfı içinde getirilebilecek, Mekkelilerden bir kimse Muhammed’e tâbi olmak isterse (Müslüman olursa),
Mekke’den çıkıp Medine’ye gidemeyecek ve Muhammed’in Eshâbından birisi Mekke’de kalmak isterse
buna mâni olunmayacaktır.”
Ertesi sene Resûlullah (s.a.v.) Mekke’ye umre yapmak için geldi. Andlaşmada belirtilen üç gün biterken müşrikler Hz. Ali’ye gelerek: “Andlaşma müddeti geçti. Şimdi Peygamberine söyle de Mekke’den
çıksın!” dediler. Peygamberimiz de üç gün tamamlanınca Eshâb-ı kirâm ile beraber Mekke’den ayrıldı-
lar.”
 1) El-A’lâm cild-2, sh-46
 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-364
 3) El-Îsâbe, cild-1, sh-142
 4) El-İstiâb, cild-1, sh-139
 5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-132
 6) Tehzîb-ül-esmâ, cild-1, sh-132
 7) Kâmûs-ul-a’lâm, cild-2, sh-1259
 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-347, 990
 9) Eshâb-ı Kirâm, sh-316
BİLÂL-İ HABEŞÎ (r.a.):
Peygamber efendimizin (s.a.v.) müezzini. Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından ve ilk müslüman olanlardandır. İsmi, Bilâl bin Rebah Habeşî, künyesi Ebû Abdullah’tır. Habeşistanlı bir aileye mensûb olup,
babasının ismi Rebah, annesinin ismi Hamâme’dir. Mekke-i Mükerreme’de Beni Cumha kabilesine intisap etmişlerdir. Bilâl-i Habeşî (m. 581) senesinde Mekke-i Mükerreme’de doğdu. 20 (m. 641)’de Şam’da
vefât etti. Kabri Şam’da, Babüssagîr’dedir.
Bilâl-i Habeşî ilk îmân edenlerden olup, müşriklere karşı müslüman olduğunu açıkça bildiren yedi
Sahâbîden biridir. Müslüman olmadan önce Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin ileri gelenlerinden
Ümeyye bin Halefin kölesi idi. O zaman her yerde olduğu gibi Arabistan’da da korkunç bir cehâlet devri
yaşanıyordu. İçki, kumar, zina, hırsızlık, zayıfları ezmek gibi zulüm ve ahlâksızlık namına ne varsa işleniyordu. Zorbalık, güçlülerin zayıflara karşı başvurduğu bir tahakküm vasıtası olmuştu. Güçlülerin köle
olarak kullandıkları nice zayıf ve garip kimselerden biri de Bilâl-i Habeşî hazretleri idi. Annesi de köle
yapılmıştı. Bilâl-i Habeşî’nin diğer kölelerden çok farklı bir hâli vardı. Son derece mert ve dürüst idi. Kö-
lesi olduğu Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere onun temsilcisi olarak kervanlara katılır, bol kazanç getirirdi. Diğer bir vasfı da sesinin çok güzel olmasıydı. Sahibi Ümeyye bin Halef, Onu sesinin şa-
şırtacak derecede güzel olması sebebiyle düğün ve şenliklerde bulundururdu. Bundan dolayı şenlik ve
şölenlerde aranan kimse olmuştu. Ticâret için uzun yollar kat ederken yorgunluktan ve sıcaktan yürü-
yemez hâle gelen kervan onun nâmeleri ile canlanır, develer onun sesini işitince coşup çatlarcasına yol - 207 -
yol alırdı. Ümeyye bin Halef bütün bu vasıflarıyla Bilâl-i Habeşî’ye diğer kölelerden farklı muamele yapardı.
Bilâl-i Habeşî yine bir kervanla Ümeyye bin Halefin mallarını satmak üzere Şam’a gitmişti. Bu kervanda Hz. Ebû Bekir de vardı. Bu ticâret seferi, Hz. Ebû Bekir ile Bilâl-i Habeşî arasında dostluk kurulmasına sebep oldu. Bu sırada Mekkelilerin tek geçim vasıtası ticâret idi. Diğer taraftan cahiliyye devrini
yaşamakta olan Araplar vahşette ve zulümde o dereceye varmıştı ki, küçük kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlar ve en ufak bir vicdan azâbı çekmiyorlardı. Bir çok batıl inançlarının yanında kız çocuklarına sahib olmayı da bir yüz karası sayıyorlardı. İnsanların böylesine bunaldığı, çaresiz kaldığı bu sıralarda artık İslâm güneşinin doğmasına ve âlemi aydınlatmasına çok az bir zaman, hatta sayılı günler
kalmıştı. Bunun ilk işaretlerinden biri de Hz. Ebû Bekir’in Hz. Bilâl-i Habeşî ile ticârete çıkışlarında belirmişti.
Hz. Ebû Bekir, Şam’da bulunduğu sırada bir rüya görmüştü. Bu rüyasını tâbir ettirmek üzere bir
rahibe gitti. Giderken yanında Bilâl-i Habeşî’yi de götürmüştü. Rahibin yanına vardıklarında Hz. Ebû
Bekir rüyasını anlattı. Rahib Hz. Ebû Bekir’e senin rüyan sadık bir rüyadır. Bir peygamber gönderilecek
sen onun hayatında yardımcısı, vefâtından sonra da halifesi olacaksın dedi. Bilâl-i Habeşî, rahibin sözlerini ibret ve hayretle dinledikten sonra, putlar mı gönderecek dedi. Rahib hayır, semâvâtı, arzı ve her
şeyi yaratan Allah gönderecektir. O peygamber, eşi ve benzeri olmayan Allaha ibadet etmeyi ve putların
kırılmasını emredecek dedi. Bilâl-i Habeşî derin derin düşündükten sonra putların kırılacağı gün diye
mırıldandı. Rahib evet onların hepsini kıracak dedi. Bu kervan Şam’dan Mekke-i Mükerremeye döndü-
ğünde artık İslâmın nuru âlemi aydınlatmıştı. İnsanlar birer ikişer müslüman oluyordu.
Bilâl-i Habeşî bir gece yarısından sonra kaldığı evin kapısının yavaş yavaş çalındığını ve Bilâl! Bilâl’ diye fısıldayan bir ses duydu. Gecenin bu saatinde nedir bu ses diye doğruldu. Yine Bilâl! Bilâl! diye
fısıldayan sesi işitti. Karanlıkta ürpererek sesin geldiği yere yaklaştı. Kimsin? dedi. Ben Ebû Bekir deyince, bu saatte ne istiyorsun? Ne söyleyeceksen sabah söyleyemez miydin dedi. Hz. Ebû Bekir hayır ya
Bilâl! Söyleyeceğimi, sahibinin yanında sana açamam, dedi. Bilâl-i Habeşî nedir öyleyse o haber? dedi.
Bu ümmetin Peygamberi (sallallahü aleyhi ve sellem) geldi. Bilâl-i Habeşî bu ümmetin Peygamberi mi?
diye tekrar edince evet Yâ Bilâl dedi. Kimdir o? deyince Hz. Ebû Bekir, Muhammed bin Abdullah’dır dedi. Bilâl-i Habeşî nasıl bildin dedi. Hz. Ebû Bekir o peygamber olduğunu söylüyor ve gizlice insanları
Allahü teâlâya imân etmeye çağırıyor. Ben kendisine Yâ Ebel Kâsım bir haber duydum, dedim. Ne duydun dedi. Ben de, insanları Allahü teâlâya îmân etmeye davet ettiğini ve Onun Resûlü olduğunu söylediğini duydum deyince Evet Yâ Ebâ Bekir! Rabbim beni, insanlara müjdeleyici ve korkutucu olarak, Hz.
İbrâhîm’i gönderdiği gibi beni de bütün insanlara peygamber olarak gönderdi, dedi. Ben de, sen yüksek
bir ahlâka sahipsin yalan söylemezsin dedim. Elini uzattı ben de elini tuttum ona tabi olup, müslüman
oldum. Bilâl-i Habeşî hemen mi kabul ettin? Yoksa bundan bir menfaat mi bekliyor? dedi. Hz. Ebû Bekir,
hayır Yâ Bilâl onun mala mülke ihtiyacı yok. O, Hatice’nin (r.anha) ticâret kervanını yönetiyor ve kazancı
yerinde dedi. Bilâl-i Habeşî O, neye davet ediyor deyince Hz. Ebû Bekir O, her şeyin yaratıcısı olan
Allaha ibadet etmeye davet ediyor. Onun davet ettiği dinde üstünlük ancak imân ve kulluk iledir dedi.
Bilâl-i Habeşî başını eğip, bir müddet sessizce bekledi. Sonra da Hz. Ebû Bekir’in bildirdiği gibi kelime-yi
şehâdet getirerek müslüman oldu.
Bilâl-i Habeşî müslüman olduktan sonra hayatında bambaşka bir safha başladı. Artık o hak ile batıl arasında vuku bulmak üzere olan çetin bir mücadelenin azimli bir kahramanı, yalnız bir mücâhidi olmuştu. Bilâl-i Habeşî’nin sahibi Ümeyye bin Halef onun müslüman olduğunu öğrenir öğrenmez büyük bir
dehşete kapılıp, ne yapacağını şaşırmıştı. Onu dininden döndürmek için en ağır işkenceleri yapmaya
başladı. Yoruluncaya kadar döverdi. Öğle vaktinde Arabistanın yakıcı sıcağı altında elbiselerini soyup
bazen yüzüstü, bazen sırtüstü sıcak kumlara yatırır, üzerine ağır taşlar kordu. Bilâl-i Habeşî’nin vücudu
sıcak kumlardan yanar, ağır taş altında nefesi kesilirdi. Görenler onun bu acıklı halinden ürperirdi. Fakat
Bilâl-i Habeşî bütün ağır işkencelerin altında hep bir şey fısıldardı. (Ehadün! Ehadün!) Allah birdir, Allah
birdir derdi. Bütün bu işkencelerle hıncını alamayan Ümeyye bin Halef onu böylece bîtâb, halsiz düşürdükten sonra da boynuna bir ip takıp, çocukların eline verirdi. Çocuklar Mekke sokaklarında dolaştırırdı.
Müşrikler onunla alay ederlerdi. Bilâl-i Habeşî garip ve kimsesiz olduğu için diğer müşriklerden de işkence görürdü. Ona ağır işkence yapanlardan biri de Ebû Cehil’dir. Bilâl-i Habeşî onun ağır işkenceleri kar-
şısında da Allah birdir, Allah birdir diyerek, dinindeki sebatını gösterirdi. Ümeyye bin Halef yine bir gün
Bilâl-i Habeşî’ye işkence yapmak için dışarı çıkarmıştı. Üzerindeki elbiselerini çıkarıp sadece bir don ile
yakıcı sıcakta kızgın kumlar üzerine yatırıp, üzerine taşlar yığmıştı. Müşrikler toplanıp ağır işkenceler
yapıyorlardı. Ya dininden dönersin veya seni öldüreceğiz diyorlardı. Bilâl-i Habeşî bu tahammülü zor
işkenceler altında (Allah birdir, Allah birdir) diyordu. Bu sırada Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) oradan
geçiyordu. Bilâl-i Habeşî’nin halini görerek üzüldü. “Allahü teâlânın ismini söylemek seni kurtarır”
buyurdu. Evine döndükten biraz sonra da Hz. Ebû Bekir yanına geldi. Peygamberimiz (s.a.v.) Bilâl-i Habeşî’nin çektiği işkenceyi Hz. Ebû Bekir’e söyleyip “Çok üzüldüm” buyurdu. Hz. Ebû Bekir hemen Bilâl-- 208 -
i Habeşî’ye işkence yapılan yere gitti. Müşriklere (Bilâl’e böyle yapmakla elinize ne geçer? Bunu bana
satınız) dedi. Dünya dolusu altın versen satmayız. Fakat, senin kölen Âmir ile değişiriz dediler. Hz. Ebû
Bekir’in kölesi Âmir onun ticâret işlerini yapardı. Çok para kazanırdı. Yanında şahsî malından başka,
onbin altını vardı. Hz. Ebû Bekir’in önemli bir yardımcısı olup, her işini yürütürdü. Fakat, kâfir idi. Îmân
etmiyordu. Hz. Ebû Bekir Âmiri bütün malı ve paraları ile Bilâl için size verdim, buyurdu. Ümeyye bin
Halef ve diğer müşrikler çok sevinip, Ebû Bekir’i aldattık dediler. Hz. Ebû Bekir hemen Bilâl-i Habeşî’nin
üzerine koydukları ağır taşları üzerinden alıp ayağa kaldırdı. Bilâl-i Habeşî ağır işkenceler sebebiyle çok
halsizleşmişti. Elinden tutup doğruca Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) huzuruna getirdi. (Yâ Resûlallah!
Bilâli bugün Allah rızası için âzâd ettim) dedi. Resûlullah (s.a.v.) çok sevindi. Hz. Ebû Bekir’e çok duâ
buyurdu. O sırada Cebrâil aleyhisselâm gelip, (Velleyl) sûresinin onyedinci âyetini getirdi. O sırada nâzil
olan bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ Hz. Ebû Bekir’in Cehennemden uzak olduğunu müjdeledi.
Bilâl-i Habeşî âzad edildikten sonra, hicrete kadar Peygamberimizin yanından ayrılmadı. Medine-i
Münevvere’ye hicret edince bir müddet Sa’d bin Haysumenin evinde misafir oldu. Mekke’den Medine’ye
hicret eden Eshâb-ı kirâm ile (muhacirler) Medine’de bulunan Eshâb-ı kirâm (ensâr) arasında kardeşlik
kurulmuştu. Mallarını, servetlerini paylaşmak ve her hususta yardımlaşmak üzere kurulan İslâm kardeş-
liğinde Peygamberimiz (s.a.v.) Bilâl-i Habeşî’yi de ensârdan Ebû Rüveyha Abdullah bin Abdurrahman ile
kardeş yaptı. Bu kardeşlik ömürleri boyunca büyük bir fedâkârlık ve sadakatle devam etmiştir. Bilâl-i
Habeşî’nin evlenmesi de hicretten sonra olmuştur.
Hicretten sonra da İslâmiyet yeni hâdiselerle her gün biraz daha yayılıyor, küfür karanlıkları günden güne siliniyordu. Bilâl-i Habeşî de diğer müslümanlar gibi mühim hizmetler yapıyordu. En mühim
hizmetlerinden biri Peygamber efendimize (s.a.v.) müezzinlik yapması olmuştur. Resûlullah’dan
ayrılmaz, yolculuklarda da bu hizmeti yapardı. Peygamberimiz (s.a.v.) için lâzım olan şeyleri dışarıdan
alıp getirirdi. Gerektiğinde bu işleri görmek için borç alır sonra da öderdi. Hane-i se’âdetin işlerini görür,
ihtiyaclarını giderirdi.
Medine-i Münevvereye hicret yapıldıktan bir müddet sonra Mescid-i Nebî yapıldı. Peygamberimiz
(s.a.v.) Eshâb-ı kirâma beş vakit namazı cemaatle bu mescidde kıldırıyordu. Namaz vakti gelince “Essalâtü câmi’a” denilerek namaz vaktinin girdiği bildiriliyordu. Daha sonra Peygamberimiz (s.a.v.)
Eshâb-ı kirâmla istişare edip, namaz vaktinin bildirilmesi için bir alâmet tesbitini arzu buyurdu. Bir kısmı
çan, bir kısmı boru çalalım, bir kısmı da ateş yakıp yukarı kaldıralım, dedi. Peygamberimiz çanın Hıristiyanlara, borunun Yahudilere, ateşin Mecûsîlere mahsus olduğunu söyleyerek bunları kabul etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe ve hazret-i Ömer rü’yâda ezan okumasını görüp söylediler. Resûlullah
(s.a.v.) bunu beğenip, namaz vakitlerinde ezan okunmasını emr buyurdu. Bilâl-i Habeşî’yi çağırdı. Ezanın ona öğretilmesi ve onun okumasını emretti. Bilâl-i Habeşî yüksek bir yere çıkıp, beş vakit namaz için
ezan okumaya başladı. Ve böylece ezan okumak sünnet oldu. İslâmda ilk ezan okuyan O’dur. Bilâl-i
Habeşî bir gün sabah namazı vaktinde, Peygamberimizin (s.a.v.) kapısı önünde (Es-salâtü hayrün
minennevm) diye iki defa seslenmişti. Bunu Peygamber efendimiz (s.a.v.) beğendi. “Bilâl, bu ne güzel
söz! Sabah ezanını okurken bunu da söyle” buyurdu.
Hz. Bilâl-i Habeşî’nin sesi gür çok güzel ve pek tesirliydi. O, ezan okumaya başlayınca, herkes bü-
yük bir aşk ve vecd içinde dinler kendinden geçerdi. Ezan okurken herkesi ağlatırdı. Peygamberimizin
(s.a.v.) vefâtına kadar müezzinlik, yapmıştır. Bilâl-i Habeşî Medine’de bulunmadığı zaman Ebû Mahzûre
(r.a.), O da bulunmazsa Abdullah bin Ümmî Mektûm (r.a.) müezzinlik yapardı. Bilâl-i Habeşî’nin müezzinlikten başka bir vazifesi daha vardı. O da bayram namazlarında “Anaze” denilen mızrağı taşırdı. Bu
asayı Peygamberimiz (s.a.v.) namaza veya duâya durunca önüne dikerdi.
Bilâl-i Habeşî Peygamberimizin (s.a.v.) yaptığı bütün savaşlara katılıp cihad etmiştir. Bedir sava-
şında, daha önce kendisine müslüman olduğu için işkence yapan Ümeyye bin Halefin üzerine hücum
etmiş onun öldürülmesini sağlamıştır. Diğer savaşlarda da Peygamberimizin yanında bulunmuştur.
Mekke’nin feth edildiği günde Peygamberimiz (s.a.v.) has müezzini Bilâl-i Habeşî’yi yanında bulundurmuştur. Mekke-i Mükerreme feth edilip, Kâ’be putlardan temizlenince Peygamberimiz (s.a.v.) Bilâl-i Habeşî’ye, Kâ’be’de ilk ezanı okutturdu. Onun tatlı ve gür sesiyle tevhid sedaları dalga dalga Mekke semalarında yayıldı. Bunu işiten Eshâb-ı kirâm artık küfrün ortadan kaldırıldığını, hakkın gelip bâtılın silindiğini
görerek sevinç gözyaşları döktüler.
Peygamberimizin vefâtından sonra Bilâl-i Habeşî ayrılık acısına tahammül edemez olmuş, artık bir
daha ezan okumamıştır. Resûlullah’a (s.a.v.) olan muhabbetiyle her gün yanıp, tütüyor gözyaşı dökü-
yordu. Sonra da Medine’de kalmaya tahammül edemediği için Şam’a gitmeye karar verdi. Hz. Ebû Bekir
kalmasını arzu edince (Yâ Ebâ Bekir sen beni âzad etmemiş miydin, eğer kendin için âzad etmişsen
kalayım, Allah için âzad etmişsen müsaade et gideyim) dedi. Hz. Ebû Bekir (istediğin yere gidebilirsin)
diyerek müsâade etti. Böylece Şam’a gidip orada yerleşti. Hz. Ebû Bekir devrinde orada yapılan savaş-
lara katılıp cihad etti. Hz. Ebû Bekir’in vefâtından sonra da Şam’da kalıp, Hz. Ömer’in Şam taraflarında - 209 -
yaptığı savaşlara katıldı. Hicretin onaltıncı senesinde Hz. Ömer ordusuyla Şam’a gelmişti. Bilâl-i Habeşî
de orduya katılıp Kudüs’e gitmişti. Burada Hz. Ömer, Peygamberimizin vefâtından beri ezan okumayan
Bilâl-i Habeşî’ye ezan okumasını rica etmişti. Hz. Ömer’in ısrarına dayanamayıp ezan okumaya başlamıştı. O ezan okumaya başlar başlamaz. Hz. Ömer ve orada bulunan Eshâb-ı kirâm, Peygamberimizin
(s.a.v.) zamanını hatırladılar. Hepsi kendinden geçmiş gözyaşı döküp ağlamışlardır.
Bilâl-i Habeşî Şam’da bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Peygamber efendimizi
(s.a.v.) görmüştü. Peygamberimiz “Beni ziyâret etmeyecek misin Yâ Bilâl” buyurmuştur. Bunun üzerine hemen Medine yoluna düştü. Medine-i münevvere’ye; gelince doğruca Peygamberimizin kabr-i şerî-
fine gidip, Ravda-i mutahharaya yüzünü, gözünü sürerek ziyâret etti. Resûlullah (s.a.v.) ile geçirdiği günleri hatırlayıp, hasret ve muhabbet gözyaşları dökerek uzun müddet ağladı. Bu sırada Peygamber efendimizin torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin onu görüp boynuna sarılmışlardı. Bilâl-i Habeşî’nin Medine’ye bu gelişinde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bir ezan okuması için çok ısrar etmişlerdi. Bilâl-i Habeşî bu
ısrara dayanamayarak bir gün sabah namazı vaktinde ezan okumaya başlamıştı. Peygamberimizin
(s.a.v.) mescidinden Bilâl-i Habeşî’nin sesiyle yükselen ezanı duyan Eshâb-ı kirâm yerlerinden fırlayıp,
kadın, erkek, çoluk, çocuk hep sokaklara dökülmüşlerdi. Hepsi Resûlullah (s.a.v.) ile yaşadıkları
se’âdetli günleri, Bilâl-i Habeşî’nin okuduğu ezan sedalarıyla hatırlayıp ağlaşmışlardı. Fakat Bilâl-i Habeşî ezanda (Eşhedü enne Muhammeden resûlullah) derken, Peygamber efendimizin (s.a.v.) mübâ-
rek ismi geçince hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ezanı tamamlamak için kendini zorladı, gene gözyaşlarını tutamadı. Böylece ağlaya ağlaya ezanı bitirdi. O gün Eshâb-ı kirâm sanki Resûlullahın (s.a.v.)
bulunduğu günlerden bir gün yaşadı. Peygamberimize (s.a.v.) olan hasretleri ve derin muhabbetleriyle
ağlaşarak, o günleri yâd ettiler. Bu ezan Bilâl-i Habeşî’nin okuduğu son ezan oldu. Birkaç gün Medine’de
kaldıktan sonra Şam’a döndü. Fakat yolda çok hastalanıp evine güçlükle varabildi. Bu hastalıkla ömrü-
nün son günlerini geçirdi ve vefât etti.
Vefât edeceği sırada büyük bir sevinç içinde (Oh ne tatlı artık Resûlullah (s.a.v.) ve arkadaşları ile
buluşacağım) demiştir.
O, imânında gösterdiği sebat ile ve Resûlullahın (s.a.v.) hayatında yanından ayrılmayıp hizmet
etmesiyle hep sevilip ve rahmetle yâd edilmektedir. Hz. Ebû Bekir O’nu kölelikten âzad edince Hz. Ö-
mer; (Seyyidimiz efendimiz Ebû Bekir, Seyyidimiz Bilâli âzad etti) buyurmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.)
“Bilâl ne iyi kimsedir. O müezzinlerin efendisidir.” ve “Bilâl Habeşlilerden ilk müslümandır.”, “Ey
Bilâl, zengin olarak değil fakîr olarak öl” buyurdu.
Bilâl-i Habeşî bir gün Mescid-i Nebîde iken büyük bir neş’e ile coşuyor, yerinde duramıyordu. Hz.
Ömer bu halini görüp ne yapıyorsun Yâ Bilâl, Mescidde böyle yapılır mı? dedi. Bu sırada Peygamberimiz de (s.a.v.) Mescidde oturuyordu. Bilâl-i Habeşî Resûlullaha (s.a.v.) soralım Yâ Ömer, dedi. İkisi birlikte Peygamberimizin (s.a.v.) yanına varıp oturdular. Durumu arz ettikten sonra Peygamberimiz Bilâl-i
Habeşî’ye bu halinin sebebini sordu. Bilâl-i Habeşî nasıl sevinip, neşelenmeyeyim Yâ Resûlallah (s.a.v.)
Allahü teâlâ bana hidâyet nasîb etti. Halbuki Kureyşin ileri gelenlerinden niceleri inadları sebebiyle bu
hidâyetten ve ebedî se’âdetten mahrum kaldılar. Onlara da hidâyet nasîb olmadı, dedi. Bunun üzerine
Peygamberimiz ona dokunulmamasını ve sevinip neşelenmesinde serbest olduğunu tasdîk buyurdu.
Bilâl-i Habeşî Peygamber efendimize (s.a.v.) müezzin olduktan sonra, öyle güzel ezan okuyordu
ki, işiten her insan dinliyordu. Bu durum müslüman olmayanları kahrediyor, müslümanları ise çok sevindiriyordu. Medine’deki zengin Yahudilerden biri Bilâl-i Habeşî ne zaman ezan okusa durup dinlerdi. Dinlememek için kendini zorlar fakat kendini alamazdı. Dinledikçe de kahrolurdu. Buna engel olmak için
çareler arardı. Bir gün Bilâl-i Habeşî’nin son derece maddî sıkıntı içinde olduğunu görerek sana istediğin
kadar borç vereyim dedi. Bilâl-i Habeşî de kabul etti. Yahudi borç parayı verirken de eğer bunu ödeyemezsen seni borca karşılık köle olarak tutarım dedi. Aradan bir müddet geçmişti. Bilâl-i Habeşî
Yahudinin borcunu ödemek için ne kadar uğraştı ise de ödeyecek parayı bir türlü temin edememişti. Bir
gün Yahudi gelip eğer bir ay sonra borcunu ödeyemezsen kölem olacaksın dedi. Yahudinin verdiği
müddetin dolmasına çok az bir zaman kalmıştı. Yahudi borcunu ödeyemediğini görerek, onu köle yapacağım deyip kendi kendine seviniyordu. Bilâl-i Habeşî’yi de gördükçe unutma ödeyemezsen kölem olacaksın diyordu. Zamanın bitmesine dört gün kalmıştı ve Yahudi yine gelmişti. Bilâl-i Habeşî çaresizlik
içinde Peygamberimize (s.a.v.) gidip, durumu arz etti. Peygamberimiz başını eğip, biraz düşündü ve bir
şey buyurmadı. Bilâl-i Habeşî bir müddet sonra kalkıp evine gitti. O gece uyuyamadı. Kölelik bana geri
mi dönecek, artık ezan okuyamayacak mıyım diye derin derin düşünüyordu. Bu düşüncelere daldığı
sırada kapısı çalındı. Heyecanla koşup, kapıyı açtı. Gelen kimse, seni Resûlullah (s.a.v.) çağırıyor dedi.
Hemen toparlanıp, Resûlullah’ın huzuruna koştu. Yanına varınca edeble beklemeye başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Yâ Bilâl ticâretten dönen bir kervan var, kervana git onların arasında üzerindeki
yükleriyle birlikte bana hediye edilmiş olan üç deve var, onları al senin olsun. Borcunu öde!” buyurdu. Bilâl-i Habeşî hemen gidip onları teslim aldı. Yükleri indirdi. Develere yem verip, sabah ezanını
okumak üzere mescide gitti. Yine o tatlı sesiyle ezanı okudu. Namazı kıldıktan sonra da dışarı çıkıp, - 210 -
bende borcu olan gelsin alsın diye bağırdı. Yahudi gelince o mallardan bütün borcunu ödedi. Yahudi
şaşkın şaşkın dönüp gitti. O yine hoş sesiyle ezan okuyarak Medine semalarını çınlatmaya devam etti.
Hz. Bilâl-i Habeşî bizzat Peygamberimizden, (s.a.v.) işiterek hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet
ettiği bu hadîs-i şerîflerden 44 tanesi Sahih-i Buhârî’de ve Sahih-i Müslim’de ve dört Sünen kitabında yer
almıştır. Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Abdullah İbn-i Mes’ûd, İbn-i Amr, Üsâme
bin Zeyd, Ka’b bin Ucre, Câbir bin Abdullah, Bera bin Âzib (r.anhüm) ve diğer eshâb, ayrıca tâbiînin bü-
yük hadîs âlimleri Bilâl-i Habeşî’den hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir.
Hz. Bilâl-i Habeşî’nin Peygamber efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir
kısmı şunlardır:
“Ezan ve gözümün nuru olan namaz ile bizi ferahlandır Yâ Bilâl”
“Cennette Bilâli gördüm. (O’na cennete ne ile girdin!) diye sordum. Sebebini bilemiyorum,
ancak her abdest tazeledikçe iki rekât namaz kılardım diye cevap verdi”
“Gece kıyamına (ibadetine) devam edin; zira bu, sizden önceki sâlihlerin ibadetidir. Çünkü,
gece ibadeti, Allah’a yakınlık ve günahlara keffaret olup, insanın bedenini hastalıklardan korur ve
günahlardan uzaklaştırır.”
 1) Tehzîb-ül-esmâ vel-luga cild-1, sh-136
 2) El-A’lâm cild-2, sh-73
 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-502
 4) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-147
 5) El-Îsâbe cild-1, sh-165
 6) El-İstiâb (el-Îsâbe kenarından) cild-1, sh-141
 7) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-232
 8) El-Menhel-ül-azb-ül-mevrûd cild-2, sh-117
 9) Sîret-i İbn-i Hişâm sh-204, 347, 414, 448
10) Ensâb-ül-eşrâf cild-2, sh-455
11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-991
BÜREYDE BİN HASİB (r.a.):
Eshâb-ı kirâm’ın büyüklerinden, Horasan taraflarında vefât eden en son sahâbî. İsmi Büreyde bin
Eslem’dir. Meşhûr olan, künyesinin Ebû Abdullah olduğudur. 63 (m. 683) târihinde, Yezîd zamanında
vefât etti. Abdullah ve Süleymân isminde iki oğlu vardır. Bedir savaşından önce müslüman oldu.
Resûlullah, (s.a.v.) beraberinde Ebû Bekr-i Sıddîk ve onun azadlı kölesi Âmir bin Fuheyre (r.a.) olduğu
halde Medine-i Münevvere’ye doğru gidiyorlardı. Bu sırada Mekke müşrikleri, onları yakalamak için harekete geçtiler. Her tarafı aramaya başladılar. Yakalayıp getirene büyük mükafatlar vad ediyorlardı. Hicret yolu üzerinde bulunan kabileler, bu iş için tam seferber olmuşlardı. Büreyde bin Eslem de kendi kabilesinden yetmiş kişiyle beraber bu işin peşine düşmüştü. Karşılaştıkları zaman, Resûlullah (s.a.v.) ona:
“Sen kimsin” diye sordular. “Büreyde” cevabını alınca Resûlullah (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) dönüp
“Yâ Ebâ Bekir içimiz serinledi ve iyi oldu” buyurdular. Sonra “Kimlerdensin” diye suâl ettiler.
“Eslem kabilesindenim” deyince, “Selâmetteyiz” buyurdular. Tekrar “Eslem’in hangi kolundan” diye
sordular. “Sehm kolundan” cevabını alınca, “Yâ Ebâ Bekir senin nasîbin çıktı” buyurmuşlardır. Bu
sefer Büreyde, Resûlullaha “Ya sen kimsin” dedi. Resûlullah (s.a.v.) “Allahü teâlânın Resûlü Muhammed” buyurunca, Büreyde “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve
resûlüh: Ben şehâdet ederim ki, Allahü teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve
Resûlüdür” diyerek o ve yanındakiler de îmân ettiler. Büreyde (r.a.) “Allahü teâlâya hamd ve senalar
olsun ki bizler zorla değil, isteyerek müslüman olduk” buyurdu. Büreyde (r.a.) ertesi gün, “Yâ Resûlallah!
Yanınızda sancak olmadan Medine’ye teşrif etmeniz uygun değildir” diyerek başındaki sarığı, sancak
gibi mızrağın ucuna bağlamıştır. Büreyde hazretleri Medîne-i Münevvere’ye kadar Resûlullah’ın (s.a.v.)
önlerinde, livâ-i Muhammedi’yi (sancağı) taşımıştır.
Hz. Büreyde, Resûlullah (s.a.v.) ile beraber bir çok muharebelere katılmış Mekke’nin fethinde bulunmuştur. Ayrıca Resûlullah’ın Hz. Hâlid komutasında Yemen taraflarına gönderdiği orduda da yerini
almıştır. Hz. Büreyde Resûlullah’ın (s.a.v.) son zamanlarında Üsâme (r.a.) kumandasında Şam tarafına
gönderdiği orduda sancak taşımıştır. Resûlullah’ın (s.a.v.) vefâtından sonra Eshâb-ı kirâm (r.anhüm)
çoğunlukla İslâmı yaymak ve hizmet için, etrafa dağılmışlardı. İşte, İslâm’a hizmet ve onu her tarafa
yayma aşkı ve ateşi ile ruhu yanan bu büyük sahabî Hz. Osman zamanında, Horasan’a gönderilen ordu
içerisinde de yerini almıştı.
Büreyde (r.a.) çok hadîs-i şerîf ezberlerdi. 164 hadîs-i şerîf rivâyet etti. Resûlullah’tan doğrudan rivâyette bulunmuştur. İki oğlu Abdullah bin Evs-i Huzâî Şa’bî Melik bin Üsâme kendisinden hadîs öğrendiler. Büreyde hazretleri, Resûlullah’ın, daima mübârek nazarları karşısında bulunma se’âdetine kavu-- 211 -
şan, istediği zaman huzurlarına girip çıkabilen büyük bir sahâbîdir. Eshâb-ı kirâmı hayırla anardı. Hz. Ali,
Osman, Talha ve Zübeyr (r.anhüm) hakkında düşüncesini soranlara, her birisi için Allahü teâlâ rahmet
eylesin buyurmuştur.
Büreyde (r.a.) hazretlerinin bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Kim Kur’ân-ı kerîmi, okur, onu dünyâ kazancı için vasıta yaparsa, kıyâmet gününde, yüzü,
etten soyulmuş bir kemikten ibaret olarak Arasat meydanına gelir.”
“Kabir ziyâretini size yasaklamıştım. Bundan sonra ziyâret edebilirsiniz. Böylece ibret alır,
gafletten kurtulursunuz.”
“Münafık adamlara, seyyid yani efendi, tabirini kullanmayınız (Hürmet göstermeyiniz). Çünkü onlar, seyyid olur, başkalarından üstün sayılırsa, Allahü teâlâ’nın gazabını celbetmiş olursunuz.”
“Karanlıkta, mescidlere fazla gidenlere, kıyâmette tam bir nura kavuşacaklarını müjdeleyiniz.”
 1) El-A’lâm cild-2, sh-250
 2) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-432
 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-241
 4) El-Îsâbe cild-1, sh-146
 5) El-İstiâb cild-1, sh-173
 6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-346
 7) Eshâb-ı Kirâm sh-318
CÂBİR BİN ABDULLAH (r.a.):
Ensâr-ı kirâmın büyüklerinden. Babası da müslüman olup künyesi Ebû Abdullah veya Ebû
Abdurrahman’dır. Annesinin ismi Nesibe’dir. (m. 601) yılında Medine’de doğmuş olup, 77 (m. 694) yılında 95 yaşında Medine’de vefât etmiştir. Cenâze namazını Medine Valisi bulunan Hz. Osman’ın oğlu
Ebân kıldırmıştır.
Bizzat Resûlullah’dan (s.a.v.) ilim öğrenmiş sonra Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali, Ebû Ubeyde,
Talha, Muaz bin Cebel, Ammar’dan (r.anhüm) öğrenmeye devam etmiştir. Sonra ilim neşretmeye baş-
lamıştır. Mekke, Yemen, Kûfe, Basra, Mısır’dan onun derslerini dinlemeğe gelenler de bulunurdu. Bunlar
hadîs, tefsîr, fıkıh ilimlerini tahsil ederlerdi. Bütün ömrünü Resûlullahın (s.a.v.) hadîs-i şerîflerini neşr
etmeğe vakfetmiş, çok hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kendisinden, Ata bin Ebî Rebah, Mücâhid bin Cebr,
Ebû Süfyân, Talha bin Nafi, Sa’îd bin Müseyyeb, Vehb bin Keysan, Şa’bî, Ka’b bin Mâlik gibi tâbiînin
büyükleri rivâyette bulunmuşlardır. Toplam 1540 hadîs-i şerîf bildirmişdir. Bunlardan 210 hadîs-i şerîf,
Sahih-i Buhârî ve Sahih-i Müslim’de mevcuttur. Bunların 68’i her ikisinde 26’sı yalnız Buhârî’de, 126’sı
da yalnız Müslim’de yer almaktadır. Rivâyetleri son derece sağlam ve ihtiyatlıdır. Tâbiînin her tabakası
onun ilminden istifâde etmiştir.
Câbir bin Abdullah hazretleri sahabenin en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Daha Resûlullah’ın sağlı-
ğında sorulan suallere cevap verir, müftilik yapardı. Bu onun fıkıh ilmindeki yüksekliğine en büyük delildir.
Câbir hazretleri tefsîr ilminde de Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden idi. Âyetlerin nüzul (iniş)
sebeblerini bilmek ve belâgatı hususunda Eshâb-ı kirâmın ileri gelenlerinden idi.
Tefsîrine örnek:
“Tezekkî eden muhakkak kurtulmuştur” âyet-i kerîmesindeki Tezekkî’yi şöyle tefsîr etmiştir:
“Allahü teâlâ’dan başka ilah olmadığına, benzeri, eşi, ortağı olmadığına, Hazret-i Muhammed’in hak
peygamber olduğuna, şehâdet etmektir.”
Câbir bin Abdullah’ın, babası Abdullah bin Amr, ikinci Akabe bîatında İslâmiyeti kabul etmiş ve
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) tarafından Benî Hasan’a nakîb olarak ta’yin edilmişti. Bu sıralarda Câbir (r.a.)
genç bir delikanlı idi. Yedi kızkardeşi olup, erkek kardeşi yoktu. Ümmü Ma’bed, kızkardeşlerinin en üstünü idi.
Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) babası, Uhud gazâsında şehîd olunca, Amr bin Hasanoğullarının reisi
olmuştu. Kendilerine mahsus Aynü’l Erzak taraflarında bir çeşmeleri vardı. O devirlerde çeşme veya
kuyusu olanlar, diğer halkı bundan para ile istifade ettirirlerdi Bu çeşme Hz. Muâviye zamanında Medine
Valisi Mervan bin Hakem tarafından istimlâk edilerek halkın istifâdesine sunuldu.
Câbir bin Abdullah (r.a.) Bedir ve Uhud gazâlarına iştirak ettiği rivâyeti varsa da doğru olanı iştirak
etmediğidir. Çünkü, yedi kız kardeşine bakacak kimseleri de yoktu. Babası, kızlarının, kimsesiz kalma-- 212 -
ması için oğlunu harbe iştirakten men ederek; “Oğlum, şu kızların kimsesiz kalmalarını düşünmesem,
senin gözümün önünde şehîd olmanı isterdim” demiştir. Babasının şehîd olmasını şöyle anlatır:
“Babam, Uhud’da şehîd olmuştu. Kızkardeşim bana bir deve vererek; “Git, babamızı bu devenin
üzerinde taşı. O’nu Selemeoğullarının kabristanına göm” dedi. Ben de deveyi alarak harb meydanına
gittim. Yanımda birkaç kişi daha vardı. Resûl-i ekrem (s.a.v.), babamı, harb yerinden alarak aile kabristanına götürmek istediğimi anladılar. O sıralarda Resûl-i ekrem Uhud’da bulunuyorlardı. Beni huzurları-
na çağırdılar ve; “Nefsim yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemin ederim ki; Abdullah da arkadaşları, ile gömülecektir.” Resûl-i ekremin (s.a.v.) bu sözü üzerine ben de babamı taşımaktan vazgeç-
tim. Onu Uhud şehîdleri ile birlikte gömdüm.”
Câbir bin Abdullah’ın (r.a.) babası şehîd olduğu zaman bir hayli borcu vardı. Bu borçların mühim
kısmı, etrafta oturan Yahudilere idi. Babasının şehâdetinden sonra, alacaklılar, Câbir bin Abdullah’ı sı-
kıştırarak alacaklarını istemişlerdi. Fakat Câbir bin Abdullah’ın elindeki malları borcunu ödeyecek miktarda değildi. Küçük bir hurma bahçesinden başka bir şeyinin olmadığını, borcunun bir kısmını gelecek
seneye tehirini istedi. Çok zor durumda kalan Câbir bin Abdullah, halini insanların en merhametlisi olan
Peygamberimize (s.a.v.) arz etti. Resûl-i ekrem (s.a.v.) hurmaları toplamasını ve kendilerine haber vermelerini buyurdular.
Resûl-i ekrem (s.a.v.) Câbir bin Abdullah’ın evine gittiklerinde, “Alacaklıları çağırın” diye buyurdular. Alacaklılar geldi: Hepsine haklarını verdikten sonra bir miktar hurma yine Câbir bin Abdullah’a
(r.a.) kaldı. Peygamberimiz mucizeyi Eshâb-ı kirâma anlatmasını Câbir bin Abdullah’a (r.a.) emir buyurdu.
Hendek gazâsında, Resûl-i ekrem efendimizin maiyetinde bulunan Câbir bin Abdullah (r.a.) o günleri şöyle anlatır: “Hendek muharebesinde Resûl-i ekrem (s.a.v.) ile Eshâbı üç gün ağızlarına bir lokma
koymamışlardı. Bu sırada Resûl-i Ekrem’e dikkat etti, mübârek karınlarına taş bağlamışlardı. Hendek
kazmakla meşgul olan Eshâb, bir taş parçasını kıramadıklarını Peygamber efendimize haber verdiler.
Peygamber efendimiz (s.a.v.) onlara: “Siz bu kaya parçasının üstüne biraz su serpiniz” buyurmuştu. Sonra külünkü almış ve kayaya üç defa vurmuşlar her vuruşlarında kuvvetli bir ateş çıkmış,
Yemen, İstanbul, Faris illeri görünmüştü. Bunun hikmeti sorulduğu zaman Peygamberimiz “Buraların
müslümanlar tarafından feth edileceğini” buyurmuşdu.
İşte bu sıkıntılı ve ızdıraplı günlerden birinde, Hz. Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı.
Hanımıyla konuşarak; onları Resûl aleyhisselâm ve beraberindeki birkaç Eshâba ikrâm etmeye karar
verdiler. Zaten fazla kimseye yetecek kadar değildi. Câbir (r.a.), Resûl aleyhisselâma gelerek, “Biraz,
yemeğim var, siz ve bir kaç kişi buyurun” dedi. Resûl aleyhisselâm, “Peki, hanımına söyle, ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın” buyurdu. Hz.
Câbir hendek mahallinden ayrılıp evine döndü. Biraz sonra Peygamberimiz (s.a.v.), bütün hendek ahalisini Câbir’in (r.a.) dâvetine çağırmışlardı. Yüzlerce sahâbî bu davete icâbet ederek O’nun evine geldiler.
Câbir (r.a.) gelenleri görüp, bir yemeğe, bir gelenlere bakarak, mahcubiyetinden ne yapacağını şaşırmıştı. Sonra Resûlullah geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti. Yemeği dağıtmaya başladılar. Gelenlerin hepsi yediği halde yemek yine bitmemişti.
Câbir’in (r.a.) babası Uhud da şehîd oldu. Kardeşleri kimsesiz kaldı. Bunun üzerine dul bir kadın
olan Süheyl binti Mes’ûd ile evlendi. Yedi kız kardeşine bakabilmek için böyle dul birini tercih etmişti.
Resûlullah (s.a.v.) bunu duyunca “Îsâbet ettin” buyurmuştur.
Hz. Câbir yakışıklı, sevimli, güzel ahlâklı, sünnet-i seniyyeye uymakta çok gayretli; merhametli,
nazik, gönül alıcı muhterem birisiydi. Hz. Câbir’in evi Mescid-i Nebî’den bir mil (2 kilometre) uzak olmasına rağmen her namazı Peygamber efendimizle, Mescid-i Nebî’ye gelerek kılar idi. Hakkı söylemede,
adaletten ayrılmaz, emr-i ma’ruf ve nehy-i münkeri bildirmede çok gayret gösterirdi. Resûl-i ekrem’in
(s.a.v.) nasıl namaz kıldığını görmek isteyen ona gelir, Câbir (r.a.) da onlara tarif ederdi.
Buyurdular ki: Resûl-i ekrem (s.a.v.) Mekke’de on sene kalarak herkesin toplandığı Ukdağ ve
Mecenne gibi panayırlarda ve Mina dağına çıkarak halka hitaben: “Rabbimin, risâletini tebliğ için bana kim yardım ederse, cenneti kazanır.” derdi. Fakat, Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kâfirler “Bizi bunun
için mi çağırdın; sakın inanmayın der” insanları aldatırlardı. Nihayet biz Yesrib’den gelerek Resûl-i Ekrem’i (s.a.v.) bulup, O’na inanmış olarak yardım ederdik. Gelen müslümanlara Resûl-i ekrem, Kur’ân-ı
kerîm okurdu. Onlar da döndüklerinde ailelerine İslâmiyeti tebliğ eder, onların imân ile şereflenmelerini
sağlarlardı.
Gönülleri îmân ile dolu olan, Peygamberimizi her şeyden çok seven müslümanlar toplanarak: “Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) müşrikler tarafından hakaret, eziyet edilmesine ne zamana kadar müsaade edece-
ğiz?” dediler. Bunun üzerine içimizden 70 kişi hac mevsiminde Medine’den hareket ederek Resûl-i
ekrem’i bulduk. Resûl-i ekrem (s.a.v.) ile Akabede mülakat etmek üzere anlaştık. Birer, ikişer o mevkide - 213 -
toplandık. Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) “Size bîat edeceğiz” dedik. Resûl-i ekrem (s.a.v.) “Bana iyi ve fena
zamanlarda itâat etmek, darlık ve bolluk zamanında infak etmek, emr-i bil Ma’ruf ve nehy-i anil
münkere riâyet etmek, her sözü Allahü teâlâ için söyleyerek, bu yolda birşeyden korkmamak bana yardım etmek, canlarınızı, mallarınızı, çocuklarınızı her neden koruyorsanız beni de öyle korumak üzere bîat ediniz, mükâfatınız Cennettir” buyurdu. Resûlullah (s.a.v.) sözlerini bitirdikten sonra
kalkıp ona bîat ettik.
Bizzat Peygamber efendimizden işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:
“Resûlullah (s.a.v.) birinin evi önünde nehir olsa, her gün beş kere bu nehirde yıkansa üzerinde kir kalır mı?” diye sordu. Eshâb-ı kirâm “Hayır Yâ Resûlallah” dedi. Resûlullah “İşte, beş vakit
namazı kılanların da böyle küçük günahları affolur.”
“Tabakları parmakla, parmağı ağızla siliniz.”
“Allahü teâlâ benim ümmetime, Ramazan-ı şerîfde beş şey ihsan eder ki, bunları hiçbir
Peygambere vermemiştir:
1- Ramazanın birinci gecesi, Allahü teâlâ mü’minlere rahmet eder. Rahmetle bakdığı kuluna
hiç azâb etmez.
2- İftâr zamanında, oruçlunun ağız kokusu, Allahü teâlâya, her kokudan daha güzel gelir.
3- Melekler, Ramazanın her gece ve gündüzünde, oruç tutanların afv olması için duâ eder.
4- Allahü teâlâ, oruç tutanlara, âhırette vermek için, Ramazan-ı şerîfde Cennetde yer tayin
eder.
5- Ramazan-ı şerîfin son günü, oruç tutan mü’minlerin hepsini afv eder” buyurdu.
Medine’de mescidde dikili bir odun vardı. Peygamber efendimiz hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Minber yapılınca, direğin yanına gitmedi. Odundan ağlama seslerini, bütün cemaat işittiler. Peygamberimiz minberden inip direğe sarıldı. Ağlama sesi kesildi. “Eğer sarılmasaydım benim ayrılığımdan
kıyâmete kadar ağlayacaktı.” buyurdu.
“Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın, artarsa çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin. Bundan da artarsa, akrabanıza yardım edin.”
 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-574
 2) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-37
 3) Umdet-ül-kâri cild-1, sh-7
 4) El-İstiâb cild-1, sh-221
 5) El-Îsâbe cild-1, sh-213
 6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-3, sh-292
 7) Herkese Lâzım Olan Îmân sh-306
 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-392, 179, 273, 337, 456, 485, 484, 586



Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...