ABDULLAH BİN REVÂHA (r.a.):
Peygamber efendimizin, eshâbı içinde çok sevdiği, şairlerden. İsmi Abdullah, künyesi Ebû Muhammed, unvanı Şâir-i Resûlullah’tır. Nesebi, Abdullah bin Revâhâ bin Sa’lebe bin İmrul Kays bin Amr bin İmr-ul-Kays el-Ekber bin Mâlik el-Asgar bin Sa’lebe bin Ka’b bin Hazrec bin Hâris bin Hazrec elEkber. Validesi, Kebse binti Vakıd bin Amr bin Itnâbe’dir. Onun hanedanı Hâris bin Hazrec’tir. Hz. Abdullah’ın babasının ceddi ile annesinin ceddi birleşmektedir. Hz. Abdullah bin Revâhâ, ikinci büyük Akabe bîatında müslüman oldu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) ikinci Akabe gecesinde, Evs ve Hazrec kabilelerinden gelenlere hitaben Kur’ân-ı kerîm okudu. Onları İslâm’a davet ve teşvik ettikten sonra buyurdu ki: “Yüce Rabbim için şartım: O’na hiç bir şeyi eş ortak koşmaksızın ibâdet etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de: Allahü teâlâ’nın Resûlü olduğuma şehâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır.” Abdullah bin Revâhâ (r.a.): “Böyle yaptığımız zaman bize ne var?” diye sordu. Peygamber efendimiz: “Cennet var” buyurdu. Orada bulunanlar bu daveti kabul edip, “Yâ Resûlallah! Sana nasıl bîat edelim, söz verelim” dediler. Peygamber efendimiz: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh olmadığına ve benim Resûlullah olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını, sadakasını vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinliyeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda Allah için hakkı söyliyeceğinize, iyiliği buyurup kötülüklerden sakındıracağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz.” Bunun üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bîat ettiler. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Biz, Allahü teâlâ’dan ve O’nun Resûlünden geleni kabul ettik...” dedi. Medineliler, tekrar, “Yâ Resûlallah (s.a.v.) Sana yaptığımız bu taahhüd karşısında bize ne var?” diye sordular. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Allahü teâlâ’nın rızası ve Cennet var” buyurunca. Onlar da: “Râzı olduk ve kabul ettik” dediler. Peygamberimiz (s.a.v.): “İçinizden 12 kişi seçiniz. Onlar her hususta kavimlerinin benim ya-- 177 - nımda temsilcisi olsunlar. Hz. Mûsâ da İsrailoğularından 12 temsilci almıştı.” buyurdu. Bunun üzerine, Hazrecliler 9, Evsliler de 3 temsilci çıkardılar. Hazreclilerin temsilcileri arasında Hz. Abdullah bin Revâhâ da vardı. Bu temsilciler, Medinelilerin ileri gelenlerinden, bilgili, akıllı ve okuryazar olanlardandı. Bu temsilciler, temsil ettikleri topluluklara İslâm’ı anlattılar, onları da bîat’a hazırladılar. Hz. Abdullah bin Revâhâ, Hârisoğullarına nakib tayin edildi. Hicretten sonra, Hz. Abdullah bin Revâhâ ve Hz. Mikdâd bin Esved arasında kardeşlik tesis edildi. Hz. Abdullah bin Revâhâ, Bedir muharebesinde ve diğer muharebelerde bulunmuş, Hendek gazvesi sırasında Medine tarafına hendek kazılırken, teşvik edici, şiirler söyliyerek, Eshâb-ı kirâmı coşturmuş, çalışmalarını hızlandırmıştır. Bedir muharebesi bitip zafer elde edilince, Peygamber efendimiz (s.a.v.), Abdullah bin Revâhâ ile Zeyd bin Hârise’yi, müjdeci olarak Medine’ye gönderdi. Pazar günü kuşluk vakti, Akik mevkiine gelince ayrıldılar. Hz. Abdullah bin Revâhâ bir taraftan, Hz. Zeyd bin Hârise başka bir taraftan Medine’ye girdiler. Ev ev dolaşıp zaferi bildiriyorlardı. Hz. Abdullah bin Revâhâ: Ey Ensâr cemâati, size müjdelerim ki, Sağ ve selâmettedir, Allah’ın Peygamberi Müşrikler öldürüldü ve esir edildiler, Var esirler içinde, çok şöhretli kişiler. Rebîa ve Haccâc’ın oğulları bittamâm, öldürüldü Bedir’de, Ebû Cehil bin Hişâm diyerek yüksek sesle zaferi müjdeliyordu. Hz. Âsım bin Adiy: “Ey İbn-i Revâhâ! Söylediğin gerçek mi?” diye sordu. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Evet, vallahi gerçektir! İnşâallah, yarın Resûlullah da elleri bağlanmış bulunan esirlerle birlikte gelir, gelecektir!” buyurdu. Hz. Abdullah bin Revâhâ 6 (m. 627) yılında Hudeybiye Musâlahasına katılarak bîat-ı Rıdvan’da bulundu. Yahudilerin Reisi Ebû Rafî’nin katlinden sonra yahudilerin başına, Esir bin Zürâm geçmiş, müslümanların aleyhinde tahriklere başlamıştı. Esir bin Zürâm, Gatfan kabilesini, müslümanlar aleyhinde harekete geçirmek teşebbüslerinde bulunuyordu. Resûlullah (s.a.v.) bu hareketten haberdâr olarak, hicretin altıncı senesi Ramazanında, Hz. Abdullah bin Revâhâ’yı otuz kişinin başında Hayber tarafına göndermiş, Hz. Abdullah da Esir bin Zürâm’ın bütün ahvalini uzun uzadıya tetkik ederek vaziyeti Peygamber efendimize (s.a.v.) bildirmişti. Esir bin Zürâm’ın vücudunu kaldırmak lâzım geldiğini anlatmış, bunun üzerine Hz. Peygamber, onu bu işle vazifelendirmişti. Hz. Abdullah bin Revâhâ, maiyetindeki otuz kişi ile birlikte hareket ederek, Esir bin Zürâm’ın yurduna doğru yürüdü. Hz. Abdullah, Esîr bin Zürâm’ın makamına vardıktan sonra, onu Medine’ye davet etti. Esir bin Zürâm da daveti kabul ederek, her müslümana karşı bir kişi olmak üzere otuz kişi alarak yola çıktı. Esir, yolda bir müddet ilerledikten sonra aklına bir takım şüpheler gelip, Medine’ye gitmekten ise Hayber’e dönmenin daha iyi olduğunu zannederek gerilemeye başladı. Hz. Abdullah bin Revâhâ, onun bu halini gördükten sonra O’na; “Ey Allah’ın düşmanı! Ne diye geriliyorsun?” dedi. Esir, şüpheye düştüğünü söylediğinden iki taraf arasında şiddetli bir cenk başladı. Esir bin Zürâm ile maiyetindekilerin hepsi imha edildi. Hz. Abdullah bin Revâhâ, Hayber’in fethinde, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) maiyetinde bulunmuş, daha sonra Hudeybiye andlaşmasının olduğu yıl yapılamıyan Umre haccını yapmak üzere Mekke’ye gitmişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Kusvâ adındaki devesinin üzerinde bulunduğu ve devenin yuları Hz. Abdullah bin Revâhâ’nın (r.a.) elinde olduğu halde ve sadık arkadaşları da çevrelerinde, kılıçlarını kuşanmış bir şekilde, yürüyerek Mekke’ye girdiler. Müşriklerin ileri gelenleri; yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak, Peygamber efendimizi gözetlemek için Handeme, Kuaykıan dağına çıkmışlardı. Mekkeli erkek, kadın, çoluk çocuklar da, Peygamber efendimizle Eshâbını seyretmek için Darünnedve’de sıralanmışlardı. Abdullah bin Revâhâ (r.a.), Kusvâ’nın yularını çekerek Peygamber efendimizin önlerinde yürümekte ve: Ey kâfirler çekilin, Peygamberin yolundan, Ki Allahü teâlâ, O’na gönderdi Kur’ân. Her hayır ve iyilik vardır O’nun dininde, Bu din için ölmekdir, en hayırlı ölüm de. Gerçek Resûlullahdır, kabul ettim yürekten, Her sözüne inandım, kabul ettim şimdi ben. Ey kâfirler! Kur’ân’ın, Allahü teâlâ’dan, İndiğini siz inkâr eylediğiniz zaman, - 178 - Nasıl indirdik ise, darbeleri aniden Ve nasıl ayırdıksa, başınızı gövdeden. Onun mânâsına da, inanmazsanız eğer, İner aynı şekilde başınıza darbeler. diyerek kâfirleri kötüleyici şiirler söylemekte ve devamla: Başlarım O Allah’ın, mübârek ismiyle ki, Yoktur O’nun dininden, başka dîn-i hakîkî. Ve yine başlarım ki, ismiyle O Allah’ın, Muhammed hem kulu ve hem Resûlüdür O’nun. diye yine şiir okurdu. Hz. Ömer; “Ey İbn-i Revâhâ! Sen Resûlullah’ın (s.a.v.) önünde ve Harem-i şerîfte nasıl şiir okuyabiliyorsun” deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Yâ Ömer! O’na mâni olma. Allahü teâlâya yemin ederim ki, O’nun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmakdan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâhâ devam et” buyurdu. Hz. Ömer sustu. Peygamber efendimiz (s.a.v.) biraz sonra Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya: “Allahü teâlâ’dan başka ilâh yoktur! Bir olan O’dur. Va’dini gerçekleştiren O’dur! Bu kuluna yardım eden O’dur! Askerlerini güçlendiren O’dur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O’dur! de!” buyurdu. Abdullah bin Revâhâ (r.a.) da: “Allahü teâlâdan yoktur başka bir ilâh, Yoktur O’nun şeriki, lâ ilâhe illallah. O’dur müslümanların, askerlerine güç veren, Ve O’dur kâfirleri, dağıtan, mağlub eden.” diye söylemeye başladı. Müslümanlar da onun söylediği gibi söylediler. Hicretin sekizinci senesi Cemaziyelevvelinde, Mûte gazâsı vuku buldu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Busra reisi olan Emîre bir mektûb göndererek O’nu İslâmiyyete davet etmişti. Bunlar, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) elçisine hüsn-i kabul göstereceklerine elçiyi katletmişler, müslümanlara karşı harp yapacaklarını ilân etmişlerdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) 3000 kişiden müteşekkil bir kuvvet hazırlamış onu Zeyd bin Hârise’nin kumandasına vermişti. Peygamber efendimiz (s.a.v.), mescidinde öğle namazını kıldırdıktan sonra oturdu. Eshâb-ı kirâm da oturdular. Peygamber efendimiz (s.a.v.): “Cihâda çıkacak olan şu insanlara, Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettim!Zeyd bin Hârise şehîd olursa, yerine Cafer bin Ebî Talib geçsin. Cafer bin Ebî Talib şehîd olursa, Abdullah bin Revâhâ geçsin. Hz. Abdullah bin Revâhâ da şehîd olursa, müslümanlar aralarında münasip birini seçsin ve onu kendilerine kumandan yapsın!” buyurdu. Bunun üzerine Eshâb-ı kirâm ağlamaya başladılar. “Yâ Resûlallah! Keşki sağ kalsalar da kendilerinden istifâde etseydik” dediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) cevap vermeyip sustular. Mücâhidler, Medine’den yola çıkacakları sırada, Peygamber efendimiz, beyaz bir sancak bağlayıp Hz. Zeyd bin Hârise’ye verdi. Hâris bin Umeyr’in öldürüldüğü yere kadar gitmesini ve orada bulunanları İslâmiyyete davet etmesini, müslümanlığı kabul ederlerse ne a’lâ, kabul etmedikleri takdirde, Allahü teâlâ’nın yardımına güvenerek onlarla çarpışmasını tavsiye etti. Uğurlamak üzere Veda yokuşuna kadar mücâhidlerle beraber gitti. Hz. Abdullah bin Revâhâ, yanındaki kumandan arkadaşlarıyla birlikte vedalaştıkları sırada, ağladı. Ona “Ey Revâha’nın oğlu! Ne için ağlıyorsun?” diye sordular. Hz. Abdullah bin Revâhâ: Ağlamamın sebebi, değil dünyâ sevgisi Ve değildir vallahi, özliyeceğim ben sizi. Asıl sebep şudur ki, Kur’ân-ı kerîminde, Şöyle buyurmaktadır, Rabbimiz bir âyette: “Muhakkak biliniz ki, sizlerin içinizden Hiç bir kimse yoktur ki, geçmesin cehennemden” İşittim bu âyeti, Resûlullah okurken, Cehenneme uğrarsam, nasıl sabrederim ben. - 179 - Dedi. Müslümanlar “Allahü teâlâ, sizi sevgili kulları zümresine ilhak etsin, sâlihlerden olun!” diye duâ ettiler. Sonra Hz. Abdullah bin Revâhâ (r.a.): Mağfiret diliyorum, rahman olan Rabbimden, Vücûdum baştan başa kan olsun darbelerden. Nâşıma uğrayanlar desinler (Ne se’âdet, Kan revan yerde yatan, şehîd olmuş nihayet) diyerek duâ etti. Ordu gitmeğe hazırlandığı sırada, Hz. Abdullah bin Revâhâ Peygamber efendimizin yanına varıp vedalaştıktan sonra: “Yâ Resûlallah! Bana ezberliyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmıyacağım bir şeyi emir ve tavsiye buyurur musunuz? dedi. Peygamber efendimiz O’na: “Sen, yarın Allah’a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın, orada secdeleri, namazları çoğalt!” buyurdu. Hz. Abdullah bin Revâhâ, “Yâ Resûlallah! Bana, nasîhatini arttırır mısınız? dedi. Peygamberimiz (s.a.v.): “Allahü teâlâyı dâima zikr et. Çünkü, Allah’ı zikr, umduğuna ermende sana yardımcı olur” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Seniyyet’ül Vedâ’da mücâhidlerle vedalaştı. Onlara; “Haydi Allah’ın ismi ile gazâ ediniz. Allah’ın ve sizin Şam’da bulunan düşmanlarınızla çarpısınız! Orada nasrânîlerin kiliselerinde, halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş, bir takım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayı- nız! Onların dışında, başlarında şeytanların yuvalandıkları daha bir takım kimseler de bulacaksı- nız. Onların başlarını kılıçla koparınız! Siz, ne bir kadını, ne süt emen bir çocuğu, ne yaşlanmış bir pîr-i fâni’yi öldürecek, ne bir ağaç yakacak veya kesecek, ne de bir ev yıkacaksınız.” buyurdu. Peygamber efendimiz (s.a.v.), mücâhidlerle vedalaşıp, Medine’ye dönerken, Hz. Abdullah bin Revâhâ Peygamber efendimizi şu beytle selâmladı: Vedalaştım Nahil’de, Allah’ın Resûlünden, Selâmet orada kaldı, O’ndan ayrılınca ben. Eyvah! Arkada kaldı, Allah’ın sevgilisi, Eyvah! Uzakta kaldı, dostların hayırlısı. Zeyd bin Erkam der ki: “Ben Hz. Abdullah bin Revâhâ’nın terbiyesi altında yetişmiş bir yetimdim. Kendisi, Mûte seferine çıktığında, beni de devesinin terkisine bindirmişti. Vallahi, geceleyin biraz gidince, O’nun şu beyitleri okuduğunu işittim: “Ey devem! Kumluktaki, kuyuya eğer beni, Oradan da dört konak, götürürsen ileri. Çıkarmam artık seni, bundan başka sefere, Sahipsiz kalacaksın, az sonra ona göre. Ben herhalde evime, geri dönmeyeceğim, Umarım ki, bu harpte, ben şehîd düşeceğim. Son konakta mü’minler, geçti beni hız ile, Ey Revâhâ’nın oğlu, en yakınların bile, Kardeşlik bağlarını, kopararak geçtiler, Seni Hak teâlâya bırakıp da gittiler. Artık düşünmüyorum, geride ne malım var? Hiç umurumda değil, ağaçlarla hurmalar” Kendisinden, bunları işitince, ağladım. Hz. Abdullah bin Revâhâ bana kamçısıyla dokunarak; “Ey yaramaz! Sana ne oluyor, sana ne zararı var? Allahü teâlâ, bana şehîdlik nasîb ederse sen de, hayvan üzerinde geri dönüp, yerine ulaşırsın. Ben de, dünyânın dertlerinden tasa ve üzüntülerinden, hâdiselerinden kurtulmuş, rahata kavuşmuş olurum!” dedi. Geceleyin inip iki rekât namaz kıldı. Sonunda uzunca bir duâ yaptı ve bana (Ey çocuk) diye seslendi. (Buyur!) dedim. (Bu seferde inşaallah şehîdlik nasîb olacaktır!) dedi. İslâm Mücâhidleri, yollarına devam ederek, Şam topraklarından Maan’a varınca, orada konakladı- lar. Orada, Kayser Heraklius’un, Rumlar’dan yüzbin askerle Belkâ topraklarından Maan’a gelip kondu- ğunu ve Beliy kabilesinden Mâlik bin Zafile adında birinin kumandası altındâ Lahm, Cüzam, Kayn, Behrâ, Vâil, Bekr ve Beliy Hıristiyan Araplarından yüzbin kişilik bir kuvvetin de gelip onlara katıldığını haber aldılar. İslâm mücâhidleri, durumu görüşmek üzere, Maan’da iki gece kaldılar. Zeyd bin Hârise - 180 - (r.a.), Rumlar’ın kendileri için pek çok asker toplamış olduklarını haber verip, mücâhidlerin bu yoldaki görüşlerini sordu. Bazıları: “Rumlarla karşılaşmaktan vazgeçip memleketlere akın yap. Halklarını esir al, Medine’ye geri dön.” dediler. Hz. Abdullah bin Revâhâ, susuyor, konuşmuyordu. Hz. Zeyd bin Hârise, O’na, bu hususta ne düşündüğünü sordu. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Biz, ganimetler elde etmek için yola çıkmadık. Fakat, Rumlarla karşılaşmak için yola çıktık!” dedi. Diğer mücâhidler ise; “Resûlullah aleyhisselâma yazı yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim. Bize, acele asker göndermesini veya bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini istiyelim.” dediler. Bu hususta söz ve görüş birliğine vardılar. Hz. Abdullah bin Revâhâ: “Ey kavmim ne sebepten, tereddüt edersiniz? Şehîd olmak kastiyle, cenge gelmedik mi biz? Silâhça, süvarice, çokluk olduğumuzdan, Dolayı savaşmadık, kâfirlerle hiç bir an. Allahü teâlânın, bize ihsan ettiği, Şu din kuvveti ile, savaştık aslan gibi. Gidiniz, çarpışınız, muhakkak iyilik var, Bu işin neticesi, yâ şehâdet yâ zafer. Bedir günü vallahi, vardı iki atımız, Uhud’da tek at ile, pek azdı silâhımız. Bu cenkte galip gelmek, varsa eğer kaderde, Zâten böyle va’d etti, Allah ve Peygamber de. Hak teâlâ vadinden, dönmez asla geriye, Ey mü’minler! Öyleyse, yürüyün ileriye. Şehîdlik varsa eğer, bizim kaderimizde, Kavuşuruz cennette, şehîd kardeşimize” dedi. Hz. Abdullah bin Revâhâ’nın bu sözleri mücâhidleri cesaretlendirdi. “Vallahi Revâhâ’nın oğlu, doğ- ru söylüyor” dediler ve yollarına devam ettiler. Meşârif köyünde rastladıkları düşman askerleri yaklaşmaya başlayınca, İslâm mücâhidleri, Mûte diye anılan köyün önüne çekildiler ve hemen savaş düzenine girdiler. Düşman askerlerinin üzerine yü- rüdüler. İki taraf, yeşil ekinler üzerinde, birbirleriyle amansızca çarpışmaya başladılar. İslâm Ordusunun Başkumandanı Zeyd bin Hârise (r.a.) Peygamber efendimizin sancağını eline aldı. Vücudu, Rumların mızrakları ile delik deşik edilip, kanları saçılıncaya kadar çarpışmaktan geri durmadı ve en sonunda şehîd oldu. Sancağı Hz. Cafer bin Ebî Talib aldı. Zırh gömleğini giydi, atına bindi. Sancağı elinde olduğu halde ilerledi. Hz. Cafer, düşmanların ortalarına kadar dalmış bulunuyordu. Çarpışırken, düşmanlar tarafından vurulup bir eli kesildi. Sancağı, diğer eline aldı. O eli de kesilince, sancağı koltuğunun altına kıstırdı. O sırada bir adam, ona mızrağını sapladı ve Hz. Cafer şehîd oldu. Hz. Cafer şehîd olunca, EbülYüsr Ka’b bin Umeyr sancağı alıp, Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya verdi. Hz. Abdullah bin Revâhâ sancağı alınca, atının üzerinde düşmanlara doğru ilerledi ve kendi kendine: Ey nefsim, bana boyun eğeceksin elbette, Bugün şehîd olurum, yemin ettim bu harpte. Yâ sen kendiliğinden, râzı olursun buna, Yâ kabul ettiririm, bunu ben, zorla sana. Eğer öldürülmezsen, şayet sen bu savaşta, Hiç ölmiyecekmisin, ey nefsim söyle bana. Cafer bin Ebî Talib ve Zeyd bin Hârise’nin, Yaptığını yaparsan, bil ki iyi edersin. Onlar şehîd oldular, ey nefsim durma geri, Sonra bedbaht olursun, haydi atıl ileri. - 181 - diyerek hücuma geçti. Hz. Abdullah bin Revâhâ çarpışırken parmağı yaralanınca atından yere atladı. Elinin yaralı parmağını ayağının altına koyup, “Sen, ancak, kanayan bir parmak değil misin? Bu kazaya da Allah yolunda uğramış bulunuyorsun.” diyerek çekip kopardı. Ve kendi kendine; “Ey Nefs!” şehîdlikten seni çekindiren, sakındıran hangi şeylerdir? Eğer, kârım filanca hatundan mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, onu üç talakla boşadım, kölelerimi âzâd ettim, hurma bahçelerimi Allah ve Resûlullah’a bıraktım” dedi. Hz. Abdullah bin Revâhâ çarpıştıktan sonra dönüp atından indiği sırada, amcasının oğlu kendisine pişirilmiş et getirdi ve: “Al, bunu ve de biraz güçlen” dedi. Hz. Abdullah bin Revâhâ (r.a.) üç günden beri bir şey yememişti. Etten bir defa ısırmıştı ki, o sırada, müslümanların bulundukları köşede bir kargaşalık oldu. Bu durumu görünce: “Sen hâlâ bu dünyâdasın. Dünyada yiyip-içmekle uğraşıyorsun” diyerek nefsini kınadı ve hemen elindeki eti bıraktı. Kılıcını sıyırıp tekrar savaşa girdi. Kahramanca çarpıştı. Bir ara düşman askerlerinden biri mızrağını Hz. Abdullah bin Revâhâ’ya (r.a.) nişan alarak fırlattı. Hz. Abdullah bin Revâhâ müslümanlarla düşman safları arasında yere düştü. Çok arzu ettiği şehâdete kavuştu. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm), hemen istişare ederek aralarında Hz. Hâlid bin Velîd’i kumandan seçtiler. Peygamberimizin sâdık arkadaşları, Hz. Hâlid bin Velîd kumandası ve sancağı altında hücuma geçtiler ve düşmanı bozguna uğrattılar. Bozguna uğrayan düşmana istedikleri gibi kılıç vurdular. Düş- manları, görülmedik şekilde bozguna uğrattılar. Hz. Hâlid bin Velîd der ki: “O gün benim elimde dokuz kılıç parçalandı. Elimde geniş yüzlü bir Yemen Palası’ndan başka bir şey kalmamıştı.” Peygamber efendimiz, kumandanların şehîd edildiklerini, kendileri hakkındaki haber Medine’ye gelmeden önce aynı günde müslümanlara haber verdi. Onların şehîd oldukları saatte, Peygamber efendimiz Eshâbını mescidte topladı. Peygamberimiz çok üzgündü. Eshâbı (r.a.) “Yâ Resûlallah (s.a.v.) sizde olan üzüntüyü gördüğümüzden beri duyduğumuz üzüntünün derecesini ancak Allahü teâlâ bilir” dediler. Peygamber efendimizin mübârek gözlerinden yaşlar akarak; “Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehîd olmaları idi. Bu hal, onları, Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Nihayet şehîd edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehîd oldu. O, şehîd olarak Cennete girdi ve yakuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Cafer’den sonra sancağı Abdullah bin Revâhâ aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi.” buyurdu, Hz. Abdullah bin Revâhâ, dinine son derece bağlı, dünyâ malına ve rütbesine kıymet vermezdi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin (s.a.v.) emirlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Bir defasında, Peygamber efendimiz (s.a.v.), hutbe okurken cemaate “oturunuz” buyurduğunda, Hz. Abdullah bin Revâhâ, mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu yerde oturdu, hutbe bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu hareketi, Peygamberimize ulaştırılınca, Peygamber efendimiz, “Allahü teâlâya ve Resûlüne gösterdiğin itâatde Allahü teâlâ hırsını arttırsın” buyurdu. Peygamberimiz, Hz. Abdullah bin Revâhâ’yı çok sever, hastalandığı zaman hemen ziyâretine gider, hâl ve hatırını sorardı. Bedir’den başlıyarak, şehîd olduğu Mûte Savaşına kadar Peygamberimizin iştirak etmiş olduğu bütün savaşlarda bulunan Hz. Abdullah bin Revâhâ, Peygamber efendimizin şâir ve hatîblerindendi. Kendisi “Vahiy kâtibiydi.” Şairlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir edilirdi. Şiirleri, Eshâb-ı kirâm tarafından hemen ezberlenerek ağızdan ağıza yayılırdı. Peygamber efendimiz de, onun şiirlerini beğenirdi ve bu şiirlerin düşmana ok atmadan daha tesirli olduğunu beyan ederdi. Peygamber efendimiz (s.a.v.) onun hakkında, “Cenâb-ı Hak, Hz. Abdullah bin Revâha’ya rahmet eylesin, Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi” buyurdu. 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh-128 2) Sahîh-i Buhârî, cild-5, sh-87 3) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-157, 159 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-992, 1009, 1088 5) Mevâhib-i Ledünniye, cild-1 6) İbn-i Hişam, cild-4, sh-15 7) El-Kâmil fi’t-târîh, cild-2, sh-234 8) Târîh-i Taberî, cild-3, sh-107 ABDULLAH BİN SELÂM (r.a.): Eshâb-ı kirâmdan. Ensârın büyüklerinden. Hicretten sonra müslüman oldu. Müslüman oluşu ibretlidir. Cennetlik olduğu hadîs-i şerîfte bildirildi. 43 (m. 663)’de Medine’de vefât etti. Hz. Yusuf (a.s.) soyundan ve Medine’deki Yahudi Benî Kaynuka kabilesinden idi. Cahiliyyet devrinde Husayn olan ismini Müslüman olunca Resûlullah (s.a.v.) “Abdullah” olarak değiştirdi, Nesebi Abdullah bin Selâm bin Hâris - 182 - Ebû Yûsuf el-İsrâilî el-Ensârî’dir. Tevrat ve İncil’i iyi bilen Hz. Abdullah bin Selâm îmân etmeden önce Yahudi âlimlerindendi. Kendisi müslüman oluşunu şöyle anlatır: “Ben Tevrat’ı ve tefsîrini babamdan okumuş, öğrenmiş- tim. Bir gün âhir zamanda gelecek olan Peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı ve “Eğer o, Hârûn evlâdından gelecek olursa ona tabi olurum, yoksa tabi olmam!” dedi ve Resûlullah’ın (s.a.v.) Medine’ye gelişinden önce öldü. Resûlullah’ın (s.a.v.) Mekke’de nübüvvetini ilân ettiğini işittiğim vakit onun sıfatlarını ismini ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple O’nu gözleyip duruyordum. Resûlullah’ın Medine yakınında Kubâ denilen yerdeki Amr bin Avfoğullarının evinde misafir olduğunu birinden öğreninceye kadar bu hâlimi yahudilerden saklayıp sustum. Bir gün ben kendi hurma ağacımın üzerinde uğraşıp, yaş hurma toplarken, Nâdiroğullarından birisinin “Bugün, Arapların adamı geldi” diye bağırdığını duydum. Beni bir titreme tuttu. Hemen “Allahü Ekber” diyerek tekbir getirdim: O anda halam Hâlide binti Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu. Kendisi çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince: “Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Mûsâ bin İmrân’ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin!” diyerek bana çıkıştı. Ona dedim ki “Ey hala! O, vallahi Mûsâ bin İmrân’ın kardeşidir ve O’nun gibi bir peygamberdir. Onun dinindedir ve onun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir” dedim. Bunun üzerine bana: “Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o kıyâmete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?” dedi. “Evet” dedim, “Öyleyse haklısın” dedi. Resûlullah (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiği zaman halk etrafına toplandı. “Resûlullah geldi” denilince O’nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. O’nu görür görmez: “O’nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!” dedim. Resûlullah toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasîhatler veriyordu. Burada Resûlullah’tan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur. “Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabaları ziyâret ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet’e selâmetle girersiniz.” Diğer bir rivâyette Fahr-i âlem (s.a.v.), Hz. Abdullah’ı nübüvvet nuru ile tanıyıp: “Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?” buyurdu. O da: “Evet” deyince, Peygamberimiz: “Yaklaş” buyurarak, şu suâli sordu: “Ey Abdullah, Allah için söyle! Tevrat’ta benim Vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?” Abdullah dedi ki: “Allah’ın sıfatları nelerdir söyler misiniz?” Bu suale karşılık Resûlullah (a.s.) biraz bekledi ve Cebrâil (a.s.) İhlâs sûresini indirdi: “De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O’nun dengi (ve benzeri) değildir.” Abdullah bin Selâm bu âyet-i kerîmeleri işitince Peygamberimize hemen: “Evet yâ Resûlallah! Doğ- ru söylüyorsun, şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Sen O’nun kulu ve Resûlüsün” diye kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Hz. Abdullah bin Selâm sözüne devam ederek, “Resûlullah ismimi sordu. Ben “Husayn bin Selâm” dedim. “Hayır, Abdullah bin Selâm” buyurdu. Ben de “Evet, Abdullah bin Selâm, seni hak ile gönderen Zâta yemin ederim ki, bugünden sonra başka bir ismimin olmasını istemem” dedim. Bundan sonra devam ederek “Yâ Resûlallah! Yahudiler, insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralar eden, zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirada bulunur! Siz önce beni onlardan sorunuz!” dedim ve evin bir tarafına saklandım. Onun peşinden bir grup Yahudi ileri gelenleri içeri girdi. Bu esnada Resûlullah (s.a.v.) Yahudilere “Aranızdaki Husayn bin Selâm nasıl bir adamdır?” diye sordu. Yahudiler de “O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbni Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!” dediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.) Yahudilere: “Eğer o müslüman olduysa siz buna ne dersiniz?” diye sordu; Yahudiler. Allah onu böyle bir şeyden korusun! diye karşılık verdiler. O sırada Hz. Abdullah bin Selâm saklandığı yerden çıkıp: “Ey Yahudi topluluğu Allah’tan korkunuz! Size geleni kabul ediniz. Allah’a yemin ederim siz de bilirsiniz ki O, elinizdeki Tevrat’ta isminin ve sıfatlarının yazılı olduğunu gördüğünüz Allah’ın Resûlü budur. Ben şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Yine şehâdet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve resûlüdür.” diyerek onu tasdîk etti. Bunun üzerine Yahudiler. “O bizim en kötümüzdür ve en kö- tümüzün de oğludur! diyerek çeşitli kusurlar ve iftiralarda bulunarak, Hz. Abdullah bin Selâm’ı kötülediler. Hz. Abdullah bin Selâm: “Zâten korktuğum bu idi. Yâ Resûlallah! Ben onların zâlim, yalancı, kötülük yapan, iftiracı bir millet olduğunu size haber vermemiş miydim? işte dediğim ortaya çıktı!” dedi. Resûlullah Yahudilere “Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur.” buyurdu. Hz. Ab-- 183 - dullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyet’e davet etti. Halası da dahil hepsi müslüman oldular. O’nun îmân etmesi Yahudileri çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hatta Yahudi âlimlerden bazıları: “Araplar’dan peygamber çıkmaz, senin adamın hükümdardır” diyerek, Abdullah bin Selâm’ı İslâmiyet’ten vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaffak olamadılar. Kendisi ile birlikte Sa’lebe bin Sa’ye, Üseyd bin Sa’ye, Esed bin Ubeyd ve bazı Yahudiler samimi olarak müslüman oldular. Fakat bazı Yahudi âlimleri: Muhammed’e yalnız bizim şerlilerimiz inandı. Eğer, onlar hayırlılarımızdan olsalardı, atalarının dinini bırakmazlardı.” dediler. Bunun üzerine inen âyet-i kerîmelerde şöyle buyuruldu: “Onların (Ehl-i kitabın) hepsi bir değildir. Ehl-i kitabın içinde bir cemaat vardır ki, onlar gece vakitlerinde secdeye kapanarak Allah’ın âyetlerini okurlar.” (Al-i İmrân-113) “Allah’a ve âhiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar sâlihlerdendirler.” (Âl-i İmrân: 114) Abdullah bin Selâm’ın (r.a.)imân ettiğine ve fazîletine Kur’ân-ı kerîmin iki âyet-i kerîmesinin şehâdet ettiğini müfessirler ifade etmektedirler. Her iki âyet-i kerîmede de Allahü teâlâ onu müşriklere karşı şahit göstermektedir. Hz. Abdullah bin Selâm’a indiği bildirilen âyet-i kerîme şudur: “Resûlullah’ı inkâr edenlere de ki! (siz halinizi) Düşündünüz mü? Eğer Kur’ân Allah tarafından gönderilmiş olup da siz küfrettiyseniz (inanmayıp inkâr ettiyseniz) ve İsrâiloğullarından bir şahit, Kur’ân-ı kerîmi benzerine (Tevrat’a) göre (bu da Allah kelâmıdır diye) şehâdet edip inandı da siz kibirlenmek istediyseniz (bu bir zulüm değil midir? Allah ise zâlimler topluluğuna asla hidâyet etmez.” Tefsîr âlimlerine göre “İsrâiloğullarından bir şahit âyetinde Abdullah bin Selâm’ın kastedildiği rivâ- yet edilmektedir. Çünkü O kendi milletine: “Hz. Musa’ya inen Tevrat’ı Allah kelâmı olarak kabul edip de Hz. Muhammedi (s.a.v.) ve ona inen Kur’ân-ı kerîmi inkâr etmek zulümdür?” diyerek müslüman olmuş- tur. Müslüman olunca, Kur’ân-ı kerîme dört elle sarıldı ve Peygamber efendimizi, gölgesi gibi takip etmeye başladı. Öyle oldu ki, Peygamber efendimiz onun hakkında: “Cennetlik bir adama bakmak kimin hoşuna giderse, Abdullah bin Selâm’a baksın.” buyurdu. Hadîs-i şerîf kitaplarından Buhârî ve Müslim’de bildirildiğine göre de Peygamberimiz Hz. Abdullah bin Selâm’ın Cennete gireceğini müjdelemiştir. Ancak Aşere-i mübeşşere (Cennetle müjdelenen on kişi) arasında sayılmamıştır. Bu durumu bize Aşere-i mübesşere’den olan Sa’d bin Ebî Vakkas (r.a.) haber vermiştir. Abdullah bin Selâm (r.a.) anlattı: Hz. Peygamber (a.s.) zamanında bir rüya görmüştüm ve Resûlullah’a arz etmiştim. Dedim ki: “Ey Allah’ın Resûlü rüyamda kendimi sanki bir bahçede gördüm. O bahçenin bir tarafında demirden bir direk vardı. Bu direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında da tutacak bir kulp, bir çember vardı. Bana “Haydi bu direğe çık” denildi. Ben de “Gücüm yetmez!” dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi gelerek sırtımdaki elbisemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Kulpu tuttum. Bana “Halkayı iyi tut, bırakma!” diye tenbih edildi. Böylece direğin kulpu elimde olarak uyandım. Resûlullah’a (s.a.v.) rüyayı anlattım, dinledikten sonra buyurdular ki: “Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği (tevhid)’dir. O kulp da çok sağ- lam olan (imân)’dır. Sen ölünceye kadar İslâm dîni üzerine yaşayacaksın (Cennetlik olacaksın!)” Yine başka bir rivâyette Muhammed bin Ka’b diyor ki; “Resûl-i ekrem bir defa: “Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden (Cennetliklerden) biridir” buyurdu. Biraz sonra Abdullah bin Selâm içeri girdi. Eshâb-ı kirâm Resûlullah’ın bu müjdeli haberini kendisine bildirdiler ve hangi ameli ile bu dereceye kavuştuğunu sordular. Hz. Abdullah, “Ben zayıf bir kimseyim. Benim en kuvvetli ümidim, kalb selâmeti, yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terk etmemdir. Bundan başka (beni kurtaracağından ümitli olduğum) bir amelim (işim) yoktur” dedi. Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.) Peygamberimizden 25 adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Bunlardan arş ve akıl hakkındaki uzun hadîs-i şerîfin son kısmı şöyledir: .”.... Melekler dediler ki: “Yâ Rabbi, Arştan büyük bir şey yarattın mı?” Allahü teâlâ: “Evet, aklı yarattım, buyurdu” Melekler: “Yâ Rabbi! O ne kadar büyüktür?” diye sordular. Allahü teâlâ: “Kumların sayısını bilir misiniz?” Melekler de: “Hayır Ya Rabbi bilemeyiz dediler. Allahü teâlâ: - 184 - “İşte aklın da büyüklüğünü bilemezsiniz. Ben aklı kum taneleri gibi sınıflara ayırdım. Kimine bir tane, kimine iki tane, kimine üç-dört tane, bazısına bir farak, bazısına bir vesk (bunlar eskiden kullanılan ölçülerdir) bazılarına da daha fazla verilmiştir buyurdu.” Hz. Abdullah (r.a.) hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi. 18 (m. 639)’da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba hastalığına yakalanan Eshâb-ı kirâmdan Muaz bin Cebel (r.a.) vefât edeceği sıralarda, başucunda ağlayan bir talebesine “Niye ağlıyorsun?” diye sormuştu. Karşı- lığında: “Ben dünyâ için ağlamıyorum, ilmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!” cevabını verince, Muaz bin Cebel (r.a.): “İlim benim vefâtımla kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört ki- şiden öğren: Abdullah bin Mes’ûd’dan, Abdullah bin Selâm’dan, çünkü Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında “O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur” buyurdu. Hz. Ömer’den (r.a.) ve Selmân-ı Fârisî’den (Başka bir rivâyete göre Ebüd-Derda’dan öğren” buyurdu. Hazret-i Muaz’ bin Cebel’in böyle söylemesinin sebebi; Hz. Abdullah bin Selâm’ın (r.a.) Resûlullah (a.s.) hayattayken, kendisinin yanından ayrılmayıp sık sık sorular sorarak ilimde derinleşmesidir. Bir defasında Yahudiler Tevrat’taki recm âyetini Resûlullah’tan (s.a.v.) saklamaya çalıştılar. Fakat Abdullah bin Selâm (r.a.) bu âyeti bizzat Resûlullah’a bildirerek onların yalanlarını ortaya çıkardı. Abdullah bin Ömer (r.a.) buyuruyor ki: Medine’de bir takım Yahudi topluluğu Resûlullah’a (s.a.v.) gelerek, içlerinden bir erkek ile bir kadının zina ettiğini anlattılar ve “Bunlara hangi hükmü ve cezayı verirsiniz?” dediler. Resûlullah (s.a.v.) de “Siz recm cezası hakkında Tevrat’ta ne yazılmış olduğunu görü- yorsunuz” diye sordu. Onlar “Biz zina edenleri herkese teşhir ederiz ve bunlar bir değnek ile de döğülürler.” dediler. Abdullah bin Selâm Yahudilere “Siz yalan söylüyorsunuz! Tevrat’ta recm âyeti vardır” dedi. Bunun üzerine Tevrat’ı getirip açtılar. Yahudilerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona: “Elini kaldır.” dedi. O da elini kaldırınca recm âyeti göründü. O zaman Yahudiler: “Ey Muhammed! Abdullah bin Selâm doğru söyledi, Tevrat’ta hakikaten recm âyeti vardır” dediler. Bunun üzerine Resûlullah da bunların (zina yapanların) recm edilmeleri (taşlanarak öldürülmeleri) hükmünü verdi. Bir gün Hz. Abdullah (r.a.), Ka’b’a şöyle bir soru sordu: Âlimler ilmi öğrenip zihinlerine yerleştirdikten sonra onu oradan söküp atan nedir? Hz. Ka’b: “Tama’ hırs ve ihtiyaç peşinden koşmaktır” dedi. Bir kimse de Fudayl’e “Ka’bın bu sözünü bana izah eder misin?” deyince Fudayl Tama’ insanın bir şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda fedâ etmesi demektir. Hırs ise nefisinin her şeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de ona buna (kötü insanlara v.s...) ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar (Yani seni emirleri altına alırlar), istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin. Onlar hasta oldukları zaman, dünyâ sevgisinden dolayı onların ziyâretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin. Bu verdiğin selamı, yaptığın ziyâreti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç göstermezsen senin için çok daha hayırlı olurdu.” Sonra Fudayl sözüne devam ederek “Bu benim sana anlattığım, filan ve falandan yüz hadîs-i şerîf rivâyet etmekten senin için daha hayırlıdır.” dedi. O, nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmek için çalışırdı. Kendisi zengin olduğu halde bazen Medine çarşısında sırtında bir yük odunla dolaştığı görülürdü. Yine bir gün, onu bu halde görenler kendisine: “Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin bu kadar işini göremiyorlar mı?” diye sorduklarında Hz. Abdullah “Evet var ve bu işimi yaparlar, fakat ben kendimi tecrübe etmek istedim. Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi? diye düşündüm. Eğer bende kibir varsa ondan kurtulmak istiyorum. Resûlullah’ın şöyle buyurduğunu işittim: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir (büyüklenme) bulunan kimse Cennete giremeyecektir” cevabını verdi. Nitekim başka bir hadîs-i şerîfte de: “Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır” buyurmuştur. Hz. Abdullah Peygamber efendimizin (s.a.v.) Veda Haccında bulunmuş, Hz. Ebû Bekir devrinde mürtedlerle yapılan savaşlara katılmıştır. Hz. Ömer devrinde ise onun yanından ayrılmamıştır. Hz. Osman zamanında Medine’de kalmış, onun müşavere heyeti (danışma kurulu) arasına girmiş- ti. Hz. Osman, kendisine isyan edenler evini kuşattıkları zaman, Hz. Abdullah’a haber göndererek, durumu bildirdi: “Bu halde benim ne yapmamı tavsiye edersin, senin fikrin nedir?” diye sordu. O da Hz. Osman’ın yanına gidip selâm verdi. Hz. Osman” o gece gördüğü rüyayı anlattı: “Kardeşim, bu gece rü- yamda şu pencereden Resûl-i Ekrem’i gördüm bana: “Yâ Osman, seni sardılar, öyle mi?” diye sordu. Ben de: “Evet, öyle Yâ Resûlallah” dedim. Resûl-i Ekrem: “Seni susuz bıraktılar öyle mi?” diye sordu. Ben de evet öyle dedim. Bunun üzerine bana bir bardak su verdi ve içtim. Hatta soğukluğunu göğsümde duyarcasına suya kandım. Sonra bana: “İstersen seni onlara galip getirelim, istersen iftarı bizim yanı- mızda yap (yani istersen şehîd olarak yanıma gel) buyurdu. Ben de iftarı Resûlullah’ın yanında yapmayı tercih ettim” dedi. Hz. Abdullah, Hz. Osman’a “Sakin ol, sakin ol! Bu, senin haklı olduğunu gösterir, isbat eder!” cevabını verdi. Sonra Hz. Osman: “Niçin geldin ey Abdullah bin Selâm?” diye sordu. O da: “Bura-- 185 - da şehit oluncaya kadar veya Allahü teâlâ seni kurtarıncaya kadar durmak için geldim. Bana kalırsa bunlar seni mutlaka şehîd edecekler. Eğer şehîd ederlerse, bu senin için hayırlı, onlar için fena olur” dedi. Hazret-i Osman, ona “Benim senden istediğim, dışarı, onların karşısına çıktığın zaman Allahü teâlâ’dan senin sebebinle onları iyiliğe sevk edip, kötülüklerine mani olmasıdır” buyurdu. Bundan sonra Hz. Abdullah (r.a.), Mısırlı âsilere karşı onları ikna edici bir konuşma yaptı. Konuş- masının sonunda şunları söyledi: “Târihte, öldürülen her peygamber için yetmişbin asker, savaşçı öldü- rülmüştür. Öldürülen her halife için de otuzbeşbin savaşçı öldürülmüştür. Onun için bu ihtiyarı (Hz. Osman (r.a.) öldürmekte acele etmeyiniz. Allah’a yemin ederim ki, onu kim öldürürse kıyâmet günü Allahü teâlâ, kendisini eli kesik ve felçli olarak huzuruna çıkarır. Şunu iyi bilin ki, çocukların babalarında hakları olduğu gibi, bu ihtiyarın da sizde hakkı vardır” dedi. Bu söz üzerine âsiler ayağa kalkarak “Yalan söylüyorsun, Yahudi” diye iki defa bağırdılar, kendisini dinlemediler. Hz. Osman rüyasında Resûlullah’ı gördüğü gün şehîd oldu. Hz. Abdullah bin Selâm, onun şehâdeti esnasında yanında bulunanlara: “Hz. Osman son olarak o esnada ne dedi?” diye sordu. Onlar da: “Hz. Osman: “Allahım, ümmet-i Muhammed’in (a.s.) fitnesini kaldır ve kendilerini birleştir” diye üç kere duâ etti.” dediler. Hz. Abdullah bin Selâm (r.a.) da: “Eğer Hz. Osman böyle duâ etmeseydi, müslümanlar kıyâmete kadar bir araya gelemezlerdi” buyurdu. 1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-5, sh-451, cild-3, sh-108, cild-6, sh-25 2) Sahîh-i Buhârî cild-4, sh-102 3) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-2, sh-517 4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-252 5) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-176 6) İnsân-ül-uyûn cild-2, sh-146 7) İrşâd-us-sârî cild-6, sh-162 8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-976 9) El-Îsâbe cild-2, sh-320 10) El-İstiâb cild-2, sh-382 ABDULLAH BİN SÜHEYL (r.a.): İlk müslüman olanlardan. Künyesi Ebû Süheyl’dir. m. 594 veya 596 senesinde Mekke’de doğdu. 12 (m. 633) senesinde Yemâme’de şehîd oldu. Annesi, Fahite binti Âmir, babası, Süheyl bin Amr’dır. Abdullah bin Süheyl (r.a.) ikinci Habeşistan hicretine kadar müslümanlığını gizledi. Sonra Habeşistan’a hicret eden kafileye o da iştirak etti. Habeşistan’dan dönüşünde, babası tarafından, hapsedilip, işkence yapılmış, müslümanlıktan vazgeçmeye zorlanmıştı. Bu yüzden çok şiddetli eziyet ve sıkıntılara maruz kaldı. Çaresiz kalarak babasının sözüne uymuş gibi göründü. Aslında, istemiyerek imânını gizlemişti. Peygamberimizin (s.a.v.) hicreti sırasında o, çaresiz olarak Mekke’de kalmıştı. Resûlullah (s.a.v.) ve müslümanların çoğunluğu Medine’de bir araya gelmişler, gün geçtikçe güçlenmekte ve durumları iyiye doğru gitmekteydi. Mekke müşrikleri bunu bir türlü hazmedemiyorlar ve en kısa zamanda, müslümanları ve İslâmiyeti yok etmek istiyorlardı. Bu yüzden Bedir Muharebesine büyük bir intikam hırsıyla hazırlanmışlardı. Bu, Abdullah bin Süheyl’ (r.a.) in işine yaramıştı. Bedeni müşrikler arasında ama, ruhu Resûlullah (s.a.v.) ve müslümanlarla beraberdi. Şirk ve küfür ordusu arasında bulunmak istemiyordu ama, Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşmak için bir müddet sabredecekti. Bu arada, babası kendisini zaman zaman kontrol ediyor, fakat Abdullah bin Süheyl, iç dünyâsında olup bitenleri, ruhunda yaşadığı ve tattığı lezzeti, babasına ve etrafındakilere asla hissettirmiyordu. Günler böyle geçti. Babası onda kendine göre anormal bir durum, İslâmiyet’e dair bir belirti göremediğinden, artık onun hakkında, şüphesi kalmamıştı. Halbuki o, onların kirli ve insanlıktan uzak dünyâsından, Resûlullah’ın Cennet misali huzurlarına, onun mübârek sohbetlerine, müslümanların o se’âdet ve mutluluk dünyâsına nasıl kavuşaca- ğının planlarını yapmaktaydı. Abdullah bin Süheyl (r.a.) sanki başka âlemde yaşamakta, müşriklerden çok çok uzaklarda bulunmaktaydı. Kimsenin onun durumundan haberi yoktu. Müşriklerin, müslümanlardan birkaç misli fazla olan küfür ve şirk ordusu Bedir’e varmış, bütün techîzatını yerleştirmiş, muharebeye hazır duruma gelmişti. Mübarezeler karşılıklı tek tek vuruşmalar bitmiş, iki ordu birbirine girmişti. Harb iyice kızışmıştı. Abdullah bin Süheyl (r.a.) için tam zamanı idi. İslâm ordusu saflarına geçebilirdi. Abdullah bin Süheyl günlerden beri hayali ile yaşadığı dünyânın içine girmişti. Şimdi başka bir hava teneffüs etmeğe başlamıştı. Bu, ruhlara hem gıda ve hem de şifa olan bir hava idi. O, Allahü teâlâ’nın sevgilisinin yanında, onunla yan yana cihad ediyordu. Ne büyük se’âdetti. Kıyâmete kadar hayırla, duâ ile anılacakların arasına girmişti. Abdullah bin Süheyl (r.a.) artık yerinde duramıyordu. Arslanlar gibi, şirk ordusunun üzerine atıldı Sanki önceki Süheyl değildi, diğer Sahâbe-i kirâm (r.anhüm) gibi o da kahramanca savaştı. Sonunda müşriklerin şirk ordusu kahr u perişan oldu. - 186 - Abdullah bin Süheyl (r.a.) Bedir’den sonra Uhud ve Hendek gazalarına katılmış, Hudeybiye anlaşmasında da hazır bulunmuştur. Fakat bu anlaşma sırasında gördüğü manzara, onun kalbine bir han- çer gibi saplanmış, çok üzmüştü. Hatta Resûlullah (s.a.v.) ve diğer müslümanlar da mahzun olmuştu. Çünkü, Abdullah bin Süheyl’in küçük kardeşi Ebû Cendel müslüman olmuştu. Bu yüzden Mekke’de zincire vurulup, hapsedilmişti. Ancak bir yolunu bulup, kaçmış, Hudeybiye anlaşması imzalanırken kendini Resûlullah’ın mübârek ayaklarının dibine atmış, “Beni kurtar! Yâ Resûlallah” demişti. Fakat müşriklerin temsilcileri onun teslim edilmesi için ısrar etmişler, yoksa anlaşmayı yapmayacaklarını kesin bir dille beyan etmişlerdi. Ama, Resûlullah (s.a.v.) bu anlaşmanın yapılmasını, birçok sebeplerden dolayı, istiyorlardı. Bütün taleblere rağmen, müşrikler tekliflerinden vazgeçmedi. Ebû Cendel’in bu sırada söylediği sözler bütün müslümanların gözlerini yaşartmıştı. Başlangıcı müslümanların aleyhine gibi görünen Hudeybiye anlaşması daha sonra, müslümanların lehine netice vermiş, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde bu anlaşmayı, Feth-i Mübîn diye vasıflamıştır. Ebû Cendel hazretleri de, kurtulmuş bilâhare sağ sâlim Medine’ye dönmüştür. Hudeybiye andlaşmasından iki sene sonra Abdullah bin Süheyl (r.a.) Mekke fethinde de bulundu. Mekke feth edilmiş öldürülecek olanların listesi yapılmıştı. Bunların arasında, Abdullah bin Süheyl’in babası da vardı. Babasına dayanamamış. Babasının öldürülmemesi için teşebbüste bulundu. Durum Resûlullah’a arz edildi. Resûlullah (s.a.v.) Hz. Abdullah’ın bu istirhamını kabul etti. Babasına bir emannâme verildi. Daha sonra, babası Süheyl bin Amr müslüman oldu. Sahâbelik şerefine nâil oldu. O kadar ihlâslı bir mü’min oldu ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) ahirete teşrifleri sırasında konuşmaları ile, birçok kimsenin irtidadına (dinden dönmesine) mani oldu. Süheyl bin Amr hazretlerinin oğlu Abdullah bin Süheyl, (r.a.) Yemâme’de Cevas muharebesinde şehîd olmuştu. Hz. Ebû Bekir, Kureyş ve Mekke’nin ileri gelenleri, oğlunun şehâdetinden dolayı, babası Süheyl’e (r.a.) taziyede bulunmuşlardı. 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-406 2) Üsüd-ül-gâbe cild-3, sh-180 3) Müstedrek cild-3, sh-381 ABDULLAH BİN ÜMM-İ MEKTÛM (r.a.): Eshâb-ı kirâmın ilk îmân edenlerinden. Resûlullah’ın ikinci müezzini ve Medine valisidir. İsmi önceden Husayn iken, Peygamber efendimiz “Abdullah” olarak değiştirdi. İsminin Amr olduğu da rivâyet edilir. Lâkabı Ümm-i Mektûm’dur. Ümmü’l-Mü’minîn Hadîcetü’l-Kübrâ’nın (r.anha) dayısı Kays’ın oğludur. Annesi Ümm-i Mektûm Âtike binti Abdullah el-Muhzûmiyye’dir. Mekke’de bi’setten önce doğdu. İbni Ümm-i Mektûm, (r.a.) Peygamberimizin (s.a.v.) İslâmiyeti anlatmaya başladığı ilk zamanlarda îmân ile şereflenerek müslüman oldu. Mekke’de kâfirlerin zulüm ve eziyetleri dayanılmaz hâle gelmesi ve Medineli müslümanlara dîni esasları öğretmek için Medîne-i Münevvere’ye hicret etti. Âmâ olup, sesi çok gürdü. Sabah namazında, önce Hz. Bilâl, sonra İbni Ümm-i Mektûm (r.a.) ezan okurdu. Kâfirler ile silahlı mücâdele başlayınca gazve ve seriyelerde vazife aldı. Harblere katılıp, gür sesiyle düşmanın moralini bozardı. Bazı savaşlarda Peygamber efendimiz O’nu Medîne-i Münevvere’de vali olarak bırakırdı. Peygamberimizin zamanında onüç defa Medine’de kalıp, valilik ve imamlık yaptı. Hz. Resûlullah, kendisine çok iltifat edip, daima gönlünü alırdı. Medine’de valilik ve imametle vazifelendirilmesi âmâ haliyle sefer ve muharebelere katılmasının güç olmasındandır. Bir defasında Resûlullah (s.a.v.) insanlara dinimizin esaslarını anlatırken İbni Mektûm (r.a.) yanına geldi. Peygamberimiz meşguliyetinden, alâkalanmakta geç kaldı. Fakat, daha cevap vermeden Kur’ân-ı kerîm’in sekseninci sûresi olan Abese sûresinin ilk on âyet-i kerîmesi indi. İlâhi emir üzerine Peygamberimiz daha fazla alâkalanıp, iltifatını arttırdı. Hatta O’na “Merhaba! Ey Rabbimin bana itab ve ikâzında bulunmasına sebep olan kişi!” diye iltifat edip, yanına oturtur, halini hatırını sorardı. Hane-i se’âdetine alıp, onunla sohbet ederdi. Bir defasında yine Peygamber efendimizi ziyâret için evine gelmişti. Resûlullah’ın huzuruna girmek için müsaade istedi. Zevcât-ı tahirattan (Peygamberimizin mübârek hanımlarından) Ümm-i Seleme (r.anha) ve Hz. Meymûne (r.anha) da Hz. Resûlullahın huzûrundaydılar. Resûlullah O’nun eve girmesine müsaade ettikten sonra hanımlarına: “Çekilin ve saklanın” buyurdu. Hanımlar da “Bu adamın iki gözü de görmez. Niçin çekilelim?” diye suâl edince, Peygamberimiz “O görmüyorsa siz de görmüyor değilsiniz ya!” buyurdu. Veda Haccı’na katıldı. Peygamberimiz Veda Hutbesi’ni okurken, gür sesiyle hutbeyi tekrarladı. Hz. Ebû Bekir’in hilafetinde müezzinlik, Hz. Ömer devrinde de İslâm ordusunda vazife aldı. Abdullah bin Ümm-i Mektûm (r.a.) hazretleri Kur’ân-ı kerîmi ezbere bilenlerdendi. Kur’ân-ı kerîmin kırâatini öğretirdi. Resûlullah’ın (s.a.v.) buyurduklarını unutmamak için devamlı sohbetlerinde hadîs-i şerîf rivâyet ederdi. Abdullah bin Şeddad, Abdurrahman bin Ebî Leylâ, Âsım bin Rezin el-Esedi talebeleri arasındaydı. Sohbet âşığıydı. Evi Mescid-i Nebevî’ye uzakta olmasına rağmen daima gelirdi. Mescide gelirken Hz. Ömer yardım ederdi. Mücâhid olup, cihadlara daima katılmak isterdi. Gözleri görmediği için - 187 - fiilen katılamamaktan çok üzülürdü. Fakat, katıldıklarında da gür sesiyle düşmanın moralini bozması, müslümanları sevindirip kâfirleri de kahr ederdi. İranlılarla yapılan harblerden Kadisiyye Muharebesi’nde de bulundu. Hicrî 15 (m. 636) senesinde yapılan Kadisiyye Meydan Muharebesi’nde, elinde sancak olduğu halde bir tepeye çıktı. Gür sesiyle düşmanın moralini bozdu. Ümm-i Mektûm’un (r.a.) bu muharebede şehîd olduğu veya dönüşünde vefâtı rivâyet edilir. 1) El-Îsâbe cild-2, sh-523, 524 2) Sîret-i İbn-i Hişâm cild-1, sh-198 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-4, sh-205 4) Ensâb-ül-eşrâf cild-1, sh-151, 152 5) Ravd-ül-ünf cild-1, sh-228 6) Medârik cild-3, sh-361, 362 7) Eshâb-ün-nüzûl sh-233, 234 8) İnsân-ül-uyûn cild-1, sh-304, 305 ABDULLAH BİN ZEYD (r.a.): Ezân-ı Muhammediyye’nin okunuşunu rüyasında görüp haber vermesinden dolayı “Sâhibü’l-ezân” adı ile meşhûr olan sahâbî. Adı, Abdullah bin Zeyd bin Abd-i Rabbih bin Sa’lebe bin Zeyd bin Hâris bin Hazrec el-Ensârî’dir. Ebû Muhammed el-Medenî adı ile künyelenmiştir. Medîneli müslümanların Hazrec koluna mensûbtur. Akabe bî’atinde bulunarak Resûlullah’a (s.a.v.) îmân edip müslüman olmakla şereflenmiştir. Hicretin ikinci yılında (m. 624) yapılan Bedir muharebesine iştirak etmiş ve diğer bütün harplere katılarak, büyük kahramanlıklar göstermiştir. Mekke’nin fethinde müslümanlar Mekke’ye girdikleri zaman, Hazrec kabilesinin Hârisoğulları kolunun bayrağını Hz. Abdullah bin Zeyd taşıyordu. Hicretin dokuzuncu (m. 631) senesinde, Resûlullah (s.a.v.) ile beraber Veda Haccı’nda bulundu. Bu hac esnasında elinde bulunan bütün mallarını, hayvanlarını, fakîrlere sadaka olarak dağıttı. Kendisine sadece bir kısrak alıkoymuştu. Cömertliği o kadar çoktu ki, kendisi, sıkıntı ve zaruret içinde yaşamayı tercih eder, mallarını Allah yolunda harcardı. Hz. Abdullah’ın arazisi pek azdı. Orada hayvanlarını besliyordu. Fakat çok kerre, beslediği hayvanlarını da fakîrlere dağıtır, sadaka verirdi. Hz. Abdullah bin Zeyd’in Muhammed adında bir oğlu olup, Peygamberimiz zamanında doğdu. Kendisinin, Uhud harbinde şehîd olduğunu bildiren raviler var ise de, bu haber kat’î değildir. O, hicretin 22 nci (m. 644) yılında 64 yaşında iken vefât etti. Cenâze namazını halife Hz. Osman kıldırdı. Hz. Abdullah bin Zeyd, Resûlullah (s.a.v.) efendimizden “Ezan” ile ilgili hadîs-i şerîfi rivâyet etmekle meşhûrdur. İmâm-ı Buhârî ve İmam-ı Tirmizî’ye göre kendisinden yalnız bir ezan hadîs-i şerîfi rivâyet edilmiştir. Fakat hadîs imamı İbn-i Hacer-i Askalanî, 6 veya 7 hadîs-i şerîfin kendisinden rivâyet edildiğini bildirmiştir. Ezan ile ilgili hadîs-i şerîf hakkında bildirilen rivâyetler değişik olmakla beraber hepsinde bildirilen hüküm aynı olmuştur. Ezan okumak, hicretin birinci senesinde (m. 623) Medine’de başladı. Bundan önce, namaz vakitlerinde yalnız (Essalâtü Câmi’a) denilirdi. Hicretin birinci senesinde, Resûlullah (s.a.v.), Eshâb-ı kirâma sordu. Kimisi, namaz vakitlerini bildirmek için, Nasârâ gibi Nâkûs, yani çan çalalım dedi. Kimisi, Yahudiler gibi boru çalınsın dedi. Kimisi de namaz vakti ateş yakıp yukarı kaldıralım dedi. Resûlullah, bunları kabul etmedi. Abdullah bin Zeyd bin Sa’lebe (r.a.) ve Hz. Ömer rüyada ezan okunmasını gördüler. Abdullah bin Zeyd (r.a.) Resûlullah’a (s.a.v.) gelip rüyasını anlattı: Yeşil bir şal ve peştamal bağlamış, eline çan almış bir kişi gördüm. Ona sordum: “Elindeki çanı satar mısın?” “Ne yapacaksın?” dedi. Namaz vakitlerini bildirmek için çalacağım” deyince o zat dedi ki: “Ben sana daha hayırlısını tarif edeyim.” Kıbleye karşı durdu ve yüksek sesle “Ezân”ın mübârek kelimelerini okudu. Biraz durduktan sonra, aynı kelimeleri tekrar ederek sonuna doğru “Kad Kâmetis salâtü” cümlesini ilâve etti” Bunun üzerine, Resûlullah efendimiz buyurdular ki: “Rüya haktır. O kelimeleri Bilâl’e öğret, okusun!” Hz. Bilâl de, mescid-i şerîfin yakınında bulunan yüksek bir dama çıkarak, ilk ezanı öğretilen kelimelerle okudu. Hz. Ömer, ezan sesini işitince koşa koşa Resûlullah efendimizin huzuruna geldi. Hz. Bilâl’ın söylediği kelimeleri aynen rüyasında gördüğünü arz etti. O gece, Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı da aynı rüyayı görmüşlerdi. İşte bu sırada Cuma sûresi 9.ncu âyet-i kerîmesi nazil olmuş, böylece ezan, vahiy ile de bildirilmiş oldu. İşte o günden itibaren, her namaz vakti ezan okunması sünnet oldu. - 188 - Buyurdular ki: “Dünyada olup ta âhıret hayatı yaşıyan insan se’âdet içindedir. Bir insan yaşadığı müddetçe Allahı hatırından çıkarmayıp, O’na hep yalvarırsa ahirette merhametine sebeb olur. Böylece âhıret hayatı yaşamış olur.” 1) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-1, sh-247 2) El-Îsâbe cild-2, sh-312 3) El-İstiâb cild-2, sh-311 4) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-4, sh-43 5) Sünen-i Dârimî cild-1, sh-268 6) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5, sh-223 7) Nasb-ür-râye cild-1, sh-266 vd. 8) Medâric-ün-nübüvve cild-2, sh-99 9) Sahîh-i Buhârî cild-1, sh-150 10) Sahîh-i Müslim cild-2, sh-3 11) Sünen-i Ebû Dâvud cild-1, sh-116 12) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-173 ABDULLAH BİN ZÜBEYR (r.a.): Eshâb-ı kirâmdan. Aşere-i mübeşşereden olan Zübeyr bin Avvâm’ın oğludur. Nesebi Abdullah bin Zübeyr bin Avvâm bin Huveylid bin Esed bin Abdil’uzza bin Kusayyel Kureyşî, el-Esedî’dir. Annesi Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk’in kızı Esmâ’dır. Teyzesi, mü’minlerin annesi Âişe-i Sıddîka’dır. Medine’de muhacirlerden ilk önce dünyâya gelen çocuk budur. Hicretten yirmi ay sonra (veya birinci senede) (m. 622) Medine yakınındaki Kuba’da dünyâya gelince Muhacirler çok sevinip rahatladılar. Çünkü, Yahudiler “Biz Muhacirlere sihir yaptık, çocukları olmayacak” diyorlardı. Bu mübârek zâtın do- ğumu onların yalanlarını ortaya çıkararak hayal kırıklığına uğrattı. Resûlullah efendimiz duâ edip, ismini “Abdullah”, künyesini de “Ebû Bekir” koydu. Diğer künyesi “Ebû Hubeyb” idi. Babası tarafından annesi (ninesi) Hz. Safiyye Resûlullah’ın halası idi. Yedi yaşında iken babası tarafından Peygamberimize getirildiğinde O’na bîat etme şerefine kavuş- tu. Hz. Ebû Bekir devrinden sonra yavaş yavaş çocukluk hayatından çıkarak Hz. Ömer zamanında kendini göstermeye başladı. 14 (m. 636) senesinde oniki yaşlarında iken babası ile Yermük savaşına gitti. Hz. Zübeyr bin Avvâm onu sahabeden birine emanet ederek savaşa katıldı. Kendisi de babasını sava- şırken at üzerinden seyretti. Yine dört sene sonra 18 (m. 639)’de babası ile birlikte Hz. Amr İbn-il-Âs’ın kumandanlığında Mısır’ın fethine katıldı. Geceleri çok ibadet eden Hz. Abdullah bin Zübeyr aynı zamanda çok cesur, kuvvetli ve kahraman idi. Hicretin 29 (m. 649) senesinde Afrika’da Abdullah bin Sa’d ile Tunus harbine katıldı. Yüzyirmibin düşman askeri ile yirmibin İslâm mücâhidi savaşırken, o birkaç mücâhid ile Bizans ordusu kumandanı Roma asilzâdesi Gregor’u (Cercire) öldürdü. Düşman kuvvetleri bozularak, zaferin kazanılmasında bü- yük rol oynadı. Hz. Abdullah bin Zübeyr otuzuncu sene, Hz. Sa’îd bin Âs kumandasındaki ordu ile Horasan seferinde bulundu. Aynı sene Hz. Osman tarafından Kur’ân-ı kerîm’in çoğaltılması için toplanan ilmî heyete davet edildi. Hz. Osman’ın şehîd olduğu gün onu büyük bir gayretle müdâfaa etti. Ertesi sene 36 (m. 656)’da meydana gelen Cemel vakasında babasının yanında idi. Hz. Muâviye 60 (m. 680) senesinde vefât ettikten sonra yerine oğlu Yezîd iktidara geçti. Hz. Abdullah bin Zübeyr ona bîat etmeyip Hz. Hüseyin ile beraber Mekke’ye geldi. Yezîd de hemen Abdullah bin Zübeyr üzerine bir ordu gönderdi. Bu ordunun kumandanlığını Hz. Abdullah’ın baba bir kardeşi Amr bin`Zübeyr yapıyordu. Bu orduyu mağlup ederek onu esir aldı. Bundan sonra Hz. Hüseyin’in Kûfe’ye gitmesini tavsiye edince kabul etti. Ancak Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehîd olduğunu işittiği zaman Yezî- din adamlarını Hicazdan çıkartarak kendi namına hilafet ilân etti. Bu hadîseler üzerine Mekke ve Medine halkı kendisine bîat etti. Böylece 61 (m. 680/681)’de Hz. Abdullah bütün Hicaz’a hakim oldu. Bu hadiselerden iki yıl sonra Yezîd’in gönderdiği Müslim bin Ukbe, Harre savaşı sonunda Medine-i Münevvere’yi ele geçirdi. Bu savaşta Medine halkından ve Eshâb-ı kirâmdan pek çok kimse şehîd oldu. Bundan sonra Mekke üzerine giderken vefât edince, yerine geçen Husayn bin Numeyr es-Sekûnî 64 (m. 683) senesi Muharrem ayında Hz. Abdullah bin Zübeyr’i Mekke’de altmış dört gün muhasara etti. Mekkeliler çok sıkıntı çektiler. Rebî’ül-evvel ayında Yezîd’in ölüm haberi gelince muhasarayı kaldırarak Şam şehrine geri döndüler. Bu sırada Kâ’be-i muazzama yanınca, Hz. Abdullah yeniden yaptırarak Hacer-ülesved’i de içeriye aldırdı. Peygamberimizin (s.a.v.) türbesini tamir ettirdi. Yezîdin vefâtından sonra Hicaz, Yemen, Irak, İran ve Horasan halkı kendisine bîat edip halife olarak tamdılar. Dokuz sene Mekke’de halîfe oldu. Yalnız Mısır ve Şam bölgesi Emevîlerin elinde kaldı. - 189 - Hz. Abdullah elinde bulunan yerlere, kendine sadık kimseleri göndererek hükümeti kuvvetlendirmeye başladı. Emevîlerin iktidarı zayıfladı. Ancak 65 (m. 684) yılında Hz. Abdullah’ın en yakın taraftarlarından ve lehine çalışan kumandanlarından Dahhak el-Fihri’nin Merdi Rahit savaşında mağlup olup şehîd edilmesi Emevîleri rahatlattı. Bu arada kendisi haricileri de sıkıştırdı. Abdülmelik bin Mervan 65’de Emevîlerin başına geçince Şam ve Mısır’da hükümeti kuvvetlendirdi. Irak’a asker sevk edip İbni Zübeyr’in kardeşi Mus’ab bin Zübeyr’i öldürdü. Sonra Haccac bin Yusuf esSekafî’yi Hicaz’a gönderdi. Haccac 72 (m. 691)’de Mekke-i mükerreme’yi kuşattı. Ebî Kubeys Dağı üzerine mancınık kurup oradan Mescid-i Haram üzerine taşlar atarak şehri tahrib etti. Muhasara altıbuçuk ay sürdü. Bu esnada Hz. Abdullah’ın gösterdiği kahramanlık ve yiğitlik her türlü tarifin üstündedir. Hz. Abdullah bin Zübeyr bir savaş esnasında bir gün annesini ziyârete gitti. A’ma ve hasta bulunan, fakat çok yüksek kuvvetli bir imâna sahib olan o büyük sahabiyeye (teselli etmek için): “Ölümde rahatlık vardır” deyince o mübârek annesi de “Sen galiba benim ölümümü temenni ediyorsun. Hayır. Ben senin galip veya mağlup olduğunu öğrenmedikçe ölmeyi arzu etmiyorum. Sen ya Allah yolunda şehîd olursun, ben de bu acıya sabrederek mükafatını Allahü teâlâdan beklerim veya zafer kazanırsın ben de bununla sevinirim” diye karşılık verdi. Hz. Abdullah bin Zübeyr şehîd olmadan bir gün önce taraftarları dağıldı. Aralarında oğulları Hamza ve Hubeyb’in de bulunduğu onbin kadarı Haccac’a teslim oldu. Yalnız Zübeyr ismindeki oğlu yanında kaldı. Bu halde annesini tekrar ziyâret etti. Annesi Esma savaşa devam etmesini söyleyerek nasîhat ve duâ etti. Tekrar savaş meydanına atılan Hz. Abdullah hücum ettiği düşman kuvvetlerini darmadağın ediyordu. Bir aralık “Makam” denilen mübârek yerde iki rekât namaz kıldı. Yeniden harbe girdi. Bu esnada alnına gelen bir mancınık taşı ile ağır şekilde yaralandı. Yüzünden kan akmaya başladı. Her tarafını saran Haccac’ın askerleri üzerine atılıp şehîd ettiler. 73 (m. 692) senesinde şehîd olduğu zaman yetmişüç yaşında idi. Annesi, Haccac’ın karşısına çı- kıp acı ve doğru sözler söyledi. Birkaç ay sonra da vefât etti. Abdülmelik bin Mervan Kâ’benin bir duvarını yıktırarak yeniden yaptırdı. Hacer-i esvedi eski yerine koydurup son şeklini verdi. Bugünkü Kâ’benin üç duvarı Abdullah (r.a.), bir duvarı Abdülmelik yapısıdır. Peygamber efendimizden doğrudan hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ayrıca babasından, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan teyzesi Hz. Aişe’den, Hz. Ali ve Süfyân bin Ebû Züheyr es-Sekafî’den hadîs-i şerîfler bildirdi. Kendisinden de, kardeşi Urve, Oğulları Âmir ve Ubbad, yeğeni Muhammed bin Urve, Ebû Ziban, Urve bin Amr-i Selmânî, Ata, Tavus, Amr bin Dinar, Veheb bin Keysan, Sâbitî Bennânî ve diğer zatlar rivâyet etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: “Bulut ve meleklerin onun korkusundan kendisini tesbih ettiği Allahü teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederim.” “Herhangi bir memlekette vefât eden Eshâbımdan biri, kıyâmette mahşer yerine giderken, o memleketin müslümanlarına önder olur ve onların önlerini aydınlatır.” “Benim mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescidlerde kılınan namazlardan efdaldir. Mescid-i Haram’da (Kâ’be’de) kılınan bir namaz, burada (Peygamber mescidinde) kılınan 100 namazdan efdaldir.” “Dünyada ipek giyen, âhirette giyemez.” “Nikâhı ilân ediniz.” “Allah yolunda bir gece bekçilik yapmak bin gündüzü oruçlu geçmekten efdaldir.” “Süt emen ve süt emilen biribirine namahrem değildir.” “Peygamber efendimiz iftitâh tekbiri alırken parmaklarını kulak yumuşaklığına değdiriyordu.” “Eğer ümmetimden, Allah’dan başkasını dost edinseydim, Ebû Kuhâfe’nin oğlunu (Ebû Bekir’i) dost edinirdim. Ancak o din kardeşim ve (hicret esnasında) mağaradaki arkadaşımdır.” Eshâb-ı kirâmın tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve Abâdile (dört Abdullah)’dan biridir. Kendisinden Sahihayn’da (Buhârî ve Müslim) otuzüç hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bunların altı tanesi Buhârî’dedir. Rivâyet ettiği otuzüç hadîs-i şerîfin tamamı Ahmed bin Hanbel’in (r.a.) Müsned adlı hadîs kitabında mevcuttur. Hz. Osmân’ın zamanında Kur’ân-ı kerîmi çoğaltma heyetinde bulundu. İslâmiyette ilk olarak yuvarlak gümüş parayı, Mekke-i Mükerreme’de Abdullah bin Zübeyr (r.a.) bastırdı. Paranın bir yüzünde “Muhammedün Resûlullah” diğer yüzünde “Allah vefâkâr ve adaletli olmayı emretti” yazılı idi. Hz. Abdullah kahramanlık ve cesaretiyle birlikte çok ibadet ederdi. Namazda o kadar huzura dalar giderdi ki, kamış gibi dikilir kalırdı. Secdeye varır, dalar giderdi. Gündüzleri oruç tutardı. Babası onun hakkında, “İhsanların Ebû Bekir’i Sıddîk’a en çok benzeyenidir” buyurmuştur. Peygamber efendimiz, - 190 - Habeşistan hükümdârı Necaşî’nin hediye ettiği harbeyi (kısa mızrak şeklinde bir silah) yanında taşır, namaz kılarken sütre olarak önüne koyardı. Dört halife (r.a.) de bunu yanlarında taşırlardı. Bundan sonra Hz. Abdullah’ın eline geçince şehîd oluncaya kadar yanından ayırmadı. 1) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh-71 2) El-A’lâm cild-4, sh-87 3) Kâmûs-ül-a’lâm cild-4, sh-3101 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-976 5) Eshâb-ı Kirâm sh-139 6) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5, sh-213 7) Müsnedi Ahmed bin Hanbel cild-4, sh-3 ABÎDE BİN AMR (r.a.): Tâbiînden meşhûr fıkıh âlimi. İsmi Ubeyde bin Amr es-Selmânî el-Muradî olup, Abîde es-Selmânî ismiyle de meşhûr olmuştur. Künyesi Ebû Amr el-Kûfî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 72 (m. 691) senesinde vefât etti. Abîde bin Amr Yemenli olup, mensûb olduğu kabilenin reisi idi. Peygamberimiz (s.a.v.) hayatta iken, Mekke’nin feth edildiği günlerde müslüman olmakla şereflendi. Fakat Peygamberimizi (s.a.v.) görmediği için sahâbî olamadı. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Medine’ye gelerek yerleşti. Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ömer’den, Hz. Ali’den İbn-i Mes’ûd (r.a.) ve İbn-i Zübeyr’den (r.a.) hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Ali’nin sohbetlerinde devamlı bulunmakla meşhûr olmuştur. Hadîs ve fıkıh ilmini Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler Kütüb-i sitte’de yer almıştır. Kendisinden, Abdullah bin Seleme, İbrâhîm Nehaî, Ebû İshâk es-Sebîî, Muhammed bin Sîrîn, Ebû Hussân el-A’rac, Eb’ul-Buhterî, Âmir eş-Şa’bî ve diğer âlimler ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Abîde bin Amr (r.a.) fıkıh ilmini Abdullah İbn-i Mes’ûd’dan (r.a.) öğrendi. Onun derslerinde yetişen beş seçkin talebesinden biridir. Kendisine fıkhî meseleler sorulurdu. Fıkıh ilminde, tâbiînin büyük fıkıh âlimlerinden meşhûr Kâdı Şüreyh derecesinde âlim idi. Kâdı Şüreyh bazen kendisine derin fıkhî meseleler soranları ona gönderirdi. İlmindeki üstün derecesi yanında takvası, harâmlardan sakınmasıyla da meşhûrdur. İbn-i Sîrîn onun hakkında şöyle demiştir; “Onun gibi takvası ileri derecede birini görmedim” İshan bin Mensûr “O, sika (güvenilir, sağlam) bir âlimdir. Onun bir benzeri az bulunurdu.” demiştir. Bir gün kendisine Kur’ân-ı kerîm’den bir âyet sorulduğunda buyurdu ki: “Bu hususda Allahü teâlâ’dan korkun. Kur’ân-ı kerîm’in mânâsını hakkıyla bilenler bizden önceydi. Onlar şimdi yok. Onlar bu konuda ne bildirmişlerse bu âyetin mânâsı da O’dur.” Muhammed bin Abdullah Ensârî şöyle anlatmıştır; Abîde bin Amr’a bende, Resûlullahın (s.a.v.) mübârek saçından bir kıl var, Enes bin Mâlik’ten kalmadır, dedim. O da, bende Resûlullahın (s.a.v.) mü- bârek saçından bir tel bulunması, dünyâ üzerinde bulunan değerli ve kıymetli ne varsa onlardan kat kat sevimlidir” dedi. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden biri: Bir gün Resûlullah (s.a.v.) efendimiz Abdullah bin Mes’ûd’a “Nisâ sûresini oku dinleyelim” buyurdu. İbn-i Mes’ûd “Yâ Resûlallah! Kur’ân-ı kerîm size indi. Biz O’nu sizden okuduk ve sizden öğrendik.” dedi. Resûl-i Ekrem “Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu, İbn-i Mes’ûd okumaya başladı. “Halleri ne olacak! her ümmetten bir şâhit getireceğimiz zaman...” (Nisa, 41) âyetine gelince, Resûlullah’ın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Yine İbn-i Mes’ûd’dan rivâyet ettiği hadîs-i şerîfte, “İnsanların en hayırlısı benim asrımda bulunanlardır. Sonra en hayırlısı onlardan sonra gelenler, sonra en hayırlısı onlardan sonra gelenlerdir.” buyurulmuştur. 1) Tezkiret-ül-huffâz cild-1, sh-40 2) El-A’lâm cild-4, sh-199 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-7, sh-84 4) Vefeyât-ül-a’yan cild-4, sh-182 5) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-6, sh-93 6) Şezerat-üz-zeheb cild-1, sh-78 7) Tehzîb-ül-esmâ vel-luga cild-1, sh-317 ADÎ BİN HÂTEM-İ TÂÎ (r.a.): Eshâb-ı kirâmdan. Ebû Tarîf ismiyle tanınmıştır. Hz. Ali’nin sancaktarı olup, cesareti ve cömertliği ile şöhret bulmuştur. Meşhûr şâir Hâtem’in oğludur. Nesebi: Adî bin Hâtem bin Abdullah bin Sa’d bin Hazrec bin İmr-ül-Kays bin Âdî’dir. Hicrî 9 (m. 630) senesinde müslüman oldu. Önce hıristiyandı. Hz. - 191 - Ebû Bekir zamanında, kavminin mürted olmasına mâni oldu. Irak seferinde bulundu. Kûfe’de yaşadı. 67 (m. 686)’de 120 yaşında iken vefât etti. Kabri, Kûfe’dedir. Peygamber efendimiz (s.a.v.), Medine’nin çevresindeki İslâma girmeyen kabileler üzerine sefer düzenlerdi. Eshâb-ı kirâm (r.anhüm) kabileleri İslâma davet eder, müslüman olmaz ve teslim olmazlarsa savaş yapılır, savaşda alınan mallar ganimet, teslim alınan kimseler de esir olurdu. Hicrî 9.ncu senede Tebük’ün doğusunda yaşayan Tay kabilesine de bir grup Eshâb-ı kirâm (r.a.) geldiler. Eshâbı uzaktan gören Tay kabilesinin reisi olan Adî bin Hâtem kaçtı. Alınan esirler arasında Adî bin Hâtem’in kız kardeşi Sefane de vardı. Esirleri, Peygamberimizin huzuruna getirdiler. Resûlullah efendimiz, Sefane’yi, Adî bin Hâtem’i bulup getirmesi için gönderdi. Sefane, kardeşini buldu. Ona Peygamber efendimiz hakkında müsbet şeyler anlattı. Adî bin Hâtem, kız kardeşinin anlattıklarından cesaret alarak Medine’ye geldi. Müslüman oluşunu kendisi şöyle anlattı: “Resûlullah (s.a.v.) Mescidde imiş, oraya gittim. Selâm verdim. Bana: “Kimsiniz” buyurdular. Ben de “Adî bin Hâtem’im” dedim. Kalktılar, beni evine davet ettiler. Yolda, zayıf yaşlı bir kadına rastladık. O kadın Resûlullah’a bazı ihtiyaçlarının olduğunu anlattı. Onunla ilgilendi ve ihtiyaçlarını halletti Ben, onları seyrediyor, içimden “Bu kimse melik değildir” diyordum. Sonra Resûlullah (s.a.v.) beni evine götürdü, içi lifle dolu bir minderi oturacağı yere koydu. “Buraya oturun” buyurunca, ben de “Siz oturun” dedim. Bana tekrar oturmamı emrettiler. Oturdum. Kendileri yere oturdu, içimden “Vallahi melik olan bir kimse böyle yapmaz. Bu melik değildir. Çok kerem sahibi bir kimsedir” dedim. Bana: “Yâ Adî bin Hâtem, müslüman ol da, selâmette olasın” buyurdu. Ben “Benim dinim vardır” dedim. Resûlullah (s.a.v.) “Senin dînini senden daha iyi biliyorum. Sen Rakusiyye dîninden değil misin? Kavminin dörtte bir ganimetini yemiyor musun? Bu senin dininde sana helâl değildir” buyurdu. Ben içimden “Vallahi, doğru söylüyor. Bilinmeyen şeyleri biliyor. O, Peygamberdir” dedim. Resûlullah devam ettiler. “Yâ Adî bin Hâtem, seni İslâma girmekten alıkoyan nedir? Seni “Lâ ilâhe illallah” demekten uzaklaştıran nedir? Allah’dan başka ilah var mı? Neden çekiniyorsun? Seni Allah büyüktür demekten alıkoyan nedir? Allahü teâlâdan daha büyük var mı?” buyurdu. Bu kadar güzel yüzlü, tatlı sözlü bir kimse yalancı olamazdı. Hemen kelime-i şehâdeti söyleyip müslüman oldum. Peygamber efendimizin mübârek yüzleri gülerken; “Kendilerine azâb edilenler, Yahudilerdir. Sapıklarsa hıristiyanlardır.” buyurdular. Adî bin Hâtem, müslüman olmakla şereflendikten sonra, Peygamber efendimizin emriyle kendi kabilesine ve çevresindeki kabilelere, İslâmiyeti anlatmak ve onların zekâtlarını toplamak için görevlendirildi. Kabilesine giderek hepsinin müslüman olmalarına sebep oldu. Zekât mallarını ilk defa o topladı. Bir gün Hz. Ömer’in yanına kabilemden bir kaç kimseyi götürmüştüm. Hz. Ömer bizi karşıladı. Dedim ki “Beni tanıyor musun?” O da: “Evet. Sevgili Peygamberimize kavmin inanmadığı zaman sen imân ettin, inkâr ettikleri zaman sen doğruladın. Yüz çevirdikleri zaman sen vefâkâr oldun. Zulmettikleri zaman sen sabırla karşıladın. Muhakkak ki ilk zekâtı kabilenden toplayarak Peygamberimizi sevindiren sen oldun. Ey Adî bin Hâtem” buyurdu. Peygamber efendimiz, bir gün Hz. Adî bin Hâteme, sadaka vermekle ilgili olarak; “Bir hurmanın yarısıyla bile Cehennem ateşinden korunun, onu da bulamazsanız tatlı ve güzel söz ile karşılık verin.” buyurdular. Adî bin Hâtem hazretleri, dünyâya hiç kıymet vermez, çok sadaka verirdi. Kazancını fakîrlere dağı- tırdı. Peygamber efendimiz, bir mecliste otururlarken, Hz. Adî bin Hâtem geldiğinde yanından yer verirler, iltifatta bulunurlardı. Hz. Adî, daha vakit girmeden namaza hazırlanır, her vakit için abdest alırdı. Onun şevkle namaza koşması, zevkle namaz kılması herkesin dikkatini çeker, ona imrenirlerdi. Müslüman olduktan kısa bir süre sonra Peygamber efendimiz ile birlikte Veda Haccı’nda bulundu. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra bazı kabileler İslâmiyetten ayrılmış mürted olmuşlardı. Bunlar üzerine Hz. Ebû Bekir bir ordu göndererek İslâmiyetten ayrılmayı önlemeye çalıştı. Tay kabilesi Hz. Adî bin Hâtem’in gayreti, nasîhati ile İslâmiyetden ayrılmadı. 12 (m. 633) senesinden sonra Hz. Ömer zamanında Irak üzerine seferler yapıldı. Adî bin Hâtem (r.a.) Hazret-i Hâlid bin Velîd ile yapılan seferlerin pek çoğuna katılmış, çok büyük kahramanlıklar göstermişti. Yaşlı olmasına rağmen Tay kabilesinin başında gençlerden daha hızlı, daha gayretli daha maharetli savaşırdı. Bu durumu gören Hâlid bin Velîd (r.a.) Adî bin Hâtem hazretlerini kendisine muâvin yapmıştı. Hz. Ali’nin savaşlarında da sancaktarlık yaparak İslâma çok büyük hizmetleri dokunmuştu. Savaşlarda şehit olmayı çok arzu etmişse de şehîd olamadı. Adî bin Hâtem (r.a.) Kûfe şehri kurulduğu zaman bu şehre gelerek yerleşti. Yaşı oldukça ilerlediği için savaşlara katılamıyordu. Bu sırada Hz. Ö- mer şehîd edilmiş, halifeliğe Hz. Osman seçilmişti. Hz. Adî bin Hâtem, Peygamberimizin (s.a.v.) damadı olmakla Şereflenen yeni Halife Hz. Osman’a çok muhabbet ederdi. Hz. Osman Hz. Adî’nin İslâma yaptı- ğı hizmetlerinden dolayı Bağdâd havalisinin gelirinden istifâde etmek üzere Bağdâd’a gönderdi. Hz. - 192 - Osman ve Hz. Ali’nin şehâdetlerine kadar orada yaşadı. Sonra tekrar Kûfe’ye geldi. Vefât edinceye kadar burada kaldı. İnsanlara nasîhat ederek doğru yola daveti ölünceye kadar devam etti. Müslüman olduktan sonra hiç boşa vakit geçirmeyip, İslâma hizmet etmek için çırpındı. Yüzyirmi yaşında, Allahü teâlânın rahmetine kavuştu. Peygamberimiz (s.a.v.) den 66 hadîs-i şerîf rivâyet etti. Sahih-i Buhârî’de 3, Müslim’de 5 hadîs-i şerîfi vardır. Sünen sahipleri de Müşârün ileyhden hadîs nakletmişlerdir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: “Av için yetiştirilmiş köpeğini, Allahü teâlânın ismini anarak salıverdiğin zaman, onun getirdiği avı ye.” “Sizden biriniz elbette Allahü teâlânın huzurunda duracak, arada da perde olmayacaktır. Allahü teâlâ ona: Ben sana in’âm edip servet vermedim mi? diye soracak. Adam, evet diyecek. “Sana peygamber göndermedim mi?” diye soracak. Adam, evet diyecek. Sonra adam sağına bakacak Cehennem’den başka bir şey görmeyecek. Soluna bakacak, yine Cehennem’den başka bir şey görmeyecektir. O halde bir yarım hurma ile de olsa Cehennemden korununuz. Buna da gü- cünüz yetmiyorsa tatlı dil ve güzel söz ile konuşmaya çalışınız.” “Bir kimse bir şeyi yapmak veya bırakmak için yemin eder, sonra onun tersini yapmayı takvaya uygun görürse onu yapsın.” 1) Ensâb-ul-eşrâf, sh-276 2) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-392 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh-164, cild-6, sh-118 4) El-Îsâbe, cild-2, sh-468 5) El-İstiâb, cild-3, sh-141 6) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-4, sh-256 AHNEF (Dahhak) BİN KAYS (r.a.): Tâbiînin büyüklerinden olup, hilmi (yumuşaklığı) darb-ı mesel haline gelmiş, güvenilir bir hadîs â- limi. İsmi Dahhak olup, Sahra da denmiştir. Künyesi; Ebû Bahr, lakabı Ahnef’tir. Ayağı eğik veya ayaklarının arkası üzerine basarak yürümesinden dolayı Ahnef denilmiştir. Bu lâkab ile de şöhret bulmuştur. Babası Kays, Ebû Mâlik künyesi ile tanınırdı. Cahiliyye devrinde Hâzin kabilesi tarafından öldürüldü. Annesi bir rivâyete göre Amr bin Sa’lebe’nin kızıdır. Basra’da doğdu. Meşhûr olana göre 67 (m. 686) târihinde, Kûfe’de vefât etti. Kûfe sırtlarında Seviyye denilen semtte, Ziyâd bin Ebih’in kabri yanında defn edilmiştir. Abdurrahman bin Ukbe der ki: “Ahnef bin Kays’ın Kûfe’deki cenâzesinde bulundum. Kabre ben de indim. Kabri düzelttiğim zaman, kabrin, gözün alabildiğine genişlediğini gördüm. Bu durumu arkadaşlarıma haber verdim. Fakat onlar, benim gördüğümü göremediler. Peygamber efendimiz (s.a.v.) zamanında yaşadığı halde mübârek yüzlerini görüp, gönüllere şifâ olan sözlerini işitip Sahâbîden olamadı. Ahnef bin Kays hazretleri şöyle anlatırlar: Hz. Osman (r.a.) zamanında Kâ’be-i muazzama’yı tavaf ediyordum. Aniden Leys kabilesinden birisi ile karşılaştım. Benim elimden tuttu. “Sana bir şey müjde vereyim mi?” dedi. “Evet” dedim. Hani hatırlarsın, Resûlullah (s.a.v.) beni İslâma çağırmak için senin kabilene göndermişti. Ben de, onlara İslâmı anlatıp, davette bulunuyordum. O zaman, sen “En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaşıyorsun. Bunları hiç duymamıştım.” demiştin ve müslüman olmuştun. Ahnef bin Kays hazretleri kabilesi arasında tutulan, ilim, irfan sahibi, zekî bir kimse olduğu için, kendisi müslüman olunca kabilesi de onun tavsiyesi üzerine müslümanlığı kabul ettiler. Bu zât, Ahnef bin Kays hazretlerine anlattığı sözüne devam ederek “Bütün durumları, gidince Resûlullah’a (s.a.v.) anlattım. Resûlullah senin için, “Allahım! Ahnef’i bağışla.” buyurduğunu, bildirdi. Bunun üzerine Ahnef bin Kays hazretleri: “Benim yanımda, âhiretim için Resûlullahın bu mübârek duâsından daha ümit verici bir şey yoktur” dedi ve çok sevindi. Ahnef bin Kays hazretleri, halife iken Hz. Ömer’i Medine’de ziyâret etti. Hz. Ömer ona karşı olan sevgi ve muhabbetinden Medine’den bırakmadı. Kalmasını istedi. Bir sene Medine-i münevvere’de kaldı. Sonra izin alıp, Basra’ya döndü. Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş’arî’ye yazdığı mektubunda buyurdu ki: “Ahnef bin Kays’ı kendine yakın yap, işlerinde Ona da danış. Onun sözlerine kulak ver.” Ahnef bin Kays, Horasan fetihlerinde de bulundu. Az hadîs-i şerîf bildirdi. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Sa’d İbn-i Mes’ûd, Ebû Zer ve başkalarından hadîs-i şerîf rivâyet etti. Ondan da Hasan-ı Basrî, Ebul-Alâ bin Şehir, Talk bin Habîb bildirdiler. - 193 - Ahnef bin Kays (r.a.) buyurdular ki: “Ben şu hususlara çok dikkat ederim. Bunları, istifade edeceklere söylerim. Başkasına değil. Birincisi: Beni aralarına almak istemeyenlerin aralarına girmem, ikincisi, beni çağırmayan makam ve mevki sahiplerinin kapısına gitmem, insanların muhtaç oldukları şeyi bana bağışlamalarını uygun görmem.” “Size, sıkıntısı ve zorluğu olmayan, övülecek bir şey söyleyeyim mi? Güzel ahlâk, çirkin ve beğenilmeyen şeyi terk etmek. En kötü hastalık da; alçak ve düşük ahlâk, çirkin sözleri söylemekdir.” “Şerefli ve asîl kimse, sözünde durur. Akıllı olan, yalan söylemez. Mü’min olan gıybet etmez.” “Edeb ve fazîlet sahiplerine göre: Babalar, çoluk çocuğuna, ölüler dirilere, sırf Allahü teâlâ’nın rı- zası için, iyi ve yararlı şeyler hazırlamaktan daha üstün bir şey bırakmamıştır.” “Çok gülmek, heybeti; çok şaka, vakar ve şahsiyeti giderir. İnsan ne ile beraberse, onunla bilinir. Meselâ, çok güler ve şaka yaparsa, hafif olarak bilinir.” “Bizim bulunduğumuz yerde kadınlardan, yiyecek ve içecekler konuşmayınız. Çünkü, en kızdığım kimse, avret yerlerinden, karnından ve midesinden bana anlatandır.” “Kişinin, sevdiği yemeği terk edebilmesi, ağırbaşlılık ve şahsiyet yüksekliğindendir.” Ahnef bin Kays’a hilm’in ne olduğunu sordular. Cevap olarak “Alçak gönüllü ve sabırlı olmak” buyurdu. Şöyle konuşurdu: “İnsan hilminden dolayı kendisini beğenir. Ben de içimden aynı şeyleri hissederim. Ancak, ben sabırlıyım.” “Hilm bana insanlardan daha çok yardımcıdır.” “İdrar yolundan akıp gelen insan, nasıl kibirli olur, şaşıyorum.” “Aranızdaki düşük ve bayağı kimselere ikrâm ediniz, onlara hediyede bulununuz. Çünkü onlar, sizi dünyâda ve âhirette, utanacak duruma düşmekten ve ateşten alıkoymaktadırlar. İnsan, utanılacak ve ateşe düşmeye sebeb olan şeyleri onlarda görerek, bunlardan kendisini korur.” “Bir sıkıntımı ve başıma gelen bir musîbeti, gözleri görmiyen a’ma birisine şikâyet ettim. Bu durumu ona sitem ettim. Bunun üzerine beni üç defa susturdu. Dedi ki: “Ey Ahnef bin Kays! Basına gelen musîbeti hiçbir kula şikâyet etme. Çünkü, şikâyet ettiğin kişi, bunu söylemekle kendisini üzeceğin bir dost veya kendisini sevindireceğin bir düşmanın olabilir.” “Aslında ben halîm değilim. Fakat halîm olmaya çalışıyorum.” Ona, sen artık çok yaşlandın. Oruç seni çok zayıf düşürür, denildiğinde, “Ben onu uzun bir musî- bet için hazırlıyorum” buyurmuştur. “Allahım! Eğer beni bağışlarsan. Sen buna zaten lâyıksın. Eğer azab edersen ben de buna zaten lâyıkım.” Ona Ey Ahnef bin Kays! Sen çok yavaşsın denildi. Buyurdu ki: “Fakat üç şeyde acele ediyorum. Namaz vakti geldiğinde, hemen vaktinde kılarım. Cenâzem var ise, zamanında defn ederim. Kızımı dengi isteyince, onunla evlendiririm.” “Kardeşlik çok ince bir şeydir. Onu korumazsan zarar gelebilir. Daima kızgınlığın zamanında kendine sahib olarak onu koru ki, sana haksızlık eden gelip, senden özür dilesin. Olan ile yetin. Fazlasını arama. Arkadaşının kusuruna bakma.” “Hz. Muâviye (r.a.) Ahnef bin Kays’ı (r.a.) yanına çağırdı. Gelince “Ey Ebül-Bahr! Çocuklar hakkında ne dersin? diye sordu. Ahnef bin Kays hazretleri “Onlar gönlümüzün meyveleridir. Onlara her türlü şefkat ve kolaylığı gösteriniz. Onların sevgi dolu hareketlerinden memnun ol. Onlara bir şeyi zorlaştırma. Bu yüzden onları hayatlarından bezdirip, usandırma.” buyurdu. “Şu üç hususa tahammül etmek, kardeşlik haklarındandır. Kızdığında, azarlandığında, dil sürçmelerinde.” 1) Vefeyât-ül-a’yan cild-2, sh-249 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-2, sh-93 3) Tehzîb-üt-tehzîb cild-1, sh-l91 4) Metâli-ün-Nücûm cild-2, sh-150
|
|
|
|