ABDULLAH BİN ATÎK (r.a):
Peygamberimizin Medine’ye hicretinden önce İslâmiyeti kabul edip, Medine’nin ilk müslümanlarından olmakla şereflenen sahâbî. Adı Abdullah bin Atik bin Kays bin Esved bin Berâ bin Ka’b bin Ganem bin Seleme bin Hazrec-i Ensârî’dir. Soyu ve kardeşi Cebr bin Atik hakkında başka rivâ- yetler de bildirilmektedir. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Hicretin 12.nci (m. 633) yılında Yemâme harbinde şehîd olmuştur. Abdullah bin Atik’in (r.a.) müslüman oluşu hakkında kaynaklarda geniş bilgi yer almamaktadır. Medine’de ilk müslüman Hz. Es’ad bin Zürâre’nin ve Peygamberimiz tarafından oraya Kur’ân-ı kerîmi ve İslâmiyeti öğretmek için gönderilen Hz. Mus’ab bin Umeyr’in tebliğ hizmetleri sebebiyle birçok kimse îmân etmişti. Daha Peygamberimizin hicreti gerçekleşmeden müslüman olmakla şereflenenlerden biri de Hz. Abdullah bin Atik idi. Hz. Abdullah bin Atik, Bedir ve Uhud harplerinde Resûlullahın yanında birçok hizmetlerde bulunmuştur. Hicretin 5.nci (m. 627) yılında Medine’nin müdafaası için yapılan Hendek harbine de katılmıştır. Hicretin altıncı (m. 628) yılında, kendisinin komutanlığında, Ensârdan beş kişi ile birlikte bir seriyyede bulundu. Bu vazife, yahûdi reislerinden olup, Resûlullaha düşmanlıkta çok ileri giden Ebû Râfi’nin öldü- rülmesi hizmetiydi. Mekke’de müşriklerin zulmünden kurtulmak için Peygamberimiz ve müslümanlar Medine’ye hicret etmişlerdi. Burada yaşayan Evs ve Hazrec kabilelerinin tamamı İslâmiyeti kabul etmişler, Resûlullaha her hususta yardımcı olmuşlardı. Öteden beri bunlara düşman olan yahûdilerin kini, İslâm düşmanlığı ile birleşmişti. Resûlullah (s.a.v.) efendimize düşmanlıkta çok ileri gidenlerden biri de, Hayber yahûdilerinin reisi olan Ebû Râfi’ Selâm bin Ebû Hukayk idi. Bu yahûdi reisi, Resûlullahı sık sık rahatsız ettiği gibi müslümanları da daima tehdit eder, kendisine tâbi olanları Resûlullah (s.a.v.) efendimizin aleyhine kışkırtırdı. Onu öldürme teşebbüsünde bulunurdu. Ebû Râfi yahûdisi, zengin bir tüccar olup, malları ile Resûlullah’a düşmanlık yapanlara yardım ederdi. Hicaz toprağında kendisinin müstahkem bir kalesi vardı. Ailesi ile birlikte orada otururdu. Arap kabilelerinin bir çoğunu kışkırtıp Hendek muharebesinin yapılmasına bu yahûdi reisi sebep olmuştu. Resûlullahı, canlarından ve mallarından daha çok seven ve bu uğurda hiçbir fedâkârlıktan geri durmayan Eshâb-ı kirâm, bu duruma çâre aramaya başladı. Azılı bir İslâm düşmanı olan Ebû Râfi’yi öldürmek için Resûlullahdan izin istediler. Hazrec kabilesine mensûb beş kişiye Ebû Râfl’yi öldürmek görevi verildi. Bunlar; Abdullah bin Atîk, Abdullah bin Enis, Ebû Katâde, Esved bin Huzâi ve Mes’ûd bin Sinan hazretleriydi. Resûlullah (s.a.v.) efendimiz, hicretin altıncı yılı Ramazan ayında, bu beş kişinin başına Hz. Abdullah bin Atik’i komutan tayin ederek, yahûdilerin reisi Ebû Râfi’nin öldürülmesini, yalnız kadınlara ve çocuklarına dokunulmamasını emretti. Hz. Abdullah bin Atik ve arkadaşları, Ebû Râfi’nin kalesine yaklaştıklarında güneş yeni batmıştı. Köy halkı da deve, koyun ve sığır gibi hayvanlarını mer’ada otlatıp yeni dönüyorlardı. Bu durum karşı- sında Abdullah bin Atik (r.a.), arkadaşlarına şu emri verdi: “Siz, yerinizde oturunuz! Ben, Ebû Râfi’nin kalesine gideyim ve kale kapıcısına nezaketle yaklaşayım. Bu suretle kaleye girebileceğimi sanıyorum.” Kale kapısına yürüdü. Nihayet kapıya yaklaştı. Sonra paltosuna büründü. Sanki bir ihtiyacını gideriyordu. Bu sırada, kalenin, kapıcısı: “Ey Allah’ın kulu! Kaleye girmek istiyorsan hemen gir! Çünkü ben, kapı- yı kapamak istiyorum!” dedi. Bundan sonrasını Abdullah bin Atik (r.a.) kendisi şöyle anlatıyor: “Ben de, hemen kaleye girdim ve merkeb ahırına saklandım. Halkın kaleye girmesi üzerine kapıcı, kapıyı kilitledi ve anahtarları bir direğe astı. Hemen kalktım. Anahtarları aldım. Ebû Râfi’nin yanında, akşamdan sonra adamları toplanıp sohbet yaparlardı. Bu sohbet, kalenin en üst katında bulunan bir yerde olurdu. Gece sohbeti sona erip, dostları Ebû Râfi’nin yanından dağılıp yatınca, hemen onun yanına çıktım. Bir çok kapıdan geçtim. Her kapıyı açtıkça iç tarafından sürgülüyordum. Bunu, şunun için düşünmüştüm ki, eğer Ebû Râfi’nin adamları beni fark ederlerse herifi öldürünceye kadar, bana bu fırsatı bırakmazlardı. Bu suretle Ebû Râfi’nin yattığı odaya kadar vardım. O karanlık bir oda içinde aile fertleri arasında yatmıştı. Odanın neresinde olduğunu kestiremedim. Anlamak için: “Ey Ebû Râfi!” diye seslendim. “Kim O? Ne istiyorsun?” diyerek cevap verdi. Hemen ben de, sesin geldiği tarafa fırlayıp yaklaştım ve kılıcımla ilk vuruşu başardım. Fakat dehşet içinde kalmıştım. Çünkü öldürememiştim. Ebû Râfi, yüksek sesle haykırdı. Ben de, hemen odadan dışarı çıktım. Kısa bir müddet bekleyip tekrar odaya girdim ve sesimi değiştirerek, “Bu feryat nedir, yâ Ebâ Râfi?” dedim. Cevabında: “Canı Cehenneme! Sen seslenmeden önce, birisi gelip beni oda içinde kılıçla yaraladı!” dedi. Bu sefer ona bir kılıç, darbesi daha yapıştırdım, iyice yaraladım. Fakat yine öldüremedim. Sonra kılıcın keskin ucunu karnına bastım. Nihayet Ebû Râfi arkasına devrildi. Bu defa adamı öldürdüğümü anladım ve hemen kapıları birer birer açmaya Başladım. Bu suretle, oradan savuşup kale merdiveninin son basamağına varmıştım. Burada yere erdiğimi sanarak ayağımı attım. Meğer daha sona gelmemiş oldu-- 164 - ğumdan, merdivenden düştüm. Baldır kemiğim kırıldı. Hemen bir sargı ile bu kırığı sardım. Sonra yürü- düm. Kapıya kadar varıp orada oturdum ve kendi kendime, şunu öldürüp öldürmediğimi iyice anlayıncaya kadar bu gece kaleden çıkmam, dedim. Horozlar ötmeye başlayınca, birinin kalenin surlarına çıkıp, “Hicaz halkının taciri Ebû Râfi’nin öldüğünü bildiriyorum!..” diye ilân ettiğini duydum. Bunun üzerine ben, artık arkadaşlarımın yanına döndüm ve onlara, “Artık kurtulduk. Allahü teâlâ, Ebû Râfi’yi öldürdü. Haydi yürüyünüz, Mekke’ye gidelim!” dedim. Nihayet Resûlullah’ın huzuruna vardık. Durumu arz ettim. Ayağı- mın kırıldığını duyunca, bana: “Ayağını uzat!” buyurdu. Ben de, ayağımı uzattım. Resûlullah (s.a.v.) ayağımı sıvazladı. Sanki hiç ağrı duymamış kimseye döndüm. Kırık tamamen iyileşti. Hz. Abdullah bin Atik, bu seriyyesinden sonra, Hayber’in fethine katılarak, burada da büyük yararlıklar gösterdi. Sonra hicretin sekizinci (m. 630)’yılında Mekke’nin fethine ve Huneyn harbine katıldı ve çok hizmeti görüldü. Hicretin dokuzuncu senesinde (m. 631) Peygamber efendimiz (s.a.v.) Ensârdan meydana gelen 150 kişilik bir birliği Hz. Ali’nin kumandasında Benî Tayy kabilesinin putlarını kırıp parçalayarak, bu kavmi bu sapık âdet ve inançtan kurtarmak için vazifelendirdi. Bu birliğin silâh ve techîzat temini için de, Hz. Abdullah bin Atik memur edildi. Hz. Abdullah bin Atik, büyük gayret ve fedâkârlık göstererek kısa zamanda birliğin ihtiyaçlarını temin etti. Tek Allah inancının yerleşmesinde ve putperestliğin ortadan kalkması hususunda da büyük hizmet etti. Hz. Abdullah bin Atik’in, Yemame harbindeki kahramanlığı da dillere destandır. Resûlullahın vefâtı haberi yayılır yayılmaz meydana gelen bu harp, Hz. Ebû Bekir zamanında cereyan etti. Bu sırada yalancı peygamber Müseyleme, müslümanları rahatsız ediyordu. Hz. Hâlid bin Velîd başkanlığında bir ordu, onların üzerine gitti. Çünkü O, insanların İslâmiyetten ayrılma hareketini teşvik ve idare ediyordu. Böylece müslümanları rahatsız ediyordu. Artık müslümanları onlardan kurtarmak bir zaruret haline gelmişti. Hz. Hâlid bin Velîd ile Müseylemet-ül-Kezzâb kuvvetleri arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu savaşta Hz. Abdullah bin Atik de büyük kahramanlıklar gösterdi. Eshâb-ı kirâmdan dörtyüz elli kişi şehîd düştü. Bunlar arasında Abdullah bin Atik de vardı. Yaralı iken, vücudundan kanlar fışkırırken kılıcını yere atmıyor, savaşıyordu. Bütün gücü kuvveti kesilip dermanı kalmayıncaya kadar savaşmaya devam etti. Hz. Abdullah bin Atik, müslüman olduktan sonra ömrünün tamamını İslâmiyete hizmette geçirmiş- tir. Resûlullah efendimizin uğrunda nice tehlikelere katlanmış ve en güzel kahramanlık örnekleri göstermiştir. Nihayet bu büyük Sahâbî, hicretin 12 (m. 634) senesinde, en çok arzu ettiği, şehîdlik mertebesine kavuşmuş ve böylece ebedî se’âdete nâil olmuştur. 1) El-A’lâm cild-4, sh-102 2) El-Îsâbe cild-2, sh-341, 3) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-2, sh-91 ABDULLAH BİN CAHŞ (r.a) Peygamber efendimizin (s.a.v.) halası Ümeyme ile Cahş’ın oğlu, Eshâb-ı kirâmdan. Kızkardeşi Hz. Zeyneb; Peygamberimizin hanımıdır. Hz. Ebû Bekir’in vasıtasıyla, Erkam’ın (r.a.) evine gelmeden önce kelime-i şehâdet getirerek ilk müslümanlardan olmak şerefine kavuştu. Hz. Abdullah orta boylu, çok yakışıklı bir zât idi. Peygamber efendimizi pek ziyade severdi. Bu muhabbet uğrunda canını fedâdan çekinmemiş, Uhud harbinde en büyük kahramanlığı göstererek, Allahü teâlânın rızası uğrunda şehâdet şerbetini içmiştir. Eshâb-ı kirâm arasında lâkabı, “El-Mücdü’fillah” yani “Allah yolunun fedâisi” idi. Şehîd olduğunda 40 yaşlarında idi. Medine’ye hicret edince Âsım bin Sâbit (r.a.) ile kardeş oldu. Abdullah bin Cahş (r.a.) İslâmiyeti heyecanla yaşayan zatlardandı. İlk müslüman olduğu yıllarda, kâfirler kendisine her türlü eza ve cefâyı yapmışlardı. Hepsine de imânının verdiği güç ile mukabele etmiş, eza ve cefâ’lara katlanmıştır. Peygamber efendimiz, kendisi için “.. açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır” buyurmuştur. Resûlullah efendimizin şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak hep şehîd olmaya can atmıştır. Harplerde en önde kahramanca çarpışmıştır. Peygamber efendimiz hicretin ikinci senesinde, Nahle’de Kureyş müşriklerini, gözetlemek üzere ilk önce Ebû Ubeyde bin Cerrâh’ı (r.a.) göndermek istemişti. Hz. Ebû Ubeyde, Peygamberimizin ayrılığına dayanamıyarak ağlamaya başladı. Bunun üzerine O’nu göndermekten vazgeçti. Hz. Abdullah bin Cahş der ki: O gün Resûlullah aleyhisselâm yatsı namazını kılınca beni yanına çağırdı: “Sabah vakti olur olmaz yanıma gel. Silahın da yanında bulunsun. Seni bir tarafa göndereceğim.” buyurdu. Sabah olunca mescide gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi. Resûlullah efendimiz sabah namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Ben daha önce kapının önüne gelmiş, bekliyordum. Muhacirlerden benimle birlikte gidecek bir kaç kişi buldu. “Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim.” buyurarak bir mektûb verdi. “Git, iki gece yol aldıktan sonra mektubu aç. Onda buyurulana göre hareket et.” Yâ Resûlallah! Hangi tarafa gideyim?” diye sordum. “Necdiye yolunu tut. Rekiyeye, kuyuya yönel!” buyurdu. Nahle seferine memur edildiği - 165 - zaman, ilk defa “Emir-el-mü’minîn” sıfatı verildi, İslâmda ilk tayin olunan “emir”, O oldu. Sekiz veya oniki kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında mektubu açtı. Mektubta şunlar yazılıydı: “Bismillahirrahmanirrahîm, Bu mektubu gözden geçirdiğin zaman Mekke ile Taif arasındaki Nahle vâdisine ininceye kadar, Allahü teâlânın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin. Arkadaşlarından hiçbirini, seninle birlikte gitmeye zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşîleri, Kureyşîlerin kervanını gözetleyip ve denetleyesin. Onların haberlerini bize bildiresin.” Emir-el-mü’minîn Hz. Abdullah bin Cahş mektubu okuduktan sonra “Bizler Allahü teâlânın kulları- yız ve hep O’na döneceğiz, işittim ve itâat ettim. Allahü teâlânın ve sevgili Resûlünün emrini yerine getireceğim” diyerek mektubu öpüp, başına koydu. Sonra arkadaşlarına dönerek “Hanginiz şehîd olmayı istiyor ve özlüyorsa, benimle gelsin. Gelmek istemeyen dönüp gidebilir, hiç birinizi zorlayıcı değilim. Gelmezseniz ben tek başıma gidip, Resûl aleyhisselâmın emrini yerine getireceğim.” dedi. Arkadaşları hep birden, “Biz, işittik. Allahü teâlâya, Peygamber efendimize ve sana itâat edicileriz. Nereye istersen, Allahü teâlânın bereketi üzere yürü.” diye cevap verdiler. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerinin de bulundu- ğu küçük ordu ile Hicaza doğru yol aldılar ve Nahle’ye geldiler. Bir yere gizlendiler. Oradan gelip geçen Kureyşîleri gözetlemeye başladılar. Bu sırada bir Kureyş kafilesi geçti. Develer yüklü idi. Mücâhidler, Kureyş kafilesine yaklaşarak onları İslâma davet ettiler. Kabul etmeyince çarpışma başladı. Çarpışma sonunda birisini öldürdüler, ikisini esir aldılar, birisi atlı olduğu için ona yetişemediler. Kâfirlerin bütün malı mücahitlere kaldı. Hz. Abdullah bin Cahş, bu ganimet mallarının beşte birini Resûlullah efendimize ayırdı. Bu ganimet, müslümanların aldıkları ilk ganimetti. Bu beşte bir hisse de ilk ayrılan beşte birdi. İlk öldürülen müşrik ve alınan esirler de bu Nahle seferindeydi. Bundan sonra Bedir gazâsı oldu. Alınan esirler için Resûlullah efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Abdullah bin Cahş’a danıştı. Hicretin üçüncü senesinde yapılan Uhud harbinde büyük kahramanlıklar gösterdi. Hz. Abdullah bin Cahş yiğitliğin sembolüydü. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Uhud harbinde Hz. Abdullah bin Cahş ile arasında geçen konuşmayı şöyle anlattı. “Uhud’da savaşın çok şiddetli devam ettiği bir andı. Birdenbire yanıma sokuldu, elimden tuttu ve beni bir kayanın dibine çekti. Bana şunları söyledi: “Şimdi burada sen duâ et, ben “âmin” diyeyim. Ben de duâ edeyim, sen de “âmin” de! Ben de “Peki” dedim. Ben şöyle duâ ettim: “Allahım, bana çok kuvvetli ve çetin kâfirleri gönder. Onlarla kıyasıya vuruşayım. Hepsini öldüreyim. Gâzi olarak, geri döneyim.” Benim yaptığım bu duâya bütün kalbiyle “âmin” dedi. Sonra kendisi duâ etmeye başladı: “Allahım, bana zorlu kâfirler gönder kıyasıya onlarla vuruşayım. Cihadın hakkını vereyim. Hepsini öldüreyim. En sonunda bir tanesi de beni şehîd etsin. Sonra benim dudaklarımı burnumu, kulaklarımı kessin. Ben kanlar içinde senin huzuruna geleyim. Sen bana “Abdullah, dudaklarını, burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorduğunda, Allahım, ben onlarla çok kusur işledim, yerinde kullanamadım. Senin huzuruna getirmeye utandım. Sevgili Peygamberimin de bulunduğu bir savaşta, toza toprağa bulandım da öyle geldim” diyeyim”, dedi. Gönlüm böyle bir duâ- ya “Amin” demek arzu etmiyordu. Fakat o istediği ve önceden söz verdiğim için mecburen “Amin” dedim. Daha sonra, kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik, ikimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O son derece bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyakla hücumlarını tazeliyordu. “Allah Allah!” diye çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda Sevgili Peygamberimiz O’na bir hurma dalı uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mu’cize olarak kılıç oldu ve önüne geleni kesmeye başladı. Bir çok düşmanı öldürdü. Savaşın sonuna doğru Ebül-Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği şehâdete kavuştu. Şehîd olunca kâfirler bu mübârek şehîdin cesedine hücum ederek burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı. Muharebe bittikden sonra Hz. Abdullah bin Cahş’ı ve dayısı “Seyyid-üş-şühedâ” ya’nî “Şehîdlerin efendisi” Hz. Hamza’yı aynı kabre defn ettik.” 1) El-Îsâbe cild-2, sh-286 2) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-2, sh-10, cild-3, sh-89 3) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-108 4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediye sh-975 ABDULLAH BİN EBÛ BEKR-İ SIDDÎK Eshâb-ı kirâmdan, ilk müslümanlardan. Babası Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.), annesi Katile binti Abdiluzza’dır. Esma (r.anha) ile anne bir kardeştir. Mekke’de doğduğu tahmin edilmesine rağmen, târihi bilinmemektedir. Abdullah, babası Ebû Bekr-i Sıddîk (r.a.) davetiyle, küçük yaşta müslüman oldu. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile babasının Mekke’den Medine’ye hicretlerinde, Sevr Mağarası’na geldiğinde habercilik vazifesini yaptı. Zekî ve kabiliyetli bir genç olduğundan, babasının emir ve direktiflerini harfiyyen yerine getirirdi. Gündüzleri Mekke’de Kureyşliler arasında bulunup, onların Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir - 166 - hakkında söylediklerini, konuşmalarını akşam vakti Sevr Mağarası’na gelerek, haber verirdi. Geceyi orada geçirip, tan yeri ağarmadan Mekke’ye dönerdi. Bu hizmeti, onun adını İslâm târihine geçirdi. Hz. Resûlullah O’nu Âli bin Ebû Tâlib (r.a.) ile âhıret kardeşi yaptı. Atike binti Zeyd bin Amr (r.anha) ile evliydi. Abdullah bin Ebû Bekr, hicret-i Nebevî’den sonra Mekke’den Medine’ye geldi. Resûlullah (s.a.v.) ile hicretin 8. senesinde Mekke’nin fethinde bulundu. Mûte Harbi’nde, İslâm Ordusu kumandanı Zeyd İbni Hârise’nin şehîd olmasını, sonra kumandan olan Ca’fer İbni Ebî Talib’in sancağı almasını bunun da şehîd olmasıyla Abdullah İbni Revâha’nın kumandayı alıp onun da şehîd olmasıyla, Hâlid İbni Velîd’in kumandayı almasını ve Resûlullah’ın (s.a.v.) bütün bunları Medine-i Münevvere’de Minber-i se’âdetinde başından sonuna kadar haber verdiğini rivâ- yet etti. Resûlullahın bu mucizesini haber vermesiyle rivâyeti kitaplara geçti. Mekke’nin fethinden sonra Huneyn Gazvesi’ne katıldı. Huneyn’den kaçan Sakif ve Hevâzinliler’in toplanmalarına mani olmak için onların sığınıp, saklandıkları Taif Kalesi’ni muhasara etti. Muhasarada ok isabet edip, yaralandı. Medine’ye yaralı olarak döndü. Abdullah bin Ebî Bekr-i Sıddîk (r.a.) Peygamber efendimiz (s.a.v.) için hazırlanan hulleyi (elbise) yedi altına satın almıştı. Sonra Resûlullahın tekfînine uygun görülmeyince, teberrüken kendine kefen için saklamıştı. Ruhunu teslim edeceği sırada “bunda, hayır ve bereket olsa idi, Resûlullah efendimiz tekfîn olunurdu” deyip, kendisine bunu kefen yaptırmadı. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) hilâfetinin başlarında hicretin onbirinci senesinin Şevval ayında Taifte aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle vefât etti. Cenâze namazını Hazret-i Ebû Bekir kıldırdı. Kabrine ise Hazret-i Ömer, Talha ve kardeşi Abdurrahman bin Ebû Bekir (r.a.) indirmişlerdir. Tâif şehîdlerinden sayılır. Onun vefâtından bir müddet sonra Hazret-i Ebû Bekir’e, Sakif heyeti geldi. O sırada Hz. Abdullah’ın ölümüne sebep olan ok, Hz. Ebû Bekir’in yanındaydı. Oku, heyettekilere göstererek: “İçinizde bu oku tanıyanınız var mı?” diye sordu. Aclânoğullarının kardeşi Hazret-i Sa’d bin Ubeyd: “Bu oku ben yonttum; ucunu ben sivrilttim; tüyünü ben taktım; bunu atan da benim” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir “Bu ok, Abdullah bin Ebî Bekir’i şehîd eden oktur. Senin elinle ona şehîdlik şerbetini içiren, onun eliyle seni öldürtmeyen Allah’a hamd olsun. Allah’ın himayesi geniştir” buyurdu. 1) El-Îsâbe cild-2, sh-283 2) Sahîh-i`Buhârî Kitab-ul-Cihâd 133 3) Sahîh-i Müslim Fedail-üs-sahâbe Hadîs No: 1 4) Kâmûs-ül-A’lâm cild-4, sh-3037, 3100 ABDULLAH BİN HANZALA (r.a.): Eshâb-ı kirâmın fazîletlilerinden, meşhûrlarından. Babası da, Eshâbdan olup, Gasil-ül-melâike (öldüğünde melekler yıkamıştır) lakabıyla tanınmıştır. Annesi Cemile binti Abdullah’tır. Hanzala (r.a.) Uhud vak’ası gecesi evlenmiş, ertesi gün Uhud’da şehîd olmuştur. Abdullah, Peygamber efendimizin (s.a.v.) vefâtında yedi yaşında bulunup, rüyet (görme) ve sohbete nâil olmuştur. Bir kaç hadîs-i şerîf bildirmiştir. 63 (m. 682) senesinde Yezîd bin Muâviye’nin askeriyle, Abdullah bin Zübeyr’e bîat eden ehl-i Medine arasında meydana gelen Hara muharebesinde Zilhiccenin bitmesine üç gün kala Perşembe günü şehîd olmuştur. Önce sekiz oğlunu birer birer muharebeye çıkarıp, hepsi şehîd olduktan sonra, kılıcının kınını kırarak Yezîd’in askerlerinin içine dalmış, şehîd oluncaya kadar mücâdele etmiştir! Abdullah bin Hanzala Peygamberimiz (s.a.v.)’den, Hz. Ömer, Abdullah bin Selâm ve Ka’b-ülAhbâr’dan hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Kays bin Sa’d İbni İbâde Esma binti Zeyd bin El-Hattâb, İbn-i Ebî Müleyke, Abbâs bin Sehl ve bir çok âlim de Abdullah bin Hanzala (r.a.)’dan hadîs-i şerîf rivâyet etmiş- lerdir. Abdullah bin Ebî Süfyân dedi ki: Ben babamı şöyle derken işittim: Abdullah bin Hanzala’yı şehîd edildikten sonra rüyada çok güzel bir şekilde gördüm. Hanzala’ya sordum: “Ey Ebû Abdurrahman sen öldürülmedin mi?” “Evet, fakat öldürülünce Rabbim beni karşıladı ve Cennetine koydu. Ben burada serbest serbest dolaşıyor ve Cennet ni’metlerinden istediğimi yiyorum.” diye cevap verdi. Ben tekrar “Ya senin eshâbın arkadaşların? Onlara ne oldu?” diye sordum. Abdullah bin Hanzala, “Onlar benim sanca- ğım etrafındadırlar. Ki sen bunu görüyorsun.” dedi. Ebû Süfyân” “Uykumdan uyandım. Gördüğüm rüyanın Hz. Abdullah bin Hanzala için hayırlı olduğunu anladım” dedi. İkrime bin Ammâr, Damdan bin Cevs, Abdullah bin Hanzala’dan rivâyetle diyor ki: Hz. Ömer bize akşam namazı kıldırdı. Birinci rekâtte hiç bir şey okumadı, ikinci ve üçüncü rekâtte bir fatiha ve bir sûre okudu. Namazı tamamladı. Sonra peşpeşe iki (secde-i sehv) yaptı ve selâm verdi. (Böylece secde-i sehv farzın tehir edilmesinde de yapıldığı açıkça anlaşılmış oldu.) - 167 - Süfyân bin Selîm’in rivâyetine göre iblis Abdullah bin Hanzala’ya göründü ve “Dinle sana birşey öğreteyim” dedi. İbni Hanzala, “Senden birşey öğrenmeye ihtiyacım yoktur.” diye cevap verdi. Şeytan, “Dinle de istersen alırsın istersen almazsın” dedi ve “Ey Hanzala’nın oğlu Allah’tan başkasından birşey isteme, her istediğini Allahü teâlâdan iste. Kızdığında nasıl bir hâl aldığına bir bak. Sen kızdığın zaman ben sana hakim olurum.” dedi. Ahmed İbni Hanbel (r.a.) Müsnedinde Abdullah bin Hanzala’dan şu hadîs-i şerîfi rivâyet etmiştir. Resûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: “Bile bile bir dirhem gümüş kıymetinde faiz yemek, otuz zinadan daha çok günahtır.” Diğer hadîs-i şerîf kitaplarında zikredilenlerinden: Abdullah bin Hanzala (r.a.), Sa’d bin Ubâde hazretlerinin oğlunun evine arkadaşlarıyla ziyârete gitmişti. Namaz vakti gelince ev sahibine, imâm olmasını teklif ettiler. O da misafirlerden birinin imâm olmasını istedi. Hazret-i Abdullah: Resûlullah (s.a.v.): “Bir kimsenin kendi yatağında yatması, hayvanına binmesi ve evinde imamlık etmesi evladır” buyurdu diye rivâyette bulundu. 1) Müsned-i Ahmed İbni Hanbel cild-4, sh-285 2) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-5, sh-65 3) Târîh-üt-Taberî cild-2, sh-402 4) İbn-ül-Esir cild-4, sh-87 5) El-Îsâbe cild-2, sh-299 6) El-A’lâm cild-4, sh-99 7) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-710-975 ABDULLAH BİN MES’ÛD (r.a.): Eshâb-ı kirâmın meşhûrlarından. İslâma gelenlerin altıncısıdır. Genç iken îmân etti. Kur’ân-ı kerîmi ve çok hadîs-i şerîf ezberledi. İki kerre Habeşistan’a ve Medine’ye hicret etti. Bütün gazalarda ve Yermük muharebesinde bulundu. Cennetle müjdelendi. Babası Mes’ûd, annesi Ümmü Abdullah olup, sahâbiyyedir. “İbni Mes’ûd ve İbni Ümmi Abd” isimleriyle meşhûrdur. Künyesi Ebû Abdurrahmân veya (Ebû Abdillah)’dır. Kısa boylu, hafif esmer, ince ve zayıf bir bünyeye sahipti. Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.); Peygamberimiz (s.a.v.) in has müşaviri ve hizmet- çisi olup, her zaman Peygamberimizin huzuruna hatta evine girmeye izin verilmiş, eshâbın seçilmişlerinden idi. Her zaman Resûlullah (s.a.v.) ın yanında bulunarak Kur’ân-ı kerîmi iyi öğrendiği gibi pek çok hadîs-i şerîf de dinlemiş ve ezberlemiştir. İbni Mes’ûd (r.a.) gençliğinde fakîr idi. Bundan dolayı Ukbe bin Ebî Huayfın koyunlarını güderdi. Bir gün koyun güderken Peygamberimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. Peygamberimiz (s.a.v.) “Ey genç, içmemiz için sütün var mı?” diye sordular. Olmadığı cevabını alınca; Peygamber efendimiz hiç yavrulamamış bir koyunun memesini mübârek elleri ile sıvazladı ve bir duâ okudu. Koyunun memeleri derhal süt ile doldu. Hz. Ebû Bekir derince bir toprak çanak getirdi. Peygamberimiz (s.a.v.) onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hz. Ebû Bekir içti, sonra İbni Mes’ûd içti. Sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Çekil, büzül” buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra Abdullah bin Mes’ûd Resûlullah (s.a.v.) ın yanına geldi. “Yâ Muhammed o söylediğin sözden bana da öğretir misin?” dedi. Resûlullah (s.a.v.) İbni Mes’ûd’un başını sıvazladı ve “Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen (hakkı) öğrenebilecek bir çocuksun” buyurdu. Abdullah İbni Mes’ud (r.a.) hemen orada müslüman oldu. Böylece altıncı olarak îmân etmiş ve Sâbikûn-el-evvelîn (ilk müslüman olanlardan) olmuştur. Mekke’de ilk defa ve açıkça herkesin önünde Kur’ân-ı kerîm okuyan Sahâbî Abdullah İbni Mes’ûd’dur. Eshâb-ı kirâm bir gün tenha bir yerde toplanmışdı. “Vallahi Resûlullah (s.a.v.)’den başka şu Kureyş’e Kur’ân-ı kerîmi açıktan dinletebilen bir kimse olmadı. Sizden kim gider de onlara açıktan Kur’ân-ı kerîm okuyup dinletebilir” dediler. Abdullah bin Mes’ûd, “Ben dinletirim!” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, “Biz onların sana bir zarar vermelerinden korkarız. Biz öyle bir kimse istiyoruz ki icâb ettiği (gerekti- ği) zaman kendini müşriklerden koruyabilecek bir kavmi ve kabilesi bulunsun” dediler. İbni Mes’ûd (r.a.),” Bırakın gideyim; Allahü teâlâ beni onlardan muhafaza eder” buyurdu. Ertesi gün kuşluk vakti, Makâm-ı İbrâhîm’e geldi. Müşrikler de orada toplanmış bulunuyorlardı, İbni Mes’ûd (r.a.) ayakta Besmele-i şerîfe çekti ve “Errahmânü allemel Kur’âne...” diyerek Rahman sûresini okumaya başladı. Müşrikler birbirlerine “Ümmü Abd’in oğlu ne söylüyor. Herhalde Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği şeyleri okuyor” diyerek üzerine yürüdüler. Yumruk, tekme ve tokatlarla yüzünü, gözünü her taraflarını morartarak belirsiz hale getirdiler. Fakat o tokat ve yumruklar altında okumaya devam etti. Yüzü, gözü, yara bere içerisinde eshâbın yanına döndü. Eshâb-ı kirâm buna çok üzüldüler “Zaten biz senin bu akıbete uğrayacağından korkmuştuk. Nihayet korktuğumuz başına geldi.” dediler. Fakat Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) hiç üzgün - 168 - değildi. “Allah düşmanlarını ben bugünkü kadar zayıf görmedim, isterseniz yarın sabah, onlara bir o kadar daha dinletebilirim” buyurdu. Eshâb-ı kirâm, “Hayır, sana bu kadarı yeter, O azılı kâfirlere hoşlanmadıkları şeyi dinlettin” dediler. İbni Mes’ûd (r.a.) bundan sonra da defalarca Kur’ân-ı kerîm okumuş, müşriklere dinletmiştir. Kalem sûresini ilk defa sesli olarak okuyan yine İbni Mes’ûd’dur. Müşrikler O’nu kızgın kumlara yatırmışlar, işkenceler yapmışlardır. Fakat o bundan vazgeçmedi. Peygamberimiz (s.a.v.) in izni ile iki defa Habeşistan’a hicret etti. Peygamberimizin Medine-i münevvere’ye hicret etmesiyle O da Habeşistan’dan Medine-i münevvere’ye hicret etmiştir.. Medine’de önce Muâz bin Cebel’e (r.a.) misafir olmuş, daha sonra Mescid-i Nebevî’nin yanında kendisi için küçük bir ev yapılmış, orada ikâmet etmiştir. Kendisini Resûlullah’a (s.a.v.) adayan Hz. Abdullah bin Mes’ûd evinin Mescid-i Nebî’ye çok yakın olması sebebiyle sık sık Resûlullah’ın (s.a.v.) hizmetine ve sohbetine koşardı. İbni Mes’ûd’u (r.a.) tanımayan O’nu Resûlullahın (s.a.v.) ailesinin bir ferdi zannederdi. Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) kendi cüssesinden umulmayacak kahramanlık göstermiş ve Resûlullah’ın (s.a.v.) katıldığı bütün gazalara katılmıştır. Bedir gazasında küfrü ve imânsızlığı Firavun’dan daha şiddetli olan Ebû Cehil’i öldürmüştür. Muâz bin Afra ile Muâz bin Amr bin Cemûh yaralanmış olan Ebû Cehil’e kımıldamayacak bir hale gelinceye kadar kılıç vurdular. Peygamberimize (s.a.v.) gelip Ebû Cehil’i öldürdüklerini söylediler. Biraz sonra Peygamberimiz (s.a.v.) “Acaba Ebû Cehil ne yaptı, ne oldu? Kim gidip bir bakar” buyurarak ölüler arasında onun araştırılmasını emretti. Aradılar bulamadılar. Peygamberimiz (s.a.v.), “Arayınız, O’nun hakkında sözüm var. Eğer onu tanıyamazsanız dizindeki yara izine bakınız. Bir gün ben ve o Abdullah bin Cüdanın ziyafetinde idik. İkimiz de gençtik. Ben ondan biraz büyükçe idim. Sıkı- şınca onu ittim. Dizleri üzerine düştü. Dizlerinden birisi yaralandı ve bu yaranın izi dizinden kaybolmadı” buyurdu. Bunun üzerine Abdullah İbni Mes’ûd Ebû Cehil’i aramağa gitti. O’nu yaralı olarak buldu ve tanıdı. “Ebû Cehil sen misin?” dedi. Boynuna ayağını bastı. Sakalından tutup çekti ve “Ey Allahın düşmanı Allahü teâlâ nihayet seni hor ve hakir etti mi?” dedi. Ebû Cehil, “Ne diye beni hor ve hakir edecek. Ey koyun çobanı. Allah seni hor ve hakir etsin. Sen çıkılması pek sarp bir yere çıkmışsın. Sen bana bugün zafer ve galebenin hangi tarafta olduğunu haber ver” dedi. İbni Mes’ûd (r.a.), “Zafer Allah ve Resûlünün tarafındadır,” dedi. Ebû Cehil’in miğferini kafasından çıkarırken, “Ey Ebû Cehil seni öldüreceğim” dedi. Ebû Cehil, “Sen kavminin ulusunu öldürenlerin ilki değilsin. Fakat doğrusu senin beni öldürmen bana çok ağır geldi. Hiç olmazsa boynumu göğsüme yakın kes de başım heybetli görünsün” diyerek küfrünün, gurur ve kibirinin ne dereceye çıkmış olduğunu gösterdi. İbni Mes’ûd (r.a.) Ebû Cehil’in başını kendi kılıcıyla kesemeyince, Ebû Cehil’in kılıcıyla, kesti ve silahını, zırhını, miğferini, başını getirip Peygamberimiz (s.a.v.) önüne koydu. “Yâ Resûlallah! Bu Allahü teâlânın düşmanı Ebû Cehil’in başıdır.” dedi. Peygamberimiz (s.a.v.), “O Allah ki O’ndan başka ilâh yoktur” buyurdu. Sonra kalkıp İbni Mes’ûd (r.a.) ile birlikte Ebû Cehil’in ölüsünün yanına kadar gitti. Onun üzerine dikildi ve “Allahü teâlâya hamd olsun ki seni zelîl ve hakir kıldı, ey Allah düşmanı. Bu, bu ümmetin firavun’u idi.” buyurdu. Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) diğer Uhud, Hendek gibi gazvelerde Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte bulundu. Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) her gazada şehîd olmak gayretiyle harb eden eshâbdan idi. Peygamberimizin (s.a.v.) vefâtından sonra Resûlullah’ın firak (ayrılık) ve hicran acısından insanlardan uzaklaş- mış ve inzivaya (yalnızlığa) çekilmiş idi. Hz. Ömer zamanında yeniden başlayan fetihler ile İslâm mücâhidleri safına katılmış 15 (m. 636) senesinde Şam taraflarında bulunmuş, bilhassa Yermük gazasında harikulade cesaret göstererek harbin zaferle neticelenmesine çalışmıştır. Hicretin 20.nci (m. 651) yılında Kûfe kadılığına tayin olundu. Orada hazine muhâfızlığı da yaptı. Hz. Ömer Kûfe halkına yazdığı mektûbta, “Ben size Ammar İbn-i Yâser’i Emir (vali) ve Abdullah İbn-i Mes’ûd’u muallim ve vezir olarak, gönderdim. Bunlar Eshâb-ı Bedir’dendir. Siz onlara iktidâ edin (uyun) ve sözlerine itâat edin. İbni Mes’ûd’u yanımda alıkoymayarak; sizi kendime tercih ettim” demiştir. İbni Mes’ûd (r.a.) üzerine aldığı vazifeyi son derece liyâkat ve ehliyet ile ifâ etti. Bu kadılığı sırasında zuhur eden bir çok hadîselere fetva vermiş, ictihâd buyurmuştur. İbni Mes’ûd (r.a.) Hz. Osman zamanında hem kadılık hem de beyt-ül-mâl eminliği (hazinedarlık) yaptı. O zaman İranlılarla, Türkistanlılarla ve Bizanslı- larla çarpışan bütün İslâm askerlerinin her türlü ihtiyaçları Kûfe’den tedarik edilirdi. İbni Mes’ûd (r.a.) bütün bunların ihtiyaçlarını gayet güzel bir şekilde idare ve temin etmiş, zekâsının, teşkilât kurmaktaki kuvvetini ve idarecilikteki istidadını ortaya koymuştur. Hz. Osman zamanının ikinci yarısında Kûfe’de fitne yayılınca vazifeden alındı. Hz. Osman zamanında Hicaz’a döndü. Ebû Zer (r.a.) zahid (dünyâdan uzak) bir hayat yaşadığından Medine’de refah artınca, Medine’yi terk etmiş, Rebeze’de ikâmet etmişti. Ağır hastalanmış vefâtı yaklaşmıştı. Mübârek hanımı diğer bir rivâyetle de kızı yanında ağlıyordu. Ebû Zer (r.a.) niçin ağladığını sorduğunda, “Ağlıyorum, çünkü bir fâidem dokunmadıktan başka, ölürsen seni kefenleyecek bir şeyim de yok” dedi. Bu cevap karşısında Ebû Zer (r.a.) üzülmemesini, Resûlullah (s.a.v.)’in kendisinin yalnız öleceğini ve bir kısım mü’minlerin gelip cenâzesini kaldıracaklarını haber verdiğini söyleyip, hanımına: “Sen kalk, yola bak dediğimin doğru - 169 - olduğunu göreceksin” dedi. Ebû Zer (r.a.)’ın hanımı buna pek inanmadı. Çünkü bulundukları yer pek ıssız idi. Hac mevsimi ise zaten değildi. Fakat kalkıp yola baktığında bir cemâatin geldiğini gördü. Ebû Zer hazretlerinin hanımının yanına gelip, “Burada yalnız yaşayan bir zât tanıyor musun?” diye sordular. Kimi aradıkları sorulunca da “Ebû Zer” dediler. Ebû Zer (r.a.)’ın hanımı da gelenleri Ebû Zer’e (r.a.) gö- türdü. O gün vefât etti. Techîz ve tekfîn işleri yapıldı. Bunları yapan Abdullah İbni Mes’ûd (r.a.) idi. Abdullah bin Mes’ûd altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamberimizi (s.a.v.) görmüş, Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bu daveti büyük bir şevkle kabul etmişti. Bundan çok az bir zaman sonra 32 (m. 652)’de vefât etti. Abdullah bin Zübeyr (r.a.) ve oğlu Abdullah techîz ve tekfîn etmişler ve bütün vasiyyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenâze namazını Hz. Osman kıldırmış, Cennet-ül-Baki kabristanında Osman bin Mazun (r.a.) da kabre koymuştur. Abdullah bin Mes’ûd, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki Resûl-i Ekrem’in Ehl-i Beyt’inden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Resûlullah (s.a.v.)ın hususi hizmetinden ve O’na yakınlığından meclisine müsâdesiz girerdi. Her emrini yerine getirirdi. Ebû Musel Eş’arî (r.a.): “Medine’de Resûlullah’ın hizmetinde en çok gördü- ğüm zattan biri İbni Mes’ûd idi. Onu Resûlullah’ın yanında o kadar çok gördüm ki, Onu Resûlullah’ın ailesinden zannederdim.” buyurmuştur. Resûlullah (s.a.v.) Onun için, “Sen muallim olacak bir gençsin” buyurmuştur. 70 sûreyi Resûlullahın mübârek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kısâi, Halef, A’meş gibi meşhûr kırâat imamlarının silsilesi İbni Mes’ûd’da son bulmaktadır. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes’ûd’u Kur’ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı. “Kur’ân-ı kerîm’i, İbni Mes’ûd, Sâlim, Ubey bin Ka’b ve Muâz bin Cebel’den öğrenin!” buyururdu. Resûl-i Ekrem Kur’ân-ı kerîm’i ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Birgün “Nisâ sûresini oku. Dinleyelim” buyurdu. İbni Mes’ûd, “Kur’ân-ı kerîm size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik” dedi. Resûl-i Ekrem, “Evet öyledir. Fakat ben Kur’ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim” buyurdu, İbni Mes’ûd okumaya başladı. 41. âyet-i kerîme olan, “Halleri ne olacak! Her ümmetten şahid getireceğimiz, Seni de onların üzerine şâhid getireceğimiz zaman...” âyet-i kerîmesine gelince, Resûlullah’ın mübârek gözlerinden yaşlar boşandı. Haftada bir defa Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. Hadîs-i şerîfde, “Kur’ân-ı kerîmi üç günden önce hatm eden, ma’nâsını anlıyamaz” buyuruldu. Hadîs-i şerîf, bir namazı hatm ile kılmağı yasaklamamaktadır. Resûlullah (s.a.v.) sual edenlerin, hâline ve işine uygun bir zamanda hatm etmesini emr buyururdu. İbni Mes’ûd Kur’ân-ı kerîmi, Resûlullah (s.a.v.) zamanında ezberliyen bahtiyarlardandı. EbülAhves demiştir ki: “Bir gün Ebû Mûsel Eş’âri’nin evinde bulunuyorduk. Mecliste İbni Mes’ûd’un (r.a.) arkadaşlarından bazıları da bulunuyordu. Bunlar bir Mushafa bakıyorlardı. Abdullah (r.a.) “Resûlullah’ın (s.a.v.) İbni Mes’ûd’dan fazla vahyi bilen bir kimse bırakmadığına inanıyor musun?” dedi. Bunun üzerine Ebû Mûsel Eş’âri: “Biz bulunmadığımız zaman o Resûlullah’ın yanında bulunur, biz kabul olunmadığımız zaman o huzuruna kabul olunurdu” buyurmuştur. Abdullah bin Mes’ûd hadîs ilminde en büyük âlimlerdendi. Hadîs rivâyetinde çok büyük hassasiyet gösterirdi. Bildirdiği hadîslerin tamamı Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında 82 sahifede toplanmıştır. Abdullah bin Mes’ûd, fıkıh ve tefsîr ilimlerinde de Eshâb-ı kirâm’ın ileri gelenlerindendi. Bizzat kendisi diyor ki: “Kendisinden başka hak ma’bûd olmayan Zât’a yemin ederim ki, Kitâbullah’dan bir âyet yoktur ki, ben onun, kim hakkında ve nerede nazil olduğunu bilmiyeyim. Eğer Kitâbullah’ı benden daha iyi bilen bir kimsenin bulunduğu yeri haber alsam ve beni oraya rahibeler götürecek olsa, mutlaka oraya çıkar giderim.” Kûfe’de yaptığı vazifelerden biri de herkese dinini öğretmekti. Hanefî mezhebinin temeli İbni Mes’ûd’a dayanır. Abdullah bin Mes’ûd, Resûlullahın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok namaz kılardı. “Ben nafile oruç tutunca namaza zayıf kalıyorum. Halbuki namaz benim için nafile oruç- tan daha kıymetlidir.” derdi. Adalete çok dikkat ederdi. Buyururdu ki: “Zâlimi seven kimse, Kâ’be’de 70 yıl ibâdet etse, yine de kıyâmet günü Allahü teâlâ onu o zâlim ile beraber bulunduracaktır.” Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: “İktisâda riâyet eden fakîr olmaz.” “Sa’îd olan kimse başkalarından nasîhat alandır.” “Allahü teâlâ doğruyu Hazret-i Ömer’in dili ve kalbi üzerine indirdi. Ümmetimden Hazret-ı Ömer’in râzı olduğundan ben de razıyım.” - 170 - “Günâhlardan tevbe eden hiç günâh işlememiş gibidir.” “Dünyayı âhirete tercih eden kimseye Allahü teâlâ üç tane belâ verir Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamayacağı fakîrlik ve doymak bilmeyen hırs.” “Her derdin bir dermanı vardır. Yalnız ölümün çaresi yoktur.” “Kişi sevdiği ile beraberdir.” “Allahü teâlâ güzeldir, güzeli sever.” “Allahü teâlâ dünyâyı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhireti ise ancak sevdiğine verir.” “Siz üç kişi olunca içinizden ikisi, öbür arkadaşları yanında gizlice konuşmamalıdır. Çünkü bu konuşma onu mahzun eder.” “Sen Cennet’te kuşlara bakarsın. Birini canın arzu edince hemen pişmiş ve kızarmış olarak önüne gelir.” “İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, bilgisine uygun yapar, ikincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlerde harcar.” Şeyh Muhyid-în en-Nevevî hazretlerinin rivâyetlerine göre Abdullah İbn-i Mes’ûd 848 hadîs-i şerîf rivâyet eylemiştir. Başka bir rivâyette: Resûl-i Ekrem’den 840 hadîs rivâyet etmiştir. 120’sini Buhârî ile Müslim müştereken naklederler. Bundan başka bunların 21’i yalnız Buhârî, 35’i de Sahîh-i Müslim’dedir. Eshâb-ı kirâmın (r.a.) en fakîhi olup, yüksek ictihâd makamını elde etmiştir. Bir gün İbni Mes’ûd’a “Sizce hangi ilim makbuldür?” diye sual ettiler. “Kur’ân ilmi ile Sünnet ilmini çok severim.” diye cevap verdi. Kendisi fevkalâde hâfiza kuvvetine ve aklî melekelere sahib idi. Buyurdular ki: “Hâmil-i Kur’ân-ı kerîm olanlar (hâfizlar) halim ve cesur olmalı ve daima mahzun bir halde bulunmalıdırlar.” “İnsana helaldan olan fakîrlik hali, harâmdan gelen zenginlikten hayırlı olmadıkça, imânın hakikatına vâsıl olamaz.” “Kâmil insan, medh ve zemm, yanında müsavi olandır.” “Hayır eken büyük mahsul alır. Şer eken nedamet biçer.” Bir gün, bir Bedevî gelerek “Ey İbn-i Mes’ûd! Bana bir şey öğret ki, bütün menfaatlar onda toplanmış olsun. Dünyâda ve âhirette necat (kurtuluş) bulayım” dedi. İbn-i Mes’ûd Bedevîye “Allahü teâlâya asla şirk (ortak) koşma, Kur’ân-ı kerîme Peygamberimizin Sünnetine uy. Bunlara uygun olmıyanı kabul etme.” buyurdular. Birgün hitab ederlerken “Dünyâda büyük fenalık şirret-i lisandır (kötü dilli olmak). Kalb vardır ki ikbâl şehvetine sahiptir. Siz kalbleri şehvet zamanında iğtinâm eyleyin” buyurmuş- lardır. Bir gün kendisine: “Ey İbn-i Mes’ûd! Emr bil-mâ’rûf ve nehy ani’l-münker’e riâyet etmeyenler helâk olur” demişlerdi. O da “Hayır, kalbini ma’rûf ile doldurmayanlar helâk olur” cevabını vermişlerdir. “Şerâb içen kimse, tevbesiz ölürse, mezarını açınız! Yüzünü kıbleye karşı görürseniz, beni öldürü- nüz!” “Bir kimse sabah ve akşam, Bekara sûresini başından dört âyet ve âyetel-kürsî ile sonraki iki âyeti ve bu sûrenin sonundaki üç âyeti okursa, evine şeytân girmez. Mecnûn üzerine okunursa, iyi olur.” “Sı- kıntısı olan kimse, çok istiğfâr okusun.” “Cehennemde azâb yapan ondokuz melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, ondokuz harftir.” “Bir gün Peygamber (s.a.v.) bize bir doğru çizgi çizdi ve “Bu insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur” buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, “Bunlar da, şeytanların saptırdığı yollardır” buyurdu. O halde, bir kimse Peygamberlere tabi’ olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidracdır. Ya’ni, sonu zarar ve ziyandır. İbni Âbidin birinci cildin otuzbeşinci sahifesinde buyuruyor ki, “Fıkıh bilgisi, ekmek gibi, herkese lâ- zımdır. Bu bilginin tohumunu eken, Abdullah İbni Mes’ûd “radıyallahü anh” olup, Eshâb-ı kirâmın yükseklerinden ve en âlimlerinden idi. Bunun talebesi Alkame bin Kays bu tohumu sulayarak, ekin hâline getirmiş ve bunun talebesinden olan İbrâhîm Nehai, bu ekini biçmiş, yani bu bilgileri bir araya toplamış-- 171 - tır. Hammâd-ı Kûfî bin Süleymân, bunu harman yapmış ve bunun talebesi olan İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe öğütmüş, ya’nî bu bilgileri kısımlara ayırmıştır. Ebû Yûsuf, hamur yapmış ve İmâm-ı Muhammed pişirmişdir. Böylece hazırlanan lokmaları insanlar yemektedir. Ya’ni bu bilgileri öğrenip dünyâ ve âhiret se’âdetine kavuşmaktadırlar.” Hanefî mezhebindeki ahkâm-ı şer’iyye, Eshâb-ı kirâmdan Abdullah İbni Mes’ûd’dan (r.a.) başlayan yol ile meydana çıkarılmıştır. Yani mezhebin reisi olan İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe, fıkıh ilmini, Hammâd’dan, Hammâd da İbrâhîm Nehaî’den, bu da Alkama’dan, Alkama da Abdullah bin Mes’ûd’dan, bu da Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’den almıştır. Câbir ve Abdullah İbni Mes’ûd “radıyallahü anhümâ” buyuruyorlar ki “Bir oğlan Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimize gelip, ba’zı lüzumlu şeyleri saydı ve “Annem beni sana gönderip, bunları istedi,” dedi. “Bugün bende bunların hiçbiri yok” buyuruldukda, gömleğini bana ver dedi. Hemen, mübârek arkasından gömleğini çıkarıp çocuğa verdi ve evinde gömleksiz kaldı. Bilâl-i Habeşî ezan okuyunca, cemaat her zaman olduğu gibi Resûlullahı beklediler. Gelmeyince merak ettiler. Birkaçı evine bakıp gömleksiz olduğundan gelemediğini anladı. O zaman İsrâ sûresi yirmidokuzuncu âyetinde, “Ey Habîbim! Malını, kendine kalmıyacak şekilde dağıtma!” buyuruldu. Cüssece küçük, ilim ve fazîletçe büyük olmak münasebetiyle Hazret-i Ömer (r.a.) İbn-i Mes’ûd (r.a.) hakkında: “İbn-i Mes’ûd, ilim doldurulmuş bir dağarcıktır” buyurmuştur. Eshâb-ı kirâm’dan Ebû Musel-Eş’arî’nin (r.a.): “İbni Mes’ûd, içinizde iken bana sormayın” dediğini Buhârî zikretmektedir. Peygamber efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: “İbn-i Mes’ûd’un sözüne, bilgisine sarılınız!” buyurmuştur. Diğer bir hadîs-i şerîflerinde ise, “Eğer ben bir kimseyi meşveret etmeksizin âmir tayin edecek olsa idim, elbette İbn-i Mes’ûd’u tayin ederdim” buyurmuşlardır. Arafat’ta dururken, Hazret-i Ömer’in yanına gelen bir kimse ona şöyle dedi. “Ey mü’minlerin emiri! Ben Kûfe’den geldim. Orada mushafları ezbere yazdıran birisi var. Hz. Ömer, benzeri az görülen bir şekilde öfkelendi ve sordu: “Yazıklar olsun sana! Kim o?” O kimse: “Abdullah İbn-i Mes’ûd” diye cevap verdi. Hz. Ömer’in kızgınlığı geçip eski haline dönünce: “Vallahi, böyle birşeye ondan daha lâyık birinin kaldığını zannetmiyorum. Şimdi sana ondan bahsedeceğim” deyip konuşmaya başladı. “Resûlullah (s.a.v.) bir gece Hz. Ebû Bekir’le müslümanların durumunu konuşuyordu. Ben de onların yanındaydım. Sonra hep birlikte dışarı çıkdık. Bir de baktık ki tanımadığımız birisi mescidde Kur’ân-ı kerîm okuyordu. Resûlullah (s.a.v.) onu dinlemeye başladı. Daha sonra bize dönüp şöyle dedi: “Kim Kur’ân indiği andaki tazeliğiyle okumaktan hoşlanıyorsa, İbn-i Ümmü Abd (İbn-i Mes’ûd) gibi okusun.” Abdullah İbn-i Mes’ûd duâ etmek için oturunca, Resûlullah da şöyle demeye başladı: “İste, istediğin sana verilecektir!” Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman tir tir titrer ve ter içinde kalırdı. Çünkü O’nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı. Konuşurken gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve sözlerini düşünüp tartarak konuşurdu. Vücudları çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i Ekrem, birgün eshâba hitaben: “Siz İbn-i Mes’ûd’un vücutça zayıf olduğuna bakmayın, mîzânda hepinizden ağırdır” buyurdular. Hastalandıkları zaman Hazret-i Osman (r.a.) hususî olarak yanına gelip, Allahü teâlâya kavuşma halin yakın iken neden şikâyet ediyorsunuz ve ne isteğiniz vardır?” dedi. Cevaben: “Günahımdan şikâ- yet ediyorum, rahmet-i ilâhiyyeyi isterim” buyurdular. “Bir tabib getirelim mi?” deyince “Hacet yok, beni hasta eden Tabîbdir” cevâbında bulunmuştur. Abdullah İbn-i Mes’ûd hazretlerinin kız evlâdı çoktu. Hazret-i Osman’ın; “Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların maişetleri (geçimleri) dardır.” Demesiyle “Ben onlara Vâkıa’ sûresini öğrettim. Ben Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) den işittim ki: “Her kim, geceleri, akşamdan sonra, Vâkıa’ sûresini tilâvet ederse fakîrliğe, darlığa düçar olmaz.” cevabını vermiştir. Seher vaktinde şu duâyı okurlardı: “Ya Rabbi! Beni davet eyledin, icâbet ettim. Bana emreyledin, ben de itâat ettim. Bu, vakt-i minnettir. Yâ erhamerrâhimîn! Beni afv ve mağfiret et” - 172 - İbn-i Mes’ûd (r.a.) Hazret-i Osman’ın hilâfetine kadar Kûfe’de kalıp, O’nun da’veti üzerine Medine-i Münevvere’ye dönmüş, 32 (m. 652) târihinde, 60 yaşını geçmiş olduğu halde ebedi hayata kavuşmuş- tur. Baki’ mezarlığına defn olunmuştur. 1) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel cild-1, sh-374-466 2) El-Îsâbe, cild-2, sh-360 3) Târîh-i Bağdâd, cild-1, sh-31 4) Hulâsat u Tezhîb-il Kemâl, sh-181 5) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh-38 6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, cild-3, sh-159 7) Tabakât-ül-Kurrâ (İbni’l-Cezerî) cild-1, sh-458 8) Tabakât-üf-Şirâzî, sh-43 9) Tabakât-ül-Kurrâ liz-Zehebî, cild-1, sh-33 10) En-Nücûm-üz-Zâhire, cild-1 sh-89 11) Tabakât-ül-huffâz, sh-5 12) Meşâhir-i Eshâb-ı Güzîn ve Terecim-i Ahvâl-i Fukahâ, sh-10-13 13) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, sh-975 14) Eshâb-ı Kirâm, sh-303 16) Fâideli Bilgiler, sh-49 ABDULLAH BİN MUHAYRIZ: Tâbiînden meşhûr hadîs âlimi. Künyesi Ebû Muhayrız el-Mekkî’dir. Doğum târihi bilinmemektedir. 99 (m. 717) senesinde vefât etti. Kudüs’te yaşamış olup, zamanında Şam âlimi olarak meşhûr olmuştur. Ebû Mahzûre’den, Sâ’id-ül-Hudrî’den, Hz. Muâviye’den, Ebû Sarme el-Ensârî’den, Ubâde bin Sâmit’ten, Abdullah bin Sa’dî’den, Ümmü Derdâdan ve daha birçok âlimlerden hadîs-i şerîf dinleyip, rivâyet etmiş- tir. Rivâyetleri Kutüb-i sitte denilen meşhûr hadîs kitaplarında yer almıştır. Abdullah bin Muhayrız’dan; Abdülmelik bin Ebî Mahzûre, Abdulazîz bin Abdülmelik, Muhammed bin Yahyâ; Mekhûl eş-Şâmî, Büsr bin Abdullah Hadramî, Hâlid bin Düreyk, Ebû Bekir bin Hafs ve diğer hadîs âlimleri hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. İmâm-ı Evzâî selef içinde onu beş meşhûr âlimden biri saymış fazîletini zikretmiştir. Reca bin Hayve, Medineliler İbn-i Ömer’in ilimdeki yüksek derecesi ile iftihar ederlerdi. Biz de, Şam’da Abdullah bin Muhayrız ile iftihar ederdik demiştir. İmâm-ı Evzâî, “Tâbi olmak için bir âlim arayan, Abdullah bin Muhayrız gibi âlimlere tabî olsun” demiştir. O hadîs ilminde sika (sağlam, güvenilir) bir âlim olup, fazîletleriyle meth edilmiştir. Abdullah bin Muhayrız son derece sabırlı ve mütevazı bir zât idi. O, kendisinin dîn-i İslâmı yaşamadaki gayreti ve takvası için birşey verilmesini istemezdi. Tanındığı zaman oradan uzaklaşırdı. Bu hali de Eshâb-ı kirâmın aleyhimürrıdvân haline tam uygun idi ki onlar kendilerini tanıyıp Eshâb’dan oldukları için normal fiyatından çok tenzilât yapanlardan birşey satın almazlardı. Ahmed bin Hanbel (r.a.) İsmâil bin İbrâhîm’den rivâyetle Reca’ bin Ebî Seleme diyor ki: İbni Muhayrız elbise almak için bir manifaturacının dükkânına girdi. Orada olan birisi manifaturacıya, “Sen bu zâtı tanıyor musun? Bu zât İbni Muhayrız’dır” dedi. İbni Muhayrız hemen kalktı ve “Biz paramızla bir şey almaya geldik, dinimizle değil” diyerek oradan ayrıldı. Buyurdu ki: “İpek elbise giymek suretiyle harâm işlemektense; vücûdumun her yerinin Alaca (cilt hastalığı) olmasını daha çok severim.” Hanımının dokuduğu elbiseleri giyerdi. Zamanındaki bazı kimseler bunu uygun görmezlerdi. Arkadaşlarından Hâlid bin Düreyk Ona: “Sen hem zâhidlik yapıyorsun hem de bahillik (cimrilik). Ben bunu hiç uygun bulmuyorum” dedi. Bunun üzerine İbni Muhayrız: “Nefsimi temize çıkarmaktan Allahü teâlâya sığını- rım” dedi. Bundan sonra Mısır kumaşından yapılmış beyaz iki elbise aldırdı ve o ikisini giymeye başladı. Allah korkusundan beti benzi sararmış bir halde, “Ey Allahım benzim senin korkundan sararıp solmuş ve rengini kaybetmiş bir hale gelecek şekilde korkmayı nasip etmeni istiyorum” diye duâ eder ve ağlardı, insanların iki yüzlü olmasına, nefislerinin arzuları peşinden koşmalarına çok üzülür ve bu şekilde onların hâlini şöyle açıklardı. “Eğer sizler iyi güzel şeyleriniz olduğu zaman insanlara gösteriş yapar, öğünür, onu parmağınızla gösterir ve beğenmiyecekleri bir şey olduğu zaman da gizlerseniz; Allahü teâlâ böyle olanları kıyâmet günü Cehenneme atar ve onu yalancı diye adlandırır.” İbni Muhayrız dedi ki: Peygamberimizin (s.a.v.) Eshâbından Fudale İbn-i Ubeyd (r.a.) ile görüştüm. Nasîhat istedim: “Eğer bu üç haslet sende bulunursa Allahü teâlâ bu hasletlerle sana iyilikler ihsan eder. Bu üç haslet; bilmediğini öğren, dinlemesini bil, kendini ziyâret etmeyeni ziyâret et” buyurdu. Anne babaya çok hürmet edilmesini emir ve tavsiye buyurur, onlara hürmetsizlik edilmesini istemezdi “Kim anne ve babasının önünde yürürse haklarına riâyet etmemiş olur. Ancak anne ve babasının yolu üzerindeki eza ve cefâ veren bir şeyi almak için öne geçmesinde bir mahzur yoktur. Kim anne ve babasını ismiyle veya lakabıyla çağırırsa edebsizlik etmiş olur. Ancak babacığım, anneciğim diye söylemesi müstesnadır.” İbni Muhayrız vefât ettiği zaman Reca’ bin Hayve şöyle dedi: “Allahü teâlâya yemin ederim ki İbni Muhayrız’ın yaşamasını, bulunduğu beldedeki insanlar için bir emân olarak sayı- yordum.” Çünkü Allahü teâlânın sevgili kullarının bulunduğu yere toplu belâ gelmez. Bunu Allahü teâlâ - 173 - Kur’ân-ı kerîmde haber vermektedir. İbni Muhayrız, insanların ahde vefâ göstermelerini isterdi ki kendisi buna son derece dikkat ederdi. Mûsâ bin Ukbe diyor ki: İbni Muhayrız ile Remle’deki bir cenâzede beraber bulundum. Şöyle diyordu: “ Anladım ki, içlerinden birisi vefât ettiği zaman müslümanlar “Bizleri İslâm dîni üzere öldüren Allahü teâlâya hamd olsun” derler. Sonra bunu unuturlar. Ne ölümü ne de, bu söyledikleri sözlerini hatırlarına getirirler.” Buyurdu ki: “Mescidde üç kelâm hariç her türlü kelâmı konuşmak caiz değildir. Bunlar namaz kılanın kelâmı, zikredenin kelâmı, Allahü teâlânın dinini öğreten veya ondan birşey soranın kelâmı.” Birçok zühd ve verâ sahibi zât İbni Muhayrız hazretlerini görünce kendilerini onun yanında çok kü- çük görürlerdi. Buyurdu ki: “Hayırlı şeyler gördüğünüz zaman Allahü teâlâya hamd ediniz. Bir münker gördüğünüz zaman hemen hiç vakit kaybetmeden Allahü teâlâdân bu belânın ümmet-i Muhammed’den kaldırılmasını isteyiniz.” Buyurdu ki: “Biz ameli ilimden daha efdal görürüz. Fakat bugün ilme, amelden çok daha fazla ihtiyacımız var. (Çünkü ilim unutuldu)” İbni Muhayrız yedi günde bir Kur’ân-ı kerîmi hatmederdi. İbni Muhayrız’da çok az kimselerde bulunan iki haslet vardı. Birincisi, bir yerde doğru olan ortaya çıkınca artık orada konuşmazdı. İkincisi ise yapmış olduğu iyilik ve ibâdetleri çok gizler kimseye belli etmezdi. İbni Muhayrız son derece vefâ sahibi olup, dostlarını her işlerinde gözetir onlara yardım ederdi. O kökü Cennette olan cömertlik ağacına yapışmış, Allahü teâlânın beğendiği kadar çok cömert idi. 1) Tehzîb-üt-tehzîb, cild-6, sh-22 2) Tezkiret-ül-huffâz, cild-1, sh-68 3) Hilyet-ül-evliyâ, cild-5, sh-138 4) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh-116 ABDULLAH BİN ÖMER (r.a.): Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve fıkıh, tefsîr, hadîs ilminde en üstün olanlarından. Künyesi Ebû Abdurrahman’dır. Müslümanların gözbebeği Hz. Ömerü’l-Fârûk’un oğlu olup, annesi Zeynep binti Ma’un-i Cümeyhî’dir. Mekke-i Mükerreme’de hicretten ondört (m. 608) sene önce doğup, aynı yerde 73 (m. 692) yılında vefât etti. Kabri Muhasseb’dedir. İlk imâna gelenlerdendir. Babası İslâmiyetle şereflenince, çocuk yaşta müslüman oldu. Medine-i Münevvere’ye hicret etti. İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğundan Bedir ve Uhud gazâlarına götürülmedi. Resûlullah (s.a.v.) ile diğer gazalara katıldı. İlk önce Hendek gazasında bulundu. Biat-ı Rıdvan’da babasından önce bîat ettiği rivâyet edilmektedir. Mûte ve Yermük gazâlarıyla Mısır ve Kuzey Afrika’nın fethinde bulundu. Horasan ve Taberistan seferlerine katıldı. Devlet kadrosunda vazife almaktan uzak durdu. Babası şehâdetinden önce kendisine veliahd olarak oğlunu göstermesini isteyenlere; “Bir evden bir şehîd yeter” buyurdu. Seçilmemek şartıyla Şûra üyeliğinde bulundu. Hz. Osman’ın şehâdetinden sonra, Hz. Ömer’in oğlu olduğu, ilmi hususiyetteki yüksek mertebesini ve muharebelerdeki kahramanlığı ileri sürülerek halife olması istendi. Kabul etmedi. Hz. Ali’ye bîat etti. Fakat, iç hâdiselere karışmadı. “Cihâd, İslâm ülkesinde, müslümanlar arasında olmaz. Cihad, kâfirlere ve gayr-i müslim memleketine karşıdır.” buyururdu. Sıffîn muharebesinden sonra da hilâfeti söz konusu olup, kendisine teklif edildi. Yine kabul etmedi. Hz. Muâviye’nin hilâfetinde Yezîd bin Muâviye ile Bizans seferine katıldı. Eyyüb Sultan hazretleriyle İstanbul surları önünde Bizanslılar ile mücadele etti. Mücâhiddi. Onbeş tane evladı vardı. Onbiri erkek, dördü kızdı. Abdullah bin Ömer, Peygamber efendimize çok bağlıydı. O’nun (s.a.v.) yolunda gitmek, ahlâkı ile ahaklanmak isterdi. Huzur-u se’âdetinden ayrılmak istemezdi. “O’nu (s.a.v.) daima takib ederdi. Resûlullah (s.a.v.) nerede namaz kılsa izini takip ederek oraya giderdi. Beraber namaz kılardı. Sünnet-i seniyeyi yerine getirmek için Resûlullah’ı (s.a.v.) daima taklid ederdi. Pek çok hâdiseye şâhid olup, hadîs-i şerîf dinlemekle şereflendi. Eshâb-ı kirâm içinde en fazla hadîs-i şerîf rivâyet edenlerden oldu. İbâdet, sohbet ve gazalarda, Veda Haccı’nda hep Resûlullah (s.a.v.) ile beraber bulundu. Resûlullah’ı (s.a.v.) görmek, sohbetinde bulunmak, O’na hizmet etme şerefine nâil olduğu ve fıtrâten üstün hâllere sahip olması sebebiyle bütün ilimlerde mâhir üstad idi. Haram ve şüphelilerden sakınması, ilmi, dünyâya düşkün olmaması örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Kur’ân-ı kerîmin tefsîri hususunda sahabenin ileri gelenlerinden idi. Helala ve harâma ait hadîs-i şerîflerin çoğunu O bildirmiştir, İşittiği hadîs-i şerîfleri yazardı. Lüzum olmadıkça hadîs-i şerîf rivâyet etmezdi. İmâm-ı Begâvî buyuruyor ki, hadîs rivâyeti hususunda İbn-i Ömer kadar dikkat edeni yoktu. Eshâb-ı fukahâdan olup, fetvaları çok kıymetlidir. Ehli sünnetin Mâlikî Mezhebinin imâmı İmâm-ı Mâlik (r.a.) O’nun (r.a.) hakkında buyuruyor ki; “Abdullah bin Ömer, Peygamberimizden (s.a.v.) sonra hac mevsiminde ve diğer zamanlarda insanlara altmış sene fetva vermiştir. Fetva verme hususunda pek ihtiyatlı hareket ederdi. “Tâbiînden Mihrân (r.a.) O’nun (r.a.) hakkında, “İbni Ömer’den daha fakîh kimse görmedim” buyurdu. Hadîs ve fıkıh âlimleri arasında Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Abbâs, Abdullah İbn-i Zübeyr ile Abdullah İbni Amr İbni’l-As’a “Abâdile-i erbaa” (dört Abdullah) unvanı verilmiştir. Bu dört zât bir mes’elede ittifak edince; “Abâdîle’nin kavli” denilir. Ancak fıkıh kitaplarında Abâdîle-i Abdullahlar - 174 - denilince, ekseriya İbni Mes’ûd, İbni Abbâs ve İbni Ömer hazretleri kasd edilir. Âdem bin Ali’den rivâyet edildiğine göre, bir sohbetinde, “Kıyâmet gününde aksaklar diye çağırılacak kişiler vardır” dedi. Cemaat, “Aksaklar kimlerdir?” diye sorduklarında, “Sağa sola bakmak ve hareketler yapmak suretiyle namazlarını eksilten ve aksatan kişilerdir” cevabını verdi. İyilik etmesini, hayrı, sadakayı, köle azad etmesini çok severdi. İyi ve güzel huylu olup, kötülükten uzaktı. Her işini ve her şeyini Allah için yapardı. Yüzüğünün taşında” Abede’l-lâhe lillah” “Allahü teâlâya Allah için, hâlis ibâdet etti” yazılı idi. Abdullah bin Ömer (r.a.) buyurdu ki: “Müslümanlıkla şereflendikten sonra en büyük sevinç ve neş’em, gönlümün, herkesi peşinden koşturan bir takım istek ve arzulara meyletmemiş olmasıdır.” Dünya malına hiç gönül bağlamazdı. Câbir bin Abdullah der ki: “Hz. Ömer ve oğlu Abdullah’dan başka içimizde dünyâya meyli olmıyan kimse yoktur.” Hz. Nâfi, Hz. Abdullah’ın azâtlısıdır. O’nu onbin dirheme satın aldıktan sonra, “Seni Allah rızası i- çin âzâd ettim.” buyurdu. Çok cömert, hâlim ve selim idi. Köle ve cariyelerinden hangisini Allahü teâlâya ibâdet ederken görse, hemen onu âzâd etmek âdeti idi. Kölelerinin böyle görünerek kendisini aldattıklarını söylediklerinde “hayır için aldanmaktan iyi şey var mıdır?” buyurduğu pek meşhûrdur. Azadlılarından olan İmâm-ı Nâfi efendisi ile ilgili olarak buyurdular ki: “Abdullah bin Ömer, bin kişi âzâd etmeyince, ruhunu teslim etmedi. Bazan bir ay geçerdi de bir parça et yemezdi. Ancak, misafiri bulunduğu veya Ramazan-ı şerîfte yerdi.” “Bir şeyi fazla sevmeye başladı mı, onu Allah rızâsı için, bir ihtiyacı olana verirdi. Bu meyanda Allahü teâlânın, “Beğendiklerinizden çıkarıp vermedikçe zinhar iyilik mertebesine erişemezsiniz!” âyet-i celîlesiyle amel ederdi. “Hz. Abdullah (r.a.)’ın canı balık istemişti. Kızartıp önüne koydular. Tam bu sırada bir fakîr geldi ve Hz. Abdullah, balığı o fakîre verdi.” “Abdullah bin Ömer (r.a.)’ın akşam yemeklerini yalnız yediği hiç vâki değildir. Mutlaka misafir arar, bulurdu.” “Abdullah bin Ömer’le bir dostun evinde üç gün misafir kalınca bana “Kendi paramızdan harcamaya başla!” buyururdu. Ka’kaa bin Hakim’den rivâyet edildiğine göre, o zamanın zenginlerinden Abdülazîz bin Hârûn, “Her ne ihtiyacın varsa bana bildir”, diye Abdullah bin Ömer’e mektûb yazmıştı. Ona şu cevabî mektubu gönderdi: Resûlullah’dan, “Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden hayırlıdır!” buyurduklarını işittim. Yüksek elin ancak veren el, alçak elin de ancak alan el olduğunu sanıyorum. Senden herhangi bir isteğim yoktur. Allahü teâlânın bana sevk ettiği bir nimeti de geri çevirmem. İbni Ömer’e (r.a.) bir gün dörtbin dirhem para ile kaftan getirilmişti. Dostlarından Eyyûb bin Vâil, ertesi gün onun çarşıda binek hayvanına veresiye yem aldığını görünce, şaşırdı. Derhal evine gidip sordu “Abdullah bin Ömer’e (r.a.) dün dörtbin dirhem para ile bir kaftan gelmemiş miydi?” Ev halkı, “Evet, gelmişti!” dediler. Eyyûb bin Vâil, “Bugün onu gördüm. Binek hayvanı için yem satın alıyordu. Bedelini peşin ödeyecek parası yoktu” dedi. Ev halkı: “Dünkü paradan yanında bir kuruş kalmadı. Kaftanı da dün omuzlarına alıp gitmişti. Eve döndüğü zaman sırtında yoktu. Kaftanı ne yaptığını sorduk. Bir fakîre hediyye ettiğini söyledi” dediler. O’nun cömertliğine ve haline gıbta eden dostu, geri dönüp çarşı esnafı- na, “Ey tacirler! Sizin haliniz nice olacaktır! İşte Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a.) binlerce dirhemini fakîr fukaranın ihtiyacına sarf ediyor da, kendi binek hayvanının yem ihtiyacını veresiye satın almak mecburiyetinde kalıyor” dedi. Bir gün Abdullah bin Ömer’in (r.a.) devesi çalındı. Çok aradı, bulamadı. Alana helâl olsun dedi. Mescide girip namaz kıldı. Biri gelip deven şuradadır dedi. Nalınlarını giyip oraya giderken, geri döndü ve helâl etmişdim, artık almam dedi. Dostlarından imâm Meymûn bin Mihvan (r.a.) anlatır: “Abdullah bin Ömer’i (r.a.) ziyârete gitmiştim. Evinde bulunan eşyaların hepsine değer biçtim ve bütün bunların değerinin yüz dirhemi bulmadığını gördüm. Hz. Abdullah, temizliği seven ve bu konuda titizlik gösteren bir sahâbîydi. Hz. Nâfi’den şöyle rivâyet ediliyor. Cuma namazına gitmeden önce mutlaka yı- kanır ve güzel kokular sürünürdü. Bayram namazları için de aynı şeyi yapardı, ihram için, Mekke’ye giriş için ve Arafat’ta vakfe için de yıkanırdı. Günde iki defa güzel koku sürünürdü. Elbiselerinin daima tertemiz ve kokusunun güzel olmasına dikkat ederdi. Hz. Nâfi’e Hz. Abdullah’ın evindeki hayatı sorulduğunda şöyle anlattı: “Her namaz için abdest alır ve bunların arasında Kur’ân-ı kerîm okurdu.” Hz. Abdullah’ın kendisi diyor ki: “Asr-ı se’âdette bir rüya görmüştüm. Güya elimde ipekli bir kumaş parçası var ve ben Cennetden nereyi istiyorsam bu ipekli kumaş parçası sayesinde oraya uçuyorum. Derken iki kişi beni tutup Cehenneme götürmek istediler. Derhal karşılarına bir melek çıktı. Ve bana “Korkma!” dedi. Bunun üzerine beni bıraktılar, Hz. Hafsa benim bu rüyamı Resûlullah’a anlattı. Cenâb-ı Peygamber, “Abdullah ne iyi insandır! Keşke geceleri de namaz kılsa!” buyurdular. Abdullah bin Ömer, o târihten itibaren gece namazına başladı. Geceleri çok namaz kılardı. Abdullah bin Ömer’in (r.a.) oğlu Hâlid’in âzâd ettiği Ebû Gâlib diyor ki: “Abdullah bin Ömer (r.a.) Mekke’ye geldiği zaman bize misafir olurdu. Geceleri kalkar, teheccüd namazı kılardı. Bir gece sabah - 175 - namazı yaklaştığı zaman bana, “Kalkıp namaz kılmayacak mısın? Kur’ân’ın üçte birini okusan da olur!” Bu suâli üzerine, “Sabah yaklaştı, bu kısa zamanda Kur’ân’ın üçte birini okuyup yetiştiremem dedim.” Bunun üzerine bana şu mukabelede bulundu. “İhlâs sûresi Kur’ân’ın üçte birine eşittir.” Tâbiînin büyüklerinden azadlısı Nâfi’ buyurdu ki: “Abdullah bin Ömer (r.a.) ile beraber gidiyorduk. Ney sesi işittik. Abdullah kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan hızla uzaklaştık. “Ney sesi daha işitiliyor mu?” dedi. “Hayır işitilmiyor” dedim. Parmaklarını kulaklarından ayırdı. “Resûlullah (s.a.v.) de böyle yapmıştı” dedi. Birisi İbni Ömer hazretlerinin yanına gelip, “Allah için, seni çok seviyorum” deyince, Ben de “Allah için, seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen, ezanı, tegannî ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun” buyurdu. Allah’tan başka kimseden korkmazdı. Bir gün de yolculukta önlerine bir arslan çıktı. Yanındakiler çekinerek yürümediler. Abdullah bin Ömer (r.a.) aslanın yanına gidip, kulağından tuttu ve onu yoldan kenara çektikten sonra: “Resûlullah’tan işittim, insanoğlu Allah’dan başkasından korkmazsa Allahü teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez” buyurdu. Dostlarından birisi ona bir ilâç hediye ederek, “Bu önemli bir ilâçtır! Sana Irak’tan getirdim” dedi. “Bu ilâç neye kullanılır?” diye sordu. O kimse, “Hazmı kolaylaştırır” deyince, İbni Ömer (r.a.) gülümsedi ve dostuna şu mukabelede bulundu: Hazmı kolaylaştırır mı? Ben hiç bir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Benim hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum. Yâni çok az yerdi. Acıkmayınca da bir şey yemezdi. Hz. Abdullah kötülüğe karşı iyilikle mukabele ederdi: Zeyd bin Eslem’den rivâyet edilmiştir: Bir kimse yolda Abdullah bin Ömer’e sövüp saymaya başladı. Hz. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu dinledikten sonra adama dönerek. “Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz” buyurdu. Abdullah bin Ömer (r.a.), ikibinaltıyüzotuz hadîs-i şerîf rivâyet etti. Hadîs okuttu. Kendisinden Abdullah İbni Abbas, Câbir bin Abdullah, Sa’îd bin Müseyyeb, Mûsâ bin Sa’d ve diğer Eshâb-ı kirâm ile oğullarından Sâlim, Abdullah, Hamza, tâbiîn dahil pek çok âlim hadîs-i şerîf rivâyet etti. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ve Peygamberimizden gördüklerinin bazıları şunlardır: Sa’d bin Ebî Vakkâsı (r.a.) abdest alırken, Resûlullah (s.a.v.) gördü. “Yâ Sa’d! Suyu niçin israf ediyorsun?” buyurdu. “Abdest alırken de israf olur mu?” dedik de, “Büyük nehirde de olsa, abdestde fazla, su kullanmak israf olur.” buyurdu. “Duâ şeklini de şöyle anlattı; “Resûlullah (s.a.v.) duâ ederken, mübârek ellerini kaldırırdı. Yağmur duâsında mübârek ellerini, mübârek yüzünün karşısına kadar başka duâlarda omuzları hizasına kadar kaldırırdı.” Bir genç ayağa kalktı ve “Yâ Resûlallah” dedi. “İnsanların en akıllısı kimdir?” Peygamber efendimiz şöyle buyurdular: “Ölümü en çok hatırlayan ve gelmeden önce ona en iyi hazırlananlar; işte en akıllıları onlardır!..” “Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuuruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında densiz ve değersizdir, ama yarın kurtulacaktır! Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde kurtulamıyacaktır!” “İstediğini ye, istediğini giyin! İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür.” “Varlığı halinde veren kimse, yokluğu halinde bunu kabul edenden daha çok sevab kazanan değildir.” “Sizden biriniz Cuma namazına gelecek olsa, gusül abdesti alsın, temizlensin.” “Kader, Allah’ın sırrı, onu ifşâ etmeyin.” “Nasîhat olarak ölüm yeter.” “Canı gargaraya gelmedikçe kulun tevbesi kabul olur.” “Allahım Senden sıhhat, afiyet ve güzel ahlâk isterim.” “Ancak iki kişiye gıbta edilir. Bunlardan birine Allah servet vermiş, o da bu serveti hak yolunda sarf etmiştir. Diğerine de ilim vermiş o da ilmiyle amel etmiş ve başkalarına da öğretmiş- tir.” Hz. Peygamber (s.a.v.) Abdullah bin Ömer’e bir nasîhatinde buyuruyorlar ki: “Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş, Allah için bozul, velilik mertebesini ancak bununla elde edebilirsin. Namazı ve orucu çok olsa bile bu minval üzere olmayan kişi imânın tadını alamaz.”, “Abdullah! Sabahladığın zaman akşam için kendini kaygılandırma ve akşamladığın zaman, sabah için kendini kaygılandırma! Sağlığında hastalığın ve hayatında ölümün için (tedbir) al..” Resûlullah (s.a.v.), bir yanımdan tutarak bana şöyle buyurdu: “Abdullah! Dünyada bir yabancı veya yolcu gibi ol ve kendini kabir halkından say!” Hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, “Bir kimse, tanıdı- ğının kabri yanından geçerken selâm verirse, meyyit bunu tanır ve selâmına karşılık verir.” Abdullah İbni Ömer (r.a.) bunun için bir kabir yanından geçerken durup selâm verirdi. Hz. Nâfi diyor ki, “Abdul-- 176 - lah bin Ömer Resûlullah’ın (s.a.v.) kabri yanına gelir. “Esselâmü alennebiyy, esselâmü alâ Ebî Bekir, esselâmü alâ Ebî” derdi. Böyle söylediğini yüzden fazla gördüm. Abdullah bin Ömer hazretleri buyurdu ki: “Ey Ademoğlu! Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhireti bul.” “Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, harâmdan ka- çınmadıkça kabul olunmaz.” “Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır.” “İnsanın mâhiyeti arkadaşından anlaşılır.” “Kendinden üsttekine hased, aşağıdakine tahakküm eden ehl-i ilim sayılmaz.” “Cenâb-ı Peygambere yaptığım bîati, bugüne kadar bozmadım ve değiştirmedim. Fitne ve karga- şalığa taraftar olan kişiye de bîat etmedim. Hiç bir müslümanı rahat döşeğinden uyandırmadım (rahatsız etmedim), “ 1) Sahîh-i Buhârî, cild-3, sh-29 v.d. 2) Sahîh-i Müslim, cild-1, sh-275, 592, v.d. 3) Üsüd-ül-gâbe, cild-3, sh-340 4) El-Îsâbe, cild-2, sh-338 5) Târîh-i Bağdâd, cild-1, sh-171 6) Tezkiret-ül-huffâz, cild-1, sh-17 7) Hülâsâtu Tehzîb-il-Kemâl, sh-175 8) Şezerât-üz-zeheb, cild-1, sh-181 9) Tabakâtü İbn-i Sa’d, cild-4, sh-105 10) Tabakât-üş-Şirâzî, sh-49 11) Tabakât-ül-Kurrâ Libni’l-Cezerî, cild-1, sh-437 12) El-İber, cild-1, sh-83 13) En-Nücûm ü Zâhire cild-1, sh-192 14) Nüket-ül-Himyân sh-183 15) Tabakât-ı huffâz, cild-1, sh-9 16) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-976 17) Eshâb-ı Kirâm, sh-191 18) Müsned-i Ahmed bin Hanbel, cild-2 sh-32, 113 19) İzâlet-ül-hafâ cild-2, sh-190, 191 20) El-İstiâb cild-2, sh-381
|
|
|
|