15 Kasım 2012

HAK DİNİ KURAN DİLİ BAKARA SURESİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM


Ey insanlar, insan adını taşıyanlar ve özellikle ey kâfirler,
ey münafıklar, ey fâsıklar! Allah'a nasıl nankörlük eder de ilmî ve amelî küfür ve inkâra sapabilirsiniz? Az çok irfan ve ahlâkı olanlar için bu nasıl düşünülebilir? halbuki siz hepiniz, gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü idiniz, ölüler halindeydiniz, hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak neyiniz vardı? Şimdilik haydi ilerisi dursun, fakat en az bir toprak ve nihayet b abanızın belinde bir nutfe, bir sümük olduğunuzu hatırlarsınız ya? Gerçekten siz böyle cansız ölüler halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp duruyordunuz. Böyle iken Allah size hayat (canlılık) verdi. Nefes alıp verir, gıdalanır, ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi yapar, çevresindeki dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı koyar, etli, canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan kim ise, işte Allah odur. İyi düşününüz, bu hayat sizin kendinizin midir? Kendi şahsî malınız, mülkünüz müdür? Elbette değil, o kadar değil ki, bir kılınızın rengini değiştiremezsiniz. Malum ya, ne de olsa, siz hayatı seversiniz ve ona herşeyi feda etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağı n ı sandığınız kimselerin karşısında takla atarsınız. Onlara kul köle olursunuz. Halbuki kendinizi, bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın sizin kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden Allah Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz? Ediyorsunuz? Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmıyacak olsa bile hayatınızın sahibi olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla Allah'ı unutmamanız gerekir. Hem siz bu hayatı o k a dar benimsemeyiniz. Çünkü Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Şimdi diyeceksiniz ki: "İşte biz de buna kızıyor ve bundan yüz buluyoruz ya! İman ve kulluk etsek de, etmesek de verilen hayatımızın sonra elimizden alındığını görüyo r uz. Madem ki öleceğiz ve madem ki Allah verdiğini alıyor, o halde hayat elimize geçmişken iyi kötü mümkün olan ne zevki varsa görelim, diyoruz. Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri perişan eden, çocukları yetim, kadınları dul bırakan, hayatlara kıyan, hay a tları pençesinde kıvrandıran o ölüm musibeti madem ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor, artık dünyaya bir daha gelecek değiliz ya! Şu geçici hayata bütün ihtirâs (aşırı istek) ile sarılalım ve keyfimiz için ne yapabilirsek yapalım" demekten kendimizi alamıyor u z ya! Fakat bu ne kadar yanlıştır ve ne bedbaht bir zevktir! Böyle olsaydı bile, hayatın bu zevklerini böyle körü körüne ve çılgıncasına değil, meşru (dine uygun) yoluyla istifadeye çalışmak ve Allah Teâlâ'ya ihlâs ve teşekkürü en büyük bir zevk bilmek ve O'na büyük bir sevgi ve korku beslemek gerekirdi. Ve bunun o zaman hayatta da
genel ve kapsamlı faydaları görülürdü. Halbuki iş bu kadar değil, bunun ilerisi de var. O sizi öldürdükten sonra yine diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve hatta ondan daha yüksek yine bir hayat verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt (öldükten sonra dirilmek) de haktır. Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı sen kâinatta hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden, sanattan hiçbir hi s sen olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen onu bir daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker, çiftlerini bu sayede sürer, hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara, trenlere, otomobillere, vapurlara, uçaklara bu say e de biner; onları da bu sayede yapabilirsin. Sen hayat kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir şüphe taşımazdın. O zaman sen bile bir hayat sahibi yapabilir ve onu bozduktan sonra tekrar yine yapabilirdin. Şimdi yapamıyorsan ilim ve fennin, kudret ve s anatın buna yetişmiyorsa, henüz hayat kanununu bilemediğinden, henüz maddelerin, ruhların ilk sırlarına nüfuz edemediğinden, daha esasında yaratmak, halketmek kudretine bizzat sahip olamadığındandır. Zaten sen maddenin aslını, kuvveti göremezsin. Gördüğün onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin, fennin, kudretin de bunlara uygundur. Bunların içinde düşündüğün ilk maddeyi bulsan, onların sırlarına da nüfuz etsen acaba bütün kuvvetleri, ruhları, melekleri keşfetmiş olacak mısın? Yaratma gücüne esasından sah i p olacak mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti aslından yok edecek veya meydana getirebilecek misin? Kendi kendine hayır. Fakat onları olduğu kadar alıp, Hak Teâlâ'nın verdiği ruhunla tasarruf edebileceksen ve bizzat Hak Teâlâ'ya daha hususî bir ilgi kurabil i rsen, o zaman Allah'ın izniyle yaşama ve yaşatma sırrına da vâkıf olabilirsin. Sen bunları henüz bilemiyor, yapamıyorsan hayat kanununun aslına eremiyorsan, ortada var olan yaşamayı ve yaşatmayı da inkar edemezsin ya? Gerçekte bir hayatın ve bir hayat kan u nunun akışında şüphe edemezsin ya? Ve hele bu kanunun sende, senin kendinde tatbik edilmiş bulunduğunda şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O halde bu delil ile şunu zorunlu olarak bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen bir yüksek zat vardır. Hayat ve hayat kanunu hak ve onu yapan ve bilen Hak Teâlâ'dır. Şu halde olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu ancak Allah yapabilecektir. Nasıl ve nerede yapacağına gelince onu kendi bilir. Bize bildirdiği yapacağı ve her halde yapacağıdır. D i lerse yerde yapar, dilerse göğe çıkarır, dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette. Her halde bu bizim diğer bir halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun durumlarını açıklamaya bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret âlemidir. Onunla aramız d a geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir hayatı Cenab-ı
Hak cümlemize yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin, kâmil iman, güzel amel ile hüsn-i hâtime (güzel son) nasip etsin. Buradaki "sonra sizi diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten sonra dirilme ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla da kalmayacaktır. sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy kazandınızsa, ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına e r eceksiniz. "Kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve o zaman cennet ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Zümer, 39/75) diyec ektir.
29-Sonuç böyle. Bir de Allah Teâlâ'nın dünkü ve bugünkü lütuflarını dinleyiniz: O Allah, o şan sahibi Yaratıcıdır ki, bakınız size neler ihsan etmiş: önce şu altınızdaki yeri ve bu yerde bulunan şeylerin hepsini: unsurları, bileşiklerini, denizleri, karaları, dağları, dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri, otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, hasılı denilen şeylerin hepsini sizin için, sizin hayatınız ve ölümünüzde faydalanmanız iç i n yarattı. Hep bunları, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara itaatlı, çekici ve mübah kıldı. Şu halde esas itibariyle bunların hepsinden insanlar için bir faydalanma hakkı ve bir faydalanma şekli vardır. Ve b u faydalanma şekli bazısında müsbet ve bazısında menfi bir durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her birinin, her şekilde ve herkes için faydalı olması demek olmaz. Bir kısmında zararlı olma durumu da vardır. Bu yönden yine Allah'ın ikinci derecede ayrı tu t acağı zararlı bazı haram kılınan şeyler ve kötülükler gibi hususlardan ve bir de birbirinize göre kazanılmış hak olmuş mallar ve mülkler gibi şeylerin dışında faydalanma sizin için mübah kılınmıştır. Buna Fıkıh ilminde "ibâha-i asliyye = aslî mübah etme" denir. Ve bu serbest kılmanın delili yalnız akıl değil, bu nasstır. "Canlar, ırz ve namusun dışında eşyada aslolan mübah olmaktır. Özel bir haram olma delili bulunmadıkça mübah ile amel olunur." şeklindeki fıkıh kaidesi bu nasdan alınmıştır. Yalnız akılla r a kalsaydı, kimi hep mübah der, kimi hep haram der, kimi de şaşırır kalırdı. Nitekim öyle olmuş ve olmaktadır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki, bu serbestlik, insanların tümüne eşit olarak yapılmış; insanlar insan için yaratılmamış ve birbirlerine müb a h kılınmamıştır. Bunun için insanların canları, ırzları, birbirlerine mübah değildir. Hatta bir insan kendi canını, ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir. İnsanlar, kendileri için değil, Allah'a kulluk için yaratılmışlardır.
"Ben cinleri v e insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56). Şu halde insanların kendini öldürmeye, kendini veya ırzını başkasına satmaya hakkı yoktur. Ancak Allah'ın emrine ve hükümlerine uygun meşru nikaha izinlidir. Tersinde günahkâr olur. İnsanların amelleri, malları, mülkleri de birbirlerine karşı kendilerine bağlanmıştır. Bunlar da diğerlerine yasaklanmıştır. Fakat kendileri için mübah olduğundan kendi rızalarıyle diğerlerine de terkedebilir ve verebilirler. Akidler (anlaşmalar) ve malî işlemler bu esas üzerine yürür. Hâsılı hayat hakkına, hürriyet hakkına ve namus hakkına hiçbir kimsenin karışma hakkı yoktur. Bunlar insanın doğrudan doğruya Allah hakkı olan esasa dair haklarıdır. Ve bunlara saldırma, tecavüz büyük günahlardandır. Akıl v e din de böyledir.Canlarda, ırz ve namusda, akılda, dinde aslolan, mübah olma değil haram olmadır.
İşte Cenab-ı Allah insanları bu kadar yüksek yaratmış ve böyle yaratmak ve böyle yaşatmak için önce bütün yeryüzünü ve yeryüzündeki bütün şeyleri yaratıp onların faydalanmasına hazır kılmış, bunları onlar için yaratmış ve hatta bu kadarla da kalmamış, sonra yukarıya da geçmiş, gök yüzüne doğrulmuş, iradesini göklere çevirmiş ve bunun üzerine gökyüzünün parçalarını, bunlardan özellikle "yedi sema"yı dü z eltmiş, yeryüzünün yaratılması üzerine bunlarda da değişiklik yapmış, ortaya çıkan değişim bunalımını nizama koymuş, bunlardan da yeryüzüne ve insanlara faydalar sağlamıştır. Bu sayededir ki insanlar bu görkemli bina içinde yaşarlar, yerler, içerler, sula n ırlar, nefes alırlar, ışık, ısı alırlar, Hakk'ın alametlerini görerek, ilimler, fenler edinirler. Bakışlarıyla, ruhlarıyla ve hatta Allah nasip edince cisimleriyle çıkarlar, mirac yaparlar kısmı zamirinden bedeldir ve bedel-i bâz olduğu açıktır. Çünkü buyurulmayıp parçalara ve fertlere veya çeşitlere işaret ederek buyurulması kısımlara ayırma karinesidir.
Burada insanların hayattan önce ölüler ve hatta insan cinsinin yok olduğu devirlerin bir özeti, (Bakara, 2/22) âyetinin bir açıklaması ve vasfının bir isbatı ve beşer hayatının şimdiki ve geçmişteki şartlarının bir tasviri ve insan yaratılışının kıymet ve yüksekliği, nihayet ilâhî yardım ve rahmetin genişliği ile Allah'ın zat ve sıfatlarını inkârcılara isbat ve teşekkür ile kulluk görevine d avet vardır ki, Şeyh Sadî merhum "Gülistan"ında bu kavramı şöyle ifade etmiştir:
"Bulut, rüzgar, ay, güneş, felek hepsi işlerinde çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve gafletle yemeyesin."
Demek Allah Teâlâ insanı yalnız, yerde yaşayacak ve yerdeki şeylerden faydalanabilecek bir halde yaratmamış, ona gökyüzünden de bir faydalanma hissesi ayırmış ve hatta bununla ilgili olarak göklerin yedisinde değişiklik yapmıştır. Şu halde insan yalnız yeryüzüne has bir yaratık değild i r. O, yerlerde daralırsa göklerden faydalanmaya izinlidir. Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini duymalı ve Allah'ı tanımalıdır. Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî düşüklüklerinde boğulanlar ise bu yükselişten mahrumdurlar. "Yarın yerdeki nimetler tü k enecek biz aç kalacağız." diye ağlar dururlar.
Şüphe yok ki önce yerdekilerin yaratılışı, sonra da göklerin düzeltilmesi meselesinde sonralık (yani nin mânâsı) zaman itibariyle değil, rütbe bakımından (yani ifade nokta-i nazarından) bir sonralıktır. Zira bu konuda açıklamanın gayesi, insanların aydınlatılmasıdır. Halbuki beşer idraki bakımından âlemin merkezi insanın kendisidir. Bütün dış idraki bu merkezde toplanır. İdrakin çekiciliği "ben"den başlar. Buna birinci derecede yakın olan da ayağının al t ındaki yer ve sonra göktür. Çünkü insan yeri önce dokunuculuğu ve kendi ağırlığıyle tanır. Dokunma ise diğer duyulardan öncedir. Ve idraki en yakındandır ve hatta bu seviyeden pek yükselememiş olan nice insanlar vardır ki, kendisini sadece yerle ilgilenen bir yaratık sanır. Ve semadaki menfaatlerinden gafildir. Cenab-ı Hak da uyarmalarını, beşer idrakinin bu akışına göre açıklamıştır ki, bunun dış görünüşünden yer, semadan önce yaratılmış gibi anlamamalıdır. Bununla beraber burada semaların düzeltilmesinin hakiki ve zamanla ilgili bir gecikmesine işaret yok demek de doğru değildir. Bazı tefsircilerin anladıkları üzere (sonra) hakikat olarak alınabilir. Gerçi yer mutlaka semadan önce yaratılmış değildir "Yerle gök bitişik idi." (Enbiya, 21/30). Fakat y e rin hilkat fezasında bir özel cisim olarak yaratıldığı zaman ile ondan önceki semaya ait tesviyenin aynen kalmaması gerekirdi. Bugün fen bilimleri bakımından düşünebiliriz ki, yeryüzü oluştuğu andan itibaren özel ağırlığı, çekiciliği, iticiliği bakımından mensub olduğu gök cisimleri sisteminin durumlarında ve arada hapsedilmiş dalgada, esire ait dumanda, genel çekim nizamının bir değişimi, bir inkılâbı olmuştur. Şu halde yer çekimi ile ilgili olan yedi semanın tesviyesi ve nizamı, yerin yaratılmasından önc e değil, sonra olması gerekir. Ve bu şekilde yer çekiminin ortaya çıkmasından asla müteessir olmayan semanın yönü bu tesviyede dahil olmaz ve onlar bu yedi semanın arkası kalır.
Bugünkü fen, astronomi ilmi henüz gök cisimlerinin ikisinden fazlası arasındaki çekim değişimlerini hesap edebilmekten aciz kaldığı için, Kur'ân'daki bu tesviyenin sınırlarını tayin edebilmekten uzaktır.
Bu "yedi sema"nın tefsir ve yorumunda başlıca iki düşünce vardır: Birisi yerden Venüs'e kadar bir; Venüs'ten Merkür'e kadar iki; Merkür'den Güneş'e üç; Güneş'ten Merih'e yahut yine yerden Merih'e dört; Merih'ten Jüpiter'e beş; Jüpiter'den Satürn'e altı; Satürn'den daha ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün o lanlar hep bu yedinci hudud içinde demektir. Çünkü bu takdirde bu "yedi sema" özellikle yerin yaratılması üzerine tesviyeye dahil olanlardır. Bugün bu tesviyenin daha ileri gittiği isbat edilemez. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip edenl e rindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı değildir. Zira bunda bahis konusu yerin merkezliği değil, yere göğe gök kelimesinin tatbikidir. Güneş sisteminde dünya merkez olmamakla beraber bizim tahtımız, idrak ve düşüncemizin başlangıcı da bizzat k endimiz ve yerin çekimi olduğundan, bu tertip o itibarladır ve izafîdir. Başka bir gezegende bulunsak, o zaman bunu o yer tasavvur etmemiz gerekirdi. Mesela Güneşte bulunduğumuzu farzedersek Merkür bir, Venüs iki, Dünya üç, Merih dört, Müşteri beş, Satürn altı, ilerisi yedi deriz ve bu misale göre yedi tane de yer tasavvur etmemiz gerekir. Eski Batlamyus astronomisini takip edenler Ay'ı birinci gezegen saydıklarından, ondan başlarlardı ve yedincisi Satürn'e dayanırdı ve Kur'ân'daki sema âyetlerini o astron o miye tatbik etmek için fen derdiyle zahmetler çekerlerdi. Gerçekte astronomi ilminin matematikle ilgili olan hesap meseleleri ve çok eski zamanlardan beri ay tutulması ve güneş tutulması hesaplarındaki isabetlerin inkâr edilmemesi gerekirdi. Fakat bunla r la astronominin ilmî prensiplerini teşkil eden nazariyat (varsayımlar) ve hatta faraziyeleri ayırmak lazım gelirdi. Mesela Batlamyus astronomisinin bütün esası şu görüşte toplanıyordu: "Gezegenlerde iki hareket görülüyor. Bunun biri tabiî ise, diğeri her h alde zorla olması gerekir. Bu da her birinin bir yörüngede saplanmış olmasına ve onun hareketiyle müteharrik (hareketli) olmasına bağlıdır. Şu halde yedi gezegenin bir yörüngesi, sabit gök cisimlerinin de bir yörüngesi ve tümünü kapsayan bir de Atlas yörü n gesi vardır. Ve günlük hareket bu Atlas yörüngesinindir." diyorlardı. Buna karşılık Tefsir âlimleri ve hatta Kelâm bilginleri de bu görüşün kat'î olmadığını, diğer bir sebebin düşünülebileceğini söylüyorlardı. Ve hatta ilk önce filozoflardan Sabit b. Kurr e bir "çekim nazariyesi"ni bile açıklamıştı. Gerçekten sonradan "genel çekim nazariyesi" geliştirildi ve onun üzerine çok eski olan
"skut (düşme) nazariyesi"nin te'yidiyle yeni ve mükemmel bir astronomi ilmi kuruldu. Fakat bu astronomi, eskisi gibi bütün âlemin tümünü kapsama davasından vazgeçerek ciddi meşguliyet sınırını Güneş sistemi içine tahsis etti. Şu halde bunda bu sistem dışına çıkılarak yapılan düşünceler sırf faraziyedir. Genel çekim kanunu bugün adeta herkesçe bilinen bir gerçek halini almış bir ilmî konu olmuştur. Ve gerçekten semalar (gökler)ın direksiz durmalarını açıklamak bakımından da Kur'ân'a ait beyanlara çok uygundur. Ve henüz bu konuda istikrâî (tüme varım) ve tecrübeye ait bir bozma örneği de görülmemiştir. Ancak "cazibe" kelimesi o ka d ar mücerred (soyut) ve o kadar mânevî bir kavram ifade ediyor ki, bunu bir "melek" kelimesiyle tasavvur etmek ve bizzat ilâhî kudrete bağlamak daha ciddi ve daha hikmetli olurdu.
"Yedi semâ"daki diğer düşünceye gelince: Dünyanın üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır. Yedi semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema daha vardır. Bunlar ruhanî ve akla uygun olarak düşünüldükleri zaman fezanın cisimlere uygunluğu gibi aralarında uyma ve uygunluk kavramı da h a açıktır. "Biz dünya semasını yıldızların zinetiyle süsledik." (Saffât, 37/6) ifadesi de bunda açıktır. Ve İslâm'da tefsir âlimlerinin en büyüklerinin kanaatları budur. Sonra mi'rac hadiselerinde de semaların böyle ruhanî mânâlarına işaret vardır. Cen a b-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını tesviye etmektedir. Ve bu tesviye maddî şeylere bağlı değildir ve hiç şüphesiz yeri yaratması üzerine de bunlara bir özel tesviye vermiş ve arz üzerinde yaratacağı insanların yaratılması ve sonra onların faydala n maları için meleklerine emirler vermiş, tesirler yaptırmış, âlemin fezasında cereyan eden yeni bir sünnet açmıştır. Şimdi bazıları burada diyebilir ki, "acaip, olayların cereyanı böyle ilmî midir? Bunları kör bir kuvvet, gelişi güzel, tesadüfe bağlı olara k gerektirivermiş değil midir? Bu kadar sonsuz şeyler ilme nasıl sığar? Ve insan yaratılmadan önce, onun yaratılacağı bilinip, hesap edilerek yer ve gök ona göre nasıl hazırlanır?" Buna cevap olarak da buyuruluyor ki, siz bunları uzak görmeyin O Allah he r şeyi bilendir, ezelî ve ebedî olarak bilendir. Onda bütün ilimlerin ilmi vardır. Onun ilmi olmasaydı ilim nereden çıkardı? Sebepler ve müsebbeb (sonuç)lar birbirine nasıl bağlı olurdu? Fen ilimleri nasıl kurulurdu? Yer ve gök hayata önceden hazırlanmış o l masaydı hayat nasıl ortaya çıkardı? İşte Allah böyle bir Allah'tır. Ve insanları böyle yüksek bir ilim ve kudretle, böyle geniş bir rahmetle yer ve göğün bir ürünü, bir küçük nüshası ve belki büyük nüshası olarak yaratmıştır. Ve bütün saadetlerinin sebepl e rini de hazırlamıştır. Artık bu düşük, miskin hayattan silkininiz,
bu devirleri, bu nimetleri hatırlayınız. Ruhunuzun ne gibi yüksekliklere aday kılındığını düşününüz. Bu yerde ve göklerde araştırmalar yapınız, menfaatiniz için yaratılmış ve hazırlanmış olan şeyleri bulunuz ve Allah yolunda bunlardan faydalanarak da diğer hayata, ahiret hayatına hazırlanınız. Siz bütün bu mertebelerden geçirilip Allah'a döndürüleceksiniz. Şu halde yükseliniz ve yükselmeye azmediniz. Şimdi bunlara karşı Allah'a nasıl küfür v eya küfrân (inkâr) edersiniz? Bu yükseklikleri, bu derinlikleri iyi düşününüz. Bundan başka asıl (kök) ve nesebinizi bilmek ve bu nimetlerle bir bina, bir döşek içinde yüksek kardeş hayatı yaşamak ve sizi aldatacak fikirlerden sakınmak için şunu ibret naz a riyle dinleyin ve ilme önem verin. Alîm (her şeyi bilici) olan Allah'a bakınız ne buyuruyor:
Meâl-i Şerifi
30- Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. (Melekler): "A!.. Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" dediler. (Rabb'in): "Ben sizin bilmediklerinizi bilirim." dedi.
31- Ve Âdem'e isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin." dedi.
32- Dediler ki: "Yücesin sen (ya Rab!). Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen bilensin, hakîmsin".
33- (Allah): "Ey Âdem, bunlara onları isimleriyle haber ver." dedi. Bu emir üzerine Âdem onlara isimleriyle onları haber verince, (Allah): "Ben size, ben göklerin ve yerin gayblarını bilirim, sizin açıkladığınızı da,
içinizde gizlediğinizi de bilirim" dememiş miydim?" dedi.
34- Ve o zaman meleklere: "Âdem'e sec de edin!" dedik, hemen secde ettiler. Yalnız İblis dayattı, kibrine yediremedi, inkârcılardan oldu.
35- Dedik ki: "Ey Âdem, sen ve eşin cennette oturun, ikiniz de ondan dilediğiniz yerde bol bol yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olu rsunuz."
36- Bunun üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan kaydırdı, içinde bulundukları (cennet yurdu)ndan çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için bir karar yeri ve bir nasib vardır." dedik.
37- Derken Âdem Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da) tevbesini kabul etti. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.
38- Onlara dedik ki: "Hepiniz oradan inin. Size benim tarafımdan bir hidayet rehberi geldiğinde, kim o hidayetçimin izinde giderse, onlar için hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.
39- İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennem ehlidirler. Orada ebedî olarak kalacaklardır.
30-Burada hitap yine önce Resul ullah'a yöneltilmiştir. Demek kıssanın içyüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu kadar da o anlatacaktır. Bununla beraber buna, her ferde ait genel hitap neşesi de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir genel istifade de vardır. Ve her ferdin bunu nefs i nde anlaması ve tatbik etmesi istenir. Bunda açık olarak Allah'ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında Âdem'in kıymetinin başlangıcı, beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin başlangıcı, vazife ve kardeşliğin başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hu k ukun başlangıcı vardır. Beşerî üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar edilmesi ve son beşeriyetin bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın mahiyetinin tarifinde bunların zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve isyanın, hasımlık ve düşma n lığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış telkinlerin eseri olduğu anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî günah" (peşe orijinal) inançlarının doğru olmadığını; şeytanın mahiyetinin, insana ait mahiyetten başka bir şey olduğu ve bu ikisi ara s ında eski bir düşmanlık bulunduğu; şeytanın bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat insanlığın buna karşı kendine, kendi yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa edebileceği ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı ve bu h ususta tevbenin kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin başlangıcında terbiye kanununun cereyanı, yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp, sonradan ağır ağır meydana
geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü üreme kanununun başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden sonra bizzat olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın ezelî olduğuna dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde Pastör nazariyesinin cereyan etmesine imka n olmayacağından, bugün kanun olan üremenin başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji ilminde teselsül (zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis (sonradan olma) olması esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen tekevv ü n bizatihi (kendi kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi gerekeceği, çünkü başlangıçta kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi kendine olmayıp yaratma ve Allah'ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle olmazsa ya ilim ve fenni kö k ünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz kendi kendine olan bir hadise kabul edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve bunun cereyan ettiği yer küresinin sonradan olma olmayıp, sonsuz şekilde ezelî ve ebedî olmalarının tercih edilmesi gerekeceği, halb u ki ilim ve fen nazarında arzın yaratılmışlığı ve sonradan oluşu kuvvetli deliller ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve sonuç olarak yeni felsefelerin ilim ve ahlâk bakımından insan yaratılışındaki cereyanını isbata çalıştıkları, veraset kanununu (soya çe k imi)n az çok bir esası içerdiği ve fakat bunun da soya çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra gelme) şekliyle düşünülmesi gerektiği, yani her intikal (babadan oğula geçme) de Allah Teâlâ'nın bizzat bir yaratma ve tesirinin gözetilmesi gerektiği ilim ehline h atırlatılmış bulunuyor.
Evvela ilâhî takdir ve Allah'ın yardımı hatırlatılarak buyuruluyor ki, "Vav" harfi yine geçmiş söze atfedilmiştir. Ey Muhammed, ey Âdem oğlu, anılan nimetleri unutma ve o zamanı da unutma ki, insanlar yeryüzünde ortaya çıkmadan önce Rabb'ın ezelî iradesini açıklayarak ve sonsuz kudretini göstererek meleklere: ben muhakkak yeryüzünde bir halife yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti ki, meâli: Kendi irademden, kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o ba n a bağlanarak, bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma yetkilerine sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O bu hususta asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra edecek değil. Ancak beni m bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim iradelerimi, benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak, sonra onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra edecek olanlar bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan
O'dur." (Fâtır, 35/39) sırrı belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve Tâbiinden uzun uzadıya nakledilegelen tefsirlerin özeti ve sonucudur.
Burada "yapacağım" demek, acaba "yaratacağım" demek midir, değil midir? Bu tefsir yok değildir. fiili bir mef'ul (tümleç)e müteaddî (geçişli) olursa "halk = yaratmak" demek olur. Burada da "halk = " dan daha genel ve daha mutlaktır. Ve ikisine de ihtimali vardır. "Halk = yaratma" meselesi ilerde "Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu(n şeklini) düzeltip, ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın." (Sa'd, 38/71-72) âyetleriyle belirtilecektir ki, iş bu tebliği, takdirinden sonra görünüyor. Arada zatın takdiri ile sıfatın takdirinin farkı vardır. Dilimizde "kalfa" deyiminin doğ r usu olan halife kelimesi, (yani birinin arkasından makamına oturmak mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır. Yani aslı "halîf "dir. Ve sonundaki bitişik tâ (tâ-i merbûta) mübalağa içindir. Şu halde isim olarak kullanılan galip sıfatlardandır ki, Fransız c a "reprezantan" kelimesi de bu mânânın temsilcisidir, çoğulu "halâif" ve "hulefâ" gelir, masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet", "vekalet" gibi, "asalet"in karşıtı olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak, onu temsil etmek demektir. Râğıb'ın "Müfredât"ında açıkladığı üzere bu vekillik de ya aslın kaybolmasından veya bir yardımdan veya aczinden, yahut da bunların hiçbiri olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek lütufta bulunmasından doğar. Ve işte Cenab-ı Allah'ın yery ü zünde velilerini halife seçmesi bu kabildendir. Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve şerefi, asilin şerefi ve vekilliğin derecesine uygundur. Cenab-ı Allah da "yeryüzünde bir halife yapacağım" deyince, kendilerini bir danışma makamında gören melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da yeryüzündeki bir yaratığa Allah tarafından böyle yüksek bir irade yetkisi verilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular. "Yerde" deyince "Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu selahiyeti alan güzel kullanabilecek mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi çıkarına hükümler icrasına kalkışırsa yeryüzüne fesat vermeyecek mi? Cenab-ı Hak henüz bu noktaları ve o yetkinin derecesini ve gizli hikmetlerini bildirmemiş olduğu için melekler: orada (yani yeryüzünde) onu fesada verecek, onda fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın? halbuki biz hep sana hamd ederek daima tesbih ediyoruz ve sana özel takdisler
(kutsamalar)imizi s unarız. Veya senin için kendimizi daima temizler, temiz tutarız, dediler. Ve bu şekilde maksatları hâşâ itiraz olmayıp, hikmetini bir istifsar (açıklanmasını istemek) olduğunu bildirdiler. Bununla beraber hilafete, zımnen (üstü kapalı olarak) bir istek de ortaya attılar.
Tesbîh, Allah Teâlâ'yı tenzih etmek, yani en kudsî zatını inanç, söz ve amel bakımından layık olmayan her türlü kusurdan arı ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi yüzerek uzaklara gitmek demek olan (sebh) masdarındandır ki "tef'îl" vezninden gelişi teksîr (çoğaltma) ifade eder. Allah'ı takdis de böyledir. Bu da esasında pek uzağa gitmek demek olan (kuds)den alınmış olarak temizlemek, pek temiz tutmak mânâsınadır. Çünkü "tathir", pislikten çok uzaklaştırmaktır. Bununla beraber dem e k olduğu gibi "nefislerimizi, senin rızan için, temizliyoruz" demek de olabilir ki, ikisiyle de rivayet gelmiş ve bunun için yukarda ikisine de işaret edilmiştir.
MELÂİKE VE MELEK NEDİR?: Önce dil yönünü inceleyelim: Ebu Hayyân Endelûsî gerek "Bahr-i Muhît" ismindeki büyük tefsirinde ve gerek "en-Nehru'l-mâdd mine'l-Bahr" ismindeki özet tefsirinde der ki: "Melek" aslî mim olarak kuvvet demek olan "melk"den "feal" veznidir. "Feâile" ve "feâil" vezninde "melâike" ve "melâik" diye çoğul yapılması şâz ( k ural dışı) yoluyladır. Ebu Ubeyde bu fikre sahip olmuştur. Şu halde "melek" lügat bakımından "kuvvetli", "kuvvet sahibi" demektir. Lâm'ın esresiyle "melik" ve lâm'ın üstünüyle "meleke" kelimelerinin mânâlarıyle ilgilidir. Fakat bu şekilde "melâike", kıyas a uygun olmayan çoğul olur. Halbuki arapçada kelimenin aslını bulmak için çoğul, esaslardan biridir. Bunun için diğer taraftan mim zâid olup aslı "mel'ek"dir, deniliyor ki, İbnü Cerîr et-Taberî de "Câmiu'l-Beyân"ında şöyle izah eder: "Melâike", "mel'ek"in ç oğuludur. Şu kadar ki, Arap'ta tekilinin hemzesizi, hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur. "Melâike"den bir melek" derler. Hemzesini kaldırarak harekesini kendinden önceki sakin olacak olan lam'a naklederler ve çoğul yaptıkları zaman hemze ile aslına d ö ndürerek "melâike" derler ki, bunun örnekleri çoktur. gibi. Bununla beraber tekilin hemze ile geldiği de vardır. Nitekim şair şöyle demiştir: ki burada kelimesi demektir. Bazan tekilinde "me'lek" de denilir ki, bu da yerine yerine denil m esi gibi kalb (bir harfin yerine diğer bir harfi getirmek)tir. Dilimizde bu gibi harf
değişiminin misalleri çoktur. Mesela köprü, toprak, ekşi yerinde, körpü, torpak, eşki gibi. Fakat tekilinde denildiği zaman çoğulunda da denilmesi gerekirdi. Halbuki böyle çoğul yapıldığı ezberimde değildir. Bazan "melâik" ve "melâike" diye çoğul yapılır. "Mesmâ", "mesâmî", "mesâmia" gibi. İş bu "melek" kelimesinin aslı "mef'al" vezninde risalet (elçilik) mânâsınadır ki (ona bir risalet gönderdi) diyecek yerde f i ilinden gelir. "Me'lek" de aynı şekilde (ona gönderdim) mânâsına fiilinden mimli masdardır. Adiyy b. Zeydi'l-Imâdî: demiştir ki, diğer lügat ile "me'leken = " diye de şiir söylenmiş oluyor. Bu mânâda daha başka şahit (delil)ler de vardır. İşte "me l âike"ye de bu "risalet" (elçilik) mânâsıyla melâike ismi verilmiştir. Çünkü melekler Allah'ın resulleri, elçileridir. Peygamberlerine ve gönderdiği kullarına gönderir. Yani "melek" mekan ismi olmak üzere "risalet yeri" veya mef'ûl mânâsıyle Resul (elçi), mürsel, risalet âmili, ilâhî vasıtalar demektir. Dilcilerden, tefsircilerden bu türeyişi tercih edenler çoktur. Râğıb da "melâike" kelimesinde bunu tercih etmiş ve "melek"te demiştir ki, nahivciler "melek"i de "melâike"den türemiş ve mîm'ini zâid yaptılar. Halbuki bazı araştırıcılar bunun "mülk"den olduğunu söylemiş ve şöyle açıklamıştır: Meleklerin siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına "lâm"ın üstünü ile "melek", beşerde olana da "lâm'ın esresiyle "melik" denilir. Şu halde her melek, melâikedir. Fakat her melâike, melek değildir. Melek, "Andolsun söküp çıkaranlara." (Naziât, 79/1), "İşleri taksim edenlere andolsun." (Zariyât, 51/4), "İşi düzenleyenlere andolsun." (Naziât, 79/5), gibi âyetlerde işaret olunandır ki, "melekü'l-mevt" (ölüm me l eği) bu cümledendir. "Melekler de onun (semanın) etrafındadır." (Hâkka, 69/17), "Bâbil'deki Hârût ve Mârût isimli iki meleği indirilen şeyleri öğretiyorlardı." (Bakara, 2/102), "Üzerinize vekil edilen ölüm meleği." (Secde, 32/11). Bir de der ki: M elâike, teke ve çoğula söylenir. Şu halde bu açıklamaya göre de melek kelimesi kuvvet ve tedbirden, melâike de risalet mânâsından alınmış oluyor. Ve aynı zamanda melâike, melekden daha genel ve onun cinsi oluyor. Şu halde her ikisinde bir kerre risalet mâ n âsı vardır.
Acaba bu risalet sadece emir tebliği midir? Yoksa fiil tebliği midir? Yani yalnız ilmî ve kelâmî bir ruhî tebliğ mi yapıyorlar, yoksa bilfiil ilâhî kudret ve
yaratmanın da tebliğcisi oluyorlar mı? Kur'ân âyetlerinin delaletlerine göre her ikisinin de bulunduğunu anlıyoruz. Peygamberlere ve hatta yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden melekler bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım getiren melekler de bulunuyor. Ve bir de " er-Rûh" özel ismiyle bir özel melek d e okuyoruz. Halbuki âlemde hiçbir olay olamaz ki, ona ilâhî kudretin bir özel ilişkisi bulunmasın. Şu halde melekler topluluğu, ilâhî kudret ve tekvin (yaratman)in vahdetten kesrete (tekden çoğa) dağılmasını ve onun özel çeşitlenmelerini ve belli olup or t aya çıkmalarını ifade eden yapıcı prensipler olarak düşünülmek gerekir. Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir olay, hiçbir fiil ve hareket düşünülemez ki böyle bir risalet ile vaki olmuş olmasın. Bundan başka bir çeşit melekler daha vardır ki, bunlar olayları ya r atılmadan önce, emre ve kelâma ait durumları, diğer deyimle ruhî durumları düşünen varlıkların ruhî cereyanlarına ait ilâhî emirlerin ve irşadların özel görünümlerini ifade ederler. Bunlar daha önce idrak elçileridirler. Anlayışlı ve muhtar olan yapıcı pr e nsiplere, fiilden önce hayrın ve ilâhî hoşnutluğun durumunu gösterirler ve meleklere olduğu gibi beşere de vekil edilmişlerdir. Şeytanın meleklerle karşı karşıya olmaları da bu yöndendir ve çoğunlukla melekler yalnız bunlar sanılmıştır. Biz her olayı iki b aşlangıç ile düşünürüz ki, birisi yapıcı başlangıç, diğeri de kabul etmenin başlangıcıdır. Gördüklerimiz bu ikisinin müşterek değeridir. Asıl madde bu kabul etme prensibinden ibarettir. Biz asıl maddeyi görmeyiz, gördüğümüz hep yapıcılığın eseridir. Görül e n her fiil ve hareket, her iş ve olayda bizzat veya dolaylı bir yapıcı başlangıç tanırız. Şüphe yok ki, hareket ettiricisiz bir hareket yoktur ve madde kendi kendine etkisizdir. Bundaki her hareket ve sükun dolaysız veya dolaylı yapıcı bir hareket ettiric i nin kudretinin eseridir ve her olay böyle bir etkin yapıcının görünmesidir. Biz eseri görür, eseri idrak ederiz. Halbuki aynı eserle gerçekte idrakimize görünen o etkili yapıcının bir parıltısıdır. Madde onun altında bir akla uygunluktur. Gördüklerini mad d e zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler. Buradan filozofların kuvvet nazariyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve kudretin Hak Teâlâ'da birleştiğini ve ilâhî kudretin ilk meydana çıkma vasıtası ve görüntüsü, meleklerin elçiliği d e mek olduğunu hatırlatmak kolay olur. Fakat bunların yanında idrak etme kuvvetleri de vardır ki, onlar da olayları olmadan önce anlatan ilâhî lütfun tebliğcisidirler ve şu halde meleksiz bir olay düşüncesi mümkün değildir. Meleksiz bir damla yağmur bile düşmez. Şu kadar ki, insana özgü irade ile ilgili gelecekteki kuvvetler şer ve fesat sebebi gibi aldatmacılık yapan ruhlar ve şeytanî kuvvetler de -yukarda açıklandığı üzere- bu meleklere karşıdırlar.
Bu açıklamayı yaptıktan sonra meleklerin mahiyet ve çeşitleri hakkındaki görüşleri de kısaca anlatmak faydalı olacaktır. Meselenin konusu şudur: Meleklerin bizzat var olan zatlar olduklarından, diğer deyişle cevher cinsinden olduklarında, akıllı olanların ittifakı vardır. Fakat bunlar mütehayyiz (yer tutan) midirler, mücerred (soyut) midirler? Bunda fikir ayrılığı ediliyor.
1- Mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir: Melekler, birtakım esire ait latif cisimlerdir ki, çeşitli şekiller ile oluşmaya güçleri yeter. Bu görüş kelâmcıların çoğunluğunun görüşüdür. Çünkü diyorlar peygamberler bunları şekilleriyle görmüştür, şekiller ise cismanîdirler, boyutları vardır. Bir de maddesiz soyut kuvvet (kuvvet-i mücerrede) düşüncesi, bizzat ilâhî kudreti düşünme demektir. Allah'tan başka bizzat mücerred yoktur. Madde tasavvurdan silindiği zaman, tasavvur olunan halis kuvvet ve kudret, ilâhî kudretin kendinden ibaret kalır. Henüz hiçbir teşekkülü olmayan atomlar halindeki halis madde ise mümkün ve sırf hareketsizliktir. Onda hiçbir yapıcılık ve kuvvet yoktur. Bunlara y a pıcılık demek olan kuvvet verildiği zaman belli bir şekli olan bağlantılı esire ait bir cisim olurlar. Denilebilir ki, özel şekil bunların hakikatleri değil, maddedeki görünümleridir. Şu halde kendileri madde ötesidir. Buna şu cevap verilir ki, melekler v e resul deyimi de bu itibarladır. Yoksa madde ötesinde bunlar aynen ilâhî kudrete dönerler. Bu görüş asrımızda Fizik bilginlerinin, esirsiz kuvvet düşünmemelerine benzer.
2- Filozofların ve özellikle İslâm filozoflarının görüşleridir ki, melekler ne mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir, ne de cisimlerdir. Bunlar beşere ait düşünen nefisler, yani insana has ruh gibi soyut cevherlerdir. Fakat mahiyetçe bunlardan başkadırlar. Kuvvetçe daha mükemmel ve bilgileri daha çoktur. Aralarındaki ilgi, güneş ile ışığının ilgisi gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı Hakk'ın ilmine garkolmuş ve başkasıyle meşgul olmaktan uzaktırlar. "Gece gündüz tesbih ederler, hiç ara vermezler." (Enbiya, 21/20). Bir kısmı da kaza ve kader kaleminin cereyanına göre gökte n yeryüzüne kadar işleri idare ederler ki, bunlar da "İşi düzenleyenlere andolsun." (Nâziat, 79/5) âyeti ile anılanlardır. Ve bunların göğe ve yere ait olanları vardır. Öncekiler de bunların ruhları durumundadırlar.
Hıristiyanlardan bir grubun da, "melekler, bedenlerinden ayrılmış beşere ait faziletli ruhlar" diye anladıkları tefsirlerimizde ve kelâm kitaplarımızda anılıyor. Zamanımızda İslâm dışı felsefelerin maddeyi kuvvete, kuvveti ruha döndüren görüşleri de, esasında filozofların zikri geçen soy u t cevherler kavramıdır.
Soyutları, itibarî işler sayanlar da kelâmcıların mezhebine döndürülebilirler.
Yukarıda açıklanan seçkin görüş üzere bütün maddî kâinat bir sema olduğuna ve bunlardan başka gökler bulunduğuna göre, meleklerin hakikati ve bunların makamlarının ne kadar yüksekliklere ve derinliklere varacağını tasavvur etmelidir. Bunların çokluğunu anlatmak için Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakl olunmaktadır: "Gök gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir ayak yeri yoktu r ki, bunda secde eden veya rükû' yapan bir melek bulunmasın." Bu konuda temsilî olarak şöyle bir artan oran da rivayet olunmuştur. "Âdemoğlu cinlerin onda biri; bunlar yeryüzü hayvanlarının onda biri; hepsi kuşların onda biri; bunların toplamı deniz hay v anlarının onda biri ve bütün bunlar yeryüzünde görevli olan meleklerin onda biri kadardır. Sonra dünya göğünün melekleri bütün bunlardan o oranda çok fazla ve bütün bunlardan ikinci gök melekleri de o oranda çok, yedinci göğe kadar artarak hep böyle, sonr a bunların bütün toplamı Kürsîye ait meleklere göre az bir şey, sonra hepsinin toplam adedi altıyüz bine ulaşan Arş perdelerinden birinin meleklerine göre onda bir kalmaz. Ve bunlardan bir perdenin, yani bir büyük perdenin uzunluk ve yüksekliğine göre gökl e r, yeryüzü ve içindekiler ve araları bir özel değer teşkil etmezler ve bunun her karışında bir secde veya rükû eden veya ayakta duran melek vardır ki, onu tesbih ve takdir eder. Sonra bunların toplamı Arş etrafında dönen meleklere karşı denizden bir damla kalır. Sonra İsrafil aleyhisselâmın yardımcıları olan Levh melekleri ve Cibrîl aleyhisselâmın askerleri olan melekler sayısızdır. Cinslerini, ömürlerinin müddetini, ibadetlerinin nasıl olduğunu ancak Allah bilir." "Rabbin ordularını ancak kendisi bilir." (Müddessir, 47/31). Yine Peygamber (s.a.v.) Efendimizden şöyle rivayet olunmuştur ki: "(Peygamberimiz) göğe yükseldikleri (miraca çıktıkları) zaman kale burçları gibi bir yerde bir kısım melekler görmüştü. Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru karşılıklı ol a rak yürüyüp gidiyorlardı. "Bunlar nereye gidiyorlar." diye Resulullah Cebrail'e sordu. Cebrail: "Bilmiyorum. Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve önce gördüğümün bir tanesini bir daha görmem." dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zama n yaratıldın?" diye sordular. O da: "Bilmiyorum, ancak Cenab-ı Allah her dörtyüz bin senede bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız yarattı." diye cevap verdi." Meleklerin çokluğunu ve Allah'ın kudretinin geniş tecellilerini an l amalı..
" Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz. Kudreti karşısında en güçlü kimselerin aciz kaldığı Allah'ı tesbih ederiz."
Şüphe yok ki, bu aydınlatmalar asrımızdaki Astronomi ilmi fikrinden de çok yüksektir ve bunların hepsini esire mensup hafif cisimler ile sınırlamak da pek uygun olmasa gerektir. Onlar sonuç olarak yeryüzüne ait melekler ve dünya semasının meleklerini açıklayabilir. Meğer ki dünya göğünün dar mânâsıyle tefsirinde ısrar edilsin. Bu i se kelâmcıların seçtiği fikir değildir. Bu âyette zikredilen melekler hakkında da küçük bir ihtilaf vardır. "Bundan maksat yeryüzü melekleridir." diyenler olmuştur ki, bu da Dahhâk'ın, İbnü Abbas (r.a.)'dan bir rivayetine dayanmaktadır. Fakat Sahabe ve Tâ b iînin çoğu, lafzın genelliğine ve bunu tahsis eden birşey bulunmadığına dayanarak bütün melekler olduğunu söylemişlerdir.
İşte bütün melekler yeryüzünde hilafetle ilgili böyle bir ezelî takdirin kendilerine tebliği üzerine ilâhî hitab karşısında "orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" diye maruzat (sunuş)ta bulundular. Cevap olarak Rabbın: "Şüphesiz ben sizin bilemiyeceklerinizi bilirim." buyurdu. Şüphe yok ki mut l ak bir şekilde düşünüldüğü zaman bunun böyle olduğunu ve ilâhî ilmin kendilerinden çok fazla ve yüksek olduğunu melekler bilirlerdi. Öyle iken inkâr makamında te'kit ifade eden ile kuvvetlendirerek Cenab-ı Allah'ın bunu tekrar hatırlatması gösterir ki il â hî istek, bu genellik içinde bir özeli, yani istihlâf (birini yerine geçirme) meselesini, hedef almaktadır ki, meleklere gizli kalan ve şer ihtimali karşısında şaşma ve uzak görme ve özellik arzetme ile söz söylemelerine sebep olan da bu idi. Şu halde mân â nın sevki, "Hilafetin hikmet ve sebepleri ve ona layık olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler var. Ben sizin bilmediğiniz bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim." demek olur. Ve bununla cevabın soruya her yönden uygun olması için, bu bapta yal n ız meleğe has hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına da -dolayısıyle- işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır.
31-Cenab-ı Allah onlara bu cevabı verdi bir taraftan da Âdem'e bütün o isimleri öğretti. Ya o isimleri Allah kendi koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bunları gerektiğinde koyup kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi takdir etti ki, önceki zahir (açık), ikincisi
muhtemeldir. Talim ile (yani öğretmek ile) bildirmek herkesin bildiği şeydir. Bundan Hz. Âdem'in dilin esası olan isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin sırrı hükmünce bir yetenek ile az çok bir tedriç (azar azar ilerleme) içinde belleyeceği anlaşılır. Ve burada, bu öğretimin geçmişinin takdiri ve b i zzat Âdem'in kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer türünün mahiyet ve ilk fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün ilk ferdidir ve türe ait duyguların aslı ondan miras kalmıştır.
Bu isimler nedir? Ve istiğrak (genelleştirme)ın kapsamı ne kadardır? Yani bütün eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî tabiriyle deki "elif lâm" istiğrak için midir? Yoksa "Allah'ın öğretmesini murat ettiği isimler" mânâsına ahd-i hâricî olup bunun te'kidi midir? Bu noktada selef tefsircilerinden birkaç görüş vardır:
1- Bu isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmasına sebep olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve diğerleri hepsi (İbn Abbas'dan Dahhâk); karga, güvercin ve herşeyin ismi (Mücahid); her şeyin ismi, deve, inek, koyuna varıncaya kadar (Said b. Cübeyr); her şeyin ismi, hatta şu, bu abdestsizlik bile (İbnü Abbas'dan Said b. Ma'bed); her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi, şu dağ, bu deniz, şu şöyle, diye her şeyin ismi (Katâde). Bunl a rın özeti, bütün dillerin aslı olan dilin hepsi oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye hamlediliyor. Bundan kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri mânâsını anlayanlar da olmuştur.
2- Meleklerin isimleri (Rabi' ve daha diğerleri)
3- Z ürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den, İbn Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve diğerleri). Bu iki şekilde de "elif lâm" ahd içindir ve bunun karinesi gelecek olan deki zamir gösterilmiştir. Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber zamirinin akıl sahipleri için olduğu açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler hem meleklerin isimlerini ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci ve üçüncü görüşü) toplamışlardır. Bu isimleri, Allah'ın isimleri diye telakkî etmeye bu zamir engeldir.
4- Esmâ (isimler)d an murad dil değil, eşyanın duyguları, diğer deyimle o duygulardan oluşan ilmî suret (biçim)lerdir, diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden çok kelâm, hiç olmazsa kelâm-ı nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması gerekir. Her ne olursa olsun bura d a kat'î (kesin) olan nokta, Hz. Âdem'e -az veya çok- lisan öğretilmiş ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış olması, kelam ve dil meselesinin hilafet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
Lisan hususunda bütün Âdem oğullarının zamanımıza kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerinin hepsi, esas itibariyle, Hz. Âdem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme özelliğine borçludur. İlim ve mantık özelliği, bu şekilde, insan türünün aslî yaratılışında kendisinde dahil bulu n muş ve bundan önce insanlığa ait hakikat ve tam mânâsıyle Âdem'e özgü ruh tamam olmamış olur. Bu şekilde kelâmla ilgili kuvvet, insana mahsus ruhun mahiyetinden bir kısım teşkil etmiştir. Cenab-ı Hak, bu gücü Âdem'in ruhuna şahsî olarak bahşetmiş ve nefh ( ruha üflemen)in tamamından sonra da, Âdem bilfiil lisan şerefiyle şereflenmiş olarak, gereğine göre, isimleri konuşmuştur. Şu halde Âdem'den önceki yaratıklar, her ne türden olursa olsunlar, lisandan mahrumdular ve bundan dolayı insan değildiler. İnsanlık hilafeti Âdemoğlu ile beraber bulunur. Günahı, insanın zâtisi (kendisi) sayıp da, ilim sıfatını, kelâm sıfatını arazî (gelip geçici) saymak isteyenler insanı bilememişlerdir. Bundan da şu sonuca geliriz ki, bu öğretim, ruha üflenmeden önce yalnız Âdem'in r uhunda idiyse, ona kelâma ait kuvvetin, isim koyma kabiliyetinin verilmiş olduğunu ifade eder. Ve bu şekilde isimlerin bizzat koyucusu, Allah'ın verdiği kudretle, peyderpey Adem olmuş olur. Ve eğer -zahir vechile (görünüşe göre)- ruhun üfürülmesi ile ber a ber veya sonra ise isimleri koyan Allah Teâlâ'dır. Ve Âdem'e ilham veya kesin ilim ile peyderpey öğretmiştir. Öncekinde kıyamete kadar bütün dillerin isimlerini içeren bir hakikî istiğrak (genelleme) olur. İkincide ilk konuşulan bütün isimlere tahsis ed i len ahd-i hâricî olur. Tefsir bilginlerince öğretim böyle iki şekilde te'vil edilmiştir. Ve ilm-i usûl (Fıkıh Usûlün)de, buna bağlı olarak vaz-ı lügat (dil meydana getirme) meselesindeki anlaşmazlık hasıl olmuştur. Açık olan, her halde bizzat öğretme ve o öğretmenin takdiridir. Yani lisan, Âdem'in hilafetinin eseri değil, hilafetinin sebebidir.
İşte Allah Teâlâ Âdem'e böyle isimleri öğretti. Öğretimden bir müddet sonra da bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet ettikleri zatları) meleklere arzetti. Buradaki zamirinde bir dil inceliği vardır ki, lisanımızda bulunmaz. denilmeyip, buyurulması, arzolunan şeylerin akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir. Ve isimleri şarta bağlatan karine de budur. Bu zamirin meleklere dönmesi ve o isimlerin melek l erin isimleri olması da, bunların meleklere arzı ile uygun olmuyor. Şu halde en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek olan nesilleri olmasıdır. Geçmişte anılan isimler de bunların isimleri (yani insan isimleri) demek olur. Bununla be raber
bütün isimlerin öğretilip de, yalnız bunların arz edilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Fakat her iki halde böyle olmak için nesillerin yaratılmış olması gerekir. Halbuki âyette henüz Hz. Havva'nın bile yaratıldığına işaret yoktur. Ve kıssanın siyakı (gelişi) da buna muhalif görülmektedir. Bu müşkil (problem), bilinen bir hadis ile açıklanıyor ki bunlar meleklere, küçük karıncalar, mikroplar misalinde arzedilmişlerdir. "nesil veya küçük karıncanın misalleri"(1) ki zürriyyet (nesil) kelimesi bundan türemiştir. Bu hadis bunların o zaman Âdem'de henüz tohum halinde (yani gelecekte bütün Âdem oğullarını temsil eden ilk meniye ait tohumcuklar şeklinde) bulunduklarını anlatır. Eğer burada bu olayların yoğun cisimler âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun t akdiri veya ruhunun esiri yumuşak bir cisim kazanması halinde olduğunu tasavvur edebilirsek, o esirle ilgili cismin parçalarında kıyamete kadar gelecek Âdem oğlunun birbirine bağlı temessülleri (bir şekil veya surete girmeleri) veya ruhundaki nesillerin m a nevi suretleri o isimlerin meleklere arz olunan mânâları olarak düşünülebilir. Ve böyle olmasına olayın yeryüzüne inmeden önce olması karine demektir. Bu şekilde meleklere arz, hissî arz değil, ilmî ve hakiki arz olur. Gerçekten isimlerin asıl medlûlleri, eşyanın ilmî suretleridir. Kelimelerin mevzuu lehi (konusu) asıl bunlardır. Demek Âdem'e önce eşyaya ve bilhassa nesilleriyle ilgili ilim verilmiş ve bundan başka bu bilgilere ait isim ve dile ait suretler de öğretilmiştir. Meleklerde olmayan da budur. Bu n lar takdir edilmiş ve yere inişten sonra da Hz. Âdem bunların yapılışlarını yerde görmüştür. Burada fiilî olarak ilmin fıtrî (doğuştan) veya sonradan olma meselesi vardır ki, başka yerlerde açıklaması gelecektir.
Rabbın meleklere bunları arzetti ve gösterdi de Haydi siz işaretle ifade etmek istediğiniz hilafet yeteneğinizi göstermekte sadık (yani musîb = isabetli) iseniz işte bunların isimlerini bana güzelce haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade kendileriyle değil, isimleriyle de tanıtabilecekler i ni sorarak önce melekleri, aczlerini ortaya çıkarmak ve isbat etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu da anlatmış oldu ki tasarruf, tedbir, adaletli olma, bunların ilgilendikleri şeyleri, yeteneklerinin mertebelerini ve hukukun miktar ve derecelerini bi l meye ve bundan başka bir de bizzat huzura getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında da isimleriyle anlatabilmeye bağlıdır. Ve bu hususta ilim sıfatından daha fazla bir özellik ve meziyet ifade eden kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin, diğer deyimle hakikate uygun konuşma veya düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi vardır. Bu olmadan hükümleri yerine getirmek mümkün değildir.
32-Bu imtihana karşı melekler: "Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana ya Rab!... Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur. Her şeyi bilen ve daima bilen âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet sahibi) hakikaten sensin ve ancak sensin." dediler ve böyle aczlerini ortaya koydular, tesbih (Allah'ın yüce ve münezzeh olduğunu ifade) ettiler.
SÜBHÂN, tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke" de çoğunlukla tevbe başlangıcı olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir: Melekler hiçbir isim bilmiyorlarsa, o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum bulunuyorlardı, demek olur. O halde bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî kelâma nasıl muhatap oluyorlardı? Yok eğer bunlar tamamen mahrum değiller de henüz gösterilen yeni şeylerin isimlerini bilmiyorlar idiyse, o zaman naibliğe mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit olur? Gerçekte esma (isimler)dan maksat birinci rivayet vechile bütün isimler ise, meleklerin bütün isimlerden mahrum bulunacakları cihetle, bizzat kelâm sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu anlaşılır. Ve eğer nesilin isimleri ise, diğer isimleri men' etmeyeceğinden kelam sıfatına engel olmaz v e bu şekilde meleklerin liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip, başka bir hikmetin meydana çıkarılması istenir. Lakin her iki takdirde melekler ile olan ilâhî hitaplaşma (konuşma) kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün başka olmak ve ilim sıfatı ile te ' vil edilmek zahirin (açık metnin) gereğidir. Önceki umum (genel) takdirinde bu zorunludur. Husus (özel) takdirinde ise liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle açıktır. Şu halde melekler isimleri, kelâmı Âdem'in haber vermesiyle öğreneceklerdir. Burada Kelâm i l minin güç bir meselesine gelmiş oluyoruz. Şu kadar söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü ve bir özel inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir alâmet ile naib (vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakika t in bizzat bir vechi vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir vekili vardır. Çünkü ismin asıl mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için alâmet ve delil olan şey demektir ve ıstılâhî (terim) mânâsı bundan alınmıştır. Şu halde isim kendisi de bir şey olma k la beraber, isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması bakımındandır. Ve Allah daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete liyakat, isimlerdeki ve kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve Allah bunu başlangıçta Âdem'e ihsan etmiştir. V e işte beşerî ilimler, vekilliği olan bu kelâma ait şekillerin araya girmesiyle ilgili olduğundan dolayıdır ki, gölgeli tasavvurlar ile doludur. Ve keşfe ait ilim ile, isme ve fikre ait ilmin büyük farkları bundandır. Demek ki, Cenab-ı Allah ile melekleri n önceki konuşmaları hiçbir
isim ve vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat hakikat vechi üzerinde vaki olan bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları, tesbihleri, takdis (kutsama)leri, bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir ki bununla, asıl kelâm sıfatının vekalete ait olan cereyan tarzındaki fark, açıktır. Şu halde meleklerin bilmedikleri ve bildiklerinde eksikleri bulunabilirse de hataları ve cehl-i mürekkeb (bilmediğini bilmedik)leri olmaz. Ve bunun için denilmiştir ki, melekler ancak nass (d i nî delil) ile amel ederler. Beşer ise istinbat ve kıyas kuvvetine, gücüne sahiptir. Yukardaki ifadelerinde de açıktan yetenek iddiasında bulunmamışlar ve yeni anladıkları meseleyi eksik olarak görebilmişler ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söyl e diklerinde de hakikatın bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini bilmeme kabiliyeti de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet değeri ile ilgilidir. Şeytan bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi kelâm, esas itibariyle hakkı ve doğ r uyu bilme konusudur ve onun vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve delaletinde de ciddiyet vardır, fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile yalan söylenir. Sonra kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam ve vekalete ait suretler ile, karışmış o l an fikre ve tasavvura ait suretler bizzat hak ilim yerine konulur. Ve hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz ve hepsinin ötesinde hak istenmez ve araştırılmaz; vekaletin tabiatı, bir asalet kabul edilir. Ve o zaman insanlığın bütün şer ve fesadı b a şlar. Halbuki Cenab-ı Hak, Adem'in fıtratını, kendi sıfatından hem ilim ve hem kelâm sıfatlarına mazhar kılmış ve kendine isimleri öğrettikten sonra meleklerin karşısında yeteneğini isbat için bir de imtihan yapmıştır.
33-Melekler aczleri (güçsüzlükl eri)ni itiraf, ilim ve hikmeti teslim edince Rabbın: "Ey Âdem, bunlara şunların isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve halifenin kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.
"Âdem" isminin "üdme"den veya "edîmü'l-ard"dan türemiş (ef'alü) vezninden Arapça bir kelime olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî (yani Arapça olmayan) ve (fâalü) vezninde olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî, Ebu's-Suûd ve diğerleri gibi muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur. İmam Şa'bî bunun "azer" ve "a'zer" gibi İbra n î dilinden olduğunu ileri sürmüş, Süryanice'de de "Adem"in "toprak" demek olduğunu söylemiştir. Bazıları da bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna ileri sürmüştür ki, bu şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla daha uygun olmuş olur. Arapça ise ö zel isimlik ve fiil vezninde olduğundan dolayı; Arapça olmadığına göre de özel isimlik ve ucme (aslı Arapça olmayan) kelimelerden olduğundan dolayı gayr-i münsarif (cer ve tenvini kabul etmeyen)dir. Ve her iki takdirde bir cins ismi olmayıp, özel
isim oldu ğu muhakkaktır. Âdem beşer, insan gibi cins ismi yerinde kullanılacak olursa çoğulu "avadim" gelir ve o zaman çoğulu gayr-i munsarif olursa da, müfred (tekil)i munsarif (cer ve tenvini kabul eden) olmak ve "raeytü âdemen" demek gerekir ki, "âdemiyen" " (ferden min benî âdem = ) demektir. Ve doğrusu hariçte her cins ismi başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid (tek), çoğa -tabiatiyle- mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka İbranî ve Süryanî'de bu ismin çeşitli lehçelerinin bulun d uğu anlaşılıyor. Sâbiede isminin bile Arapça olmayarak, bu isim ile bir ilgisi görünüyor. Bununla beraber Ebu'l-Beşer (beşerin babasın)in çeşitli dillerde başka başka isimlerle yad olunduğu da nakl ediliyor. Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de açıkla m asına göre Mecûsîlerden Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir" derler. Ve Keyumers'in Âdem olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür. Fakat diğer tarihçiler buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde "mecusun Ceyumers dediği Hz. Âdem'dir." d i ye zikreder. En açığı, Adem isminin beşerin ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması gerekecektir.
İşte Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de bu emir ile imtihan etti ve Âdem onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun üzerine Âdem o arzolunan şeyleri isimleriyle onlara haber verince: Rabbın meleklere: "Ben size her halde ben semaların ve arzın gaybını bilirim demedim mi? Ve siz ne açıklıyor ve ne gizliyor idiyseniz onu da bilirim." buyurdu. Ve bununla önceki "ben sizin bilmed i klerinizi bilirim" yüksek sözünün mânâsını genişletti ve açıkladı. Bundan anlaşılır ki icmâl (kısaltmak) hakikatte tafsilin aynıdır. Şu da anlaşılır ki, meleklere olan kelamın hakikati ancak mânâdan ibarettir. Lafza ve isme ait suretler değildir, yoksa ic m ali söyleyen tafsîli söylemiş olmazdı. Yukarda hatırlattığımız üzere bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu şey) de genel değil özel, yani bu meyanda bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk eden hilafetin sebeplerini açıklamak, hikmet ve kudreti ortaya çıkar m aktır ki; "İşte sizin başlangıçta anlayamadığınız hikmetin sırrı ve liyakatin sebepleri budur." demek olur. Cenab-ı Allah bütün ilâhî sanatını böyle sebeplere ve gizli hikmetlere bağlamıştır. Fakat ona karşı hiçbir sebep ile yetenek ve hak etme davasına k a lkmakta da hak yoktur. Çünkü o bir şey murad ederse böyle yeni sebepler yaratır ve neticesini de o suretle ihsan eder. Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri yaratan)a sebeb ile hak iddiasına kalkışmak mânâsız olur. Aslî ve hakiki sebep
ancak onun iradesidir, hikmet de onun gereğidir. Görülüyor ki Cenab-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu meleklerine istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş ve malum cevap üzerine onu isimleri öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile beraber imtihandan geçirip, m e leklere güçsüzlüklerini açıklatmış ve ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiş ve meleklerin devamlı tesbih ve takdis göreviyle meşgul olması, bu yeni makama liyakatleri için yeterli sebep olmadığını da göstermiş ve nihayet onları Adem'e boyun eğdirmek için h azırlamıştır.
Hasılı bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli tarzı büyük bir açıklık ve pek ince bir üslub ile anlatılarak insanın aslî fıtratında dürülmüş olan enfüsî (subjektif) ilâhî nimetler hatırlatılmış ve bununla ilâhî rububiyete bilgi temin edildikten sonra gıyabtan mütekellim (konuşan)e iltifat (dönme) yoluyla sonrası da ayrıca bir hatırlatmaya tabi tutulmuştur. Şöyle ki:
34- dördüncü nimet olarak o vakit de hatırla ki biz meleklere: "Âdem'e secde ediniz." diye emrettik de İblis'den başkası derhal secde ettiler. O dayattı ve kibirlendi yahut<D> melekler hemen secde ettiler. Fakat İblis dayattı ve kibirlenmek istedi. ve esasen kâfirlerden idi. Kehf sûresinde geleceği üzere aslı Cin denilen gizli yaratıklardan idi ki, bunların kâfir l eri de vardır. Bu emir üzerine itaattan dışarı çıktı, kâfir oldu. Sonucun böyle olacağını da Allah Teâlâ ilâhî ilminde biliyordu. Bu itibarla kaderde, kâfirler defterinde kayıtlı bulunuyordu. Yoksa İblis'in Âdem'e secde emrine kadar küfrü geçmemişti. "Ra b b'inin emrinden (dışarı) çıktı." (Kehf, 18/50). Fakat Allah böyle bildiği için o kâfir olmadı, o kâfir olacağı için Allah onu öyle biliyordu ve öyle takdir etmiş idi. Hakikaten İblis kibirlenmek istedi. Nefsinde mümkün olduğu halde, itaati seçmedi ve o z a man bilfiil kâfir oldu. Şu halde kelimesi "idi" mânâsında değil, "oldu" mânâsına kullanılması da mümkündür. Görülüyor ki İblis, Allah'ı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmemesi dolayısıyle kâfir olmuş ve buna göre farz olan herhangi bir vazifeyi y a pmayanın küfrüne hükmedenler bulunmuştur. Fakat âlimlerimiz diyorlar ki, İblis'in küfrünün sebebi, yalnız emre itaat etmemesi değil, onu beğenmemesi "Ben ondan daha hayırlıyım." (Sa'd, 38/76) diye
kibirlenerek kendi kıyasıyle tenkit etme (eleştirme)ye kalkışmasıdır. Ve akaid ve fıkıh kitaplarındaki tekfir (küfre nisbet etmen)in bir kısmı da bu esasa dayanmıştır. Bunda "Onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar." (Bakara, 2/27) âyetiyle yerilmesi vardır ve daha şiddetli dir.
Aslen lügatta "secde", son derece tevazu ile alçalıp baş eğmektir ki, "kibr"in tam zıddıdır. Dînen de alnını yere koymaktır ki, ta'zîm (büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Ve ondan daha özeldir. Zira önceki, ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir. Şer'î mânâsında ibadet kastını ilave etmeye lüzum yoktur. Çünkü secdenin ibadet olması için niyet şart ise de, secde olması için şart değildir. Bununla beraber dile ve şeriate ait her secdede bir alçalma, ta'zim ve itaat vardır. Bun u n için Allah'dan başkasına secde etmek dinî bakımdan küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve itaat etme olduğu cihetle, yalnız kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba meleklerin secdesi hangisidir? Kur'ân'a mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak gerek i r ve melekler cismanî şekilde de görülebileceklerinden "alın koyma" (vaz-ı cephe) mânâsı mümkündür. Bununla beraber meleklerin secdesini kendi hakikatleri ile uygun olarak düşünmek ve hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle bir fiilî tasdik halinde kabul etmek daha uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı gösterme olmakla beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir ibadettir. Bununla melekler ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi bakımından Âdem'e hilafet mertebesine uygun bir şekilde hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde ( s öz verme) bağlanmış demek olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil, fakat hilafete hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır. Hasılı bu secde Âdem'e bir ibadet değildir.
İşte insanlar böyle bir babanın evladıdır ve kendileri onun halefi, onun halifesidirler. Bu nimeti bilmeli, bu kardeşliği takdir etmeli ve hiç biri âlemde asalet iddiasıyle kendi hesabına yaşamaya çalışmamalı, büyük bir kardeş topluluğu halinde yaşamalı ve yaşamak için kendi hükümlerini değil, Allah'ı n hükümlerini, Allah'ın emirlerini, kanunlarını tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de kendilerine hizmet edeceğinden ümitli olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve kibirlenen İblis'in tâbilerinden olmamalı, yaratılışını değiştirmemelidir. Cenab-ı Allah burad a İblis'in dayatma ve kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun benzerleri olan ve ilâhî emre boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki kesin hukuku teslimden çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için sevk edildiği şey b u dur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret yeri (Medine) etrafında bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz. Peygamberi
ve sıfatını biliyorlardı ve peygamber olarak gönderileceğini yayıyorlardı. Böyleyken hased sebebiyle ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük taslarlardı. İbnü Cerîr burada der ki: "Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine işaret etmek suretiyle İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve nesebde başka olduğu halde, din ve millette onların kolundan saydı". Şu halde İbli s ile kâfirler arasında başka yönden benzeyiş aramak lüzumsuzdur."
İblis ismini ilk tefsircilerden bazıları (iblâs) masdarından Arapça bir isim olarak göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve kederli olma mânâlarına gelir. İblisi de Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün hayırlardan ümidini kesmiş, taşlanmış, bir şeytan kılmıştır. O halde İblis, hayırdan son derece ümitsiz demektir ve i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin hükümlerine tabi tutulmuş ve gayr-i münsa r if (cer ve tenvin olmayan) olmuştur. Fakat böyle olması daha çok gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi A'cemî (Arapça olmayan)dır. Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir. Muhakkıkîn (kıritikçiler) bunu böyle söylemişlerdir.
Bu secde kıssası burada geçen kıssaya atfedilerek ayrıca zikrolunmuştur. Bundan da bu secdenin "Onu düzenle(yip insan şekline koydu)ğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın." (Hicr, 15/29) âyetindeki şarta bağlı emirle ilgisi bahis konusu olmuştur. Biri ş a rta bağlı olarak yaratılmadan önce, diğeri de sonuçlandırma ile ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir var. Acaba secde de bir mi, iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı? Buradaki "secde ediniz" sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu, d i ğeri de tesviye ve ruh üflemeyi takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd "ceza fâ"sının takip ifade ettiğine ilişerek secdenin öğretimden sonra ve sonuçlama emri ile ilgili yapıldığında ısrar ediyor. Râzî de önce ve şarta bağlı emir ile yapıldığını ifade e d iyor ve secdenin birkaç defa olduğunu kabul eder görünmüyor. Bu arada açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın tahakkuku üzerine, geçen şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine getirilmesi olduğudur. Bunun gerek takdiri ve gerekse tekvini (yara t ması), isimlerin öğretiminden, imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh üflemesinin toplamından geri kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan ruh üflemesinin tamamı cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh üflemekten maksat, diri olması değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.
Başlaması değil, kemalidir. Şu halde yerindedir. "secde ediniz", onun sonuçlandırarak teveccühüdür. Âdem'in gerçeği ruh (nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh üflemenin mânâsı, ruhun üflenmesidir. Adem'e ait hayat, asıl bundadır.
35-Burada İblis'in özellikle azarlanma macerası bırakılmıştır. Çünkü kıssanın sevkedilişi, bilhassa Âdem'e ve Âdem oğullarına olan fıtrî (yaratılıştan olan) nimetleri hatırlatmaktır. Bu şekilde melekler ile Âdem arasındaki macera açıklandıktan sonra, şimdi de takdirdeki o imtihan ve teveccühün meyvesi ve İblis ile olan macerası açıklanmak ve Âdem'in yaratılışındaki günah ve itaatsizliğin geçici olduğu hatırlatılmak için daki ya atfedilerek buyuruluyor ki: bir de demiştik ki, "ey Âdem!. Sen ve eşin (zevcen) şu cennette oturunuz." "Çift" demek olan zevc, asıl Arapça'da çiftin her tekine, hem erkeğe ve hem dişiye de söylenir. Demek ki, bu sırada Hz. Âdem'in bir de zevcesi (eşi) yaratılmış bulunuyordu ki, bu da ayrıca ilâhî bir harika (olağanüstü bir olay)dır. İnşaallah bunun açıklamasını da ilerde, bu cümleden olarak Nisâ sûresinin baş âyetinde göreceğiz.
Acaba bu cennet yeryüzündeki cennetlerden biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur. "Filistin'de yahut Fâris ile Kirmân arasında bir cennet idi. İnişi de oradan Hindistan'a nakliydi." denilmiştir. Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile söylenmiştir: Çünkü Âdem'in yaratılışı yeryüzünde olduğunda ittifak vardır ve bu kıssada semaya yükselmesi zikredilmemiştir. Olsa idi öncelikle hatırlatılı r dı. Bir de cennet-i huld (ebedi cennet) olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi. Fakat bu tahmin, göründüğü kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne inişi, yeryüzünde ortaya çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine devamlı oturmak i çin girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır. Şu halde "Cennet", ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut, fakat dünyada görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince Kur'ân dilinde bilinen budur. Âdem'in cennette oturma s ı hali, ahiret âleminin meydana gelişine benzer bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir. Yeryüzü ile onun arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum yoktur. O da aynı feza içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilec e k olan söz: Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki unsurlara ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili hücreciğin esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i Arabî'nin bir deyişin e göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.
Cenab-ı Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle beraber bu cennette otur. ve bundan bol bol yiyiniz nerede isterseniz orada yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız, bundan yemeye kalkışmayınız ki zalimlerden olursun uz.
Zulüm, haddini aşıp bir hakkı, yerinden başkasına koymaktır. Demek ki Cenab-ı Hak Âdem'e cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, ona yine bir sınır tayin etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini de bildirmiştir. Bu, şunu ortaya çıkarır ki, insanlıkla ilgili hilafet mutlak değildir. Ve bunun özel bir sınırı vardır ki, tecavüzü zulümdür. O sınırı tayin eden bu şecere (ağaç) ne idi? Doğrusu bunu Allah Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle bildirmemiştir ve ancak bunun cennett e belli ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olmak özelliği bulunduğunu anlatmıştır. Demek, fazlasını bilmemizde Allah katında bir fayda yoktur. Ve şimdilik mümkün değildir ve tahkikçi (kritikçi) tefsircilerin seçeneği budur. Bun u nla beraber buğday veya üzüm veya incir olduğu hakkında bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli, "bür" yani buğday demişler; Vehb b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir cennet buğdayı ki, tanesi sığır yüreği gibi, kaymaktan lezzetli, baldan tatlı" diye bir tabi r nakledilmiştir. İbnü Abbas ve daha bazılarından "sünbüle" (başak) diye rivayet edilmiştir. "Dünyada evladına rızık kılınan başaktır." tabiri dahi naklediliyor. İbnü Mesut'dan asma, üzüm ağacı ve bazılarından incir tabiri vârid olmuştur. Bu meyanda şu tab i r de vardır: "Bu öyle bir ağaçtır ki, melekler hulûd (ölümsüzlüğe ermek) için bununla kaşınırlar." Bunların bir temsilî mânâyı ifade ettikleri de açıktır. Nitekim cennet meyvelerinin birbirine benzemesi meselesi geçmişti. Hıristiyanlardan rivayet edilen t e lakkiye göre, bunun kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinaye olduğudur. Hıristiyanlıktaki ruhbaniyet (yani evlenmemek), evlenmemeyi ibadet ve sevap itikat etmek önermesinin bu telakkî ile ilgili bulunduğu da sanılır. Fakat Kur'ân'ın metni buna m ü sait (uygun) görünmüyor. O zaman mânâsız kalır. "birbirinize yaklaşmayınız" demek, hem yeterli ve hem açık olurdu. Bu şekilde Âdem'in ilk evlenmesi gayr-i meşru (dine uymayan) olması gerekiyor. Şüphesiz bizce daha uygun olan bu konuda tevakkuf (durma k)dur. Biz o ağacı tayin edemeyiz. Ancak şu kadar düşünebiliriz ki, ondan yemek, vekilliği unutmak ve asalet davasına kalkışmak duygusunu verir. Bu da insanın aslî yaratılışından değil, şeytanın telkininden başlar. Bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise, kurtlu incirdir. Ve her halde bir hamri (sarhoş ediciliği) vardır. Ve o hamr aklı alır ve Allah'ı unutturur. Cennete bu, yenilmek için
değil, tahdit (sınırlama) ve kulluk için konulmuştur. Bununla beraber biz: "Dünya sevgisi, her hatanın başıdır" hadis-i şerifinde bu yasak ağacı tayin eden bir delalet buluyoruz. Demek Âdem o zaman dünya sınırına yaklaşmamak emri almış ve Âdem bundan, yaratılışının gereği olarak yememiştir. Fakat Hamze kırâetinde 'dır ki, önceki = z elle'nin if'âl bâbı olan = izlâl'den, ikincisi = izâle'dendir.
36-Bu iskân (oturma) üzerine o şeytan, o İblis ikisinin de o ağaç yüzünden ayaklarını kaydırdı, yahut ikisini de cennetten kaydırdı. Zira o zaman şeytan kovulmuş bulunuyorsa da Âdem'i ve Âdem'in çocuklarını azdırma imkanı kaldırılmamış idi. Çünkü Âdem'e özgü şeref asıl bununla ortaya çıkacaktı, hilafet tasarrufu bizzat bununla tahakkuk edecekti. Bu imkandan dolayı şeytan ne yaptı yaptı, cennete bile girebildi de bunları bulundukları yerde n veya nimet halinden çıkardı, cennetteki kendilerine ait fıtratlarına bir değişme ârız oldu, biz de dedik ki haydi ininiz ve o halde ininiz ki bir kısmınız, bir kısmınıza zulüm ve tecavüz edecek düşman ve sizin için yeryüzünde bir zamana (yani ölü n ceye) kadar geçici bir oturulacak yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak da bir hak olsun. Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Ve cennette oturma bunun bir başlangıcı idi. Fıtratınızdan hariç olan şeytanın kandırmasına bakılmasaydı, bu yeryüzüne daha başka sağlam bir şekilde gelmek de mümkündü. Bu hata üzerine yeryüzüne gelip, hiç faydalanma hakkına sahip olmamak da mümkün idi. Halbuki ilâhî yardım bu emri verirken, bu lütfu da esirgememiştir. Ve insanlık dünyaya böyle bir hak lütuf i le birlikte bir felaket içinde doğmuştur. Takdir, bu felaketin imkanını kaldırmamış, fakat bunu şahısla ilgili de kılmamıştır. Felaket sebebi geçicidir.
37-Nitekim bu emir verildi ve verilir verilmez, Âdem de Rabbinden derhal birkaç kelime aldı. Burada "bizden" buyurulmuyor da "Rabb'inden" buyuruluyor. Çünkü inme emriyle beraber Âdem hitap mevkiinden (ikinci şahıslıktan), gıyaba (üçüncü şahıslığa) inmiş bulunuyordu. Fakat halife olmak üzere takdir buyurulan Âdem'in fıtratından, ilim ve isim güçleri yok edilmemiş idi. Vuku bulan hata, henüz tabiat (huy) olmamış idi. Bu felaket üzerine derhal Âdem bu yaratılışıyle Rabbine döndü ve ondan kendisine bazı kelimelerin telkin edilmekte olduğunu anladı ve o kelimeleri karşılayıp aldı, kabul etti ve onlarla amel e tti. Çünkü "telakkî" kelimesi, "lika"dan alınmış olarak, karşılayıp almak ve aldığına sarılmaktır. Âdem'e bunlar, "tasavvur" dediğimiz lisana ait suret ile karışmış, vekalete özgü bir ilim
altında keşfî bir ilim, bir hakiki şuur anlatıyorlardı. Bu kelimeler nelerdi? A'râf sûresinde gelecek olan "(Âdem ve eşi) dediler: "Rabbimiz, biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23) kelimeleri idi. Bundan başka şunlar da nakledilmiştir:
1- "Allah'ım sana hamdinle tesbih ediyorum. Senin ismin mukaddestir. Senin şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur. Ben nefsime zulmettim, beni bağışla. Senden başka günahları affeden yoktur."
2- İbnü Abbas hazretlerinden rivayet olunduğuna göre şu münacât (dua) cereyan etmiştir: "Ey Rabbim, sen beni kendi elinle yaratmadın mı? -Evet. Ey Rabbim, senin rahmetin öfkeni geçmiş değil midir? -Evet geçmiştir. Ey Rabbim, ben tevbe eder ve halimi ıslah edersem sen beni yine cennetine döndürür müsün? - Evet döndürürüm."
Ve bu meâlde bazı âyetler daha vardır.
Düşünülecek olursa bunların hepsi, âyette aynı mânânın ifadesine dayanmaktadır ki, bu da ilk yaratılış gereği bütün varlığıyle Allah Teâlâ'ya yönelmek ve O'nun ârızalar ile kesintiye uğrayan rahmet ve lütfunu, öfke ve dalaletten uzak olarak tekrar celbetmek için iman akdini yenilemek suretiyle, kalb ile, söz ile ve fiille tevbe etmeye ve kurtuluşa dönmektir. Ve bunda dinin aslı yer almıştır. Bizim dünyada din ve imanımız, ilk yaratılışta takdir e d ilmiş olan rahmete ve iman akdine nazaran bir tevbe ve bir rücu' (dönüş) mânâsındadır. Ve insana mahsus saadet, günahları kendisine huy edinmemek için daima tevbe ve istiğfar üzere bulunmaktadır. İnsanı ümitsizlendirecek şey, farzedelim vaki olan bir güna h değil, günahta ısrar etmek ve tevbeyi unutarak şeytana uymayı huy edinmektir. İnsan Allah'ına, fıtratına iftira etmemeli, şeytana ve şeytanlığa karşı mücadele etmelidir. Nitekim Hz. Âdem, hatanın neticesi olarak yeryüzüne çıkınca, Allah'ın lütfuyla kendi n i topladı ve yaratılışı gereği aldığı kelimelerle amel etti, kusurunu itiraf ile imanını arz etti ve: "Ya Rab, beni kendime bırakma!..." diye yine hilafetini yalvararak istedi de Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat etti, tevbesini kabul etti. Zira s enin Rabbin olan Allah, tevbeleri kabul eden, merhamet edendir ve hem tevbeleri kabul eden ve merhametli olan O'dur. O, o kadar merhametli bir Allah'dır ki, kulunu bir kere terkedivermekle ilel'ebed terkedivermez. Kulu dönüp tevbe ettikçe, İblis gibi ısra r etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz olarak bakar, bir oldu,
iki oldu, nihayet üç oldu, "yetişir artık" demez, sayısız olarak döner bakar, çünkü Rahim (çok merhametli)'dir. Tevbe, esasen rücu' etmek, geçmiş asla dönmek demektir. Şu halde kula nisbet edildiği zaman geçici olan günah halini bırakıp, aslî olan düzgün haline dönmek demek olur. Allah'a nisbet edildiği zaman da geçici olan öfke nazarından, aslî olan rahmet nazarına dönmek mânâsını ifade eder. Bunun için tevbenin şer'î mânâsı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup, bir daha yapmamağa azmetmesi, Allah'ın da bu tevbeyi kabul ile günahı mağfiret etmesi diye açıklanır.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...