16 Kasım 2012

HAK DİNİ KURAN DİLİ AL-İ İMRAN SURESİ BEŞİNCİ BÖLÜM


Meâl-i Şerifi
60- Bu hak (gerçek) senin rabbindendir, o halde şüphecilerden olma.
61- Sana (gerekli) bilgi geldikten sonra artık kim bu konuda seninle tartışacak olursa, de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra da lanetleşelim; Allah'ın lanetinin yalancılara olmasını dileyelim".
60-61-Bu âyete, mubâhele (lanetleşme) âyeti denir ki, "Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin." diye karşılıklı olarak lanetleşmek demektir. Yukarda açıklandığı üzere Necran delegeleri müzakere esnasında reylerinin sahibi olan reisleri Âkıb Abdu'l-Mesih'in reyi ile bu lanetleşme teklifini kabul edemediler. Onlar üzerinde en kuvvetli hüküm bu oldu, bir anlaşma ile İslâm d e vletinin uyruğuna girmeyi kabul edip gittiler. "Haklarımıza sahiptirler, müslümanların yükümlülükleriyle de sorumludurlar."
İşte Âl-i İmran (İmran ailesi) kıssasının gerçek aslı:
Meâl-i Şerifi
62- İşte (İsa hakkında söylenen) gerçek kıssa budur. Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Muhakkak ki Allah çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.
63- Eğer (haktan) yüz çevirirlerse, şüphesiz ki Allah bozguncuları çok iyi bilendir.
63- Gelelim Âl-i İbrahime (İbrahim ailesine) ve Muhammed aleyhisselâm ile ilgili seçime:"Allah'tan başka tanrı yok. O, güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah katında din, ancak İslâm'dır." (Âl-i İmrân, 3/18-19) olduğu akılla ve nakille, ilimle ve hikmetle kuvvetli bir şekilde sabit olduktan sonra, şimdi bozguncuların itir a zına bakmayarak, kelimeleri dağıtmayıp toplamalı; dağınık, farklı kelimeleri, çeşitli ihtilafları bırakmak ve en sağlam olan ittifak şeklini almak suretiyle İsa kelimesinin, Âdem kelimesine döndürülmesi ve her ikisinin ortaksız yaratıcı ve emredici bir Al l ah'a teslim olma ölçüsünde tevhidi gibi hakkıyla tevhid etmeli ve buna göre Âdem'in en güzide sülalesi olan İbrahim soyunda bilhassa Âl-i İbrahim (İbrahim ailesi) denilen şûbe ile Âl-i İmran (İmran ailesi) denilen ve ihtilafa düşmüş bulunan şûbeler arasın d aki eşit ve üzerinde ittifak edilen bir hak kelimesine davet etmelidir.
Bunun için ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
64- De ki: Ey kitap ehli! Sizinle bizim aramızda ortak olan bir söze geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: "Şahit olun biz müslümanlarız".
64-Burada çeşitli vicdanların, muhtelif milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların, temelli bir vicdanda, hak bir sözde nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık âleminde ne kadar geniş, ne kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu öğretmiş olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı tam olarak gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş, daha hakim hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Dinî gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil, bütünlüğünde ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik d a vasının esası bu bir kelimede, bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm anahtarı buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün hareketlerimizi bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim. Allah ' ı bırakıp da onun gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız olmasın; hepimiz Allah'a kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim; birbirimize de ancak bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin hakkına tecavüz etmeyelim; Allah'ın onu görevlendirdiği vazifeye de Allah
için itaat edelim. Asıl anlaşma ve asıl vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca, her anlaşmazlık, hak düşüncesi ve hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir kimsenin şahsî isteği hakim olmaz. Buna göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da Allah'ın bir kulu ve bir elçisi tanıyalım. Aynı şekilde papalar, krallar, başkanlar hep böyle, birbirine Allah'a itaatları ve hakkı araştırmaları açısından bakalım.
Ortaya atılan bir soruya karşı Resulllah (s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve hıristiyanlar)dan iman edenlere: "Siz hani papaların ve diğerlerinin sözlerine, yalnızca onların sözleri olduğu için itaat etmez miydiniz? İşte o, onları rab edinmektir." buyurmuştur. Burada sözün gelişi en çok Hz. İsa'ya "rab" diyen hıristiyanlara yönelik t ir. Bugün bazı İncil tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek olduğu gösterilmişse de akide-i teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli olamaz. Hatta, "Ona kitabı ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin delaletine göre gerçek öğretici yine Allah'tır.
Fakat kitap ehli, Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan hoşlandılar, İmran ailesi ile İbrahim ailesi arasında bir birlik yönü olan İbrahim'i bile, her biri kendilerine bağlayarak "yahudi idi" veya "hıristiyan idi" dediler. Bunlara karşı cevap olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
65- Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Siz hiç düşünmüyor musunuz?
66- İşte siz böylesiniz. Haydi biraz bilginiz olan şey hakkında tartıştınız, ya hiç bilginiz olmayan şey hakkında niçin tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.
67- İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyandı; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi.
68- Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da müminlerin dostudur.
65-66- Yani Tevrat ve İncil'den, bir dereceye kadar, bilginiz bulunan Musa ve İsa, hakkında hiç malumatınız bulunmayan Hz. İbr ahim.
67- "Fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslümandı, müşriklerden de değildi." Şu halde ne yahudilerin, ne hıristiyanların, ne de müşriklerin İbrahim'i, ne ırk bakımından, ne de din bakımından kendilerine bağlamaya, kollarından saymaya hakları olmadığı gibi, bunlardan ırk yönünden mensub olanların da kendilerini temiz bir müslüman-muvahhid olan İbrahim'in aile ve tabilerinden saymaya hakları yoktur ve mücadeleleri bilgisizcedir. Onlar "Zalimlere ahdim ermez." (Bakara, 2/124) âyetinin hük müne dahildir.
68- "Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenlerdir." Seçime giren İbrahim ailesi işte bunlardır: İbrahim'in dinine uyanlar, şu şanı ulu peygamber Muhammed Mustafa ve buna iman edenlerdir. İlahî ahde ve imamete (önderliğe) nail olacak olanlar, her halde, bunlardır. Çünkü "Allah, müminlerin dostudur."
Kitap ehlinin bir kısmı müvahhid (Allah'ı birleyen) ve müslüman olmak şöyle dursun müminleri sapıtmaya çalışıyorlar. Nitekim yahudiler, Huzeyfe, Ammar, Muaz gibi büyük sahabileri yahudiliğe davet etmeye cesaret ettiler de şu âyet indi:
Ey müminler!
Meâl-i Şerifi
69- Kitap ehlinden bir grup sizi saptırmak istediler, halbuki sırf kendilerini saptırıyorlar da farkına varmıyorlar.
69-Bunların, haberleri olmadan kendilerini nasıl saptırdıkları da şu hitap ile anlatılıyor:
Meâl-i Şerifi
70- Ey kitap ehli! (gerçeği) gördüğünüz halde, niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
71- Ey kitap ehli! Niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz?
70-Bakınız bunların bir kısmının karıştırmalarına ki, Hayber veya Ureyne yahudileri hahamlarından on iki kişi anlaşmışlar, birbirlerine: "Haydi bir gün sabahleyin laftan ve yalnız dil ile Muhammed'in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık ve bilginlerimize de danıştık, şimdi Muhammed'in (Tevrat'ta anlatılan) o peygamber olmadığını anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip çıkınız. Böyle yaparsanız Ashabı da şek ve şüphe y e düşerler." demişlerdi. Aynı şekilde Kıblenin değişmesi meselesinde Ka'b b. Eşref isimli yahudi hahamı da kendine uyanlara, kıbleye karşı günün başlangıcında namaz kılmayı ve sonunda caymayı telkin etmişti ki, şu âyet bunları haber veriyor:
Meâl-i Şe rifi
72- Kitap ehlinden bir grup: "Müminlere indirilene günün başlangıcında inanın, sonunda da inkâr edin, belki onlar da dönerler." dedi.
73- "Ve kendi dininize uyanlardan başkasına inanmayın" (dediler). De ki: "Şüphesiz doğru yol, Allah'ın yoludur". (Onlar kendi aralarında): "Size verilenin benzerinin hiçbir kimseye verilmiş olduğuna, yahut Rabbinizin huzurunda sizin aleyhinize deliller getireceklerine" (de inanmayın dediler). De ki: "Lütuf Allah'ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah, rahme t i bol olan, her şeyi hakkıyla bilendir".
74- Rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve kerem sahibidir.
72-73-74-Fakat kitap ehlinin hepsini böyle ahlâksız sanmamalıdır. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
75- Kitap ehlinden öylesi vard ır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana eksiksiz iade eder. Fakat öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, "Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan bize vebal yoktur." demelerinden dol a yıdır. Ve onlar, bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.
76- Hayır, kim sözünü yerine getirir ve kötülüklerden korunursa, şüphesiz Allah da korunanları sever.
77- Allah'a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur; Allah kıyamet günü onlarla hiç konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için acı bir azab vardır.
75 -76-77- "(Kitap ehlinden) öyle kimseler vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana geri verir." Yahudi bilginlerinden olup Peygamber'e iman eden Abdullah b. Selam Kureyş'ten birinin emanet bıraktığı bin ikiyüz okya altını eksiksiz teslim etmiş idi ki, okya kırk dirhem itibar ediliyor. "Yine onlardan öylesi vardır ki, ona bir dinar em a net etsen onu sana geri vermez." Nitekim yine yahudilerden Fenhas b. Âzura diğer bir Kureyş'linin emanet bıraktığı bir dinarı inkâr etmişti. Bir dinar, (aslı dinnar) yirmidört kırat, yani bir miskal itibar edilir. Bu hainliğin sebebi de: "Adam sen de, ü m mîlerin, okuyup yazması olmayanların hakkı mı olurmuş? Vesikası, yaptırma gücü bulunmayan ve hele dini ayrı olan kimselerin hakkını yemek helaldir." inancında bulunmaları olduğu gösterilmiştir. Bu âyetin içeriğine işaret ederek Malik b. Dînâr hazretleri d e miştir ki: "Dinnar kelimesi, 'din' ile 'nâr' kelimelerinden oluşmuştur. Hakkıyla alınca 'din' olur, haksız alınca da 'nâr' (ateş) olur".
Bir de kitap ehli içinde, kitap adına ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyerek propagandalar yapan ve insanları Hak'tan ayırıp batıla saptırmak, kula kul etmek istiyenler vardır. Şöyle ki:
Meâl-i Şerifi
78- Kitap ehlinden öyle bir güruh da vardır ki, siz onu kitaptan sanasınız diye, dillerini kitaba doğru eğip bükerler. Halbuki o, kitaptan değildir. "Bu, Allah katındandır." derler; oysa o, Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler.
78-Halbuki Allah'ın kitap ve peygamberlik verdiği bütün nebiler ve resuller, bunların isnat ettikleri yalanlardan uzaktırlar. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
79- İnsanlardan hiçbir kimseye, Allah kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik verdikten sonra, kalkıp insanlara: "Allah'ı bırakıp bana kul olun." demesi yakışmaz. Fakat onun: "Öğrettiğiniz ve okuduğunuz kitap gereğince Rabb'e halis kullar olun" (demesi uygundur).
80- Ve O size: "Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin." diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size hiç inkârı emreder mi?
81- Allah peygamberlerden şöyle söz almıştı: "Andolsun ki size kitab ve hikmet verdim, sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde ona muhakkak inanacak ve ona yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?" demişti. Onlar: "Kabul ettik" dediler. (Allah da) d e di ki: "Öyleyse şahit olun, ben de sizinle beraber şahit olanlardanım".
79-80-81-Allah bütün peygamberlerine kitap ve hikmet verirken hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştır. Bunlar arasında, önce gelenden sonra gelene, sonra gelenden öncekine böyle karşılıklı ve ilâhî şahitlik altında kabul edilmiş bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi, kendilerini tasdik eden Muhammed Resulullah'a iman ve yardım için Hak Teâlâ'ya söz vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin hükmü budur.
Şu halde:
Meâ l-i Şerifi
82- Artık bundan sonra her kim dönerse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.
82-Şimdi peygamberlerin fâsık olmaları, Allah'a itaatten çıkmaları ihtimali var mıdır? Haşa! Öyle ise:
Meâl-i Şerifi
83- Onlar, Allah'ın dininden başkasını mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde ne varsa hepsi, ister istemez O'na boyun eğmiştir ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.
83-Hayır, gerek yükseklerde bulunanların ve gerek aşağıda bulunanların istiyerek
ve istemiyerek uyduğunu bilen ve hepsi Allah'a döndürülecek olan peygamberler hiçbir zaman Allah'ın dininden, Allah'a itaatten, Hakk'a teslim olmaktan başka bir istekte, bir davada bulunmazlar. "Allah'ı bırakınız da bize kul olunuz." demezler. Ve fakat: "Allah'ın öğrettiği kit a p ve okuduğunuz, okuttuğunuz derslerle 'rabbaniyyûn' Rabb'e halis kullar olunuz." derler ve öyle demişlerdir. "Rabbanî" kelimesi "Rabb" veya "mürebbî" (terbiye edici) mânâsına "Rabbe mensub"dur. (İlerde gelecek olan "Nice peygamberler vardı ki, beraberl e rinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar." (Âl-i İmran, 3/146) âyetine bak.)
Bütün bu hak âyetler anlaşıldıktan sonra, ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
84- De ki: "Allah'a, bize indirilen (Kur'ân)e, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya, İsa'ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere inandık. Onların arasında hiçbir fark gözetmeyiz, biz O'na teslim olmuşlarız".
85- Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan asla kabul edilmeyecek ve o ahirette de zarar edenlerden olacaktır.
86- İnandıktan, Peygamber'in hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine açık deliller geldikten sonra, inkâra sapan bir milleti Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah zalimler güruhunu doğru yola iletmez.
87- İşte onların cezaları, Allah'ın, meleklerin, insanların hepsinin laneti onların üzerlerindedir.
88- Onlar bu (lanetin) içinde ebedî kalacaklardır. Kendilerinden ne bu azab hafifletilir, ne de yüzlerine bakılır.
89- Ancak bundan sonra tevbe edip kendini düzelt enler başka. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.
90- Şüphesiz imanlarının arkasından küfreden, sonra da küfrünü artırmış olanların tevbeleri asla kabul olunmaz. İşte onlar sapıkların ta kendileridir.
91- Muhakkak ki inkâr edenl er ve kâfir oldukları halde de ölenler, yeryüzü dolusu altın fidye verseler bile hiç birisinden asla kabul edilmeyecektir. İşte dayanılmaz azab onlar içindir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
84-91-İşte ilâhî tevhidin zorunlu bir sonucu olmak üzere bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar Allah'a karşı değil, Allah'ın olmaları ve ancak Allah'a kulluk etmeleri yönünden iman edilmedikçe İslâm'ın ve tevhidin mânâsı tahakkuk etmez. Allah'a değil, kendine kul olmaya davet edenler Allah'ın peygamberi ola m az. Elçi ancak kendisini gönderene davet eder. Ve elçiyi inkâr etmek de göndereneni inkâr olur. Hak din olan İslâm'ın esası, bu tevhid imanı ile Allah'a teslim olmaktır. Bundan çıkmak, irtidad (dinden çıkmak), bunun dışındakiler küfürdür. İsterse bir peyg a mberi olsun diğerlerinden ayırıp inkâr etmek, peygamberliğin esasını inkâr etmektir. Peygamberliğin esasını inkâr etmek, bütün peygamberleriyle beraber Allah Teâlâyı inkâr etmektir. kısmı, a kadar müslüman olduktan sonra dinden çıkarak Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında inmiştir. Bunlar hakkında tevbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur. En çok tercih edilen mânâ şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan ümidini kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Hal b uki yeis halindeki iman makbul değildir. Bunun izahı, "Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip çatınca: "Ben şimdi tevbe ettim." diyenlere ve kâfir olarak ölenlere tevbe yoktur." (Nisa, 4/18) âyetidir.
Şimdi İslâm'ın amelle ilgili hükümlerine ve tatbikatına gelelim:
Anlaşıldı ki Allah katında makbul olan din İslâm'dan ibarettir. Ve İslâm'dan başka bir din arayanın dini kabul edilmez, sonu ziyan olur. Allah'a ve Allah'dan gelene tam bir iman ve teslimiyet bulunmadıkça ahirette hiçbir amel fayda vermez. Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altınlar nafaka vermiş olsalar da ahirette kendilerini kurtaramazlar. Fakat buna karşılık ilâhî yardıma ermek ve birr (büyük hayır) ve nimetlere ulaşmak istiyen ey müminler siz de:
Meâl-i Şerifi
92- Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça, gerçek iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.
92-Şu halde yalnız iman, tam, kâmil hayra, iyiliğe ermek için yeterli sebep değildir. İman ve ilimden sonra amel ve özellikle (Allah yolunda) sarfetmek ve harcamak da gerektir. Hem de bu harcamak ne kadar sevgili şeylerden olursa, o kadar kıymetli olur. Allah, harcanılan hoş veya nâhoş (güzel olmayan) herhangi bir şeyi bilir ve ona göre sevabını verir. Fakat asıl i y iliğe, yüksek hayra ulaşmak, sevilen şeylerden harcamaya bağlıdır. Bundan dolayı Bakara Sûresi'nde geçen "birr" ve "infak" âyetlerini (Bkz: el-Bakara, 2/3, 44, 177, 189, 215, 219, 261, 264, 265, 267, 270, 272, 273, 274.) hatırlamalı ve ona göre İslâm'ın h ükümlerini yerine getirmeye hazırlanmalıdır.
Birr: Bakara Sûresi'nde (Bakara, 2/177) âyetinde de açıklandığı üzere ihsan (iyilik etmek), geniş hayır, tam hayır demektir. "Birr" ile "hayır" arasında şöyle bir fark da göstermişlerdir: "Birr", hayra ulaşan ve kastedilmiş fayda; "hayır" ise -kasıtsız bile olmuş olsa muhakkak faydadır. Birrin zıddı ukuk (isyan etmek), hayrın zıddı şerdir. Bununla beraber "birr", hıns (günah) karşılığı da kullanılır. Burada birr'e erişmek, hayır ve iyilik etme sıfatıyla sı f atlanmış olmak veya "İyiler mutlaka nimet içindedirler." (İnfitar, 82/13) âyetinin delaleti üzere iyiliğe ve ilâhî sevaba ermek mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir ki, ikisi birbirinden ayrılmazlar. "Allah asla sözünden dönmez." (Âl-i İmran, 3/ 9) âyeti gereğince Allah'a söz vermek ve anlaşmada tamamıyla ayak direyerek ilâhî vaade tamamen kavuşmak, ermek mânâsı, her ikisini de içine alır. Buna göre iman, dinin temeli; birr, dinin gayesi demektir. Hak tevhid, hayra erişmek: İşte din, bu iki esasın mahsulüdür. Ve bu şekilde bu âyet, kendisinden önceki iman konularının bir sonucu, kendisinden sonraki hükümlere dair konuların da mukaddimesi (başlangıcı) yerindedir.
Bilinmektedir ki, infak (harcama) denilince en başta zorunlu ihtiyaçlar, bunun başında da yiyecekler vardır. İslâm dini ise bu konudaki baskıları kaldırıyor. "Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yiyin." (Bakara, 2/168) diyordu. Yahudiler de İslâm'ın hükümlerini reddetmek için neshi inkârdan başlıyorlardı. Buna dayana r ak İslâm'ın helal ve haram meselelerine ve Peygamberimizin İbrahim milletine davetine karşı itiraz etmiş olmak için: "İsrailoğullarına haram olan şeyler, Nuh ve İbrahim zamanından beri haramdı." diyorlar ve Mescid-i Aksa'nın Ka'be'den daha eski ve şerefli olduğunu da iddia ederek, kıblenin değiştirilmesine de itiraz ediyorlardı.
Burada bir taraftan infak (harcama) dolayısıyla İslâm dininin yiyecekler hususundaki geniş iznini teyid, diğer taraftan İbrahim milletinin kuruluşunu düzenleme olmak üzere, bunlara cevap olarak buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
93- Tevrat indirilmeden önce, İsrail (Yakub)in kendisine haram kıldığı dışında, yiyeceklerin hepsi İsrailoğullarına helal idi. De ki: "Eğer doğrulardan iseniz, haydi Tevrat'ı getirip okuyun".
94- Kim bundan sonra Allah'a karşı yalan uydurursa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.
95- De ki: "Allah doğru söylemiştir. Öyle ise dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim'in dinine uyun. O, müşriklerden değildi".
93-94-95-Şu halde "nesih yoktur" davası bir iftira olduğu gibi, En'âm sûresindeki , "Yahudilere bütün tırnaklı (hayvan)ları haram kıldık. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara haram ettik, yalnız sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe karışan yağlarını haram etmed i k. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık." (En'âm, 6/146) âyeti gereğince, İsrailoğullarının bunlardan mahrum oluşları saldırganlıklarının bir cezası idi. Tevrat'tan önce Hz. Yakub'un kendine haram ettiği, yani kendisine yasakladığı şey ha r iç tutulursa, diğerleri haram değildi. Tevrat, neshi inkâr etmek
şöyle dursun, tam tersine önceden helal olan bazı şeyleri İsrailoğullarına haram etmekle nesih yapmış bulunuyordu. Hz. Yakub hakkında en sahih rivayet şudur: Müşarunileyh (adı geçen), ırkunneşe' (siyatik) hastalığına tutulmuş ve bundan şifa bulur kurtulursa en sevdiği yemeği yememeye adak adamıştı. Bir rivayete göre en sevdiği de deve eti ve sütü imiş. Bu adağı, doktorların tavsiyesi veya hastalığında bir gece pek çok ıztıraplı olması sebebiy l e veya sırf bir zühd (her türlü zevki terkederek kendini ibadete vermek) ve kulluk için yapmış olduğu da rivayet edilmiştir.
Kabe meselesine gelince: Şu muhakkaktır ki:
Meâl-i Şerifi
96- Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabed, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan Beyt (Kabe)dir.
97- Onda apaçık deliller, İbrahim'in makamı vardır. Oraya giren güvene erer. Ona bir yol bulabilenlerin Beyt'i haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağni (kimseye muhtaç değil, her şey ona muhtaç)dir.
96-97-Kabe'nin esas kuruluşu, Mescid-i Aksa'nın esas kuruluşundan öncedir. Buna göre bütün kitap ehlinin tanıyageldikleri mabedlerin hepsinden daha önce, daha mübarek bir tevhid kıblesidir. Bu da, önce ve sonra neshin var olduğunu
ifade eder.
Bekke, Mekke demektir. Veyahut Mekke şehirin ismi, Bekke de Mescid-i Haram'ın yeridir. Bakara sûresinde haccın tafsilatı açıklanmıştı. Burada da "Beyti haccetmek insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." nassıyle haccın kesin olarak farz oluşu te'kidli bir şekilde tesbit edilmiştir.
İstitâa, aslında fiilin itaat etme ve meydana gelmesini talep ve irade etmektir. Bu ise kudret (güç yetmey)e bağlı olduğundan, sonradan kudret mânâsında meşhur olmuştur. Tam mânâsıyla fiile yakın olan bizzat kudrettir. Fakat fiilden önce olan aletlerin ve sebeplerin selameti mânâsına kullanıldığı da çoktur ki, burada bu mânâyadır. Hacca kudret (güç yetmek), ya beden veya mal veya her ikis i yledir. İmam Malik yalnız bedenî kudreti, İmam Şafiî malî kudreti, İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de her ikisini dikkat nazarına almıştır. "her kim küfrederse şüphesiz ki Allah..." âyetindeki "küfür"den maksadın, görüldüğü üzere haccı inkâr etme mâ n âsına olmak ihtimali bulunmakla beraber, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun açıklamasına göre, "kudreti varken haccı terketmek" mânâsınadır ki, bununla namazı terketmek, zekatı terketmek gibi, haccı terketmek de kâfire yakışır bir isyan demek olduğu ağır b i r tarzda gösterilmiştir.
Rivayet olunuyor ki, Şemmas b. Kays isminde bir yaşlı yahudi varmış. Küfrü ve müslümanlara karşı hiddeti, kini ve çekememezliği pek şiddetliymiş. Bir gün Evs ve Hazrec kabilelerinden birtakım ashab-ı kiram bir mecliste oturmuş konuşurlarken bu yahudi yanlarından geçmiş, cahiliyye zamanında aralarında şiddetli düşmanlık ve hasımlık bulunan bu kimselerin İslâm'dan sonra aralarındaki bu ülfeti, toplanmayı, düzelmeyi ve sevgiyi görünce: "Allah'a yemin ederim ki bunlar böyle topla n dıkça, bizim buralarda rahatımız kalmaz." demiş ve yanındaki bir yahudi delikanlısına: "Haydi şunların yanlarına otur, yevm-i bûâsı (buas gününü) ve daha öncekilerini hatırlarına getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden bazı parçalar da okuyuver." diye te n bih etmişti. "Büas günü" ise İslâm'dan önce yüzyirmi sene kadar birbirleriyle düşmanlık ve hasımlık üzere yaşamış olan Evs ve Hazrec kabilelerinin savaş yaptıkları ve Evs'in Hazrec'e galip geldiği son bir gün idi. Delikanlı dediğini yapmış ve derken bir m ü nakaşa kapısı açılmış, iki taraf öğünmeye başlamışlar, nihayet bir çekişme, ağız kavgası olmuş, Evs'ten Evs b. Kayzî, Hazrec'den Hübar b. Sahr sıçramışlar, birbirlerine söz atmışlar, birisi diğerine: "İsterseniz bugün yine öyle bir gün yaparız" demiş. İki taraf öfkeyle gelmiş: "Haydi yaptık, silâh silâh, haydi zahireye, harre meydanına!" demişler, sözün kısası Evs kabilesi birbirleriyle, Hazrec de birbirleriyle birleşmişler, o sırada durum Peygamberimize ulaşmış, O
da yüce huzurlarında bulunan Muhacir ashab-ı kiramla birlikte onların yanlarına gelmiş: "Ey müslümanlar topluluğu!.. Allah Allah! Ben aranızda bulunurken de cahiliye davası mı yapıyorsunuz? Cenab-ı Allah sizi İslâm'a hidayet ettikten ve küfürden kurtarıp kerem (cömertlik) ve yardımıyla cahiliyyen i n kökünü kestikten ve aranızı bulduktan sonra, yine eski küfre mi dönüyorsunuz?" diye nasihat edince, hepsi düştükleri tehlikenin bir şeytan tuzağı olduğunu anlayarak derhal ellerindeki silahlarını bırakmışlar, gözlerinden yaşlar dökerek birbirlerine sarı l mışlar, kucaklaşmışlar ve Resulullah'a itaat ederek beraberce gitmişlerdi. Cenab-ı Allah bu şekilde Şemmas'ın fitne ateşini söndürmüş, bu sebeple hem Ehl-i Kitab'a bir öğüt, hem de müminleri onlardan herhangi birine uymaktan yasaklama maksadıyla hükmü âm m (genel) olan şu âyetleri indirmiştir:
Meâl-i Şerifi
98- De ki: "Ey kitap ehli! Allah yaptıklarınızı görüp dururken niçin Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?"
99- De ki: "Ey kitap ehli! Gerçeği görüp bildiğiniz hâlde niçin Allah'ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek müminleri Allah'ın yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir".
100- Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden herhangi bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi döndürüp kâfir yap arlar.
101- Size Allah'ın âyetleri okunup dururken ve Allah'ın elçisi de aranızda iken nasıl inkâra saparsınız? Kim Allah'a sımsıkı bağlanırsa, kesinlikle doğru yola iletilmiştir.
98-101- Allah'a i'tisam (sımsıkı sarılmak), Allah'a sığınmak ve ilâhî ismet (masumluk)e sığınmaktır ki, bu sarılma için:
Meâl-i Şerifi
102- Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.
103- Hep birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine) sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.
Allah'tan hakkıyla korkmak Bakara sûresinin (Bakara, 2/2) âyetinde açıklandığı üzere "takva mertebeleri"nin en mükemmelidir ki, iki mânâ ile düşünülür: Birisi her yönden Allah'a itaat edip, hiçbir isyan etmemek, daima zikr (Allah'ı anma) üzere bulunup, hiç unutmamak ve her halde şükredip hiçbir nankörlüğe düşmemektir ki, ilâhî şan ve büyüklüğe layık olmak mânâsına "Hak takva" demektir. Bu ise peygamberlerin en b ü yükleri gibi masum fıtrat üzere yaratılmış olanlardan başkası için ve hatta onlar için bile mümkün değildir. "Seni layıkıyla tanıyamadık, sana layıkıyla ibadet edemedik." Bundan dolayı bu âyet indiği zaman ashab-ı kiramın çok ibadet etmekten dolayı aya k ları şişmiş, alınlarının derileri soyulmuş ve bunun üzerine "Gücünüzün yettiği kadar Allah'dan korkun." (Teğabün, 64/16) emrinin inmiş olduğu rivayet edilmiştir.
İkincisi Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya kendi aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki; bu hak, vücub (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır. Ve bu şekilde âyeti, bunun açıklamasıdır. Allah'tan hakkıyl a korkmak ve her halde müslüman olarak ölebilmek için de her şeyden önce Allah'ın ipine toptan yapışarak tevhid üzere toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır. Anlaşılıyor ki, haccın farz oluşu, bu toplanmanın hem sebeplerinden, hem de maksatlarından b i rini teşkil eder. Şu halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin birleşmesi hak dinin esaslarının en büyüklerindendir. "Ben, kendi başıma, yalnızca dinimi, imanımı koruyabilirim." demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak isteyen fertlerin, ima n ve İslâm üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile ahirete gidebilmesi şüpheli olur. Ferd zorlama ve baskı altında her şeyini kaybedebilir. Çünkü "Allah'ın kudreti toplumla beraberdir." Ve dinin dünyada en büyük feyzi de bu toplumun kuruluşundadır. Bunun içindir ki, toplumlarını yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Fiilî sebepler karşısında ilmî deliller, çoğunlukla hükümlerini yerine getiremezler. Nitekim Hz. İsa bile "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" (Âl-i İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk'ın bir izafî tecellisine ulaşmıştır. Hakk tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla hakk tevhidin ortaya
çıkmasındadır. Şu halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde fiillerini birleştirmedikçe ittikâ (layıkıyla Allah'tan korkma)ya eremez, Allah'a kavuşamazlar.
103-Hablullah (Allah'ın ipi), Allah Teâlâ'ya kavuşma sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, Kur'ân, Allah'ın emrini yerine getirme ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah'a söz verme, Allah'ın emri diye rivayetlerle tefsir edilmiştir ve hepsi birbirine yakındır. Bu âyetin cemaat ve ictimaiyyet (toplum bilim, sosyoloji) ile emir olduğunda kuşku yoktur. Bununla beraber burada cemaat, hablullah (Allah ipin)ın aynı değil, ona yapışmanın ürünüdür. Ebu Said el-Hudrî hazretlerinden rivayet edildiği üzere Allah Resûlü şöyle buyurmuştur: "Gökten yeryüzüne indirilmiş olan hablullah (Allah'ın ipi), Allah'ın kitabıdır." Korkunç bir yolun kenarına çekilmiş olan bir ip veya bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış bir ip ve ona gereğince iyice tutunmuş bir toplum düşününüz. İşte bu tasavvurdan meydana gelen hey'et-i ictimaiyye (sosyal kurul) Kur'ân etrafında devamlı yükselen bir İslâm cemaatinin misalini teşkil edecektir.
Bu i'tisam (tutunma) için herhangi bir cemaat olmak d a kâfi değildir.
Meâl-i Şerifi
104- İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.
104-İslâm toplumundan böyle bir ümmet (topluluk) de teşekkül etmelidir.
Ta yukarılarda da açıklandığı üzere ümmet, öne düşen, çeşitli insan gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki, hepsinin önünde de "imam" (önder) bulunur. Cemaat ile (toplu halde) namazlar, bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade eden gözle görülür şeklidir. Bu şekilde hayra davet ve iyiliği emir, kötülüğü de men edecek bir topluluk ve imamet (önderlik) teşkili müslümanların imandan sonra ilk dinî farîzalarıdır. Bu farizayı (Allah'ın emrini) yerine getirebilen müslümanlardır ki â y etinin açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa ererler. Yoksa âyetinin mânâsı müşkil ve belki müteazzir (mümkünsüz) olur. Allah'ın vaadi bütünüyle temin edilmez, hayra çağırmak, iyiliği emir, kötülüğe engel olma bütün müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiçbir müslüman mesuliyetten kendini kurtaramaz. Fakat her ferde farz-ı ayın değildir. Ümmetin tümünün vazifesidir. Çünkü "sizden" buyurulmuştur. Buradaki in tecrîdî (soyutlayıcı) veya teb'îzî (ayırıcı) olmak üzere iki mânâya ihtimali vardı r. Tecridî olduğuna göre her müslüman bununla görevlidir. Teb'îzî olduğuna göre de genelde müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak belli, özel bir topluluk meydana getirmek, onlara yardım ederek ve uyarak o vasıta ile bu görevi yerine getirtmekti r. Bunlar tayin ve görevlendirildikten sonra emretmek ve yasaklamak bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Ve fakat bunlar görevlerini yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak herkese teveccüh eder. Tevhid nizamı bozulduğu zaman, ortaya çıkacak şer ve bela da yalnız zalimlere isabet edip kalmaz, herkese bulaşır.
Hayra davet (çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi bir şeye davettir ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek ve kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısımdır. Maruf (iyilik), İslâm'ın gereği olan Allah'a itaat; münker (kötülük) de İslâm'ın gereğine uymayıp, Allah'a karşı gelmek demektir. İyiliği ve kötülüğü Allah'ın ipinden başka ölçü ile ölçmeye kalkmak, isteklere ve nefse ait arzulara uym a ktır ki, bu da ayrıcalık yapmaktır. Bu noktayı daha çok açıklamak için buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
105- Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.
106- O g ün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara: "İmanınızdan sonra küfrettiniz ha? Öyle ise inkâr etmenize karşılık azabı tadın" (denecektir).
107- Yüzleri ağaranlara gelince, (onlar) Allah'ın rahmeti içindedirler. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
108- Bunlar Allah'ın, sana gerçek olarak okuyageldiğimiz, âyetleridir. Allah âlemlere hiçbir haksızlık etmek istemez.
109- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Bütün işler Allah'a döndürülür.
105-109- Ey Muhammed ümmeti!
Meâl-i Şerifi
110- Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır.
111- Onlar size eziyetten başka bir zarar veremezler. Eğer sizinle savaşmaya kalkışsalar, size arkalarını dönüp kaçarlar. Sonra kendilerine yardım da edilmez.
112- Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerle rine alçaklık damgası vurulmuştur. Meğer ki Allah'ın ipine ve insanlar (müminler)ın ahdine sığınmış olsunlar. Onlar Allah'ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş olmaları ve ha k sız yere peygamberleri öldürmeleridir. Ayrıca isyan etmiş ve haddi de aşmışlardı.
110-111-112-Burada ümmet-i Muhammed'in esas mümeyyiz (ayırıcı) özelliği, tevhid imanı ile iyiliği emir ve kötülükten alıkoyma olduğu ve bilhassa bu vasıf altında insanlar için en hayırlı bir ümmet oldukları ve bu vazife esas itibariyle yalnız ulu'l-emr (müslümanların yetkili amirlerin)e ait olmayıp bütün müminlerin bizzat
veya bilvasıta (aracı ile) bununla ilgili olmaları gerekeceği ve bir ümmetin hayırlı oluşu da çoğunluğunun iyiliğiyle olabileceği ve nitekim diğer kitap ehlinin bu haslete sahip olamamaları, içlerinde Allah'a itaattan çıkmış sapıkların çoğunluğu oluşturmalarından doğduğu ve müslümanların çoğunluğu bu seçkin hasleti muhafaza ettikçe kendilerine diğer k â firlerin, sapıkların netice itibariyle bir eziyetten başka zararları dokunamayacağı hatırlatılıyor ki, burada "ancak Allah'ın ipine ve insanların ahdine sığınanlar hariç" kısmı da dikkate değerdir. Kendilerini her şey zannedip Allah'a itaatten dışarı çı k anlar az çok zillet (alçaklık)ten kurtulurlarsa, yine Allah'ın veya Allah'ın kullarının ahd (söz verme) ve emanı sayesinde kurtulabilirler.
Evet, Kitap ehlinin mümin olanları da yok değildir:
Meâl-i Şerifi
113- Hepsi bir değildirler. Kitap ehli içinde doğruluk üzere bulunan bir ümmet (topluluk) vardır ki, gecenin saatlerinde onlar secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okurlar.
114- Allah'a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar, hayır işlerinde de birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar iyi insanlardandır.
115- Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah kendisinden gereği gibi sakınanları bilir.
113-114-115-Ümmet-i kâime, hakşinas (hak tanıyan), doğru, doğrulan veya Allah için kalkan, müstakîm (doğru), âdil (adaletli) topluluk mânâlarına gelir.
Tefsir bilginlerinin çoğunun tercihine göre burada kitap ehlinden maksat, Musa ve İsa aleyhisselâma iman etmiş olanlardır. Ve bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır:
1- Abdullah b. Selam, Sa'leb b. Said ve Üseyd b. Ubeyd gibi zatlar müslüman oldukları zaman diğer yahudiler bunların aleyhinde bulunmuşlar küfür ve hüsranlarından bahsetmişlerdi. Bunlara karşı, onların faziletlerini açıklamak hakkında bu âyet inmiştir.
2- Necranlılardan kırk, Habeşten otuziki, Rumdan üç kişi ki toplamları yetmiş beş zat İsa'nın dini üzereyken Muhammed (s.a.v.)'i tasdik ederek iman etmişlerdi. Âyet bunlar hakkında inmiştir.
3- Peygamberimizin Medine'ye gelmesinden ö nce Ensar arasında Esad b. Zürare, Berar b. Ma'rur, Muhammed b. Mesleme ve Ebu Kays b. Sırme b. Enes muvahhidîn (Allah'ı bir tanıyanlar)den idiler. Cünüb oldukları zaman guslederler ve bildikleri kadar hanif dini ile amel ederlerdi. Resulullah gelince der h al tasdik edip, ona yardım ettiler.
4- Yukarıdaki âyetlerde kitap ehli yerildikten sonra hepsinin böyle olmayıp, içlerinde iyi sıfat ve hoş huya sahip olanların da bulunduğunun açıklanması için indiği de söylenmiştir.
Bazı tefsircilerin açıklamasına göre de burada kitap ehli deyimi, müslümanları da kapsayan genel bir mânâda kullanılmıştır. Ve her halde âyetin siyâk (geliş şekli), cümlesindeki müminleri açıklama olduğu ortadadır.
Kitap ehlinin iman edenleri böyle. Genel olarak kâfirlere geli nce; müminler, bunların servetlerinden ve dünya hayatı uğrunda çok harcamalarından endişe etmemelidirler. Çünkü:
Meâl-i Şerifi
116- O inkâr edenler (var ya), onların ne malları, ne de evlatları, onlara Allah'a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, ateş halkıdır; orada ebedi kalacaklardır.
117- Onların bu dünya hayatında harcadıklarının durumu, kendilerine zulmeden bir topluluğun ekinlerini vurup da mahveden kavurucu ve soğuk bir rüzgarın hali gibidir. Allah onlara zulmetmedi. Fakat kendi leri, kendilerine zulmediyorlar.
116-117-Ancak:
Meâl-i Şerifi
118- Ey iman edenler! Kendi dışınızdakilerden sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar, hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve düşmanlıkları ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Düşünürseniz, biz size âyetleri açıkladık.
119- İşte siz öyle kimselersiniz ki, onları seversiniz, halbuki onlar sizi sevmezler, siz kitap(lar)ın hepsine inanırsınız, onlarsa sizinle buluştukları zaman "inandık" derler. Başbaşa kaldıkları zaman da kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: "kininizle geberin!". Şüphesiz ki Allah göğüslerin (gönüllerin) özünü bilir.
120- Size bir iyilik dokunsa fenalarına gider, başınıza bir kötülük gelse onunla sevinirler. Eğer sabreder ve Allah'dan gereğince korkarsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez; çünkü Allah onları kendi amelleriyle kuşatmıştır.
118-Bitâne ( ) esasında elbisenin iç yüzündeki astar demektir. Bundan bir kimsenin sırlarına vakıf olan pek sıkı dostuna da "bitâne denilir. Müminler, milletlerinin ehlinden başkasını, yani gerek kâfirleri ve gerekse münafıkları (iki yüzlüleri) iç yüzlerine vakıf olacak özel işlerinde ve muamelelerinde kullanmaktan
ya saklanmıştır ki, bu yasaklamanın özel hususlara da şümulü bulunmakla beraber âyetin siyâkı (gelişi) -daha çok genel işlere bakmaktadır. Bunun gerekçesi de her iki tarafın ruhî durumları izah olunarak anlatılmıştır.
Evvela size fesat ve zarar yapmak ta hiç kusur etmezler. Size meşakkat ve zahmet veren şeylerden memnun olurlar. Buğuzları ağızlarından taşmış, aleyhinize devamlı propaganda yapmaktadırlar. Halbuki sîne (göğüs, kalp)lerinde gizledikleri öfkeler, kinler daha büyüktür.
119-İkincisi: Bunların sebebi ey müminler! Siz öyle kimselersiniz ki, onları, yani kendinizden başkasını da seversiniz. Müslümanın şiarı budur. Herkesin iyiliğini ister, herkese hayırhah (iyiliksever) olur, sevgi gözüyle bakar, haklarını korur, fesattan sakınır, kim s eyi belaya sokmak istemez. Fakat mümin ve müslüman olmayanlar size karşı öyle değildir. Onlar sizi sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi de siz müslümanlar bütün kitaplara iman edersiniz ve tamamen iman edersiniz. Onun için herhangi bir kitaba mensu b olanların ve hatta mensubluk iddiasında bulunanların kendilerine iyi nazar (bakış)ları kadar sizin de onlara iyi nazar (bakış)ınız bulunur. Çünkü imanın gereği budur. Fakat böyle olduğunuz halde onlar öyle değildirler. Sizin kitabınıza inanmazlar, küfrederler; inandıkları kitaba da -yukarda görüldüğü üzere hepsi tamamıyla inanmış değildir. Buna göre müslümanların, müslüman olmayanlara karşı bakışları ve muameleleri mümine yakışır olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara bakış ve muameleler i -inançları gereğince daima ve zorunlu olarak kâfirce olur. Bundan dolayıdır ki hakiki bir müslüman, herkesin işlerinin sırdaşı olmaya layık olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara sırdaş olması hem kendilerine, hem müslümanlara zarardır. Netice o larak müslümanın vicdanı temiz ve geniş, diğerleri ise dar ve bulaşıktır. Üçüncü olarak, münafıklar yüze karşı gelince "biz müminiz" derler; fakat tenha kaldılar, meydanı boş buldular mı iman ehline kinlerinden parmaklarını ısırırlar, daima diş gıcır d atır dururlar. .
120-Bunun için siz müminlere bir güzellik dokunursa fenalarına gider. Mesela müslümanların bedenlerinin sıhhati, ucuzluk ve ferahları, düşmanlarına zaferleri, aralarındaki anlaşma ve sevgileri onları memnun etmez ve fakat size bir kötülük isabet ederse onunla sevinirler. Mesela müslümanlara bir hastalık, fakirlik, mağlubiyet, ayrıcalık, yağma ve çapulculuk gibi bir musibet oldu mu keyiflenir ve sevinirler. İşte bütün bunlara karşı müslümanların görevi sabredip korunmak,
faziletler kazanmak ile onları hasetlerinden çatlatmaktır. Eğer müslümanlar Allah'a itaat etmede sabrederler ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve o münafıkların hilelerinin ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler. Çok olsa biraz eziyet çekmiş olurlar. Fakat sonunda hepsine galip gelirler ki, İslâm tarihi bunun misalleriyle doludur.
Sabredenlere ve Allah'tan gereği gibi korkanlara Cenab-ı Allah'ın yardım ve imdadı nasıl cereyan edip de düşmanların zararlarını defettiğini, sabredilmediği ve korunulmadığı zaman da nasıl zararlara düşüldüğünü açıkça anlatmak için de özellikle şu örnekleri an ey Muhammed:
Meâl-i Şerifi
121- Hani sen sabah erkenden müminleri savaş mevzilerine yerleştirmek için ailenden ayrılmıştın. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir.
122- O zaman içinizden iki takım bozulmaya yüz tutmuştu. Halbuki Allah onların yardımcısı idi. İnananlar, yalnız Allah'a dayanıp güvensinler.
121-Bu iki âyette Uhud gazası (harbi) hatırlatılmıştır. Şöyle rivayet edilir ki, bir Çarşamba günü müşrikler Ebu Süfyan komutasında olarak Medine civarında Uhud dağına inmişlerdi. Resulullah (s.a.v.), ashabıyla istişare etti. Abdullah b. Übeyy b. Selul'ü de çağırmıştı. Bundan önce onu çağırmazken, bu defa onu da davet etti. İstişare e snasında Abdullah ve Ensar'ın çoğunluğu: "Ey Allah'ın elçisi Medine'de dur, çıkma, biz şimdiye kadar herhangi bir düşmana çıktıksa musibete (kötülüğe) uğradık ve fakat herhangi bir düşman da üzerimize geldiyse biz de onları musibete düşürdük. Sen içimizde iken daha neler olur? Şu halde bırak onları, şayet kalırlarsa kötü bir yerde kalmış olurlar ve eğer üzerimize gelirlerse
erkekler yüzyüze savaşır; kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar, geri dönerlerse fena halde ümitsiz ve şaşkın olarak dönerler, giderler." demişlerdi. Diğer bazıları da: "Şu köpeklere karşı çıkalım, kendilerinden korktuk zannetmesinler." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki: "Ben rüyamda gördüm, etrafımda bir sığır boğazlanıyordu. Bunu hayra yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gör d üm, bunu da bir hezimet (yenilgiy)e yordum ve gördüm ki, sanki ben sağlam bir zırhlı gömleğe sokuldum, bunu da Medine diye yordum. Reyiniz (kanaatiniz bu şekilde) olursa Medine'de kalır ve onları bırakırsınız". Buna karşı müslümanlardan "Bedir savaşı"na y e tişememiş olan ve Uhud günü şehit olmaları takdir edilmiş bulunan birtakım kimseler: "Herhalde bizi düşmanlarımıza çıkar." dediler ve bunda ısrar ettiler. Buna göre Peygamberimiz de zırhını giyindi. Giyinince de ısrar edenler: "Biz ne kötü şey yaptık, Re s ulullah'a vahy gelirken ona karşı fikrimizde ısrara kalkıştık." diye pişman oldular. Bunun üzerine: "Ey Allah'ın Resulu ne fikirdeysen öyle yap." dediler. Resulullah da: "Bir peygamber zırhını giyince, artık savaşmadan onu çıkarması yaraşmaz." buyurdu ve cuma günü cuma namazından sonra bin kişi ile çıkıp hareket etti. Cumartesi günü sabahleyin Uhud'da Şi'b adlı yere vardılar. Resulullah piyade (yaya) olarak yürüyordu. Ashabını harb için mevzilere yerleştiriyordu ve safları o kadar tanzim ediyordu ki, bira z çıkmış bir göğüs görse, "geri çekil" diyordu. Vadinin bir yanına kondu. Gerek kendisini ve gerek askerinin arkasını Uhud'a verdi. Abdullah b. Cübeyr'i okçulara komutan yaptı. "Oklarla bizi müdafaa ediniz, arkamızdan gelmesinler." diye ona emretti. Ve ash a bına da: "Bu yerde iyi durunuz, düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip etmeyiniz ve bu mevziden çıkmayınız." buyurdu. İşte bunları hatırlatmaktır. kısmı da Hz. Aişe'dir. O gün Resulullah onun yanından hareket etmişti. Sonra Abdullah b. Üb e yy, görüşüne muhalefet edildiğinden dolayı, "Çocukların sözlerini dinledi de benimkini dinlemedi." diye içerlemişti. Kendi adamlarına: "Muhammed, düşmana ancak sizinle galip gelir, ashabına, 'Düşman sizleri görünce bozulacak' diye vadetti. Şu halde düşman l arını gördüğünüz zaman siz bozulunuz, arkanızdan onlar da bozulur, iş Muhammed'in dediğinin tersine olur." dedi. İki taraf karşılaşınca Abdullah emrindeki üçyüz kadar münafıkla beraber bozuluverdiler. Düşman üçbin kadardı. Bunlara karşı yediyüz müslüman k a ldı. Allah'ın yardımıyla müşrikleri yenilgiye uğrattılar. Resulullah'ın buyurduğu ortaya çıkmıştı. Fakat müminler bu suretle onların bozulduklarını görünce, Bedir olayı gibi olmasını arzu ederek sabredemediler, geriye kaçanları takibe koyuldular ve Resulu l lah'ın emrine uymayıp, gösterdiği yeri terkediverdiler. Sırf
bu muhalefet yüzünden Cenab-ı Allah müşriklerin kalplerinden korkuyu alıverdi. Tekrar döndüler hücum ettiler. Asker, Resulullah'ın etrafından dağıldı. Beraberinde Hz. Ebu Bekir, Ali, Abbas, Talha, Sa'd gibi birkaç zattan başka kimse kalmadı. O sırada Resulullah'ın mübarek yüzü yaralandı, mübarek rubâ'ıyye (kesici) dişi kırıldı. Asker içinde: "Muhammed öldürüldü" diye bir sayha (çığlık) çıktı. Ensar-ı kiramdan künyesi Ebu Süfyan olan bir zat da: "İşte Allah'ın Resulu burada" diye bağırmaya başladı. Muhacirler ve Ensar döndüler, Resulullah'ın etrafına geldiler. İçlerinden yetmiş kişi şehid olmuş, birçoğu da yaralanmıştı. Resulullah, "Kardeşlerini müdafaa eden erkeğe Allah rahmet etsin". buyuru p, beraberindekilerle müşriklere hücum etti, onlar da bir hayli ölü ve yaralı vererek, Allah'ın yardımıyla hepsini defetti.
İşte Uhud olayının özeti budur ki, üçbin düşmana karşı, binden az ve üçyüz münafıkın da geri dönmeleri üzerine yediyüz kadar müslüman askeri galip olmuşken sırf Resulullah'ın emrine uymamaktan ve ganimet arzusuna düşülmekten dolayı böyle bir bozgunluk vuku buldu ve olanlar oldu ki, bütün bunlar, "Eğer siz sabırlı olur ve iyi korunursanız onların hileleri size hiçbir zarar vermez." (Âl-i İmran, 3/120) anlamını gösteren olayın şahitleridir.
122-Bu olayda Abdullah b. Übeyy b. Selul'ün bozgunluğu esnasında Resulullah'ın taraflarını teşkil eden iki taife ki, Hazrec'den Beni Seleme (Seleme oğulları) ile Evs'ten Beni Harise (Harise oğulları) de kalp zayıflığına düşüp az daha dönecek gibi olmuşlar; fakat âyeti delaletince Allah saklamış, kalplerini toplamışlar, niyetlerini doğrultmuşlar ki âyetinin de bunlara işaret olduğu beyan edilmiştir. Bunda bir münafığı bitâne (sırdaş) edin i p istişareye karıştırmaktan çıkan zarara da büyük bir misal vardır. Şu halde müslümanlar sabır ve korunma ile görevlerini bilmeli ve ancak Allah'a tevekkül ve itimat etmelidirler. Kalplere kuvvet veren O, zayıflık veren yine O'dur. İkbal (düşmanı karşılam a k) ondan, idbâr (geri çekilmek) de ondandır. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından sakınanlar herhalde galip ve muzaffer olurlar.
Meâl-i Şerifi
123- Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah size Bedir'de yardım etmişti. Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız.
124- O zaman sen müminlere: "Rabbinizin size, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?" diyordun.
125- Evet, sabreder ve (Allah'tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.
126- Allah, bunu size sırf bir müjde olsun ve kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yardım, yalnız daima galip ve hikmet sahibi olan Allah katındandır.
127- (Allah bu yardımı) inkâr edenlerden bir kısmını kessin veya perişan etsin de umutsuz olarak dönüp gitsinler (diye yaptı).
128- Bu işten sana hiçbir şey düşmez. (Allah), ya onların tevbesini kabul eder, yahut onlara, zalim olduklarından dolayı azab eder.
129- Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...