“EY İNANANLAR!
MÜMİNLERİ BIRAKIP DA KÂFİRLERİ DOST EDİNMEYİN!”
(NİSÂ: 144)
Küfrü hoş gören narcılar Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları
inkâr edip kaldırdılar. Onlara tâbi olanların hepsini küfür içine daldırdılar.
Hepsi küfre düştüler. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Onlarla dost
olan onlardandır.” Beyan-ı ilâhîsini ferman buyurmuştur. “Ey
inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin
dostudurlar. Sizden her kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide:
51) İşte bu Âyet-i kerime onlara kâfidir. Bu Âyet-i kerime onların işini
bitirir. Bu uzun uzun beyanlarımıza gelince halka hakikatı duyurmak içindir. Bu
Âyet-i kerime bu hareketleri reddediyor ve “Kim ki kâfirlere uyarsa o
onlardandır” buyuruyor. Emr-i ilâhi böyle olduğu halde bu küfrü hoş gören
narcılar bu hoşgörüyü narcılık dinine göre mi yoksa İslâm dini namına mı
yapıyor?
Küfrü Hoş Görenler:
Küfrü hoş gören narcılar Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları
inkâr edip kaldırdılar. Kendilerine tâbi olanların hepsini küfür içine
daldırdılar. Hepsi küfre düştüler.
Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i
kerime’sinde:
“Onlarla dost olan onlardandır.”
Beyan-ı ilâhîsini ferman buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla
aynı safta bulunmayı, onlarla müminler gibi haşır-neşir olmayı yasaklamış,
onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime’sinde ihtar
buyurmuştur:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin!”
(Mâide: 51)
Bu ilâhî hitab, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete
kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların
başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey
düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi olmadıkça, hiç bir müslümandan
memnun olmazlar.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima
dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüz yıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm
beldelerine saldıranlar onlardır.
İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna
delil:
“Onlar birbirinin dostudurlar.” (Mâide: 51)
Onlar hiç bir yerde, hiç bir tarihte müslümanlara dost
olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost
olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el
gibidirler.
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.”
(Mâide: 51)
Onlara benzemiş, onlardan bir kimse gibi olmuştur. Onların
hükmü ne ise, onların da hükmü o olur. O artık İslâm’a değil, onlara ve
isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır, ahirette onlarla
beraber haşrolur. Onlardan olandan başkası onlarla dost olmaz.
İşte bu Âyet-i kerime onlara kâfidir. Bu Âyet-i kerime bu
hareketleri reddediyor ve “Kim ki kâfirlere uyarsa o onlardandır”
buyuruyor. Emr-i ilâhi böyle olduğu halde bu küfrü hoş gören narcılar bu
hoşgörüyü narcılık dinine göre mi yoksa İslâm dini namına mı yapıyor?
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak
durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir.
“Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidayete
erdirmez.” (Mâide: 51)
İradelerini dalâlete sarfettikleri için, hidayete müstehak
değildirler.
Bu halleriyle İslâm’ın izzetini ayaklar altına almış, hem
Allah-u Teâlâ’nın dinine, hem kendilerine, hem de müslümanlara zulmetmiş
oldular.
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u
Teâlâ’nın düşmanlarından nefret duymaktır.
İman ve Küfür Berzahı:
Merakla sorulan bir soru:
“Fethullah bunlarla dostluğu yani küfrü hoş görmeyi Narcılık
dininin namına mı yapıyor, yoksa kendisini müslümanmış gibi mi göstermeye
çalışıyor?”
Böyle bir sapıtmayı İslâm dini reddeder. “O onlardandır”
der. O halde bunun açığa çıkması lâzımdır. Narcılık dini namına yaptığını
belirtmesi ve ilân etmesi gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde babalar ve oğullar dahi olsa,
küfrü imana tercih ettiklerinde, onlarla dostluktan menederek şöyle
buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa,
babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.”
(Tevbe: 23)
Yani, başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi
bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre
yardımcı olmayın.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde
“Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile
vasıflandırmıştır:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların
tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen
Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın!
Bu Âyet-i kerime onların iç durumlarını ne kadar güzel beyan
ediyor!
Allah-u Teâlâ’nın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde
şerefli olamazlar. O müminleri şerefli kılmıştır. Şu halde kâfirlerin
dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir!
Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup
kalkmayı bile yasaklamaktadır:
“O size kitap’ta şunu indirdi:
Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını
işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz
de onlar gibi olursunuz.
Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde
toplayacaktır.” (Nisâ: 140)
Onlarla aralarında hiç bir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi
sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber
bulunacaklardır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde yahudi ve hıristiyanların,
aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitab’ına çağrıldıkları zaman yüz çevirip
geri döndüklerini beyan buyurmaktadır. Bu yüz çevirip geri dönüşlerinin sebebi,
onların Allah-u Teâlâ’nın aziz edici, zelil edici, mülkün sahibi, her şeye kâdir
olduğunu kabul etmeyişleridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir
buyurmaktadır:
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü kime
dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet
verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır
senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” (Ahzab: 48)
Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi
tefsirinde şöyle söylemektedir:
“Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi
görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve
uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ ‘İtaat etme!’
biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah’ın emirlerini tebliğde bir nebze
hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu
anlatılmıştır.”
Müminle Kâfirin Berzahı:
Küfürde olduklarını anlamanız için kâfi olan Âyet-i
kerimeler:
Allah-u Teâlâ:
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hal
böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi
yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor. Bu, Âyet-i kerime’yi inkâr
ediyor. Bütün müslümanları küfrü hoş görmeye çağırıyor. Çünkü ona göre her
Âyet-i kerime teferruattan ibaret.
Aslında bu Âyet-i kerime mü’min ile kâfiri, imanla küfrü
ayırması bakımından kâfidir.
Biz halkın zannına göre hareket edenlerden değiliz. İlâhî hükme
bakarız ve ona dayanarak iş ve icraat yaparız.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler.
Kim bunu yaparsa, Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Bu Âyet-i kerime dahi kâfidir. Bu Âyet-i kerime onların işini
bitirir. Bu Âyet-i kerime hakkında ise Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, tefsirinde
şöyle söylemektedir:
“Müminler iman hasletine küfür hasletini karıştıracak,
müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı dokunacak, İslâm’a zarar verecek
ve ters düşecek bir surette kâfirlerle dostluk ilişkilerine
girmesin.”
Bir diğer Âyet-i kerime’de ise:
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.”
buyuruluyor. (En’am: 121)
Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyledenlerin onlardan
olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Küfürde olduklarını anlamanız için bu Âyet-i kerime dahi
kâfidir. Bu Âyet-i kerime dahi onların işini bitirir.
•
Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmek
değil midir?
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a
inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan
çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için kâfi değil
midir?
“Kim Allah’ı, Peygamber’ini ve inananları dost edinirse
bilsin ki, Allah’tan yana olanlar şüphesiz üstün gelirler.” (Mâide: 56)
Diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir veya geçicidir.
Bu Âyet-i kerime dahi kâfi değil midir?
“Onlardan bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini
görürsün.
Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah
onlara gazap etmiştir ve azapta ebedi kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için yeterlidir. Bu
Âyet-i kerime onların işini bitirir.
Küfür içinde olduklarını anlamanız için aslında bir tanesi kâfi
idi. Fakat size bunları ayrı ayrı hatırlatıyoruz.
İşte bu Âyet-i kerime’lere bakarak hüküm veriyoruz. Çünkü
yaratmak da emretmek de ancak Hazret-i Allah’a mahsustur.
Bütün bu sözlerimiz, bilmeyerek dalâlet çukuruna düşürülür
endişesi ile açık olarak söylenmiştir. Yoksa dalâlet ehlini ikna için değildir.
Zira onlar Allah ve Resul’ünün emrini dinlemeyip hiçe sayıyorlar, bizi mi
dinleyecekler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri
titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır
ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler.” buyuruyor. (Enfâl: 2)
Bunların kalpleri titremek şöyle dursun, kılları kıpırdamıyor.
Ruhları öldüğü için. Artık onlar duymazlar.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde:
“Faydalı olacaksa öğüt ver. Allah’tan korkan öğüt alacak,
bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır.” buyuruyor. (A’lâ: 9-10-11)
Din nasihatla kaim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki
faydası olur.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Öğüt ver, hatırlat. Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda
verir.” (Zâriyat: 55)
İman etmiş olanların unutmamasına, gaflete düşmemesine,
imanlarının kemalleşmesine, kalplerinin itminan olmasına, bilmediklerinin
öğrenilmesine sebep olur.
Bu Âyet-i kerimeler bunların durumunu açıkça beyan
buyuruyor.
•
Bunların müslüman olup olmadığını bilmeniz için Hazret-i
Allah’a ve Kelâmullah’a iman edip inanan için aslında bir tek Âyet-i kerime
kâfidir. Sizin önünüze bunca ilâhi emir ve hükümleri sermekteki gayemiz, bunlara
kaçacağı ve yalan uyduracağı yer bırakmamaktır. Artık huzur-u kalb ile rahatça
kararınızı verdiniz değil mi?
Zira bütün iğrenç sahne önünüze serildi. Şeref, izzet, azamet
Hazret-i Allah’a mahsustur. O’nun gönderdiği Peygamberler’ine, indirdiği
Kitab’ına ve içindeki hükümlerine gerçekten iman edip, taat ve takvâsı ile
imanını kemalleştirmeye gayret edenlere mahsustur.
Âyet-i kerime’de:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost
edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?”
buyuruluyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ müminlere, dost ve düşmanlarını ayırdetmesini
muhakkak emrediyor.
Bu Âyetler doğru ise -ki doğru olduğunda hiç bir şüphe yoktur-
kabul etmeleri lâzımdır.
Âyet-i kerime’de;
“Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah’ın oluncaya
kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını
görendir.” diye emredilmektedir. (Enfâl: 39)
Allah-u Teâlâ’nın kullarını kişilere mahkum tutan bâtıl dinler,
Hak din karşısında yıkılıp yokolup gitsin, Hak hâkim olsun, fitne kalksın.
Mümin kardeşlerime hürmet, saygı ve sevgiden başka hiç bir
sözümüz yoktur.
Sözümüz sadece İslâm birliğini ve güzel vatanımızı bölmek
isteyen bölücülerle, hakikatı aslından çıkarıp dalâlet yollarına saptırmak
isteyenleredir.
Bu hareketim bu Âyet-i kerime’ye göredir. Bir diğer Âyet-i
kerime’de ise Allah-u Teâlâ cihadı emretmektedir:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et! Onlara
karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne
kötüdür!” (Tahrim: 9)
Benim bu tutumlarım bu Âyet-i kerime’lere göredir. Hareketim
zanna dayanmıyor. Bunun için de bize cevap vermeye kalkışan bir kimse, ancak
koyduğum Âyet-i kerime’lere cevap vermek mecburiyetindedir.
Şu Âyet-i kerimeler de onların içyüzünü tarif eder:
“Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır.
Allah’ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları
da yoktur.” (Rum: 29)
Hevâ ve heveslerinin ardından koştuklarından dolayı şirke
saptılar.
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan
verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Bu, dimdik ayakta
duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Bâtıl yollara, bâtıl dinlere uyar dururlar.
Allah-u Teâlâ kâfirlerle münafıkları aynı seviyede tutmakta ve
onlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini emir buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara
karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne
kötüdür.” (Tevbe: 73)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca
yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” buyuruyor. (En’am:
153)
Ona sımsıkı sarılın, o başkaca yollar sizi parçalar ve doğru
yoldan uzaklaştırır.
Fethullah Gülen Allah-u Teâlâ’nın İslâm ile küfür arasındaki
berzahını kaldırdı. Küfrü hoş gören narcıları küfrün içine koydu.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını
aşarsa kendine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Küfre İltifat:
Konuşmasında: “Patrik Hazretleri bu centilmenliği
yapmışlardır.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanlarından birine Hazret dediği
zaman içi titreyip hiç Hazret-i Allah’tan korkmadı mı?
İmanın hiç mi eseri kalmadı, tamamen mi sukut etmiş? Siz bu ani
dönüşün sebebini sorun ve araştırın. Bu sözü söylerken narcılık dini namına mı
söyledi, yoksa kendisini müslüman imiş gibi mi gösterdi?
Oysa İslâm dini böyle bir dalâleti kesinlikle reddeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şerifler’inde:
“Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o,
efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden
dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.”
buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
O ise bu emr-i nebevîyi hafife almış, göz göre göre Allah
düşmanına Hazret demek küstahlığında bulunmuştur.
Biz de diyoruz ki, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.
Hazretimiz Allah’tır. O ise papaza Hazret diyor. Bizim Mevlâmız Allah, onun
mevlâsı ise papaz. Biz varlığımızdan utanıyoruz, Var ile övünüyoruz. O ise
varlığı ile, kalabalığı ile övünüyor.
•
Uhud savaşının son safhaları idi. Yetmiş kadar şehid verilmiş,
bir çok mücahid ağır yaralar almış, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz ise takatsiz kalmıştı. Uhud dağındaki kayalığa çıkıp orada dinlenmek
istiyordu. Fakat çok yorgun ve bitkin bir halde olduğu için yürümeye takati
yoktu.
Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- hemen yere çöktü,
sırtına alarak kayalığa kadar çıkardı.
Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm’ı görünce sevindiler,
etrafında toplanınca üzüntüleri dinmişti.
Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir
takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum
etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani
oldular.
Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı
hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde
Muhammed var mı, sağ mı?” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap
verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı?” diye
üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi
ölmüş!” dedi. Sevindiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın
düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun!” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu
Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok!” diye seslendi. Resulullah
Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz?” buyurdu. “Ne
diyelim?” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız
yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.
Bizim mevlamız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.
Sizinle bizim aramızda Hakk ile bâtıl berzahı var. Biz Hakk’a
uyarız ve Hakk’ı tarif ederiz. Hazret-i Allah ve Resulullah ile övünürüz. Siz
ise; bâtıla uyarsınız. Hazretiniz olan papazı tarif etmeye, halka sevdirmeye,
bütün müslümanlara küfrü hoş göstermeye çalışırsınız. Hazret-i Allah’ın
düşmanını taltif eder, karşısında eğilir büzülürsünüz. Aynaya bakarsanız
kendinizi görürsünüz. Zira bu fotoğraflar içinizi dışarıya aksettiriyor. Siz
hâlâ müslümanmış gibi görünmeye mi çalışıyorsunuz? Bu perde altında müslümanları
soyup yolmuyor musunuz? Bilmeyenler sizin hâlâ müslüman yetiştirdiğinizi
zannediyor. Oysa sizin kendi kurduğunuz dininiz için çalıştığınızı çok az kişi
biliyor. Siz küfre hizmet etmiyor musunuz? Dininizi kurmuşsunuz, narcı
yetiştirmiyor musunuz? Körpe dimağları zehirlemek ve küfre sokabilmek için
yurtlar açıp, pansiyonlar kurmadınız mı? Bu vesile ile bir taraftan küfre
kaydırıyor, diğer taraftan da bu çalışmaları büyük bir hizmet gibi göstererek,
halkın paralarını rahat rahat yemiyor musunuz?
•
Daha evvel, gazeteleri Zaman’da ve dergileri Aksiyon’da
“Papaz çizmeyi aştı” diyorlardı.
Şimdi küfrü hoş görünce hemen koştu, kendisine hazret seçtiğini
kucakladı. Yani bu papaz onun hazreti oldu. Küfrünü de, asasını da, haçını da
her şeyini hoş gördü ve kabul etti.
Bu hareketi din-i İslâm’a ve güzel vatanımıza en büyük darbe
değil midir? Bu dinimize ve vatanımıza ihanet değil midir?
Hadis-i şerif’te: “Dinden çıkıp bir daha dine
dönmeyecekler.” diye tarif edilenler, işte bu bölücüler değil midir?
Adam resmen “Küfrü hoş görme” ilânı yapıyor. Buradan da mı
bunları tanımayacaksınız?
Ey narcılar! Size sesleniyorum. Önünüze sunduğum bu Âyet-i
kerime’lere, Hadis-i şerif’lere, bu iki nûr ışığı altında ifade ettiğimiz
beyanlarımıza ya bir bir cevap vereceksiniz, yahut da narcılık dininizi ilân
edeceksiniz. İlân edin ki, gerçek yüzünüzü halk bilsin, müslüman olmadığınız
bilinsin, hakikat öğrenilsin, size yolunmasınlar.
Hoşgörü Vakfı (!):
“Keşke her köşeye bir hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü
soluklasa.” diyor.
Bunun öz mânâsını size açıklayayım. “Hoş gören narcılar bana
uydular ve onları küfür içine koydum, küfre kaydırdım. Ah keşke bütün
müslümanları da küfre kaydırabilsem!” demek istiyor.
Ey müslüman! Gafletten uyan artık!
Tesettürü İnkâr:
Allah-u Teâlâ’nın tesettürü farz kılan Âyet-i kerimeler’ini
inkâr ediyor ve “Teferruattır.” diyor. Bunların hiçbirisi yokmuş gibi
kendisini haklı göstermeye çalışıyor. Bir taraftan açıktan açığa küfrediyor, bir
taraftan İslâm’dan bahsediyor.
Allah-u Teâlâ kesin hükmünü bildiren Âyet-i kerime’sinde bu
hususta şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama
bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp
göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller)
müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının
üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhi’si ile kadınlara başlarını
örtmelerini ve örtüsünün fazlasını da boyun ve yakayı kapamak üzere aşağıya
indirmelerini emir buyuruyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Resulüm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına
söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış
elbiselerini üzerlerine giysinler. Bu onların ahlâksız kadınlardan
olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir.” (Ahzâb:
59)
Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime’leri inmeden önce
müslüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. Bu yüzden
saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.
Tesettür emri geldiğinde, hiç bir kadın kalmayıp başlarından
aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif zaten fıtratlarına da uygundu.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir
kadınların iyiliğini versin. ‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.’
Âyet-i kerime’si indiği zaman, entarilerinin eteklerini keserek başlarını
örttüler.” (Buhari)
Bu, İslâm dinine göredir. Kurdukları narcılık dinine göre
değil! Tesettür kesin olarak uyulması gereken bir emirdir ve iman
meselesidir.
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla
sınırlamıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını
aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Buyururken, “Tesettür teferruattır!” ya da “İman
meselesi değildir.” demek açıkça bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i
kerime’leri inkâr etmek demektir.
O, kendi kurduğu dinine kendi zan kitabına göre böyle
söylüyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak
halkı şaşırtıyorlar.” (En’am: 119)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü aramayarak, kendi keyfini ölçü kabul
ederek halkı şaşırtıp saptırıyorlar.
Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters
konuştuğu için nefis arzusunu ilâh edinmiş şirke düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona
sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın.)” buyuruyor.
(Furkan: 43)
İşte ilâhi hüküm budur, onların icraatı da budur.
•
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç bir
zaman sizin gibi şöhret ziyafetlerinde, kısa etekli, kadınlı toplantılarda,
iftar yemeklerinde bulunmamıştır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“En şerli yemek, sadece zenginlerin çağırılıp, fakirlerin
çağırılmadığı yemektir.” (Müslim: 1432)
Bu beyanı ile kendisinden sonraki asırlarda davet yemeklerine
zenginlerin çağrılacağını, zenginlere itibar edileceğini, fakirlerin davet
edilmeyeceklerini haber vermiş olmaktadır.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Bir kimse salih bir zengine malı için tevazu gösterirse,
dininin üçte ikisi gider.” buyurmuşlardır.
Hiç bir zaman bir futbol takımının başarısı için gözyaşı
dökmemiştir.
Bunların hepsi İslâm dinine göre haramdır. Bu yaptıklarının hiç
birini Resulullah Aleyhisselâm yapmamıştır. İslâm dininde hiç böyle bir şey
görülmüş müdür?
Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerif’lerin Nûr Işığı Altında
Cevaplar:
Bölücüler hakkında, hususiyetle narcılar hakkında ortaya
koyduğumuz beyanlar üzerine Zaman gazetesinin 4 ve 5 Aralık 1996 tarihlerinde
Ali Ünal imzası ile bir yazı neşredilmiştir.
Bu yazıya cevap vermekle, bu vesile ile sırası gelmişken halka
hakikatı olduğu gibi göstermeyi, hakikatları açmayı lüzumlu gördüm. Her mevzuya
bir bir cevap vereceğim.
Küfrü hoş gören narcılar, Âyet-i kerime’ler kendilerini küfürle
damgalayınca, küfrü hoş görmediler. Oysa onlar hoşgörü tellallığı yapmamışlar
mıydı?
Ortaya koyduğumuz Âyet-i kerime’lerin hiç birisine
değinilmediği gibi, yazısına hiç bir Âyet-i kerime almamış. İki Âyet-i kerime
ise, ileride geleceği üzere, yahudi ve hıristiyanları dost edinmeye, halkı
infaka zorlamaya delil teşkil etmiyor.
Bu kadar Âyet-i kerime’ler sanki onlara hiç hitap etmiyormuş
gibi, gözü yumuk bakmış, işi hep teferruatla bitirmeye çalışıyor. Bunlar daha
önce de setir Âyet-i kerime’sini inkâr edip “Tesettür teferruattır.”
demediler mi? Bu yazıda da “Kur’an âyetlerini ve hadisleri delil diye altalta
sıralayanlar...” diyerek, önlerine çıkan her Âyet-i kerime’yi hep teferruat
kabul ettiklerini göstermiş oluyorlar.
Oysa bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfirin tâ kendisidir.
Hüküm budur.
Müslümanım Elhamdülillah! Önlerine sürdüğüm her Âyet-i
kerime’nin cevabını bekliyorum. Ve bütün teferruatına kadar bir bir cevap
veriyorum.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.
Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden her kim onları dost edinirse, o onlardandır.”
buyuruyor. (Mâide: 51)
Hazret-i Allah; “Onlara muhabbet eden onlardandır.”
buyuruyor. Bu Âyet-i kerime onların işini bitirir.
İnfak:
İnfak hakkında birçok Âyet-i kerime vardır. İnfak; İslâm
ordusunu techiz için, İslâm dininin kalkınması için, müslümanlara yardım için
teşvik edilmiştir. Yalnız “Sen şunu ver!” denmemiştir.
Dikkat ederseniz infak âyetleri hiç ağızlarından düşmüyor. Dini
dünyaya âlet ediyorlar ve müslümanları soymuyorlar mı? Nereye harcadıklarına bir
bak! Hep ahkama muğayir yerde harcıyorlar. Bir taraftan emanete hıyanet
ediyorlar, diğer taraftan israf ediyorlar. Buradan da mı tanımıyorsun
bunları?
Bütün bölücüler böyle. Koyun postuna kurtlar bürünüyor, yoluyor
ve soyuyorlar. Bu böyle değil midir? Ve birbirine destek oluyorlar. Bunların
hepsi Ahkâm-ı ilâhi’ye karşıdırlar. Nûrun yayılmasını istemezler. Harcadıkları
yerlere baktığınız zaman hep İslâm’ın yasak ettiği yerlere israf ve haram
yollardan harcadıklarını görürsünüz.
İnfak meselesini tetkik ettiğimiz zaman ne göreceğiz? Asr-ı
saâdette müslümanlar yalnız Kelâmullah’ın yükselmesi için, dini İslâm’ın
yayılması için çalışmışlar, ancak en yakınlarından bile hiçbir şey
istememişlerdir. Sadece faydalarını mükâfatını belirtmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Bu orduyu techiz edene Cennet vardır.” şeklinde
beyanlarda bulunmuşlar;
“Kim ki bu kuyuyu açarsa Cennet vardır.” şeklinde infaka
teşvik etmişler ve fakat katî surette avuç açmamışlardır.
Bu teşvikler daha çok savaş zamanlarında yapılmıştır. İnfak
Âyet-i kerime’leri pek çoktur ve Allah-u Teâlâ infakı teşvik etmiştir.
Müslümanların soyulmadan yolunmadan, gönül rızası ile verdikleri şeyler,
İslâm’ın inkişafı uğruna kullanılmıştır.
İlk zamanlarda müslümanlar zayıf idiler. İslâm henüz yeni
teşekkül ediyordu. Müslümanlar değil mallarını, canlarını dahi Allah uğrunda
fedâ etmekten çekinmiyorlardı. Günlerce aç kalan, boğazına bir parça lokma
koymayanlar vardı. Resulullah Aleyhisselâm’ın dahi açlıktan karnına taş
bağladığı olmuştur.
Zaman geldi, müslümanlar kuvvet buldu. Halkın yardımları,
orduları harekete getiriyordu. Bu yardımlarla savaşlar cihadlar yapıldı,
müslümanlık kısa zamanda bütün Arabistan’a yayıldı.
Fetihlerden sonra İslâm devleti zenginledi. Beşte bir ganimet
malları ve zekât gelirleri ile hazine doldu. Fakirlerin, düşkünlerin, esirin, aç
kalanın, yolda kalanın her türlü ihtiyacı Beytülmal’den karşılandı.
Bunlar ise topladıklarını nerelerde kullanıyorlar bir bak! Lüks
içinde yaşayışlarına, bir de İslâm’ım diye söz edişlerine bak! Bunların hangisi
İslâm’a uyuyor? Her biri nefsi için, şöhreti için hareket ediyor.
Halkı icrâya vererek arabasını evini sattırdılar, kendi malları
imiş gibi aldılar. İslâm’ı zayıf düşürüp küfre hizmet etmek için mi bunu
yaptılar?
Resulullah Aleyhisselâm’ın hiç kimseden bir şey istediği vâki
değildir. Söylenen sadece “Verene Allah-u Teâlâ’nın şöyle bir vaad-i
sübhânîsi var.” şeklinde idi. Yolmak mı? Aslâ!
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si varken, Resulullah Aleyhisselâm’ın istemesi
düşünülebilir mi?
Bunlar ise adamın altındaki arabasını, oturduğu evini bile
elinden aldılar. Bunların yaptığı hangi iş Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetine
uyuyor?
Bu bir gasb değil midir?
Sizin dininiz narcılık, imanınız para, has huyunuz gasb. Bu
böyle değil midir?
Süleymancılar dileniyor, siz ise gasb etmiyor musunuz? Sizin iç
yüzünüz budur.
Kur’an-ı kerim takvâdan çok bahseder, bunlar da ihlâsı ve
takvâyı hiç dillerinden düşürmezler. Halbuki bütün iş ve icraatları takvâya
muhaliftir. Hiç bir hareketleri de takvâya uymaz.
•
Bizim gayemiz dalâlete düşen bu fırkaları kurtarmak, düşmek
üzere olanları tutmaktır. Her vesile ile arzettiğimiz beyanlarımızdan, iş ve
icraatlarımızdan bu gayemiz açıkca anlaşılacaktır.
Bunların iş ve icraatı, şöhretleri, hangisi tevazuya uyuyor?
Bediüzzaman Hazretleri ile kıyaslandığı zaman hangisi o çizgiye uyuyor?
Şimdi siz göz göre göre dinini dünyaya âlet edenleri müslüman
mı zannedersiniz? Hâlâ bunlara aldanıp, kaz gibi yolunup soyulacak mısınız?
Bunların yaptığını bir solcu dahi yapmaz. Ve dikkat ederseniz, “Ben
solcuyum.” diyor, bu gasbı yapmıyor.
•
Ashab-ı kiram’dan Hakîm bin Hizam -radiyallahu anh- Resul-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den mal istemişti, ona istediği
malı verdi, yine istedi yine verdi.
Sonra da buyurdu ki:
“Yâ Hakîm! Bu mal câzip ve tatlıdır. Bir kimse malı gönül
hoşnudluğu ile alırsa, o mal ona mübarek olur, onda kendisine bereket verilir.
Eğer göz dikerek ihtirasla alırsa, o malın bereketi olmaz. Böyle bir kimse,
yediği halde doymayan kimse gibidir.
Veren el, alan elden hayırlıdır.”
Hakîm -radiyallahu anh- kimseden bir şey almayacağına dair söz
verdi ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra ölünceye
kadar hiç kimseden bir şey almadı. (Buhari - Müslim)
•
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Malını çoğaltmak için halktan mallarını isteyen bir kimse
şüphesiz cehennemin tutuşmuş ateş parçalarını istemiş olur.
Artık bunu azaltsın veya çoğaltsın.” (İbn-i Mâce: 1838)
•
Hazret-i Muaviye -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“İstemekte ısrar etmeyiniz. Vallahi sizden biriniz benden
bir şey ister de, onun istemesi benim hoşuma gitmediği halde benden bir şey
koparırsa, o şeyin ona bereketi bulunmaz.” (Müslim: 1038)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine
göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde
şöyle buyurmuşlardır:
“İstemek herhangi birinizi o dereceye getirir ki, yüzünde
bir et parçası bulunmadığı halde Allah-u Teâlâ’ya kavuşur.” (Müslim:
1040)
Bu şekilde bir azap ona verilecek cezanın ameli cinsinden
olması içindir. Çünkü o âleme el açmakla dünyada yüzünü zelil ve rezil etmişti.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Halktan istemek berelenmektir. İnsan onunla kendi yüzünü
berelemiş olur.” (Tirmizi)
•
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bazen bana
Beytülmal’den bir şeyler verir, ben de “Bunu benden daha fakirine ver!” derdim.
Hatta bir defasında bana bir mal vermişti de “Onu benden fakir birine ver!”
dedim. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle
buyurdu:
“Sen bunu al! Bu kabilden göz dikmediğin ve istemediğin
halde sana gelen malı da al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin.”
(Müslim: 1045)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruluyor:
“Kimseden bir şey istemeyin.” (Müslim)
Bu Hadis-i şerif’e nasıl gözü yumuk bakarlar?
“Kim halktan bir şey istemekten sakınırsa, Allah onu iffetli
kılar, korur. Kim kendini (halkın yardımından) müstağni bulursa, Allah o kimseyi
zengin kılar.” (Buhari - Müslim)
Bu Hadis-i şerif’i görmüyorlar mı?
“Kim başkasına el açmayacağı hususunda bana kesin söz
verirse yerinin cennet olacağına kefil olurum.” (Ebu Dâvud)
•
Bunlar ise infak Âyet-i kerimeler’ini dünyaya âlet ederek her
fırsatta müslümanları kaz gibi yolmuyorlar mı? Utanmadan halkın içinde senetleri
imzalatıyorlar, ödenmeyen senetleri icraya veriyorlar, evini elinden alıyorlar,
arabasını altından çekiyorlar, her fırsatta yolmayı kendi narcılık dinine göre
yapıyorlar. Bunların hiç biri İslâm dininde yok.
Âyet-i kerime’de:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, yalnız onlar doğru
yoldadırlar.” buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime de doğruyu ve eğriyi gösterir ve bunların
işini bitirir.
Onlar topladıkları parayı daha evvel de arz ettiğimiz gibi
süse, lükse, nama, şöhrete harcıyorlar. Oysa emanete hıyanetlik münafıklık
alametidir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- emanete hıyanetlik
edenleri münafık olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuşlardır:
“Münafıklık alameti üçtür. Söylediği zaman yalan söyler,
vâdederse sözünü yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona
hıyanet eder.” (Buhari-Müslim)
Diğer bir Hadis-i şerif’te; emanetin ganimet bilineceğini haber
veriyorlar:
“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil
olmayanlara verilince kıyameti bekle!” (Buhari. Tecrdi-i Sârih: 54)
Hazret-i Allah’ın nehyettiği işleri yaptıkları için Allah ve
Resul’ünün hükümlerine karşı geliyorlar. Hazret-i Allah’ın hükmünü bozmaya ve
değiştirmeye çalışıyorlar. Çünkü bu yaptıkları israftır. İsraf ise haramdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez.” (A’raf: 31)
Bütün bölücüler zekâtta bu gaspı yapıyorlar ve fakirin
lokmasını ağızından alıyorlar ve bunu rahatça yapıyorlar. Bu İslâm dini ile hiç
bağdaşır mı? Bu ancak din kurucularının dinine göredir.
Bir Tek Din Bir Tek Ümmet:
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin
Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Mü’minun: 52)
Bu Allah kelâmıdır, Ahmet’in Mehmet’in beyanı değil.
Cenâb-ı Hakk inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten
ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhiyi dinlemediler ve
korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u
Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında
parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi
tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.”
(Mü’minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve
tüzükleridir.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu
isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i
Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve
tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî
budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine
göre kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek
memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi
tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.
Şöhret Ziyafetleri:
İşte bu din kurucuları, nam ve şöhret ziyafetlerine “İftar”
ismini vermişler. Aslında onlar hep böyle yaparlar. Dini dünyaya âlet ederler.
Ramazanda iftar, sair vakitlerde himmet gecelerinde bu işleri yapıyorlar.
Bunlar para topladıkları gecelere himmet gecesi ismini
vermişler. Oysa talebelerden de gayet yüksek para alıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime
ve esire yedirirler.
Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizlerden ne bir
karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Biz sert ve belâlı bir günde
Rabbimizden korkarız.
Allah da onları bu yüzden o günün fenâlığından korur, onların
yüzüne parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 8-9-10-11)
Bu fazilet ve meziyet İslâm inancına ve ahlâkına göredir.
Biz bu Âyet-i kerime’lere bakarak çalışırız. Dilenmeyiz.
Koyun postuna bürünen kurtların şerrinden Allah’ıma
sığınırım.
•
Buradaki gayemiz; bu sapmışları, halka bildirmektir. Bunlara
soyulmayın, yolunmayın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kimseleri
bize çok güzel tanıtıyor:
“Ahir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar
dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş
gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma
kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle
buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa
bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir
musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.”
(Tirmizî)
Dinden çıkmış, bir daha da dine giremeyecek olan bu kimseleri
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler ile size tanıtmaya çalışıyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah’tan gayrısını
O’na emsal tutarlar ve onları Allah’ı sever gibi severler.” (Bakara:
165)
İşte bu bölücüler var ya, iman ettikleri imama öylesine
sarılmışlar ki, Allah-u Teâlâ’nın hükmü açık açık karşılarında okunduğu halde,
hiç bir tanesi mütenebbi olup “Allah-u Teâlâ’nın emrine uyalım!” demiyor. Çünkü
iman ettiği imama bağlanmış ve orada kalmış.
Amma Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında buyuruyor
ki:
“İman edenlerin Allah’a sevgileri ise her şeyden sağlamdır.”
Zekât Âyet-i Kerime’si:
Narcı yazar, Tevbe sûre-i şerif’inin 103. Âyet-i kerime’si ile
Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a, müminlere infak etmelerine dair
emir verdiğini söylemektedir.
Bu husus hiç de onun dediği gibi değildir.
Tevbe sûre-i şerif’inin 103. Âyet-i kerime’sinde Allah-u
Teâlâ:
“Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini
temizlemiş, bereketlendirmiş olasın.” buyuruyor.
Arap kabileleri arasında zekât vermeyen bazıları, zekâtın İslâm
devlet başkanına verilmeyeceğini iddiâ etmiş, bunun sadece Resulullah
Aleyhisselâm’a âit bir durum olduğunu söylemişlerdi. Onların bu Âyet-i kerime’yi
delil getirmelerini, bu şekildeki yanlış anlayışlarını Halife Ebu Bekir
-radiyallahu anh- ve diğer Ashab-ı kiram reddetmiş, Resulullah Aleyhisselâm’a
ödedikleri gibi, onun halifesine de zekât verilinceye kadar onlarla
savaşmışlardı.
Hatta Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri bu hususta
“Hayvanı verse, yularını bile vermese, namazla zekât arasında fark gözeten
herkesle harbederim.” buyurdu.
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’deki sadakadan
maksadın, farz olan zekât olduğunu söylemiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir
Hadis-i şerif’lerinde:
“Fakirlerinize verilmek üzere, zenginlerinizden sadaka
almakla emrolundum.” buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel)
Binaenaleyh Âyet-i kerime’deki “Al!” emri, farz olan
zekâtların alınıp kabul edilmesine delâlet etmektedir.
Hiç Kur’an-ı kerim okumayan, Âyet-i kerime’lere itibar etmeyen,
kendi zan kitaplarına göre konuşan ve hareket eden narcılar, “Para toplama” adı
altında halkı soymalarına, paralarını gasbetmelerine bu Âyet-i kerime’yi delil
göstermişler, sapıtmışlıklarını bir kere daha ortaya koymuşlardır.
Evet, Kur’an-ı kerim yüzlerce Âyet-i kerime’sinde, Resul-i
Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çeşitli vesilelerle infaka teşvik
etmiş, infak edenleri övmüş, fakat bunların yaptığı gibi, hiç bir şekilde
gasbçılığı, saf müslümanları kandırmayı tasvip etmemiştir.
Ve size ne oluyor ki böyle hüküm veriyorsunuz?
“Herkesin Anlayabileceği Bir Ayırım
Noktası:”
Şimdi Allah-u Teâlâ’nın hükmünü arzedeceğiz:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu nokta çok mühim. Binaenaleyh bu açık ferman-ı ilâhi var
iken, bu para toplayanlar var ya, bu Âyet-i kerime’ye iman etmiş değillerdir,
bunu katiyetle bilin.
İman edenlere bu Âyet-i kerime kâfidir. Bu Allah kelâmıdır,
cemaat kelâmı değil. Şimdi onun cemaat dediği kimseler bu Âyet-i kerime’ye
uyuyor mu? Uymuyorlar. Çünkü hepsi eğri yoldalar ve hepsi soyuyorlar,
yoluyorlar, ne ev ne araba bırakıyorlar. Bu İslâm’da var mıdır?
Biz Allah-u Teâlâ’ya iman ettiğimiz için hep Kelâmullah ile
konuşuyoruz. Siz de müslüman iseniz, Kelâmullah ile cevap verin.
Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’i 21. Âyet-i kerimesi ile para
istemeyi yasakladığı gibi, aynı zamanda bu paralar nereye harcanıyor? Hem
istiyorlar, hem de zekât ve fitre diye toplanan paralar fakire ulaştırılmıyor.
Oysa talebelerden de para alınıyor. Hem de kendilerini müslüman imiş gibi
göstermek isterler.
Biz şöyle deriz;
“Çek elini ey dil-i siyah,
Püf demekle hiç söner mi meşale-i nûr-i ilâh.”
Püf demekle hiç söner mi meşale-i nûr-i ilâh.”
Yemek vereceğiz diye dâvet ederler. Gelenler de “Yiyen ağız
utanır.” kabilinden, vermeye mecbur kalır. Oltayı takarlar, soyup yolarak
karşıdakini kaz yerine koymuyorlar mı? Senet imzalatır, elinde ne varsa almaya
çalışır. Senedi ödemeyince icraya verir, altındaki evi, arabayı da icra vasıtası
ile alır. Himmet gecesi adı altında, talebe okutuyoruz gayesi ile bu parayı
alırlar, ayrıca her talebeden de para alırlar.
İşte dinden çıkan bu sapıtmışlar İslâm’a ısınacak kimseleri
dahi soğuttular. “İslâm bu mudur?” dedirttiler. Bu bölücülerin yaptığını
hiç bir solcu dahi yapmamıştır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Fâsığa ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım
etmiş olur.” (Münâvi)
Bunlara para verenler her verdiğinden sual sorulacağını ve azap
göreceğini de bilsinler. Çünkü onun verdiği para İslâm’ın yıkılmasına vesile
oluyor.
Bunun delilini mi istiyorsunuz? Size Âyet-i kerime ile arz
edeceğim.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Şu bir gerçektir ki, hahamların ve
rahiplerin çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve onları Allah’ın
yolundan alıkoyarlar.” (Tevbe: 34)
Dini dünyalığa âlet ederek, din adına bir takım haksız
sebeplerle insanların mallarını yemek ve kendinde toplayıp biriktirmek
kesinlikle haramdır.
Allah-u Teâlâ din adına haksız yollara ve haksız kazançlara
başvuran yahudi hahamlarını ve hıristiyan papazlarını kınamakta, dini
dünyalıklarına âlet ederek çok kötü bir misal olduklarını açıklamaktadır.
Dinin aslından uzaklaşan ehl-i kitabın düştüğü bu korkunç
uçuruma müslüman din âlimlerinin de düşmemesi için uyarıda bulunuyor.
Konyalı Mehmet Vehbi Efendi, tefsirinde şöyle söylüyor:
“Zamanımızda âlim ve şeyh kisvesinde görülen bazı
sahtekârları görünce bu Âyet-i kerime onların hallerini tasvir ediyor
zannedilir.”
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyuruyor:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni
Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar.” (En’am: 116)
İşte bu “Âlimdir, imamdır.” zannettiğiniz kimseler gerçekten
saptırıcıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları tarif ettiği halde bu ilâhi hükmü
umursamıyorsunuz. Bilin ki siz de bu cehenneme dâvet edenlerle berabersiniz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.” (Mâide: 49)
Bunun içindir ki her ne kadar onlara Allah-u Teâlâ’nın
kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’i ile beyanını arz etsen de,
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu
inanmazlar.” (Yusuf: 103)
•
Bunlara fitre, zekât veyahut kurban veren iyiden iyiye bilsin
ki Allah-u Teâlâ’nın rızası bunlarda yoktur. Yeniden vermedikçe vermiş
sayılmayacağını katiyetle haber veriyorum. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği
düşmanlarıdır. Bunlar hakkındaki açık Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri
önünüze seriyorum ve emirlerini duyuruyorum.
Kelime-i Tevhid:
Yazısında kalpten bahsediyor, onun kalbi “Lâ ilâhe
illâllah” demiş olsa “Lâ” da kalmazdı. Ancak ilâhi hüküm ve hudutlara
bağlı kalırdı. İslâm dinini âlet edip İslâm’a muğayir hareket etmezdi. İşte
bunlar İslâm değildir.
Dikkatle baktığınız zaman tarih boyunca ancak münafıklar
küffarla, yahudi ile gizli veyahut aşikâr dostluk kurmuşlardır. Müslüman; kâfire
karşı durmak için, dinini, imanını, vatanını müdafaa etmek için, ancak din
kardeşi olan müslüman ile dostluk kurar. Kâfirlerin dostlarına gelince, o da
onlardandır.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat’ın 163.
mektubunda kâfirlere iltifat eden, hoşgörü ile bakan hatta “Hazret”
diyenlere çok ağır cevap veriyor.
Teberrüken buraya alıyoruz:
“...
İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada olamazlar. Ta
kıyamete kadar, hatta kıyamette dahi. Bunlardan birini isbat etmek, diğerini
kaldırmaktır. Birini ağırlamak, diğerini küçük düşürmektir.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, Peygamber’ine hitaben
şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara
karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne
kötüdür!” (Tevbe: 73)
Sübhan Allah, en güzel huyla sıfatlanan Resul’üne “Küffarla
cihad et ve onlara sert davran.” emrini verdiğine göre, bundan bilinir ki;
onlara sert çıkmak en güzel huylar arasındadır.
İslâm dininin izzet bulması küfrün ve küfür ehlinin zelil
düşmesindedir. Buna göre bir kimse, küfür ehlini ağırlarsa İslâm ehlini zelil
düşürmüş olur.
Kâfirleri ağırlamak yalnız onlara tazim edip baş köşeye
oturtmak değildir. Onları meclislere almak, onlarla sohbet etmek, onların dili
ile konuşmak gibi hareketler dahi onları ağırlamaktır. Asıl uygun olanı;
köpekleri uzaklaştırır gibi onları uzaklaştırmaktır.
Eğer onlarla alâka peyda etmek, dünya işlerine ait zaruretler
icabı ise... başka türlü de olmuyorsa... o zaman uygun olan, ancak zaruret
mikdarı onlarla olmaktır. Bu arada onları bir şey yerine koymamaya ve
kendilerine lüzumsuz yere iltifatta bulunmamaya riayet etmelidir.
Ama İslâm’ın kemali, böyle bir garazı dahi tamamen terk edip
onlara iltifat etmemek ve onlarla karışıp durmamaktır. Zira noksan sıfatlardan
münezzeh olan Allah, onları (yani küfür ehlini), Kelâm-ı Mecid’inde zâtının ve
Resulü’nün düşmanı olarak tanıttı:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir.”
(Mümtehine: 1)
“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve
Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.”
(Bakara: 98)
Allah’ın ve Allah’ın Resulünün düşmanı olan kimselerle karışık
durmak, cinayetlerin en büyüklerindendir.
Bu düşmanlarla karışık durmanın, onlarla arkadaşlık etmenin en
azından zararı; Şer’i hükümlerin icrasındaki kuvvette zaaf ve gevşeklik hâsıl
olmasıdır. Bundan başka, onlarla olan arkadaşlığı dolayısıyle küfre sebep olacak
şeylerden kaçınmaya utanır. Böyle bir zarar, cidden büyüktür. Kaldı ki, Allah’ın
düşmanlığını, Resul’ünün düşmanlığını çeker.
Böyle bir uygunsuz insan sanır ki, kendisi müslümanlardandır;
Allah’a ve Resulüne imanı vardır. ama bilmez ki, bu gibi kötü ameller
kendisinden İslâm devletini giderir.
Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah’a
sığınırız.
Bir şiir:
‘Kendini hem âlim, hem din adamı sanır,
Dinle bütün ilgisi böyle sanmasıdır.’
Dinle bütün ilgisi böyle sanmasıdır.’
Bu din düşmanı mel’unların işi İslâm’ı istihzaya ve
müslümanları maskaralığa almaktır. Aynı zamanda onlar, eğer bir fırsatını
bulsalar bizi İslâm dininden çıkaracaklar ve hepimizi öldüreceklerdir.
Müslümanlara yakışan utanıp hamiyet sahibi olmaktır. Zira
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
‘Hayâ imandandır.’
Hamiyet-i İslâmiye zaruridir. Baştaki emir sahiplerine düşer
ki; daima bu hizlana düşen kimselerin baş kaldırmalarına fırsat vermeyeler.
.....
İslâm devletinin husülünün alâmeti: Küfür ehline buğzedip
onları kerih görmektir.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı Mecid’inde onları “Necis” diye
isimlendirdi:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis
(pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Bir başka Âyet-i kerime’de ise onlara “Murdar” ismini
verdi.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.”
(Tevbe: 95)
Eğer o kâfirleri böyle görmüş olsalardı, hiç şüphe yok
ki, onlarla arkadaşlık etmekten kaçınır ve onlarla oturmayı kerih
görürlerdi.
Herhangi bir şeyde bu düşmanlara müracaat etmek, onların reyi
ve hükmü ile iş tutmak, kendilerini tam mânâsıyla ağırlamaktır. Bunlardan himmet
taleb edip onları bir vesile bilenin hali n’olur ki?”
Gördüğünüz gibi İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri
bunların içyüzünü ne güzel tarif buyuruyorlar.
Her fırsatta diyoruz ki elhamdülillah ben müslümanım. Bütün
beyanlarım Âyet-i kerime’ye ve Hadis-i şerif’e dayanır. Ancak onları muteber
tutarım ve itibar ederim. Bunun için bize cevap vermeye yeltenenler Âyet-i
kerime ve Hadis-i şerif’ler ile cevap vermek mecburiyetindedirler. Bizim lâfa ve
teferruata kıymet vermediğimizi hâlâ bilmediler mi?
Âyet-i kerime’lere hiç değinmemiş, çünkü Âyet-i kerime’ler
onlardan bahsediyor. Bir tek Âyet-i kerime onların işini bitirir.
Bu Âyet-i kerime’leri arzetmek ve açıklamaktaki gayem, halk da
bilsin ve bunların içyüzünü öğrensin içindir. Ancak onlar hiç bir zaman cevap
veremezler. Bütün işleri Ahkâm-ı ilâhi’ye muğayirdir. İslâm’mış gibi görünerek
kendilerini göstermeye çalışmaları saf müslümanları yolmak, müslümanları küfürle
hoşgörüye kaydırmak ve kandırmak içindir. Zira bunlar kâfirlerle içiçe olmuş ve
anlaşmış görünüyorlar.
Fatih Sultan Mehmet Han ve Zimmîler:
İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Hazretleri’nin hıristiyanlara
geniş haklar verdiğinden, patrikhanenin İstanbul’da kalmasına müsaade ettiğinden
bahsediyor.
Fatih Sultan Mehmet Hazretleri azameti ile küffara boyun
eğdirdi. Sen ise küffara boyun eğdin. Mü’min ile münafık bir olur mu? Eğer
küffar ilinde çalışsaydın, tahribatın daha az olurdu. İslâm dini’ne bu kadar
tahribatı yapmazdın. Zira bunca müslümanı münafık yaptın ve onlara hoşgörü ile
küfrü hoş gösterdin. Dinimize ve vatanımıza bir kâfirin yapamayacağı tahribatı
yaptın. Siz bölücüler dinimizi ve vatanımızı paramparça ettiniz.
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi de helâk
eder misin Allah’ım!” (A’raf: 155)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların
tarafından bir şeref ve kudret mi arıyorlar. Bilsinler ki şeref ve kudret
tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münafıklara zillet
verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan Hazretleri İslâm’ın azametini şecaat ve
şevketini küffara göstermek için, Allah için fütuhat yaptı. Ama sen kâfire
peşkeş çekiyorsun. Kucak kucağa giriyorsun, elinden gelse bütün müslümanlara
küfrü hoş göstermeye çalışıyorsun. Müslümanla münafık bir olur mu?
Fatih Sultan Hazretleri himayesine sığınmış oldukları için
onlara Ahkâm-ı ilâhi’nin verdiği ruhsatı vermiştir. Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerimesinde şöyle buyuruyor:
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)
Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiç
bir kimseye İslâm dinine girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve
seçme hakkına sahiptir.
Fatih Sultan Hazretleri İslâm’ın kâfire verdiği ruhsatı kabul
etmiş, bu ruhsat dairesinde geniş haklar vermişti.
•
İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını
kabul eden gayr-ı müslimlere “Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren
erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir. Zimmet anlaşması yapmakla bunlar
müslümanların zimmetine girmiş, bir takım haklara sahip olmuş olurlar. Zimmet
akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun korunmasından ibarettir.
Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir
gayr-i müslim, aksine hareket etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve
emanında bulunur.
Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa
tatbik edilen cezaya çarptırılır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren
bir kişi, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulan cennetin kokusunu
duyamayacaktır.” (Buhari. Tecrid-i Sârih: 1309)
Bu hususta bir çok Hadis-i şerif’ler mevcuttur. Diğer bir
Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Dikkat edin! Kim, andlaşma yapılan (gayr-i müslime)
zulmeder veya gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutarsa, veyahut hakkını tam
vermezse, veyahut da gönül rızası olmaksızın ondan bir şey alırsa, kıyamet
gününde ben onun hasmıyım.” (Ebu Dâvud. İmaret: 33)
Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine
getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma ve garanti altındadır. Öyle ki
ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne yapmalarına müsaade edilmez.
Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir ifadesidir. Bir zimmî
kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde
müslümanların hukukuna tabî olur.
Zimmîler ahidlerini bozarlarsa kendilerine harbî muamelesi
yapılır ve harbedilir.
İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost
edinmek tamamen ayrı şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap
hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan,
Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu
onlara göstermişlerdir. İslâm dâvetinin özünde olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı
kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk mânâsına geldiğini
zannediyorlar.
Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk
kurma mânâsına gelmez.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- in hilâfeti yıllarında Basra
vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere
Medine-i münevvere’ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin
nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:
“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi
kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.”
O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle
konuştular:
- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip
edinseydin ya! Allah’ın şu buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar!
Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)
- Onun dini ona, kâtipliği bana.
- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü
aziz ve şerefli kılma, Allah’ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.
- Ne yapalım! Basra’nın yazı işleri ancak onunla yoluna
giriyor.
- Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne
yapacaksın?” (Mefâtihül-gayb)
Mümtehine: 8 Âyet-i Kerime’si:
Allah-u Teâlâ, kâfirlerden kendilerine iyilik yapılması ve
haklarında adaletin gözetilmesi câiz olanları mevzubahis etmekte ve durumu
sınırlandırarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz.
Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)
Bu Âyet-i kerime zimmîleri içine almaktadır. “Hangi
milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, size dininiz hakkında sataşmayanlara
iyilik ve adaletle muâmele etmekten nehyedilmiş değilsiniz.” demektir.
Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş,
kendi dinini yaşıyor, bırak yaşasın.
Fatih Sultan Hazretleri ahkâm çerçevesinde onlara haklar
tanıdı. Amma o aslâ senin gibi küfrü hoş görenlerden değildi. Küffarla Allah
için İ’lây-ı kelimetullah’ın yücelmesi için savaştı ve bu toprakları İslâm’a ve
müslümanlara hediye etti. Sen ise en büyük din ve vatan düşmanımızla büyük bir
dostluk kurdun, dinimizi ve vatanımızı parçalamak ve yıkmak için.
Hâlâ kendinizi müslüman olarak kabul ettirmeye mi
çalışıyorsunuz? Müslümanlık perdesi altında rahatça müslümanları
soyuyorsunuz.
Meğer şimdiye kadar aslınızı gizlemişsiniz!..
İslâm ve Münafıklar:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında da
münafıklar vardı. Ve gizliden gizliye büyük rol oynarlardı.
Ve bunların başında Abdullah bin Ubeyy bin Selül vardı, iman
etmiş gibi göründü, münafık olduğunu gizledi. Ümmet-i Muhammed arasında fitne
çıkarmak için fırsat bekledi.
Hazreç kabilesinin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy
bin Selül, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Medine-i
Münevvere’ye hicretinden önce Hazreç kabilesine reis olacaktı. Taraftarları ona
süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine-i münevvere’de
yayılması, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret etmesi reisliğine mâni oldu. Bu
sebeple kendisi de taraftarları da İslâm’a düşman oldular. Fakat
bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de Bedir savaşından hemen sonra
İslâm’a girdiler, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece münâfıklar
zümresi türemiş oldu.
Hicretten bir kaç gün sonra Kureyş müşriklerinin ileri
gelenleri, Abdullah’a bir mektup göndererek himayelerine aldıkları Peygamber’i
öldürmelerini veya Medine’den çıkarmalarını istemişler, aksi takdirde bütün
güçleriyle üzerlerine yürüyeceklerini bildirmişlerdi.
Abdullah’ın mevzuyu taraftarları ile görüşmekte olduğu haberi
Resulullah Aleyhisselâm’a ulaşmış, o da Abdullah’ı ziyaret ederek Kureyş’in
isteklerine uydukları takdirde kendilerinin zararlı çıkacaklarını ona
hatırlatmıştır. O sırada Medine’nin çoğunluğu müslüman olduğu için Abdullah,
Peygamber’e karşı hareket etmeye cesaret edememişti.
Abdullah bin Ubeyy Medine’li yahudilerle de işbirliği
yapıyordu. Hazreç kabilesi öteden beri Nadiroğulları yahudileri ile müttefik
olduğu için Abdullah onların İslâm aleyhindeki faaliyetlerine kolayca
katılabiliyordu. Müslümanların Bedir zaferini bir türlü hazmedemeyen ve bunda
kendi âkibetlerinin işaretini gören Kaynukaoğulları yahudileri bazı
taşkınlıklarda bulunmuşlardı. Onbeş gün süren kuşatma sonucunda yahudiler
Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı olarak teslim oldukları bir sırada
Abdullah onların imdadına koşmuş ve Resulullah Aleyhisselâm’a Hazreç kabilesinin
yahudilerle anlaşma yapmış olduğunu ileri sürmüştür.
Bu hadiseden sonra müslümanların yahudilerle ve hıristiyanlarla
dostluk kurmalarını yasaklayan Âyet-i kerime nazil olmuştur.
Hemen akabinde nazil olan Âyet-i kerime’de de Abdullah bin Ubey
ve taraftarları kastedilerek şöyle buyurulmaktadır:
“Kalplerinde hastalık bulunanların ‘Devir onların lehine
döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.’ diyerek onların arasına
koşuştuklarını görürsün.
Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir
de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman
olurlar.” (Mâide: 52)
•
Uhud savaşında Resulullah Aleyhisselâm, müşrikleri Medine’de
karşılamak düşüncesindeyken, bazı genç sahabilerin ısrarı üzerine yediyüz
kişilik bir kuvvetle Uhud’a doğru yola çıkmıştı. Abdullah da Medine’den dışarı
çıkılmasına taraftar değilken Resulullah Aleyhisselâm’ın çıktığını görünce üçyüz
kişilik bir kuvvetle katılmış, ancak yolda Medine’den ayrılmamak hususundaki
görüşüne itibar edilmediğini ileri sürerek savaşa katılmaktan vazgeçmiş,
taraftarlarıyla Medine’ye geri dönmüştü.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Nadiroğulları yahudilerinin
Medine’yi terketmelerini istemesi üzerine, Abdullah bin Ubeyy yahudilere haber
göndererek yerlerinden ayrılmamalarını ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı
gelmelerini istemişti. Onlar da buna güvenerek kalelerine kapanmışlar ve
mukavemete teşebbüs etmişlerse de vaad edilen yardım gelmeyince müslümanların
şartlarını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Kur’an-ı kerim bu hadiseye işaret
ederek Haşr sûre-i şerif’inin 11. Âyet-i kerime’sinde münâfıkların yalancılığını
bir kere daha ortaya koymuştur.
•
Abdullah bin Ubeyy, Mustalıkoğulları savaşından dönerken de
eskiden beri sürdürdüğü bozgunculuğuna devam ederek muhacirler aleyhine çirkin
sözler söylemiş, fakat öldürülmesine yol açacak muhtemel sert tepkilere bizzat
Resulullah Aleyhisselâm mâni olmuştur.
Yine bu sırada Hazret-i Aişe -radiyallahu anhâ- Validemiz
hakkında uydurulan iftiranın baş tertipçisi ve yayıcısı da o olmuştur.
Âyet-i kerime’de Abdullah bin Ubeyy kastedilerek:
“Onlardan o (yalan)ın en büyüğüne elebaşılık yapana da büyük
bir azap vardır.” buyurulmuştur. (Nûr: 11)
Resulullah Aleyhisselâm kendisini çok üzen bu hadiseden dolayı
Abdullah’ı cezalandırmamış ve ona karşı daima müsamahalı davranılmasını
istemiştir.
Abdullah bin Ubeyy hicretin dokuzuncu yılında yirmi gün süren
bir hastalıktan sonra öldü. Oğlu Abdullah babasını kefenlemek için Resulullah
Aleyhisselâm’dan gömleğini istedi, cenaze namazını kıldırmasını da rica etti.
Resulullah Aleyhisselâm gömleğini verdi, fakat namazını kıldırmak için harekete
geçtiği sırada Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- in Tevbe sûre-i şerif’inin 80.
Âyet-i kerime’sine dayanarak münâfıkların affı için duâ edilmeyeceğini ileri
sürmesi ve ısrarlı itirazı ile karşılaştı. Nihayet aynı sûrenin 84. Âyet-i
kerime’si Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i tasdik eder mahiyette, münâfıklara
duâ etmeyi ve kabirlerini ziyaret etmeyi kesinlikle yasakladı.
Münâfıkların durumunu şu Âyet-i kerime beyan eder:
“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” (Nisâ:
145)
Abdullah İbni Ubeyy bin Selül fitnesinden ötürü kendisinin ve
etrafının ebedi cehenneme girmesine vesile oldu.
•
Hülasâ-i kelâm; Fethullah Gülen büyük bir hünerle etrafını
hoşgörü ismi altında rahatça küfre sokarak, şeytanı dahi hayrete düşürmüş olmadı
mı?
Amma unutmayın ki şeytanlarla beraber tepetaklak cehenneme
atılacağınızı bu Âyet-i kerime beyan eder.
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün
askerleri de.” (Şuarâ: 94-95)
Şu kadar var ki kâfirler cehennemde, münafıklar ise “esfel-i
safilin” dedirler. Zira münafıkın İslâm dinine yaptığı tahribat kâfirin
tahribat ve zararından daha beterdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Münafıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi
olduğuna şahitlik ederiz.’ derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu
çok iyi bilir. Ve Allah, o münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik ediyor.”
(Münâfikun: 1)
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna
engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikun:
2)
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine
Allah, onların kalblerini mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.”
(Münâfikun: 3)
Allah-u Teâlâ; münafıkların yalancı olduklarını, yeminlerini
kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü
olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin
mühürlendiğini inananlara duyurmaktadır.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve
söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler
gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar
düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah
kahretsin onları. Hakk’tan nasıl çevriliyorlar.” (Münâfikun: 4)
Kâfir ve Münafıklara Karşı Alınması Gereken
Tavır:
Allah-u Teâlâ kâfir ve münâfıklara olan tavrı açık bir şekilde
beyan ediyor.
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız
olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı
dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru
kılınmıştır.
“Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi
gösteriyorsunuz.” (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ’yı da, O’nun peygamberini de ve o
Peygamber’e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara
sevgi ve muhabbet gösteriyor ve dost oluyorsunuz.
“Oysa onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı
Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ’nın ne de kullarının
haklarını tanımıyor, onlardan tiksindiklerinden dolayı aralarından
çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke’den Medine’ye hicret etmeye mecbur
ettiler.
“Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnudluğumu kazanmak
için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” (Mümtehine: 1)
Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak,
benim yolumda cihad eden kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost
edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin ve nefretlerinden, dininize
karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış, mallarınızdan mülklerinizden
etmişlerdi.
“Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da
bilirim.” (Mümtehine: 1)
Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları
bildiğim halde, sizin gizlediklerinize Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler
böyle mi yapıyorsunuz?
“İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.”
(Mümtehine: 1)
İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış,
böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felâkete atmış olur.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin
kalplerinde bulunan şiddetli düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle
buyurdu:
“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman
kesilirler.” (Mümtehine: 2)
Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına
alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde
size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size karşı olan o şiddetli düşmanlığı
açığa vururlar.
“Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar.”
(Mümtehine: 2)
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size
elleriyle; sövmek saymak, hakaret etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler
yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan geri kalmazlar.
“Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.” (Mümtehine:
2)
Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine
saldırmaktır.
Ebedi hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük
musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda
musibete düşme tehlikesi her zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk
göstermek büyük bir hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh- in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı
akraba ve çocukları sebebiyle o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle
ifade edilmektedir:
“Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda
vermezler.” (Mümtehine: 3)
Onları korumak kastı ile düşmanlarına yakınlaştığınız
akrabalarınızın ve çocuklarınızın size faydası olmayacaktır. Onlar sizi
yaptığınız günahın cezasından kurtaramazlar.
“O gün Allah onlarla aranızı ayırır.” (Mümtehine: 3)
Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız.
“Allah yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine: 3)
Ona göre mükâfât veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya
çocuklarınıza göre değil.
Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden ictinab ediniz.
•
Allah-u Teâlâ’nın bu beyanını görmüyor mu? Hazret-i Allah
“Onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları,
oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamberine muhalefet
eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahirete imanın
gerekleriyle taban tabana zıddır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi
göstermektir. Küfre muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz.
Gerçek iman budur. Bu İslâm dinine göredir.
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa,
babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.”
(Tevbe: 23)
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost
ve kardeş olacağını anlatıyor. O ise kendi dinine göre hareket ediyor. Kendi zan
hükümlerini ortaya koyuyor.
Söylediği sözler, verdiği beyanatlar ve icraatlar hep İslâm’a
terstir. Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere tezattır.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde münafıklar hakkında bir çok
beyanlarda bulunmuş, müminlere onlardan sakınmalarını emir buyurmuş ve onların
iç yüzlerini beşeriyete ilân etmiştir:
“Ne onlarla olurlar, ne de bunlarla olurlar. İkisinin
arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Münafığın misali iki sürü arasında hayretle kalan koyun
gibidir. Kimi o sürüye gider, kimi bu sürüye.” (Müslim: 2784)
İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları ve tevbe etmedikleri
sürece, münafıkların İslâm’da yeri ve itibarı yoktur.
Dünyada ve Ukbâda Elele:
Münafıklar içten kâfir oldukları, dıştan da müslüman görünmeye
çalıştıkları için Allah-u Teâlâ onları yahudilerle sapık, müşriklerle kardeş
diye vasıflandırmaktadır:
“Resulüm! Münafıkların ehl-i kitaptan küfre sapan
kardeşlerine ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber
çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız
mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?
Allah onların yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Haşr:
11)
“Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tağuta ve
bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da kâfirler için ‘Bunlar inananlardan daha
doğru yoldadırlar.’ diyorlar.” (Nisâ: 51)
Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için
ebedî ikâmetgahları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar
için hiç bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti
karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de derece derecedir.
Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde
bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha
şiddetlidir.
Allah-u Teâlâ imansızların akibetini haber verirken münâfıkları
kâfirlerden önce anmış, akibetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere
içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden
uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi
kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
Binaenaleyh bazı kişiler hakikat ile dalâleti fark
edemediğinden onları hâlâ müslümandır zannıyla aldanır, küfür batağına düşer ve
dinden imandan soyulur. Cehenneme düşünce ayılır. Nedamet çok, faydası hiç yok.
Artık orada hep beraberdirler.
Âyet-i kerime’de:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e
muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda
bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir
orası!” buyurulmaktadır. (Nisâ: 115)
Dünyada kimi dost edindiyse, onu o dostu ile beraber
haşreder.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Sen onlar hakkında acele etme. Biz onların günlerini
saydıkça sayıyoruz.” (Meryem: 84)
“İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz
onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak, günahlarını artırmak için fırsat
veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i imran: 178)
Hidayetten Dalâlete:
Büyük bir lütfa ererek hidayete ermesine rağmen dünya
menfaatlarına yönelen kimseleri Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde daimi bir
şekilde dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:
“Onlara o kimsenin haberini anlat ki, kendisine
âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu
arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere
saplandı ve hevesinin peşine düştü.
Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da
dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur.
İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hali böyledir. Sen
onlara bu kıssayı anlat. Belki üzerinde düşünüp ibret alırlar.” (A’raf:
175-176)
İlmiyle amil olmayıp dünyaya meyleden âlim için bu Âyet-i
kerime’de büyük bir tehdit vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını, hangi
deliğe tıkılacaklarını yakında göreceklerdir.” buyuruyor. (Şuarâ: 227)
Hem kendilerine hem de beşeriyete zulüm etmekle çok büyük bir
azaba düçar olacaklarını Allah-u Teâlâ haber veriyor.
“Rableri olan Allah ve peygamberlerin emrine karşı gelen
nice şehirler vardır ki onları şiddetli bir hesaptan geçirdik ve korkunç bir
azap ile onları azaplandırdık.
İşte onlar, yaptıklarının cezasını tattılar. Ve yaptıklarının
sonu tam bir hüsran oldu.
Allah, onlar için, (ahirette) şiddetli bir azap hazırlamıştır.
İşte ey inanmış olan akıl sahipleri! Allah’tan korkun. Çünkü Allah, size uyarıcı
bir kitap ve zikir indirmiştir.” (Talâk: 8-9-10)
İstidraç:
Hazret-i Allah Kur’an-ı kerim’de dünya hayatının gelip-geçici
olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya
hayatına bağlanarak ebedi hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın.” buyurmuştur.
(Fatır: 5)
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime’sinde dünyayı ve
içindekileri tarif ediyor:
“Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak
bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem
daha hayırlı hem de daha süreklidir.” (Tâhâ: 131)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla
sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir
belaya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara
mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma
durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin
tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine
yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere
boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir.
Ahiret ise Rabbinin katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara
mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiç bir değeri yoktur. Altın ve
gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir.
Münafıklar Hakkında Nâzil Olan Âyet-i
Kerimeler:
Uhud Harbi için ikindiden sonra bin kişilik bir kuvvetle yola
çıkıldı. İçlerinde üçyüz kadar münafık vardı. Reisleri Abdullah bin Ubeyy
“Ben meydan savaşına taraftar değilim, Medine’den çıkılmamasını istedim.
Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüzü dinlemedi.” diyerek
kavminden ve münafıklardan üçyüzünü alıp geri döndü. Böylece İslâm ordusunun
sayısı yediyüze inmiş oldu.
Onların dönüp gitmesi Evs’ten Hârise oğulları ile Hazreç’ten
Seleme oğullarını tereddüte düşürdü. Bir ara onlar da ayrılmayı düşündüler,
dönecek gibi oldular. Fakat Allah-u Teâlâ’nın hidayeti erişti, onları şeytanın
vesvesesinden kurtardı.
Bu hususla ilgili olarak Âyet-i kerime’de şöyle
buyuruluyor:
“O zaman içinizden iki taife bozulmaya yüz tutmuştu. Oysa
Allah onların yardımcısı idi. Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i
imran: 122)
Kalplere kuvvet veren O’dur, zayıflık veren de yine O’dur.
Ashab-ı kiram’dan bazıları yahudilerle aralarında yardımlaşma
sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resulullah
Aleyhisselâm:
“Bir şirk ehlinden birine karşı, diğer şirk ehlinden yardım
isteyemeyiz.” buyurdu.
•
Münafıkların Uhud’da İslâm ordusundan ayrılıp Medine’ye geri
dönmeleri üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Onlara ‘Gelin! Allah yolunda çarpışın, veya savunun!’
denildiği zaman ‘Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik.’
dediler.” (Âl-i imran: 167)
Onların bu sözleri tam bir nifak alâmeti idi. Zira onlar
müşriklerle asla savaşmak istemiyorlardı. Asıl istedikleri de müslümanların
müşrikler karşısında yenik düşmeleri ve bir daha bellerini doğrultamamaları idi.
Müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay ediyorlardı.
Nitekim:
“Onlar o gün imandan daha çok kâfirliğe yakın idiler.”
(Âl-i imran: 167)
Bu hadiseden önce onlar dışa karşı mümin görünüyorlardı,
küfürlerini belli edecek herhangi bir belirtileri yoktu. O gün İslâm ordusundan
ayrılınca ve o sözleri de söyleyince, sahip oldukları zannedilen imandan
uzaklaşmış ve küfre yakınlaşmış oldular.
Zira geriye çekilmekle müminlerin kalabalığının azalmasına
sebep teşkil etmek, müşrikleri güçlendirmek demekti. Allah yolunda cihaddan geri
duran, İslâm yurdunu müdâfaadan kaçınan kimselere “Mümin” vasfı lâyık
olamaz.
Davranışlarıyla küfre imandan daha yakın olan bu
münafıklar:
“Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı.”
(Âl-i imran: 167)
Bu onların her zamanki halleridir. Söyledikleri kalplerinden
gelmez. İçlerinde gizlediklerinden başkasını açığa vururlar.
Aslında savaş olacağını biliyorlardı. Çünkü müşrikler Mekke’den
kalkıp Uhud’a kadar gelmişler, Bedir’de şereflilerinin öldürülmesi sebebiyle
savaşmayı arzuluyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm da ashabıyla birlikte
Medine’den çıkmış Uhud yolunu tutmuştu. Binaenaleyh savaşın olmaması için hiç
bir sebep yoktu. Buna rağmen “Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan
gelirdik!” demişler ve başka hiç bir sebebe dayanmadan İslâm ordusundan
ayrılmışlardı. Fakat onlar ne düşünürlerse düşünsünler, kalplerinde ne
gizlerlerse gizlesinler, Allah-u Teâlâ onların gizlediklerini elbette
bilmektedir.
“Onların gizlediği şeyi Allah en iyi bilendir.” (Âl-i
imran: 167)
Ne küfürleri ne de nifakları kendilerine asla fayda vermeyecek,
yaptıklarının cezasını dünyada da ahirette de mutlaka çekeceklerdir.
Münafıklar Hakkında Fikir Ayrılığı:
Yarı yoldan geri dönerek, böyle kritik bir zamanda müslümanları
yalnız bırakan ve orduda moral bozukluğu husule getiren münafıklar hakkında
Ashab-ı kiram iki gruba ayrılmıştı.
Bazıları “Bunları öldürelim Yâ Resulellah! Zira bunlar
münafıklardır!” dediler. Diğer bazıları ise “Affet Yâ Resulellah! Zira
bunlar kelime-i İslâm’ı söylediler.” dediler.
Bunun üzerine nazil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ
müminleri ikaz ederek şöyle buyurdu:
“Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında (küfür üzere
olduklarına ittifak etmeyip) iki fırkaya ayrılıyorsunuz?” (Nisâ: 88)
Zâhiren münafıklık eden bir topluluk hakkında ne diye farklı
görüşlere sahip oluyorsunuz ve iki gruba ayrılıyorsunuz? Niçin onların
kâfirlikleri hakkında kesin hükmünüzü vermiyorsunuz?
Bu gibi kimseler hakkındaki hüküm ölümdür. Bu husustaki merci
de Resulullah Aleyhisselâm’dır. Dilerse öldürür, dilerse zâhirlerine göre
muamelede bulunarak onları öldürmez. Durum böyle olduğuna göre müminlerin onlar
hakkında fırkalara ayrılmamaları gerekirdi.
Nifak ve isyanları sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın küfre döndürdüğü
kimseleri hidayete çevirmenin imkânı yoktur.
“Halbuki Allah onları kendi ettiklerinden dolayı başaşağı
etmiştir. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’ın
saptırdığı kimseye sen asla yol bulamazsın!” (Nisâ: 88)
Artık onları kimse kurtaramaz.
Onların tam münafık oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra,
onlara karşı yumuşak ve hoşgörülü davranmak isteyenlerin tutumu
reddedilmektedir.
Karun Kıssası:
Allah-u Teâlâ Kasas Sûre-i şerif’inin 76-82. Âyet-i
kerime’lerinde Musa Aleyhisselâm zamanında yaşayan Karun adındaki bir zenginin;
zenginliği sebebiyle şımarmasından, diğer insanlara karşı böbürlenmesinden,
neticede ağır bir cezaya müstehak olduğundan, halkın da ona verilen zenginlik
sebebiyle imtihan geçirmesinden bahisle, beşeriyete bir ibret nümunesi olarak
hikayesini takdim buyurmaktadır:
“Karun Musa’nın kavminden biriydi. Onlara karşı azgınlık
etti.
Biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı
hazineler vermiştik.” (Kasas: 76)
Karun, İsrailoğulları arasında pek zengin bir kimse idi,
onlarla beraber yaşadı, çok büyük çapta bir servet elde etti. Menkul ve gayr-i
menkul o kadar çok malı vardı ki, o malların sayı ve miktarını, ancak bilgili ve
güçlü bir topluluk yapabilirdi. Âyet-i kerime onun bu durumunu tasvir
etmektedir.
Musa ve Harun peygamberlerin risalet ve nübüvvetine haset
ediyor, onların İsrailoğulları arasındaki riyasetini kıskanıp duruyordu. Nihayet
kinini ortaya koydu. Allah düşmanı Sâmiri’nin nifaka düştüğü gibi o da münafık
olmuş, Musa Aleyhisselâm’ın gösterdiği mucizeleri sihir sanarak, o mübarek
peygambere gönül endişesi yapmaktan çekinmemişti.
Kavminin salih kişileri, içinde bulunduğu durum hakkında ona
nasihatta bulunmuş; servetine ve ilmine güvenerek, hazinelerine dayanarak, gücü
ve kuvvetine aldanarak gururlanmaması için öğüt vermişlerdi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kavmi ona şöyle demişti:
‘Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez.
Allah’ın sana verdiği mal ile ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da
nasibini unutma.
Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları
sevmez.’” (Kasas: 76-77)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine bu hazineleri ihsan ettiği gibi, bu
nimetin şükrünü yerine getirmesi için, onun da Allah’ın kullarına ikram ve ihsan
etmesi, sarfederken de meşru yollarda harcaması gerekiyordu.
•
Dünya ebedi hayat için bir tarla mesabesindedir. Burada hayır
eken, ahirette hayır biçer. Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği dünya malı ile
ahiret yurdunu isteyen kimse, ahirette bol mükâfata kavuşur.
Kavmi ona öğüt verince hiddetlenmiş, o inci gibi sözleri bir
tek cümle ile reddetmiş ve şöyle demişti:
“Bu bana ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir.”
(Kasas: 78)
Bu sözü ile bu mala müstehak ve lâyık olduğunu Allah-u
Teâlâ’nın bildiği ve sevdiği için kendisine verdiğini, kazanç yollarını iyi
bilmesi ve çalışması sayesinde bu malı kazandığını ifade etmek istiyordu.
Nitekim bu gibi kimseler hakkında diğer bir Âyet-i kerime’de
ise şöyle buyuruluyor:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra
kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz zaman ‘Bu bana ancak bilgimden
dolayı verilmiştir.’ der.
Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” (Zümer:
49) (Bakınız. Fussilet: 50)
Karun’dan önce mal itibariyle ondan daha çok zengin nice
kimseler vardı. Allah-u Teâlâ onları küfürleri ve nimetlere şükretmemeleri
sebebiyle helâk etmişti.
Onun bu azgın ve mağrur sözlerine cevap mahiyetinde Allah-u
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bilmez mi ki Allah, önceleri ondan daha güçlü ve topladığı
şeyler daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir.
Suçluların suçları kendilerinden sorulmaz.” (Kasas: 78)
Verilecek ceza kendi ifadelerine dayanılarak verilmez,
yaptıkları zaten Cenâb-ı Hakk’a malumdur, amel defterlerinde de yazılıdır.
•
Karun bir gün büyük bir ziynet içinde, göz kamaştıran elbiseler
giymiş bir halde, maiyeti ve hizmetçileri ile binitlere binmiş olarak dışarı
çıkmıştı. Varlığını göstermek için büyük bir ihtişam içinde dolaşmaya
başladı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Debdebe ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı.
Dünya hayatını isteyenler dediler ki:
‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o
çok büyük nasip sahibidir.’” (Kasas: 79)
Bunlar dünyanın geçici güzelliğine aldanmış, debdebesine
meyletmiş, imanı zayıf kimselerdi. Karun’un büyük bir saltanata ve şerefe sahip
olduğunu sanıyorlardı.
Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi, akıllı kimseler
ise, bütün bu debdebeye imanla karşı çıkmış; Allah-u Teâlâ’nın vereceği
mükâfatın çok daha hayırlı olduğunu, O’nun nezdinde bulunanların, Karun’un
elindekilerden çok daha üstün olduğunu belirtmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ilim verilmiş kimseler ise dediler ki:
‘Yazıklar olsun size! Allah’ın mükâfâtı, iman edip salih amel
işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.’”
(Kasas: 80)
Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ’nın emir ve
nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.
Karun öyle bir belâ ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile,
malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nihayet Karun’u da sarayını da yerin dibine geçirdik.
Allah’a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendini
kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas: 81)
Böylece herkes şerrinden kurtulmuş oldu. Hiç bir izi ve eseri
kalmadı. Onun bu müthiş akibeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak
kaldı.
•
Karun’un mevkisini arzulamakla düştükleri hatanın farkına varan
bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde
dediklerine son derece pişman oldular.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler ‘Vay! Demek ki
Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer
Allah bize lütfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki
inkârcılar aslâ iflâh olmazmış!’ demeye başladılar.” (Kasas: 82)
Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine servet
verilmemiş olmasından dolayı Allah-u Teâlâ’ya hamdetmeye, şükranlarını arzetmeye
yöneldiler.
Bu kıssada iman ve amel-i sâlihin yanında dünyanın geçici
servetinin değersizliğini; bilgi ve mala güvenerek Allah’ın verdiği nimetleri
nefse mâletmenin, azmanın ve şımarmanın nasıl bir felâketle sonuçlanacağı; dünya
nimetlerinden itidal üzere faydalanmanın gerektiği gözler önüne
serilmektedir.
İslâm dini kişinin ferdi mülkiyetini kabul eder. Şu kadar var
ki, onu kazanırken şart koştuğu gibi, harcarken de belirli şartlar ortaya
koyar.
•
Allah-u Teâlâ Karun kıssasının hemen ardından Âyet-i
kerime’lerde şöyle buyurmaktadır:
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve
bozgunculuğu istemeyenlere veririz.
En güzel âkibet muttakilerindir.” (Kasas: 83)
Övülen âkibet; Allah’tan korkan, rızâsını isteyen, azâbından
sakınan kimseler içindir.
“Kim bir iyilik getirirse, ona bundan daha üstün karşılık
vardır.
Kim bir kötülük getirirse, ancak yaptıkları kadar ceza
görürler.” (Kasas: 84)
Kötülüğün cezâsı onun gibi kötülük olur, güzellik olmaz.
İmandan Sonra İnkâr:
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri gafillikle
nitelendirmektedir.
“Kahrolsun o koyu yalancılar! Onlar koyu bir cehâlet içinde
kalmış gâfillerdir.” (Zâriyat: 10-11)
Ahirette ise çetin bir azab olduğu Âyet-i kerime’de haber
veriliyor:
“Andolsun ki kâfirlere çetin bir azab tattıracağız,
işledikleri en kötü işlere karşılık onların cezasını vereceğiz.” (Fussilet:
27)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde iman ile küfrü, mü’min ile
kâfiri ayırmış, insanı ise dilediğini yapmakta serbest bırakmıştır.
“Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp sapıklığa düşenler
bizden gizli kalmazlar. O halde ateşin içine atılan mı daha hayırlıdır, yoksa
kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha hayırlıdır?
Dilediğinizi yapın! Doğrusu O, yaptıklarınızı görmektedir.”
(Fussilet: 40)
Allah-u Teâlâ kalbini küfre açanları, küfürle işbirliği
yapanları büyük bir azap ile tehdit ediyor. Tevbekâr olanlara bağışlaması büyük
olmakla birlikte, düşmanlarına vereceği cezâ çok elem vericidir.
“Gönlü imanla mutmain olduğu halde, zorlanan kimse hariç,
kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa; onların
üzerine Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.”
(Nahl: 106)
Dinden dönenlerin cezâsı bu kadar ağır olmaktadır.
Kendilerine öğüt verildiği halde Hazret-i Allah’ın âyetlerinden
yüz çeviriyorlar.
Fakat Allah-u Teâlâ bunlar hakkında:
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten
sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız.” buyuruyor.
(Secde: 22)
Bir diğer Âyet-i kerime’de ise şöyle buyruluyor:
“İnsanların bir takımları vardır ki inanmadıkları halde
‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Bunlar güya Allah’ı ve müminleri
aldatmaya çalışırlar, oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında
değillerdir.” (Bakara: 8-9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar
müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir,
en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine
döner.
Hazret-i Allah inandıktan sonra yoldan çıkanları Kelâm-ı
kadim’inde şöyle haber veriyor:
“İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim
de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Hucurat: 11)
İmandan sonra fısk adını takınarak ve kendini azaba lâyık kılıp
nefsine yazık etmiş kimselerdir.
“O gün zâlimlere mazeretleri fayda vermez. Onlar için lânet
ve yurtların en kötüsü vardır.” (Mümin: 52)
Kıyafet Mevzusu:
Bizim önem verdiğimiz bâtında Hakk ile olmaktır. Kalbi selim,
taat ve takvâ, istikamet ve mahviyete önem veririz. Ve Hakk ile kaldığım zaman
her kıyafetim ona göre olur.
Zaman seyyiat zamanıdır. Riyâdan, gösterişten, nam ve menfaaten
tiksindiğim için iltifatım mahviyet ve istikamettir. Bunun için her fırsatta
hükümsüz ve değersiz olduğumu söylerim. Hüküm ve değer yalnız ve yalnız Hazret-i
Allah’a ve Resulullah’a mahsustur. Amma münafıklara asla değer vermem.
İlimle Öğünmek:
Yazılarında ilimlerinin çokluğundan bahsediyorlar.
Cehaletini öğrenmesi için “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır.”
kitabını okuması gerekir.
Kitabın ilk mevzusu “Var ile övünüyorum varlığımdan
utanıyorum.” Biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Onlar ise papaza hazret
diyorlar. Bu kitabı okusunlar da öğrensinler ilim ne imiş? Bu kitap cahillerin
aynasıdır.
Biz de deriz ki, cehaletinizi öğrenmeniz için şu hakikat
aynasına bakın. “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır” kitabını okuyun. Zira o kitap
Hakk’ı hakikatı uzun uzun tarif eder, hakikatı arayanın bulması için. Bir
rehber, bir nûrdur o. Öyle ki bu kitabı okusanız dahi siz hiçbir şey
anlayamazsınız. Zira sizin ilminiz zandan ibarettir. Bu ilme ise marifetullah
ilmi denir. Sizin kalbiniz dönmüş, mühürlenmiş:
“Onların kalbleri vardır, fakat anlamazlar. Gözleri vardır,
fakat görmezler. Kulakları vardır, fakat işitmezler.” (A’raf: 179)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.” (Mâide: 49)
Bunun içindir ki her ne kadar onlara Allah-u Teâlâ’nın
kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’i ile beyanını arz etsen de,
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu
inanmazlar.” (Yusuf: 103)
Bunlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyuruyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona
sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Allah-u Teâlâ ona doğru yolu gösterdiği halde, o bu yola
düşmedi, kendisini Hakk’tan müstağni gördü, kibirlendikçe kibirlendi, nefsine
mağrur oldu, gözlerinin önünde parıl parıl parlayan hidayet nûrlarını görmek
istemedi, verilen öğütlere ve uyarılara kulak tıkadı.
Allah-u Teâlâ cevap olarak şöyle buyuracak:
“Evet!.. Sana âyetlerim gelmişti de sen onları yalanlamış,
büyüklük taslayıp kâfirlerden olmuştun.” (Zümer: 59)
Ve bu küfrün cezası da hiç şüphesiz ki çok ağır olacak.
Kalplerinin karanlığı yüzlerine vuracak, simâları simsiyah ve iğrenç bir hale
bürünecek.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet gününde Allah’a karşı yalan uyduranları görürsün
ki, yüzleri simsiyah kesilmiştir.
Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?” (Zümer:
60)
İşte bunların durumu budur.
•
İmanlarında sadık, amellerinde muhlis olan müminlere gelince;
onlar için hiç bir korku ve üzüntü yoktur, Rableri onları korumuş ve
kurtarmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah takvâ sahiplerini imanları sebebiyle kurtuluşa
erdirir. Onlara hiç bir kötülük dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar.” (Zümer:
61)
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini
korumak için, dünyada iken gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan,
küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm şerefiyle müşerref, iman nûru ile münevver
olmuşlardı.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Kendilerini Allah’a vermiş olanları hiç suçlular gibi bir
tutar mıyız?” (Kalem: 35)
•
İşte Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’sinde
şöyle buyuruyor:
“Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” (Zümer: 72)
Bunlar cennet-i âlâ’yı sol cebine koymuş, talip olanlara yüksek
para ile satarlar.
Aldıklarını da sağ cebe atarlar. Bunlar dünyayı ahirete tercih
edenlerdir, ahirette hiç nasipleri yoktur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan
kimselerdir.” (Bakara: 86)
Dünya hayatı ile âhireti değiştirenlerdir.
Allah-u Teâlâ onlara azarlayıcı bir üslupla şöyle hitap
edecektir:
“Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayan siz değil
miydiniz?” (Müminun: 105)
Böyle bir sual karşısında kendilerine konuşma izni verildiğini
sanırlar. Suçlarını itiraf ederlerse belki affa uğrayabileceklerini
düşünürler.
“Derler ki:
Ey Rabbimiz! Bedbahtlığımız bizi yenmişti, sapık bir topluluk
olmuştuk.” (Müminun: 106)
“Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar! Eğer bir daha günaha
dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz.” (Müminun: 107)
Şehvetlerinin, hevâ ve heveslerinin, liderlerinin kendilerini
dalâlete sürüklediğini itiraf ederler. Yalvarıp yakararak cehennemden
kurtulmalarını niyaz ederler.
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerini kati bir ifade ile
reddederek şöyle buyurur:
“Yıkılıp gidin içerisine!.. Benimle konuşmayın!..”
(Müminun: 108)
Bu cevap üzerine bütün ümitlerini keserler. Hıçkırmaya,
dövünüp, yırtınmaya başlarlar. Göğüslerinin hırıltısından ve azabın şiddetinden
dolayı yapacakları feryatlardan başka sesleri çıkmaz.
Onlar gerçekten de böyle bir azaba müstehak olmuşlardı.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kullarımdan bir zümre ‘Ey Rabbimiz! İman ettik, bizi
bağışla, bize merhamet et! Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.’
diyorlardı.” (Müminun: 109)
“Siz ise onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size
benim zikrimi, beni anmayı unutturuyordu.
Ve hep gülüyordunuz onlara!” (Müminun: 110)
Bu hal üzerinde iken ecel gelip çatmış, netice itibarı ile de
cehenneme yuvarlanmışlardı.
•
Hülasâ-i kelâm:
Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve
sellem- buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Fasıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş
olur.” (Münâvi)
Onlara yardım eden çok iyi bilsin ki İslâm dininin yıkılmasına
çalışmış olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde: “Koyun postuna bürünmüş kurtlar.” diye vasıflandırmış,
din-i İslâm’dan çıkıp bir daha din-i İslâm’a dönemeyeceklerini de beyan
buyurmuştur:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar
dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş
gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma
kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle
buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa
bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir
musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.”
(Tirmizî)
Kim ki bunlara yardımda bulunursa onlardandır. O da küfrü hoş
gören narcılardandır. Doğrusu, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah
Aleyhisselâm’ın beyanıdır. Eğrisi de halkın zannıdır. Elhamdülillah müslümanım.
Bunun içindir ki bizce makbul olan Hakk’ın kelâmıdır. Cevap vermek isteyenler,
önlerine serdiğim bu Âyet-i kerime’lere cevap versinler. Lâf katiyyen kabul
edilmez.
Sakın ha! Önünüze sürdüğüm bu Âyet-i kerime’ler Allah
kelâmıdır. “Bize münafık veyahut kâfir diyor.” demeyin, bana uluhiyet
isnad etmeyin. Ben Hakk Teâlâ’nın aciz, hükümsüz değersiz bir mahlukuyum.
Hazret-i Allah’ın dostu ile dostum, düşmanı ile düşmanım. İmanın en sağlam kulpu
budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için
buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
Gayem iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu
hudutları muhafaza etmek, münafıklara ve kâfirlere fırsat vermemektir.
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç
tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye
çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!”
(Tevbe: 112)
•
İnfak Âyet-i kerime’lerini âlet ederek, dini dünyaya tahvil
ederek küfre hizmet ettirmek istemem. Zira siz kurduğunuz narcılık dini için
çalışıyorsunuz. Ve o dine asker yetiştiriyorsunuz. O fertlerle İslâm dinini
yıkmak mı istiyorsunuz? Yıkılması için mi çalıştırıyorsunuz?
Daha evvel de arzettiğimiz gibi dinimizin ve vatanımızın en
büyük düşmanlarıyla dostluk kurmasını bütün vatanımızın nazar-ı dikkate alması
gerekiyor. Umarım ki ordu bunu tesbit etmiş ki bunları ayıklıyor. Uyan be
kardeş! Dininin, vatanının düşmanları ile dost olma.
İşte size yardımda bulunanlar bu kadar büyük günaha ve vebale
düşüyor, vebalde bırakıyorsunuz, bir narcılık dini kurabilmek için. Amma adil-i
mutlak olan Hazret-i Allah kâfirleri cehenneme münafıkları ise esfel-i safilin’e
atacağını beyan buyuruyor. Zira münafıklar içten içe tahribe çalıştıkları için,
İslâm dinini içten yıkmaya uğraştıkları için tahribatları daha büyüktür.
Mesela gerçek bir müslüman hiçbir zaman din ve vatan
düşmanlarına yardım etmez. Ve fakat müslüman gibi görünen münafıklara aldanıyor,
hem soyuluyor, diğer taraftan din ve vatanın düşmanlarına yardımda bulunuyor.
Dini ve vatanı yıkılsın diye.
Uyan ey kardeş!
Bunca Âyet-i kerimeleri önüne serdiğim halde halen bu gafletle
uyuyacak mısın?
Hadis-i şerif’te:
“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.”
buyuruluyor. (K. Hafâ)
Dinini ve vatanını müdafaya çalış, düşmanına fırsat verme. Zira
biz hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nûr ışığı altında bunların iç
durumlarını görüyor ve göre göre Hazret-i Allah’ın beyanlarını söylüyoruz. Asla
kendimden hiçbir şey söylemiyorum. Onun içindir ki cevap vermeye yeltenenler hep
önlerine sürdüğüm Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere birbir cevap vermek
zorundadırlar. Bu laf işi değildir. Elhamdülillah müslümanım, Kelâmullah ile
konuşuyorum.
Dikkat ederseniz elli sene evvel bu doğru yoldan sapmışlar
yoktu. Sonra sağcı solculuk başladı. Akabinde dini dünyaya âlet eden koyun
postuna bürünenler husule geldi. Ama halkı nasıl da yoluyorlar, nasıl da
soyuyorlar? Vah size yardım edenlerin haline! Çünkü “Niçin bunlara yardım
ettin?” diye her kuruştan hesap sorulacak ve azabı da görülecek.
•
Hülasâ-i kelâm;
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si mucibince kim ki para topluyorsa, doğru yolda
olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a
mahsustur.
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar,
öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha
büyüktür.” (Âl-i imran: 118)
Her isimle bir din kurdular ve İslâm dini’ni parça parça
ettiler, bunun için de gadab-ı ilâhî’ye vesile oldular. Bununla kalmadılar küfrü
hoş gördüler.
Diyeceksiniz ki “Onlar da namaz kılıyor, oruç tutuyor,
ibadet ediyor.” Şimdi sen kendi zannını bırak, Hazret-i Allah’ın ve
Resulullah Aleyhisselâm’ın beyânına bak!
“Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların
namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi
oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani
onların yaptıkları işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kuran da okuyacaklar fakat Kuran(ın feyzi) onların
boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun
yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okunun
demirine bakar, (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar bir şey
göremez, yelesine bakar orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (acaba ava
dokunmadı mı) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada
da bir iz göremez.” (Buharî, Tecrid-i sarih: 1783)
Bu kadar ibadet ve taatine rağmen ok yaydan çıktığı gibi dinden
çıkışı nedendir?
Öyle ki dinden çıktığına dair hiç bir iz de yok gibi
görünüyor.
Amma aslında her şey apaçıktır, dinden çıktığına dair.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiç
bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını
kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Dinlerini bölük pörçük yapıp her biri bir parçasına yapışan ve
kendine ayrı bir lider seçen bölücülerin bu yaptıklarından ötürü sen sorumlu
değilsin.
“Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında
parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi
tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.”
(Mü’minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve
tüzükleridir.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu
isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâmdır” (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dini’nin kitabı birdir, o kitap Hazret-i
Kuran’dır. Onların kitapları ise kendi zan ve kendi hüküm ve tüzüklerine
göredir. Murad-ı İlâhî budur. Ve bu dalâletten ötürü de çok memnun olduklarını
ve sevindiklerini Allah-u Teâlâ buyuruyor:
“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile
başbaşa bırak.” (Müminun: 54)
Şimdi Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini,
kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan ediyor:
“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların
iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında
değiller.” (Müminun: 55-56)
Buradaki murad-ı ilâhî; Allah-u Teâlâ bunlara o kadar gazaba
gelmiş ki; bunlara bolluk verme ile dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini,
bol günah işlemelerini sağlamaktadır. Amma bu yoldan sapmış gafillerin farkında
da olmadıklarını bize buyuruyor ve duyuruyor.
Allah-u Teâlâ’nın bu Âyet-i kerime’lerini de hiçe
saydıklarından ötürü bunca ibadet ve taatına rağmen bölücülük batağına
batmışlar, dinden çıkmışlar ve cehennemi boylamışlardır.
•
Bunca Âyet-i kerime’leri önlerine serdiğimiz halde bunlara iman
etmeyişlerinden ötürü Allah-u Teâlâ onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten
sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz
zâlimlerden öç alacağız.” (Secde: 22)
Bu yazılardan, bu beyanlarımızdan maksat iman kurtarmaktır, bu
hak yoldan çıkmışların peşine düşmemeniz içindir. Zira onların peşinden giden de
imandan soyulur.
“Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar!” (Nisa: 78)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar
dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş
gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma
kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle
buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa
bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir
musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.”
(Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif’i bir inceleyin, bir de bu bölücülerin
icraatlarına bakın! İsterken koyun postuna bürünüyorlar, aldıktan sonra da kurt
kesiliyorlar. Hepsi milyarder oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.”
(Müslim)
Diğer taraftan:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si de onların doğru yolda olmadığını ispat
eder.
Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i böyle iken, Âyet-i kerime’yi
inkâr eder, “Bırak Allah-u Teâlâ’nın kelâmını, bak bizim beyanımıza, cebini
doldurmaya bak!” der.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak
yaşarlar.” buyuruyor. (Yusuf: 106)
Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları müşrik olarak bize
tanıtıyor. Kendi dinlerini, kendi yollarını göstermemek için bu Âyet-i kerime’yi
inkâr ediyorlar ve kendilerini müşrik olmayıp müslüman olarak göstermeye
çalışıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruyor. (Mâide:
41)
İşte cidden bu beyinsizlerin bu kadar ileri gidişinden Allah-u
Teâlâ’nın gadabına uğrayabiliriz. Çünkü o kadar ileri gittiler ki, bindörtyüz
senedir bir harfi değişmemiş olan Hazret-i Kur’an’ı beğenmiyorlar ve kendi
zanlarına göre hüküm değiştirmeye çalışıyorlar.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin
Allah’ım!” buyuruyor. (A’raf: 155)
•
Bunlar din-i mübini parçalamaya ve yok etmeğe çalışıyorlar.
Bunlar hangi dine göre, kime hizmet ediyorlar?
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât-ı Ecell-ü A’lâ’ya yemin
ederim ki; ya iyilikle emreder kötülükten men edersiniz, yahut çok sürmez Allah
kendi katından üzerinize bir azap gönderir. Sonra O’na duâ edersiniz de duânız
kabul olunmaz.” (Tirmizî: 2170)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanları
ile bir taraftan kötü âlimlere hitap ediyor, bir taraftan da bunları hoş gören
halka hitap ediyor.
Yani siz onların hatalarını görmüyorsunuz, onlara
söylemiyorsunuz ve fakat Hazret-i Allah’ın azabında müştereksiniz. Bu da çok
sürmez başınıza gelir.
Çünkü bu bir zulümdür, Allah-u Teâlâ zâlimi sevmez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr
ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir
kısmına da azap edeceğiz.” (Tevbe: 66)
Bu ihtar-ı ilâhî umumadır. Çünkü siz hakikata göz yumup
baktınız. Bunların kötü söz ve davranışlarını hoş gördünüz. “Mümin midir?”,
“Kâfir midir?” diye tetkik edip araştırmadınız. Ehline de sormadınız.
Bunun içindir ki nifaktan sonra halisane tevbe edenleri
bağışlasa da tevbe etmeyip küfür ve nifakta, isyan ve tuğyanda ısrar edileceğini
açık olarak bize buyuruyor ve duyuruyor.
“Kör oldular, sağır kesildiler!” (Mâide: 71)
“Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç
işitmezler.” (A’raf: 100)
“Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar. Gözleri vardır,
fakat görmezler. Kulakları vardır, fakat işitmezler.” (A’raf: 179)
•
İyi ve kötüyü ayırdetmek için Allah-u Teâlâ’nın en büyük
nimetlerinden birisi de akıl ve ilimdir. Aklı vermiştir ve fakat sen aklını
kullanmadın, ilâhi ahkâma bakmadın, kendi zannına uydun, bu da senin helâkine
vesile oldu.
Nedamet çok, fakat hiç de faydası yok...
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsan o gün hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne
faydası var?” (Fecr: 23)
Çünkü iş işten geçmiş, geri dönüp de bir iş yapmak ihtimali
kalmamış.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“İnsanlar içinde ne bilgisi, ne rehberi, ne de aydınlatıcı
bir kitabı yokken Allah hakkında tartışan kimseler vardır.” buyurmuştur.
(Lokman: 20)
Bölücüler ise böylece dinlerini kuvvetlendirmek için bir
taraftan Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini çürütmeye çalışırlar, diğer
taraftan da saptıkları yol üzerinde yürümeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Biz o bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar Kuran’ı parça
parça edenlerdir. Rabbin hakkı için onlara mutlaka yaptıklarından soracağız.
Resulüm! Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir.”
(Hicr: 90-94)
Burada Resulullah Aleyhisselâm’a “Söyle!” emri var.
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, bu hüküm kıyamete kadar
şâmildir.
Hakikat ile dalâleti ayırmak için, hakikatı söylerken hiç
kimseden çekinmemek lâzımdır.
Onlar hakkında Allah-u Teâlâ:
“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.”
buyurmaktadır. (Mâide: 54)
Cemaatler, Fırkalar:
Hepsinin bir bir kitapları yazılmış, Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’lerle bezenmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i
şerif’lerinde buyururlar ki:
“Doğrusu kitaplılar kendi dinlerinde yetmişiki fırkaya
ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmişüç fırkaya bölünecektir. Biri hariç diğerleri
cehennemliktir.” (Ahmed bin Hanbel)
Yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanların nasıl ilâhi hükmü
bıraktıklarına dair Allah-u Teâlâ bize Âyet-i kerime’lerle açık açık buyuruyor
ve iman edenlere duyuruyor.
Yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanlar nasıl çıktılar ve
başkalarını nasıl çıkardılar? Kendilerini ilâh olarak halka kabul ettirdiler.
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bazısını köpeğe benzetiyor, bazısını eşeğe
benzetiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendi ümmeti
için buyururlar ki:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir.
Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye
geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği
gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların
ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’e iman ederek takip ederseniz
çok şeyler öğrenmiş olacaksınız.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.”
(A’raf: 54)
Yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya âittir, mahlukun hiç
hükmü yoktur, kim olursa olsun.
Böyle olduğu halde emr-i ilâhîyî kenara itip bırakan, kendi
arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu
gibi kimselerin sözüne doğrudur diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona
sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara uyan ve tâbi olan
kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
İşte bunun için helâk oldular, bunun için hüsrana
uğradılar.
Ve fakat bütün bölücülere bakın, hak yoldan çıkmış imamlara
nasıl sarılmışlar. Sanki bu ilâhi hükümler kendilerine hitap etmiyormuş gibi
kulak vermek bile istemezler.
Oysa Allah-u Teâlâ kendi yolunu açık açık tarif ediyor.
Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyun. Başkaca
yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)
Buyurmasına rağmen bunu hükümsüz bilen, bu Âyet-i kerime’yi
inkâr edip, kendi reyini ahkâm yerine koyan kimse gizli şirk koşmuştur, onun
için de müşrik olmuştur.
Rabbânî Önderler, Şeytânî Önderler:
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca
giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret
eden imamlar olduğu gibi, cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
Ve bunlar size bir bir Âyet-i kerime’lerle izah edilecek.
Allah yoluna dâvet edenlere gelince, onlar;
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar
Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Âyet-i kerime’si mucibince halkı Hakk’a götürenlerdir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini
yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir.”
(Mâide: 32)
Bunlar ölü olan ruhları Allah-u Teâlâ’nın izniyle
diriltenlerdir.
•
Bir de öyle imamlar vardır ki halkı cehenneme götürürler.
Arkasına taktığı topluluğu ateşe sürükleyen imamlar ve kötülük
üzerinde birleşmiş ümmetler de vardır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir.”
(Münavî)
Âyet-i kerime’lere gelince, Allah-u Teâlâ onları da bize şöyle
tanıtıyor:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar
yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiç bir kimse onların üzerinden
kaldıramayacak. Ahiret azabının yanısıra dünya rüsvaylığına
çarptırılacaklar.
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve
söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler
gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar
düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah
kahretsin onları. Hakk’tan nasıl çevriliyorlar.” (Münâfikun: 4)
Nûrdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar.
•
Hakk tarafından gönderilen imamlar nasıl bilinir? Alâmetleri
nedir?
Onların her işi liveçhillahtır, yalnız Allah içindir.
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru
yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sine uyarlar. Kimseden ücret istemezler. Şöhret,
nam beklemezler. Gösteriş istemezler, her iş ve icraatları ilâhi hükme uygundur.
Mükâfatlarını da yalnız Allah-u Teâlâ’dan beklerler.
Onlar derler ki:
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
Bunlar Allah için olanlar, diğerleri ise dünya için olanlar,
paraya tapanlar.
Hak yoldan sapmış imamların alâmetleri nedir?
Onları halk seçer, kendilerini seçen halkı da cehenneme
götürürler. Bütün iş ve icraatlarının hepsi ahkama ters düşer. Para toplarlar.
Nam, şöhret peşinde koşarlar. Bunların ahirette hiç bir nasipleri olmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’am:
121)
“Hainlerden taraf olma!” (Nisâ: 105)
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten
sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız.” (Secde: 22)
“Her yalancı, günah yüklü kimseye veyl!” (Câsiye: 7)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ “Bu hâinlere uyma!” diye
emrediyor. Bunlara iltihak edip karıştığın anda, bu güruh ile senin de
cehennemin en alt tabakasına gideceğin muhakkaktır. Amma kim dinliyor? Herkes
kendi dinine göre amel ediyor.
Onlar fakirin haklarını gasp ederler. Zekâtı fakirin boğazından
kesip kendileri yerler. Bu yüzden Allah-u Teâlâ yeryüzünden rahmeti keser. Bunu
her bölücü yapıyor. Ve fakirin hakkını yiyor.
Nurcular yemek vereceğiz bahanesi ile oltayı atıyor. Ne ev, ne
de araba bırakıyor. Rahatça paralarını ve mallarını gasp etmiyorlar mı?
Süleymancılar da bütün bu soygunları yaptıktan sonra Allah-u
Teâlâ’nın evlerini dahi gasp ediyorlar. Camileri, Kur’an kurslarını ve ellerine
geçirebildikleri malları.
Allah-u Teâlâ bu sapmışlar hakkında buyuruyor ki:
“Her biri kendi tuttuğu yoldan memnundur. Yanında bulunan
din ve kitapla sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)
İşte bu kimseler hakkında Allah-u Teâlâ’nın hükmü:
“Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır.
Kendilerinden (azab) hafifletilmeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler.
Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim
idiler.” (Zuhruf: 74-75-76)
Zekât’ın Verileceği Yerler:
Eski refahçılardan bir zât dedi ki:
“Erbakan diyor ki: ‘Zekâtı bize vermezseniz kabul olmaz.’ Bu
söz doğru mudur?”
Aslında her bölücü bunu böyle söylüyor.
Bu onun dinine göredir. İslâm dinine göre ters düşer. İslâm
dininden çıkmış, bir isimle din kurmuş bölücüye zekât veren bir kimse din-i
İslâm yıkılsın diye yardım ettiği için zekâtını vermediğini kesinlikle
bilsin.
Zira Allah-u Teâlâ zekâtın kimlere verileceğini Âyet-i
kerime’sinde belirtmiştir.
Tevbe sûresi 60. Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Zekâtlar: Allah’tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere,
onu toplayan memurlara, kalbleri müslümanlığa ısındırılacaklara verilir;
kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda
sarfedilir. Allah bilendir, hakîmdir.”
Her şeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup neye
olmadığını bilir. Her şeyi yerli yerine koyar.
Zekât verilmeye hak kazanan sekiz sınıf:
1. Fakirler: Sahip olduğu malı ve elindeki parası nisap
miktarını doldurmayan muhtaç kimselerdir. Bu gibi kimselere, meskenleri de olsa
iş ve güçleri de olsa zekât verilebilir.
Nice fakirler vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç
durumda olduklarını gizlerler.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları
zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan
istemezler.” (Bakara: 273)
Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
2. Düşkünler: Günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı
derecede düşkün kimseler.
Bir Âyet-i kerime’de onlar için:
“Yere serilmiş miskin.” (Beled: 16)
İfadesinin kullanılması, bu gibi kimselerin son derece
yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunduklarına işaret etmektedir.
Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına
gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Hasılı, zekât herşeyden önce fakirler ve düşkünler içindir.
3. Zekât memurları: Bunlar zekâtları toplamak için
görevlendirilen memurlardır. Tahsildarların, kâtiplerin, koruyucuların, hâsılı
bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu
zekâtlardan ücretleri verilir. Onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu
itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmaktadır.
Günümüzde ise zekât memuru yoktur.
4. Kâlpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler: Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke’nin fethinde yeni İslâm’a girmiş
bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm’a girmeyenler
de vardı.
Bunlardan bazıları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- in
hilâfeti zamanında yine zekâttan hisse almak için geldiklerinde Hazret-i Ömer
-radiyallahu anh- “Bu, Resulullah Aleyhisselâm’ın sizi İslâm’a ısındırmak
için verdiği bir şeydi. Bu gün ise Allah dini, size ihtiyaç olmayacak derecede
yükseltti.” buyurdu. Başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmak üzere
bütün Ashab-ı kiram buna muvafakat ettiler.
5. Köleyi kölelikten kurtarmak için harcama yapılması:
Gerek kölenin bizzat kendisine, gerekse köleyi satın alıp azad edecek kimseye
verilebilir.
Fakat günümüzde bu sınıf fiilen bulunmamaktadır.
6. Borçlarını ödeyemeyecek durumda olan borçlular: Borcu
yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek, borçsuz fakire vermekten daha
faziletlidir.
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ’nın nehyettiği fâiz, içki, kumar
gibi haramları işleyerek borçlu düşenlere asla zekât verilmez.
7. Allah yolunda savaşa katılmak isteyenler: Allah-u
Teâlâ’ya itaat ve hayır yolunda bulunan herkes, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa
girer. Böylece Allah yolunda cihad eden ve hayır işlerine koşturan kimseler
desteklenmiş olur.
Allah için ilim öğrenen kimseler de bu sınıfa girerler.
8. Yolda parası bitip, memleketine gidemeyecek duruma düşmüş
olan yolcular: Kendi memleketlerinde zengin de olsalar, yolculuk sırasında
muhtaç duruma düşenlere, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilebilir.
Ancak böyle bir yolcunun, mümkünse zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.
Bir kimse zekâtını bu belirtilen sınıflardan herhangi birine
verebileceği gibi, ikisine üçüne veya hepsine dağıtabilir.
Zekât yakınlık sırasıyla önce yakın akrabaya, erkek kardeşlere,
kız kardeşlere ve bunların çocuklarına, amca-hala ve bunların çocuklarına dayı
ile teyzeye ve bunların çocuklarına, sonra diğer yakın akrabalara, komşulara,
meslektaşlara, bulunduğu mahalle, kasaba ve şehir fukarasına, sonra diğer
şehirlerdeki müslümanlara verilmesi daha sevablıdır.
Aynı zamanda aldığı parayı isyân ve israf yolunda sarfedecek
olan kimselere vermemek, fukaranın işine yarayacak surette vermek, borçlu
olanları borçlu olmayanlara tercih etmek efdâldir.
Daha evvel de arz etmiştik: Partiye-pırtıya, binaya-zinaya
zekât verilmez.
Her İsim Bir Dindir:
Âhir zaman ulemâsına gelince:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki
kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Bu beyanı Allah-u Teâlâ buyurduğu halde; çok iyi zannettiğin,
âlimdir dediğin kimsenin yanına sokul ve de ki “Hocaefendi hangi
partidensin?” O sana bunu iftiharla söyleyecek.
Onun bu sözünü Mücâdele sûre-i şerif’inin 22. Âyet-i kerime’si
ile, Müminun sûre-i şerif’inin 53 ve 54. Âyet-i kerime’leri ile karşılaştırdığın
zaman, Allah-u Teâlâ’nın partisinden çıktığını, din kurucularının içine
girdiğini, İslâm ile hiç bir ilgisi olmadığını görmüş olacaksın. Bu da Allah-u
Teâlâ’nın kelâmına iman edenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın partisinden
çıktılar, her biri birer imam ve parti seçtiler ve halkı da kendilerine
çektiler. Böylece “Küllühüm finnar”, hepsi de cehenneme gittiler.
“Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu
bilecekler.” (Furkan: 42)
Görünüşte bunların çoğu iman etmişlerdir. Fakat müşrik olarak
yaşadıkları için azaba düçar oldular.
Âyet-i kerime’de:
“Onların çoğu iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.”
buyuruluyor. (Yusuf: 106)
Diğer bir Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İman edenlerin Allah’a sevgileri ise her şeyden
sağlamdır.” (Bakara: 165)
Zira bunlar Hazret-i Allah’ın kuludur, Resulullah
Aleyhisselâm’ın ümmetidir.
Her isim bir dindir. Binaenaleyh kendine has isim verenlerin
hepsinin dini ayrıdır. “Süleymancı”sı olsun, “Refahçı”sı olsun, “Kaplancı”sı
olsun, “Nurcu”su olsun, “Işıkçı”sı olsun ve buna mümasil olanlar... Bunlar hep
dindir.
“Süleymancı”
Süleymancıların lideri durumundaki Kemal Kacar “Fâiz
alınabilir” diyerek Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri inkâr etmiştir.
Fâize helâl dediği için küfre düşmüştür.
Zira Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde fâizi
şiddetle yasaklamıştır:
“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz,
Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i imran: 130)
Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene
fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı bulması demektir. Sonuç olarak
fâizin azı da çoğu da haramdır.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda
gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi
terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin.
Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne
kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara:
278-279)
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş olan bu gibi
kimseler en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz
ise fâizin her çeşidinin günahını otuzaltı zinâya eşit saymıştır.
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah fâizi yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini
lânetlemiştir.” (Tirmizi)
“Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile
müjdele.” (Münavî)
Kemal Kacar, fâiz hakkındaki bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i
şerif’leri inkâr etti, fâize helâl dedi. Bu küfürdür. Bu doğrudan doğruya kendi
dinini ilândır. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür.
“Refahçı”
Erbakan Bolu’da yaptığı konuşmada “Burada bir veli varmış!
Refah’a hizmet mi etti de veli oldu?” demiştir.
Bu kelimenin altında iki gizli şey yatıyor. Birisi ulûhiyet
dâvâsı, bir diğeri de Refah dinini ilân ettiğine dair açık bir fermandır.
Allah-u Teâlâ’nın kendi veli kulları hakkında, şöyle bir ferman-ı ilâhiyesi
var:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiç bir korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünyâ hayatında da
âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme
yoktur. Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.” (Yunus: 62-63-64)
Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyuruluyor:
“Her kim benim veli kullarıma düşmanlık ederse, ben ona harp
açarım.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevher gibidir. Onu
ancak Ârif billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan
gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği
âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara o
ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbâin)
Bir diğer Hadis-i kudsi’de ise:
“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse
bilemez.” buyuruluyor.
Bu Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman edenlere aittir.
Erbakan’a iman edenlere değil. Erbakan’ın onlara nasıl bir vaadi var? Zira
ulûhiyetini apaçık ilan etmiş oluyor. Refah Partisinden başka dinleri patates
dinine benzetiyor, “Refah Partisi’nden başka İslâm yoktur” diyor. Bu ise
resmen Refah dinini ilân ettiğine delâlet eder. Zaten küfrünü ilân edenlere
“Kardeşimdir” demekle, onlara resmen kucak açtığını söylemiştir. Bu sözler
küfürdür. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür.
•
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki asla kabul
edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imran:
85)
Bunlar hem kendilerini hem de amellerini kaybetmiş
kimselerdir.
“İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehadet ettikten
ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu Allah
nasıl hidayete eriştirir? Allah zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez.”
(Âl-i imran: 86)
Bunlar İslâm dairesine girmiş iken, onun kadrini bilmeyerek
onun haricine çıkmış ve irtidat etmiş kimselerdir. Küfür üzerine kalmaya ısrar
edenlere hidayet vermemek Allah-u Teâlâ’nın şânındandır.
“İşte bunların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün
insanların lâneti onların üzerinedir.” (Âl-i imran: 87)
Mürted olanlar, dünyada da ahirette de lânete mâruzdurlar.
Bunların suç ve cezası diğer kâfirlerden daha ziyadedir. Çünkü bunlar İslâm’ın
şerefini ayaklar altına almışlar, küfrü İslâm’a tercih etmişlerdir.
“Bu lânete ebediyyen gömülüp gidecekler. Onların azabları
hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz.” (Âl-i imran: 88)
İslâm’dan çıkmanın, başkalarını da çıkarmanın bir cezâsı olarak
daima şiddetli azaba maruz kalacaklardır.
“Ancak bunun ardından tevbe edip kendini düzeltenler başka.
Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Âl-i imran: 89)
Yeter ki bu tevbe ve pişmanlıkları hâlisane olsun, “Ben
refah dinini bıraktım ve müslüman oldum.” desinler.
“İman ettikten sonra kâfir olup ve küfürde daha da ileri
gidenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların tâ
kendileridir.” (Âl-i imran: 90)
İmanı reddetmekle kalmadılar, daha da ileri giderek insanları
Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.
“Kaplancı”
Bir de Almanlar tarafından satın alınan hain bölücü Cemalettin
Kaplan, Dinimize ve vatanımıza -güya iyiymiş gibi görünerek- en büyük darbeyi
vurmak ister. Her türlü hile ve entrikalar çevirmeye çalışır.
Almanya kendi televizyonuna çıkarıp, Türk bayrağı ve Türkiye
aleyhinde en büyük propagandayı yaptırıyor. Bu suretle küfrünü de ilân etmiş
oluyor.
Türk bayrağı hakkında paçavra diyen bir adama, siz müslümandır
diye nasıl bakabilirsiniz?
Dinini de ilân eder. Görünüşte ise güya İslâm’dır.
İslâm Dini 1400 sene evvel kurulmuştur. Bu meyanda bir çok
yalancı peygamberler ve dinlerini ilân eden çeşitli sahtekâr kimseler çıkmıştır.
Bunları ve bu gibileri Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’ler mucibince dininden
çıkarmıştır:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle, senin hiç
bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını
kendilerine haber verecektir.” buyuruyor. (En’am: 159)
Bu hitap Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-
Efendimiz’e ise de, onun şahsında bütün müminler de bu hitabın
muhatabıdırlar.
Sen onların tuttukları yola tâbi olmayıp, ısrarla onlara dinin
hükümlerini tebliğ etmiş, onları bizzat irşada çalışmış olduğun için, onların bu
yaptıklarından mesul değilsin.
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona
sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o
kimsenin dini olmuştur.
Bunlar delil, şahid, hak ve hakikat tanımazlar.
“Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar
mı sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar daha şaşkın
haldedirler.” (Furkan: 44)
Çünkü onlar hak ve hakikatı işitmek için kulak vermiyorlar,
düşünmek için akıllarını kullanmıyorlar.
Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi
Türkiye’dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır.
Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten
saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Cemalettin Kaplan bölücülüğü yasaklayan bunca Âyet-i kerime ve
Hadis-i şerif’lere karşı geldi. Bu doğrudan kendi dinini ilândır. Buna inanan ve
uyanlar da küfre düşmüştür.
Bu yüzkarasının ölümünden sonra körükörüne peşlerinden gidenler
yerine oğlu Metin Kaplan’ı seçmişler, böylece halktan din adına yoldukları
milyarlar oğluna intikal etmiştir.
Bu adam da babasının sapık yolunda icraatına devam
etmektedir.
“Işıkçı”
Nakilci âlimlerden olan Hüseyin Hilmi Işık “Se’âdet-i Ebediyye”
adlı kitabının “Son sözü” bölümünün bir paragrafında:
“Nûrların saçıldığı kaynak, evliyânın kalpleridir. Evliyânın
kalpleri, ondördüncü ay gibidir. Ay güneşten aldığı ışıkları saçıyor. Velilerin
kalbi de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in güneş gibi enerji saçan
mübarek kalbinden aldıkları nûrları cihana saçmaktadır.”
Dediği halde, hemen devamında şöyle söylemektedir:
“Evliya öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu
bilinmiyor.”
Bu sözü ile 1400 yıldan beri tevatüren gelen ve bir evliya
mektebi olan tasavvuf yoluna darbe vurmak istemiş, etrafına topladığı binlerce
müslümanın yollarını kesmiş, nûr kaynağı olan evliyâullahın kalplerinden saçılan
nûrlardan mahrum etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiç bir korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruyor. (Yunus: 62)
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, kıyamete kadar hiç
bir asırda hiç bir zaman yeryüzünden veli eksik olmayacaktır. Her zaman için 124
bin veli mevcuttur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır
ki, bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve
merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki, sizler de o sayede yer ve içersiniz.
Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla
kaldırılır.” (Nevâdir-ül Usül)
Bir başka paragrafında “Sâdıklarla beraber olmayı” emir
buyuran Tevbe sûre-i şerif’inin 119. Âyet-i kerime’sini beyan ettikten sonra
“Dinimiz evliyâ ile beraber bulunmayı, onları severek bağlanarak Râbıta
yapmayı, böylece kalplerinden feyz almayı istemektedir.”
Dediği halde, yukarıdaki sözlerin hemen arkasından:
“Bugün yeryüzünde bir veli bir mürşid görülmüyor.”
demektedir.
Dinimiz evliyâ ile beraber olmayı emir buyurduğuna göre,
Allah-u Teâlâ her zaman için veli kullarını bulundurmasını temin etmiş demekir.
Çünkü kullarına takat getiremeyecekleri emirleri yüklemez.
Gerek gazetelerinde gerekse diğer yayın organlarında, halka
hakikatı gösterecekleri yerde, evliyâ menkıbeleri ile oyalamaktadırlar.
Bu gibi yol saptırıcılar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i
kerime’sinde şöyle buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları
yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” (A’raf:
86)
Kitabının adı geçen bölümünün bir diğer paragrafında ise:
“Hicri ondördüncü yüzyılın yarısından sonra dünyanın hiç bir
yerinde mürşid-i kâmil görülmediğine göre...” demektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz? Yoksa size âit
bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 36-37)
Hüseyin Hilmi Işık, Tarikat-ı Nakşibendi’ye meşayıhından Seyyid
Abdülhakim -kuddise sırruh- Hazretleri’ne bağlı idi. O zât 1943’de vefat etti,
yerine kimseyi bırakmadı, o yol orada kesildi. O ise yazdığı kitaplarla zahiren
o yolu devam ettirmeye çalışıyor. Kıyamete kadar devam edecek olan ana caddeden
nasipdar olanların nasiplerinden mahrum etmiş, mânevî hayatlarını da katletmiş
oluyor.
Yol var adama muhtaç, yol var adam o yola muhtaç.
•
Işıkçılar din-i İslâm’ı bıraktılar, dünyayı tercih ettiler ve
dünyaya daldılar. Bütün iş ve icraatlarını dünyanın çıkarına yönelttiler.
Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle haram kıldığı fâizi hoş gördüler ve içine daldılar.
Allah-u Teâlâ’nın bütün hükümlerine ve yasaklarına göz yumdular. Resulullah
Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerine aldırmaz oldular. Böylece din-i İslâm’dan
ayrılarak, onlar da böyle bir isim altında türediler. Bir isimle ayrı bir din
kurdular. Dinimizi ve vatanımızı parçaladılar.
Yalnız ötekilerden farklı tarafları şu:
Bunlar dilenmiyor, kimsenin malını gasbetmiyor, sofra
eşkiyalığı yapmıyor, halkı soymuyorlar. Fakirin hakkı olan zekâtı yemiyorlar,
fitre ve kurban almıyorlar.
Ve fakat dinden ayrıldılar. Dinden ayrılınca onlarda din aşkı
da kalmadı.
Bunun da sebebi şu Hadis-i şerif’tir:
“Dünyaya muhabbet, büyük günahların en büyüğüdür.”
(Deylemi)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm! Şüphesiz ki biz bu Kur’an’ı insanlar için sana hak
olarak indirdik.
Artık kim doğru yolu seçerse kendi yararınadır. Kim de saparsa
kendi zararına sapmış olur.
Sen onların üzerine vekil değilsin.” (Zümer: 41)
•
Hülasâ-i Kelâm;
Bunca Âyet-i kerime’leri ve Hadis-i şerif’leri arzetmekteki
gayemiz, iman ile küfrü ayırmak içindir.
Zira imanlı kalpten iman fışkırır, kâfirin kalbinden küfür
fışkırır. Kişinin ne olduğu buradan bilinir.