07 Kasım 2012

“EY İNANANLAR! MÜMİNLERİ BIRAKIP DA KÂFİRLERİ DOST EDİNMEYİN!”



“EY İNANANLAR!
MÜMİNLERİ BIRAKIP DA KÂFİRLERİ DOST EDİNMEYİN!”
(NİSÂ: 144)


Küfrü hoş gören narcılar Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları inkâr edip kaldırdılar. Onlara tâbi olanların hepsini küfür içine daldırdılar. Hepsi küfre düştüler. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde: “Onlarla dost olan onlardandır.” Beyan-ı ilâhîsini ferman buyurmuştur. “Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden her kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51) İşte bu Âyet-i kerime onlara kâfidir. Bu Âyet-i kerime onların işini bitirir. Bu uzun uzun beyanlarımıza gelince halka hakikatı duyurmak içindir. Bu Âyet-i kerime bu hareketleri reddediyor ve “Kim ki kâfirlere uyarsa o onlardandır” buyuruyor. Emr-i ilâhi böyle olduğu halde bu küfrü hoş gören narcılar bu hoşgörüyü narcılık dinine göre mi yoksa İslâm dini namına mı yapıyor?

Küfrü Hoş Görenler:
Küfrü hoş gören narcılar Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları inkâr edip kaldırdılar. Kendilerine tâbi olanların hepsini küfür içine daldırdılar. Hepsi küfre düştüler.
Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 51. Âyet-i kerime’sinde:
“Onlarla dost olan onlardandır.”
Beyan-ı ilâhîsini ferman buyurmuştur.
Allah-u Teâlâ yahudi ve hıristiyanlarla dost olmayı, onlarla aynı safta bulunmayı, onlarla müminler gibi haşır-neşir olmayı yasaklamış, onlara gösterilecek bir dostluğun kötü neticesini Âyet-i kerime’sinde ihtar buyurmuştur:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)
Bu ilâhî hitab, İslâmiyet’in ilk yıllarından itibaren kıyamete kadar gelip geçecek olan bütün müslümanlaradır.
Onlar İslâm’ın ve müslümanların düşmanıdırlar, müslümanların başına daima bir gaile çıkarmaktan ve kötülük etmekten başka bir şey düşünmezler. Dinini terkedip kendilerine tâbi olmadıkça, hiç bir müslümandan memnun olmazlar.
Müslümanlarla savaşmak hususunda tarih boyunca daima dinsizlerden yana olmuşlardır. İki yüz yıl boyunca haçlı seferleriyle İslâm beldelerine saldıranlar onlardır.
İslâm’a ve müslümanlara karşı küfrün tek millet olduğuna delil:
“Onlar birbirinin dostudurlar.” (Mâide: 51)
Onlar hiç bir yerde, hiç bir tarihte müslümanlara dost olmamışlardır. Müslümanlarla savaşmakta her zaman için birbirine dost olmuşlardır. İnkâr ve sapıklıkta birleştikleri için, müslümanlara karşı bir el gibidirler.
“Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Onlara benzemiş, onlardan bir kimse gibi olmuştur. Onların hükmü ne ise, onların da hükmü o olur. O artık İslâm’a değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır, ahirette onlarla beraber haşrolur. Onlardan olandan başkası onlarla dost olmaz.
İşte bu Âyet-i kerime onlara kâfidir. Bu Âyet-i kerime bu hareketleri reddediyor ve “Kim ki kâfirlere uyarsa o onlardandır” buyuruyor. Emr-i ilâhi böyle olduğu halde bu küfrü hoş gören narcılar bu hoşgörüyü narcılık dinine göre mi yoksa İslâm dini namına mı yapıyor?
Bu sert ve şiddetli hüküm, müslümanların onlardan uzak durmalarını ve sakınmalarını ihtar içindir.
“Şüphesiz ki Allah, zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Mâide: 51)
İradelerini dalâlete sarfettikleri için, hidayete müstehak değildirler.
Bu halleriyle İslâm’ın izzetini ayaklar altına almış, hem Allah-u Teâlâ’nın dinine, hem kendilerine, hem de müslümanlara zulmetmiş oldular.
İmanın alâmetlerinden birisi de hiç şüphesiz ki Allah-u Teâlâ’nın düşmanlarından nefret duymaktır.

İman ve Küfür Berzahı:
Merakla sorulan bir soru:
“Fethullah bunlarla dostluğu yani küfrü hoş görmeyi Narcılık dininin namına mı yapıyor, yoksa kendisini müslümanmış gibi mi göstermeye çalışıyor?”
Böyle bir sapıtmayı İslâm dini reddeder. “O onlardandır” der. O halde bunun açığa çıkması lâzımdır. Narcılık dini namına yaptığını belirtmesi ve ilân etmesi gerekiyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde babalar ve oğullar dahi olsa, küfrü imana tercih ettiklerinde, onlarla dostluktan menederek şöyle buyurmuştur:
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
Yani, başkaları şöyle dursun öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile, kâfirliği müminliğe tercih ettikleri takdirde dost edinmeyin, küfre yardımcı olmayın.
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri Âyet-i kerime’sinde “Müminler yerine kâfirleri dost edinmek” sıfatı ile vasıflandırmıştır:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ böyle buyurduğu halde şu duruma bir bakın!
Bu Âyet-i kerime onların iç durumlarını ne kadar güzel beyan ediyor!
Allah-u Teâlâ’nın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde şerefli olamazlar. O müminleri şerefli kılmıştır. Şu halde kâfirlerin dostluğundan şeref beklemek ne kadar terstir!
Allah-u Teâlâ değil onlarla dost olmayı, onlarla oturup kalkmayı bile yasaklamaktadır:
“O size kitap’ta şunu indirdi:
Allah’ın âyetlerine küfredildiğini ve alaya alındığını işittiğinizde, onlar başka bir söze geçmedikçe yanlarında oturmayın. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.
Doğrusu Allah münafıkların ve kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır.” (Nisâ: 140)
Onlarla aralarında hiç bir fark kalmayacaktır. Çünkü kişi sevdiği ile beraberdir. Dünyada hemhal oldukları gibi cehennemde de beraber bulunacaklardır.
Allah-u Teâlâ Kur’an-ı kerim’inde yahudi ve hıristiyanların, aralarında hüküm vermek üzere Allah’ın kitab’ına çağrıldıkları zaman yüz çevirip geri döndüklerini beyan buyurmaktadır. Bu yüz çevirip geri dönüşlerinin sebebi, onların Allah-u Teâlâ’nın aziz edici, zelil edici, mülkün sahibi, her şeye kâdir olduğunu kabul etmeyişleridir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle duâ etmemizi emir buyurmaktadır:
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, kimden dilersen ondan alırsın. Kime dilersen ona izzet verirsin, yükseltirsin. Kime dilersen ona zillet verirsin, alçaltırsın. Hayır senin elindedir. Sen her şeye kadirsin.” (Âl-i imran: 26)
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kâfirlere ve münafıklara itaat etme!” (Ahzab: 48)
Bu Âyet-i kerime hakkında Elmalılı Hamdi Yazır Efendi tefsirinde şöyle söylemektedir:
“Dâvet görevini yerine getirirken onlara dost gibi görünmek, alçaktan almak, tebliğde yumuşak davranmak yasaklanıyor. Yasaklama ve uzlaştırma, abartı ile onları heyecana getirmek için mânâ ‘İtaat etme!’ biçiminde olumsuz ifade edilmiş ve Allah’ın emirlerini tebliğde bir nebze hoşgörü, kâfirlere ve münâfıklara itaat etmek mânâsında olduğu anlatılmıştır.”

Müminle Kâfirin Berzahı:
Küfürde olduklarını anlamanız için kâfi olan Âyet-i kerimeler:
Allah-u Teâlâ:
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hal böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ böyle buyuruyor. Bu, Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor. Bütün müslümanları küfrü hoş görmeye çağırıyor. Çünkü ona göre her Âyet-i kerime teferruattan ibaret.
Aslında bu Âyet-i kerime mü’min ile kâfiri, imanla küfrü ayırması bakımından kâfidir.
Biz halkın zannına göre hareket edenlerden değiliz. İlâhî hükme bakarız ve ona dayanarak iş ve icraat yaparız.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Bu Âyet-i kerime dahi kâfidir. Bu Âyet-i kerime onların işini bitirir. Bu Âyet-i kerime hakkında ise Elmalılı Hamdi Yazır Efendi, tefsirinde şöyle söylemektedir:
“Müminler iman hasletine küfür hasletini karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı dokunacak, İslâm’a zarar verecek ve ters düşecek bir surette kâfirlerle dostluk ilişkilerine girmesin.”
Bir diğer Âyet-i kerime’de ise:
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” buyuruluyor. (En’am: 121)
Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyledenlerin onlardan olduğunu Allah-u Teâlâ buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Küfürde olduklarını anlamanız için bu Âyet-i kerime dahi kâfidir. Bu Âyet-i kerime dahi onların işini bitirir.
Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmek değil midir?
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Onlar küfür ve nifaklarını devam ettiren kimselerdir.
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için kâfi değil midir?
“Kim Allah’ı, Peygamber’ini ve inananları dost edinirse bilsin ki, Allah’tan yana olanlar şüphesiz üstün gelirler.” (Mâide: 56)
Diğerlerinin üstünlüğü görünüştedir veya geçicidir.
Bu Âyet-i kerime dahi kâfi değil midir?
“Onlardan bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün.
Nefislerinin kendi önlerine sürdüğü şey ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve azapta ebedi kalıcıdırlar.” (Mâide: 80)
Bu Âyet-i kerime dahi onları tanımanız için yeterlidir. Bu Âyet-i kerime onların işini bitirir.
Küfür içinde olduklarını anlamanız için aslında bir tanesi kâfi idi. Fakat size bunları ayrı ayrı hatırlatıyoruz.
İşte bu Âyet-i kerime’lere bakarak hüküm veriyoruz. Çünkü yaratmak da emretmek de ancak Hazret-i Allah’a mahsustur.
Bütün bu sözlerimiz, bilmeyerek dalâlet çukuruna düşürülür endişesi ile açık olarak söylenmiştir. Yoksa dalâlet ehlini ikna için değildir. Zira onlar Allah ve Resul’ünün emrini dinlemeyip hiçe sayıyorlar, bizi mi dinleyecekler?
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onların imanlarını artırır ve yalnız Rabblerine tevekkül ederler.” buyuruyor. (Enfâl: 2)
Bunların kalpleri titremek şöyle dursun, kılları kıpırdamıyor. Ruhları öldüğü için. Artık onlar duymazlar.
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’sinde:
“Faydalı olacaksa öğüt ver. Allah’tan korkan öğüt alacak, bedbaht olan ise ondan kaçınacaktır.” buyuruyor. (A’lâ: 9-10-11)
Din nasihatla kaim olduğu için, az bile olsa muhakkak ki faydası olur.
Nitekim diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Öğüt ver, hatırlat. Çünkü öğüt ve nasihat müminlere fayda verir.” (Zâriyat: 55)
İman etmiş olanların unutmamasına, gaflete düşmemesine, imanlarının kemalleşmesine, kalplerinin itminan olmasına, bilmediklerinin öğrenilmesine sebep olur.
Bu Âyet-i kerimeler bunların durumunu açıkça beyan buyuruyor.
Bunların müslüman olup olmadığını bilmeniz için Hazret-i Allah’a ve Kelâmullah’a iman edip inanan için aslında bir tek Âyet-i kerime kâfidir. Sizin önünüze bunca ilâhi emir ve hükümleri sermekteki gayemiz, bunlara kaçacağı ve yalan uyduracağı yer bırakmamaktır. Artık huzur-u kalb ile rahatça kararınızı verdiniz değil mi?
Zira bütün iğrenç sahne önünüze serildi. Şeref, izzet, azamet Hazret-i Allah’a mahsustur. O’nun gönderdiği Peygamberler’ine, indirdiği Kitab’ına ve içindeki hükümlerine gerçekten iman edip, taat ve takvâsı ile imanını kemalleştirmeye gayret edenlere mahsustur.
Âyet-i kerime’de:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” buyuruluyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ müminlere, dost ve düşmanlarını ayırdetmesini muhakkak emrediyor.
Bu Âyetler doğru ise -ki doğru olduğunda hiç bir şüphe yoktur- kabul etmeleri lâzımdır.
Âyet-i kerime’de;
“Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görendir.” diye emredilmektedir. (Enfâl: 39)
Allah-u Teâlâ’nın kullarını kişilere mahkum tutan bâtıl dinler, Hak din karşısında yıkılıp yokolup gitsin, Hak hâkim olsun, fitne kalksın.
Mümin kardeşlerime hürmet, saygı ve sevgiden başka hiç bir sözümüz yoktur.
Sözümüz sadece İslâm birliğini ve güzel vatanımızı bölmek isteyen bölücülerle, hakikatı aslından çıkarıp dalâlet yollarına saptırmak isteyenleredir.
Bu hareketim bu Âyet-i kerime’ye göredir. Bir diğer Âyet-i kerime’de ise Allah-u Teâlâ cihadı emretmektedir:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et! Onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tahrim: 9)
Benim bu tutumlarım bu Âyet-i kerime’lere göredir. Hareketim zanna dayanmıyor. Bunun için de bize cevap vermeye kalkışan bir kimse, ancak koyduğum Âyet-i kerime’lere cevap vermek mecburiyetindedir.
Şu Âyet-i kerimeler de onların içyüzünü tarif eder:
“Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır. Allah’ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur.” (Rum: 29)
Hevâ ve heveslerinin ardından koştuklarından dolayı şirke saptılar.
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)
Bâtıl yollara, bâtıl dinlere uyar dururlar.
Allah-u Teâlâ kâfirlerle münafıkları aynı seviyede tutmakta ve onlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiğini emir buyurmaktadır:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür.” (Tevbe: 73)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur. Siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” buyuruyor. (En’am: 153)
Ona sımsıkı sarılın, o başkaca yollar sizi parçalar ve doğru yoldan uzaklaştırır.
Fethullah Gülen Allah-u Teâlâ’nın İslâm ile küfür arasındaki berzahını kaldırdı. Küfrü hoş gören narcıları küfrün içine koydu.
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)

Küfre İltifat:
Konuşmasında: “Patrik Hazretleri bu centilmenliği yapmışlardır.” demiştir.
Allah-u Teâlâ’nın en büyük düşmanlarından birine Hazret dediği zaman içi titreyip hiç Hazret-i Allah’tan korkmadı mı?
İmanın hiç mi eseri kalmadı, tamamen mi sukut etmiş? Siz bu ani dönüşün sebebini sorun ve araştırın. Bu sözü söylerken narcılık dini namına mı söyledi, yoksa kendisini müslüman imiş gibi mi gösterdi?
Oysa İslâm dini böyle bir dalâleti kesinlikle reddeder.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerifler’inde:
“Münafık adamlara ‘Efendi’ diye hitap etmeyin. Zira o, efendi denilerek büyütülecek olursa, Allah’ın sevmediğini tâzim ettiğinizden dolayı, Aziz ve Celil olan Rabbinizin gadabını celbetmiş olursunuz.” buyurmuştur. (Ebu Dâvud)
O ise bu emr-i nebevîyi hafife almış, göz göre göre Allah düşmanına Hazret demek küstahlığında bulunmuştur.
Biz de diyoruz ki, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Hazretimiz Allah’tır. O ise papaza Hazret diyor. Bizim Mevlâmız Allah, onun mevlâsı ise papaz. Biz varlığımızdan utanıyoruz, Var ile övünüyoruz. O ise varlığı ile, kalabalığı ile övünüyor.
Uhud savaşının son safhaları idi. Yetmiş kadar şehid verilmiş, bir çok mücahid ağır yaralar almış, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise takatsiz kalmıştı. Uhud dağındaki kayalığa çıkıp orada dinlenmek istiyordu. Fakat çok yorgun ve bitkin bir halde olduğu için yürümeye takati yoktu.
Talha bin Ubeydullah -radiyallahu anh- hemen yere çöktü, sırtına alarak kayalığa kadar çıkardı.
Ashab-ı kiram Resulullah Aleyhisselâm’ı görünce sevindiler, etrafında toplanınca üzüntüleri dinmişti.
Müslümanların Uhud kayalığına çıktığını gören Ebu Süfyan da bir takım müşriklerle başka bir yoldan üst tarafa çıkıp ansızın üzerlerine hücum etmek istedi. Müslümanlar üzerlerine taş atarak müşriklerin dağa çıkmasına mani oldular.
Ebu Süfyan Resulullah Aleyhisselâm’ın sağ olup olmadığı hakkındaki şüphesini gidermek için müslümanlara karşı üç kere “İçinizde Muhammed var mı, sağ mı?” diye bağırdı. Resulullah Aleyhisselâm cevap verilmemesini söyledi. Ebu Süfyan “Ebu Bekir sağ mı, Ömer sağ mı?” diye üç kere tekrarladı. Karşılık verilmeyince, ordusuna dönerek “Hepsi ölmüş!” dedi. Sevindiler.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- dayanamayıp “Ey Allah’ın düşmanı! Vallahi yalan söylüyorsun!” dedi. Ashab da bunu tekrarladı. Ebu Süfyan “Bizim Uzzâ putumuz var, sizin yok!” diye seslendi. Resulullah Aleyhisselâm ashabına “Buna cevap vermeyecek misiniz?” buyurdu. “Ne diyelim?” dediler. “Allah bizim sahibimizdir. Sizin sahibiniz ve Mevlânız yoktur deyiniz.” buyurdu. Onlar da bunu aynen söylediler.
Bizim mevlamız var, biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz.
Sizinle bizim aramızda Hakk ile bâtıl berzahı var. Biz Hakk’a uyarız ve Hakk’ı tarif ederiz. Hazret-i Allah ve Resulullah ile övünürüz. Siz ise; bâtıla uyarsınız. Hazretiniz olan papazı tarif etmeye, halka sevdirmeye, bütün müslümanlara küfrü hoş göstermeye çalışırsınız. Hazret-i Allah’ın düşmanını taltif eder, karşısında eğilir büzülürsünüz. Aynaya bakarsanız kendinizi görürsünüz. Zira bu fotoğraflar içinizi dışarıya aksettiriyor. Siz hâlâ müslümanmış gibi görünmeye mi çalışıyorsunuz? Bu perde altında müslümanları soyup yolmuyor musunuz? Bilmeyenler sizin hâlâ müslüman yetiştirdiğinizi zannediyor. Oysa sizin kendi kurduğunuz dininiz için çalıştığınızı çok az kişi biliyor. Siz küfre hizmet etmiyor musunuz? Dininizi kurmuşsunuz, narcı yetiştirmiyor musunuz? Körpe dimağları zehirlemek ve küfre sokabilmek için yurtlar açıp, pansiyonlar kurmadınız mı? Bu vesile ile bir taraftan küfre kaydırıyor, diğer taraftan da bu çalışmaları büyük bir hizmet gibi göstererek, halkın paralarını rahat rahat yemiyor musunuz?
Daha evvel, gazeteleri Zaman’da ve dergileri Aksiyon’da “Papaz çizmeyi aştı” diyorlardı.
Şimdi küfrü hoş görünce hemen koştu, kendisine hazret seçtiğini kucakladı. Yani bu papaz onun hazreti oldu. Küfrünü de, asasını da, haçını da her şeyini hoş gördü ve kabul etti.
Bu hareketi din-i İslâm’a ve güzel vatanımıza en büyük darbe değil midir? Bu dinimize ve vatanımıza ihanet değil midir?
Hadis-i şerif’te: “Dinden çıkıp bir daha dine dönmeyecekler.” diye tarif edilenler, işte bu bölücüler değil midir?
Adam resmen “Küfrü hoş görme” ilânı yapıyor. Buradan da mı bunları tanımayacaksınız?
Ey narcılar! Size sesleniyorum. Önünüze sunduğum bu Âyet-i kerime’lere, Hadis-i şerif’lere, bu iki nûr ışığı altında ifade ettiğimiz beyanlarımıza ya bir bir cevap vereceksiniz, yahut da narcılık dininizi ilân edeceksiniz. İlân edin ki, gerçek yüzünüzü halk bilsin, müslüman olmadığınız bilinsin, hakikat öğrenilsin, size yolunmasınlar.

Hoşgörü Vakfı (!):
“Keşke her köşeye bir hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa.” diyor.
Bunun öz mânâsını size açıklayayım. “Hoş gören narcılar bana uydular ve onları küfür içine koydum, küfre kaydırdım. Ah keşke bütün müslümanları da küfre kaydırabilsem!” demek istiyor.
Ey müslüman! Gafletten uyan artık!

Tesettürü İnkâr:
Allah-u Teâlâ’nın tesettürü farz kılan Âyet-i kerimeler’ini inkâr ediyor ve “Teferruattır.” diyor. Bunların hiçbirisi yokmuş gibi kendisini haklı göstermeye çalışıyor. Bir taraftan açıktan açığa küfrediyor, bir taraftan İslâm’dan bahsediyor.
Allah-u Teâlâ kesin hükmünü bildiren Âyet-i kerime’sinde bu hususta şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm! Mümin kadınlara da söyle. Gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar, ırzlarını namuslarını korusunlar. Ziynet yerlerini açıp göstermesinler. Ancak bunlardan görünmesi zaruri olan (yüz ve eller) müstesnâdır. Başörtülerini (göğüs ve boyunları görünmeyecek şekilde) yakalarının üstüne koyup örtsünler.” (Nûr: 31)
Allah-u Teâlâ bu beyan-ı ilâhi’si ile kadınlara başlarını örtmelerini ve örtüsünün fazlasını da boyun ve yakayı kapamak üzere aşağıya indirmelerini emir buyuruyor.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Resulüm! Zevcelerine, kızlarına ve müminlerin hanımlarına söyle. Zaruri bir ihtiyaçları olup dışarı çıkmak istedikleri zaman, dış elbiselerini üzerlerine giysinler. Bu onların ahlâksız kadınlardan olmadıklarının bilinmesi ve incitilmemesi için daha elverişlidir.” (Ahzâb: 59)
Tesettürü emreden hicab Âyet-i kerime’leri inmeden önce müslüman kadınlar başörtülerini omuzları arasından salıverirlerdi. Bu yüzden saçlarının bir kısmı, kulakları, boyun ve gerdanları açık kalırdı.
Tesettür emri geldiğinde, hiç bir kadın kalmayıp başlarından aşağı hemen örtündüler. Bu emr-i şerif zaten fıtratlarına da uygundu.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemiz buyururlar ki:
“Allah-u Teâlâ Mekke’den Medine’ye hicret eden muhacir kadınların iyiliğini versin. ‘Başörtülerini yakalarının üstüne koyup örtsünler.’ Âyet-i kerime’si indiği zaman, entarilerinin eteklerini keserek başlarını örttüler.” (Buhari)
Bu, İslâm dinine göredir. Kurdukları narcılık dinine göre değil! Tesettür kesin olarak uyulması gereken bir emirdir ve iman meselesidir.
Allah-u Teâlâ emir ve hükümlerini koymuş, onu yasaklarıyla sınırlamıştır.
Âyet-i kerime’sinde:
“Bu hükümler Allah’ın hudutlarıdır. Kim Allah’ın hudutlarını aşarsa kendisine yazık etmiş olur.” (Talâk: 1)
Buyururken, “Tesettür teferruattır!” ya da “İman meselesi değildir.” demek açıkça bu hudutları aşmak demektir. Bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmek demektir.
O, kendi kurduğu dinine kendi zan kitabına göre böyle söylüyor.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.” (En’am: 119)
Allah-u Teâlâ’nın hükmünü aramayarak, kendi keyfini ölçü kabul ederek halkı şaşırtıp saptırıyorlar.
Âyet-i kerime’lere ve Allah-u Teâlâ’nın hükümlerine ters konuştuğu için nefis arzusunu ilâh edinmiş şirke düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın.)” buyuruyor. (Furkan: 43)
İşte ilâhi hüküm budur, onların icraatı da budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiç bir zaman sizin gibi şöhret ziyafetlerinde, kısa etekli, kadınlı toplantılarda, iftar yemeklerinde bulunmamıştır.
Bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“En şerli yemek, sadece zenginlerin çağırılıp, fakirlerin çağırılmadığı yemektir.” (Müslim: 1432)
Bu beyanı ile kendisinden sonraki asırlarda davet yemeklerine zenginlerin çağrılacağını, zenginlere itibar edileceğini, fakirlerin davet edilmeyeceklerini haber vermiş olmaktadır.
Diğer bir Hadis-i şerif’lerinde ise:
“Bir kimse salih bir zengine malı için tevazu gösterirse, dininin üçte ikisi gider.” buyurmuşlardır.
Hiç bir zaman bir futbol takımının başarısı için gözyaşı dökmemiştir.
Bunların hepsi İslâm dinine göre haramdır. Bu yaptıklarının hiç birini Resulullah Aleyhisselâm yapmamıştır. İslâm dininde hiç böyle bir şey görülmüş müdür?

Âyet-i Kerime ve Hadis-i Şerif’lerin Nûr Işığı Altında Cevaplar:
Bölücüler hakkında, hususiyetle narcılar hakkında ortaya koyduğumuz beyanlar üzerine Zaman gazetesinin 4 ve 5 Aralık 1996 tarihlerinde Ali Ünal imzası ile bir yazı neşredilmiştir.
Bu yazıya cevap vermekle, bu vesile ile sırası gelmişken halka hakikatı olduğu gibi göstermeyi, hakikatları açmayı lüzumlu gördüm. Her mevzuya bir bir cevap vereceğim.
Küfrü hoş gören narcılar, Âyet-i kerime’ler kendilerini küfürle damgalayınca, küfrü hoş görmediler. Oysa onlar hoşgörü tellallığı yapmamışlar mıydı?
Ortaya koyduğumuz Âyet-i kerime’lerin hiç birisine değinilmediği gibi, yazısına hiç bir Âyet-i kerime almamış. İki Âyet-i kerime ise, ileride geleceği üzere, yahudi ve hıristiyanları dost edinmeye, halkı infaka zorlamaya delil teşkil etmiyor.
Bu kadar Âyet-i kerime’ler sanki onlara hiç hitap etmiyormuş gibi, gözü yumuk bakmış, işi hep teferruatla bitirmeye çalışıyor. Bunlar daha önce de setir Âyet-i kerime’sini inkâr edip “Tesettür teferruattır.” demediler mi? Bu yazıda da “Kur’an âyetlerini ve hadisleri delil diye altalta sıralayanlar...” diyerek, önlerine çıkan her Âyet-i kerime’yi hep teferruat kabul ettiklerini göstermiş oluyorlar.
Oysa bir tek Âyet-i kerime’yi inkâr eden kâfirin tâ kendisidir. Hüküm budur.
Müslümanım Elhamdülillah! Önlerine sürdüğüm her Âyet-i kerime’nin cevabını bekliyorum. Ve bütün teferruatına kadar bir bir cevap veriyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden her kim onları dost edinirse, o onlardandır.” buyuruyor. (Mâide: 51)
Hazret-i Allah; “Onlara muhabbet eden onlardandır.” buyuruyor. Bu Âyet-i kerime onların işini bitirir.

İnfak:
İnfak hakkında birçok Âyet-i kerime vardır. İnfak; İslâm ordusunu techiz için, İslâm dininin kalkınması için, müslümanlara yardım için teşvik edilmiştir. Yalnız “Sen şunu ver!” denmemiştir.
Dikkat ederseniz infak âyetleri hiç ağızlarından düşmüyor. Dini dünyaya âlet ediyorlar ve müslümanları soymuyorlar mı? Nereye harcadıklarına bir bak! Hep ahkama muğayir yerde harcıyorlar. Bir taraftan emanete hıyanet ediyorlar, diğer taraftan israf ediyorlar. Buradan da mı tanımıyorsun bunları?
Bütün bölücüler böyle. Koyun postuna kurtlar bürünüyor, yoluyor ve soyuyorlar. Bu böyle değil midir? Ve birbirine destek oluyorlar. Bunların hepsi Ahkâm-ı ilâhi’ye karşıdırlar. Nûrun yayılmasını istemezler. Harcadıkları yerlere baktığınız zaman hep İslâm’ın yasak ettiği yerlere israf ve haram yollardan harcadıklarını görürsünüz.
İnfak meselesini tetkik ettiğimiz zaman ne göreceğiz? Asr-ı saâdette müslümanlar yalnız Kelâmullah’ın yükselmesi için, dini İslâm’ın yayılması için çalışmışlar, ancak en yakınlarından bile hiçbir şey istememişlerdir. Sadece faydalarını mükâfatını belirtmişlerdir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Bu orduyu techiz edene Cennet vardır.” şeklinde beyanlarda bulunmuşlar;
“Kim ki bu kuyuyu açarsa Cennet vardır.” şeklinde infaka teşvik etmişler ve fakat katî surette avuç açmamışlardır.
Bu teşvikler daha çok savaş zamanlarında yapılmıştır. İnfak Âyet-i kerime’leri pek çoktur ve Allah-u Teâlâ infakı teşvik etmiştir. Müslümanların soyulmadan yolunmadan, gönül rızası ile verdikleri şeyler, İslâm’ın inkişafı uğruna kullanılmıştır.
İlk zamanlarda müslümanlar zayıf idiler. İslâm henüz yeni teşekkül ediyordu. Müslümanlar değil mallarını, canlarını dahi Allah uğrunda fedâ etmekten çekinmiyorlardı. Günlerce aç kalan, boğazına bir parça lokma koymayanlar vardı. Resulullah Aleyhisselâm’ın dahi açlıktan karnına taş bağladığı olmuştur.
Zaman geldi, müslümanlar kuvvet buldu. Halkın yardımları, orduları harekete getiriyordu. Bu yardımlarla savaşlar cihadlar yapıldı, müslümanlık kısa zamanda bütün Arabistan’a yayıldı.
Fetihlerden sonra İslâm devleti zenginledi. Beşte bir ganimet malları ve zekât gelirleri ile hazine doldu. Fakirlerin, düşkünlerin, esirin, aç kalanın, yolda kalanın her türlü ihtiyacı Beytülmal’den karşılandı.
Bunlar ise topladıklarını nerelerde kullanıyorlar bir bak! Lüks içinde yaşayışlarına, bir de İslâm’ım diye söz edişlerine bak! Bunların hangisi İslâm’a uyuyor? Her biri nefsi için, şöhreti için hareket ediyor.
Halkı icrâya vererek arabasını evini sattırdılar, kendi malları imiş gibi aldılar. İslâm’ı zayıf düşürüp küfre hizmet etmek için mi bunu yaptılar?
Resulullah Aleyhisselâm’ın hiç kimseden bir şey istediği vâki değildir. Söylenen sadece “Verene Allah-u Teâlâ’nın şöyle bir vaad-i sübhânîsi var.” şeklinde idi. Yolmak mı? Aslâ!
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si varken, Resulullah Aleyhisselâm’ın istemesi düşünülebilir mi?
Bunlar ise adamın altındaki arabasını, oturduğu evini bile elinden aldılar. Bunların yaptığı hangi iş Resulullah Aleyhisselâm’ın sünnetine uyuyor?
Bu bir gasb değil midir?
Sizin dininiz narcılık, imanınız para, has huyunuz gasb. Bu böyle değil midir?
Süleymancılar dileniyor, siz ise gasb etmiyor musunuz? Sizin iç yüzünüz budur.
Kur’an-ı kerim takvâdan çok bahseder, bunlar da ihlâsı ve takvâyı hiç dillerinden düşürmezler. Halbuki bütün iş ve icraatları takvâya muhaliftir. Hiç bir hareketleri de takvâya uymaz.
Bizim gayemiz dalâlete düşen bu fırkaları kurtarmak, düşmek üzere olanları tutmaktır. Her vesile ile arzettiğimiz beyanlarımızdan, iş ve icraatlarımızdan bu gayemiz açıkca anlaşılacaktır.
Bunların iş ve icraatı, şöhretleri, hangisi tevazuya uyuyor? Bediüzzaman Hazretleri ile kıyaslandığı zaman hangisi o çizgiye uyuyor?
Şimdi siz göz göre göre dinini dünyaya âlet edenleri müslüman mı zannedersiniz? Hâlâ bunlara aldanıp, kaz gibi yolunup soyulacak mısınız? Bunların yaptığını bir solcu dahi yapmaz. Ve dikkat ederseniz, “Ben solcuyum.” diyor, bu gasbı yapmıyor.
Ashab-ı kiram’dan Hakîm bin Hizam -radiyallahu anh- Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den mal istemişti, ona istediği malı verdi, yine istedi yine verdi.
Sonra da buyurdu ki:
“Yâ Hakîm! Bu mal câzip ve tatlıdır. Bir kimse malı gönül hoşnudluğu ile alırsa, o mal ona mübarek olur, onda kendisine bereket verilir. Eğer göz dikerek ihtirasla alırsa, o malın bereketi olmaz. Böyle bir kimse, yediği halde doymayan kimse gibidir.
Veren el, alan elden hayırlıdır.”
Hakîm -radiyallahu anh- kimseden bir şey almayacağına dair söz verdi ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizden sonra ölünceye kadar hiç kimseden bir şey almadı. (Buhari - Müslim)
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Malını çoğaltmak için halktan mallarını isteyen bir kimse şüphesiz cehennemin tutuşmuş ateş parçalarını istemiş olur.
Artık bunu azaltsın veya çoğaltsın.” (İbn-i Mâce: 1838)
Hazret-i Muaviye -radiyallahu anh- den rivayet edildiğine göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İstemekte ısrar etmeyiniz. Vallahi sizden biriniz benden bir şey ister de, onun istemesi benim hoşuma gitmediği halde benden bir şey koparırsa, o şeyin ona bereketi bulunmaz.” (Müslim: 1038)
Abdullah bin Ömer -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edildiğine göre Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İstemek herhangi birinizi o dereceye getirir ki, yüzünde bir et parçası bulunmadığı halde Allah-u Teâlâ’ya kavuşur.” (Müslim: 1040)
Bu şekilde bir azap ona verilecek cezanın ameli cinsinden olması içindir. Çünkü o âleme el açmakla dünyada yüzünü zelil ve rezil etmişti.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Halktan istemek berelenmektir. İnsan onunla kendi yüzünü berelemiş olur.” (Tirmizi)
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- der ki:
“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- bazen bana Beytülmal’den bir şeyler verir, ben de “Bunu benden daha fakirine ver!” derdim. Hatta bir defasında bana bir mal vermişti de “Onu benden fakir birine ver!” dedim. Bunun üzerine Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Sen bunu al! Bu kabilden göz dikmediğin ve istemediğin halde sana gelen malı da al. Böyle olmayan bir malı ise canın çekmesin.” (Müslim: 1045)
Diğer Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyuruluyor:
“Kimseden bir şey istemeyin.” (Müslim)
Bu Hadis-i şerif’e nasıl gözü yumuk bakarlar?
“Kim halktan bir şey istemekten sakınırsa, Allah onu iffetli kılar, korur. Kim kendini (halkın yardımından) müstağni bulursa, Allah o kimseyi zengin kılar.” (Buhari - Müslim)
Bu Hadis-i şerif’i görmüyorlar mı?
“Kim başkasına el açmayacağı hususunda bana kesin söz verirse yerinin cennet olacağına kefil olurum.” (Ebu Dâvud)
Bunlar ise infak Âyet-i kerimeler’ini dünyaya âlet ederek her fırsatta müslümanları kaz gibi yolmuyorlar mı? Utanmadan halkın içinde senetleri imzalatıyorlar, ödenmeyen senetleri icraya veriyorlar, evini elinden alıyorlar, arabasını altından çekiyorlar, her fırsatta yolmayı kendi narcılık dinine göre yapıyorlar. Bunların hiç biri İslâm dininde yok.
Âyet-i kerime’de:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, yalnız onlar doğru yoldadırlar.” buyuruluyor. (Yâsin: 21)
Bu Âyet-i kerime de doğruyu ve eğriyi gösterir ve bunların işini bitirir.
Onlar topladıkları parayı daha evvel de arz ettiğimiz gibi süse, lükse, nama, şöhrete harcıyorlar. Oysa emanete hıyanetlik münafıklık alametidir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- emanete hıyanetlik edenleri münafık olarak nitelendirmiş ve şöyle buyurmuşlardır:
“Münafıklık alameti üçtür. Söylediği zaman yalan söyler, vâdederse sözünü yerine getirmez, kendisine bir şey emanet edildiği zaman ona hıyanet eder.” (Buhari-Müslim)
Diğer bir Hadis-i şerif’te; emanetin ganimet bilineceğini haber veriyorlar:
“Emanet yitirildiği zaman kıyameti bekle! İşler ehil olmayanlara verilince kıyameti bekle!” (Buhari. Tecrdi-i Sârih: 54)
Hazret-i Allah’ın nehyettiği işleri yaptıkları için Allah ve Resul’ünün hükümlerine karşı geliyorlar. Hazret-i Allah’ın hükmünü bozmaya ve değiştirmeye çalışıyorlar. Çünkü bu yaptıkları israftır. İsraf ise haramdır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (A’raf: 31)
Bütün bölücüler zekâtta bu gaspı yapıyorlar ve fakirin lokmasını ağızından alıyorlar ve bunu rahatça yapıyorlar. Bu İslâm dini ile hiç bağdaşır mı? Bu ancak din kurucularının dinine göredir.

Bir Tek Din Bir Tek Ümmet:
Hazret-i Allah Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Mü’minun: 52)
Bu Allah kelâmıdır, Ahmet’in Mehmet’in beyanı değil.
Cenâb-ı Hakk inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhiyi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine göre kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.

Şöhret Ziyafetleri:
İşte bu din kurucuları, nam ve şöhret ziyafetlerine “İftar” ismini vermişler. Aslında onlar hep böyle yaparlar. Dini dünyaya âlet ederler. Ramazanda iftar, sair vakitlerde himmet gecelerinde bu işleri yapıyorlar.
Bunlar para topladıkları gecelere himmet gecesi ismini vermişler. Oysa talebelerden de gayet yüksek para alıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Onlar, kendi canları çektiği halde; yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.
Biz sizi sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizlerden ne bir karşılık ne de bir teşekkür beklemiyoruz. Biz sert ve belâlı bir günde Rabbimizden korkarız.
Allah da onları bu yüzden o günün fenâlığından korur, onların yüzüne parlaklık ve sevinç verir.” (İnsan: 8-9-10-11)
Bu fazilet ve meziyet İslâm inancına ve ahlâkına göredir.
Biz bu Âyet-i kerime’lere bakarak çalışırız. Dilenmeyiz.
Koyun postuna bürünen kurtların şerrinden Allah’ıma sığınırım.
Buradaki gayemiz; bu sapmışları, halka bildirmektir. Bunlara soyulmayın, yolunmayın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu kimseleri bize çok güzel tanıtıyor:
“Ahir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)
Dinden çıkmış, bir daha da dine giremeyecek olan bu kimseleri Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler ile size tanıtmaya çalışıyorum.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah’tan gayrısını O’na emsal tutarlar ve onları Allah’ı sever gibi severler.” (Bakara: 165)
İşte bu bölücüler var ya, iman ettikleri imama öylesine sarılmışlar ki, Allah-u Teâlâ’nın hükmü açık açık karşılarında okunduğu halde, hiç bir tanesi mütenebbi olup “Allah-u Teâlâ’nın emrine uyalım!” demiyor. Çünkü iman ettiği imama bağlanmış ve orada kalmış.
Amma Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’nin devamında buyuruyor ki:
“İman edenlerin Allah’a sevgileri ise her şeyden sağlamdır.”

Zekât Âyet-i Kerime’si:
Narcı yazar, Tevbe sûre-i şerif’inin 103. Âyet-i kerime’si ile Allah-u Teâlâ’nın Resulullah Aleyhisselâm’a, müminlere infak etmelerine dair emir verdiğini söylemektedir.
Bu husus hiç de onun dediği gibi değildir.
Tevbe sûre-i şerif’inin 103. Âyet-i kerime’sinde Allah-u Teâlâ:
“Onların mallarından sadaka al ki, bununla kendilerini temizlemiş, bereketlendirmiş olasın.” buyuruyor.
Arap kabileleri arasında zekât vermeyen bazıları, zekâtın İslâm devlet başkanına verilmeyeceğini iddiâ etmiş, bunun sadece Resulullah Aleyhisselâm’a âit bir durum olduğunu söylemişlerdi. Onların bu Âyet-i kerime’yi delil getirmelerini, bu şekildeki yanlış anlayışlarını Halife Ebu Bekir -radiyallahu anh- ve diğer Ashab-ı kiram reddetmiş, Resulullah Aleyhisselâm’a ödedikleri gibi, onun halifesine de zekât verilinceye kadar onlarla savaşmışlardı.
Hatta Ebu Bekir -radiyallahu anh- Hazretleri bu hususta “Hayvanı verse, yularını bile vermese, namazla zekât arasında fark gözeten herkesle harbederim.” buyurdu.
İbn-i Abbas -radiyallahu anh- bu Âyet-i kerime’deki sadakadan maksadın, farz olan zekât olduğunu söylemiştir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde:
“Fakirlerinize verilmek üzere, zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum.” buyurmuştur. (Ahmed bin Hanbel)
Binaenaleyh Âyet-i kerime’deki “Al!” emri, farz olan zekâtların alınıp kabul edilmesine delâlet etmektedir.
Hiç Kur’an-ı kerim okumayan, Âyet-i kerime’lere itibar etmeyen, kendi zan kitaplarına göre konuşan ve hareket eden narcılar, “Para toplama” adı altında halkı soymalarına, paralarını gasbetmelerine bu Âyet-i kerime’yi delil göstermişler, sapıtmışlıklarını bir kere daha ortaya koymuşlardır.
Evet, Kur’an-ı kerim yüzlerce Âyet-i kerime’sinde, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz çeşitli vesilelerle infaka teşvik etmiş, infak edenleri övmüş, fakat bunların yaptığı gibi, hiç bir şekilde gasbçılığı, saf müslümanları kandırmayı tasvip etmemiştir.
Ve size ne oluyor ki böyle hüküm veriyorsunuz?

“Herkesin Anlayabileceği Bir Ayırım Noktası:”
Şimdi Allah-u Teâlâ’nın hükmünü arzedeceğiz:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Bu nokta çok mühim. Binaenaleyh bu açık ferman-ı ilâhi var iken, bu para toplayanlar var ya, bu Âyet-i kerime’ye iman etmiş değillerdir, bunu katiyetle bilin.
İman edenlere bu Âyet-i kerime kâfidir. Bu Allah kelâmıdır, cemaat kelâmı değil. Şimdi onun cemaat dediği kimseler bu Âyet-i kerime’ye uyuyor mu? Uymuyorlar. Çünkü hepsi eğri yoldalar ve hepsi soyuyorlar, yoluyorlar, ne ev ne araba bırakıyorlar. Bu İslâm’da var mıdır?
Biz Allah-u Teâlâ’ya iman ettiğimiz için hep Kelâmullah ile konuşuyoruz. Siz de müslüman iseniz, Kelâmullah ile cevap verin.
Allah-u Teâlâ Yâsin sûre-i şerif’i 21. Âyet-i kerimesi ile para istemeyi yasakladığı gibi, aynı zamanda bu paralar nereye harcanıyor? Hem istiyorlar, hem de zekât ve fitre diye toplanan paralar fakire ulaştırılmıyor. Oysa talebelerden de para alınıyor. Hem de kendilerini müslüman imiş gibi göstermek isterler.
Biz şöyle deriz;
“Çek elini ey dil-i siyah,
Püf demekle hiç söner mi meşale-i nûr-i ilâh.”
Yemek vereceğiz diye dâvet ederler. Gelenler de “Yiyen ağız utanır.” kabilinden, vermeye mecbur kalır. Oltayı takarlar, soyup yolarak karşıdakini kaz yerine koymuyorlar mı? Senet imzalatır, elinde ne varsa almaya çalışır. Senedi ödemeyince icraya verir, altındaki evi, arabayı da icra vasıtası ile alır. Himmet gecesi adı altında, talebe okutuyoruz gayesi ile bu parayı alırlar, ayrıca her talebeden de para alırlar.
İşte dinden çıkan bu sapıtmışlar İslâm’a ısınacak kimseleri dahi soğuttular. “İslâm bu mudur?” dedirttiler. Bu bölücülerin yaptığını hiç bir solcu dahi yapmamıştır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Fâsığa ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Bunlara para verenler her verdiğinden sual sorulacağını ve azap göreceğini de bilsinler. Çünkü onun verdiği para İslâm’ın yıkılmasına vesile oluyor.
Bunun delilini mi istiyorsunuz? Size Âyet-i kerime ile arz edeceğim.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Ey iman edenler! Şu bir gerçektir ki, hahamların ve rahiplerin çoğu insanların mallarını haksızlıkla yerler ve onları Allah’ın yolundan alıkoyarlar.” (Tevbe: 34)
Dini dünyalığa âlet ederek, din adına bir takım haksız sebeplerle insanların mallarını yemek ve kendinde toplayıp biriktirmek kesinlikle haramdır.
Allah-u Teâlâ din adına haksız yollara ve haksız kazançlara başvuran yahudi hahamlarını ve hıristiyan papazlarını kınamakta, dini dünyalıklarına âlet ederek çok kötü bir misal olduklarını açıklamaktadır.
Dinin aslından uzaklaşan ehl-i kitabın düştüğü bu korkunç uçuruma müslüman din âlimlerinin de düşmemesi için uyarıda bulunuyor.
Konyalı Mehmet Vehbi Efendi, tefsirinde şöyle söylüyor:
“Zamanımızda âlim ve şeyh kisvesinde görülen bazı sahtekârları görünce bu Âyet-i kerime onların hallerini tasvir ediyor zannedilir.”
Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sadece zanna uyarlar.” (En’am: 116)
İşte bu “Âlimdir, imamdır.” zannettiğiniz kimseler gerçekten saptırıcıdırlar. Allah-u Teâlâ bunları tarif ettiği halde bu ilâhi hükmü umursamıyorsunuz. Bilin ki siz de bu cehenneme dâvet edenlerle berabersiniz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanların çoğu gerçekten fâsıktırlar.” (Mâide: 49)
Bunun içindir ki her ne kadar onlara Allah-u Teâlâ’nın kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’i ile beyanını arz etsen de, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu inanmazlar.” (Yusuf: 103)
Bunlara fitre, zekât veyahut kurban veren iyiden iyiye bilsin ki Allah-u Teâlâ’nın rızası bunlarda yoktur. Yeniden vermedikçe vermiş sayılmayacağını katiyetle haber veriyorum. Bunlar Allah-u Teâlâ’nın gadap ettiği düşmanlarıdır. Bunlar hakkındaki açık Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri önünüze seriyorum ve emirlerini duyuruyorum.

Kelime-i Tevhid:
Yazısında kalpten bahsediyor, onun kalbi “Lâ ilâhe illâllah” demiş olsa “Lâ” da kalmazdı. Ancak ilâhi hüküm ve hudutlara bağlı kalırdı. İslâm dinini âlet edip İslâm’a muğayir hareket etmezdi. İşte bunlar İslâm değildir.
Dikkatle baktığınız zaman tarih boyunca ancak münafıklar küffarla, yahudi ile gizli veyahut aşikâr dostluk kurmuşlardır. Müslüman; kâfire karşı durmak için, dinini, imanını, vatanını müdafaa etmek için, ancak din kardeşi olan müslüman ile dostluk kurar. Kâfirlerin dostlarına gelince, o da onlardandır.
İmâm-ı Rabbanî -kuddise sırruh- Hazretleri Mektubat’ın 163. mektubunda kâfirlere iltifat eden, hoşgörü ile bakan hatta “Hazret” diyenlere çok ağır cevap veriyor.
Teberrüken buraya alıyoruz:
“...
İslâm ve küfür birbirinin zıddıdır, bir arada olamazlar. Ta kıyamete kadar, hatta kıyamette dahi. Bunlardan birini isbat etmek, diğerini kaldırmaktır. Birini ağırlamak, diğerini küçük düşürmektir.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, Peygamber’ine hitaben şöyle buyurdu:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tevbe: 73)
Sübhan Allah, en güzel huyla sıfatlanan Resul’üne “Küffarla cihad et ve onlara sert davran.” emrini verdiğine göre, bundan bilinir ki; onlara sert çıkmak en güzel huylar arasındadır.
İslâm dininin izzet bulması küfrün ve küfür ehlinin zelil düşmesindedir. Buna göre bir kimse, küfür ehlini ağırlarsa İslâm ehlini zelil düşürmüş olur.
Kâfirleri ağırlamak yalnız onlara tazim edip baş köşeye oturtmak değildir. Onları meclislere almak, onlarla sohbet etmek, onların dili ile konuşmak gibi hareketler dahi onları ağırlamaktır. Asıl uygun olanı; köpekleri uzaklaştırır gibi onları uzaklaştırmaktır.
Eğer onlarla alâka peyda etmek, dünya işlerine ait zaruretler icabı ise... başka türlü de olmuyorsa... o zaman uygun olan, ancak zaruret mikdarı onlarla olmaktır. Bu arada onları bir şey yerine koymamaya ve kendilerine lüzumsuz yere iltifatta bulunmamaya riayet etmelidir.
Ama İslâm’ın kemali, böyle bir garazı dahi tamamen terk edip onlara iltifat etmemek ve onlarla karışıp durmamaktır. Zira noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah, onları (yani küfür ehlini), Kelâm-ı Mecid’inde zâtının ve Resulü’nün düşmanı olarak tanıttı:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Oysa onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir.” (Mümtehine: 1)
“Kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail’e ve Mikâil’e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır.” (Bakara: 98)
Allah’ın ve Allah’ın Resulünün düşmanı olan kimselerle karışık durmak, cinayetlerin en büyüklerindendir.
Bu düşmanlarla karışık durmanın, onlarla arkadaşlık etmenin en azından zararı; Şer’i hükümlerin icrasındaki kuvvette zaaf ve gevşeklik hâsıl olmasıdır. Bundan başka, onlarla olan arkadaşlığı dolayısıyle küfre sebep olacak şeylerden kaçınmaya utanır. Böyle bir zarar, cidden büyüktür. Kaldı ki, Allah’ın düşmanlığını, Resul’ünün düşmanlığını çeker.
Böyle bir uygunsuz insan sanır ki, kendisi müslümanlardandır; Allah’a ve Resulüne imanı vardır. ama bilmez ki, bu gibi kötü ameller kendisinden İslâm devletini giderir.
Nefislerimizin ve kötü amellerimizin şerrinden Allah’a sığınırız.
Bir şiir:
‘Kendini hem âlim, hem din adamı sanır,
Dinle bütün ilgisi böyle sanmasıdır.’
Bu din düşmanı mel’unların işi İslâm’ı istihzaya ve müslümanları maskaralığa almaktır. Aynı zamanda onlar, eğer bir fırsatını bulsalar bizi İslâm dininden çıkaracaklar ve hepimizi öldüreceklerdir.
Müslümanlara yakışan utanıp hamiyet sahibi olmaktır. Zira Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
‘Hayâ imandandır.’
Hamiyet-i İslâmiye zaruridir. Baştaki emir sahiplerine düşer ki; daima bu hizlana düşen kimselerin baş kaldırmalarına fırsat vermeyeler.
.....
İslâm devletinin husülünün alâmeti: Küfür ehline buğzedip onları kerih görmektir.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı Mecid’inde onları “Necis” diye isimlendirdi:
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir necis (pislik)tir.” (Tevbe: 28)
Bir başka Âyet-i kerime’de ise onlara “Murdar” ismini verdi.
“Artık onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardır.” (Tevbe: 95)
Eğer o kâfirleri böyle görmüş olsalardı, hiç şüphe yok ki, onlarla arkadaşlık etmekten kaçınır ve onlarla oturmayı kerih görürlerdi.
Herhangi bir şeyde bu düşmanlara müracaat etmek, onların reyi ve hükmü ile iş tutmak, kendilerini tam mânâsıyla ağırlamaktır. Bunlardan himmet taleb edip onları bir vesile bilenin hali n’olur ki?”
Gördüğünüz gibi İmam-ı Rabbani -kuddise sırruh- Hazretleri bunların içyüzünü ne güzel tarif buyuruyorlar.
Her fırsatta diyoruz ki elhamdülillah ben müslümanım. Bütün beyanlarım Âyet-i kerime’ye ve Hadis-i şerif’e dayanır. Ancak onları muteber tutarım ve itibar ederim. Bunun için bize cevap vermeye yeltenenler Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’ler ile cevap vermek mecburiyetindedirler. Bizim lâfa ve teferruata kıymet vermediğimizi hâlâ bilmediler mi?
Âyet-i kerime’lere hiç değinmemiş, çünkü Âyet-i kerime’ler onlardan bahsediyor. Bir tek Âyet-i kerime onların işini bitirir.
Bu Âyet-i kerime’leri arzetmek ve açıklamaktaki gayem, halk da bilsin ve bunların içyüzünü öğrensin içindir. Ancak onlar hiç bir zaman cevap veremezler. Bütün işleri Ahkâm-ı ilâhi’ye muğayirdir. İslâm’mış gibi görünerek kendilerini göstermeye çalışmaları saf müslümanları yolmak, müslümanları küfürle hoşgörüye kaydırmak ve kandırmak içindir. Zira bunlar kâfirlerle içiçe olmuş ve anlaşmış görünüyorlar.

Fatih Sultan Mehmet Han ve Zimmîler:
İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Hazretleri’nin hıristiyanlara geniş haklar verdiğinden, patrikhanenin İstanbul’da kalmasına müsaade ettiğinden bahsediyor.
Fatih Sultan Mehmet Hazretleri azameti ile küffara boyun eğdirdi. Sen ise küffara boyun eğdin. Mü’min ile münafık bir olur mu? Eğer küffar ilinde çalışsaydın, tahribatın daha az olurdu. İslâm dini’ne bu kadar tahribatı yapmazdın. Zira bunca müslümanı münafık yaptın ve onlara hoşgörü ile küfrü hoş gösterdin. Dinimize ve vatanımıza bir kâfirin yapamayacağı tahribatı yaptın. Siz bölücüler dinimizi ve vatanımızı paramparça ettiniz.
“Aramızdaki beyinsizlerin yaptıklarından ötürü bizi de helâk eder misin Allah’ım!” (A’raf: 155)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’de şöyle buyuruyor:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafından bir şeref ve kudret mi arıyorlar. Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a âittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ müminlere izzet, kâfir ve münafıklara zillet verdiğini buyuruyor. Fatih Sultan Hazretleri İslâm’ın azametini şecaat ve şevketini küffara göstermek için, Allah için fütuhat yaptı. Ama sen kâfire peşkeş çekiyorsun. Kucak kucağa giriyorsun, elinden gelse bütün müslümanlara küfrü hoş göstermeye çalışıyorsun. Müslümanla münafık bir olur mu?
Fatih Sultan Hazretleri himayesine sığınmış oldukları için onlara Ahkâm-ı ilâhi’nin verdiği ruhsatı vermiştir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara: 256)
Bu delil gereğince, İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hiç bir kimseye İslâm dinine girmek için zorlanılmaz. Herkes dininde serbest ve seçme hakkına sahiptir.
Fatih Sultan Hazretleri İslâm’ın kâfire verdiği ruhsatı kabul etmiş, bu ruhsat dairesinde geniş haklar vermişti.
İslâm ülkesinde oturan ve İslâm hükümetinin vatandaşlığını kabul eden gayr-ı müslimlere “Ehl-i zimmet” adı verilir. Zimmet altına giren erkeğe Zimmî, kadına ise Zimmiye denir. Zimmet anlaşması yapmakla bunlar müslümanların zimmetine girmiş, bir takım haklara sahip olmuş olurlar. Zimmet akdinin hükmü kısaca; malın, canın ve namusun korunmasından ibarettir.
Zimmet, devamlı bir eman olduğu için, bunu kabul eden bir gayr-i müslim, aksine hareket etmedikçe, devamlı olarak müslümanların ahid ve emanında bulunur.
Zimmet ehlinden birini öldüren şahıs, müslüman öldüren şahsa tatbik edilen cezaya çarptırılır.
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ- dan rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Kendileri ile andlaşma yapılmış olan bir zimmîyi öldüren bir kişi, kokusu kırk yıllık mesafeden duyulan cennetin kokusunu duyamayacaktır.” (Buhari. Tecrid-i Sârih: 1309)
Bu hususta bir çok Hadis-i şerif’ler mevcuttur. Diğer bir Hadis-i şerif’te ise şöyle buyuruluyor:
“Dikkat edin! Kim, andlaşma yapılan (gayr-i müslime) zulmeder veya gücünün üstünde bir şeyle yükümlü tutarsa, veyahut hakkını tam vermezse, veyahut da gönül rızası olmaksızın ondan bir şey alırsa, kıyamet gününde ben onun hasmıyım.” (Ebu Dâvud. İmaret: 33)
Bunların inanç hürriyetleri ve dini vecibeleri yerine getirebilmeleri tam mânâsıyla korunma ve garanti altındadır. Öyle ki ibadethanelerine karışılmaz, ancak yeni ibadethâne yapmalarına müsaade edilmez. Bu da İslâm’ın dinde zor kullanmayı kabul etmeyişinin bir ifadesidir. Bir zimmî kendisine baskı yapılmaksızın İslâmiyet’i kabul ederse, bu takdirde müslümanların hukukuna tabî olur.
Zimmîler ahidlerini bozarlarsa kendilerine harbî muamelesi yapılır ve harbedilir.
İslâm’ın zimmîlere olan bu şekildeki müsamahası ile onları dost edinmek tamamen ayrı şeylerdir. Bunlar ise Allah-u Teâlâ’nın ehl-i kitap hakkındaki Kur’an-ı kerim’inde koymuş olduğu esaslardan habersiz; Allah’tan, Resul’ünden ve müslümanlardan başka hiç kimseye gösterilmemesi gereken dostluğu onlara göstermişlerdir. İslâm dâvetinin özünde olan müsamaha çağrısını, Kur’an-ı kerim’in ısrarla sakındırmaya çalıştığı dostluk mânâsına geldiğini zannediyorlar.
Zimmîlere güzel muâmele ve nikâhın cevazı, onlarla dostluk kurma mânâsına gelmez.
Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- in hilâfeti yıllarında Basra vâlisi Ebu Musa el-Eş’arî -radiyallahu anh- bazı mühim hususları görüşmek üzere Medine-i münevvere’ye gelmişti. Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl düzenlendiği mevzu edilirken dedi ki:
“Yâ Emirel-müminin! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli bir biçimde tutuyor.”
O anda halifenin rengi birden değişiverdi. Şöyle konuştular:
- Allah cezanı versin! Hakk’a yönelen bir müslüman kâtip edinseydin ya! Allah’ın şu buyruğunu işitmedin mi? “Ey inananlar! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin!” (Mâide: 51)
- Onun dini ona, kâtipliği bana.
- Allah’ın aşağıladığına ikram etme, Allah’ın hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma, Allah’ın uzaklaştırdığını yaklaştırma.
- Ne yapalım! Basra’nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.
- Farzedelim ki hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın?” (Mefâtihül-gayb)

Mümtehine: 8 Âyet-i Kerime’si:
Allah-u Teâlâ, kâfirlerden kendilerine iyilik yapılması ve haklarında adaletin gözetilmesi câiz olanları mevzubahis etmekte ve durumu sınırlandırarak şöyle buyurmaktadır:
“Allah din uğrunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik yapmanızı ve adil davranmanızı yasak kılmaz. Şüphesiz ki Allah adaletli olanları sever.” (Mümtehine: 8)
Bu Âyet-i kerime zimmîleri içine almaktadır. “Hangi milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, size dininiz hakkında sataşmayanlara iyilik ve adaletle muâmele etmekten nehyedilmiş değilsiniz.” demektir.
Çünkü o artık sana sığınmış, senin zimmetin altına girmiş, kendi dinini yaşıyor, bırak yaşasın.
Fatih Sultan Hazretleri ahkâm çerçevesinde onlara haklar tanıdı. Amma o aslâ senin gibi küfrü hoş görenlerden değildi. Küffarla Allah için İ’lây-ı kelimetullah’ın yücelmesi için savaştı ve bu toprakları İslâm’a ve müslümanlara hediye etti. Sen ise en büyük din ve vatan düşmanımızla büyük bir dostluk kurdun, dinimizi ve vatanımızı parçalamak ve yıkmak için.
Hâlâ kendinizi müslüman olarak kabul ettirmeye mi çalışıyorsunuz? Müslümanlık perdesi altında rahatça müslümanları soyuyorsunuz.
Meğer şimdiye kadar aslınızı gizlemişsiniz!..

İslâm ve Münafıklar:
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında da münafıklar vardı. Ve gizliden gizliye büyük rol oynarlardı.
Ve bunların başında Abdullah bin Ubeyy bin Selül vardı, iman etmiş gibi göründü, münafık olduğunu gizledi. Ümmet-i Muhammed arasında fitne çıkarmak için fırsat bekledi.
Hazreç kabilesinin ileri gelenlerinden olan Abdullah bin Ubeyy bin Selül, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Medine-i Münevvere’ye hicretinden önce Hazreç kabilesine reis olacaktı. Taraftarları ona süslü bir taç bile hazırlamışlardı. Müslümanlığın Medine-i münevvere’de yayılması, Resulullah Aleyhisselâm’ın hicret etmesi reisliğine mâni oldu. Bu sebeple kendisi de taraftarları da İslâm’a düşman oldular. Fakat bozgunculuklarını daha etkili yapabilmek için de Bedir savaşından hemen sonra İslâm’a girdiler, iman etmedikleri halde müslüman göründüler. Böylece münâfıklar zümresi türemiş oldu.
Hicretten bir kaç gün sonra Kureyş müşriklerinin ileri gelenleri, Abdullah’a bir mektup göndererek himayelerine aldıkları Peygamber’i öldürmelerini veya Medine’den çıkarmalarını istemişler, aksi takdirde bütün güçleriyle üzerlerine yürüyeceklerini bildirmişlerdi.
Abdullah’ın mevzuyu taraftarları ile görüşmekte olduğu haberi Resulullah Aleyhisselâm’a ulaşmış, o da Abdullah’ı ziyaret ederek Kureyş’in isteklerine uydukları takdirde kendilerinin zararlı çıkacaklarını ona hatırlatmıştır. O sırada Medine’nin çoğunluğu müslüman olduğu için Abdullah, Peygamber’e karşı hareket etmeye cesaret edememişti.
Abdullah bin Ubeyy Medine’li yahudilerle de işbirliği yapıyordu. Hazreç kabilesi öteden beri Nadiroğulları yahudileri ile müttefik olduğu için Abdullah onların İslâm aleyhindeki faaliyetlerine kolayca katılabiliyordu. Müslümanların Bedir zaferini bir türlü hazmedemeyen ve bunda kendi âkibetlerinin işaretini gören Kaynukaoğulları yahudileri bazı taşkınlıklarda bulunmuşlardı. Onbeş gün süren kuşatma sonucunda yahudiler Resulullah Aleyhisselâm’ın hükmüne râzı olarak teslim oldukları bir sırada Abdullah onların imdadına koşmuş ve Resulullah Aleyhisselâm’a Hazreç kabilesinin yahudilerle anlaşma yapmış olduğunu ileri sürmüştür.
Bu hadiseden sonra müslümanların yahudilerle ve hıristiyanlarla dostluk kurmalarını yasaklayan Âyet-i kerime nazil olmuştur.
Hemen akabinde nazil olan Âyet-i kerime’de de Abdullah bin Ubey ve taraftarları kastedilerek şöyle buyurulmaktadır:
“Kalplerinde hastalık bulunanların ‘Devir onların lehine döner de bize bir musibet erişir diye korkuyoruz.’ diyerek onların arasına koşuştuklarını görürsün.
Umulur ki Allah bir fetih ya da kendi katından bir emir getirir de böylece onlar içlerinde gizledikleri şeyden (nifaktan) dolayı pişman olurlar.” (Mâide: 52)

Uhud savaşında Resulullah Aleyhisselâm, müşrikleri Medine’de karşılamak düşüncesindeyken, bazı genç sahabilerin ısrarı üzerine yediyüz kişilik bir kuvvetle Uhud’a doğru yola çıkmıştı. Abdullah da Medine’den dışarı çıkılmasına taraftar değilken Resulullah Aleyhisselâm’ın çıktığını görünce üçyüz kişilik bir kuvvetle katılmış, ancak yolda Medine’den ayrılmamak hususundaki görüşüne itibar edilmediğini ileri sürerek savaşa katılmaktan vazgeçmiş, taraftarlarıyla Medine’ye geri dönmüştü.
Resulullah Aleyhisselâm’ın Nadiroğulları yahudilerinin Medine’yi terketmelerini istemesi üzerine, Abdullah bin Ubeyy yahudilere haber göndererek yerlerinden ayrılmamalarını ve Resulullah Aleyhisselâm’a karşı gelmelerini istemişti. Onlar da buna güvenerek kalelerine kapanmışlar ve mukavemete teşebbüs etmişlerse de vaad edilen yardım gelmeyince müslümanların şartlarını kabul etmek zorunda kalmışlardı. Kur’an-ı kerim bu hadiseye işaret ederek Haşr sûre-i şerif’inin 11. Âyet-i kerime’sinde münâfıkların yalancılığını bir kere daha ortaya koymuştur.
Abdullah bin Ubeyy, Mustalıkoğulları savaşından dönerken de eskiden beri sürdürdüğü bozgunculuğuna devam ederek muhacirler aleyhine çirkin sözler söylemiş, fakat öldürülmesine yol açacak muhtemel sert tepkilere bizzat Resulullah Aleyhisselâm mâni olmuştur.
Yine bu sırada Hazret-i Aişe -radiyallahu anhâ- Validemiz hakkında uydurulan iftiranın baş tertipçisi ve yayıcısı da o olmuştur.
Âyet-i kerime’de Abdullah bin Ubeyy kastedilerek:
“Onlardan o (yalan)ın en büyüğüne elebaşılık yapana da büyük bir azap vardır.” buyurulmuştur. (Nûr: 11)
Resulullah Aleyhisselâm kendisini çok üzen bu hadiseden dolayı Abdullah’ı cezalandırmamış ve ona karşı daima müsamahalı davranılmasını istemiştir.
Abdullah bin Ubeyy hicretin dokuzuncu yılında yirmi gün süren bir hastalıktan sonra öldü. Oğlu Abdullah babasını kefenlemek için Resulullah Aleyhisselâm’dan gömleğini istedi, cenaze namazını kıldırmasını da rica etti. Resulullah Aleyhisselâm gömleğini verdi, fakat namazını kıldırmak için harekete geçtiği sırada Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- in Tevbe sûre-i şerif’inin 80. Âyet-i kerime’sine dayanarak münâfıkların affı için duâ edilmeyeceğini ileri sürmesi ve ısrarlı itirazı ile karşılaştı. Nihayet aynı sûrenin 84. Âyet-i kerime’si Hazret-i Ömer -radiyallahu anh-i tasdik eder mahiyette, münâfıklara duâ etmeyi ve kabirlerini ziyaret etmeyi kesinlikle yasakladı.
Münâfıkların durumunu şu Âyet-i kerime beyan eder:
“Münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar.” (Nisâ: 145)
Abdullah İbni Ubeyy bin Selül fitnesinden ötürü kendisinin ve etrafının ebedi cehenneme girmesine vesile oldu.
Hülasâ-i kelâm; Fethullah Gülen büyük bir hünerle etrafını hoşgörü ismi altında rahatça küfre sokarak, şeytanı dahi hayrete düşürmüş olmadı mı?
Amma unutmayın ki şeytanlarla beraber tepetaklak cehenneme atılacağınızı bu Âyet-i kerime beyan eder.
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuarâ: 94-95)
Şu kadar var ki kâfirler cehennemde, münafıklar ise “esfel-i safilin” dedirler. Zira münafıkın İslâm dinine yaptığı tahribat kâfirin tahribat ve zararından daha beterdir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Münafıklar sana geldikleri zaman: ‘Senin Allah’ın elçisi olduğuna şahitlik ederiz.’ derler. Allah, senin gerçekten O’nun elçisi olduğunu çok iyi bilir. Ve Allah, o münafıkların yalancı olduklarına da şahitlik ediyor.” (Münâfikun: 1)
“Yeminlerini kendilerine bir kalkan yaptılar. Allah’ın yoluna engel oldular. Gerçekten onlar çok kötü bir şey yapıyorlar.” (Münâfikun: 2)
Çünkü onlar, imana girdiler, sonra kâfir oldular. Bunun üzerine Allah, onların kalblerini mühürledi de onlar anlamaz bir toplum oldular.” (Münâfikun: 3)
Allah-u Teâlâ; münafıkların yalancı olduklarını, yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdıklarını, yaptıklarının çok kötü olduğunu, önce iman edip sonra inkâr ettiklerini, bu yüzden de kalplerinin mühürlendiğini inananlara duyurmaktadır.
“Sen o münafıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları. Hakk’tan nasıl çevriliyorlar.” (Münâfikun: 4)

Kâfir ve Münafıklara Karşı Alınması Gereken Tavır:
Allah-u Teâlâ kâfir ve münâfıklara olan tavrı açık bir şekilde beyan ediyor.
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla savaşmak meşru kılınmıştır.
“Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.” (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ’yı da, O’nun peygamberini de ve o Peygamber’e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor ve dost oluyorsunuz.
“Oysa onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ’nın ne de kullarının haklarını tanımıyor, onlardan tiksindiklerinden dolayı aralarından çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke’den Medine’ye hicret etmeye mecbur ettiler.
“Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnudluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” (Mümtehine: 1)
Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak, benim yolumda cihad eden kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin ve nefretlerinden, dininize karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış, mallarınızdan mülklerinizden etmişlerdi.
“Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.” (Mümtehine: 1)
Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları bildiğim halde, sizin gizlediklerinize Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler böyle mi yapıyorsunuz?
“İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)
İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış, böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felâkete atmış olur.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:
“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler.” (Mümtehine: 2)
Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size karşı olan o şiddetli düşmanlığı açığa vururlar.
“Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar.” (Mümtehine: 2)
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan geri kalmazlar.
“Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.” (Mümtehine: 2)
Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine saldırmaktır.
Ebedi hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda musibete düşme tehlikesi her zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh- in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:
“Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.” (Mümtehine: 3)
Onları korumak kastı ile düşmanlarına yakınlaştığınız akrabalarınızın ve çocuklarınızın size faydası olmayacaktır. Onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramazlar.
“O gün Allah onlarla aranızı ayırır.” (Mümtehine: 3)
Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız.
“Allah yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine: 3)
Ona göre mükâfât veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya çocuklarınıza göre değil.
Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden ictinab ediniz.
Allah-u Teâlâ’nın bu beyanını görmüyor mu? Hazret-i Allah “Onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” buyuruyor.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamberine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Bu gibi kimselere sevgi göstermek, Allah’a ve ahirete imanın gerekleriyle taban tabana zıddır. Zira onlarla dostluk kurmak, küfre sevgi göstermektir. Küfre muhabbet ise iman ile bir arada bulunmaz.
Gerçek iman budur. Bu İslâm dinine göredir.
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor. O ise kendi dinine göre hareket ediyor. Kendi zan hükümlerini ortaya koyuyor.
Söylediği sözler, verdiği beyanatlar ve icraatlar hep İslâm’a terstir. Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere tezattır.
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde münafıklar hakkında bir çok beyanlarda bulunmuş, müminlere onlardan sakınmalarını emir buyurmuş ve onların iç yüzlerini beşeriyete ilân etmiştir:
“Ne onlarla olurlar, ne de bunlarla olurlar. İkisinin arasında bocalayıp dururlar.” (Nisâ: 143)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Münafığın misali iki sürü arasında hayretle kalan koyun gibidir. Kimi o sürüye gider, kimi bu sürüye.” (Müslim: 2784)
İçlerindeki inkâr ve nifakı atmadıkları ve tevbe etmedikleri sürece, münafıkların İslâm’da yeri ve itibarı yoktur.

Dünyada ve Ukbâda Elele:
Münafıklar içten kâfir oldukları, dıştan da müslüman görünmeye çalıştıkları için Allah-u Teâlâ onları yahudilerle sapık, müşriklerle kardeş diye vasıflandırmaktadır:
“Resulüm! Münafıkların ehl-i kitaptan küfre sapan kardeşlerine ‘Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz.’ dediklerini görmedin mi?
Allah onların yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Haşr: 11)
“Kendilerine kitap verilmiş olanları görmedin mi? Tağuta ve bâtıl ilâhlara inanıyorlar. Sonra da kâfirler için ‘Bunlar inananlardan daha doğru yoldadırlar.’ diyorlar.” (Nisâ: 51)
Münafıklar kâfirlerin en murdarı, en habisi oldukları için ebedî ikâmetgahları da cehennemin en dibidir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Artık onlar için hiç bir yardımcı bulamazsın.” (Nisâ: 145)
Şüphesiz ki onlar bunu hak etmişlerdir. Çünkü onlar İslâmiyeti karıştırmışlar, ihanet etmişler, nankör olmuşlardır.
Cennet derece derece olduğu gibi cehennem de derece derecedir. Âyet-i kerime’de geçen “Derk-i esfel” cehennem derekelerinin en derininde bulunan en alt tabakadır. Onların azabı kâfirlerin azaplarından daha şiddetlidir.
Allah-u Teâlâ imansızların akibetini haber verirken münâfıkları kâfirlerden önce anmış, akibetlerini haber vermiştir:
“Allah münafık erkeklere, münafık kadınlara ve kâfirlere içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır.
Bu onlara yeter. Allah onlara lânet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Onlar için sürekli bir azap vardır.” (Tevbe: 68)
Cehennemde her çeşit azap mevcut olduğu gibi, orada ebedi kalmaktan daha kötü bir azap tasavvur edilemez.
Binaenaleyh bazı kişiler hakikat ile dalâleti fark edemediğinden onları hâlâ müslümandır zannıyla aldanır, küfür batağına düşer ve dinden imandan soyulur. Cehenneme düşünce ayılır. Nedamet çok, faydası hiç yok. Artık orada hep beraberdirler.
Âyet-i kerime’de:
“Hidayet kendisine apaçık belli olduktan sonra, Peygamber’e muhalefet edip inananların yolundan başkasına uyan kimseyi döndüğü o yolda bırakırız. Ahirette de kendisini cehenneme sokarız. Ne kötü bir dönüş yeridir orası!” buyurulmaktadır. (Nisâ: 115)
Dünyada kimi dost edindiyse, onu o dostu ile beraber haşreder.
Diğer Âyet-i kerime’lerinde ise şöyle buyuruyor:
“Sen onlar hakkında acele etme. Biz onların günlerini saydıkça sayıyoruz.” (Meryem: 84)
“İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak, günahlarını artırmak için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i imran: 178)

Hidayetten Dalâlete:
Büyük bir lütfa ererek hidayete ermesine rağmen dünya menfaatlarına yönelen kimseleri Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde daimi bir şekilde dilini çıkartıp soluyan köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:
“Onlara o kimsenin haberini anlat ki, kendisine âyetlerimizden vermiştik. Fakat o bunlardan sıyrılıp çıkmıştı. Derken şeytan onu arkasına takmış, nihayet azgınlardan olmuştu.
Dileseydik elbette onu âyetlerle yükseltirdik. Fakat o, yere saplandı ve hevesinin peşine düştü.
Onun durumu tıpkı köpeğin durumuna benzer. Üstüne varsan da dilini çıkarıp solur, kendi haline bıraksan da dilini çıkarıp solur.
İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin hali böyledir. Sen onlara bu kıssayı anlat. Belki üzerinde düşünüp ibret alırlar.” (A’raf: 175-176)
İlmiyle amil olmayıp dünyaya meyleden âlim için bu Âyet-i kerime’de büyük bir tehdit vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Zulmedenler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını, hangi deliğe tıkılacaklarını yakında göreceklerdir.” buyuruyor. (Şuarâ: 227)
Hem kendilerine hem de beşeriyete zulüm etmekle çok büyük bir azaba düçar olacaklarını Allah-u Teâlâ haber veriyor.
“Rableri olan Allah ve peygamberlerin emrine karşı gelen nice şehirler vardır ki onları şiddetli bir hesaptan geçirdik ve korkunç bir azap ile onları azaplandırdık.
İşte onlar, yaptıklarının cezasını tattılar. Ve yaptıklarının sonu tam bir hüsran oldu.
Allah, onlar için, (ahirette) şiddetli bir azap hazırlamıştır. İşte ey inanmış olan akıl sahipleri! Allah’tan korkun. Çünkü Allah, size uyarıcı bir kitap ve zikir indirmiştir.” (Talâk: 8-9-10)

İstidraç:
Hazret-i Allah Kur’an-ı kerim’de dünya hayatının gelip-geçici olduğunu, ahiret hayatının ise ebedi olduğunu haber vermiş, müminleri dünya hayatına bağlanarak ebedi hayatlarını mahvetmekten sakındırmış ve:
“Sakın sizi dünya hayatı aldatmasın.” buyurmuştur. (Fatır: 5)
Allah-u Teâlâ bir diğer Âyet-i kerime’sinde dünyayı ve içindekileri tarif ediyor:
“Sakın kendilerini denemek için dünya hayatının süsü olarak bol bol geçimlikler verdiğimiz kimselere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı hem daha hayırlı hem de daha süreklidir.” (Tâhâ: 131)
Ukbayı bırakıp dünyaya meyletmek, Hakk’ı bırakıp bâtıla sarılmak demektir. Hakk ve hakikatı unutup dünya lezzetlerine dalanlar büyük bir belaya ve huzursuzluğa uğramışlardır.
İnanmayanlar da bu dünyada rızıklanırlar. Allah-u Teâlâ onlara mühlet verir. Bu da haklarındaki ilâhî azabın artmasına sebep olacaktır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Eğer bütün insanlar (küfre meyledip) tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını, çıkacakları merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine yaslanacakları koltukları gümüşten yapar ve onları altın ziynetlere boğardık.
Bütün bunların hepsi sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise Rabbinin katında, O’nun azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zuhruf: 33-34-35)
Allah katında dünya malının hiç bir değeri yoktur. Altın ve gümüşün kıymet olarak bilinmesi insanlara göredir.

Münafıklar Hakkında Nâzil Olan Âyet-i Kerimeler:
Uhud Harbi için ikindiden sonra bin kişilik bir kuvvetle yola çıkıldı. İçlerinde üçyüz kadar münafık vardı. Reisleri Abdullah bin Ubeyy “Ben meydan savaşına taraftar değilim, Medine’den çıkılmamasını istedim. Muhammed çoluk çocuğun sözüne uydu, bizim sözümüzü dinlemedi.” diyerek kavminden ve münafıklardan üçyüzünü alıp geri döndü. Böylece İslâm ordusunun sayısı yediyüze inmiş oldu.
Onların dönüp gitmesi Evs’ten Hârise oğulları ile Hazreç’ten Seleme oğullarını tereddüte düşürdü. Bir ara onlar da ayrılmayı düşündüler, dönecek gibi oldular. Fakat Allah-u Teâlâ’nın hidayeti erişti, onları şeytanın vesvesesinden kurtardı.
Bu hususla ilgili olarak Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O zaman içinizden iki taife bozulmaya yüz tutmuştu. Oysa Allah onların yardımcısı idi. Müminler yalnız Allah’a güvensinler.” (Âl-i imran: 122)
Kalplere kuvvet veren O’dur, zayıflık veren de yine O’dur.
Ashab-ı kiram’dan bazıları yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resulullah Aleyhisselâm:
“Bir şirk ehlinden birine karşı, diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz.” buyurdu.
Münafıkların Uhud’da İslâm ordusundan ayrılıp Medine’ye geri dönmeleri üzerine nâzil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyurdu:
“Onlara ‘Gelin! Allah yolunda çarpışın, veya savunun!’ denildiği zaman ‘Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik.’ dediler.” (Âl-i imran: 167)
Onların bu sözleri tam bir nifak alâmeti idi. Zira onlar müşriklerle asla savaşmak istemiyorlardı. Asıl istedikleri de müslümanların müşrikler karşısında yenik düşmeleri ve bir daha bellerini doğrultamamaları idi. Müslümanlara hoş gelecek sözler söyleyerek onlarla alay ediyorlardı.
Nitekim:
“Onlar o gün imandan daha çok kâfirliğe yakın idiler.” (Âl-i imran: 167)
Bu hadiseden önce onlar dışa karşı mümin görünüyorlardı, küfürlerini belli edecek herhangi bir belirtileri yoktu. O gün İslâm ordusundan ayrılınca ve o sözleri de söyleyince, sahip oldukları zannedilen imandan uzaklaşmış ve küfre yakınlaşmış oldular.
Zira geriye çekilmekle müminlerin kalabalığının azalmasına sebep teşkil etmek, müşrikleri güçlendirmek demekti. Allah yolunda cihaddan geri duran, İslâm yurdunu müdâfaadan kaçınan kimselere “Mümin” vasfı lâyık olamaz.
Davranışlarıyla küfre imandan daha yakın olan bu münafıklar:
“Ağızları ile, kalplerinde olmayanı söylüyorlardı.” (Âl-i imran: 167)
Bu onların her zamanki halleridir. Söyledikleri kalplerinden gelmez. İçlerinde gizlediklerinden başkasını açığa vururlar.
Aslında savaş olacağını biliyorlardı. Çünkü müşrikler Mekke’den kalkıp Uhud’a kadar gelmişler, Bedir’de şereflilerinin öldürülmesi sebebiyle savaşmayı arzuluyorlardı. Resulullah Aleyhisselâm da ashabıyla birlikte Medine’den çıkmış Uhud yolunu tutmuştu. Binaenaleyh savaşın olmaması için hiç bir sebep yoktu. Buna rağmen “Savaş olacağını bilsek, elbette arkanızdan gelirdik!” demişler ve başka hiç bir sebebe dayanmadan İslâm ordusundan ayrılmışlardı. Fakat onlar ne düşünürlerse düşünsünler, kalplerinde ne gizlerlerse gizlesinler, Allah-u Teâlâ onların gizlediklerini elbette bilmektedir.
“Onların gizlediği şeyi Allah en iyi bilendir.” (Âl-i imran: 167)
Ne küfürleri ne de nifakları kendilerine asla fayda vermeyecek, yaptıklarının cezasını dünyada da ahirette de mutlaka çekeceklerdir.

Münafıklar Hakkında Fikir Ayrılığı:
Yarı yoldan geri dönerek, böyle kritik bir zamanda müslümanları yalnız bırakan ve orduda moral bozukluğu husule getiren münafıklar hakkında Ashab-ı kiram iki gruba ayrılmıştı.
Bazıları “Bunları öldürelim Yâ Resulellah! Zira bunlar münafıklardır!” dediler. Diğer bazıları ise “Affet Yâ Resulellah! Zira bunlar kelime-i İslâm’ı söylediler.” dediler.
Bunun üzerine nazil olan Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ müminleri ikaz ederek şöyle buyurdu:
“Size ne oluyor ki, münafıklar hakkında (küfür üzere olduklarına ittifak etmeyip) iki fırkaya ayrılıyorsunuz?” (Nisâ: 88)
Zâhiren münafıklık eden bir topluluk hakkında ne diye farklı görüşlere sahip oluyorsunuz ve iki gruba ayrılıyorsunuz? Niçin onların kâfirlikleri hakkında kesin hükmünüzü vermiyorsunuz?
Bu gibi kimseler hakkındaki hüküm ölümdür. Bu husustaki merci de Resulullah Aleyhisselâm’dır. Dilerse öldürür, dilerse zâhirlerine göre muamelede bulunarak onları öldürmez. Durum böyle olduğuna göre müminlerin onlar hakkında fırkalara ayrılmamaları gerekirdi.
Nifak ve isyanları sebebiyle Allah-u Teâlâ’nın küfre döndürdüğü kimseleri hidayete çevirmenin imkânı yoktur.
“Halbuki Allah onları kendi ettiklerinden dolayı başaşağı etmiştir. Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Allah’ın saptırdığı kimseye sen asla yol bulamazsın!” (Nisâ: 88)
Artık onları kimse kurtaramaz.
Onların tam münafık oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra, onlara karşı yumuşak ve hoşgörülü davranmak isteyenlerin tutumu reddedilmektedir.

Karun Kıssası:
Allah-u Teâlâ Kasas Sûre-i şerif’inin 76-82. Âyet-i kerime’lerinde Musa Aleyhisselâm zamanında yaşayan Karun adındaki bir zenginin; zenginliği sebebiyle şımarmasından, diğer insanlara karşı böbürlenmesinden, neticede ağır bir cezaya müstehak olduğundan, halkın da ona verilen zenginlik sebebiyle imtihan geçirmesinden bahisle, beşeriyete bir ibret nümunesi olarak hikayesini takdim buyurmaktadır:
“Karun Musa’nın kavminden biriydi. Onlara karşı azgınlık etti.
Biz ona anahtarlarını güçlü bir topluluğun zor taşıdığı hazineler vermiştik.” (Kasas: 76)
Karun, İsrailoğulları arasında pek zengin bir kimse idi, onlarla beraber yaşadı, çok büyük çapta bir servet elde etti. Menkul ve gayr-i menkul o kadar çok malı vardı ki, o malların sayı ve miktarını, ancak bilgili ve güçlü bir topluluk yapabilirdi. Âyet-i kerime onun bu durumunu tasvir etmektedir.
Musa ve Harun peygamberlerin risalet ve nübüvvetine haset ediyor, onların İsrailoğulları arasındaki riyasetini kıskanıp duruyordu. Nihayet kinini ortaya koydu. Allah düşmanı Sâmiri’nin nifaka düştüğü gibi o da münafık olmuş, Musa Aleyhisselâm’ın gösterdiği mucizeleri sihir sanarak, o mübarek peygambere gönül endişesi yapmaktan çekinmemişti.
Kavminin salih kişileri, içinde bulunduğu durum hakkında ona nasihatta bulunmuş; servetine ve ilmine güvenerek, hazinelerine dayanarak, gücü ve kuvvetine aldanarak gururlanmaması için öğüt vermişlerdi.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Kavmi ona şöyle demişti:
‘Gururlanıp şımarma, şüphesiz ki Allah şımarıkları sevmez.
Allah’ın sana verdiği mal ile ahiret yurdunu gözet. Dünyadan da nasibini unutma.
Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun.
Yeryüzünde bozgunculuk isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez.’” (Kasas: 76-77)
Allah-u Teâlâ’nın kendisine bu hazineleri ihsan ettiği gibi, bu nimetin şükrünü yerine getirmesi için, onun da Allah’ın kullarına ikram ve ihsan etmesi, sarfederken de meşru yollarda harcaması gerekiyordu.
Dünya ebedi hayat için bir tarla mesabesindedir. Burada hayır eken, ahirette hayır biçer. Allah-u Teâlâ’nın kendisine verdiği dünya malı ile ahiret yurdunu isteyen kimse, ahirette bol mükâfata kavuşur.
Kavmi ona öğüt verince hiddetlenmiş, o inci gibi sözleri bir tek cümle ile reddetmiş ve şöyle demişti:
“Bu bana ancak bende olan bilgiden ötürü verilmiştir.” (Kasas: 78)
Bu sözü ile bu mala müstehak ve lâyık olduğunu Allah-u Teâlâ’nın bildiği ve sevdiği için kendisine verdiğini, kazanç yollarını iyi bilmesi ve çalışması sayesinde bu malı kazandığını ifade etmek istiyordu.
Nitekim bu gibi kimseler hakkında diğer bir Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz zaman ‘Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir.’ der.
Hayır! O bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” (Zümer: 49) (Bakınız. Fussilet: 50)
Karun’dan önce mal itibariyle ondan daha çok zengin nice kimseler vardı. Allah-u Teâlâ onları küfürleri ve nimetlere şükretmemeleri sebebiyle helâk etmişti.
Onun bu azgın ve mağrur sözlerine cevap mahiyetinde Allah-u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Bilmez mi ki Allah, önceleri ondan daha güçlü ve topladığı şeyler daha fazla olan nice nesilleri yok etmiştir.
Suçluların suçları kendilerinden sorulmaz.” (Kasas: 78)
Verilecek ceza kendi ifadelerine dayanılarak verilmez, yaptıkları zaten Cenâb-ı Hakk’a malumdur, amel defterlerinde de yazılıdır.
Karun bir gün büyük bir ziynet içinde, göz kamaştıran elbiseler giymiş bir halde, maiyeti ve hizmetçileri ile binitlere binmiş olarak dışarı çıkmıştı. Varlığını göstermek için büyük bir ihtişam içinde dolaşmaya başladı.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Debdebe ve ihtişam içinde kavminin karşısına çıktı.
Dünya hayatını isteyenler dediler ki:
‘Keşke Karun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı! Doğrusu o çok büyük nasip sahibidir.’” (Kasas: 79)
Bunlar dünyanın geçici güzelliğine aldanmış, debdebesine meyletmiş, imanı zayıf kimselerdi. Karun’un büyük bir saltanata ve şerefe sahip olduğunu sanıyorlardı.
Doğru yolda bulunan ilim ve anlayış sahibi, akıllı kimseler ise, bütün bu debdebeye imanla karşı çıkmış; Allah-u Teâlâ’nın vereceği mükâfatın çok daha hayırlı olduğunu, O’nun nezdinde bulunanların, Karun’un elindekilerden çok daha üstün olduğunu belirtmişlerdir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ilim verilmiş kimseler ise dediler ki:
‘Yazıklar olsun size! Allah’ın mükâfâtı, iman edip salih amel işleyenler için daha hayırlıdır. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.’” (Kasas: 80)
Ahirette bu mevki ve makam, sadece Allah-u Teâlâ’nın emir ve nehiyleri karşısında sabreden müminlere verilecektir.
Karun öyle bir belâ ile karşılaştı ki; Allah-u Teâlâ evi ile, malı ile ve adamları ile birlikte onu yere batırdı.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Nihayet Karun’u da sarayını da yerin dibine geçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edebilecek kimsesi de yoktu. Kendini kurtarabilecek kimselerden de değildi.” (Kasas: 81)
Böylece herkes şerrinden kurtulmuş oldu. Hiç bir izi ve eseri kalmadı. Onun bu müthiş akibeti kıyamete kadar bir darb-ı mesel olarak kaldı.
Karun’un mevkisini arzulamakla düştükleri hatanın farkına varan bazı kimseler, serveti ile birlikte yere gömüldüğünü gözleri ile gördüklerinde dediklerine son derece pişman oldular.
Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler ‘Vay! Demek ki Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletip bir ölçüye göre veriyor. Eğer Allah bize lütfetmemiş olsaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar aslâ iflâh olmazmış!’ demeye başladılar.” (Kasas: 82)
Akılları öyle başlarına geldi ki, Karun gibi kendilerine servet verilmemiş olmasından dolayı Allah-u Teâlâ’ya hamdetmeye, şükranlarını arzetmeye yöneldiler.
Bu kıssada iman ve amel-i sâlihin yanında dünyanın geçici servetinin değersizliğini; bilgi ve mala güvenerek Allah’ın verdiği nimetleri nefse mâletmenin, azmanın ve şımarmanın nasıl bir felâketle sonuçlanacağı; dünya nimetlerinden itidal üzere faydalanmanın gerektiği gözler önüne serilmektedir.
İslâm dini kişinin ferdi mülkiyetini kabul eder. Şu kadar var ki, onu kazanırken şart koştuğu gibi, harcarken de belirli şartlar ortaya koyar.
Allah-u Teâlâ Karun kıssasının hemen ardından Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurmaktadır:
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyen ve bozgunculuğu istemeyenlere veririz.
En güzel âkibet muttakilerindir.” (Kasas: 83)
Övülen âkibet; Allah’tan korkan, rızâsını isteyen, azâbından sakınan kimseler içindir.
“Kim bir iyilik getirirse, ona bundan daha üstün karşılık vardır.
Kim bir kötülük getirirse, ancak yaptıkları kadar ceza görürler.” (Kasas: 84)
Kötülüğün cezâsı onun gibi kötülük olur, güzellik olmaz.

İmandan Sonra İnkâr:
Allah-u Teâlâ bu gibi kimseleri gafillikle nitelendirmektedir.
“Kahrolsun o koyu yalancılar! Onlar koyu bir cehâlet içinde kalmış gâfillerdir.” (Zâriyat: 10-11)
Ahirette ise çetin bir azab olduğu Âyet-i kerime’de haber veriliyor:
“Andolsun ki kâfirlere çetin bir azab tattıracağız, işledikleri en kötü işlere karşılık onların cezasını vereceğiz.” (Fussilet: 27)
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde iman ile küfrü, mü’min ile kâfiri ayırmış, insanı ise dilediğini yapmakta serbest bırakmıştır.
“Âyetlerimiz hakkında doğruluktan ayrılıp sapıklığa düşenler bizden gizli kalmazlar. O halde ateşin içine atılan mı daha hayırlıdır, yoksa kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha hayırlıdır?
Dilediğinizi yapın! Doğrusu O, yaptıklarınızı görmektedir.” (Fussilet: 40)
Allah-u Teâlâ kalbini küfre açanları, küfürle işbirliği yapanları büyük bir azap ile tehdit ediyor. Tevbekâr olanlara bağışlaması büyük olmakla birlikte, düşmanlarına vereceği cezâ çok elem vericidir.
“Gönlü imanla mutmain olduğu halde, zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa; onların üzerine Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl: 106)
Dinden dönenlerin cezâsı bu kadar ağır olmaktadır.
Kendilerine öğüt verildiği halde Hazret-i Allah’ın âyetlerinden yüz çeviriyorlar.
Fakat Allah-u Teâlâ bunlar hakkında:
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız.” buyuruyor. (Secde: 22)
Bir diğer Âyet-i kerime’de ise şöyle buyruluyor:
“İnsanların bir takımları vardır ki inanmadıkları halde ‘Allah’a ve ahiret gününe inandık.’ derler. Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar, oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 8-9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner.
Hazret-i Allah inandıktan sonra yoldan çıkanları Kelâm-ı kadim’inde şöyle haber veriyor:
“İnandıktan sonra yoldan çıkmış olmak ne kötü bir addır. Kim de tevbe etmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Hucurat: 11)
İmandan sonra fısk adını takınarak ve kendini azaba lâyık kılıp nefsine yazık etmiş kimselerdir.
“O gün zâlimlere mazeretleri fayda vermez. Onlar için lânet ve yurtların en kötüsü vardır.” (Mümin: 52)

Kıyafet Mevzusu:
Bizim önem verdiğimiz bâtında Hakk ile olmaktır. Kalbi selim, taat ve takvâ, istikamet ve mahviyete önem veririz. Ve Hakk ile kaldığım zaman her kıyafetim ona göre olur.
Zaman seyyiat zamanıdır. Riyâdan, gösterişten, nam ve menfaaten tiksindiğim için iltifatım mahviyet ve istikamettir. Bunun için her fırsatta hükümsüz ve değersiz olduğumu söylerim. Hüküm ve değer yalnız ve yalnız Hazret-i Allah’a ve Resulullah’a mahsustur. Amma münafıklara asla değer vermem.

İlimle Öğünmek:
Yazılarında ilimlerinin çokluğundan bahsediyorlar.
Cehaletini öğrenmesi için “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır.” kitabını okuması gerekir.
Kitabın ilk mevzusu “Var ile övünüyorum varlığımdan utanıyorum.” Biz Hazret-i Allah ile övünüyoruz. Onlar ise papaza hazret diyorlar. Bu kitabı okusunlar da öğrensinler ilim ne imiş? Bu kitap cahillerin aynasıdır.
Biz de deriz ki, cehaletinizi öğrenmeniz için şu hakikat aynasına bakın. “Gerçek Mürşid Hazret-i Allah’tır” kitabını okuyun. Zira o kitap Hakk’ı hakikatı uzun uzun tarif eder, hakikatı arayanın bulması için. Bir rehber, bir nûrdur o. Öyle ki bu kitabı okusanız dahi siz hiçbir şey anlayamazsınız. Zira sizin ilminiz zandan ibarettir. Bu ilme ise marifetullah ilmi denir. Sizin kalbiniz dönmüş, mühürlenmiş:
“Onların kalbleri vardır, fakat anlamazlar. Gözleri vardır, fakat görmezler. Kulakları vardır, fakat işitmezler.” (A’raf: 179)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İnsanların çoğu gerçekten fasıktırlar.” (Mâide: 49)
Bunun içindir ki her ne kadar onlara Allah-u Teâlâ’nın kelâmını, Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’i ile beyanını arz etsen de, Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Sen ne kadar yürekten istesen de insanların çoğu inanmazlar.” (Yusuf: 103)
Bunlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Allah-u Teâlâ ona doğru yolu gösterdiği halde, o bu yola düşmedi, kendisini Hakk’tan müstağni gördü, kibirlendikçe kibirlendi, nefsine mağrur oldu, gözlerinin önünde parıl parıl parlayan hidayet nûrlarını görmek istemedi, verilen öğütlere ve uyarılara kulak tıkadı.
Allah-u Teâlâ cevap olarak şöyle buyuracak:
“Evet!.. Sana âyetlerim gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklük taslayıp kâfirlerden olmuştun.” (Zümer: 59)
Ve bu küfrün cezası da hiç şüphesiz ki çok ağır olacak. Kalplerinin karanlığı yüzlerine vuracak, simâları simsiyah ve iğrenç bir hale bürünecek.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kıyamet gününde Allah’a karşı yalan uyduranları görürsün ki, yüzleri simsiyah kesilmiştir.
Kibirlenenler için cehennemde bir yer yok mudur?” (Zümer: 60)
İşte bunların durumu budur.
İmanlarında sadık, amellerinde muhlis olan müminlere gelince; onlar için hiç bir korku ve üzüntü yoktur, Rableri onları korumuş ve kurtarmıştır.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Allah takvâ sahiplerini imanları sebebiyle kurtuluşa erdirir. Onlara hiç bir kötülük dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar.” (Zümer: 61)
Çünkü onlar kâfirler için hazırlanan cehennemden kendilerini korumak için, dünyada iken gerekli tedbirleri almışlardı. Şirk ve isyandan, küfür ve tuğyandan kaçınarak İslâm şerefiyle müşerref, iman nûru ile münevver olmuşlardı.
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise şöyle buyuruyor:
“Kendilerini Allah’a vermiş olanları hiç suçlular gibi bir tutar mıyız?” (Kalem: 35)
İşte Allah-u Teâlâ bu gibiler hakkında Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor:
“Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür!” (Zümer: 72)
Bunlar cennet-i âlâ’yı sol cebine koymuş, talip olanlara yüksek para ile satarlar.
Aldıklarını da sağ cebe atarlar. Bunlar dünyayı ahirete tercih edenlerdir, ahirette hiç nasipleri yoktur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Onlar ahiret karşılığında dünya hayatını satın alan kimselerdir.” (Bakara: 86)
Dünya hayatı ile âhireti değiştirenlerdir.
Allah-u Teâlâ onlara azarlayıcı bir üslupla şöyle hitap edecektir:
“Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayan siz değil miydiniz?” (Müminun: 105)
Böyle bir sual karşısında kendilerine konuşma izni verildiğini sanırlar. Suçlarını itiraf ederlerse belki affa uğrayabileceklerini düşünürler.
“Derler ki:
Ey Rabbimiz! Bedbahtlığımız bizi yenmişti, sapık bir topluluk olmuştuk.” (Müminun: 106)
“Ey Rabbimiz! Bizi buradan çıkar! Eğer bir daha günaha dönersek, doğrusu zulmetmiş oluruz.” (Müminun: 107)
Şehvetlerinin, hevâ ve heveslerinin, liderlerinin kendilerini dalâlete sürüklediğini itiraf ederler. Yalvarıp yakararak cehennemden kurtulmalarını niyaz ederler.
Allah-u Teâlâ onların bu isteklerini kati bir ifade ile reddederek şöyle buyurur:
“Yıkılıp gidin içerisine!.. Benimle konuşmayın!..” (Müminun: 108)
Bu cevap üzerine bütün ümitlerini keserler. Hıçkırmaya, dövünüp, yırtınmaya başlarlar. Göğüslerinin hırıltısından ve azabın şiddetinden dolayı yapacakları feryatlardan başka sesleri çıkmaz.
Onlar gerçekten de böyle bir azaba müstehak olmuşlardı.
Allah-u Teâlâ şöyle buyurur:
“Kullarımdan bir zümre ‘Ey Rabbimiz! İman ettik, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.’ diyorlardı.” (Müminun: 109)
“Siz ise onları alaya alıyordunuz. Bu yaptıklarınız size benim zikrimi, beni anmayı unutturuyordu.
Ve hep gülüyordunuz onlara!” (Müminun: 110)
Bu hal üzerinde iken ecel gelip çatmış, netice itibarı ile de cehenneme yuvarlanmışlardı.
Hülasâ-i kelâm:
Resul-i Ekrem ve Nebiyy-i Muhterem -sallallahu aleyhi ve sellem- buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Fasıka ikram eden İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” (Münâvi)
Onlara yardım eden çok iyi bilsin ki İslâm dininin yıkılmasına çalışmış olur.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde: “Koyun postuna bürünmüş kurtlar.” diye vasıflandırmış, din-i İslâm’dan çıkıp bir daha din-i İslâm’a dönemeyeceklerini de beyan buyurmuştur:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)
Kim ki bunlara yardımda bulunursa onlardandır. O da küfrü hoş gören narcılardandır. Doğrusu, Allah-u Teâlâ’nın kelâmı, Resulullah Aleyhisselâm’ın beyanıdır. Eğrisi de halkın zannıdır. Elhamdülillah müslümanım. Bunun içindir ki bizce makbul olan Hakk’ın kelâmıdır. Cevap vermek isteyenler, önlerine serdiğim bu Âyet-i kerime’lere cevap versinler. Lâf katiyyen kabul edilmez.
Sakın ha! Önünüze sürdüğüm bu Âyet-i kerime’ler Allah kelâmıdır. “Bize münafık veyahut kâfir diyor.” demeyin, bana uluhiyet isnad etmeyin. Ben Hakk Teâlâ’nın aciz, hükümsüz değersiz bir mahlukuyum. Hazret-i Allah’ın dostu ile dostum, düşmanı ile düşmanım. İmanın en sağlam kulpu budur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
Gayem iman ile küfrü ayırt etmek, Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları muhafaza etmek, münafıklara ve kâfirlere fırsat vermemektir.
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)
İnfak Âyet-i kerime’lerini âlet ederek, dini dünyaya tahvil ederek küfre hizmet ettirmek istemem. Zira siz kurduğunuz narcılık dini için çalışıyorsunuz. Ve o dine asker yetiştiriyorsunuz. O fertlerle İslâm dinini yıkmak mı istiyorsunuz? Yıkılması için mi çalıştırıyorsunuz?
Daha evvel de arzettiğimiz gibi dinimizin ve vatanımızın en büyük düşmanlarıyla dostluk kurmasını bütün vatanımızın nazar-ı dikkate alması gerekiyor. Umarım ki ordu bunu tesbit etmiş ki bunları ayıklıyor. Uyan be kardeş! Dininin, vatanının düşmanları ile dost olma.
İşte size yardımda bulunanlar bu kadar büyük günaha ve vebale düşüyor, vebalde bırakıyorsunuz, bir narcılık dini kurabilmek için. Amma adil-i mutlak olan Hazret-i Allah kâfirleri cehenneme münafıkları ise esfel-i safilin’e atacağını beyan buyuruyor. Zira münafıklar içten içe tahribe çalıştıkları için, İslâm dinini içten yıkmaya uğraştıkları için tahribatları daha büyüktür.
Mesela gerçek bir müslüman hiçbir zaman din ve vatan düşmanlarına yardım etmez. Ve fakat müslüman gibi görünen münafıklara aldanıyor, hem soyuluyor, diğer taraftan din ve vatanın düşmanlarına yardımda bulunuyor. Dini ve vatanı yıkılsın diye.
Uyan ey kardeş!
Bunca Âyet-i kerimeleri önüne serdiğim halde halen bu gafletle uyuyacak mısın?
Hadis-i şerif’te:
“İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” buyuruluyor. (K. Hafâ)
Dinini ve vatanını müdafaya çalış, düşmanına fırsat verme. Zira biz hep Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerin nûr ışığı altında bunların iç durumlarını görüyor ve göre göre Hazret-i Allah’ın beyanlarını söylüyoruz. Asla kendimden hiçbir şey söylemiyorum. Onun içindir ki cevap vermeye yeltenenler hep önlerine sürdüğüm Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere birbir cevap vermek zorundadırlar. Bu laf işi değildir. Elhamdülillah müslümanım, Kelâmullah ile konuşuyorum.
Dikkat ederseniz elli sene evvel bu doğru yoldan sapmışlar yoktu. Sonra sağcı solculuk başladı. Akabinde dini dünyaya âlet eden koyun postuna bürünenler husule geldi. Ama halkı nasıl da yoluyorlar, nasıl da soyuyorlar? Vah size yardım edenlerin haline! Çünkü “Niçin bunlara yardım ettin?” diye her kuruştan hesap sorulacak ve azabı da görülecek.
Hülasâ-i kelâm;
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si mucibince kim ki para topluyorsa, doğru yolda olmadığını bu Âyet-i kerime beyan eder. Zira yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur.
Bir Âyet-i kerime’de de şöyle buyuruluyor:
“Onlar size sıkıntı verecek şeyleri isteyip dururlar, öfkeleri ağızlarından taşmaktadır. Kalplerinin gizledikleri ise daha büyüktür.” (Âl-i imran: 118)
Her isimle bir din kurdular ve İslâm dini’ni parça parça ettiler, bunun için de gadab-ı ilâhî’ye vesile oldular. Bununla kalmadılar küfrü hoş gördüler.
Diyeceksiniz ki “Onlar da namaz kılıyor, oruç tutuyor, ibadet ediyor.” Şimdi sen kendi zannını bırak, Hazret-i Allah’ın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın beyânına bak!
“Sizin aranızda öyle zümreler türeyecektir ki; siz onların namazlarının yanında kendi namazlarınızı, oruçlarının yanında kendi oruçlarınızı, iyi işleri yanında kendi iyi işlerinizi küçük göreceksiniz. (Yani onların yaptıkları işler dıştan sizinkinden üstün gibi görünecektir.)
Onlar Kuran da okuyacaklar fakat Kuran(ın feyzi) onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkacaklar. Okun sahibi (avı delip geçen) okunun demirine bakar, (kana benzer) bir şey göremez. Sonra ağaç kısmına bakar bir şey göremez, yelesine bakar orada da bir kan izi göremez. Daha sonra (acaba ava dokunmadı mı) şüphesiyle, kirişe gelen ve fok denilen çatal yerine bakar, orada da bir iz göremez.” (Buharî, Tecrid-i sarih: 1783)
Bu kadar ibadet ve taatine rağmen ok yaydan çıktığı gibi dinden çıkışı nedendir?
Öyle ki dinden çıktığına dair hiç bir iz de yok gibi görünüyor.
Amma aslında her şey apaçıktır, dinden çıktığına dair.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle senin hiç bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” (En’am: 159)
Dinlerini bölük pörçük yapıp her biri bir parçasına yapışan ve kendine ayrı bir lider seçen bölücülerin bu yaptıklarından ötürü sen sorumlu değilsin.
“Amma ne var ki, insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâmdır” (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dini’nin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kuran’dır. Onların kitapları ise kendi zan ve kendi hüküm ve tüzüklerine göredir. Murad-ı İlâhî budur. Ve bu dalâletten ötürü de çok memnun olduklarını ve sevindiklerini Allah-u Teâlâ buyuruyor:
“Şimdi sen onları bir süreye kadar kendi sapıklıkları ile başbaşa bırak.” (Müminun: 54)
Şimdi Allah-u Teâlâ bunları bize tanıtıyor. Dinlerini, kitaplarını, bölüklerini, partilerini bize bir bir beyan ediyor:
“Kendilerine verdiğimiz servet ve oğullar ile, onların iyiliklerine koştuğumuzu mu zannediyorlar. Hayır onlar işin farkında değiller.” (Müminun: 55-56)
Buradaki murad-ı ilâhî; Allah-u Teâlâ bunlara o kadar gazaba gelmiş ki; bunlara bolluk verme ile dalâlet batağında daha rahat yüzmelerini, bol günah işlemelerini sağlamaktadır. Amma bu yoldan sapmış gafillerin farkında da olmadıklarını bize buyuruyor ve duyuruyor.
Allah-u Teâlâ’nın bu Âyet-i kerime’lerini de hiçe saydıklarından ötürü bunca ibadet ve taatına rağmen bölücülük batağına batmışlar, dinden çıkmışlar ve cehennemi boylamışlardır.
Bunca Âyet-i kerime’leri önlerine serdiğimiz halde bunlara iman etmeyişlerinden ötürü Allah-u Teâlâ onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Kendisine Rabbinin Âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra, onlardan yüz çeviren kimseden daha zalim kim olabilir? Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız.” (Secde: 22)
Bu yazılardan, bu beyanlarımızdan maksat iman kurtarmaktır, bu hak yoldan çıkmışların peşine düşmemeniz içindir. Zira onların peşinden giden de imandan soyulur.
“Bunlara ne oluyor ki hiç bir sözü anlamaya yanaşmıyorlar!” (Nisa: 78)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Âhir zamanda öyle kimseler türeyecektir ki, bunlar dinlerini dünyalığa âlet edeceklerdir. İnsanlara karşı koyun postuna bürünmüş gibi yumuşak ve güzel huylu görünürler. Dilleri şekerden bile tatlıdır, amma kalpleri kurt gönlü gibidir.
Aziz ve Celil olan Allah-u Teâlâ (bu gibi kimseler için) şöyle buyuruyor:
Bunlar acaba benim sonsuz affediciliğime mi güveniyorlar, yoksa bana karşı meydan mı okuyorlar? Ululuğum hakkı için, onlara öyle ağır bir musibet vereceğim ki aralarında bulunan yumuşak başlılar şaşakalacaklardır.” (Tirmizî)
Bu Hadis-i şerif’i bir inceleyin, bir de bu bölücülerin icraatlarına bakın! İsterken koyun postuna bürünüyorlar, aldıktan sonra da kurt kesiliyorlar. Hepsi milyarder oldu.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım.” (Müslim)
Diğer taraftan:
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun. Onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’si de onların doğru yolda olmadığını ispat eder.
Allah-u Teâlâ’nın emr-i şerif’i böyle iken, Âyet-i kerime’yi inkâr eder, “Bırak Allah-u Teâlâ’nın kelâmını, bak bizim beyanımıza, cebini doldurmaya bak!” der.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların çoğu Allah’a iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” buyuruyor. (Yusuf: 106)
Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ onları müşrik olarak bize tanıtıyor. Kendi dinlerini, kendi yollarını göstermemek için bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar ve kendilerini müşrik olmayıp müslüman olarak göstermeye çalışıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Onların kalpleri iman etmedi.” buyuruyor. (Mâide: 41)
İşte cidden bu beyinsizlerin bu kadar ileri gidişinden Allah-u Teâlâ’nın gadabına uğrayabiliriz. Çünkü o kadar ileri gittiler ki, bindörtyüz senedir bir harfi değişmemiş olan Hazret-i Kur’an’ı beğenmiyorlar ve kendi zanlarına göre hüküm değiştirmeye çalışıyorlar.
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Aramızdaki beyinsizler yüzünden bizi de helâk eder misin Allah’ım!” buyuruyor. (A’raf: 155)
Bunlar din-i mübini parçalamaya ve yok etmeğe çalışıyorlar. Bunlar hangi dine göre, kime hizmet ediyorlar?
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Nefsim kudret elinde bulunan Zât-ı Ecell-ü A’lâ’ya yemin ederim ki; ya iyilikle emreder kötülükten men edersiniz, yahut çok sürmez Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir. Sonra O’na duâ edersiniz de duânız kabul olunmaz.” (Tirmizî: 2170)
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu beyanları ile bir taraftan kötü âlimlere hitap ediyor, bir taraftan da bunları hoş gören halka hitap ediyor.
Yani siz onların hatalarını görmüyorsunuz, onlara söylemiyorsunuz ve fakat Hazret-i Allah’ın azabında müştereksiniz. Bu da çok sürmez başınıza gelir.
Çünkü bu bir zulümdür, Allah-u Teâlâ zâlimi sevmez.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Hiç özür beyan etmeyin! Çünkü siz inandıktan sonra inkâr ettiniz. İçinizden bir kısmını affetsek bile, suçlu olduklarından dolayı bir kısmına da azap edeceğiz.” (Tevbe: 66)
Bu ihtar-ı ilâhî umumadır. Çünkü siz hakikata göz yumup baktınız. Bunların kötü söz ve davranışlarını hoş gördünüz. “Mümin midir?”, “Kâfir midir?” diye tetkik edip araştırmadınız. Ehline de sormadınız.
Bunun içindir ki nifaktan sonra halisane tevbe edenleri bağışlasa da tevbe etmeyip küfür ve nifakta, isyan ve tuğyanda ısrar edileceğini açık olarak bize buyuruyor ve duyuruyor.
“Kör oldular, sağır kesildiler!” (Mâide: 71)
“Biz onların kalplerini mühürleriz de, artık hiç işitmezler.” (A’raf: 100)
“Onların kalpleri vardır, fakat anlamazlar. Gözleri vardır, fakat görmezler. Kulakları vardır, fakat işitmezler.” (A’raf: 179)
İyi ve kötüyü ayırdetmek için Allah-u Teâlâ’nın en büyük nimetlerinden birisi de akıl ve ilimdir. Aklı vermiştir ve fakat sen aklını kullanmadın, ilâhi ahkâma bakmadın, kendi zannına uydun, bu da senin helâkine vesile oldu.
Nedamet çok, fakat hiç de faydası yok...
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“İnsan o gün hatırlar, fakat artık hatırlamanın kendisine ne faydası var?” (Fecr: 23)
Çünkü iş işten geçmiş, geri dönüp de bir iş yapmak ihtimali kalmamış.
Allah-u Teâlâ diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“İnsanlar içinde ne bilgisi, ne rehberi, ne de aydınlatıcı bir kitabı yokken Allah hakkında tartışan kimseler vardır.” buyurmuştur. (Lokman: 20)
Bölücüler ise böylece dinlerini kuvvetlendirmek için bir taraftan Allah-u Teâlâ’nın Âyet-i kerime’lerini çürütmeye çalışırlar, diğer taraftan da saptıkları yol üzerinde yürümeye çalışırlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Biz o bölücülere (azap) indirmişizdir. Onlar Kuran’ı parça parça edenlerdir. Rabbin hakkı için onlara mutlaka yaptıklarından soracağız. Resulüm! Sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklerden yüz çevir.” (Hicr: 90-94)
Burada Resulullah Aleyhisselâm’a “Söyle!” emri var. Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, bu hüküm kıyamete kadar şâmildir.
Hakikat ile dalâleti ayırmak için, hakikatı söylerken hiç kimseden çekinmemek lâzımdır.
Onlar hakkında Allah-u Teâlâ:
“Hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar.” buyurmaktadır. (Mâide: 54)

Cemaatler, Fırkalar:
Hepsinin bir bir kitapları yazılmış, Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lerle bezenmiştir.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Doğrusu kitaplılar kendi dinlerinde yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmişüç fırkaya bölünecektir. Biri hariç diğerleri cehennemliktir.” (Ahmed bin Hanbel)
Yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanların nasıl ilâhi hükmü bıraktıklarına dair Allah-u Teâlâ bize Âyet-i kerime’lerle açık açık buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Yahudiler, hıristiyanlar ve müslümanlar nasıl çıktılar ve başkalarını nasıl çıkardılar? Kendilerini ilâh olarak halka kabul ettirdiler. Bunun içindir ki Allah-u Teâlâ bazısını köpeğe benzetiyor, bazısını eşeğe benzetiyor.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendi ümmeti için buyururlar ki:
“Şüphesiz ki benden sonra ümmetimden bir zümre gelecektir. Onlar Kur’an okuyacaklar, fakat Kur’an’ın feyzi onların boğazlarından öteye geçmeyecektir. (Yalnız dilde kalacaktır.) Nitekim onlar okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacaklar, bir daha da ona dönemeyeceklerdir. İşte bütün insanların ve hayvanların en kötüsü bunlardır.” (Müslim: 1067)
Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’e iman ederek takip ederseniz çok şeyler öğrenmiş olacaksınız.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“İyi bilin ki yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” (A’raf: 54)
Yaratmak da emretmek de Allah-u Teâlâ’ya âittir, mahlukun hiç hükmü yoktur, kim olursa olsun.
Böyle olduğu halde emr-i ilâhîyî kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözüne doğrudur diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara uyan ve tâbi olan kimse, bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
İşte bunun için helâk oldular, bunun için hüsrana uğradılar.
Ve fakat bütün bölücülere bakın, hak yoldan çıkmış imamlara nasıl sarılmışlar. Sanki bu ilâhi hükümler kendilerine hitap etmiyormuş gibi kulak vermek bile istemezler.
Oysa Allah-u Teâlâ kendi yolunu açık açık tarif ediyor.
Âyet-i kerime’sinde:
“İşte bu benim dosdoğru yolumdur, siz ona uyun. Başkaca yollara gidip de onlar sizi Allah’ın yolundan ayırmasın.” (En’am: 153)
Buyurmasına rağmen bunu hükümsüz bilen, bu Âyet-i kerime’yi inkâr edip, kendi reyini ahkâm yerine koyan kimse gizli şirk koşmuştur, onun için de müşrik olmuştur.

Rabbânî Önderler, Şeytânî Önderler:
İmam; insanlara öncülük eden, beraberinde de kendi yolunca giden ve peşinden gelen bir topluluk meydana getiren lider, önder demektir.
Bu bakımdan Allah yoluna dâvet eden, birliğe beraberliğe gayret eden imamlar olduğu gibi, cehenneme dâvet eden imamlar da vardır.
Ve bunlar size bir bir Âyet-i kerime’lerle izah edilecek.
Allah yoluna dâvet edenlere gelince, onlar;
“Yarattıklarımızdan öyle bir topluluk da vardır ki, onlar Hakk’a iletirler ve Hakk ile hüküm verirler.” (A’raf: 181)
Âyet-i kerime’si mucibince halkı Hakk’a götürenlerdir.
Bir Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Allah-u Teâlâ bu ümmete, her yüzyıl başında dinini yenileyecek bir müceddid gönderir.” (Ebu Dâvud)
Âyet-i kerime’de ise şöyle buyuruluyor:
“Bir insanı dirilten bütün insanlığı diriltmiş gibidir.” (Mâide: 32)
Bunlar ölü olan ruhları Allah-u Teâlâ’nın izniyle diriltenlerdir.
Bir de öyle imamlar vardır ki halkı cehenneme götürürler.
Arkasına taktığı topluluğu ateşe sürükleyen imamlar ve kötülük üzerinde birleşmiş ümmetler de vardır.
Hadis-i şerif’te şöyle buyuruluyor:
“Ümmetimden yalancılar deccaller vücuda gelir.” (Münavî)
Âyet-i kerime’lere gelince, Allah-u Teâlâ onları da bize şöyle tanıtıyor:
“Onları ateşe çağıran imamlar kıldık. Kıyamet günü onlar yardım görmeyeceklerdir.” (Kasas: 41)
Kendilerine teveccüh eden azabı hiç bir kimse onların üzerinden kaldıramayacak. Ahiret azabının yanısıra dünya rüsvaylığına çarptırılacaklar.
“Sen o münâfıkları gördüğün zaman, kalıpları hoşuna gider ve söylerlerse dediklerine kulak verirsin. Sanki onlar direk olmuş keresteler gibidirler. Ve her gürültüyü, korkularından aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, onun için (kendilerine emniyet etme) onlardan sakın. Allah kahretsin onları. Hakk’tan nasıl çevriliyorlar.” (Münâfikun: 4)
Nûrdan karanlığa nasıl da döndürülüyorlar.
Hakk tarafından gönderilen imamlar nasıl bilinir? Alâmetleri nedir?
Onların her işi liveçhillahtır, yalnız Allah içindir.
“Sizden hiç bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.” (Yâsin: 21)
Âyet-i kerime’sine uyarlar. Kimseden ücret istemezler. Şöhret, nam beklemezler. Gösteriş istemezler, her iş ve icraatları ilâhi hükme uygundur. Mükâfatlarını da yalnız Allah-u Teâlâ’dan beklerler.
Onlar derler ki:
“Biz Allah içiniz ve yine O’na döneceğiz.” (Bakara: 156)
Bunlar Allah için olanlar, diğerleri ise dünya için olanlar, paraya tapanlar.
Hak yoldan sapmış imamların alâmetleri nedir?
Onları halk seçer, kendilerini seçen halkı da cehenneme götürürler. Bütün iş ve icraatlarının hepsi ahkama ters düşer. Para toplarlar. Nam, şöhret peşinde koşarlar. Bunların ahirette hiç bir nasipleri olmaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’am: 121)
“Hainlerden taraf olma!” (Nisâ: 105)
“Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatılarak öğüt verildikten sonra onlardan yüz çeviren kimseden daha zâlim kim olabilir?
Muhakkak ki biz zâlimlerden öç alacağız.” (Secde: 22)
“Her yalancı, günah yüklü kimseye veyl!” (Câsiye: 7)
Görülüyor ki Allah-u Teâlâ “Bu hâinlere uyma!” diye emrediyor. Bunlara iltihak edip karıştığın anda, bu güruh ile senin de cehennemin en alt tabakasına gideceğin muhakkaktır. Amma kim dinliyor? Herkes kendi dinine göre amel ediyor.
Onlar fakirin haklarını gasp ederler. Zekâtı fakirin boğazından kesip kendileri yerler. Bu yüzden Allah-u Teâlâ yeryüzünden rahmeti keser. Bunu her bölücü yapıyor. Ve fakirin hakkını yiyor.
Nurcular yemek vereceğiz bahanesi ile oltayı atıyor. Ne ev, ne de araba bırakıyor. Rahatça paralarını ve mallarını gasp etmiyorlar mı?
Süleymancılar da bütün bu soygunları yaptıktan sonra Allah-u Teâlâ’nın evlerini dahi gasp ediyorlar. Camileri, Kur’an kurslarını ve ellerine geçirebildikleri malları.
Allah-u Teâlâ bu sapmışlar hakkında buyuruyor ki:
“Her biri kendi tuttuğu yoldan memnundur. Yanında bulunan din ve kitapla sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)
İşte bu kimseler hakkında Allah-u Teâlâ’nın hükmü:
“Suçlular, cehennem azabında ebedi kalacaklardır. Kendilerinden (azab) hafifletilmeyecektir. Onlar azab içinde ümitsizdirler.
Biz onlara zulmetmedik; fakat onlar kendileri zâlim idiler.” (Zuhruf: 74-75-76)

Zekât’ın Verileceği Yerler:
Eski refahçılardan bir zât dedi ki:
“Erbakan diyor ki: ‘Zekâtı bize vermezseniz kabul olmaz.’ Bu söz doğru mudur?”
Aslında her bölücü bunu böyle söylüyor.
Bu onun dinine göredir. İslâm dinine göre ters düşer. İslâm dininden çıkmış, bir isimle din kurmuş bölücüye zekât veren bir kimse din-i İslâm yıkılsın diye yardım ettiği için zekâtını vermediğini kesinlikle bilsin.
Zira Allah-u Teâlâ zekâtın kimlere verileceğini Âyet-i kerime’sinde belirtmiştir.
Tevbe sûresi 60. Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Zekâtlar: Allah’tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, onu toplayan memurlara, kalbleri müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah bilendir, hakîmdir.”
Her şeyi ve herkesin durumunu, derecesini, neye hakkı olup neye olmadığını bilir. Her şeyi yerli yerine koyar.
Zekât verilmeye hak kazanan sekiz sınıf:
1. Fakirler: Sahip olduğu malı ve elindeki parası nisap miktarını doldurmayan muhtaç kimselerdir. Bu gibi kimselere, meskenleri de olsa iş ve güçleri de olsa zekât verilebilir.
Nice fakirler vardır ki zengin görünümündedirler, muhtaç durumda olduklarını gizlerler.
Nitekim bir Âyet-i kerime’de şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar yüzsuyu dökmediklerinden, durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları simâlarından tanırsın. Yüzsüzlük ederek insanlardan istemezler.” (Bakara: 273)
Bunları tanımak müminlerin ferasetine bırakılmıştır.
2. Düşkünler: Günlük yiyecekleri olmayacak kadar aşırı derecede düşkün kimseler.
Bir Âyet-i kerime’de onlar için:
“Yere serilmiş miskin.” (Beled: 16)
İfadesinin kullanılması, bu gibi kimselerin son derece yoksulluk ve sıkıntı içinde bulunduklarına işaret etmektedir.
Miskinlik, fakirlikten daha aşağı bir durumda olmak mânâsına gelir. Dışarıdan bakıldığı zaman da belli olan kişi demektir.
Hasılı, zekât herşeyden önce fakirler ve düşkünler içindir.
3. Zekât memurları: Bunlar zekâtları toplamak için görevlendirilen memurlardır. Tahsildarların, kâtiplerin, koruyucuların, hâsılı bütün bu işlerde görevli olarak çalışanların hizmetleri karşılığı olarak bu zekâtlardan ücretleri verilir. Onların yaptıkları bu gibi hizmetler, sonucu itibariyle fakirlerin ihtiyaçları yönünde yapılmaktadır.
Günümüzde ise zekât memuru yoktur.
4. Kâlpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler: Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Mekke’nin fethinde yeni İslâm’a girmiş bazı kimselere zekâttan pay vermiştir. Bunların içinde henüz İslâm’a girmeyenler de vardı.
Bunlardan bazıları Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- in hilâfeti zamanında yine zekâttan hisse almak için geldiklerinde Hazret-i Ömer -radiyallahu anh- “Bu, Resulullah Aleyhisselâm’ın sizi İslâm’a ısındırmak için verdiği bir şeydi. Bu gün ise Allah dini, size ihtiyaç olmayacak derecede yükseltti.” buyurdu. Başta Hazret-i Ebu Bekir -radiyallahu anh- olmak üzere bütün Ashab-ı kiram buna muvafakat ettiler.
5. Köleyi kölelikten kurtarmak için harcama yapılması: Gerek kölenin bizzat kendisine, gerekse köleyi satın alıp azad edecek kimseye verilebilir.
Fakat günümüzde bu sınıf fiilen bulunmamaktadır.
6. Borçlarını ödeyemeyecek durumda olan borçlular: Borcu yüzünden darda bulunan kimseye zekât vermek, borçsuz fakire vermekten daha faziletlidir.
Şu kadar var ki, Allah-u Teâlâ’nın nehyettiği fâiz, içki, kumar gibi haramları işleyerek borçlu düşenlere asla zekât verilmez.
7. Allah yolunda savaşa katılmak isteyenler: Allah-u Teâlâ’ya itaat ve hayır yolunda bulunan herkes, ihtiyaç sahibi ise bu sınıfa girer. Böylece Allah yolunda cihad eden ve hayır işlerine koşturan kimseler desteklenmiş olur.
Allah için ilim öğrenen kimseler de bu sınıfa girerler.
8. Yolda parası bitip, memleketine gidemeyecek duruma düşmüş olan yolcular: Kendi memleketlerinde zengin de olsalar, yolculuk sırasında muhtaç duruma düşenlere, gideceği yere ulaştıracak kadar zekât verilebilir. Ancak böyle bir yolcunun, mümkünse zekât yerine borç alması daha hayırlıdır.
Bir kimse zekâtını bu belirtilen sınıflardan herhangi birine verebileceği gibi, ikisine üçüne veya hepsine dağıtabilir.
Zekât yakınlık sırasıyla önce yakın akrabaya, erkek kardeşlere, kız kardeşlere ve bunların çocuklarına, amca-hala ve bunların çocuklarına dayı ile teyzeye ve bunların çocuklarına, sonra diğer yakın akrabalara, komşulara, meslektaşlara, bulunduğu mahalle, kasaba ve şehir fukarasına, sonra diğer şehirlerdeki müslümanlara verilmesi daha sevablıdır.
Aynı zamanda aldığı parayı isyân ve israf yolunda sarfedecek olan kimselere vermemek, fukaranın işine yarayacak surette vermek, borçlu olanları borçlu olmayanlara tercih etmek efdâldir.
Daha evvel de arz etmiştik: Partiye-pırtıya, binaya-zinaya zekât verilmez.

Her İsim Bir Dindir:
Âhir zaman ulemâsına gelince:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” (Mücâdele: 22)
Bu beyanı Allah-u Teâlâ buyurduğu halde; çok iyi zannettiğin, âlimdir dediğin kimsenin yanına sokul ve de ki “Hocaefendi hangi partidensin?” O sana bunu iftiharla söyleyecek.
Onun bu sözünü Mücâdele sûre-i şerif’inin 22. Âyet-i kerime’si ile, Müminun sûre-i şerif’inin 53 ve 54. Âyet-i kerime’leri ile karşılaştırdığın zaman, Allah-u Teâlâ’nın partisinden çıktığını, din kurucularının içine girdiğini, İslâm ile hiç bir ilgisi olmadığını görmüş olacaksın. Bu da Allah-u Teâlâ’nın kelâmına iman edenlere mahsustur.
Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın partisinden çıktılar, her biri birer imam ve parti seçtiler ve halkı da kendilerine çektiler. Böylece “Küllühüm finnar”, hepsi de cehenneme gittiler.
“Azabı gördükleri zaman kimin yolunun sapık olduğunu bilecekler.” (Furkan: 42)
Görünüşte bunların çoğu iman etmişlerdir. Fakat müşrik olarak yaşadıkları için azaba düçar oldular.
Âyet-i kerime’de:
“Onların çoğu iman etmişler, fakat müşrik olarak yaşarlar.” buyuruluyor. (Yusuf: 106)
Diğer bir Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor:
“İman edenlerin Allah’a sevgileri ise her şeyden sağlamdır.” (Bakara: 165)
Zira bunlar Hazret-i Allah’ın kuludur, Resulullah Aleyhisselâm’ın ümmetidir.
Her isim bir dindir. Binaenaleyh kendine has isim verenlerin hepsinin dini ayrıdır. “Süleymancı”sı olsun, “Refahçı”sı olsun, “Kaplancı”sı olsun, “Nurcu”su olsun, “Işıkçı”sı olsun ve buna mümasil olanlar... Bunlar hep dindir.
“Süleymancı”
Süleymancıların lideri durumundaki Kemal Kacar “Fâiz alınabilir” diyerek Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri inkâr etmiştir. Fâize helâl dediği için küfre düşmüştür.
Zira Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Âyet-i kerime’lerinde fâizi şiddetle yasaklamıştır:
“Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak fâizi yemeyiniz, Allah’tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i imran: 130)
Fâizin kat kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene fâizin ana para kadar veya daha çok miktarı bulması demektir. Sonuç olarak fâizin azı da çoğu da haramdır.
“Ey iman edenler! Allah’tan sakınınız. Eğer imanınızda gerçek iseniz, fâizden arta kalanı bırakın almayın. Yok eğer fâizi terketmezseniz, bunun Allah’a ve peygamberine açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer fâiz almaktan tevbe ederseniz, ana paranız yine sizindir. Böylece ne kimseye haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış olursunuz.” (Bakara: 278-279)
Hazret-i Allah’a ve Resul’üne harp ilân etmiş olan bu gibi kimseler en şiddetli bir dil ile lânetlenmişlerdir.
Cenâb-ı Fahr-i Kâinat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise fâizin her çeşidinin günahını otuzaltı zinâya eşit saymıştır.
Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyuruyor:
“Allah fâizi yiyeni, yedireni, şahitlerini ve kâtibini lânetlemiştir.” (Tirmizi)
“Fâiz yiyenlerle zekât vermeyenleri cehennem ateşi ile müjdele.” (Münavî)
Kemal Kacar, fâiz hakkındaki bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’leri inkâr etti, fâize helâl dedi. Bu küfürdür. Bu doğrudan doğruya kendi dinini ilândır. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür.
“Refahçı”
Erbakan Bolu’da yaptığı konuşmada “Burada bir veli varmış! Refah’a hizmet mi etti de veli oldu?” demiştir.
Bu kelimenin altında iki gizli şey yatıyor. Birisi ulûhiyet dâvâsı, bir diğeri de Refah dinini ilân ettiğine dair açık bir fermandır. Allah-u Teâlâ’nın kendi veli kulları hakkında, şöyle bir ferman-ı ilâhiyesi var:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar.
Onlar iman edip takvâya ermiş olanlardır. Dünyâ hayatında da âhirette de onlar için müjdeler vardır. Allah’ın verdiği sözlerde aslâ değişme yoktur. Bu en büyük saâdetin tâ kendisidir.” (Yunus: 62-63-64)
Hadis-i kudsî’de ise şöyle buyuruluyor:
“Her kim benim veli kullarıma düşmanlık ederse, ben ona harp açarım.” (Buhârî)
Hadis-i şerif’te de şöyle buyuruluyor:
“Öyle ilimler vardır ki, gizlenmiş mücevher gibidir. Onu ancak Ârif billah olanlar bilirler. Bu ilimden konuştukları vakit, Allah’tan gafil olan kimseler anlamazlar.
Binaenaleyh Allah-u Teâlâ’nın kendi fazlından ilim ihsan ettiği âlimleri sakın tahkir edip küçük görmeyin. Çünkü Allah Azze ve Celle onlara o ilmi verirken tahkir etmemişti.” (Erbâin)
Bir diğer Hadis-i kudsi’de ise:
“Kubbelerimin altındaki velilerimi benden başka kimse bilemez.” buyuruluyor.
Bu Hazret-i Allah’a ve Resul’üne iman edenlere aittir. Erbakan’a iman edenlere değil. Erbakan’ın onlara nasıl bir vaadi var? Zira ulûhiyetini apaçık ilan etmiş oluyor. Refah Partisinden başka dinleri patates dinine benzetiyor, “Refah Partisi’nden başka İslâm yoktur” diyor. Bu ise resmen Refah dinini ilân ettiğine delâlet eder. Zaten küfrünü ilân edenlere “Kardeşimdir” demekle, onlara resmen kucak açtığını söylemiştir. Bu sözler küfürdür. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, onunki asla kabul edilmeyecektir. Ahirette de ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i imran: 85)
Bunlar hem kendilerini hem de amellerini kaybetmiş kimselerdir.
“İman ettikten, Peygamber’in hak olduğuna şehadet ettikten ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra inkâr eden bir topluluğu Allah nasıl hidayete eriştirir? Allah zâlimler topluluğunu hidayete eriştirmez.” (Âl-i imran: 86)
Bunlar İslâm dairesine girmiş iken, onun kadrini bilmeyerek onun haricine çıkmış ve irtidat etmiş kimselerdir. Küfür üzerine kalmaya ısrar edenlere hidayet vermemek Allah-u Teâlâ’nın şânındandır.
“İşte bunların cezası: Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerinedir.” (Âl-i imran: 87)
Mürted olanlar, dünyada da ahirette de lânete mâruzdurlar. Bunların suç ve cezası diğer kâfirlerden daha ziyadedir. Çünkü bunlar İslâm’ın şerefini ayaklar altına almışlar, küfrü İslâm’a tercih etmişlerdir.
“Bu lânete ebediyyen gömülüp gidecekler. Onların azabları hafifletilmez, yüzlerine de bakılmaz.” (Âl-i imran: 88)
İslâm’dan çıkmanın, başkalarını da çıkarmanın bir cezâsı olarak daima şiddetli azaba maruz kalacaklardır.
“Ancak bunun ardından tevbe edip kendini düzeltenler başka. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir.” (Âl-i imran: 89)
Yeter ki bu tevbe ve pişmanlıkları hâlisane olsun, “Ben refah dinini bıraktım ve müslüman oldum.” desinler.
“İman ettikten sonra kâfir olup ve küfürde daha da ileri gidenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir. İşte onlar sapıkların tâ kendileridir.” (Âl-i imran: 90)
İmanı reddetmekle kalmadılar, daha da ileri giderek insanları Allah yolundan alıkoymak için ellerinden geleni yaptılar.
“Kaplancı”
Bir de Almanlar tarafından satın alınan hain bölücü Cemalettin Kaplan, Dinimize ve vatanımıza -güya iyiymiş gibi görünerek- en büyük darbeyi vurmak ister. Her türlü hile ve entrikalar çevirmeye çalışır.
Almanya kendi televizyonuna çıkarıp, Türk bayrağı ve Türkiye aleyhinde en büyük propagandayı yaptırıyor. Bu suretle küfrünü de ilân etmiş oluyor.
Türk bayrağı hakkında paçavra diyen bir adama, siz müslümandır diye nasıl bakabilirsiniz?
Dinini de ilân eder. Görünüşte ise güya İslâm’dır.
İslâm Dini 1400 sene evvel kurulmuştur. Bu meyanda bir çok yalancı peygamberler ve dinlerini ilân eden çeşitli sahtekâr kimseler çıkmıştır. Bunları ve bu gibileri Allah-u Teâlâ şu Âyet-i kerime’ler mucibince dininden çıkarmıştır:
“Fırka fırka olup dinlerini parça parça edenlerle, senin hiç bir ilgin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır. Sonra O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.” buyuruyor. (En’am: 159)
Bu hitap Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e ise de, onun şahsında bütün müminler de bu hitabın muhatabıdırlar.
Sen onların tuttukları yola tâbi olmayıp, ısrarla onlara dinin hükümlerini tebliğ etmiş, onları bizzat irşada çalışmış olduğun için, onların bu yaptıklarından mesul değilsin.
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Kendi nefsinin arzusuna göre neyi güzel görmüşse, o şey o kimsenin dini olmuştur.
Bunlar delil, şahid, hak ve hakikat tanımazlar.
“Onların çoğunu hakikaten söz dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun? Gerçekten onlar hayvanlar gibidirler, hatta onlar daha şaşkın haldedirler.” (Furkan: 44)
Çünkü onlar hak ve hakikatı işitmek için kulak vermiyorlar, düşünmek için akıllarını kullanmıyorlar.
Dikkat ederseniz, işgal altındaki müslümanların tek ümidi Türkiye’dir. En çok buraya gönül bağlarlar. Ümitleri ve gönülleri bu vatandadır. Fakat müslüman gibi görünenler, gerek dinimize, gerek vatanımıza, içten saldırdıkları için dış düşmandan çok daha tehlikelidirler.
Cemalettin Kaplan bölücülüğü yasaklayan bunca Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere karşı geldi. Bu doğrudan kendi dinini ilândır. Buna inanan ve uyanlar da küfre düşmüştür.
Bu yüzkarasının ölümünden sonra körükörüne peşlerinden gidenler yerine oğlu Metin Kaplan’ı seçmişler, böylece halktan din adına yoldukları milyarlar oğluna intikal etmiştir.
Bu adam da babasının sapık yolunda icraatına devam etmektedir.
“Işıkçı”
Nakilci âlimlerden olan Hüseyin Hilmi Işık “Se’âdet-i Ebediyye” adlı kitabının “Son sözü” bölümünün bir paragrafında:
“Nûrların saçıldığı kaynak, evliyânın kalpleridir. Evliyânın kalpleri, ondördüncü ay gibidir. Ay güneşten aldığı ışıkları saçıyor. Velilerin kalbi de, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- in güneş gibi enerji saçan mübarek kalbinden aldıkları nûrları cihana saçmaktadır.”
Dediği halde, hemen devamında şöyle söylemektedir:
“Evliya öldü. Bugün bulunanın da nerede olduğu bilinmiyor.”
Bu sözü ile 1400 yıldan beri tevatüren gelen ve bir evliya mektebi olan tasavvuf yoluna darbe vurmak istemiş, etrafına topladığı binlerce müslümanın yollarını kesmiş, nûr kaynağı olan evliyâullahın kalplerinden saçılan nûrlardan mahrum etmiştir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İyi bilin ki, Allah’ın veli kulları için hiç bir korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruyor. (Yunus: 62)
Kur’an-ı kerim her asra hitap ettiğine göre, kıyamete kadar hiç bir asırda hiç bir zaman yeryüzünden veli eksik olmayacaktır. Her zaman için 124 bin veli mevcuttur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Her asırda benim ümmetimden sabikûn (önde gelenler) vardır ki, bunlara büdelâ ve sıddikûn ıtlak olunur (söylenir). Haklarındaki inayet ve merhamet-i ilâhiye o kadar boldur ki, sizler de o sayede yer ve içersiniz. Yeryüzü halkı için vukuu tasavvur olunan belâ ve musibetler onlarla kaldırılır.” (Nevâdir-ül Usül)
Bir başka paragrafında “Sâdıklarla beraber olmayı” emir buyuran Tevbe sûre-i şerif’inin 119. Âyet-i kerime’sini beyan ettikten sonra “Dinimiz evliyâ ile beraber bulunmayı, onları severek bağlanarak Râbıta yapmayı, böylece kalplerinden feyz almayı istemektedir.”
Dediği halde, yukarıdaki sözlerin hemen arkasından:
“Bugün yeryüzünde bir veli bir mürşid görülmüyor.” demektedir.
Dinimiz evliyâ ile beraber olmayı emir buyurduğuna göre, Allah-u Teâlâ her zaman için veli kullarını bulundurmasını temin etmiş demekir. Çünkü kullarına takat getiremeyecekleri emirleri yüklemez.
Gerek gazetelerinde gerekse diğer yayın organlarında, halka hakikatı gösterecekleri yerde, evliyâ menkıbeleri ile oyalamaktadırlar.
Bu gibi yol saptırıcılar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Ve her yolun başına oturup da tehdit ederek inananları yolundan alıkoymaya ve o Allah yolunu eğriltmeye çalışmayın.” (A’raf: 86)
Kitabının adı geçen bölümünün bir diğer paragrafında ise:
“Hicri ondördüncü yüzyılın yarısından sonra dünyanın hiç bir yerinde mürşid-i kâmil görülmediğine göre...” demektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Size ne oluyor, ne biçim hüküm veriyorsunuz? Yoksa size âit bir kitap var da ondan mı okuyorsunuz?” (Kalem: 36-37)
Hüseyin Hilmi Işık, Tarikat-ı Nakşibendi’ye meşayıhından Seyyid Abdülhakim -kuddise sırruh- Hazretleri’ne bağlı idi. O zât 1943’de vefat etti, yerine kimseyi bırakmadı, o yol orada kesildi. O ise yazdığı kitaplarla zahiren o yolu devam ettirmeye çalışıyor. Kıyamete kadar devam edecek olan ana caddeden nasipdar olanların nasiplerinden mahrum etmiş, mânevî hayatlarını da katletmiş oluyor.
Yol var adama muhtaç, yol var adam o yola muhtaç.
Işıkçılar din-i İslâm’ı bıraktılar, dünyayı tercih ettiler ve dünyaya daldılar. Bütün iş ve icraatlarını dünyanın çıkarına yönelttiler. Allah-u Teâlâ’nın kesinlikle haram kıldığı fâizi hoş gördüler ve içine daldılar. Allah-u Teâlâ’nın bütün hükümlerine ve yasaklarına göz yumdular. Resulullah Aleyhisselâm’ın Hadis-i şerif’lerine aldırmaz oldular. Böylece din-i İslâm’dan ayrılarak, onlar da böyle bir isim altında türediler. Bir isimle ayrı bir din kurdular. Dinimizi ve vatanımızı parçaladılar.
Yalnız ötekilerden farklı tarafları şu:
Bunlar dilenmiyor, kimsenin malını gasbetmiyor, sofra eşkiyalığı yapmıyor, halkı soymuyorlar. Fakirin hakkı olan zekâtı yemiyorlar, fitre ve kurban almıyorlar.
Ve fakat dinden ayrıldılar. Dinden ayrılınca onlarda din aşkı da kalmadı.
Bunun da sebebi şu Hadis-i şerif’tir:
“Dünyaya muhabbet, büyük günahların en büyüğüdür.” (Deylemi)
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Resulüm! Şüphesiz ki biz bu Kur’an’ı insanlar için sana hak olarak indirdik.
Artık kim doğru yolu seçerse kendi yararınadır. Kim de saparsa kendi zararına sapmış olur.
Sen onların üzerine vekil değilsin.” (Zümer: 41)
Hülasâ-i Kelâm;
Bunca Âyet-i kerime’leri ve Hadis-i şerif’leri arzetmekteki gayemiz, iman ile küfrü ayırmak içindir.
Zira imanlı kalpten iman fışkırır, kâfirin kalbinden küfür fışkırır. Kişinin ne olduğu buradan bilinir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...