07 Kasım 2012

“NURCULAR”IN İSMİ DEĞİŞTİ, “KÜFRÜ HOŞ GÖRENLER” OLDU



“NURCULAR”IN İSMİ DEĞİŞTİ,
“KÜFRÜ HOŞ GÖRENLER” OLDU

 kaynak.Hakikat Yayıncılık
Küfre Hoşgörü:
Fethullah Gülen’in Fener Rum Patrikhanesi Başpiskoposu Patrik Bartholomeos ile birlikte hoşgörü toplantıları yapması, konuşmalarında; “Toplumumuz, diyaloğa, hoşgörüye açıkmış... Keşke her köşeye bir hoşgörü vakfı kursak da herkes hoşgörü soluklasa!” şeklinde beyanatlar vermesi üzerine bu yazının yazılması zaruri olmuştur.
Öyle ki toplantıya bütün hıristiyan temsilcilerini davet etmiş, Vatikan İstanbul temsilcisi Georges Morovitch, Katolik Cemaati Ruhani Lideri Kati Pelatre ve Türkiye Bağımsız Protestan Kiliseleri Sözcüsü İsa Karataş da katılmıştır.
Gülen, dostu patrikle kucaklaşıp kendisine ayrılan yere değil de, Patrik’in yanına oturuverince; Patrik Bartholomeos, “Sayın Hoca’mızla birbirimizi çok seviyoruz. Eminim ki burada hazır bulunanlardan kimse bunu kıskanmıyor.” demiş, Fethullah Gülen’e bir de hediye vermiştir.
Nurcular alenen küfrü hoş gördüler. Bu açık ilân ve beyan karşısında halk merakla şu suali soruyor:
“Nurcular müslüman mıdır?”
Halk merak edip bu işin içyüzünü öğrenmek istiyor, “Nurcular”ın müslüman olup olmadığını merak ediyor.
Biz iç yüzünü anlatalım, kararı siz verin.
Birgün oturuyordum. “Allah’ım! Nurcuların bayrağı nedir?” dedim. O anda papazın asasını gösterdiler. “Bunların bayrağı budur.” dediler. Bildirdiği için gördüm, bildim ve ilân ettim.
Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Kelâm-ı kadim’inde:
“Birbirine hasım iki zümre.” (Hacc: 19)
Âyet-i kerime’si ile inananlarla inanmayanları ayırmıştır. Hal böyle olunca bir müminin kâfirleri ve münafıkları dost edinmesi yasaklanmıştır.
Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hüküm ve hudut budur. Bunu inkâr ediyorlar, bu hududu kaldırıyorlar, küfre kayıyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Ey inananlar! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin! Allah’ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istersiniz?” buyuruyor. (Nisâ: 144)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur. Bu hükmü kaldırıyorlar. Bu Âyet-i kerime’yi inkâr ediyorlar. Allah-u Teâlâ’nın haklarındaki hükmü ise küfürdür.
Allah-u Teâlâ müminlere kâfirleri dost edinmemelerini muhakkak emrettikten sonra, bu emr-i şerif’e uymayanların ise Allah’ın dostluğunu kaybetmekle cezalandırılacağını bildirmektedir:
“Müminler, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa, Allah ile hiç bir dostluğu kalmaz.” (Âl-i imran: 28)
Allah için sevgi Allah için buğz imanın en sağlam kulpudur. İmanın tekamülünde en büyük amildir.
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde buyururlar ki:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Dâvud)
İnsan bunu ayırdedemezse, ne kadar ibadet ederse etsin dalâlettedir. Allah-u Teâlâ ile arasında çok büyük bir uzaklık meydana gelir, rahmet-i ilâhi’den kovulur.
Kitabullah’ın hükmüne rıza göstermeyenleri dost edinmenin insanı İslâm hudutları haricine çıkaracağı kesinlikle bilinmelidir. Bir müminin her şeyden önce dininde ve imanında samimi olması gerekir. Küfre rıza göstermek de küfürdür.
Ama Allah-u Teâlâ onlar hakkında:
“Sen onların dinine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar senden asla hoşnut olmazlar.” buyuruyor. (Bakara: 120)
İnsanların birbirlerine tabiatlarının sirayeti, bazı hastalıkların sirayeti gibidir. Bilhassa küfür ve nifak hastalıkları derhal sirayet eder, çünkü insanın tabiatı daima isyana meyillidir.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinmeyin.” (Mümtehine: 13)
Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmü budur; “Dost edinmeyin” dir.
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Bu Âyet-i kerime’de Allah-u Teâlâ inananların onları dost edinemeyeceklerini ferman buyuruyor.
“Eğer onlara uyarsanız siz de müşrik olursunuz.” (En’am: 121)
Burada da apaşikâr görülüyor ki onlara meyleden onlardandır. Allah-u Teâlâ onları hidayetten mahrum ettiğini beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Allah-u Teâlâ bu Âyet-i kerime’lerinde İslâm ile küfrü ayırmış, ayrı ayrı iki zümre olduğunu beyan buyurmuştur. (Hacc: 19)
Müminlerin dostlarını ise Âyet-i kerime’sinde beyan buyurmuştur:
“Kim Allah’ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki şüphesiz Allah’tan yana olanlar üstün gelirler.” (Mâide: 56)
Bunların hoşgörüsü ne demektir? Öz mânâda “Küfrü hoş gör.” demektir. Yani “İslâm ile küfrü ayırmayın” demek istiyorlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar.
Sizden her kim onları dost edinirse, o onlardandır.” (Mâide: 51)
Bu Allah-u Teâlâ’nın emri ve hükmüdür. Allah-u Teâlâ; “Dost edinmeyin” diye emrediyor. O ise hıristiyan papazını dost ittihaz ediyor.
Âyet-i kerime’de ise bu gibi kimseler hakkında:
“Onlardan bir çoğunun, kâfirleri dost edindiklerini görürsün.” buyuruluyor. (Mâide: 80)
Allah-u Teâlâ ümmet-i Muhammed’i uyarıyor, iman edenlere duyuruyor.
“Eğer onlar Allah’a, Peygamber’e ve ona indirilen Kur’an’a inanmış olsalardı, onları dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır.” (Mâide: 81)
Burada da apaşikâr görülüyor ki, onlara meyledenlerin onlardan olduğunu Allah-u Teâlâ beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor.
Ey müslüman uyan!
Bunlar küfrü hoş görüyorsa da siz görmeyin. Çünkü Âyet-i kerime’lere dikkat ettiğinizde görürsünüz ki, Allah-u Teâlâ İslâm ile küfrü ayırmıştır.

Küfür Aynı Küfür:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde Mekke müşriklerine hitap ederek, kıyamete kadar gelecek bu tıynetteki kişileri uyarmaktadır:
“Ne oluyor size? Nasıl hükmediyor-sunuz?” (Kalem: 36)
Sizi bu pek yanlış fikir ve kanaatlere sevk eden nedir? Nasıl oluyor da kâfirleri hoş gören bir hüküm veriyorsunuz?
“YOKSA SİZE MAHSUS BİR KİTAP VAR DA ONDAN MI OKUYORSUNUZ?” (Kalem: 37)
Size âit olmak üzere böyle ders veren bir kitap mı var? Var da ondaki emirlere dayanarak mı böyle hükmediyorsunuz?
Her şeyin nefsinizin hevâ ve hevesine, süfli arzusuna göre olacağını o kitaptan mı okuyup inceliyorsunuz?
“O kitapta ‘Beğendiğiniz her şey sizindir.’ diye mi yazılı?” (Kalem: 38)
“Her yaptığınız yanınıza kâr kalır, sizin her yaptığınız icraat, her söylediğiniz söz doğrudur.” diye yalnız size ait bir delil mi var?
“Yoksa ‘Ne hükmederseniz mutlaka sizindir.’ diye sizin lehinize olarak tarafımızdan verilmiş, kıyamet gününe kadar geçerli kesin sözler mi var?” (Kalem: 39)
Halbuki ellerinde hiç bir delil, hiç bir istinat yok. Heva ve heveslerine göre konuşuyorlar. Kendi kendilerine hüküm ve hakikatı değiştirmeye kalkıyorlar.
“Sor bakalım onlara, hangisi bunu üzerine alıyor?” (Kalem: 40)
İçlerinden hangisi böyle bir şeyi garanti edebilir?
“Yoksa onların ortakları mı var? Sözlerinde doğru iseler, hadi ortaklarını da getirsinler!” (Kalem: 41)
Bütün insanlar ve cinler bir araya gelseler, Allah-u Teâlâ’nın bir hükmünü değiştiremezler. Hepsi de Hakk’ın karşısında kahrolmaya mahkumdurlar.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Onlar müminleri bırakıp kâfirleri dost edinirler. Onların tarafında bir şeref ve kudret mi arıyorlar? Bilsinler ki şeref ve kudret tamamen Allah’a aittir.” (Nisâ: 139)
Allah-u Teâlâ’nın hükmü budur. Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinenin durumu beyan ediliyor.
Bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“Fitneden eser kalmayıp ve din de tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfâl: 39)
Buyurarak, İslâm dininin haricinde olanlarla mücadele etmeyi emretmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde böyle buyuruyor, o ise Âyet-i kerime’yi inkâr ediyor, bir patrikle dost olup hoşgörü toplantıları yapıyor. İslâm’ın emrini hafife alıyor.
“Eğer vazgeçerlerse şüphesiz ki Allah onların yaptıklarını görendir.” (Enfâl: 39)
Allah-u Teâlâ onlarla mücadeleyi emrediyor. O ise hoşgörüden bahsediyor.
Bu patrik İslâm’ın en büyük düşmanıdır. Bu güne kadar bu vatana en büyük ihaneti etmiş, gittiği ülkelere Türkiye’yi şikayet etmiştir. Vatikan devleti gibi Fener’i Vatikan’a benzetmek, ayrı bir devlet kurmak istiyor. Heybeliada ruhban okulunun açılması için kendisinden yardım istemiştir.
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et! Onlara karşı sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür!” (Tahrim: 9)
Allah-u Teâlâ cihadı emretmekte, o ise “Hoş görelim.” demekle bu Âyet-i kerime’leri inkâr etmektedir.
Hıristiyan Yunan Batı Trakya’da, Hıristiyan Rus Kafkasya’da, Hıristiyan Sırbistan Bosna’da, Kosova’da ve Hıristiyan Bulgar, müslümanlara dinlerini değiştirmeleri için baskı ve mezalim yapmıyorlar mı? Bunların mânevi lideri olan patriği hoşgöreceksin ki; onlar katliamlarına devam etsinler.
Yahudiler ise Filistin’de Hindular da Keşmir’de müslümanları katlediyorlar. Bunların hepsini hoş görelim olsun bitsin, öyle mi?
Fakat cihadı bırakanlar için Hazret-i Allah’ın fermanı çok kesindir:
“Allah’ın Resul’üne muhalefet etmek için (savaştan) geri kalanlar, oturup kalmalarına sevindiler. Mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler ve (savaşa çıkmak isteyenlere de) ‘Bu sıcakta sefere çıkmayın!’ dediler. De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır, keşke bilseler!” (Tevbe: 81)
Bunca Âyet-i kerime’ler bunların, İslâm’ın emir ve hükümlerinin dışında hareket ettiklerini göstermesi bakımından yeterlidir.
Çünkü Allah-u Teâlâ İslâm dininde kimlerin kardeş olduklarını beyan buyuruyor ve iman edenlere duyuruyor:
“Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse dinde sizin KARDEŞİNİZDİR. Bilen kimseler için âyetleri böyle uzun uzadıya açıklıyoruz.” (Tevbe: 11)
Bunlar hangi dine ve hangi kitaba göre hüküm veriyorlar? Bunu açıklamak mecburiyetindedirler. Açıklamadıkları takdirde, artık onların kim olduklarını tanımış olursunuz.
Şu Âyet-i kerime’de ise iman dostluğunun mahiyeti ve hakikatı beşeriyete ilân edilmektedir:
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileri (dostları ve yardımcılarıdırlar.) Onlar iyiliği emreder, kötülükten menederler. Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah’a ve Peygamber’ine itaat ederler.
İşte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz ki Allah Aziz’dir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe: 71)
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde de, müminlerin kimleri sevip kimlerle dost olacaklarını beyan buyurmaktadır:
“Sizin yegâne dostunuz Allah’tır, O’nun Peygamber’idir ve Allah’ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan, zekât veren müminlerdir.” (Mâide: 55)
Allah-u Teâlâ müminlerin vasıflarını beyan ederken:
“İnkârcılara karşı çok çetin, birbirlerine karşı çok merhametlidirler.” buyuruyor. (Fetih: 29)
Allah-u Teâlâ müslümanların birbirlerine karşı hoşgörülü olacağını beyan ediyor, inkârcılara karşı değil. Emir ve hüküm budur.
Gerçekten İslâm dinini tahrif ve tahrip etmekle din-i İslâm’a karşı geldiler.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Eğer sana cevap veremezlerse bil, ki onlar sırf heveslerine uymaktadırlar. Halbuki Allah’tan bir yol göstericisi olmaksızın kendi heveslerine uyandan daha sapık kim vardır?
Allah zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.” (Kasas: 50)
Çünkü Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyuruyor ki:
“Resulüm! De ki: Size âmelce en çok ziyana uğrayanı bildireyim mi? Dünya hayatında çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar iyi yaptıklarını sanıyorlardı. İşte onlar Rabbinin âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden âmelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlar için terazi kurmayız ve onlara hiç değer vermeyiz.” (Kehf: 103-104-105)

Ancak Müminler Kardeştirler:
İslâm dini kardeşlik dinidir. Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler kardeştirler.” buyuruyor. (Hucurat: 10)
Bu birlik ve kardeşlik nerede tahakkuk eder?
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde ise:
“İyilik ve takvâ üzerine yardımlaşınız. Kötülük ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayınız.” buyuruyor. (Mâide: 2)
Bu yardımlaşma, bu birlik ve takvâ emrolunduğuna göre, bu birlik “Âmentü” de tahakkuk eder, imanda İslâm’da tahakkuk eder.
Müslüman olmanın ilk şartı iman etmektir. İman etmek için de önce Kelime-i şehâdet getirmelidir:
“Şüphesiz şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur, yine şehâdet ederim ki Muhammed Aleyhisselâm Allah’ın kulu ve peygamberidir.”
İşte İslâm dinine göre iman; şehâdet kelimesinde ifade edilen, Hazret-i Allah’a ve Resul’ü Muhammed Aleyhisselâm’a iman etmekle başlar, imanın altı esası olan;
1- Allah’a
2- Meleklerine
3- Kitaplarına
4- Peygamberlerine
5- Ahiret gününe
6- Kaza ve kadere kesin olarak inanmakla tam ifadesini bulur.
Bu esasların içinde olanlar “Müminler kardeştirler.” Âyet-i kerime’si mûcibince kardeştirler. İyilikte birleşmişlerdir, yardımlaşma ve takvâ üzerindedirler.
Bu imanî bir noktadır. Müslüman kimseler birbirlerine karşı hoşgörülü, kâfirlere karşı ise çetindirler. Bu İslâm’ın temel prensibidir.
Şâyet bu şartlardan birisi dahi inkâr edilse “Amentü” nün şartları inkâr edilmiş olur. “Amentü” yü inkâr eden kimse, dinden de İslâm kardeşliği hudutlarından da çıkmış olur. Onun imanla İslâm’la hiç bir ilgisi yoktur, küfre kaymıştır.
Kelime-i şehâdet’i kâlp ile tasdik edip dil ile de söyleyen bir kimse, bu kapıdan müslümanlık dairesine girmiş olur.
Müslüman olan bir kimsenin “Namaz, oruç, zekât, hacc” gibi İslâm’ın esaslarına uyması lâzımdır. Bunlar ilâhî birer emirdir. Bunlara riayet etmekle Hazret-i Allah’a kul, Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- ine ümmetlik etmiş olur. Yapmazsa âsi olur, fâsık olur, İslâm dâiresinden çıkmaz.
Bir de şu var ki “Amentü” ye inanmakla beraber bu ilâhî emirlerden birisini bile inkâr etse veya itiraz etse yine dinden çıkmış olur. Ancak, inkâr veya itiraz etmediği takdirde İslâm’ın geniş hudutları dahilinde bulunur.
Allah-u Teâlâ bizi hudutlarla çevirmiştir. Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Allah’a tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rüku ve secde edenler, iyiliği teşvik edip kötülükten vazgeçirmeye çalışanlar ve Allah’ın hududunu koruyanlar... İşte bu müminleri müjdele!” (Tevbe: 112)
Nasıl ki her memleketin bir sınırı, her kanunun bir hududu varsa, bu da Allah-u Teâlâ’nın çizdiği bir huduttur. Bu huduttan çıkıp inkâr eden İslâm dâiresinden çıkmış olur.
İslâm’dan taviz vererek, İslâm adına hıristiyana yakınlık kurarak hoşgörü olmaz. O ise hoşgörü adı altında İslâm’ı küçük düşürerek küfre hoş görünmeye çalışıyor, böylece hudutları çiğniyor.
Resulullah Aleyhisselâm gayr-i müslimlere ancak onları tebliğ etmek için gitmişlerdir. Bu maksatla gitmeyip birtakım çevrelerin ve kendi menfaatleri için gidiliyorsa o zaman maksat aramak, niyeti sorgulamak gerekir. Bu Âyet-i kerime’ler mucibince bir müslüman, hareketlerini Kur’an-ı kerim ve Sünnet-i seniyye çerçevesinde düzenlemelidir.
Halbuki patrik Kur’an ve İslâm düşmanlığı yapıyor, vatanı bölmek için çalışıyor. Bu papaz çok büyük bir tehlikedir. Fethullah Gülen de onun İslâm aleyhtarı icraatlarının başarılı olması için duâ ediyor.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Zulmedenler körü körüne heveslerine uymuşlardır. Allah’ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur.” (Rum: 29)
“Hakk’a yönelerek kendini Allah’ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Zira Allah’ın yaratışında değişme yoktur. Bu, dimdik ayakta duran bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum: 30)

Bediüzzaman Said-i Nursî -Kuddise Sırruh-:
Fethullah Gülen senelerdir Bediüzzaman Hazretleri’nin yolunda olduğunu söylüyor.
Halbuki Bediüzzaman Hazretleri’nin imanına bir bakın, bir de küfrü hoş gören bunların durumuna...:
Bediüzzaman Hazretleri kimdir?
O öyle bir zât-ı âlidir ki, Hazret-i Allah zâhiri ilimle, tarikat ilmiyle, mârifetullah ilmiyle mücehhez kılmıştı. O Allah-u Teâlâ’nın sevdiği, seçtiği veli kullarındandı. Bediüzzaman Hazretleri bir iman abidesi idi. Nûr saçan kandildi. Hayatı boyunca Allah-u Teâlâ’nın ve Resulullah Aleyhisselâm’ın emir ve hükümlerine candan bağlı idi. Her cefaya katlandı. Ve fakat bu cefalar onun imanını arttırmaktan, azmini çoğaltmaktan başka bir şeye yaramadı.
Ona tâbi olanlar, onun ahlâkını alanlar da yine aynı öyledir. Onlar hapishaneden hapishaneye giderdi, fakat her çıkan iman ile gürlerdi. Onları hiçbir şey yıldırmadı. Canını verdi, fakat imanını vermedi.
Hiçbir zaman haksızlığa boyun eğmedi. Canını hiçe saydı. Dinde, imanda asla en küçük taviz vermedi. Dünyaya asla meyil etmedi. Dünyaya hiçbir zaman iltifat etmedi. Allah-u Teâlâ’nın iman ile küfür arasındaki berzahına daima dikkat ederdi. Koyduğu hudutları muhafaza ederdi. Bunu en büyük ve en mühim vazife sayardı. Hakk ve hakikatı bildirmek için, bütün ömrünü bu yolda ve bu uğurda geçirdi. İman edenler için güzel bir nümune idi.
Ömrünü bu nûrlu yolda geçirdiği gibi, iman edenler için de güzel bir iz bıraktı. Öylesine güzel bir iz ki, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde idi. Nûr kaynağı ancak Resulullah Aleyhisselâm’dır.
Her işte o “Sirâcen münîrâ = Nûr saçan kandil” (Ahzab: 46) Âyet-i kerime’sinden nasibi kadar nûr alırdı. Ve o nûru saçardı. Bütün gayesi imanı kurtarmak idi. Allah-u Teâlâ’nın dostlarına, velilerine nasıl tazim edilmesi gerektiğinin izahını yapardı.
Bunlar ise “Devir tarikat devri değil, tarikatlar misyonunu yitirmiştir.” diyorlar. Bunlara en güzel cevabı Bediüzzaman Hazretleri bizzat kendisi vermektedir. Bu sözleri ile dahi onun yolundan ayrılmışlardır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin tarikat hakkında Mektubat adlı eserinin 29. Mektubundaki 3. Telvih’te şu beyanları ne kadar arza şayandır... Bunun hakikatını öğrenmek için bu mektubu tetkik etmek lâzımdır:
“Madem Adalet-i İlâhiyye böyle hükmeder ve hakikat dahi bunu hak görür, tarikat, yani Sünnet-i seniyye dairesinde tarikatın hasenatı seyyiatına kat’iyyen müreccah olduğuna delil: Ehl-i tarikat, ehl-i dalâletin hücumu zamanında imanlarını muhafaza etmesidir. Adi bir samimi ehl-i tarikat, sûrî, zahiri bir mutefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevk-i tarikat vasıtasıyla ve o muhabbet-i evliya cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur, faat kâfir olmaz; kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedit bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsile-i meşayihi, onun nazarında hiç bir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez. Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zât da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir.
Bir şey daha var ki; Daire-i takvâdan hariç, belki daire-i İslâmiyetten hariç bir suret almış bazı meşreblerin ve tarikat namını haksız olarak kendine takanların seyyiatiyle, tarikat mahkum olamaz. Tarikatın, dini ve uhrevi ve ruhani çok mühim ve ulvi neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız Âlem-i İslâm içindeki kudsi bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, te’sirli ve hararetli vasıta tarikatlar olduğu gibi, âlem-i küfrün ve siyaset-i hıristiyaniyyenin, Nûr-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyyeden bir kal’asıdır.
Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u, beşyüz elli sene bütün âlem-i hıristiyaniyyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı Tevhid ve o Merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük camilerin arkalarındaki tekkelerde “ALLAH, ALLAH!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve Mârifet-i ilâhiyyeden gelen bir muhabbet-i ruhani ile cuş u huruşlarıdır.
İşte ey akılsız hakimiyet-füruşlar ve sahtekâr milliyet-perverler! Tarikatın, hayat-ı içtimaiyenizde bu hasenesini çürütecek hangi seyiatlardır, söyleyiniz?..” (29. Mektup)
Buradan da anlaşılıyor ki; imanı kurtarmak ancak şeriat, tarikat ve hakikatla kaim olduğunu bu zât beyan etmiştir.
Ve yoldan çıkan bu gibi kimseleri de çok güzel belirtiyor.
Asla kimseden para dilenmezdi. Her lokmasının helâl olmasına dikkat ederdi. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın emirlerine, hükümlerine sımsıkı bağlı idi.
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri II. Mektubunda; para toplayan nurculara da şöyle sesleniyor:
“O mezkûr ve malûm talebesinin hediyesine karşı cevaptan bir parçadır.
Bana bir hediye gönderdin, gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki: “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim.
Şöyle ki:
Eski Said minnet almazdı. Minnetin altına girmektense ölümü tercih ederdi. Çok zahmet ve meşakkat çektiği halde kaidesini bozmadı. Eski Said’in, senin bu biçare kardeşine irsiyet kalan şu hasleti ise, tezehhüd ve sun’i bir istiğna değil, belki dört beş ciddi esbaba istinat eder.
Birincisi; Ehl-i dalâlet, ehl-i ilmi, ilmi vasıta-ı cer etmekle itham ediyorlar, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lazımdır.
İkincisi; Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakim’de, Hakkı neşredenler “Benim mükafatım âlemlerin Rabbine aittir.” (Yunus: 72, Hud: 29, Sebe: 47) diyerek insanlardan istiğna göstermişler. Sûre-i Yasin’de “Sizden hiçbir ücret istemeyenlere uyun, ancak onlar doğru yoldadırlar.” (Yasin: 21) cümlesi, meselemiz hakkında çok manidardır.
Üçüncüsü; Birinci sözde beyan edildiği gibi, Allah namına vermek, Allah namına almak lazımdır. Halbuki, ekseriya ya veren gafildir, kendi namına verir, zımnî bir minnet eder. Ya alan gafildir; Mün’im-i Hakkiye ait şükrü, senâyı zâhîrî esbaba verir, hatta eder.
Döndüncüsü; Tevekkül kanaat ve iktisat öyle bir hazine ve bir servettir ki, hiçbir şeyle değişilmez. İnsanlardan ahz-ı mal edip o tükenmez hazine ve defineleri kapatmak istemem. Rezzak-ı Zülcelale yüz binler şükrediyorum ki küçüklüğümden beri beni minnet ve zillet altına girmeye mecbur etmemiş. Onun keremine istinaden, bakiye-i ömrümü de o kaideyle geçirmesini rahmetinden niyaz ediyorum.
Beşincisi; Bir iki senedir çok emâreler ve tecrübelerle kat’i kanaatım oldu ki, halkların malını hususan zenginlerin ve memurların hediyelerini almaya mezun değilim. Bazıları bana dokunuyor, belki dokunduruluyor, yedirilmiyor, bazen bana zararlı bir surete çevriliyor. Demek gayrın malını almamaya mânen bir emirdir ve almaktan bir nehiydir.
Hem bende bir tevahhuş var. Herkesi her vakit kabul edemiyorum. Halkın hediyesini kabul etmek, onların hatırını sayıp istemediğim vakitte onları kabul etmek lazım geliyor. O da hoşuma gitmiyor. Hem tasannu ve temellükten beni kurtaran bir parça kuru ekmek yemek ve yüz yamalı bir libas giymek, bana daha hoş geliyor. Gayrın en âlâ baklavasını yemek, en murassâ libasını giymek ve onların hatırını saymaya mecbur olmak bana nâhoş geliyor.
Altıncısı; Ve istiğna sebebinin en mühimi, mezhebimizce en muteber olan İbn-i Hâcer diyor ki: “Salâhat niyetiyle sana verilen birşey sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.”
İşte, şu zamanın insanları, hırs ve tama yüzünden küçük bir hediyesini pek pahalı satıyorlar. Benim gibi günahkâr bir biçareyi, sâlih veya veli tasavvur ederek, sonra bir ekmek veriyorlar. Eğer -hâşâ- ben kendimi salih bilsem, o alâmet-i gururdur, salâhatin ademine delildir. Eğer kendimi sâlih bilmezsem, o malı kabul etmek caiz değildir. Hem ahirete müteveccih a’mâle mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”
Bu mübarek zât bunları ne kadar güzel görmüş ve söylemiş. İşte bu beyanında dinini dünyaya değiştiren bu gibi kimseleri tarif ediyor. Fakat o nûrlu yolunu, nûrlu izini takip edenlere hiç bir sözümüz yok.
Daha evvel beyan ettiğimiz gibi;
Bunlar Bediüzzaman’ın yolundan ayrılmışlar, bırakın hediye kabul etmemeyi halkın parasını topluyorlar.
Nurcular birçok yerde yemek vereceğiz bahanesiyle halkı toplayıp paralarını almıyorlar mı? Bu davetler ve yenen yemeklerin hepsi haramdır. Hele bu sefer yaptıkları iftarlar...
Sofralarda toplanan paralar, himmet geceleri her zaman devam ediyor. Müslümanın soyulması ve yolunması İslâm’da yoktur. Halk onları hâlâ İslâm zannediyor ve sesini çıkaramıyor.
Bunun misallerini her yerde görebilirsiniz. Bu hareketleri ile Bediüzzaman Hazretleri’nin beyanlarını kıyas edin. (Hakikat Dergisi 19. Sayı)
Devlet ittifaktan doğar, devletsizlik ise nifaktan. Bunca isyan cezasız kalmaz. Bunca nifak, bu nifak da cezasız kalmaz.
Allah’ım! Bu güzel dinimizi ve vatanımızı parçalamak isteyenleri sen kahret. Zira büyük felaketlerle karşı karşıya geldik. Bu kadar ihsan-ı ilâhiye karşı yapılan bu isyan çok pahalıya mal olabilir. Yaptığınız bu isyan ve nifak yanınıza kalmayacak.
Ordunun nurcuları neden ihraç ettiğini şimdi anlıyoruz. Zira en büyük din ve vatan düşmanlarıyla görüşmeler yapıyor. Allah-u Teâlâ’nın müminlerle kâfirler arasında koyduğu hudutları kaldırdılar, küfrü imana tercih ettiler. Hem din-i İslâm’a, hem vatanımıza zarar verdiler. Oysa kendilerini müslüman imiş gibi gösteriyorlardı ve para topluyorlardı. Ne ev, ne araba hiçbir şey bırakmıyorlardı. Bu narcılar, nurculuk ismi altında bunları rahatça yapıyorlardı.
İşte bu perdeyi kaldırıyoruz, isimlerini de değiştiriyoruz. İsimleri Narcıdır. Yani Nurcuların isimleri değişti, Narcı oldu.
Küfrü hoş gören Narcılardan birisi musalla taşına geldiğinde “Bunu nasıl tanırsınız?” diye sorduklarında nasıl cevap verirsiniz? Bunu biz de size soralım. Ne dersiniz? “Bunlar küfrü hoş görenlerdir.” diye mi cevap vereceksiniz? Yoksa “Ben de onlardanım.” mı diyeceksiniz? Bu tercih size kalmış. Bu papazla hoşgörü yapmak demek, Yunanistan’ı arkalarına alıp icraatlarını serbestce yapmak demektir. Oysa bunlar dinimizin ve vatanımızın en büyük düşmanları değil miydi?
Eskiden ecnebiler, İslâm düşmanları dinimizi ifsat ve vatanımızı yıkmak için çalışırlardı. Şimdi bu vazifeyi içimizdekilere mi verdiler? Bunlar Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları kaldırıyorlar. Kâfirlerin arzularını yerine getirmek için küffara hizmet mi ediyorlar?
Hülasâ-i kelâm; Nurcuların ismi değişti, küfrü hoş görenler oldu.
Daha evvel de:
“Kimse kimseye inancından dolayı ithamda bulunmayacak. Kimse kimseye dininden ya da dinsizliğinden dolayı taanda bulunmayacak.” demişti.
Bu sözleri kendi dinine göredir. İslâm dini ile ilgisi yoktur. İslâm’da ise hüküm şöyledir:
Âyet-i kerime’de:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et, onlara karşı sert davran.
Onların varacağı yer cehennemdir. O gidilecek yer ne kötüdür.” buyuruluyor. (Tevbe: 73)

İki Hasım Zümre:
Allah-u Teâlâ kâfir ve münafıklara olan tavrı açık bir şekilde beyan ediyor:
“Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine: 1)
Çünkü imanın alâmetlerinden birisi de, Allah düşmanlarına karşı dostluk ve sevgi göstermek değil, onlardan nefret etmektir.
Kendilerine düşmanlık yapılmak ve onlarla cihad meşru kılınmıştır.
“Onlar size gelen gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz.” (Mümtehine: 1)
Onlar Allah-u Teâlâ’yı da, O’nun Peygamber’ini de ve o Peygamber’e indirilen kitabı da inkâr ederek küfür içinde yaşamaktadırlar.
Onlar size karşı en çetin düşmanlığı yaptıkları halde onlara sevgi ve muhabbet gösteriyor ve dost oluyorsunuz.
“Oysa onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar.” (Mümtehine: 1)
Onlar küfürleriyle ne Allah-u Teâlâ’nın ne de kullarının haklarını tanımıyor, onlardan tiksindiklerinden dolayı aralarından çıkarıyorlardı. Böylece inananları Mekke’den Medine’ye hicret etmeye mecbur ettiler.
“Eğer sizler benim yolumda savaşmak ve hoşnudluğumu kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz?” (Mümtehine: 1)
Şayet sizler benim sizden râzı olmamın yollarını arayarak, benim yolumda cihad eden kimseler olarak çıktı iseniz, onları asla dost edinmeyiniz. Üstelik onlar sizleri, size olan kin ve nefretlerinden, dininize karşı olan öfkeden dolayı yurtlarınızdan çıkartmış, mallarınızdan mülklerinizden etmişlerdi.
“Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim.” (Mümtehine: 1)
Ben gizlilikleri, kalplerde olanları, açığa çıkarılanları bildiğim halde, sizin gizlediklerinize Resul’ümü muttali kıldığım halde sizler böyle mi yapıyorsunuz?
“İçinizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.” (Mümtehine: 1)
İnanmış olarak Allah yolunda giderken, şeytan yoluna sapmış, böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felâkete atmış olur.
Bundan sonra Allah-u Teâlâ müslümanlara karşı kâfirlerin kalplerinde bulunan şiddetli düşmanlığı onlara haber vermek üzere şöyle buyurdu:
“Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilirler.” (Mümtehine: 2)
Size karşı üstünlük sağlarlar da sizi hakimiyetleri altına alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, katıksız bir şekilde size düşmanca davranırlar. Kalplerinde size karşı olan o şiddetli düşmanlığı açığa vururlar.
“Size ellerini ve dillerini kötülükle uzatırlar.” (Mümtehine: 2)
Esir almak, işkence yapmak ve öldürmek suretiyle size elleriyle; sövmek saymak, hakaret etmek suretiyle de dilleriyle kötülükler yaparlar. Size eziyet verecek hiç bir işi yapmaktan geri kalmazlar.
“Zaten kâfir olmanızı istemektedirler.” (Mümtehine: 2)
Düşman için en önemli şey, düşmanının en değerli olan şeyine saldırmaktır.
Ebedi hayatın anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda bu musibete düşme tehlikesi her zaman için mevcuttur.
Durum böyle olduğuna göre bu gibi kimselere sevgi ve dostluk göstermek büyük bir hatadır.
Hâtıb -radiyallahu anh- in dediği gibi, içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları sebebiyle o düşmanlara sır verenlere gelince, bu husus şöyle ifade edilmektedir:
“Kıyamet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermezler.” (Mümtehine: 3)
Onları korumak kastı ile düşmanlarına yakınlaştığınız akrabalarınızın ve çocuklarınızın size faydası olmayacaktır. Onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramazlar.
“O gün Allah onlarla aranızı ayırır.” (Mümtehine: 3)
Orada birbirinizden uzak düşmüş olacaksınız.
“Allah yaptıklarınızı görendir.” (Mümtehine: 3)
Ona göre mükâfât veya ceza verir, yoksa akrabalarınıza veya çocuklarınıza göre değil.
Artık bunu düşünerek kâfirlere temayülden ictinab ediniz.
Diğer Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir milletin; babaları, oğulları, kardeşleri veya akrabaları da olsa, Allah’a ve Peygamberine muhalefet eden kimselere sevgi beslediklerini göremezsin.” (Mücâdele: 22)
Gerçek iman budur. Bu İslâm dinine göredir.
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyin.
Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zâlimlerdir.” (Tevbe: 23)
İslâm bu imanı gerektirir. Bu Âyet-i kerime’ler kimlerin dost ve kardeş olacağını anlatıyor. O ise kendi dinine göre hareket ediyor. Kendi zan hükümlerini ortaya koyuyor.
Söylediği sözler verdiği beyanatlar ve icraatlar hep İslâm’a terstir. Âyet-i kerime’lere ve Hadis-i şerif’lere tezattır.

Allah-u Teâlâ’nın Partisi:
Fethullah Gülen bir konuşmasında Cebrâil Aleyhisselâm için “Gökyüzünden inse, parti kursa, kusura bakma ben senin partine girmem, desteklemem derim.” demiştir.
Bu sözün mânâsını da izah edelim.
Allah-u Teâlâ kelâm-ı kadiminde:
“İşte onlar Allah’ın hizbi (partisi)dir. İyi bilin ki kurtuluşa ulaşacak olanlar Allah’ın hizbi (partisi)dir.” buyuruluyor. (Mücâdele: 22)
Dikkat ederseniz Allah-u Teâlâ’nın emri ile Cebrâil Aleyhisselâm bu hükm-ü ilâhi’yi getirdi. Allah-u Teâlâ Vetekaddes Hazretleri “Ülâike hizbullah = Bu benim ve Resul’ümün partisidir.” diye ilân etti. İşte girmem dediği parti budur.
Burada açıktan açığa İslâm dairesinden çıktığını ilân ediyor.
“Bunlar güya Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Oysa onlar sadece kendilerini aldatırlar da bunun farkında değillerdir.” (Bakara: 9)
Allah-u Teâlâ onların iddiâlarını reddetmektedir. Her ne kadar müslümanları aldatmaya çalışıyorlarsa da, aslında aldanan bizzat kendileridir, en büyük zararı yine kendileri görürler, yaptıklarının vebali kendilerine döner. Allah-u Teâlâ’nın en çok buğzettiği kimseler bunlardır.
Onların kalpleri nifak ve şüphe ile doludur.
Âyet-i kerime’de buyurulduğu üzere:
“Onların kalplerinde hastalık vardır.” (Bakara: 10)
“Allah da onların hastalıklarını arttırmıştır.” (Bakara: 10)
“Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlara elem verici azap vardır.” (Bakara: 10)
Onlar Kitabullah’a itibar etmeyince, Allah-u Teâlâ da bu hastalığı taşıyanların hastalığını daha da artırmıştır. Bu yüzdendir ki Allah-u Teâlâ’nın kahrına müstehak olmuşlardır.
Kendilerinin nasıl bir cehalet ve dalâlet çukuruna düşmüş olduklarının hiç farkında değildirler.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Kendilerine ‘Yeryüzünde fesad çıkarmayın!’ denildiği zaman ‘Biz ancak ıslah edicileriz.’ derler.” (Bakara: 11)
Allah-u Teâlâ onların bu cevaplarını şiddetli bir şekilde reddederek Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“İyi bilin ki asıl ortalığı ifsad edenler kendileridir. Lâkin anlamazlar.” (Bakara: 12)
Kalplerinden iman nûru silindiği için bunun böyle olduğunu hissedip anlamazlar.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali -radiyallahu anh- Efendimizden rivayet edilen bir Hadis-i şerif’lerinde âhir zamanda gökkubbe altında en şerli insanların kötü âlimler olacağını haber vermiştir:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecektir ki, İslâm’ın yalnız ismi, Kuran’ın ise resmi kalacak. Mescidler dış görünüşleri ile mamur, fakat içleri hidayetten mahrum olacak.
Onların âlimleri gökkubbe altındakilerin en şerlileridir. Fitne onlardan çıktı, yine onlara dönecektir.” (Beyhâkî)
Âhirzaman uleması gök kubbe altında niçin en şerli insanlardır?
Bir hıristiyan, dininin icabını yapar, bir kâfir küfrünün icabını yapar.
Gerçek müslüman küfrü sevmediği gibi, küfürde olan da hiç bir zaman iman edeni sevmez, bu tabiidir. Ve fakat bunların tahribatı sınırlıdır, çünkü hedefleri vardır.
İçtekinin tahribatı ise çok büyüktür. Aslında küfrünü icra ediyor, fakat gizliyor. Başka isim taktığı için, bu başka isim sebebiyle saf müslümanlar onu hakikaten müslüman zanneder ve bazı faaliyetlerini görerek yardımda da bulunur. Ancak bütün yapılan bu yardımlar, İslâm dininin yıkılmasına vesile olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i şerif’lerinde;
“Fâsıka ikram eden kimse İslâmiyet’in yıkılmasına yardım etmiş olur.” buyuruyorlar. (Münâvi)
Ve o da o kuvvetle rahat rahat İslâm dinini içten yıkmaya çalışmış olmuyor mu? Etrafı da var.
Bunların yapacağı tahribatı hiç bir papaz, hiç bir kâfir yapabilir mi?
Ey narcılar! Kimi desteklediğinizi şimdi artık iyi gördünüz mü?
Oysa Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsan sınıflarından herbirini biz o gün imamlarıyla beraber çağıracağız.” buyuruyor. (İsrâ: 71)
Siz de bu küfre kaymış olan, küfrü hoş gören imamınızla beraber çıkacağınızı hiç unutmayın!
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Onlar ve azgınlar tepetakla oraya atılırlar. İblis’in bütün askerleri de.” (Şuarâ: 94-95)
Müslüman kimliği altında, İslâm adına, küffarın yapamayacağını yapmıyorlar mı?
Papaz, papazım diye yapacak. O ise müslümanım diye yapacak. Onun peşinden giden ve onun arzusuna uyan herkes, papazın vereceği zarar kadar dini ve memleketi tahrip etmeye çalışmıyorlar mı?
“Allah ‘Sizden önce geçmiş cin ve insan toplulukları ile beraber ateşe girin!’ der. Her Ümmet (topluluk) girdikçe kardeşine (kendini saptıran yoldaşına) lânet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler öncekiler için ‘Ey Rabbimiz! Bizi saptıranlar işte bunlardır. Bunlara ateşten bir kat daha fazla azab ver!’ derler. Zaten hepsinin azabı kat kattır, fakat siz bilmezsiniz!” (A’raf: 38)
Eskiden para topluyorlardı, şimdi işi ticarete döktüler.

İlmi İle Dünyalık Elde Edenler:
Hakiki âlimler ise bütün hal ve ahvallerini dine uydururlar, Resulullah Aleyhisselâm’ın izinde bulunurlar.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah’ın âyetlerini az ve önemsiz bir pahaya değiştirmezler. Onların mükâfâtı da Rabbleri katındadır.” (Âl-i imran: 199)
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise Hadis-i şerif’lerinde:
“Âlimler peygamberlerin vârisleridir.” buyurmuşlardır. (Buharî)
Nübüvvetin üstünde hiç bir rütbe olmayacağına göre, bu rütbeye vâris olmaktan daha büyük bir şeref tasavvur edilemez.
Allah-u Teâlâ kötü âlimleri “İlmi ile dünyalık elde edenler” diye vasıflandırarak şöyle buyuruyor:
“Onlar ise bunu arkalarına attılar ve az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kötü!” (Âl-i imran: 187)
Zira onlar hem kendileri yoldan çıkmış, hem de başkalarını yoldan çıkarmışlardır. Onların zararları yalnız kendilerine değil, başkalarının küfürlerine sebep oldukları için, zararları umuma sirayet etmektedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Müminler kardeştirler” buyuruyor. (Hucurat: 10)
Diğer bir Âyet-i kerime’sinde:
“Kâfirleri dost edinmeyin.” (Nisâ: 144)
Buyurduğu halde, bu emr-i ilâhiyi dinlemeyip, alenen küfrünü ilân eden bir kimseye müslümandır demek; onun küfrünü kabullendiğinden, İslâm dairesine sokmaya çalıştığından, bu ise ilâhî hükmü kaldırmak olacağından, küfre kaymasına sebep olur.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyurulmaktadır:
“Resulüm! Sana indirilen Kuran’a ve senden önce indirilen kitaplara inandıklarını ileri sürerek boş iddialarda bulunanları görmüyor musun? Tağutun önünde muhakeme edilmelerini isterler. Oysa onu tanımamakla emrolunmuşlardı. Şeytan da onları büsbütün saptırmak istiyor.
Onlara ‘Allah’ın indirdiği Kuran’a ve Peygamber’e gelin!’ de nildiği zaman münafıkların senden büsbütün uzaklaştıklarını görürsün.” (Nisâ: 60-61)

İmamlarını İlâh Edinenler:
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rableri olarak kabul ettiler. Oysa kendilerine, bir olan Allah’a ibadet etmeleri emredilmişti.” (Tevbe: 31)
Bu Âyet-i kerime’nin mânâsını bizzat Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisi açıklamıştır.
Şöyle ki:
Daha önceleri hıristiyan olan Adiy bin Hâtim boynunda gümüşten bir haç olduğu halde, İslâm hakkında bilgi edinmek niyetiyle Medine’ye gelmişti. Şüphelerini gidermek için Resulullah Aleyhisselâm’a bazı sorular sordu. “Bu âyet bizi âlimlerimizi, rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Halbuki biz onları kendimize rabler edinmeyiz. Bunun mânâsı nedir.”dedi.
Resulullah Aleyhisselâm “Onlar helâli haram kıldılar, haramı helâl kıldılar. Siz bunu öylece kabul etmiyor muydunuz?” diye sorunca Adiy “Evet böyledir.” diye tasdik etti. Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
“İşte bu sizin onları rabler edinmenizdir.” buyurdu. (İbn-i Kesir)
Çünkü Allah-u Teâlâ’nın açık hükmü varken, sen bu açık hükmü dinlemiyorsun, onları dinliyorsun, onu hâşâ ilâh olarak kabul ediyorsun.
Bu Hadis-i şerif, Allah’ın Kitab’ını kenara iterek, haramı helâl, helâli haram yapanların nefislerini ilâh ve rab ittihaz ettiklerini, onlara uyup peşinden gidenlerin de onları rabler edindiklerini göstermiş olmaktadır. Dolayısıyle müşrik olmuş oluyorlar. Allah’a inandık deseler bile, bu iddialarının inandırıcı olmadığı ortadadır.
İmamlara iman eden, Allah-u Teâlâ’ya iman etmemiştir. Binaenaleyh bu imamlar size hep Allah-u Teâlâ’nın yasak ettiği şeyleri mübah gösteriyor, helâl olarak kabul ettiriyorlar. Ve siz de onlara uymakla İslâm’ı bıraktığınızdan ötürü, onlara inanıyorsunuz. Allah-u Teâlâ’nın hükmünü arkaya atıyorsunuz ve böylece dinden imandan ayrılmış oluyorsunuz.
Mühim bir hususu daha arzedelim:
Recep Gökçe’nin yeğeni İzzet Gökçe’nin Şubat 1995’de gördüğü rüyası şöyledir:
“Elimde çok kıymetli bir şey var. O sırada kadın mı, adam mı olduğunu pek seçemediğim birisi hızla gelip elimdekileri kapıp kaçıyor. O kişi, üzeri düzlük olan bir tepeye çıkıyor. Tepedeki düzlükte bulunan büyük bir kalabalığa katılıyor. Fethullah Gülen bu kalabalığa konuşma yapıyor ve onlara “Ben sizin neyiniz oluyorum?” diye hitap ediyor. Kalabalık hep beraber “Sen bizim Allah’ımız oluyorsun!” diyorlar. Bunun üzerine hepsi birlikte taş heykellere dönüşüyorlar. O sırada insan boyunda yeşil dev çekirgeler gelip onları yakalıyorlar ve hep birlikte taş kesilmiş halde dağdan aşağı yuvarlanıyorlar.”
Şimdi daha iyi anlayabildiniz mi?

Kur’an-ı Kerim’den Öğütler:
İlâhi dâvete icabet edenlerle etmeyenlerin, inananlarla inanmayanların, aklını kullananlarla akıllı geçinenlerin akibetlerini beyan etmek üzere Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyurur:
“Rabblerinin dâvetine uyanlara en güzel karşılık vardır.
O’nun dâvetine uymayanlara gelince, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bir o kadarı daha onların olsa, azaptan kurtulmak için hepsini feda ederlerdi.” (Ra’d: 18)
Allah-u Teâlâ’nın azabı o kadar çetindir.
“Eğer yeryüzünde bulunanların hepsi ve bir o kadarı daha o zalimlerin olsaydı, kıyamet günü o kötü azaptan kurtulmak için hepsini feda ederlerdi.” (Zümer: 47)
Fakat ne mümkün? Hangi sebebe sarılsalar elleri boş çıkacak, azabı başlarından savamayacaklar. Zira teklif dönemi bitmiş, çare arama zamanı geçmiş, hesap görme dönemi başlamıştır. Artık ne tevbenin, ne pişmanlığın, ne de teslimiyet göstermenin bir mânâsı vardır. Onların zamanı ve mekânı dünya idi, ahiret değil.
Diğer bir Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O inkâr edenler var ya, eğer yeryüzünde bulunan her şey ve bunların bir o kadarı daha onların olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için feda etseler yine kendilerinden kabul edilmez.
Onlar için pek acıklı bir azap vardır.” (Mâide: 36)
Seve seve vermek isterler, feda etmekten çekinmezler, lakin ricaları kabul edilmez, arzularına kavuşamazlar, azaptan kurtulamazlar.
Bir insan her şeyden önce kendi canını düşünür, en kıymetli olarak onu görür. Nice insanlar vardır, sağlığına kavuşabilmek için bütün servetini harcamak ister. Ahirette de bu böyle olacak, herkes kendini kurtarmanın yollarını arayacak. Buradan şu anlaşılıyor ki, bütün dünya ve içindekilerle beraber bir misli dahi, ahiret azabının bir zerresine bile denk olamaz.
Bu son derece şiddetli bir tehdittir.
Onlar doğru yolda olduklarına, yaptıklarının iyi olduğuna inanırken; yollarının ne kadar batıl olduğunu, doğru bildikleri şeylerin ne kadar yanlış olduğunu anlayacaklardır.
Âyet-i kerime’de:
“O gün Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler karşılarına çıkacaktır.” buyuruluyor. (Zümer: 47)
Ve bu yüzden çeşit çeşit azaplara maruz kalırlar. Kendilerinin doğru yolda olduklarını zannettikleri için Allah-u Teâlâ’dan taltif beklerken, azapla karşılaşmaları üzüntülerini daha çok arttırır.
Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Gönlü imanla mutmain olduğu halde, zorlanan kimse hariç, kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve gönlünü küfre açarsa; onların üzerine Allah’tan bir gazap iner ve onlar için büyük bir azap vardır.” (Nahl: 106)
“Yaptıkları işlerin kötülükleri o gün karşılarına çıkacak ve alaya aldıkları azap onları kuşatacaktır.” (Zümer: 48)
“Onların varacakları yer cehennemdir. Ne kötü bir yataktır.” (Ra’d: 18)
Büyük, küçük, gizli ve aşikâr her ne işlemişse hepsinden birer birer mesul olacaklar ve onların mekanları cehennemdir.
“O bütün varını fidye olarak verse, yine de ondan alınmaz. Onlar kendi kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir.” (En’am: 70)
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Âyetlerim size okunurken, onları yalanlayan siz değil miydiniz?” (Müminun: 105)
“Yıkılıp gidin içerisine!.. Benimle konuşmayın!..” (Müminun: 108)
Şehvetlerinin, hevâ ve heveslerinin, liderlerinin kendilerini dalâlete sürüklediğini itiraf ederler.
Nedâmet çok fakat faydası yok.
Bu size beyan ettiklerimiz hep Hazret-i Allah’ın kelâmı ve Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in beyanıdır.
Bu beyanlardan sonra “Nurcular müslüman mıdır?”, tefrikini size bırakıyoruz.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...