12. bölüm
NEFİS VE NEFİSLE CİHAD
Ulvî Ruh, Süflî Nefis:
Nefis Kur’an-ı kerim’de öncelikle, tek tek kişilerin
kendileri mânâsında kullanılır.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“O gün her nefis iyilik ve kötülük olarak ne işlemişse
önünde hazır bulur.” (Âl-i imran: 30)
Diğer birçok Âyet-i kerime’lerde “Enfüsüküm:kendiniz”,
“Enfüsühüm:kendileri” gibi ifadelerde “Nefis” hep tek tek kişilerin
“Ene”si mânâsındadır.
Ruh gibi nefis de insanın yaratılışında mevcuttur. Toprak, su,
hava ve ateşten teşekkül etmiş zulmânî bir buhardır. Karın boşluğunda bulunur,
kumandası secde yeridir, bütün vücuda oradan kumanda etmek ister.
Ruh ile nefis vücutta ayrı ayrı yer tutmuşlardır. Nefsin hayatı
da ruh iledir.
Nefis süfliyattan, ruh ise ulviyattan yaratılmışlardır. Nefis
ahlâk-ı zemime, ruh ise ahlâk-ı hamide ile techiz edilmiştir. Ruh çok lâtiftir,
çok âlî, çok yüksek makamdan gelmiştir.
Bu karanlık cesetle birleşmeden önce terakki edemiyordu.
Cesette nefis ile bir araya gelince mücadele başladı ve yükselebilme kuvvetini
elde etti.
Ulvî olan ruh, süflî olan nefis birbirinin zıddıdırlar. Allah-u
Teâlâ ruhu nefse aşık etmek suretiyle, ikisini bir arada barındırmıştır. Eğer
ruh nefse aldanıp onun boyasına girerse, asliyetini ve ulviyetini kaybeder, onun
gibi kararır ve onun esiri olur. En ulvî makamdan geldiği halde, kendisini
unuttuğu için Yaratan’ını da unutur. Vücutta hakimiyeti nefis eline geçirir,
bütün icraatlarını rahat bir şekilde yapar.
En Büyük Düşman:
Nefsin tabiatında şehvete, günaha ve kötülüğe meyil vardır.
Gücünü hep o yönde kullanır. Onun özelliği böyle olduğu için, insanoğlu sırf
kendi nefsine kalırsa, her türlü fenalığa sürüklenir.
Ukbe bin Âmir -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Vallahi ben, vefatımdan sonra Allah’a şirk koşmanızdan
korkmuyorum, fakat nefislerinize uymanızdan korkuyorum.” (Buhârî. Tecrid-i
sarîh: 661)
Nefis yedi başlı bir ejderdir. Haset, riyâ, kin, kibir, şehvet,
gadap, yalancılık... gibi hayvânî sıfatlardan hangi sıfatta kişiyi yakalarsa,
onu alır cehennemin ortasına kadar götürür. Tahribatı dış düşmandan daha
büyüktür. Eğer dizginlenmezse Allah-u Teâlâ’nın koyduğu hudutları aşar, gayesine
ulaşır. Bu hudutları aşan kimse, kendisini uçurumdan attı demektir.
Bir Hadis-i kudsî’de:
“Nefsine düşman ol. Çünkü o bana karşı düşmanlık ve harp ilân
etmiştir.” buyuruluyor.
Kişi onun hakkını ona vermeli ve yoluna devam etmelidir. Ve
fakat onun arzusuna kapılmamalıdır.
Nefis her iyiliğe engel olmak isteyen, her kötülüğün kapısını
açan arkadaştır. Kişinin bu dünyada da arkadaşıdır, kabirde de arkadaşıdır,
mahşerde de arkadaşıdır, cennette ve cehennemde de arkadaşıdır.
Nefsin arzu ettiğini yapmamakla muvaffak olunur. Nefsin arzusu
ile Hakk yoluna giderken dahi, kişinin arkadaşı nefistir ve şeytandır.
Nefis nuru çamurla örtmek ister. Uykudan uyanınca, çamur
kalkınca kendisini görür.
Nefsin Islahı:
Allah-u Teâlâ müminlerin en önce kendi nefislerini
düzeltmek için uğraşmalarının gerektiğine dâir Âyet-i kerime’sinde şöyle
buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Siz kendi nefislerinizi ıslah etmeye bakın.
Siz doğru yolda bulundukça yoldan sapanların size zararı olmaz.” (Mâide:
105)
Size düşen kendinizi düzeltmektir ve nefsinizi ıslah etme
yükümlülüğünüzü yerine getirmektir. İsyanlara dalmaktan, ısrarla günah
işlemekten korunun. Nefislerinizi ıslah yolundan ayrılmayın. Size hidayet
erişince, sapıklığa düşenlerin sapıklıkları size zarar vermez. Onların zarar ve
mesuliyetleri sırf kendilerine âit kalır.
“Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman yaptıklarınızı size
haber verecektir.” (Mâide: 105)
Bu ilâhî beyan doğru yolu bulanlara bir mükâfat sözü, sapıklığı
tercih edenlere bir tehdittir.
Allah-u Teâlâ diğer Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felâh bulmuş kurtulmuştur.
Onu kirletip örten kişi ise ziyana uğramıştır.” (Şems:
9-10)
Nefsini günahlardan temizleyip takvâ ile terbiye etmek
suretiyle feyizlendiren kimseler gerçek kurtuluşa ermişlerdir.
Ebu Zerr-i Gıfâri -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyurmuşlardır:
“En iyi cihad, insanın kendi nefsânî arzularıyla Allah rızâsı
için yaptığı cihaddır.” (C. Sağîr: 1247)
Gerçekte insanın nefsini temizlemeye çalışması, nefsin
arzularına karşı kendini tutma hususunda sabretmesi ve kendini buna zorlaması;
sonunda faydası kendisine âit olan bir vazifedir.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Kim mücahede ederse kendi öz nefsi için mücahede etmiş olur.”
(Ankebut: 6)
Ecel gelinceye kadar bu uğurda çalışıp çabalayan, fitnelere,
imtihanlara göğüs geren kimse, sırf kendi hesabına ve kendi menfaatine çalışıp
çabalar.
“Şüphesiz ki Allah bütün âlemlerden müstağnidir.” (Ankebut:
6)
Kullarının itaatine ve cihad etmelerine ihtiyacı yoktur. Hiçbir
şeye ve hiçbir kimseye muhtaç değildir. Cihadı ancak onlara lütufta bulunmak ve
bol mükâfat kazanmalarını sağlamak için emretmiştir.
Nefsinin her isteğini yapan kimse cehenneme düşer. Nefsin
istemediği kulluk ve fedakârlıkta bulunanlar ise cennete girerler.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyuruyor:
“Cehennem nefsin istekleri ile, cennet de nefsin
hoşlanmadıkları ile örtülüdür.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2035)
İnsan, tuzaktaki daneyi görüp ona yaklaşan kuşa benzer. Kuş
danenin arkasında kendisini bekleyen tehlikeyi görmediği için tuzağa düşer.
İnsan nefsinin arzularına uyarsa, sürüklenmekte olduğu cehennemi göremez.
Abdullah -radiyallahu anh-den rivayet edilen bir Hadis-i
şerif’lerinde Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyuruyorlar:
“Cennet sizin her birinize ayakkabısının bağından daha
yakındır. Cehennem de böyledir.” (Buhârî. Tecrid-i sarîh: 2036)
Nefsin esaretinden kurtulamayan insan, yaşayan ölü gibidir.
Dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilemez. İki günlük ömründe sermaye
toplayamadan gider.
İlâhî Yardım:
Hakk’a yönelen bir insan, iradesini “Nefsini ıslah etme”
yönünde kullanırsa;
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a (Allah’ın dinine) yardım eder
(sarılırsanız) Allah da sizi muvaffak eder ve ayaklarınızı sâbit kılar.”
(Muhammed: 7)
Âyet-i kerime’si mucibince Allah-u Teâlâ’nın yardımına
erer.
Nitekim Zeyd bin Erkam -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine
göre Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz duâlarının bir
noktasında şöyle niyaz ederlerdi:
“Ey Allah’ım! Nefsime takvâsını ver ve onu pâk eyle! Onu pâk
edecek yegâne sen varsın. Onun velisi ve mevlâsı sensin.” (Müslim:
2722)
Şu halde vuslata erebilmek nefis ve şeytanla mücadeleye
bağlı kılınmıştır.
Allah-u Teâlâ azmi nisbetinde kulunu destekler, hidayetini
artırır, sermayesini çoğaltır, önüne ışık tutar, yollarını açar. Onun için
hiçbir engel bırakmaz.
Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurmaktadır:
“Bizim uğrumuzda bizim için mücahede edenlere elbette
yollarımızı gösteririz.
Şüphesiz ki Allah ihsan erbâbı ile beraberdir.” (Ankebut:
69)
Bütün bu lütuf iyilikleri Allah-u Teâlâ’nın desteğinden ileri
gelmiştir. Niyetini değiştirdiği an hepsi hükümsüzdür.
Kişi: “Bana bu sermayeyi koyana, bunları bana sevdirene ve
yaptırana sonsuz şükürler olsun.” diye şükrünü artırırsa ve içten içe
hizmeti ve ibadeti arzu ederse, Allah-u Teâlâ ziyadesini ihsan buyurur.
Zira Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:
“Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hiç korku yoktur
ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (En’am: 48)
Lâyık oldukları mükâfatlara er geç kavuşacaklardır.
Cihadın Efdali:
Kişi kendisinin Allah yolunda mücadele ettiğini zanneder,
beşeriyeti irşada kalkar ve fakat kendi nefsi onu işgal etmiştir de bilmez.
Fakir der ki:
“Ey zâhid!... Fethetmek için seni kuşanmış görüyorum. Fakat sen
fethedildiği bilmiyorsun. Evvela kendi içine dön. İçindeki düşmanını öğren.
Evini ve odalarını işgaliyetten kurtar.”
Hakiki imana sahip olabilmek için nefisle mücadele etmek
gerekir.
Kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve
kötülükten men etmeye önce kendi nefislerinden başlamalı; başkalarından önce
kendilerini düzeltmeye çalışmalıdırlar. En efdal cihad budur.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?”
buyuruyor. (Bakara: 44)
Öğüt verme durumunda olan bir kimsenin, söylediklerinden önce
kendisi tarafından yaşamasının sözden daha çok tesirli olduğu bir gerçektir.
Bildiğiyle amel etmeyen, sözleriyle icraatları birbirini
tutmayan bu gibi kimseler hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde şöyle
buyurur:
“Ey iman edenler! Yapmadığınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?
Yapmadığınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba sebep olur.”
(Saf: 2-3)
Allah katında en makbul ilim, amel edilen ilimdir. Amelsiz ilim
vebalden ibarettir. Yalnız öğrenmekle iktifa edenler âlim değil, ilmin
kabıdır.
Üsâme -radiyallahu anh-den rivâyet edilen bir Hadis-i
şerif’lerinde ise Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle
buyururlar:
“Kıyamet günü bir kişi getirilip cehenneme atılır.
Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o haliyle değirmen döndüren merkep gibi
döner. Cehennem halkı onun yanına toplanır da: ‘Ey filân! Bu ne hal? Sen bize
iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya çalışmaz mıydın?’ derler. O da: ‘İyiliği
emrederdim de kendim yapmazdım, kötülükten vazgeçirmeye çalışırdım da onu kendim
yapardım.’ cevabını verir.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1351)
Onun bu durumu, etrafına ışık verip kendisini yakan muma
benzer.
Ahmed Rufâî -kuddise sırruh- Hazretleri bu hususta şöyle
buyurmuştur:
“Unu elersin aşağıya düşürürsün, kepeği kendine
bırakırsın.”
Kişi İslâm’ı hayatında yaşamıyor, başkasına yaşamasını
söylüyor. Onun içindir ki sözleri hiç tesir etmiyor. Kendisi yaşamış olsa, söz
bile söylemeden, onun hâli numune olur. İnsanlar onun hâlinden istifade ederler,
yollarını doğrulturlar.
Yaşamayıp sadece konuştuğu zaman birisi onun durumuna bakar,
“Bunun hareketleri zaten eğri, sözünden ne hayır gelir?” der, yol arayan
insanı dahi yoldan çıkarmış olur.
Nefis kendisine yapılan nasihatleri kabul etmediği gibi, ona
perde vurmak için güzel sözler söyler. Fakat o güzel sözler kendi ayıbını
perdelemek içindir. Nefis onu öyle yaptırıyor, o da onun doğru olduğunu
zannediyor ve kabul ediyor. Çünkü o perdenin kalkacağı günü bilmiyor. Yarın
perde kalktığı zaman, bütün yapılan işler ortaya çıktığı zaman, nedâmetin
çokluğu, faydasının hiç yokluğu görüldüğü zaman sen meydanda kaldın! Ne nefis
kaldı, ne de örtüsü kaldı. Hakk ile başbaşa kaldın! İşte insanların aldandığı
nokta burasıdır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini
temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten
sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)
İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurunda
seçileceklerdir.
Henüz âkibetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan
için, böyle bir iddiâ ile böbürlenmesi çok tehlikeli bir sonuçtur, cehalet ile
düşüştür.
Nefisle başbaşa kalıp muhasebe yaptığımız zaman, bir değeri
olup olmadığını ona duyurmak için, onu kalp paraya tahvil ederiz. “Ey nefis!
İşte sen busun, senin bu kadar bile değerin yok!” deriz. Geçmez parayı çocuk
bile almıyor, oraya buraya atıyor.
İhlâs nokta-i nazarından nefisle muhasebe yapıldığı zaman, bu
gibi ince hesaplar ortaya çıkar. Hem dalâlet içinde yüzerken, hem de kişinin
kendisini beğenmeye kalkışması helâk olmak demektir.
Nefsi Gömmek:
Meselâ bir toprakta maden var. İnceden inceye uğraşarak o
madeni topraktan ayırmak lâzımdır. Toprağın çok, madenin az olduğu düşünülerek
ayırma işi bırakılırsa, o çok kıymetli maden topraktan ayrılmaz.
İşte bunun gibi, Allah-u Teâlâ bir insana mânevî bir cevher
koymuşsa, o cevheri meydana çıkarmak gerekir. Nefisle mücadeleden maksat da
budur, yani nefsi tortularından süzmek, hülâsasını meydana çıkarmak ve insanî
nefis hâline getirmektir.
Ekilen bir tohumun üzerine taş gibi bir şeyler gelirse
büyüyemez. Şayet ayıklanırsa o bitki neşv-ü nemâ bulur ve güzel bir gıda olur.
İnsan da böyledir. Allah-u Teâlâ kişiye ezelden ihsan etmişse, onda ekilmiş bir
tohum vardır. Bu mânevî tohumun büyümesi için nefsi tezkiye etmek, zulmet
perdelerini açmak, hayvânî sıfatlardan kurtulmak gerekiyor.
Nefis öyle bir mahlûktur ki, zâlimdir, kâfirdir, Allah-u
Teâlâ’ya bile karşıdır. Gaye bu kâfiri müslüman etmektir.
Nefisle mücadelede galip gelen bir insan, Allah-u Teâlâ’nın
lütfu ile onu mezara gömer. Nefis ise bu arada işine gelmeyen bir hâl olursa,
hemen feveran etmek ister. Onun hilesinin sızmadığı yer yoktur. Fakat Allah-u
Teâlâ insana o kuvveti verdiği için: “Sen dur, ben bu kadar uğraştım, seni
yeni gömdüm, kıpırdamaya çalışma.” der. Üzerinde kabir taşının daima durması
lâzımdır, yoksa kabirden çıkar gibi gömüldüğü yerden çıkar ve yapacağını yapar.
Nefsi öldürmek başka, gömmek başkadır.
Samimi bir niyetle tevbe eden bir insan kötülüklerden vazgeçer.
Nefsi ise içeriden, durmadan o işlerin tadını anmak ve yaptırmak ister. İnsan
içini de sükut ettirirse, o artık iç ve dış hakimiyeti elde etmiş, tevbe kısmını
tamamlamış olur.
Nefse Muhalefet:
İnsanın terakki edip yükselebilmesi ancak nefse muhalefet
etmesiyle kaimdir. Ruhun esâreti nefsin hürriyetidir, nefis esir alınamadıkça
ruh hürriyete kavuşamaz. Nefsin istek ve arzularını öldürmedikçe, ruhu diriltmek
mümkün değildir
Nefsin işgali altında kalan ruh ya hastadır, ya da ölü
mesabesindedir, yani canlı cenazedir.
Nefsin çeşitli hayvani sıfatları vardır. Mücadele ve mücahede
yapıldıkça, bu sıfatlar bir bir küçülür. Bundan sonra her sıfat değiştikçe
kuvvetten düşer. Sonraki sıfat daha zayıftır.
Fakat şu husus unutulmamalıdır ki, nefis ne kadar zayıflarsa
zayıflasın, küçülürse küçülsün, ancak sıfatını değiştirir. Meselâ aslansa kedi
olur, sinek olur. Her zaman için tehlikelidir ve korunmak lâzımdır. Ne kadar
küçülse, sıfatlar bir bir izale edilse bile kalan sıfatlar yine de tehlikelidir,
icraatını yapmak ister.
Meselâ bir kedinin yapacağı tahribat, bir aslanın yapacağı
tahribattan küçüktür. O şiddet kırılmış ve öldürülmüş olur. Öldürüldükçe de ruh
terakki eder, yükselir.
Bu noktada mühim bir incelik vardır. Ruh ne kadar kuvvet
bulursa bulsun, kişi bu tecelliyâtı Allah-u Teâlâ’nın lütfundan olduğunu
bildikçe muhafazadadır. Kendisinden bilirse helâk olur, yahut o an için
bırakılır. Allah-u Teâlâ nefsine ruhsat verir ve musallat eder. Ruhsat
nisbetinde musallat olur, müsade edilmezse yine bir şey yapamaz. Bu noktada
Allah-u Teâlâ’ya nasıl sığınmak ve merbudiyet kurmak gerektiğini, kişi
bırakıldığı anda düşmanın kendisini istilâya hazır olduğunu belirtmek
istiyoruz.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin bir
duâları şöyledir:
“Beni nefsime bırakma! Eğer sen beni nefsime bırakırsan,
nefsim beni kötülüğe yaklaştırır ve iyilikten uzaklaştırır.”
Mücadele etmek suretiyle Allah-u Teâlâ’ya sığınmaktan başka
kurtuluş çaresi yoktur. Kişinin son gayretiyle mücahede ve mücadelesini yapması,
sonra da yapamadığını anlayıp Allah-u Teâlâ’ya sığınması gerekir. İşte nefisle
mücadele budur.
Nefsi size şöyle tarif edeyim:
“Nefsimin küçücük olduğunu gözümle görsem -ki Allah-u Teâlâ
dilediğine gösterir-, bu küçük nesne bin parçaya ayrılsa, bir parçasından
Allahıma sığınırım. Değil binde birinden, tozundan Allah’ıma sığınırım. Çünkü
onun şerrinden ve hile-i desiselerinden beni ancak Rabbim kurtarır.”
Nefs Terbiyesinde Yardımcı Âmiller:
Nefsi terbiye etmek için birinci plânda ölümü çok anmak ve çöl
yolculuğuna çıkacak olan bir insanın bu tehlikeli yolculuktan başka bir şey
düşünmediği gibi düşünmek lâzımdır.
Nefis perdelerinin kırılması ve insan tabiatının dünya
hayatının lezzetleri içerisine dalmasının önlenmesi hususunda, ölümün
hatırlanması kadar kadar etkili hiçbir şey yoktur. Çünkü ölüm, insanın dünyadan
ayrılış şeklini ve Allah-u Teâlâ’ya kavuşma halini gözünün önüne getirir.
Nefis ölmeyi hiç istemez. Ona öleceğini, bilcümle malından,
evlâtlarından ve sevdiklerinden ayrılacağını sık sık duyurmalıdır.
Mezar ve hasta ziyaretleri ile cenaze merasimlerine iştirak
etmek gönülde ölümü hatırlatmayı tazeler.
Bir de aç bırakmak lâzımdır, nefsin açlığa hiç tahammülü
yoktur, hiç sevmez.
Bütün şehvetlerin, arzu ve isteklerin menbaı midedir. Açlık ise
nefsin arzularını öldürür.
Bâzı zevât-ı kiram üç gün beş gün oruç açmamışlardır. Size bunu
yapın demiyoruz, içinizden bir fert çıksın tecrübe etsin, neticesini sonra
görsün.
Nefis başlangıçta süt emen çocuk gibidir. O kendi haline
bırakılırsa, süt emme arzusu daha da artar. Sütten kesip alıştırılırsa, o da
emmeyi bırakır.
Şu kadar var ki lütuf ancak Allah-u Teâlâ’dan gelir. Kişi helâl
lokma yemeye dikkat ederse, ihlâs ile ibadetlerine devam ederse, nefsinin arzu
ettiği şeyi yapmayıp, arzu etmediği şeyi tercih ederse, merdivenden yukarıya
çıkmaya başlar. Tarikat merdivenlerine bu üç şeyle çıkılır. Bütün bunlar ilâhî
lütuftur, O verecek ki sen yürüyeceksin. Merdivene basa basa çıkarsın.
Ruhun Hürriyeti:
Ruh ve nefis iki ordu gibidir, devamlı harp halindedirler.
Hangi taraf ne kadar alırsa orası onundur. Hepsini alırsa işgal eder, diğerini
esir alır.
Hidayet nuru ise Zühal yıldızı gibidir, nefsin karanlığını
deler geçer. Tevhid tohumu vücudun her yanına dal salar, ihata eder.
Kendisi ile dargın olanı önce kendisi ile barıştırmak gerekir.
Çünkü onun nefsi ile ruhu çoktan arayı açmış. Kendi kendisi ile barıştırılmazsa,
Hakk’a ulaştırmaya imkân olmaz.
Bir düşman bir memleketi istilâ edip zaptettiği zaman, orada
kendi rejimini yürütmek ister. Hiç kimseye söz hakkı vermez, kimsenin hürriyete
kavuşmasını istemez. Kendi eliyle yaptığı putlara tapındırmaya mecbur eder.
Gizli veya açık ilâhlık dâvâsı güder.
Nefsi ile ruhu arayı açan kimsenin durumu da böyledir.
Düşmanını öğrenip mücadeleye girişir, muvaffak da olursa hürriyetine kavuşur,
işgalden kurtulur. Elindeki putu, gönlündeki mâsivâyı atar, Hakk’a ulaşır, dünya
saâdetine âhiret selâmetine erer.
Nefsin Tuzakları:
Nefis bulunduğu makam ve dereceye göre, insana değişik tuzak ve
hileler kullanır. Her ne kadar bazen uslu duruyor gibi görünse de silâhları
yanıbaşında hazırdır. Hiç tahmin edilmeyen bir anda aniden o silahı kullanır ve
ruhu öldürür.
Nefsin şeriattaki en büyük silahı “Vesvese vermek”tir. Kalbi
zikrullahtan uzak tutmak ve ibadetlerin faziletini gidermek için “Şu iş
olmasa, şu şöyle olsa!” gibi vesveselerle kalbi daima meşgul eder.
Tarikatta ise uyuma emri verir. Müridi uyutmak suretiyle Hakk’ı
zikirden uzaklaştırmaya çalışır. Bunun için de, yeme-içme gibi uyku sebeplerini
çoğaltır.
Velâyet ve nübüvvet dâvâlarını karıştırır. Kişiyi yersiz
dâvâların peşinde koşturur.
Marifete geçince Rubûbiyet dâvâsı sürmeye çalışır. Şüphesiz bu
bir gizli şirk olur.
NEFSİN TERBİYE VE ISLAH ŞEKİLLERİ
Tarikattaki Terbiye:
İlk nefis terbiyesi tarikatta başlar. Zira Tarikat-ı aliye’ye
dehalet etmeyen bir kimse, nefsini tanıyıp tehlike ve tuzaklarından haberi olmaz
ki onunla mücadele etsin, ıslahına çalışsın.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir Hadis-i
şerif’lerinde:
“Küçük cihaddan büyük cihada döndük.”
Buyurarak kâfirle olan cihadı küçük, nefisle olanı büyük
saymıştır.
İnsanın kendi nefsi ile cihad etmesine “Cihad-ı ekber”
denilmiştir. Çünkü düşmanların en büyüğü nefistir. Bir insanın sana yapacağı
en büyük düşmanlık seni öldürmesidir. Bu ise şehâdetine vesile olduğu için, seni
en yüksek mertebeye erdirir. Nefsin elinde ölürsen ebedi hayatın mahvolur.
Bir Hadis-i şerif’lerinde de, nefsin bir mümin için ne büyük
tehlike olduğunu haber veriyorlar ve şöyle buyuruyorlar:
“En şiddetli düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir.”
(Beyhakî)
Kişi Tarikat-ı aliye’ye dehalet eder etmez iç âlemine dönüş
yapar. İç düşmanını görür, onunla mücadele ve mücahedeye başlar.
En büyük düşmanla mücadeleye girişildiği için Resulullah
-sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir diğer Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Hakiki mücahid, nefs-i emmâresi ile savaşan kimsedir.”
(Tirmizî)
Abdullah bin Amr -radiyallahu anhümâ-dan rivayet edilen bir
Hadis-i şerif’lerinde ise şöyle buyurmuşlardır:
“Muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınandır.”
(Buhârî. Tecrid-i sarîh: 10)
Mükerrem denilmeye lâyık olan insan, nefsini tezkiye etmiş,
güzel ahlâk sahibi olmuş; içini, dışını, işini temizleyen, şeriat hizmetinde,
tarikattaki esaslara nâil ve vâkıf olan insandır.
Allah-u Teâlâ bir Âyet-i kerime’sinde insanların kendilerini
temize çıkarmalarını yasaklamakta ve şöyle buyurmaktadır:
“Kendinizi beğenip temize çıkarmayın. Çünkü O, kötülükten
sakınanı daha iyi bilir.” (Necm: 32)
İyiler de kötüler de gün gelecek Hakk’ın huzurunda
seçileceklerdir.
•
Nefis başlangıçta yeni doğan çocuğa benzer. Terbiye ile ıslah
veya ifsada kabiliyetli bulunduğundan, bir ilim-irfan erbabının taht-ı
terbiyesine girmeye muvaffak olursa; ilim, irfan ve fen öğrenerek terbiye olur,
dünyâ saâdetine ahiret selâmetine erer.
Nefsin her bir arzusu bir put mesabesindedir. Süflî nefsi, his
ve meyillerinden arındırıp tezkiye etmedikçe kişi nefsin putlarına tapmaktan
kurtulamaz.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde:
“Gördün mü o hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi?”
buyuruyor. (Furkan: 43)
İnsanlar nefislerinin hevâ ve heveslerine tâbi olunca nizam ve
intizam bozulur, hayatın gerçeklerinden uzaklaşılır.
Tarikat-ı aliye’deki nefis terbiyesine en güzel misal, yünlerin
halı hâline gelmesidir.
Çok uzak yerlerden getirilen kirli ve karışık yünler evvelâ
kazanlarda yıkanıp temizlenir. Sonra çeşitli taraklardan geçerek didik didik
olur, tel tel ayrılır ve iplik hâline gelir. Benliği tamamen gider, renk renk
boyandıktan sonra istenilen şekilde yumak olur.
Halı olabilmesi için de, bir dekoratörün kağıda çizdiği
dekorlar üzerinde renklerine ve ölçülerine göre yerleştirilmesi gerekir. Nihayet
tezgâhlarda dokunarak bu ipliklerden en güzel halılar meydana gelir.
Daha önceleri üzerine bastığımız zaman ayağımıza dolaşan o
kirli yünler, şimdi artık basmaya kıyamadığımız nâdide birer halı olmuştur. Hiç
kimseyi incitmez.
İşte nefis de kirli yün gibidir. Ayrı ayrı bölümleri vardır.
Temizlene temizlene, incele incele, taraklardan tezgâhlardan geçe geçe halı gibi
olup, ayak altına serilmedikçe terbiye ve ıslahı mümkün olmaz, tarikat mektebi
de bitmiş sayılmaz. O ana kadar fırsat buldukça kişinin hep ayağını
dolaştırır.
Evvela didik didik yapacaksın, halı gibi olduktan sonra onu
yere sereceksin. Ayak altına serdiğin zaman rahat ayak basabilirsin. Yoksa
hilekârdır, emniyet etmeye gelmez.
Hakikattaki Terbiye:
Hakikattaki nefis terbiyesinin misâli de buğday tanesidir. Bir
buğday tanesi toprağa düştüğü zaman önce çürüyor, varlığı yok oluyor. Sonra
izn-i ilâhî ile filiz veriyor, birçok başak yetiştiriyor. Olgunlaşıp başını
eğince ehli onu biçiyor. Harmanlarda atların ayakları altında, makinelerde
haddelerin arasında çiğneniyor. Taneleri ve samanları ayrılıyor. Buğday ambara,
saman samanlığa konuluyor.
Bütün bunlara rağmen buğdayın işi bitmez. Değirmene götürülerek
taşların arasında ezilir ve un hâline gelir.
Bu kadarla da bitmez, su ile yoğrulup hamur olur. Sonra fırına
atılır. Şiddetli ateşler içinde uzun zaman yanar ve pişer. Güzel bir ekmek
hâline gelir. Ancak bundan sonradır ki faydalı bir gıda hâline gelmiştir.
Ekmek fırına girip piştiği gibi, insan da ibtilâ çeke çeke
pişer ve olgunlaşır.
Rivayet olunur ki Musa Aleyhisselâm bir gün: “Yâ Rabbi!
Müminleri harplerde atların ayakları altında niçin çiğnetiyorsun, kullarını
cehennemde niçin yakıyorsun?” diye münâcatta bulunur. Bunun üzerine Allah-u
Teâlâ Cebrâil Aleyhisselam’ı göndererek ona buğday ekmesini emreder. Musa
Aleyhisselâm buğdayı eker, biçer, harman yapar. Buğdayı ambara, samanı samanlığa
koyar. Kalan hışırtıyı da yakarken Cebrâil Aleyhisselâm gelir. “Yâ Musa ne
yapıyorsun?” diye sorar. “Buğday ektim, biçtim, harman yaptım. Buğdayı
ambara, samanı samanlığa koydum. Hışırtıyı da yakıyorum.” diye cevap verir O
zaman Cebrâil Aleyhisselâm: “Allah-u Teâlâ da işte böyle yapıyor.”
buyurur.
Bir insanın beşeriyete faydalı olabilmesi için mânevî olarak
ekilip varlığını yok etmesi lâzımdır. Ondan sonra çeşitli ibtilâlara,
imtihanlara maruz kalır. Bu sıkıntılarda ihlâsını ve teslimiyetini ibraz ederse,
tanenin samandan ayrıldığı gibi ayrılır. Ona ibtilâ verilmeseydi samanlar
arasına karışıp gidecekti. Mânevî ibtila fırınlarında pişe pişe ekmek olur,
ondan herkes gıdalanır. Artık onun kendisine âit hiçbir varlığı yoktur. Allah-u
Teâlâ onu öyle bir hâle koyar ki, üstündeki varlığın sahibine ait olduğunu çok
iyi bilir. Bunlar Mürşid-i kâmil olan kısımdır. Allah-u Teâlâ ona o vazifeyi
vermiştir. Veren O, gönderen O, yaptıran yine O. “Yaptım” diye bir şey
yoktur. “Yaptım” dememesi için zaten onu o hâle koymuştur.
Diyelim ki sen bir buğdaysın, toprağa düştün ve çürüdün. Sonra
tekrar filizlendin, başak verdin. Kesildikten sonra harman oldun. Tanelere
ayrıldın. Taşların altına girerek öğütüldün, un oldun. Üstelik o toz da
üfleyince yok oluyor. Peki senin varlığın nerede kaldı? Bütün fiiller Fâil-i
mutlak’ındır. Mevlâ dilediğini dilediği yere koyar, dilediği yerde vazife
gördürür. Bütün icraatların kendisine âit olduğunu dilediğine duyurur.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Allah kime dilerse ona kat kat verir.” (Bakara:
261)
Bu veriş, Allah-u Teâlâ’nın dilediğince olacaktır.
Marifetteki Terbiye:
Marifetteki terbiyeye gelince; Dağ kadar büyük bir kaya
düşünün. Nefsin kendisini parçalamak, bu kayayı parçalamaktan zordur.
Parçalandıkça, her bir parça ile nefsin bir varlığı atılır. Her parçanın
atılışında da yükseldiğini ve terakkî ettiğini görür. Bu yükseliş çok
süratlidir. Mümin-i kâmil’in kalbi Arşırahmân’ın fevkinde olduğuna göre,
tasavvur buyurun ki o insanın ne kadar yükselmesi gerekiyor?
Kişi varlığını yok etmedikçe, eriyip hiç olmadıkça aslâ
marifete erişemez.
Bu dağ gibi kaya paramparça olduğu zaman, içindeki öz meydana
çıkar. Bu dağ parçalanacak ki o nur ortaya çıksın. Nefsin nurunu bulmak demek,
onu halkedeni bulmak demektir. “Men arefe”nin sırrı burada tecellî
eder.
Şimdi bir nefsin simsiyah durumuna bakın, bir de onu halkedene
bakın. İşte oraya erişen o nurla erişir. Artık o karanlık nefsinin varlığından
eser kalmaz. Vücudunun en kötü yeri iken, şimdi en iyi yeri olur. Çünkü o artık
nurdur, o nur ile Âlem-i lâhut’a erişir. Başka türlü Lâhut âlemi’ne
erişemezdi.
Hatta bazı kimselerin “Benim yolum tarikat yolu değil hakikat
yoludur.” demeleri insana ne kadar tuhaf geliyor. Halbuki tarikattaki mücadeleyi
bilse, değil o yola girmek, hemen kaçar. Bu yolları yürümeden, Tarikat-ı
aliye’ye ayak basıp hakikate çıkmadan, insanın mârifete ulaşması; ilkokulu
okumayan bir insanın üniversitede okuyorum demesine benzer.
Netice Olarak:
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde kendisine inanan ve Resul’ünü
tasdik eden kullarına; İslâm’ın bütün hükümlerini benimsemelerini, buyruklarını
uygulamalarını, yasaklarını terketmelerini emir buyuruyor:
“Ey iman edenler! Hep birden tam bir teslimiyetle İslâm’ın
sulh ve selâmetine girin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o sizin apaçık
düşmanınızdır.” (Bakara: 208)
Allah-u Teâlâ’ya gerçek mânâda teslim olun, hem dışınızla hem
içinizle O’na itaat edin. İslâm’a bir başka şeyi karıştırmayın.
Hakk’a uymayıp, Hakk’ı kendi arzu ve heveslerine uydurmaya
kalkışanlar hakkında Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’sinde şöyle buyurur:
“Eğer hak onların heveslerine uysaydı, gökler ve yer ile
bunlarda bulunanlar bozulur giderdi.” (Müminun: 71)
Çünkü onların hevâ ve hevesleri bozuktur, farklı farklıdır,
tutarsızdır.
Onlar nefislerinin arzularına meylettikleri için, Hakk’ı ve
hakikatı duymak, üzerinde düşünmek istemezler.
“Hayır! Biz onlara zikirlerini (şan ve şereflerini)
getirdik. Fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar.” (Müminun:
71)
Ona iltifat etmiyorlar, ondan feyiz alarak nefislerini
ıslâh etmek istemiyorlar. O sayede nefislerinin şerrinden kurtulmak arzusunda
bulunmuyorlar, arzu ve heveslerine uymaya devam edip durmak istiyorlar.
•
Hesap ve cezâ gününü düşünerek hayatını ona göre düzenleyen,
Rabbinin rahmetine ümit bağladığı kadar azabından da o nisbette korkan,
nefislerini hevâ ve heveslerine tâbi olmaktan alıkoyan müminlere çok büyük
müjdeler vardır.
Allah-u Teâlâ Âyet-i kerime’lerinde buyurur ki:
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve
hevesten alıkoyan kimseye gelince, cennet onun varacağı yerin ta kendisi
olacaktır.” (Nâziat: 40-41)
Allah’tan korkan kimse hevâ ve hevesine uymaz, ibadet ve taate
yönelir. Nefsâni arzulardan uzaklaştıkça iffetli olur, haramlardan ve şüpheli
şeylerden kaçındıkça verâ ve takvâ sahibi olur.
Şeddâd bin Evs -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Akıllı kimse, kendisini hesaba çeken ve ölümden sonrası
için çalışandır.
Âciz de, nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide
bulunan kimsedir.” (Tirmizi: 2461)
Nefsine uyup günahlarda ısrar ettiği halde, Allah-u Teâlâ’nın
kendisini affedip cennete koyacağını temenni eder durur.
Ebu Hüreyre -radiyallahu anh-den rivayet edildiğine göre
Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde
şöyle buyuruyorlar:
“Allah altmış yaşına kadar ömür verdiği halde, (yaratanı ve
yaşatanı tanımayan) kimsenin mazeretini kaldırmıştır.” (Buhârî. Tecrid-i
sarîh: 2020)
Dinî, dünyevî saâdet ve selâmet yollarını öğrenmek için tecrübe
zamanı demek olan bu müddet Hadis-i şerif’te altmış yaş olarak
sınırlandırılmıştır. Artık bu yaşa varan kimsenin kusurları hakkındaki
mazeretleri kaldırılmış oluyor. Ancak tevbe istiğfar etmek ve gönülden Hakk’a
yönelme yolu bulunuyor.
Bir kardeşimizle konuşurken nefisle mücahededen bahis
açılmıştı. “Yavaş yavaş alışacağız inşaallah.” dedi. Bu sözü hem
tuhafımıza gitti, hem de hoşumuza gitti. Yaşını sorduk. “Altmışüç” dedi.
“Onüç desen daha çok yakışacak.” dedik. Çünkü yavaş yavaş alışacağımıza
göre, demek ki önümüzde çok vakit var.
Ve mücahedenin, mücadelenin hakikatını ona izah ettik.
NUMUNE BİR NEFİS TEZKİYESİ
Aziz Mahmud Hüdâyî -kuddise sırruh-:
Milâdî 1541 yılında Şereflikoçhisar’da dünyaya geldi.
Medrese tahsilini İstanbul’da tamamladı. Hocası Nâsırzâde ismindeki zât
Edirne’ye müderris, Mısır ve Şam’a kadı tayin edildiği yıllarda onu da yanından
ayırmadı. 1573’te Mısır’dan dönüşünde Bursa Ferhâdiye medresesine müderris ve
Câmi-i Atik mahkemesi’ne nâib tayin edildi. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile
Bursa kadılığına getirildi.
Kadılığı esnasında bir gece rüyasında kıyametin koptuğunu,
sırat ve mizan kurulduğunu, sâlih kişiler olduklarını zannettiği pek çok
kimsenin, hususiyetle çok sevdiği hocası Nâsırzâde’nin de cehennemlikler
arasında bulunduğunu gördü.
Bu korkunç rüyanın verdiği dehşet ve teessür içindeki günlerde
mahkemeye bir dâvâ getirildi.
Boşanma dâvâsı ile huzuruna gelen bir kadın, kocasının her sene
Hacc’a niyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine Hacc’a niyet ettiği halde
gitmediğini ve o sene yine Hacc’a niyet edip eğer gitmezse kendisini üç talâkla
boşayacağını söylediğini, fakat arefe gününe kadar gitmediği halde kurban
bayramı günlerinde birkaç gün ortadan kaybolduktan sonra meydana çıkarak Hacc’a
gidip geldiğini söylemek suretiyle yalan konuştuğunu, bu itibarla talâkın
gerçekleşmesini istedi.
Yanında bulunan kocası ise, arefe gününe kadar memleketinden
ayrılmadığını kabul etmekle beraber, Hacc’a gidip geldiğini, hatta orada
görüştüğü arkadaşlarından dönüşlerinde şâhitlik yapmalarının istenebileceğini
söyleyerek talâkın gerçekleşmediğini savundu.
Dâvâ, kadı Mahmud efendi tarafından hacıların dönüşüne kadar
tehir edildi.
Hacılar döndükten sonra ise, kocanın iddiasında doğru olduğu
hacı arkadaşlarının şâhitlikleri ile anlaşıldı. Bunun üzerine kadı Mahmud efendi
talâkın vâki olmayacağına dair hükmü ilân etti.
Kararı açıklamakla beraber bu işin nasıl olduğunu ve
gidiş-gelişin ne şekilde gerçekleştiğini adamdan gizlice öğrenmek istedi.
O da eskici Mehmed dede adı ile anılan bir zâtın mânevî
delâletiyle tayy-i mekâna nâil olduğunu söyleyince, Hüdâyî -kuddise sırruh-
Hazretleri Mehmed dedeye başvurarak inabe talebinde bulundu.
Mehmed dede ise: “Nasibin bizden değildir, Hazret-i
Üftade’dendir, varın ona müracaat edin.” deyince dünyevî meşgalelerini
terkederek Üftade -kuddise sırruh- Hazretlerine intisab etti.
Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- ondan; önce mal ve mülkten,
ikinci olarak memuriyetten feragat etmesini ve üçüncü olarak da nefsini ayaklar
altına almasını istedi. O da bütün bunları tereddütsüz kabul ederek şeyhinin
irşad halkasına katıldı.
Şeyhine verdiği sözleri yerine getirerek önce mal ve mülkünü
fakirlere dağıttı, sonra da memuriyeti terk etti. Arkasından da nefsini ayaklar
altına alabilmek için çok sıkı bir riyazete başladı.
Hazret-i Üftade -kuddise sırruh- bir gün müridine:
“Haydi evlâdım! Bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa
sokaklarında dolaşıp satmalısın.”
Diye emretmiş, Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri de hiç
tereddüt etmeden sırığı samur kürkün üzerine almış ve Bursa sokaklarında:
“Ciğerci... Ciğerci!...” diyerek satmaya başlamıştı.
Bu hâli gören ahâli: “Kadı çıldırmış!” diyerek aleyhinde
bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat o, bu şekilde nefsini kırıp ruhunu
yükseltmek için, bu söylenenlerin hiç birine aldırmadı.
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri ciğer satma vazifesini
kemâl-i ihtimamla yerine getirdikten sonra onu dergahın helâlarını temizlemeye
memur etti. Bir gün abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna ve dümbelek
sesleri geldi. Meğer kendisinin yerine, yeni tayin olunan kadı geliyormuş ve
halk onu karşılamakla meşgul imişler. Hazret halkın bu âdetini bildiği için,
sesleri duyunca kendi kendine:
“Yeni kadı geliyor hâ!... Biçare Mahmud, sen böyle bir mesleği
bıraktın, şimdi abdesthanelere hizmetkâr oldun!”
Diyerek nefsinin iğfaline kapıldı. Hatırından bir an bunlar
geçince derhal toparlandı ve:
“Mahmud! Sen şeyhine, nefsini ayaklar altına alacağına dair söz
vermedin mi?”
Diyerek kalbinden geçen bu hâle tevbekâr olmuş ve elindeki
süpürgeyi atarak taşları sakalıyla süpürmeye başlayacağı bir anda şeyhi yetişmiş
ve:
“Evlâdım! Sakal mübarek şeydir, onunla böyle bir şey
yapılmaz.” diyerek omuzundan yakalamış, sonra da:
“Maksat bu mertebeyi atlatmaktı.” buyurmuş, sâdık
müridini içeriye alıp dergâha götürmüştü.
Kemâliyet lâf ile değil, yaşama iledir. Bunlar bu yolda hep
birer vartadır, birer imtihandır. Şeyhine karşı teslimiyet ve merbudiyet
sayesinde bu imtihanlar atlatılabilir. Bütün bunlar ilâhî takdirin
tecelliyâtıdır. Allah-u Teâlâ bu lütfu ona bahşedecekti, takdirinde vardı,
imtihanın neticesinde takdir olunan bu lütfa nâil oldu.
Hüdâyî -kuddise sırruh- Hazretleri şeyhinin taht-ı terbiyesinde
her geçen gün mânevî tecellilere nâil oluyor, ruhu olgunlaşıyordu. Nefsini
tezkiye ile kalbini tasfiyeye muvaffak olan Hazret, artık nebâtâtın bile
tesbihini duyar hâle gelmişti. Üç yıl gibi kısa bir zamanda seyr-ü sülûk’unu
tamamladı ve irşada mezun oldu.
Şeyhinin vefatından sonra Rumeli’ye gitti. Trakya ve
Balkanlarda bir süre kaldıktan sonra İstanbul’a geldi. Bu arada Üsküdar’da kendi
dergâhını inşa etti.
Halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir sahası meydana
getirdi. Dergahı her zümreden insanlarla dolup taştı. Akın akın gelenler, hasta
kalplerine şifâ olan sohbetlerine kavuştular. Devrin padişahları ona hürmette
kusur etmediler.
Milâdi 1628 yılında seksenyedi yaşında olduğu halde vefat
etmiştir. Cenazesi büyük bir merasimle kaldırılmış ve zâviyesinde bizzat
kendisinin yaptırdığı türbeye defnedilmiştir.
Hususiyetle mensupları, sevenleri ve türbesini ziyaret edenler
hakkında:
“Denizde boğulmasınlar, âhir ömürlerinde fakirlik
görmesinler ve imanlarını kurtarmadıkça gitmesinler.”
Şeklindeki duâsı, türbesini ziyaretçisi en çok olan türbeler
arasına sokmuştur.