16 Ekim 2012

YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI

YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI

METİN
Münasebeti zahirdir. Hazr, lügatta men ve hapsetmek manasına-dır. Şeriatta ise, şer'an kullanılması
men edilen şeydir. Mahzur, muba-hın zıddıdır. «Mubah ise, mükelleflere sevap veya günah kazanma
söz-konusu olmaksızın yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir. Mükellef mubahtan az da olsa bir
hesap verir. İhtiyar.
İmam Muhammed'e göre, her mekruh, yani tahrimen mekruh olan . herşey, haramdır, yani ateşle
ceza görme bakımından haram gibidir. Ama tenzihen mekruh olan şey, fukahanın ittifakı ile helâle
daha yakın-dır. İmameyne göre ise, tahrimen mekruh olan şey, harama daha ya-kındır. Sahih ve
muhtar olan da imameynin görüşüdür. Bid'at ve şüphe de tahrimen mekruhun mislidir.
Tahrmien mekruh olan birşeyin harama nisbet edilmesi, vacibin farza nisbet edilmesi gibidir. O
zaman vacib ne ile sabit olursa, tahrimen mekruh da onunla sabit olur. Yani sübutu zanni olan bir
delille sabit olur. Vacibi terketmek yüzünden insan nasıl günahkâr olursa, tahrimen mek-ruh'olan
şeyi yapan da günahkâr olur. Sünnet-i müekkede de vacib gi-bidir.
Zeylaî'de, atların hürmeti bahsinde şöyle denilmektedir: «Harama yakın olan bir şey, mahzurla bağlı
olan şeydir, ateşle cezalandırmayı ge-rektiren şey değildir. Belki sünneti müekkedenin terki gibi
itabı gerekti-rir. Çünkü sünneti müekkedeyi terketmekte ateşle eziyet etmek yoktur. Şu kadarı var
ki, sünneti müekkedeyi terketmek, Nebiyi muhtarın şefaatından mahrum kalmayı icabettirir. Zira
Rasulullah (s.a.v.), «Benim sün-netimi terkeden, şefaatıma nail olamaz.» buyurmuştur. Öyleyse
sünneti müekkedeyi terketmek haram değil, harama yakındır.»
Gıda için yemek yemek susuzluğu gidermek için su içmek, velev ki haram, ölmüş bir hayvanın eti
veya bir diğerinin malı olsun ona zamin de olsa, farzdır. Onu yemekle, hadisin hükmüne göre sevap
da kazanır. Şu kadarı var ki, insan nefsinden ölüm tehlikesini atlatacak kadar yemek farzdır. Ve
ondan dolayı sevap da kazanır. Nefsini helakten kurtaracak kadar yemek ise, ayakta namaz kılacak
ve oruç tutacak kadar vücudu sağlam tutacak kadar yemektir.
Bu ifadeden vücudu farzı kılamayacak kadar zayıflatacak miktarda yemeği azaltmanın caiz olduğu
anlaşılır fakat o kadar az yemek caiz değildir. Nitekim Mülteka ve diğer muteber kitaplarda da
yledir.
Ben derim ki: Mübteğa'da şöyle denilmektedir: «İnsanı helakten kurtaracak ve ayakta namaz kılma
gücünü kazandıracak kadar yemek yeme farzdır.» Uyanık ol.
Kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yemek de mubahtır. Doy-manın üstünde fazla yemek ise
haramdır. Hâniye'de bu fazla yemek ha-ram yerine kerahetle ifade edilmiştir. Midesini galib zannına
göre bo-zacak kadar çok yemek haramdır. İçmek de yledir. Kuhistani.
Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile fazla yemesi ve-ya kendisiyle oturmuş olan
misafiri utanmasın diye veya bunlara benzer sebeblerle çok yemesi haram değildir.
İbadet yapmaktan zayıf düşünceye kadar yemeği azaltmak caiz de-ğildir. Ama çeşitli meyve türlerini
yemesinde bir beis yoktur. Ama bunu terketmek daha efdaldir. Birkaç türlü yemek yapmak israftır.
İhtiyaçtan fazla yemeği sofraya koymak da israftır. Sünnet üzere yemek yemenin adabı şudur:
Evvelinde besmele çekmek, sonunda hamdetmek. Yemek-ten evvel ve sonra elleri yıkamak. El
yıkamada, yemekten evvel genç-lere, yemekten sonra ise yaşlılara öncelik verilmelidir. Mülteka.
İZAH
Haniye ve Tuhfe'de de başlık aynen böyle konulmuştur. Camiü's-Sağîr ve Hidâye'de ise, bu kitaba
«kerahet ve mubahlar kitabı» denilmiş-tir. Mebsut ve Zâhire'de ise, bu başlık yerine «İstihsân
kitabı» denilmiştir.- Çünkü bu kitabın meseleleri muhtelif cinslerdendir. Onun için bu isim (istihsan)
verilmiştir. Zira genel olarak meselelerinde kerahet, hazr, ibaha ve istihsan bulunmaktadır.
Nihâye'de olduğu gibi. Bazı alimler debu kitaba Zühd ve vera kitabı demişlerdir. Çünkü bu kitapta
şeriatın mutlak bıraktığı birçok meseleler vardır. Zühd ile vera ise, o mutlak bırakılan meseleleri
terketmektir.
Talibetü't-Talebe'den naklen Ebussuud'da şöyle denilmektedir: «İstihsan, güzel meselelerin
çıkarılmasıdır. Bu hususta söylenilenin en uy-gunu da budur. Ama fıkhı meselelerin cevabında
zikredilen kıyas ve istihsan ise, onların beyanları fıkıh usulündedir.»
«Münasebeti zahirdir ilh...» Hidâye şerhlerinde de olduğu gibi bu münasebet şudur: Udhiye ve bu
kitapta bulunan bütün meseleler bir asıl ve fer'den hali değillerdir ki, onda kerahet de varid olur.



Musannifin Hazr ve ibaha kitabı demesi üzerine de, onda hazr ve ibahat vaki olur denilir. Ne zaman
ki udhiye ile udhiyeden evvel ki kitabın münasebeti zikredildi, o zaman bilindi ki udhiye yerinde vaki
olmuştur. O zaman ar-tık bu münasebetin şu kitabın udhiyenin peşine zikredilmesinin vechini ifade
etmiyor diye itiraz edilmesin. Bu kitabın bütün kitaplarla münasebe-ti vardır denilerek de itiraz
edilmesin.
«Hazr lügatta men ve hapsetmek manasınadır ilh...» Kur'ân'da, «Rabbinin ihsanı mahzur değildir.»
(İsrâ : 20) buyurulmuştur. Yani Rab-binin rızkı ne sevap kazanandan, ne de günah kazanandan
hapsedil-miş değildir. Cevhere.
İbâha ise ıtlak etmek, serbest bırakmak anlamınadır.. Zeylaî.
«Mahzur, mubahın zıddıdır ilh...» el-Mahzur kelimesi başındaki «el» and içindir. Yani bizim fikir ve
tarif ettiğimiz şer'î mahzur, mubahın zıd-dıdır. İşte bu mubah için başka bir zıddın bulunmasına
münafi değildir. Ki bu da vaçibtir. Çünkü musannifin burada muradı, onun karşılığında elan mubahı
tarif etmek değildir. Çünkü onun tarifi, bilindiği gibi yu-karıda geçti. İşte bu izahla musannifin
burada hazrı tarif etmesi eammi ile tarif etmek demek değildir. Çünkü hazır haram ve mekruha nasıl
de-nilirse, vacibe de denilir. O zaman, kafi delille men edildiği sabit olan şey diye tarif etsek, hazrı
yine has tarifiyle tarif etmiş olmayız. Belki hazrın has tarifi şudur: Şer'an kullanılması men edilen
şey. Çünkü böy-le olursa, bu tarif zannî delil ile kaçınılması sabit olan şeyi de içine alır.
«Yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir ilh...» Minâh'ta da böyle tarif edilmiştir. Cevhere'de olan
ifade de şöyledir: «Mükellefin yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu şeydir.»
«Mubahtan az da olsa bir hesap verir ilh...» Bu da bir azabtır de-nilmesin. Çünkü şöyle bir şey varid
olmuştur ki, kim hesabta münakaşa ederse azab görür. Çünkü münakaşa, hesapta ziyade
araştırmaya vesile olur. Kamus'ta olduğu gibi.
«Her mekruh ilh...» Kerahet razı olmamaktır. Mutezileye göre kera-het irade edilmeyendir. O zaman
Mutarrızî'nin kerahet kelimesini Muğrib'te irade edilmeyen olarak tarif etmesi, mutezileye
meyletmektir. Ni-tekim Ebussuud da böyle ifade etmiştir. ,
«Yani tahrimen mekruh olan ilh...» Kerahet, mutlak zikredildiği za-man ondan ancak tahrimi kerahet
kasdedilir. Şeriatta olduğu gibi. Hazr ve ibahat babında olan kerahet tahrimi kerahattir. Bîri.
«Haramdır ilh...» Musannif bu kavliyle irade ediyor ki, o haramdır. Hidâye'de şöyle denilmektedir.
«Ancak, kesin bir nas bulunmayınca, ona haram lafzı ıtlak olunmaz.» Bir has bulununca, o zaman
haram veya he-lâldir diye kesin olarak söylenir. Eğer helâlliği hakkında bir nas bulun-mayan şey
hakkında «beis yoktur» denilir, hahamlığı hakkında bir nas bulunmayana da «mekruhtur» denilir.
İtkanî.
«Haram gibidir ilh...» Kuhistanî deyle demiştir. Bu şunu iktiza eder ki, o şey hakikaten İmam
Muhammed'e göre de haram değildir. Ateşle azab göreceği için o cihetle harama benzemektedir.
Herne ka-dar onun azabı kat'ı" haram olan birşeyin azabından az da olsa. Bu da İmam Muhammed
ile İmameyn arasındaki zikredilen ihtilafın mukteza-sının aksinedir. Bir de, imameynin kavlinin daha
sahih olmasının aksi-nedir. Evet öyledir ama, o, İbnü'l-Hümam'm Tahriku'l-Usul isimli eserin-de
tahkik ettiğine muvafıktır. Tahkik ettiği şöyledir ki; «Muhammed'in «haramdır» sözünde bir çeşit
mecaz vardır. Çünkü ikabı istihkak etmek-te haram ile tahrimen mekruh olan ortaktırlar. İmameynin
kavli ise, ha-kikat üzerinedir. Çünkü kati olarak bilinmektedir ki İmam Muhammed vacib mekruh
olanı inkâr edenin küfrüne hükmetmez. Nasıl ki, farz ve ha-ramı inkâr edeni tekfir etmişse. O zaman
İmam Muhammed ile mana iti-bariyle imameynin arasında zannedildiği gibi bir ihtilaf yoktur.»
Bunun Tahrikü'l-Usul'ün sarihi İbni Emir-i Hac Muhammed'in Meb-sutta zikrettiği ile teyid
etmektedir. Zikredilen kelâm şudur: «Ebû Yusuf, Ebu Hânife'ye, «Sen birşeye mekruhtur dediğin
zaman senin reyin ne-dir?» diye sorunca, Ebu Hânife, «Haramdır» demiştir.»
Yine Mebsut'ta, Muhammed'in, «Ebu Hânife de mekruhu inkâr eden kimseyi tekfir etmemiştir.» kavli
gelecektir. Bunun üzerine aralarındaki ihtilaf sırf bu mekruha haram demenin sahih olup olmadığı
üzerinedir. Bu husustaki kelâmın tamamı yakında gelecektir.
«Helâla daha yakındır ilh...» Yani onun faili asla ikab görmez. Şu kadarı var ki, onu terkeden kimse
de az bir sevap kazanabilir. Telvîh.
Bunun zahiri şudur ki. helâl değildir. Helâl olmamaktan haram olması veya tahrimen mekruh olması
da lazım gelmez. Çünkü Minah'ta da ol-duğu gibi. tenzihen mekruh olan bir şeyin mercii, onun
terkinin evlâ olmasıdır. Kuhistanî Minah'ta Cevahir'den naklen olduğu gibi, iki kera-het arasındaki
fasıl şöyledir: Eğer birşeyde asıl haram ise, umumi ibtiladan dolayı o haramlık ondan düşmüşse,



onu yemek veya içmek tenzi-hen mekruhtur. Kedinin artığı gibi. Yok eğer haramlık düşmemişse, o
za-man haramdır. Eşek eti gibi. Eğer onda asıl ibaha ise, sonra onu ibaha-dan çıkaracak birşey arız
olmuşsa bakılır: Eğer galib zanna göre haram edecek şey bulunursa, tahrimen mekruhtur. Necaset
yiyen bir sığırın artığı gibi. Yok eğer haram edecek birşey bulunmuyorsa, o zaman o tenzihen
mekruhtur. Yırtıcı kuşların artığı gibi.
«Bid'at ve şüphe de bunun mislidir ilh...» Kuhistanî'nin kelâmı şunu ifade etmektedir: Bid'at
kelimesi İmam Muhammed'e göre mekruhun eşanlamlısıdır. Şüphe de imameyne göre mekruhun
eşanlamlısıdır.
«Harama nisbet edilmesi ilh...» Yani sabit olma itibariyle. Musanni-fin, vacibin sabit olduğu şeyle
sabit olur sözü bu nisbeti beyan etmek-tedir. Şu kadarı var ki, musannifin bunu zanni sübut üzerine
ihtisar et-mesinde ki ibaresinde kusur vardır. Bunun beyanı şöyledir: Semi deliller dörttür. Birincisi,
hem sübutu, hem delâleti kafi olan Kur'an'ın müfesser ve muhkem nasları ve mefhumu kati olan
mütevatir sünnetin nasları gi-bi. İkincisi, sübutu kafi, delâleti zannî olan, tevil olunan ayetler gibi.
Üçüncüsü ise, bunun aksi, yani sübutu zannî, delâleti kafi, bu da mef-humları kafi olan ahadi
haberler gibi. Dördüncüsü, hem sübutu, hem de delâleti zannî olandır. Bu da mefhumu zannî olan
ahadî haberler gibidir.
Birincisi ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü ile, vacib ile tahrimi kerahet, dördüncüsü ile
de sünnet ve müstahab olan sabit olur.
«Zeylaî'de ilh...» Sarihin bu kavli, musannifin, «mekruh olan şeyi yapan günahkâr olur» kavlinin
anlamını açıklamak içindir. Zeylaî'de olan, Telvih'te olan ifadeye muvafıktır. Zira Telvih sahibi şöyle
demiştir: «Ha-rama yakın olmanın manâsı şudur: Yani ona ateşle azab etmenin dışın-da bir mahzur
taalluk eder. Sünneti müekkedeyi terketmek de hürmete (harama) yakındır. Bunun terkeden de
Peygamberin şefaatından mahrum kalır.»
Telvih'in ibaresi şunu iktiza eder: Müekked sünneti terketmek, tah-rimen mekruhtur. Çünkü o
harama yakındır. Burada müekked sünetten murad, cemaatla namaz kılmak, ezan ve kamet gibi
Hûda sünnetleridir. Çünkü bunları terketmek, sapıklıktır ve kınanır. Tahrir'de olduğu gibi. Bu-rada
terkten maksat, özürsüz olarak terketmek ve terkte ısrar etmektir. İşte bundan ötürü de cemaatı terk
üzerine icma edenler ile savaşılır. Çünkü cemaatta namaz kılmak veya sünen-i Hûda dinin
alametlerindendir. Onun terkinde ısrar etmek, dini hafife almaktır. O zaman onun terki üzerine
onlarla savaşılın. Bunu Mebsut zikretmiştir. İşte bundan dolayı denilir ki, onların cemaatı terki
üzerine savaşmak onun vacib olduğuna delâlet etmez. Bu bahsin tornamı Tahrir şerhindedir.
Sonra burada zikredilen «Ateşle azab görmez ama bir mahzuru is-tihkak eder» kavli, anifen sarihin
takdim ettiğine muhaliftir. İbnü'l-Hümam da Tahir'de, tahrimen mekruh olanı işleyen kimsenin
ateşle ikabı istihkak edeceğini kesinlikleylemiştir. Ancak şu kadarı var ki, sarihin yukarıda
takdim ettiği, Muhammed'in kavline has olduğu söylenebilir. Çünkü mekruh İmam Muhammed'e
göre haramdandır. Burada olan ise, imameynin «harama daha yakındır» kavli üzerine hamledilir. O
zaman bu ifade eder 'ki. İmam Muhammed'le imameyn arasındaki ihtilaf lafzi değildir. Bu da bizim
Tahrir'den naklen takdim ettiğimizin aksinedir. Bun-dan dolayı Ebussuud, Makdisî'den şunu
nakletmiştir: «Hilafın aslı şudur: Muhammed, mekruhu haram saymıştır. Çünkü onun helâlliğine
kesin bir nas yoktur. İmameyn ise onu helâl kılmışlardır. Çünkü eşyada asıl olan helâl olmaktır.
Hem de hürmetine dair kesin birşey de yoktur.»
Kerahet helâlliğe münafi değildir. Nihâye'nin hulu bahsinden Kuhistânî şöyle birşey nakletmektedir:
«Her mubah helâldir. Ama bunun aksi değildir. Meselâ, Cuma günü ezan zamanı alış-veriş helâldir
ama mubah değildir. Çünkü mekruhtur.»
Telvih'te şöyle denilmektedir: «Terki evlâ olan herhangi bir fiil, ke-sin bir delil ile men edilmekle
haram olur. Ama terki evlâ olan bir şey zannî delil ile men edilirse, tahrimen mekruh olur. Ama hiç
men bulunmazsa, o zaman tenzihen mekruh olur. İşte bu taksim, Muhammed'in gö-rüşüne göredir.
İmameynin görüşüne göre, terki evlâ olan bir fiil, men ile birlikte haram olur. Men olmadan ise,
tenzihen mekruhtur. Eğer helale daha yakın ise. Eğer harama daha yakın ise, o zaman tahrimen
mekruhtur.»
Bu ifade etmektedir ki, terki evlâ olan şeyin yapılmasını men etmek İmam Muhammed'e göredir.
İmameyne göre değil. İşte bununla İmamey-nin görüşü üzerine, mekruhun müekked sünnet ile
şefaattan mahrum ol-makta eşittirler. Allah daha iyisini bilir ama buradaki şefaattan murad,
derecelerin yükselmesidir veya ateşe girmemektir. Yoksa ateşten yıkmak veya muvakkat bir şekilde
mahrum olmak değil. Veya istihkak et-tiği birşeyden şefaatla kurtulmaktır. O zaman şefaatin



vukuuna münafi değildir. İşte bununla suç kebireyi işleyenen üzerine değildir diye itiraz
edilemeyeceği anlaşılmış olur. Hazreti Peygamber «Benim şefaatim üm-metimden kebairi işleyenler
içindir.» Nitekim Hasan Celebi Telvîh Haşiyesi'nde bunu zikretmiştir. Bunun tamamı bizim Menâr
üzerindeki haşiyelerimizdendir.
«Gıda için yemek ilh...» Setri avret, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymek de farzdır.
Şurunbulâliye.
«Velev ki haram ilh...» Adam susuzluk yüzünden ölmekten korksa, onun yanında da şarap olsa,
eğer şarabın susuzluğunu gidereceğini bil-se, susuzluğunu giderecek kadar içebilir. Bezzâziye.
yle susuz kalan bir kimsenin yanında idrar ve şarap olsa, o za-man şarap idrara takdim edilir
Tatarhâniye. Bu husustaki kelâmın ta-mamı ileride gelecektir.
«Ona zamin de olsa ilh...» Zira mecbur kalındığında birşeyin mu-bah oluşu, o şeyin saminiyetine
aykırı olmaz.
Bezzâziye'de şöyle denilir: «Adam açlıktan öleceğinden korksa, ar-kadaşının yanında da bir yiyecek
olsa, bu ölümden kurtulacak kadar kıymetiyle arkadaşından alır. Susuzluğunu giderecek kadar
fazlasıyla değil, kıymetiyle su da alabilir. Eğer arkadaşı imtina ederek vermese, silahsız olarak
onunla çarpışır. Eğer arkadaşının da açlık veya susuzluktan öle-ceğinden korkarsa, o zaman bir
kısmını ona bırakır. Bir adam diğerine, elimi kes ye, dese, helâl olmaz. Çünkü insan eti mecbur
kalındığında da mubah olmaz. Çünkü insan şereflidir.»
«Ondan dolayı sevap da kazanır ilh...» İhtiyâr'dan naklen Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir:
«Rasulullah (s.a.v.), «Şüphesiz Allahu Teâlâ insanların her yaptığı şeyin karşılığında ecir verir.
Hatta kulun ağzına gö-türeceği lokmanın dahi sevabını verir.» buyurmuştur. Eğer ölene kadar yeme
ve içmeyi terkederek ölse, asi olmuş olur. Çünkü yemeği terketmekte nefsi tehlikeye atmak vardır.
Hem de muhkem ayette nefsi tehli-keye atmak nehyedilmiştir.»
Ama bunun aksine, hasta bir adam tedaviden kaçınmış olduğu için ölse, günahkâr olmaz. Çünkü
onun tedavi ile şifa bulacağı yakın değil-dir. Nitekim Mülteka şerhinde de böyledir.
«Bu ifade ediyor ki ilh...» Yani, «bundan dolayı sevab da kazanır» sözü ifade ediyor. Çünkü bunun
zahiri, o kadar yemek mendubtur. Mendub oluşu da Mülteka'nın metninde tasrih edilmiştir. O
zaman yemeği terketmenin caiz olduğunu ifade eder.
«Nitekim Mülteka ilh...» Mülteka'da olanı musannif yakında zikredecektir. Zira Mülteka sahibi
ibadetlerin edasından zayıflatacak kadar ye-meği azaltarak riyazet yapmak caiz değildir demiştir.
«Ben derim ki ilh...» Bu kavil, sarihin «caiz değildir» sözünü teyid etmektedir.
«Uyanık ol ilh...» Sarihin bu sözü, musannifi muaheze etmeye işaret ettiği gibi, Mülteka'da
zikredileni de muaheze etmektedir.
«Mubahtır ilh...» Yani ne sevap, ne de günah vardır. Ancak, eğer yediği helâlden olursa, bunun az
bir hesabını verir. Zira hadiste Rasulullah, «İnsan herşeyden görür, ancak üç şeyden hesap
görmez. Avre-tini örtecek bir parça bez, açlığını giderecek kadar bir parça ekmek, onu yazın
sıcaktan, kışın soğuktan koruyacak bir ev.» buyurmuştur. Yine şöyle hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun sulbünü kuvvetlendirecek lokmalar-dan da hesap sorulacaktır. Ancak nefsini
kurtaracak kadar yemesinden sorulmayacaktır.» Dürrü Münteka.
«Doyuncaya kadar ilh...» Doymak, yani vücudunu gıdalandırmak ve bedenini kuvvetlendirecek
kadar. Kuhistanî.
«Haramdır ilh...» Çünkü malı zayetmek ve nefsi hasta etmektir. Şöy-le bir hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun doldurduğu kapların en şerri doldurduğu midesidir.» Eğer karnı doldurmak lazım
ise, üçte birini ye-meğe, üçte birini suya ve üçte birini de nefes almaya. Azab bakımından en uzun
azab görecekler, en çok karnını doyuranlardır. Dürrü Münteka.
BİR TETİMME : Tebyînü'l-Mehârim'de, şöyle denilmektedir: «Âlim terden bazısı tarafından diğer iki
mertebe de eklenmiştir. Bunlardan bi-risi mendub olan yemektir. Mendub olan yemek ise, insanı
nafile namaz-lara, ilim öğrenmeye ve ilim öğretmeye yardımcı olan yemektir. Diğeri de mekruh olan
yemektir. Bu da, doyduktan sonra ondan bir zarar görme­yecek kadar fazla yemektir. Abidin rütbesi
mendub olan yemekte mu-bah olan yemek arasında muhayyer kalmaktır. Ve, yediği zaman yediği
ile ibadete kuvvetlenmeyi murad ederse, o zaman itaat etmiş olur. O yemesiyle de lezzet ve nimet
almayı murad etmemelidir. Zira Cenab-ı Allah kâfirleri faydalanmak ve nimetlenmek için
yediklerinden onları zemmetmişitr. Şöyle ki Cenab-ı Allah, «Kâfirler ise zevklenirler, hayvanların



yediği gibi yerler, yerleri ateştir.» (Muhammed : 12) buyurmuştur. Rasulullah da, «Müslüman bir
barsakla, fakat kâfir yedi barsakla yer.» buyurmaktadır. Bu hadisi Şeyheyn ve diğer kitaplar rivayet
etmişlerdir. Bu-rada yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı alimler tarafından da, Resulullah bunun
mümin için bir darb-ı mesel olarak zikretmiştir, yani mümin dün-yadan züht eder, kâfir ise dünyaya
haristir. Öyleyse mümin yemeği ha-yatını devam ettirmek ve ibadetlerini yapabilmek için yer. Kâfir
de hırs, şehvet ve lezzeti taleb için yer. O zaman az da olsa mümin doyar, fakat kâfiri çok da olsa
doyurmaz.»
«Hâniye'de kerahetle ifade edilmiştir ilh...» Umulur ki, evceh olan birinci görüş, yani haram
ifadesidir. Çünkü israftır. Ki Allahu Teâlâ da «İsraf etmeyin» buyurmuştur. Allahu Teâeâ'nın bu
kavlinin sübutu da, delâleti de kafidir. Düşünülsün.
«Çok yemek ilh...» Bunu Kuhistanî, Kermanî'nin eşribe bahsine isnad etmiştir. T. de diyor ki, «Sarih
bununla ifade ediyor ki, burada doy-maktan murad, şer'i doymaktan fazla olan değildir. Çünkü şer'i
doymak, midenin üçte birini doldurmaktır. Buradaki doymaktan murad, mideyi ifsad kadar
yemektir.»
«Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile ilh...» Zahir şudur ki, buradaki istisna, sarihin
de tevilde zikrettiğine binâen müntakidir. Zira eğer midesinin ifsad edilmesi zannına galib olursa,
artık mi-desini bozacak kadar ramazan için yemesi nasıl caiz olur? Bununla be-raber
hastalanmaktan korkmuş olsa bile onun iftar etmesi mubahtır. An-cak şöyle denilebilir: İfsattan
murad. çok zarar vermeyi ziyadeleştirmeyen bir ifsattır. Zikredilen, bazı müteahhirin alimlerinin
istisnasıdır. Ni-tekim Tatarhâniye de böyle ifade etmiştir.
«Misafiri utanmasın diye ilh...» Yani ihtiyacı kadar yedikten sonra gelen misafirin utanmaması için
yemesi de haram değildir. Kuhistanî.
«Ve bunlara benzer ilh...» Mesela adam, ihtiyacından fazla olarak istifra etmek için yerse, Hasan
diyor ki, bunda bir beis yoktur. Hasan di-yor ki, «Ben Enes bin Malik'i gördüm ki, çok çeşitli
yemeklerden ve çok yerdi. Sonra da onu istifra ederdi. Bu istifra etmesi de ona menfaat ve­rirdi.»
Haniye.
«İbadet yapmaktan ilh...» Yani farz olan ibadeti ayakta kılmaktan zayıflayacak kadar yemeği
azaltmak caiz değildir. Ama eğer onu zayıf-latmayacak bir vecihle yemeği azaltırsa o zaman o
mubahtır. Dürrü Münteka.
«Terketmek daha efdaldir ilh...» Ki derecesi noksanlaşmaya ve bir de «İnkâr edenler ateşe
sunuldukları gün, (kendilerine denir ki): «Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayettiniz.
bunlarla sefa sürdünüz, tü-kettiniz.» (Ahkâf: 20} âyetinin hükmüne girmeyeler. Hasenatı çoğaltmak
için yemeğin fazlasını tasadduk etmek efdaldir. Dürrü Münteka.
«Birkaç türlü yemek yapmak israftır ilh...» Ancak, ibadetin kuvveti için veya peşpeşe ziyafet vermesi
halinde israf değildir. Kuhistânî.
«Sünnet üzere ilh...» Eğer besmeleyi yemeğe başlarken unutursa, aklına geldiğinde yemeğin başı
ve sonuna bismillah desin. İhtiyar.
Bismillah denildiği zaman sesini yükselt ki seninle beraber bulunan-lara da telkinatta bulunmuş
olasın. Ama sonunda hamd getirirken onu yüksek sesle getirme. Ancak, arkadaşları yemeklerini
bitirmişlerse, o za-man yüksek sesle elhamdülillah denilebilir. Tatarhâniye.
Besmele, ancak yemek helâl olursa çekilir. Ama sonundaki hamd. ister helâl olsun, ister hararn,
yapılır. Kınye, T.
«Yemekten evvel ve sonra elleri yıkamak ilh...» Yemekten evvel el-leri yıkamak fakirliği yok eder.
Mendille eli silinmez. Yemekten sonra yıkamak da kınanmayı nefyeder. Ama yemekten sonra
yıkanmada ye-meğin eserinin elden gitmesi için eller kurulanır. El yıkamanın yemenin bereketi
olduğu söylenmiştir. Un yemekle de el yıkamada bir beis yok-tur. Yemek için ağızı yıkamak da elleri
yıkamak gibi sünnet midir? El-Cevap: Sünnet değildir. Şu kadarı var ki cünüp adamın ağzını
yıkamadan yemek yemesi mekruhtur. Ama hayızlı kadın bunun aksinedir, Dürrü Münteka. Bunun
misli Tatarhâniye'de de mevcuttur.
«Yemekten evvel gençlere ilh...» Çünkü onlar ihtiyarlardan çok yer­ler, ihtiyarlar ise daha az yerler.
Dürrü Münteka.
«Yemekten sonra ise yaşlılara ilh...» Zira Rasulullah, «Bizim yaşlı-larımıza saygı göstermeyen
bizden değildir.» buyurmuştur. İşte bu da saygıdır. T.



BİR TETİMME -. Tuzluk veya tabağı ekmek üzerine koymak mekruh-tur. Eli veya bıçağı ekmekle
silmek de mekruhtur. Ekmeği sofraya bağlamak da mekruhtur. Muhtar kavle göre, bir yere
yaslanarak veya baş açık olarak yemek yemekte de beis yoktur. Ekmeğin ortasını yemek ve
kena-rını bırakmak veya kabaran yerlerini yemek diğer yerlerini bırakmak is-raftır. Ancak geri
kalanını yiyen olursa o zaman beis yoktur. Nasıl Ek-meğin içinden birisini tercih etse, mekruh
değildir. Ekmek hazır olunca katığı beklememek, ekmeğe hürmet etmektir. Elinden yere düşen
lokma-yı yerde bırakmak da israftır.
Layık olan onunla yemeğe başlamaktır. Yemeğin ortasından yeme-mek, kenarından yemek
sünnettir. Ayyerden yemek de sünnettir. Çün-kü hepsi bir yemektir. Ama bunun aksine bir
tabakta birkaç çeşit meyve olsa, o zaman o meyvelerden dilediğini, dilediği yerden yer. Çünkü o
birkaç türlüdür. Buraya kadar saydıklarımızın hepsi ile asar varid olmuş-tur. Sofraya otururken, sol
bacağı yatırmak, sağı dikmek de sünnettir. Yemeği sıcak yememek ye koklamamak da
sünnettendir. İkinci imamdan yemeği üflemede kerahet olmadığı, ancak, sesli bir şekilde üflemenin
mekruh olduğu rivayet edilmiştir. Yemek zamanında susmak mekruhtur. Çünkü yahudilere
benzemektir. Yemekte maruf ile konuşulur. Peygamber aleyhisselatü vesselam, «Kim bir çanaktan
yemek yer ve sonra o çanağı İyice temizlerse, çanak ona, «Allah seni ateşten azad etsin, çünkü sen
beni şeytandan azad ettin» der.» buyurmuştur. Ahmed'in rivayetinde «ça-nak ona istiğfar eder»
denilmiştir. Yemeğe tuzla başlamak ve tuzla bitir-mek de sünnettendir. Hatta onda yetmiş derde şifa
vardır. Yemekten sonra eli silmeden önce ve kâseyi yalamak da sünnettendir. Bu bahsin tama
Dürrü Münteka, Bezzâziye ve diğer kitaplardadır.
METİN
Ehli kısrak eşeğin eti mekruhtur. Malik buna muhalefet etmiştir. O eşeğin sütü ve insan pisliği yiyen
bir hayvanın sütü de mekruhtur. Kıs-rağın sütü ve devenin sidiği de mekruhtur. İmam Yusuf, tedavi
için kıs-rak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet vermiştir. İnsan pisliği yiyen hay-van ile kısrağın
etini yemek mekruhtur. Ancak pislik yiyen hayvan, etin­den o pis koku gidinceye kadar hapsedilir,
koku gittikten sonra yenilir. Bu temizlenme müddeti şöyle takdir edilmiştir: Ezher kavle göre, tavuk
üç gün, koyun-keçi dört gün, deve ve sığır on gün hapsedilir. Eğer bir hayvan, hem necaset, hem
de temiz yiyecekler yese ve eti de kokmasa, o zaman onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen bir
buzağının etinin helâl olması gibi. Çünkü onun eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de müstehlik
olmuştur.
Eti yenilen bir hayvan şarap içse, aynı saatte kesilse, onun etini ye-mek helâldir ama mekruhtur.
Zeylai, Vehbaniye Şerhi'nin av bahsi.
Hem erkek, hem de kadın için altın ve gümüş kaptan yemek ye-mek, su içmek ve yağ sürünmek ve
kokulanmak mekruhtur. Zira hadis mutlaktır. Gümüş ve altın kaşıkla yemek veya altın ve gümüş
mille sürme çekmek ve kullanmakta buna benzer sürme konulacak altın veya gömüş kabın, altın ve
gümüş çerçeveli ayna, altın ve gümüşten yapılan alem ve hokkayı kullanmak da mekruhtur. Yani
halkın örfüne göre kullanılmak üzere yapıldığı işte kullanılması mekruhtur. Yoksa, mekruh değildir.
Hat-ta bir adam yemeği altın bir kaptan başka bir yere aktararak orada ye-se veya suyu veya yağı
altın kaptan evvela başına değil, eline dökmesi, eliyle başına sürmesi halinde bir beis yoktur.
Mücteba ve diğerleri. Bu da Dürer'de tahrir edilenin ta kendisidir. Hıfzedilsin.
Kuhistanî ve diğer birisi şunu istisna etmiştir: Savaşta altın ve gü-müşten yapılmış miğfer, zırh,
kolçak kullanılması mekruh değildir. Şim-diye kadar sayılan kerahetler bedene ait olanlardır. Ama
bedenin gayrısında sırf süs için altın ve gümüşten kap, veya bir sedir yapmış olsa, üzerine de ipek
sermiş olsa, onda beis yoktur. Belki selef bunu yapmış-tır. Hülâsa. Hatta Ebû Hânife, yüzü ipek olan
yastığa yaslanmayı, üze-rinde yatmayı mubah kabul etmiştir. Nitekim ileride gelecektir.
Bakır ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur. Ama efdal olan, kabın toprak
olmasıdır. Peygamber aleyhisselâtı vesselam, «Kim kaplarını topraktan yaparsa, onun evini
melekler ziyaret eder.» buyurmuştur. İhtiyar.
Bakır, çam, billur ve akikten yapılan mezkûr şeyler mekruh değil-dir. Şafiî buna akikte muhalefet
etmiştir. Gümüşle süslenmiş bir kaptan su içmek, gümüşle süslenmiş eğere binmek, gümüşle
süslenmiş bir kol-tuğa oturmak helâldir. Şu kadarı var ki, gümüşle süslenmiş bir su ka-bından su
içildiği zaman, ağzı gümüşe temas ettirmekten kaçınmalıdır. Bazı alimler tarafından eğere
binileceği zaman veya eline böyle bir nes-ne aldığı zaman yine gümüşle yere temas etmekten
kaçınmasının şart olduğu söylenmiştir.
Gümüş veya altınla çemberlenmiş bir kaptan yemek, içmek mekruh değildir. Altın veya gümüşle



çemberlenmiş bir sandalye, gümüş veya altınla çerçevelenmiş bir ayna veya gümüş veya altınla
yazılmış bir mushafta mekruh değildir. Nasıl ki, kılıç veya bıçak gümüşten veya altın-dan yapılmış
olsa, veya onların kabzasında altın veya gümüş olsa, ve-ya atın gemi veya üzengisi altın veya
gümüşten olsa, elini altın veya gümüş üzerine koymazsa mekruh değildir.
Bir kumaşın altın veya gümüşle süslenmesi de mekruh değildir.
Müctebâ'da şöyle denilmektedir: «Gümüşle süslenmiş bir bıçak, hokka ve üzenginin
kullanılmasında beis yoktur.»
İkinci imamdan, bu sayılanların hepsinin mekruh olduğu rivayet edil-miştir. Bu hususta imamlar
arasındaki ihtilaf gümüşle süslenmiş herhan-gi birşeyin kulanılmasındadır. Ama gümüş veya altın
yaldızlamaya ge-lince, ulemanın icmaı ile bunun kullanılmasında beis yoktur. Burada gem ile
üzengi ve diğerleri arasında fark yoktur. Çünkü, yaldız helak olur. Onun rengine itibar edilmez. Ay
ve diğer kitaplar.
Kâfirin velev mecusî de olmuş olsa, «ben şu eti kitabi bir kimseden aldım» demesi kabul edilir ve o
et helâldir. «Ben onu bir mecusîden al-dım» demesi de kabul edilir ve o zaman et haram olur. Bir
kimsenin ha-beri ile de o reddolunmaz. Bu meselenin asıl kaidesi şudur: Kâfirin ha-beri fukahanın
icmaı ile diyanetle ilgili meselelerde değil, muamelâtla ilgili meselelerde makbuldür. İşte Kenz'in
«Kâfirin helâl veya haram hu­susundaki sözü makbuldür» sözü bunun üzerine hamledilir. Yani
mua-melat hususundaki sözü makbuldür şeklinde anlaşılmalıdır. .Yoksa Zey-laî'nin zannettiği gibi
mutlak helâl ve haramda sözü kabul edilir anla-mında değildir.
Kölenin -velev cariye olsun- ve çocuğun sözü de kabul edilir, he-diyede. Burada da ister o çocuk
veya köle efendi veya velilerinin baş-kasına veya kendilerine hediye ettiğini haber versinler, hiç
farketmez. Yine çocuğun veya kölenin izinle haber verme sözü de makbuldür. İş-te bu izin ister
ticaretle izin olsun, ister binaya giriş izni olsun. Bunu Sirac şöyle kayıtlamıştır: «Eğer zannı galibe
göre onlar doğru söylüyorlarsa». O zaman bir çocuk sabun veya benzeri birşey almak istese, ona
satılmasında beis yoktur. Ama Üzüm ve helva gibi şeylerde layık olan satmamaktır. Çünkü zahir
onun yalanıdır. Bu bahsin tamamı Sirac'tadır. Kâfirin, fasıkın ve kölenin muamelâttaki sözü
makbuldür. Çünkü bu çok vaki olmaktadır. Meselâ bir köle, kâfir veya fasık, «ben şu şeyin satışında
falan kimsenin vekiliyim» dese, zannı galibe göre doğru söy-lüyorsa, ondan alınması caizdir.
Nitekim yukarıda geçti. Bu bahis hazr bahsinin sonunda gelecektir.
İZAH
«Ehli kısrak eşeğin eti mekruhtur ilh..Ama yabani eşek bunun ak-sinedir. Ki, yabani eşeğin eti ve
sütü helâldir.
«Malik buna muhalefet etmiştir ilh...» Bu ihtilaftan dolayı musannıf burada haramdır dememiştir.
Minâh. Yani bu delillere murarız bir de-lildir.
«Eşeğin sütü ilh...» Çünkü o süt etten doğar, o zaman et haram olunca süt de haram olur. Minâh.
«İnsan pisliği yiyen hayvanın sütü de ilh...» Yani yalnız onu yerse ve eti kokarsa.
Vehbâniye Şerhinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da, «Mekruh olan insan pisliğini yiyen hayvan
şudur ki ona yaklaşıldığı zaman ondan pis koku gelir. O zaman onun eti yenilmez, sütü içilmez,
öküz ise ça-lıştırılmaz. Bu durumda iken onu satmak veya hibe etmek de mekruh-tur.» denilmiştir.
Bakkalı, onun terinin de necis olduğunu zimretmiştir.» Biz bunu zebaih bahsinde takdim ettik.
«Kısrağın sütü ilh...» Musanniften naklen zebaih bahsinde takdim olundu ki, en kuvvetli delile
binaen kısrak sütü içmekte beis yoktur. Çün-kü onu içmekte cihat aletini zayıflatma yoktur. Biz,
zebaih bahsinde tak-dim ettik ki mutemed olan şudur ki imam, imameynin kavline dönmüş-tür. Ki
onların kavli şudur: «At eti tenzihen mekruhtur.»
«Ebû Yûsuf, tedavi için kısrak sütü ve deve sidiğini içmeye icazet vermiştir ilh...» Hindiye'de şöyle
denilir: «İmameyn devenin idrarı ile at etinin tedavi için yenilmesinde beis olmadığını
ylemişlerdir. Yine Ca-miü's-Sâğîr'de de böyledir.» T.
Ben derim ki: Hâniye'de şöyle denilmiştir. «Adam tedavi için parma-ğına bir bağırsak taksa, Ebû
Hânife'den mekruh olduğu rivayet edilmiş-tir. Ebû Yûsuf'tan da mekruh olmadığı rivayet edilmiştir.
Burada Ebû Yû-suf eti yenilenin sidiğinin içilmesi hususunda ihtilaf üzeredir. Ki, fakiri Ebûl Leys
Ebû Yûsuf'un kavlini tutmuştur.»
«Ezher kavle göre ilh...» Tecnis'ten naklen Vehbâniye şerhinde za-hiri rivayet üzerine muhtar olan
da budur, denilmiştir. Çünkü zahir bu müddet içersinde onların temizlenmesi hasıl olur.



Bezzâziye'de: «Tavuk sığır ve koyun hakkındaki geçen müddetler ancak leş yerlerse şarttır Şu
kadarı var ki, devede temizlenme müdde-ti bir ay, sığırda yirmi gün, koyunda ise on gün olarak
takdir edilmiştir.»
Yine Bezzâziye sahibi şöyle demektedir: «Serâhsi demiştir ki, en essahı takdir edilmemesidir.
Necaseti yiyen hayvan, o pis koku gidin­ceye kadar hapsedilmelidir.»
«Helâldir ilh...» İşte bundan dolayı fukaha demiştir ki, tavuğun ye-nilmesinde beis yoktur. Çünkü
tavuk herşeyi yer ve eti de bozulmaz. Peygamber aleyhisselatı vesselamın tavuk eti yediği rivayet
edilmiştir. Tavuk üç gün hapsedilir rivayetine gelince, bu rivayet tenzihi bir yol-ladır. Zeylaî.
«Çünkü onun eti bozulmaz ilh...» Keza Zahîre'de de böyledir. Bu «muteber olan kokudur» kaidesine
muvafıktır. Şu kadarı var ki, Haniye' de şu zikredilmiştir: «Hasen, domuz sütü ile beslenen bir
buzağının eti-nin yenilmesinde bir beis yoktur demiştir. İbni Mübarek de şöyle de-miştir: «Onun
manâsı şudur: Eğer domuz sütü ile beslendikten sonra birkaç gün sonra ot yerse, o necaset yiyen
hayvan gibidir.»
Kınye'den naklen Vehbâniye şerhinde, domuz sütü ile beslenen bir buzağının eti, eğer domuz
sütünü içmesinden birkaç gün sonra kesilirse helâldir. Yoksa helâl değildir.»
FER'İ BİR MESELE: Ebussuud'da, Fukahanın ekserisine göre, ne-casetlerle sulanan ekinler ne
haramdır, ne de mekruhtur.» denilmiştir.
«Helâldir ama mekruhtur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, burada ke-rahet tahrimendir. Bunun üzerine
şarap içen bir hayvanla necaset yiyen bir hayvanın ve domuz sütü ile beslenen buzağı arasındaki
farka ba-kılsın.
«Hem erkek, hem de kadın için ilh...» Hâniye'de: «Kadınlar zinetin dışında yemekte, içmekte ve
vücuduna yağ sürmekte erkekler menzile-sindedirler. Yalnız kadınlara atlas, ve ipek, altın, gümüş
ve inci takmak ve giyinmekte beis yoktur.»
«Hadis mutlaktır ilh...» Hadis şudur: Huzeyfe'den rivayet edilmek-tedir ki şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a.v.) duydum ki, «İpek, atlas giyme-yiniz. Altın ve gümüş kaptan birşey içmeyiniz. Altın ve gümüş
sahan-da yemek yemeyiniz. Zira altın ve gümüş dünyada onlara, ahirette de sizedir. «Bu hadisi
Buhârî, Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Zeylaî'nin naklettiği daha başka birçok hadis vardır.
Sonra Zeylaî, altın ve gümüş kapta yemek ve içmenin haram olduğu sabit olduğundan o zaman
altın ve gümüş kaptan koku sürünmek de haramdır. Çünkü o da kul-lanma bakımından yeme-.< ve
içmek gibidir, demiştir.
«Kullanmak buna benzer ilh...» Gümüş veya altından olan sofra ve siniler veya altın veya gümüşten
bir ibrik veya bir leğende abdest al-mak, altın ve gümüşten bir çıra yakmakta altın ve gümüşten
yapılmış bir sandalye üzerinde oturmak da bunlardandır. İşte bu sayılanlarda ka-dın ve erkek eşittir.
Tatarhâniye.
«Ayna ilh...» Ebû Hânife diyor ki, aynanın halkası gümüşten olursa, beis yoktur, ayna demir olduğu
takdirde. Ebû Yûsuf da diyor ki, halkası gümüşten olanda hayır yoktur. Tatarhâniye.
«(Yani ilh...» Bu «yani» Dürer sahibinindir. Bu husustaki kelâm ileri­de gelecektir. Müctebâ ve
diğerlerinin ibaresi ise, «Yemeği eğer altın bir kaptan başka yere naklederse» sözünden
başlamaktadır.
«Müctebâ ve diğerleri ilh...» Nihâye ve Kifâye gibi. Nihâye ve Kifâye sahipleri, zahire sahibinin
Camiü's-Sâğîr şerhinden aynen şunu nakletmişlerdir: «Bazı alimler tarafından yağlanmanın sureti,
adam bir altın veya gümüş kap alır, o altın veya gümüş kaptan yağı başından aşağıya döker. Ama
eğer altın veya gümüş kaptaki yağa elini sokar oradan eliyle alır, sonra başından dökerse, o zaman
mekruh olmaz.»
Tatarhâniye'de, «Kâseden yemeği almak, ekmeği üzerine koymak, sonra yemekte bir beis yoktur.»
cümlesi ilave edilmiştir.
Dürer'de Tatarhâniye'nin bu ibaresine itiraz edilmiştir: «Bu ibare al-tın ve gümüşten kaptan kaşıkla
alınarak yenilen yemeğin mekruh olma-masını gerektirir. Yine altın ve gümüş tabaktan eliyle alıp
yese layık olan mekruh olmamasıdır. Sonra da denilmiştir ki, şu kadarı var ki layık olan, bu rivayetle
fetva verilmemesidir. Ki altın ve gümüşün kulla-nılma kapısı açılmasın.»
«Dürer'de tahriri edilenin ta kendisidir ilh... Zira Nihâye ve Kifaye'-de olan üzerine yapılan itiraza
Dürer sahibi sarihin işaret ettiği şekilde cevap vermiştir. Sarihin işaret ettiği şudur: Halkın örfünde
hangi işte kullanılmak için yapılmışsa, o işte kullanılması haramdır. Azmiye'de de bunun üzerine



ikrar edilmiştir. Vanî'nin, Nuh Efendi'nin ve diğerlerinin kelâmlarının zahiri ise, Dürer'in vermiş
olduğu cevabın kabul edilmeme-sidir. Remli de şöyle demiştir: «Yemeğin altın veya gümüşten
kaptan başka bir yere nakletmek, o altın veya gümüş kabı ibtidaen kullanmak-tır. Yağı eliyle altın
veya gümüş kaptan eliyle alıp sonra başına dökmek de halkın arasında yaygın olan bir kullanma
şeklidir.»
Ben derim ki: Dürer'in haramlığı yapıldığı işte kullanılmasına bağlamasında bir görüş vardır. Çünkü
eğer Dürer'in dediği gibi kabul edil-se, yağ veya yemek kabından su içse veya yıkansa, haram
olmamasını iktiza eder. Halbuki bununla beraber, şüphesiz bu o kabı kullanmaktır. Metinlerin
mutlak ifadelerine dahildir. Bu husustaki deliller de varididirler. Nihâye ve diğerlerinden naklen
takdim ettiğimizin takririnde zahir olan şudur ki artık onun üzerine itirazlar da varid olmaz: «Altın
veya gümüş olan kaba yemeği veya yağı koymak caiz değildir. Çünkü o onu kati surette
kullanmaktır. Sonra o yağ veya yemek haram olan kaba ko-nulduktan sonra onu orada menfaatsiz
olarak terketmek, malı zayetmeyi gerektirir. O zaman onu yiyecek bir kimsenin bulunması zaruridir.
Onu kullanan veya yiyen adam, haram kaptan kullanma niyetiyle değil, nak-letme niyetiyle başka bir
kaba geçirse, mesela, adam yağı evvela gü-müş veya altın kaptan eline alarak başını yağlasa veya
yemeği altın ve-, ya gümüş kaptan ekmeğin veya başka bir kabın üzerine koysa, oradan yese, o
adam ne şer'an ne de örfen altın veya gümüş kabı kullanmış sa-yılmaz. Ama bunun aksine, ibtidaen
yağlanma veya yeme kastıyla o ye-meği veya. yağı oradan almış olsa, onu kullanmış olur. Onu ister
eliyle, ister kaşıkla ister başka birşeyle kullansın. Çünkü onun kullanması, sür-meyi sürmedanlıktan
sürmenin mili ile almaya benzer. Ama kullanılan,-aletin örfen yapıldığı işte kullanılıp
kullanılmamasında fark yoktur. Yoksa yağı almaktan maksat, yağı avuca dökmek değildir. Çünkü
yağı avuca dökmek belli bir kullanmaktır. Belki yağı almaktan murad, yağ kabının ağzından eliyle
almaktır. Ki. nakil kasyla almış olabilsin. Nitekim Nihâye'den naklen gecen ibare de bunu ifade
etmektedir. O zaman İtabiye'den naklen,Tatarhâniye'de olan ifadeye de münafi olmaz. Zira
Tatarhâniye sahibi şöyle demiştir: «Gümüş bir yağdanlıkla başı yağlamak mekruhtur. Yine,
ovucuna döker, sonra başını veya sakalını onunla meshederse, o da mekruhtur. İşte bundan gül
suyunun ibriğinden yağ-lanmanın hükmü zahir olmaktadır. Çünkü ondan yağlanmak bazan
ibti-daen yapılır, bazen de ele dökülür. Elden sürülür. Bunların her ikisi de hem şer'an, hem örfen
kullanmaktır. Ama zamanımızda insanların bazı-sı bunu yanlış anlamaktadır. Ki, ovucun üzerine
dökülmüş olsa, o kul-lanma sayılmaz. Onlar da burada sarihin kelâmının zahirinden
aldan-maktadırlar. Ben size Tatarhâniye'nin sarih ifadelerini naklettim. İşte bana zahir olan budur.
Allah daha iyisini bilir.
T. de kahve fincanlarının, saatin altın ve gümüşten kaplarının kul-lanılmasının haram olduğunu
ylemiştir. Bu da zahirdir. Biz yine T. Den naklen ileride bunu zikredeceğiz..
«Kuhistanî ilh...» Zuhire'de: Fukaha diyor ki: Bu imameynin kavli-dir. Çünkü savaşta ipeği
kullanmak, imama göre mekruhtur. Öyle ise buna kıyasla altın da mekruhtur. Sonra imameyn altın
ve gümüşten oton miğfer ile zırhın ve kılıç süsünü birbirinden ayırmışlardır. Sununla ayır-mışlardır
ki, ok altının üzerinden kayar. Ama kılıcın kabzası hiçbir şe-ye menfaat vermez. Ancak zinet için
olur, o da mekruhtur.
«Kolçak ilh...» Altın ve gümüşten yapılmış kolçak. Bu kolçak kelime-sini Kuhistanî değil,
Tatarhâniye zikretmiştir. Umulur ki Kuhistanî bunu zırha dahil etmiştir. Çünkü zahir odur ki
kolçaktan murad, savaşçının bilekleri üzerine koyduğu şeydir. Bu, zırha birlikte olabileceği gibi
müs­takil de olabilir.
«Kerahetler hecene ait olanlardır ilh...» Yani altın ve gümüşün ha-, ram elması insan vücudu
üzerinde kullanılması halindedir. Yani gerek giymekte, gerek yemede gerek yazmada altın ve
gümüş kullanmak ha-ramdır. Burada haramdan murad, bedene menfaati olandır. Şu kadarı var ki o
zaman o kalem ve dividin kullanılmasını şamil gelmez. Burada en güzel ifade Kuhistanî'de olandır.
Zira Kuhistanî sahibi şöyle demiştir: «istimal kelimesi bildiriyor ki, yalnız süs için altın ve gümüşten
kap yap-tırmakta beis yoktur.»
«Süs için ilh...» Yani asla kullanılmayan.
«Belki selef bunu yapmıştır ilh...» Bu, Hülasa'da zikredilmemiştir. Belki Muhit'ten naklen
Tatarhâniye'de de zikredilmiştir.
«Hatta Ebû Hânife mubah kabul etmiştir ilh...» Şu anda kelâm, kul-lanılmadan altı ve gümüşten
kabın yapılması hususundadır. Burada At-lastan yapılan da zikredilmiştir. O zaman buradan
vehmedilir ki atlastan yapılan bir yastığın kullanılması ve üzerinde uyunması helâl değildir.
Mu-sannif da bu vehmi def için bu ibareyi getirmiştir.



«Nitekim ileride- gelecektir ilh...» Yani elbise giyme faslında.
«Bakır ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur ilh...» Bu Dürrü Münteka'da Müfid
ve Şur'a isimli eserlere nisbet edil-miştir. Bazı alimler tarafından, sufr bakırın en iyisine denilir,
denilmiş-tir. Şur'a'nın şerhinde ise, sufr madeniyattan mürekkeb olan bir şeydir, bakır gibi,
denilmiştir. Sonra burada mekruh olan bakır, kalaylanmamış bakır ile kaydedilmiştir. İşte bu kitap
üzerine, yazan adamların bazısı şöyle demiştir. Yani bakır kalaylanmazdan önce onda yemek
mekruhtur. Çünkü -onun içindeki pas yemeğe girer ve çok büyük zararlara vesile olur. Ama ondan
sonra ise artık o pasın bir zararı yoktur.
Ben derim ki: Benim İhtiyar'da gördüğüm şudur: «Topraktan yapı-lan kaplar daha efdaldir. Çünkü
onda ne israf, ne de kibir vardır. Ha-diste, «Kim evinin kaplarını topraktan yaparsa, melekler onu
ziyaret eder,» denilmiştir. Bakır ve kalaydan kaplar yapmak caizdir.»
Cevhere'de: «Altın ve gümüş haricindeki kaplarda yemek ve içmek-te, menfaat görmekte bir beis
yoktur. Bu kaplar ne gibi şeylerdir: De-mir, tunç, bakır, kalay, ağaç ve çamurdu.»
«Mezkur şeyler ilh...» Yani yemek, içmek, yağ ve koku sürünmek.
«Gümüşle süslenmiş bir kaptan ilh...» Altınla süslenmiş de gümüşle süslenmişin hükmündedir.
Kuhistânî.
«Ağzını gümüşe temas ettirmekten ilh...» O zaman o kaptan su içer-ken ağzını gümüş olmayan yere
koyması gerekir. Herne kadar kullandığı zaman eli gümüşün üzerinde de olsa, ağzı mutlaka
gümüşsüz yer üze-rinde olacaktır. T.
«Eline ilh...» Hidâye, Cevhere, İhtiyar, Tebyin ve diğer kitaplarda da bu şekilde tabir edilmiştir. O
zaman musannif bu sözüyle Şurunbulâliye'nin de dikkat çektiği gibi Dürer'de olan hükmün zayıf
olduğunu ifade etmektedir.
«Eğere binileceği ilh...» Gurerü'l-Ahkâm'da: «Kur'an-ı Kerîm ve ben-zeri şeylerde altın ve gümüşle
süslendiği zaman onun tutulacak yerinde altın olmasından kaçınılmalıdır. Eğer ve benzerinde
oturma yerinden, üzengide ayak yerinden, kapta ağzın temas edeceği yerin altın ve gü-müş
olmasından kaçınılmalıdır. Yine tutulacak yerin altın veya gümüş olmasından da kaçınılmalıdır
denilmelidir.»
Bunun benzeri İzahü'l-lslâh'tadır. Yakında kılıcın demirinde, kabza-sında ve gemde elin geleceği
yerin gümüş olmasından kaçınılması ge-rektiği de gelecektir. Velhasıl kaçınmaktan murad, hangi
aza ile kulla-nıyorsa, onu altın ve gümüşle temas ettirmemesi gerekir. Öyle ise su kabında kullanma
ağız ile olduğu için elin değil, ağzın gelecek yerin gümüşlü olmamasından kaçınılmalıdır. Bundan
dolayı eğer üzengiyi gü-müş yerinden eliyle tutup taşırsa haram olmaz. Çünkü üzengi elle
kul-lanılmaz. O zaman medar ağız üzerine değildir. Zira sandalye ve eğerde ağzın geleceği yerin
altın veya gümüş olmaması gerektiğini söylemenin bir manası yoktur. Sen anla.
Açıktır ki burada sözümüz gümüş veya altınla süslenmiş bir eşya hususundadır. Yoksa, doğrudan
altın veya gümüşten yapılan nesnenin hangi yolla olursa olsun, kullanılması haramdır. Nitekim biz
bunu ileride takdim ettik. Velev ki kullanan kişinin altın veya gümüş olan nesne ce-sedi ile temas
etmese dahi. İşte bundan dolayı gümüş bir buhurdanlık-ta koku yakmak haramdır. Nitekim Hülasa
da bunu tasrih etmiştir. Kah-ve fincanları veya saatin ve nargilenin su konulacak şişesinin altın
ve-ya gümüşten olması da buhurdanlık hükmündedir. Herne kadar el veya ağzıyla temas etmese
dahi. Çünkü o neye yapılmışsa, onda kullanılmak-tadır. Ama bunun aksine sigara ağızlığının bir
kısmının gümüşten olma-sı, onu gümüşle süslenmiş eşya hükmüne sokacağından onda ağzın
te-mas edecek yerinin gümüş olmaması yeterlidir. Bu, hepsi gümüş olana benzemez. Nitekim
fukahanın kelâmının sarihi deyledir.
T. diyor ki: «Bir cemaat şeriat üzerine cesaret getirerek zarf ve ben-zeri şeylerin kullanılmasının
mubah olduğuna hükmetmişlerdir. O cema-at bunu ağızla kaçınmak olduğunu zametmektedirler.
Elin değmesinin de bir zararı yoktur diyorlar. İşte bu cemaatın bu cüreti çok büyük bir ce-halettir.
Zira sofra, yemek kabı ve benzerlerle le tutulan cinsten değil-lerdir. Halbuki bunların kullanılması
da haramdır. Ebussuud'un şeyhin-den naklettiği, «Bilinsin ki tercih edilen «Elle tutulacak yerin altın
veya gümüş olmasından kaçınılmalıdır» sözüne göre gümüş bir tepsi üzerin-de kahve içmenin helâl
olması uygundur» sözü de böyle bir cür'etin ifa-desidir. Çünkü makam muhteliftir. Hakkıyla
düşünülsün.
Ben derim ki: Sayıhanî de bunu fincanın hararetini gidermek için kullanılan gümüş kapla zevk için
gümüşle süslenmiş bir kap arasında büyük fark olduğu sözüyle reddetmiştir. Burada tepsiden



murad finca-nın zarfıdır. Benim yanımdaki lügat kitaplarında «tepsi» kelimesinin ma-nâsını
bulamadım.
Sonra T. şöyle demektedir: «Şuna bakılsın ki, kap eğer ağzın üze-rine konulmuyorsa, yani ancak
elle kullanılıyorsa, çemberletilmiş divit gibi, onda da kullanırken elin gümüş üzerine gelmesinden
kaçınılmalı-dır? Bu araştırılsın. Fukahanın kılıç hakkında zikrettiklerinin muktezası, elin altın ve
gümüşten korunması şarttır. Okka ve benzeri şeylerde elini gümüş yer üzerine koymamalıdır.»
Ben derim ki: İşte bu da sigara ağızlığı hakkında takdim edilen hükmün benzeridir.
«Gümüş ve altınla çemberlenmiş bir kap ilh...» Bunda hüküm, gü-müşle süslenmiş bir kabın hükmü
gibidir.
«Çerçevelenmiş bir ayna ilh...» Kifaye'de şöyle denilmektedir: «Burada çerçeveden murad, aynanın
etrafında olan kısımdır, yoksa kadının eliyle tuttuğu sapı değildir. Zira o, gümüş veya altın olursa,
fukahanın ittifakıyla o tahrimen mekruhtur.»
«Elini koymasa ilh...» Bu söz, üzengiye şamil gelmez. Evlâ olan mu-sannifin burada «ayağını da»
kelimesini ilâve etmesiydi.
«Kumaşın süslenmesi ilh...» İleride gelecektir ki, altınla dokunan ku-maş eğer dört parmak miktarı
ise helâldir.
«İkinci imamdan ilh...» Bu ifadenin zahiri şudur ki, İmam Yûsuf'tan diğer bir rivayet daha vardır. O
rivayet Bezzâziye'de tasrihen zikredil-miştir. Kerahetin Muhammed'in kavli olduğu da zikredilmiştir.
Bu da bir-çok yerlerde gördüğümün aksinedir. Minâh'ın ibaresi de Hidâye ve di-ğer kitapların
ibaresi gibiydi. Ebû Yûsuf, «Bu mekruhtur» diyor. Muham-med'in hem Ebû Hânife'nin görüşüne,
hem de Ebû Yûsuf'un görüşüne uygun olan kavilleri olduğu rivayet edilir.
«Hepsinin mekruh ilh...» «Yani, geçen bütün meselelerde gümüş ve altınla süslenmiş veya
çemberlenmiş şeylerin kullanılması mekruhtur. Çünkü haberler mutlaktır. Zira" bir adam bir ka
kullandığı zaman o ka-bın bütün parçalarını kullanmaktadır. Ebû Hânife'nin delili ise, Enes Bin
Malik'ten rivayet edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.)'in su kabı çatladı: Rasulullah da çatlayan
yerden ayrılmaması için gümüş bir zencir taktı. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Ahmed'e Asım
el-Ahvel'den rivayet edilen şu hadis delildir: «Ben Enes'in yanında Rasulullah'ın kadehini gör-düm
ki onda bir gümüş çember vardı.» Bu bahsin tamamı Tebyin'dedir.
«İhtilaf gümüşle süslenmiş ilh...» Musannifin burada gümüşle süs-lenmişten muradı üzerinde bir
parça gümüş olan eşyadır. O zaman gü-müşle çemberlenmiş nesneyi de şamil gelir. En açık olanı,
Ayni ve di-ğerinin ibaresidir. Ayni'nin ibaresi şöyledir: «İmamlar arasındaki bu ih-tilaf, halis gümüş
veya altın o!ma meselesindedir. Ama yaldızlamaya ge-lince, bunun kullanılmasında icma ile beis
yoktur. Zira yaldızlamada kullanılan altın veya gümüş istihlak edilmiştir. Onun renginin altın veya
gümüş kalmasına da itibar edilemez.»
«Mecusiden aldım dese haram olur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, haramlık yalnız meçusîden aldım
demesi ile sabit olur. Herne kadar mecusînin kestiğini ylemese de.
Camlü's-Sâğîr'in ibaresi de şöyledir: «Eğer bunun gayri olursa, o za-man ondan yemek uygun
olmaz.»
Hidâye'de de denilir ki: «Bunun manâsı şudur: Adam, etin bir müslüman veya kitabî tarafından
kesilmediğini söylese, o zaman o yenil-mez.»
Tatarhâniye'de: «Camiü'l-Cevami'de: Kurban bahsinden hemen ön­ce, Ebû Yûsuf için delil olarak
şu vardır: Adam et almış olsa, sonra eti aldığı adamın mecusî olduğunu bilse, eti geri vermek
istese, eti satan adam mecusî olduğunu kabul etse, ama eti bir müslüman kestiğini söylese, o eti
yemek mekruhtur.»
Bu, şunu ifade ediyor ki, yalnız eti satanın mecusî olması haram olmayı isbat eder. Satanın bilahare
helâlliği isbat etmesi halinde de eti yeme mekruhtur. O halde haber vermemesi halinde mutlaka
haramdır.
«Bir kimsenin haberi ile de o reddolunmaz ilh...» Hâniye'de: Müs­lüman bir et alsa ve kabzetse,
güvenilir müslüman ona o eti bir mecusinin kestiğini haber verse, o eti yemesi veya başkasına
yedirmesi layık değildir. Çünkü adam ona onun aynının haram olduğunu haber vermiş-tir. Haram da
Allah'ın hakkıdır. Bir kişinin haberi ile sabit olur. Ama mül-künün batal olması, aynın haram olması
zaruretinden değildir. O zaman onun mülkiyeti, haramlıkla birlikte sabit olur. O zaman o eti bayiine
reddetmek de mümkün değildir. Olmadığı gibi etin parasını vermemesi de mümkün değildir. Çünkü



satışı ibtal etmemiştir.» Özetle.
«Asıl ilh...» Yani, haramlık ve helâlliğin sabit olmasının aslı Musan-nifin bu kavli, Nihâye ve diğer
kitaplarda zikredilen soru ve cevabına işaret etmektedir. Sorunun hasılı şudur: Bu mesele,
musannifin gelecek diyanet işlerinde adalet şarttır sözüne aykırıdır. Çünkü helâllik ve ha-ramlık,
meselâ şu helâldir, şu haramdır diye haber vermek diyanetle il-gilidir. Diyanetle ilgili şeylerde de
adalet şarttır. Adaletten muradda, razı olunan bir müslümandır. Burada «Ben onu kitabîden
aldım...» sözünün manâsı, yani bu helâldir veya haramdır demektir. Bunda da kâfirin ha-beri mecusî
dahi olmuş olsa makbuldür.
Bu sorunun cevabı: Adamın «Ben satın aldım» sözü muamelâttan-dır. Onda helâllik veya
haramlığın sabit olması da zımnîdir. Onun satın aldığı şeklindeki sözü kabul edildiği zaman, onun
zımninde olan da sabit olmaktadır. Ama gelecek mesele bunun aksinedir. Birçok şey vardır ki,
kasten sabit olmasa bile, zımnen sabit olur. Menkul olan birşeyin vakfı ve tarlanın suyunun satışı
gibi. Bununla Kenz'e olan cevap da izah edil-miş olmaktadır.
«Bunun üzerine ilh...» Yani bu asıl üzerine. Bu cevaba Ayni ve Dürer sahibi sebkat etmişlerdir.
Musannif da Aynî ile Dürer sahibine uy-muştur. Kenz sahibinin Kâfi ismindeki kitabındaki takriri de
buna de­lâlet eder.
«Mutlak haram ve helâlde ilh...» Kasdi olan şu helâldir veya şu ha-ramdır sözlerine şamil gelmez.
«Efendinin başkasına veya kendisine hediye ettiğini haber versin, hiç farketmez ilh...» Burada evlâ
olan efendi değil, mevlâ diye tabir edil-mesiydi.
Minâh'ta söyle denilmiştir: «Bir köle cariye veya çocuk birisine gi-derek. «Şunu sana efendim veya
babam hediye etti» dese, o adam on-ların sözünü kabul eder ve alır.»
Camiü's-Sâğîr'de: «Cariye bir erkeğe, «Efendim beni sana hediye olarak gönderdi» dese, o adam o
cariyeyi alabilir. Çünkü, cariyenin efendisinin başka birşeyi hediye ettiğini haber vermesi ile bizzat
kendi-sini hediye ettiğini haber vermesi arasında bir fark yoktur. Hediye hu-susunda bunların
sözlerinin kabul edilmesi, hediyelerin adeten çocuk veya cariyelerle gönderilmesindendir.»
«Binaya giriş izni olsun ilh...» Minâh'ta şöyle denilmiştir: «Eve gir-me iznine gelince, eğer küçük
oğluna, kölesine giriş izni verirse, kıyasa göre kabul edilir. Ancak, halk arasında cereyan eden
adete göre bun-ların eve girmelerine mani olunmaz. İşte bundan dolayı da bunların eve girmeleri
caizdir.»
«Siraç şöyle kayıtlamıştır ilh...» Sonra da Siraç sahibi Minâh'ta olduğu- gibi, «Eğer görüşüne göre
onların doğru söylediği galib değilse, onlardan o haberi kabul etmek uygun değildir. Çünkü adam
için iş şüp-helidir.» demiştir.
İtkanî: «Çünkü asıl odur ki çocuk veya köle mahcurdurlar. Onların izni sonradan arız olmuştur. O
zaman iznin isbatı şek ile caiz değildir. Biz ancak güvenilir olduğu takdirde kölenin selâmını kabul
ederiz. Çün-kü bu muamelât haberlerindendir. Muamelât haberleri de diyanet ha-berinden zayıftır.
Din haberinde sözü kabul ettiği zaman muamelâtla il-gili haberleri evleviyetle kabul edilir.»
«Üzüm ve helva gibi şeyler ilh...» Yani adeten çocukların sevip ye-dikleri şey. Haniye.
Zahir onun yalanıdır ilh...» Çocuk annesinin paralarına muttali ola-rak onları şahsî ihtiyaçları için
alsa. Minâh. Mebsut'tan.
Bu husus bütün çocuklarda zahir olmaz. Çünkü zenginlerin adeti, çocuklarına çok bol vermektir.
Hatta onlara nefislerinin arzu ettiği şeyi almaları için para verirler. Fakirlerin çoğu da böyledir. T.
Ben derim ki: Burada hükmün medarı zannın galebesi üzerinedir. O zaman böyle bir şeyle mübtelâ
olan kimse karinelere bakmalıdır.
«Çünkü bu çok vaki olmaktadır ilh...» O zaman muamelâtta adale-tin şart olması çok çetinliklere
vesile olar. Çünkü insan, iş yaptırması, herhangi bir yerdeki vekillere göndermesi için adaletin
şartlarını cami bir adamı çok az bulur.
Usulü fıkıh kitaplarında beyan edildiği gibi muamelât, üç türlüdür. Birincisi, vekâlet, mudarebe ve
ticaretle izin vermede olduğu gibi ken-disinde bir ilzam olmayan muameledir. İkincisi, husumetlerin
cari oldu-ğu haklar gibi kendisinde sırf ilzam olan muameleler. Üçüncüsü, vekilin azli, mezun
kölenin hacri gibi bir yönden ilzam olan, bir yönden ilzam olmayan muamelelerdir. Çünkü onda
vekilin üzerine uhdeyi ilzam edi-yorsun. Hacrden sonra onun yaptığı akitler de fasittir. Bunda ilzam
da yoktur. Çünkü müvekkil veya efendi kendi .halis hakkında tasarruf et-mektedir. O zaman onun
tasarrufu izin gibi olmuş olur. O zaman birin-cisinde yalnız mümeyyizliğe itibar edilir. İkincisinde



adamda şehâdetin şartları aranır. Üçüncüsünde ise, imama göre ya sayıları veya adaletleri aranır.
Ama imameyn buna muhalefet etmişlerdir. O zaman taayyün eder ki burada muameleden murat
birinci nevidir. Nitekim Azmiye de buna dikkat çekmiştir.
METİN
Diyanette haber veren adamın adil olması şarttır. Diyanet, insanla Allah arasında müşterek olan
işlerdir. Mesela, suyun necasetinden ha-zer edildiğinde, o zaman o su ile abdest alınmaz,
teyemmüm edilir. Eğer adil bir müslüman haber vermişse. Adil, haram olduğuna inandığı fiili
yapmayandır. Velev ki bu müslüman köle veya cariye olsun. O zaman bir fâsık veya mezkûr (adalet
veya fışkı bilinmeyen) bir kimse bir suyun necaseti ile haber verse, o zaman, araştırır ve kendi galib
zannına göre amel eder. Eğer galip reyine göre su necis ise onu dökerek teyemmüm eder. Eğer
galip reyi adamın yalan söylediği üzerine ise, o zaman da hem o su ile abdest alır, hem teyemmüm
eder. Hem abdest alıp hem teyem-müm etmesi ihtiyata daha uygundur.
Cevhere'de: «Abdestten sonra teyemmüm edilmesi ihtiyata daha uygundur.»
Ben derim ki: Bu haberin kâfir tarafından verilmesine gelince, eğer kâfirin doğru söylemesi yalan
ylemesinden adamda daha galib olur­sa, o zaman o suyu dökmesi daha güzeldir. Kuhistanî,
Hülâsa ve Haniye.
Ben derim ki: Şu kadarı var ki, o suyu dökmezden evvel teyemmüm etmiş olsa, teyemmümü caiz
değildir. Ama fasıkın haberi bunun aksine-dir. Çünkü fasıkın haberi burada ilzam etmeye salihtir.
Ama kâfir bunun aksinedir.
Bir adil suyun temiz, bir diğer adil de necis olduğu haberini verse, o zaman o suyun temizliğine
hükmedilir. Ama kesilen hayvan bunun hilâfınadır.
Kapların temiz veya pisliği, etin kesilmiş veya ölmüş olması hususun-da muteber olan, zannın galib
olmasıdır. Eğer galib zannı kabın temiz-liği yolunda ise o zaman yine araştırır. Bunun aksine, eğer
galib zannı kabın pisliği veya pislik ve temizliğinin eşitliği yolunda olursa, o zaman araştırmaz.
Ancak, susuzluk müstesna. Elbise, gelince, mutlaka araştı-rılır.
Bir adam velimeye çağrılsa, orada eğlence ve müzik olsa, oturur ve yer. Eğer münkirat (eğlence ve
müzik) binada ise. Eğer aynı sofrada ise, oturması lâyık değildir, yüz çevirerek çıkar. Zira Cenab-ı
Allah, «Şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber otur-ma.» (En'am:
68) buyurmuştur. Eğer eğlence ve müziği men etmeye gü-cü yetiyorsa, men eder. Yok eğer gücü
yetmiyorsa, sabreder. Eğer ta-nınmış, örnek alınacak bir kimse değilse. Eğer. tanınmış, örnek
alınacak bir kimse ise ve men etmeye de gücü yetmiyorsa, oturmadan çıkar. Çün-kü onun oturması
dine hakaret anlamına gelir. İmamdan onun böyle bir sofrada oturduğu yolunda bir hikâye
anlatılmaktadır. Fakat bu olay, onun tanınıp kendisine uyulacak, örnek alınacak bir kimse
olmasından önce geçmiştir.
Davet edilen adam önceden o yemekte eğlence ve müziğin olduğunu bilirse, orada asla bulunmaz.
İster o örnek kimselerden olsun, ister ol-masın. Çünkü davetin hakkını yerine getirmek ancak davet
.yerine git-tikten sonra lazım olur. İbni Kemâl.
İZAH
«Diyanette ilh...» Yani sırf diyanetten olan şeyler. Dürer. Böyle de-nilmesi, mülkün ortadan
kalkmasını zımnında tutarsa, kaydından kaçın-mak içindir. Mesela bir adil, bir karı koçanın aslında
süt kardeşi oldu-ğunu haber verse, haramlım sabit olmaz. Çünkü faidelenme mülkiyeti-nin zevalini
tazammun eder. O zaman bu haberde hem adaletin hem de sayının birlikte bulunması şarttır. İtkanî.
Ama, birisi diğerine aldığı etin mecusî tarafından kesildiğini haber vermesi, bunun aksinedir.
Çünkü haramın sabit olması, mülkiyetin ze-valini tazammun etmez. Nitekim biz bunu takdim ettik. O
zaman, o şe-yin haramlığı sabit olur. Çünkü haramla mülkiyetin bir arada cemi cajzdir.
«Adil bir müslüman haber vermişse ilh...» Zira fasık töhmetlidir. Kâ-fir ise, hükmü kendisi kabul
etmemektedir. O nedenle onun haberi bir müslümanı ilzam için sabit sayılmaz. Hidâye.
«Velev kî bu müslüman köle veya cariye olsun ilh...» Bu kavil, müs­lüman kelimesini
umumileştirmektedir.
Hülâsa'da : «Zina iftirasından dolayı ister had uygulansın, ister uy-gulanmasın.»
«Fasık haber verse araştırır ilh...» Ama bu haberi âdil bir kimse . vermiş olsaydı o zaman yalan
ihtimali düşerdi. Suyu ihtiyat için dök-menin bir anlamı da kalmaz. Hidâye'de olduğu gibi.
«Mestur bir kimse ilh...» Bu zahiri rivayettir. Esah olan do budur. İmamdan mesturun adil gibi



olduğu da rivayet edilmiştir. Nihâye.
<(Galib zannına göre amel eder ilh...» Eğer zannında onun doğru söylediği galib ise, teyemmüm
eder, suyla abdest almaz. Eğer zannın-da onun yalan söylediği galib ise, o su ile abdest alarak
onun sözüne iltifat etmez. Bu da hükmün cevabıdır. Ama ihtiyata gelince, efdal olan o su ile abdest
aldıktan sonra yine teyemmüm etmesidir. Tatarhâniye.
«İhtiyata daha uygundur ilh...» Çünkü araştırma yalnız zannı ifade eder. O da hatayı ihtimal eder.
Tatarhâniye.
«Cevhere'de ilh...» Cevhere'nin kelâmı zannı üzere yalanın galib olması bahsindedir. O zaman,
metinde olandan fazla birşey ifade et-mez. Sen anla.
«Kâfir tarafından verilmesine gelince ilh...» Çocuk ile kıt akıllı da Tatarhâniye'de de olduğu gibi,
kâfir gibidir.
«Dökmesi daha güzeldir ilh...» O zaman bu vecihte kâfir de fasık ve adaleti gizli olan gibidir.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Kâfirin temiz dediği su ile abdest alsa ve namaz kılsa. namazı caizdir.»
«Ben derim ki: Şu kadarı var ki ilh...» Musannif bu kavli ibareler arasını bulmak için kullanmıştır.
Zira musannifin biraz evvel takdim et-tiği ifade, kâfir ile fâsıkın arasında fark olmamasını gerektirir.
Nitekim bizde öyle dedik.
Şu kadarı var ki Tatarhâniye'de şöyle birşey vaki olmuştur: «Adama, bir zımmî veya çocuk suyun
necis olduğu haberini verseler, onun zannı galibi de onların doğru söyledikleri üzerine olsa, o
adama teyemmüm etmek farz değildir. Belki müstahabtır. Eğer teyemmüm etse, evvela su-yu
dökünceye kadar o teyemmüm ona kâfi değildir. Ama bunun aksine bir mestur suyun necasetini
haber vermiş olsa, o adam suyu dökmezden evvel de teyemmüm edebilir ve o teyemmüm ona kâfi
gelir.»
Ben, sarihin Tatarhâniye'nin hamisinde kendi yazısı ile musannifin «Belki müstahabtır» sözü
üzerine şunu gördüm: «Zahir olan, o adam ab-dest aldıktan sonra teyemmüm eder. Maba'dinin
delâleti ile, su bitinceye kadar böyle devam eder. Sen düşün. O zaman bu cihette fâsık ile mes-tur
eşit olur. Herne kadar musannifin zikrettiği cihetten muhalif de ol-sa. Zira Haniye ve Hülâsa'nın
ibaresi tafsilat vermeksizin suyu dökme-nin mendub olmasını ifade eder. Ancak eğer buna
hamledilirse, o zaman araştırılsın.» Sarihin yazısı ile gördüğüm burada sona erdi.
Sen de görüyorsun ki, sarih mütereddid olduğu bir şey konusunda şerhinde kat'î olarak hüküm
vermektedir. Sonra ben Zahîre'de, zımmî ile fâsıkın arasında iki cihetten fark olduğunu sarahaten
gördüm. Bun-lardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimizdir; ikincisi ise, fâsıkta araştırmak vacib olduğu
halde zımmîde ise müstahabtır.
Fâsıkın haberi bunun aksinedir ilh...» Yani fâsıkın suyun necase-tini haber vermesinde adamın
zannı galibi doğru söylemesinde ise teyemmüm eder ve o suyla abdest almaz
«İlzam etmeye sâlihtir ilh...» Hâniye'de: «Zira fâsık müslüman üzerinden- şahitlik yapmakta şehâdet
ehlidir. Kâfire gelince, o şehâdet ehli de-ğildir.»
Yani fâsıkın müslüman üzerine şehâdetini Kadı kabul ettiği takdir-de Kadı'nın hükmü geçerli olur,
bu hükmü vermekle Kadı günahkâr bi-le olsa.
«Bir âdil suyun temiz ilh...» Ben diyorum ki, «Hidâye sahibinin Kifâyetü'n-Müntehî isimli eserinden
Hidâye sarihleri şunu nakletmişlerdir: «Birisi bir yemek yiyen topluluğun yanına varsa,
topluluktakiler onu da-vet etseler, bir adil onların yedikleri etin bir mecusî tarafından kesildi-ğini ve
içtikleri meşrubat içine de şarap kattıklarını haber yerse, onlarda inkâr ederek helâl olduğunu
yleseler, adam onların haline bakar.Eğer onlar adil iseler onların sözünü tutar. Eğer onlar
töhmetli kimseler iseler oradan ne yer, ne de içer. Eğer onların içinde iki tane doğru söy-leyen
varsa, onların sözünü tutar. Eğer bir tane adil varsa, o zaman ken-di reyinin galibiyle amel eder.
Eğer reyi yoksa, o zaman yemesinde, iç-mesinde, abdest almasında bir beis yoktur. Eğer adama iki
halden bi-risi olduğunu doğru söyleyen iki köle haber vermişse onların sözünü tu-tar. Çünkü dini
haberlerde hür ile köle eşittirler. Ancak iki olan tercih edilir. Güvenilir bir köle necis olduğunu
haber verse, bir hür de temiz olduğunu söylese, o zaman iki söz birbiriyle çeliştiği için araştırır.
Eğer iki işten birisine güvenilir iki hür haber verse, iki güvenilir köle de onla-rın tersi bir haber
verseler, o zaman hürlerin sözünü tutar. Çünkü di­yanet ve hükümde hürlerin sözü hüccettir. Tercih
edilir. Eğer adama iki şeyden birisine üç tane güvenilir köle haber verse, tersini de iki gü-venilir
köle haber verse, o zaman üç kölenin kavli ile amel eder. İkisin-den bir şeyin bir erkek iki kadın
haber verse, tersini de iki erkek haber verse, o zaman birincisini tutar. Velhasıl bu meselelerin



cinsinde din iş-lerinde hür ile kölenin sözü adalette ikisi de eşit oldukları takdirde ha-berleri eşittir.
O zaman evvela, hangisinin adedi fazla ise o tercih edi­lir. Sonra hangisi hükümlerde hüccet ise o
tercih edilir, sonra da araştır-makla tercih edilir.»
Bunun misli Zahire ve diğer kitaplardadır. Görülüyor ki fukaha iki haber arasında eşitlik ile muaraza
tahakkuk ettikten sonra araştırmaya itibar etmişlerdir. Burada kesilen et ile su arasında hiçbir fark
yoktur. Düşün.
«Muteber olan zannın galib olmasıdır ilh...» Ben diyorum ki, Zahire-i Burhaniye'de zikredilenin
hasılı şudur. Kaplarda eğer temizlik galib ise, içmek ve abdest almak için zaruri ve ihtiyari hallerde
araştırılır. Yoksa, eğer necaset galib ise veya eşit ise, o zaman ihtiyari halde asla araş-tırılmaz.
Zaruri halde de abdest için değil, içme için araştırır. Kesilmiş veya ölmüş hayvan hususlarında ise,
zaruri halde mutlaka araştırır. İh-tiyari halde de eğer etin ölmüş olması galib ise, veya ölmüş veya
kesil-miş hali eşit ise, o zaman araştırmaz. Yine elbiselerde de zaruri hallerde mutlaka araştırır,
ihtiyari hallerde eğer temiz olması-galib ise araştırır. Yok eğer temiz tarafı galib değilse veya eşitse,
araştırmaz.
Bunun da hasılı şudur: Eğer temizliği galib ise, her iki halde de herşeyde galibe itibarla araştırır.
Yoksa, ihtiyari halde hepsinde araştır-maz. Zaruri halde ise hepsinde araştırır. Ancak abdest
kafalarında değil. Çünkü abdestin halefi vardır ki bu da teyemmümdür. Ama setri avret, yemek,
içmek abdestin aksinedirler. Çünkü onların halefi yoktur. Bunun misli, kitabın sonunda çeşitli
meseleler bahsinde de gelecektir. Bu izah-la, musannifin kelâmında bilmece derecesine ulaşacak
kadar veciz oldu-ğu da zahir olmaktadır. Eğer musannif, «eğer ağleb zannı kabın temiz-liği yolunda
ise mutlaka araştırır. Yoksa araştırmaz. Ancak abdestin dı-şında zaruri hallerde araştırır.» deseydi,
daha kısa ve açık olurdu. Düşün. Evet öyle ama, musannifin buradaki kelâmı, Nuru'l-lzâh'a uyarak
kita-bı salattan hemen önce, takdim ettiğine de muvaffıktır.
«Bir velimeye çağrılsa ilh...» Velime düğün yemeğidir. Bazı alimler tarafından da her yemeğe velime
denilebileceği söylenmiştir. Timurtasî' den naklen Hindiye'de velime yemeğine icabet etme
hususunda ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bazısı, bu davet vacibtir, terkedilmez de-mişlerdir.
Umumu ise sünnet olduğunu söylemişlerdir. Efdal olan, eğer velime ise icabet etmektir. Eğer
düğün yemeği değilse, adam muhayyer-dir. Ancak icabet efdaldir. Çünkü icabet etmekte müminin
kalbini sevin-dirmektedir. İcabet ettiği takdirde üzerine ne düşerse yapar. Efdali odur ki, eğer oruç
değilse, yemeği yemelidir.
Bidaye'de: «Davete icabet etmek sünnettir. İster velime olsun ister gayrı. Ama kendisini tanıtmak ve
cömertliğini göstermek niyetiyle yapı-lan davetlere icabet etmek ise uygun değildir. Bilhassa ilim
adamları için. Zira denilmiştir ki, bir adam bir diğerinin çanağına elini koyduğu zaman ona karşı
zelil olur.» T. Özetle.
İhtiyâr'da: «Düğün yemeği kadim bir sünnettir. İcabet etmeyen gü-nahkâr olur. Zira Peygamber
aleyhisselam, «Her kim davete icabet et-mezse, Allah ve Rasulüne isyan etmiş olur.» buyurmuştur.
Eğer oruç ise, davete icabet eder, fakat yemek yemez, dua eder. Eğer oruç değilse yemeği yer ve
dua eder. Ne icabet etse, ne de yese, günah işlemiş olur, davet edene cefa etmiş olur. Çünkü onu
çağıran adamla istihza etmiş-tir. Peygamber aleyhisselam, «Ben eğer bir deve baldırına davet
edilmiş olsam, ona yine icabet ederim.» buyurmuştur.»
Bunun muktezası şudur: Velime müekked sünnettir. Ama diğer ye-mek ve davetler bunun
aksinedir. Hidâye şerhleri velimenin vacibe ya-kın olduğunu tasrih etmişlerdir. Tatarhâniye'de
Yenâbî'den naklen: «Eğer adam bir davete çağrılmış olsa, eğer o davet yerinde günah ve bid'at
yoksa, icabet etmek vacibtir. Ama zamanımızda en eşlem yol kaçın-maktır. Ancak yakinen bid'at ye
günahın olmadığını yakinen bilirse, o zaman kaçınmaz.»
Zahir şudur ki bu kavil, velime dışındaki yemekler için anlaşılma-lıdır.
«Oturması layık değildir Un...» Yani onun orada oturmaması vacib-tir. İhtiyar'da: «Çünkü eğlence
haramdır. Davete icabet etmek sünnet-tir. Haramdan kaçınmak daha evlâdır.»
Yine sofrada bulunanlar gıybet ediyorlarsa, layık olan oturmamak-tır. Zira gıybet, oyun ve müzikten
günah bakımından daha şiddetlidir. Tatarhâniye.
«Eğer aynı sofrada ise ilh...» Vacib olan sarihin bunu musannifin gelecek, «eğer önceden bilirse»
sözünden evvel zikretmesiydi. Nitekim Hidâye sahibi böyle zikretmiştir. Zira musannifin «gücü
yetiyorsa» sözü, münkiratın sofrada değil evde olması bahsindedir. O zaman musannifin buradaki
sözünde aşikâr bir iham vardır.



«Men eder ilh...» Münkiri ortadan kaldırmak için men etmeye gücü yetiyorsa, men etmeye vacibtir.
«Sabreder ilh...» Yani kalbi ile inkâr etmekle birlikte sabreder. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Biriniz bir
münker gördüğünde eli ile onu ortadan kaldırsın, eğer eli ile kaldırmaya gücü yetmiyorsa, dili ile
ortadan kaldırsın, eğer dili ile de ortadan kaldıramıyorsa, kalbi ile buğzetsin. Bu da imanın en zayıf
derecesidir.» buyurmuştur. Yani, imanın en zayıf halidir. Yani münkeri nehyedecek kimse, onu
ortadan kaldırmak için hiçbir yardımcı bulamayacağı bir halde iken ancak böyle yapar. «T.
Davete icabet, sünnettir. O zamda sünnet, bid'atla beraber olsa da terkedilmez. Mesela ikâmesi
vacib olan cenaze namazı gibi. Her ne kadar ağlayan kadın hazır olsa bile, yine de namaz terk
edilmez. Musan-nif davete icabet sünnetini vacibe kıyas etmiştir. Çünkü vacibe yakın bir sünnettir.
Zira onun terki hakkında va'îd varid olmuştur. Kifâye
İmamdan hikâye ilh...» Yani, «Ben bir defa mübtela oldum. Yani böyle bir yemeğe davet edildim,
gittim ve sabrettim.» demiştir. İmamın söz ettiği bu olay imamın örnek alınacak bir kimse olmadığı
vakitte ol-muştu. Hidâye.
«Önceden bilirse ilh...» 3u kavil ifade ediyor ki, geçen bahis, eğer yemeğin başına oturmadan önce
bid'ati bilmemesi hususundadır.
«Orada asla bulunmaz ilh...» Ancak, eğlence ehlinin, kendisinin git-mesiyle, saygıdan dolayı
eğlenceyi terkedeceklerini bilirse, o zaman git-mek üzerine vacib olur. İtken:.
«İbni Kemal iih...» Ben bunu İbni Kemal'de görmedim. Evet, bunu Hidâye zikretmiştir.
T. diyor ki: «Bunda görüş vardır. En açığı, Tebyin'de olan ifade-dir. Zira tebyin sahibi eğer davet
yerinde münkirat varsa icabet etme:< lazım değildir demiştir.»
Ben derim ki: Şu kadarı var ki bu, davetin başına hazır olmakla son-rakinin arasındaki farkı ifade
etmemektedir. Tebyin'de, bu ifadeden son-ra İbni Mace'nin rivayet ettiği şu hadis nakledilmiştir:
«Hz. Ali buyurur-lar ki: Ben bir yemek yaptım ve Rasulullah'ı davet ettim. Rasulullah gel-diler, evde
suretler gördüler, o zaman döndüler.»
Ben derim ki: Hadis şunu İfade etmektedir: Hazır olduktan sonra do bid'ati görürse yine rücu
edebilir. Ve şunu ifade ediyor ki, davet edilen yerde münkirat varsa, asla icabet lazım değildir.
METİN
Sirâc'da: «Bu mesele delâlet ediyor ki, bütün eğlence ve oyunlar haramdır. O münkiri ortadan
kaldırmak için de o oyunu yapanlardan izin almadan içeriye girer ve ortadan kaldırır.»
İbni Mes'ud diyor ki: Gına kalbte nifakı bitirir, naşı! su otu bitirirse.»
Ben derim ki: Bezzâziye'de: «Bütün çalgıların sesini dinlemek, kamışa vurularak çıkan ses ve diğer
seslerin hepsini dinlemek haramdır. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Çalgıları dinlemek günahtır. Başında
oturmak fısktır. Ondan zevk almak ise küfürdür.» Yani küfranı nimettir. Zira uzuv-ları yaratıldığı
şeylerin dışında kullanmak küfranı nimettir. Vacib olan, böyle şeyleri dinlememek için çalgılardan
kaçınmaktır. Zira Peygamber (s.a.v.}'in çalgı seslerini duyduğu zaman parmakları ile kulaklarını
tıkadığı rivayet edilmiştir. Ama Arap şiirlerine gelince, onda fısk varsa onu okumak ve dinlemek de
mekruhtur. Hadisteki küfür kelimesi günahının büyük oluşunu ifade etmektedir. Nitekim -İhtiyâr'da
yledir. Veya ünü helâl bilerek ve zevk alarak dinlediğinde kâfir olacağını ifade etmekte-dir.
Nihâyed'e olduğu gibi.»
BİR FAYDA: Nevbet çalmak da geçen müzik aletleri gibidir. Eğer uyandırmak için çalarsa, bir beis
yoktur. Nasıl ki mesela üç vakitte su-run üç nefhasını hatırlatmak için çalsa, çünkü aralarında
münasebet vardır. Mesela ikindiden sonra kıyamet nefhası için çalmak, yatsıdan sonra ölüm
nemasına, geçe yarıdan sonra da ölümden sonra dirilme nefhasına işaret için çalsa... Bu bahsin
tamamı benim Mültekâ üzerin-deki talikatımdadır.
İZAH
«Mesele delâlet ediyor ki ilh...» Zira İmam Muhammed, çalgıların isimlerini mutlak zikretmiştir. O
zaman oynamak, eğlence nas ile haram-dır. Zira Peygamber (s.a.v.), «Müminin eğlencesi bâtıldır.
Ancak üç şeyde değil: Atını terbiye etmek için -bir rivayette atı ile oynamak kendi yayı ile ok atmak,
bir de hanımı ile oynaması.]) duyurulmuştur. Kifâye.
İmamın «mübtelâ oldum» sözü, oyun ve eğlencenin haram olduğu-na delâlet eder. İtkanî. İbni
Kemal için bu hususta bir kelâm vardır. Ve onun kelâmında da bir kelâm vardır. Müracaat et.
«İzin almadan içeriye girer ilh...» Çünkü onlar münkeri işlemekle hürmetlerini düşürmüşlerdir. O



zaman onların o hürmetlerini atmak ca-izdir. Nasıl ki şahitler zaninin avretine bakabilirler. Zira zani
kendi nef-sine yapılacak sayyı yırtıp atmıştır. Bu bahsin tamamı Minâh'tadır.
«İbni Mes'ud ilh...» Sünen'lerde merfuen Rasulullah'tan (s.a.v.) şu lafızla rivayet edilmiştir: «Gına
kalbte nifakı bitirir.» Gayetü'l-Beyân'da olduğu gibi. Bazı alimler tarafından da, kafiyeler dizmek ve
fasih konuş-mak için teganni ederse zarar yoktur, denilmiştir. Bazı alimler de eğer yalnız kaldığı
zaman vahşeti kendinden gidermek için teganni ederse beis yoktur demişlerdir. Serahsî bu kavli
tutmuştur. Şeyhülislâm da Hane-fî ulemasına göre bunların hepsinin mekruh olduğunu zikretmiş,
«İnsan-lar arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için ger-çeği boş sözlerle
değişenler...» (Lokman: 6) ayetini de deli! getirmiştir. Bu ayetin tefsirinde «boş sözler»den
maksadın gına olduğu gelmiştir. Bazı sahabilerin yledikleri rivayet edilen şiirler de hikmet ve
mev'ize dolu şiirler olarak yorumlanır. Zira «gına» kelimesi nasıl bilinen isim olarak verilirse,
bilinmeyene de ıtlak olunur. Nitekim şu hadiste olduğu gibi: «Her kim Kur'an ile teganni etmezse,
bizden değildir.» Bu bahsin tamamı Nihâye ve diğer kitaplardadır.
Kuhistanî gınayı, sesi ferdid etmek, melodi ile ve ritmik biçimde söy-lemek olarak tarif etmiş ve
sözlerinin devamında, «Bu kayıtlardan biri-si olmazsa, gına tahakkuk etmez» demiştir.
Dürrü Münteka'da: «Bunun bu şekilde tarif etmesi bizim kitabımız-da bilinmemiştir.»
Ben derim ki: Fethu'l-Kadîr'in Şehâdet bahsinde, bizim bundan öğ-rendiğimiz bir kelâmdan sonra
şöyle denilmektedir: «Haram olan te-ganni bir erkeğin sıfatını, hayatta olan belli bir kadının
vasıflarını ve in-sanı şarap içmeye tahrik edecek biçimde şarabın vasıflarını anlatan, melodik
yleyişler ve müslüman veya zımmiyi hicveden sözlerdir ki, bu hicvetmede de söyleyen adam
bizzat o müslüman veya zımminin hicvini düşünerek ylerse. Yok onu bir şiir söyletmek veya
fesahat ve bela-gatı öğretmek için hicvetmesi haram değildir. Veya olmayan bir kadının vasfını
yapan teganni de haram değildir. Veya kokuları, çiçekleri, suları anlatan bir şiir veya teganninin
men edilmesinin bir delili yoktur. Evet, bunları bir çalgının yanında söylerse, o zaman yine imtina
edilir. Her ne kadar o aletleri va'z ve hikmet şeklinde anlatmış olsa da böyledir. «Özet-le. Bu bahsin
tamamı oradadır.»
Mülteka'da: «Peygamber (s.a.v.)'den Kur'an okurken, cenazede, sa-vaşa giderken ve vazederken
sesi yükseltmenin mekruh olduğu rivayetedilmiştir. O zaman, vecd ve muhabbet dedikleri türkü ve
gazelin okun-masında sesin yükseltilmesine ne denilir? Dinde böyle bir şeyin aslı yok-tur.».
Şarih diyor ki: Cevhere de şunu ilave etmiştir: «Zamanımızın muta-savvıflarının yaptıklar: haramdır.
Oraya gitmek ve oturmak caiz değildir.» Peygamber'den (s.a.v.) rivayet edilen onun şiir dinlediğine
dair rivayet-ler gınanın haram olmadığına delâlet etmez. Onun hikmet ve va'zı iştimal eden mubah
bir şiir üzerine hamletmek caizdir. Peygamber (s.a.v.) in vecdettiğini bildiren hadise gelince, o da
sahih değildir. Nasru'l-Bazî türkü dinlerdi bu yüzden şöyle azarlandı: «Gıyabetten daha hayırlıdır.»
derdi, «Heyhat» denildi. Belki dinlemenin zellesi halkı gıybet etmenin zellesinden daha kötüdür.
Serî diyor ki: «Vacidin kendini kaybetmesinde öyte bir hadde ulaşmalıdır ki, yüzüne kılıçla
vurulmuş olsa, yine ondan bir ağrı duymaz. O zaman gerçek vecd zahibidir.»
Ben derim ki: Uyun'dan naklen Tatarhâniye'de: «Eğer dinlenilen ses Kur'ân ve mev'ıza sesi ise,
caizdir. Eğer gına ise. ulemanın ittifakı ile haramdır. Sofilerden her kim bunu helâl ederse, şu
kimselere helâldir der: Artık eğlenceden arınmış, takva ile bezetilmiş, hastanın ilaca ihti-yacı gibi
artık o gınaya muhtaç olana. Böyle bir gınanın altı şartı vardır: Bu gınanın yapıldığı mecliste, tüysüz
oğlan olmaması, cemaatın hepsi erkek olması, sonra burada toplanmalarının niyeti hak rızası
olmalı, okuyanın niyeti yoksa ücret almak veya yemek yeme olmamalı, toplantı yemek veya fetih
için olmamalı ve yerlerinden kalktıkları zaman da an-cak mağlub olarak kakımaları lazımdır ve
ancak doğru olması müstesna vecd de izhar etmemelidir. Velhasıl zamanımızda dinlemeye ruhsat
yok-tur. Zira Cüneyd, kendi zamanında dahi dinlemekten tövbe etmiştir.» Bu hususta sen Feteva-yı
Hayriye'de olan ifadeye bak.
«Nifakı bitirir ilh...» Yani amelî nifakı bitirir.
«Fısktır ilh...» Yani taatten çıkmaktır. Aşikârdır ki eğlencenin ba-şında oturmak onu dinlemektir.
Ayrıca dinlemek de günahtır. O zaman bu iki günah olmaktadır.
«Uzuvları kullanmak ilh...» Sarih bu kavli küfrün küfran-ı nimet üze-rine ıtlak olunmasının sahih
olacağını beyan için zikretmiştir. T.
«Parmakları ile kulaklarını tıkadığı ilh...» Benim Bezzâziye ve Minâh'ta gördüğüm ise, bu ifade, iki
kulağını tıkadı, seklindedir.



«Mekruhtur ilh...» ,Yani onların okunması mekruhtur. O zaman on-ların tegannisi ne olur?
Tatarhâniye'de: Eğer şiirlerde fışkın ve bir oğlanın zikri olmazsa, onları okumak mekruh değildir.
Zâhiriye'de: «Şiirdeki kerahetin anlamı şudur: Eğer insanı zikir ve kıraatten alıkorsa mekruhtur. Yok
eğer alıkoymazsa, o zaman beis yoktur.»
Tebyînü'l-Meharim «Şüphesiz bilinmelidir ki, haram olan şiir, kendi-sinde fuhuş veya bir
müslümanın hicvi veya Allah ve peygamberi yalan-lamak veya sahabeyi yalanlamak veya nefsi
tezkiyeyi yalanlamak veya içinde yalan zannedilecek derecede övgü ve neseplere zarar getirecek ve
bir de, bir tüysüz oğlan veya belli hayattaki bir kadının vasıflarını ifa-de eden şiirlerdir. Zira hayatta
olan belli bir kadını belli bir ysüz oğla-nı, erkekler huzurunda vasfetmek haramdır. Ama ölmüş bir
kadını veya belli olmayan bir kadını vasfetmekte bir beis yoktur. Oğlanda da hüküm böyledir. İnsanı
tahrik edecek bir şarabı da vasfetmek, deyriyat, mey-haneyi methetmek, zımmî bu olsa hicvetmek
haramdır. İbni Hümam ve Zeylaî'de de böyledir. Yanak ve zülüfleri, boyun güzelliğini ve diğer ka-dın
ye oğlan vasıflarını söylemek mubahtır. Bazı alimler de bunda bir görüş vardır demişlerdir.
Maarifte: «Diyanet ehline onları vasfetmek la-yık değildir. Layık olan arzu ve şehveti galib olan
kimsenin yanında ka-dının sayılan yerlerinin inşad edilmesi caiz değildir. Çünkü onun fikrini helâl
olmayan birşeye tahrik eder. Mahzura sebeb olan da mahzurdur.»
Ben derim ki: Biz yukarıda takdim ettik ki, herhangi birşeyde-delil getirmek için şiir söylemekte
zarar yoktur. Beliğ teşbihler, güzel istia-reler için şiir söylemek de istişhad için söylenen şiir gibidir.
«Günahının galiz oluşunu ilh...» Yani bu küfran-ı nimet kelimesinin üzerine atıftır. Buna ancak küfür
demenin manâsı günahın büyük olma-sıdır. H.
«Şurun üç nefhasını ilh...» Bazı alimlerin görüşü budur. Halbuki meş-hur olan, iki nefha vardır.
Birisi, kıyametin başlangıcı için, diğeri de ye-niden dirilme için. T.
«Aralarında münasebet vardır ilh...» Yani nefhalar ile o üç vakitte birşey çalınması arasında
benzerlik vardır.
«İkindiden sonra ilh...» Zira halk, ikindiden sonra iş yerlerinden ev-lerine gelirler. Yatsıdan sonra
uyku vaktidir. Ki bu da küçük ölümdür. Gece yarısından sonra ise kabirleri gibi olan evlerinden iş
yerlerine doğ-ru çıkarlar.
Ben derim ki: Bu ifade ediyor ki, çalgı aletinin kendisi bizzat haram değildir. Belki onunla oyun
oynandığı için haramdır. Bu da ya onu din-leyen veya onu çalan içindir. Zaten izafe de onu
bildirmektedir. Görül-müyor mi ki, o âlete vurmak, vuranın niyetine bağlı olarak bir defasında helâl,
bir defasında da haram olur. Zaten işlere de maksatlarına göre hükmedilir. İşte bunda onların ancak
kendilerinin bilebileceği birçok maksatlarla aletleri kullanma konusunda tasavvuf büyüklerine delil
var-dır. O zaman sufîlere bu işten dolayı itiraz eden kimse onların bereke-tinden mahrum olmamak
için acele etmemelidir. Çünkü onlar seçilmiş-lerin efendileridir. Cenab-ı Allah bizi onların
imdatlarına erdirsin, onların salih dua ve bereketlerini bize nasib etsin.
«Bu bahsin tamamı benim Mültekâ üzerindeki talikatımdadır ilh...» Zira sarih, geceni İmam
Pezdevî'nin Melaib isimli eserine isnad ettik-ten sonra, «Layık olan nevbet çalmak gibi hamam
borusunu çalmanın da caiz olmasıdır. Hasen'den, düğünü ilan için def çalmağa beis olma-dığı
rivayet edilmiştir. Sirâciye'de de, eğer zilleri olmazsa, ve eğlence maksadıyla vurulmazsa
denilmiştir.»
Ben derim ki: Ramazanda sahur için uyuyanları uyandırmak için da-vul çalmak da hamamın
borusunun çalınması gibi mubahtır. Düşünülsün.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...