YASAKLAR VE MUBAHLAR KİTABI
METİN
Münasebeti
zahirdir. Hazr, lügatta men ve
hapsetmek manasına-dır. Şeriatta ise, şer'an kullanılması
men
edilen şeydir. Mahzur, muba-hın zıddıdır. «Mubah ise, mükelleflere sevap veya günah kazanma
söz-konusu
olmaksızın yapılması ve terkedilmesi caiz olan şeydir. Mükellef mubahtan az
da olsa bir
hesap
verir. İhtiyar.
İmam
Muhammed'e göre, her mekruh, yani tahrimen mekruh olan . herşey, haramdır, yani ateşle
ceza
görme bakımından haram gibidir. Ama tenzihen mekruh olan şey, fukahanın ittifakı ile
helâle
daha
yakın-dır. İmameyne göre ise, tahrimen mekruh olan şey, harama daha ya-kındır.
Sahih ve
muhtar
olan da imameynin görüşüdür. Bid'at ve şüphe de
tahrimen mekruhun
mislidir.
Tahrmien
mekruh olan birşeyin harama nisbet
edilmesi, vacibin farza nisbet edilmesi gibidir. O
zaman
vacib ne ile sabit olursa, tahrimen mekruh da onunla sabit olur. Yani sübutu zanni olan bir
delille
sabit olur. Vacibi terketmek yüzünden insan nasıl günahkâr olursa, tahrimen mek-ruh'olan
şeyi
yapan da günahkâr olur. Sünnet-i müekkede de vacib
gi-bidir.
Zeylaî'de, atların hürmeti bahsinde şöyle denilmektedir: «Harama yakın olan bir şey, mahzurla bağlı
olan
şeydir, ateşle cezalandırmayı
ge-rektiren şey değildir. Belki sünneti müekkedenin terki gibi
itabı
gerekti-rir. Çünkü sünneti
müekkedeyi terketmekte ateşle eziyet etmek yoktur. Şu kadarı var
ki,
sünneti müekkedeyi terketmek, Nebiyi
muhtarın şefaatından mahrum kalmayı
icabettirir. Zira
Rasulullah
(s.a.v.), «Benim sün-netimi
terkeden, şefaatıma nail olamaz.» buyurmuştur. Öyleyse
sünneti
müekkedeyi terketmek haram değil, harama yakındır.»
Gıda
için yemek yemek susuzluğu gidermek için su içmek, velev ki haram, ölmüş bir hayvanın eti
veya bir diğerinin malı olsun ona zamin de olsa, farzdır. Onu yemekle, hadisin hükmüne göre sevap
da
kazanır. Şu kadarı var ki, insan nefsinden ölüm tehlikesini atlatacak kadar yemek farzdır. Ve
ondan
dolayı sevap da kazanır. Nefsini helakten kurtaracak kadar yemek ise, ayakta namaz kılacak
ve
oruç tutacak kadar vücudu sağlam
tutacak kadar yemektir.
Bu
ifadeden vücudu farzı kılamayacak kadar zayıflatacak miktarda yemeği azaltmanın
caiz olduğu
anlaşılır fakat o kadar az yemek caiz değildir. Nitekim Mülteka ve diğer muteber kitaplarda da
böyledir.
Ben
derim ki: Mübteğa'da şöyle
denilmektedir: «İnsanı helakten kurtaracak ve ayakta namaz kılma
gücünü
kazandıracak kadar yemek yeme farzdır.» Uyanık
ol.
Kuvvetini artırmak için doyuncaya kadar yemek de mubahtır. Doy-manın
üstünde fazla yemek ise
haramdır.
Hâniye'de bu fazla yemek ha-ram yerine kerahetle ifade edilmiştir. Midesini galib zannına
göre
bo-zacak kadar çok yemek
haramdır. İçmek de böyledir. Kuhistani.
Ancak
orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile fazla yemesi ve-ya kendisiyle oturmuş olan
misafiri
utanmasın diye veya bunlara benzer sebeblerle çok yemesi haram değildir.
İbadet
yapmaktan zayıf düşünceye kadar
yemeği azaltmak caiz de-ğildir. Ama çeşitli meyve türlerini
yemesinde
bir beis yoktur. Ama bunu terketmek daha efdaldir. Birkaç türlü yemek yapmak israftır.
İhtiyaçtan fazla yemeği sofraya koymak da israftır. Sünnet üzere yemek yemenin adabı
şudur:
Evvelinde besmele çekmek, sonunda hamdetmek. Yemek-ten evvel ve sonra elleri yıkamak. El
yıkamada, yemekten evvel genç-lere, yemekten sonra
ise yaşlılara öncelik verilmelidir. Mülteka.
İZAH
Haniye ve Tuhfe'de de başlık aynen böyle konulmuştur. Camiü's-Sağîr ve Hidâye'de ise, bu kitaba
«kerahet
ve mubahlar kitabı» denilmiş-tir. Mebsut ve Zâhire'de ise, bu başlık yerine «İstihsân
kitabı»
denilmiştir.- Çünkü bu kitabın
meseleleri muhtelif cinslerdendir. Onun için bu isim (istihsan)
verilmiştir.
Zira genel olarak meselelerinde kerahet, hazr, ibaha ve istihsan bulunmaktadır.
Nihâye'de olduğu gibi. Bazı alimler debu kitaba Zühd ve vera kitabı demişlerdir. Çünkü bu kitapta
şeriatın
mutlak bıraktığı birçok meseleler vardır. Zühd ile vera ise, o mutlak bırakılan meseleleri
terketmektir.
Talibetü't-Talebe'den
naklen Ebussuud'da şöyle denilmektedir: «İstihsan, güzel meselelerin
çıkarılmasıdır. Bu hususta söylenilenin en uy-gunu da budur. Ama fıkhı meselelerin cevabında
zikredilen
kıyas ve istihsan ise, onların beyanları fıkıh
usulündedir.»
«Münasebeti
zahirdir ilh...» Hidâye şerhlerinde de olduğu gibi bu münasebet şudur: Udhiye ve bu
kitapta
bulunan bütün meseleler bir asıl ve fer'den hali değillerdir ki, onda kerahet de varid olur.
Musannifin
Hazr ve ibaha kitabı demesi
üzerine de, onda hazr ve ibahat vaki
olur denilir. Ne zaman
ki
udhiye ile udhiyeden evvel ki
kitabın münasebeti zikredildi, o
zaman bilindi ki udhiye yerinde vaki
olmuştur.
O zaman ar-tık bu münasebetin şu kitabın udhiyenin peşine zikredilmesinin vechini ifade
etmiyor diye itiraz edilmesin. Bu kitabın bütün kitaplarla münasebe-ti vardır denilerek de itiraz
edilmesin.
«Hazr
lügatta men ve hapsetmek
manasınadır ilh...» Kur'ân'da, «Rabbinin ihsanı mahzur değildir.»
(İsrâ
: 20) buyurulmuştur. Yani Rab-binin rızkı ne sevap kazanandan, ne de günah kazanandan
hapsedil-miş
değildir.
Cevhere.
İbâha
ise ıtlak etmek, serbest bırakmak anlamınadır.. Zeylaî.
«Mahzur,
mubahın zıddıdır ilh...» el-Mahzur
kelimesi başındaki «el» and içindir. Yani bizim fikir ve
tarif
ettiğimiz şer'î mahzur, mubahın
zıd-dıdır. İşte bu mubah için başka bir zıddın bulunmasına
münafi
değildir. Ki bu da vaçibtir. Çünkü
musannifin burada muradı, onun
karşılığında elan mubahı
tarif
etmek değildir. Çünkü onun tarifi,
bilindiği gibi yu-karıda geçti. İşte bu izahla musannifin
burada
hazrı tarif etmesi eammi ile tarif etmek demek değildir. Çünkü hazır haram ve mekruha nasıl
de-nilirse,
vacibe de denilir. O zaman, kafi delille men edildiği sabit olan şey diye tarif etsek, hazrı
yine
has tarifiyle tarif etmiş olmayız. Belki hazrın has tarifi şudur: Şer'an kullanılması men edilen
şey.
Çünkü böy-le olursa, bu tarif zannî delil ile kaçınılması sabit olan şeyi de içine alır.
«Yapılması
ve terkedilmesi caiz olan şeydir ilh...» Minâh'ta da böyle
tarif edilmiştir. Cevhere'de olan
ifade
de şöyledir: «Mükellefin yapmakla yapmamak arasında muhayyer olduğu şeydir.»
«Mubahtan
az da olsa bir hesap verir
ilh...» Bu da bir azabtır de-nilmesin. Çünkü şöyle bir şey varid
olmuştur
ki, kim hesabta münakaşa ederse azab görür. Çünkü münakaşa, hesapta ziyade
araştırmaya
vesile olur. Kamus'ta olduğu gibi.
«Her
mekruh ilh...» Kerahet razı olmamaktır. Mutezileye göre kera-het irade edilmeyendir. O zaman
Mutarrızî'nin
kerahet kelimesini Muğrib'te irade edilmeyen olarak tarif etmesi, mutezileye
meyletmektir. Ni-tekim Ebussuud da böyle ifade etmiştir.
,
«Yani
tahrimen mekruh olan ilh...» Kerahet, mutlak zikredildiği za-man ondan ancak tahrimi kerahet
kasdedilir. Şeriatta olduğu gibi. Hazr ve ibahat babında olan kerahet tahrimi kerahattir. Bîri.
«Haramdır
ilh...» Musannif bu kavliyle irade
ediyor ki, o haramdır. Hidâye'de şöyle denilmektedir.
«Ancak, kesin bir nas bulunmayınca, ona haram lafzı ıtlak olunmaz.» Bir has bulununca, o zaman
haram
veya he-lâldir diye kesin olarak söylenir. Eğer helâlliği hakkında bir nas bulun-mayan şey
hakkında
«beis yoktur» denilir, hahamlığı
hakkında bir nas bulunmayana da «mekruhtur» denilir.
İtkanî.
«Haram
gibidir ilh...» Kuhistanî de böyle demiştir. Bu şunu iktiza eder ki, o şey hakikaten İmam
Muhammed'e
göre de haram değildir. Ateşle azab göreceği için o cihetle harama benzemektedir.
Herne
ka-dar onun azabı kat'ı" haram olan birşeyin azabından az da olsa. Bu da İmam Muhammed
ile
İmameyn arasındaki zikredilen ihtilafın mukteza-sının aksinedir. Bir de, imameynin kavlinin daha
sahih
olmasının aksi-nedir. Evet öyledir ama, o, İbnü'l-Hümam'm Tahriku'l-Usul isimli eserin-de
tahkik
ettiğine muvafıktır. Tahkik ettiği
şöyledir ki; «Muhammed'in «haramdır»
sözünde bir çeşit
mecaz
vardır. Çünkü ikabı istihkak etmek-te haram ile tahrimen mekruh olan ortaktırlar. İmameynin
kavli
ise, ha-kikat üzerinedir. Çünkü
kati olarak bilinmektedir ki İmam Muhammed vacib mekruh
olanı
inkâr edenin küfrüne hükmetmez. Nasıl ki, farz ve ha-ramı inkâr edeni tekfir etmişse. O zaman
İmam
Muhammed ile mana iti-bariyle
imameynin arasında zannedildiği gibi
bir ihtilaf yoktur.»
Bunun
Tahrikü'l-Usul'ün sarihi İbni Emir-i
Hac Muhammed'in Meb-sutta zikrettiği
ile teyid
etmektedir.
Zikredilen kelâm şudur: «Ebû Yusuf, Ebu Hânife'ye, «Sen birşeye
mekruhtur dediğin
zaman
senin reyin ne-dir?» diye sorunca, Ebu Hânife,
«Haramdır» demiştir.»
Yine
Mebsut'ta, Muhammed'in, «Ebu Hânife
de mekruhu inkâr eden kimseyi tekfir etmemiştir.» kavli
gelecektir. Bunun üzerine aralarındaki ihtilaf sırf bu mekruha haram demenin sahih olup olmadığı
üzerinedir.
Bu husustaki kelâmın tamamı yakında
gelecektir.
«Helâla
daha yakındır ilh...» Yani onun
faili asla ikab görmez. Şu kadarı var ki, onu terkeden kimse
de
az bir sevap kazanabilir.
Telvîh.
Bunun
zahiri şudur ki. helâl
değildir. Helâl olmamaktan haram olması veya tahrimen mekruh olması
da
lazım gelmez. Çünkü Minah'ta da
ol-duğu gibi. tenzihen mekruh
olan bir şeyin mercii, onun
terkinin
evlâ olmasıdır. Kuhistanî Minah'ta
Cevahir'den naklen olduğu gibi, iki
kera-het arasındaki
fasıl
şöyledir: Eğer birşeyde asıl haram ise, umumi ibtiladan dolayı o haramlık ondan
düşmüşse,
onu
yemek veya içmek tenzi-hen mekruhtur. Kedinin artığı gibi. Yok eğer haramlık düşmemişse, o
za-man
haramdır. Eşek eti gibi. Eğer onda asıl ibaha ise, sonra onu ibaha-dan çıkaracak birşey arız
olmuşsa
bakılır: Eğer galib zanna göre haram edecek şey bulunursa, tahrimen mekruhtur. Necaset
yiyen bir sığırın artığı gibi. Yok eğer haram edecek birşey bulunmuyorsa, o zaman o tenzihen
mekruhtur.
Yırtıcı kuşların artığı
gibi.
«Bid'at
ve şüphe de bunun mislidir ilh...»
Kuhistanî'nin kelâmı şunu ifade etmektedir: Bid'at
kelimesi İmam Muhammed'e göre mekruhun eşanlamlısıdır. Şüphe de imameyne göre mekruhun
eşanlamlısıdır.
«Harama
nisbet edilmesi ilh...» Yani sabit olma itibariyle. Musanni-fin, vacibin
sabit olduğu şeyle
sabit
olur sözü bu nisbeti beyan etmek-tedir. Şu kadarı var ki, musannifin bunu zanni sübut üzerine
ihtisar
et-mesinde ki ibaresinde kusur vardır. Bunun beyanı şöyledir: Semi deliller dörttür. Birincisi,
hem
sübutu, hem delâleti kafi olan Kur'an'ın müfesser ve muhkem nasları ve mefhumu kati olan
mütevatir
sünnetin nasları gi-bi. İkincisi,
sübutu kafi, delâleti zannî olan, tevil olunan ayetler gibi.
Üçüncüsü
ise, bunun aksi, yani sübutu zannî,
delâleti kafi, bu da mef-humları
kafi olan ahadi
haberler
gibi. Dördüncüsü, hem sübutu, hem
de delâleti zannî olandır. Bu da mefhumu zannî olan
ahadî
haberler
gibidir.
Birincisi
ile farz ve haram sabit olur. İkinci ve üçüncü ile, vacib ile tahrimi kerahet, dördüncüsü ile
de
sünnet ve müstahab olan sabit
olur.
«Zeylaî'de
ilh...» Sarihin bu kavli,
musannifin, «mekruh olan şeyi yapan günahkâr olur» kavlinin
anlamını
açıklamak içindir. Zeylaî'de olan, Telvih'te olan
ifadeye muvafıktır. Zira Telvih sahibi şöyle
demiştir:
«Ha-rama yakın olmanın manâsı şudur: Yani ona ateşle azab etmenin dışın-da bir mahzur
taalluk
eder. Sünneti müekkedeyi terketmek de hürmete (harama) yakındır. Bunun terkeden de
Peygamberin
şefaatından mahrum kalır.»
Telvih'in
ibaresi şunu iktiza eder: Müekked sünneti terketmek, tah-rimen mekruhtur. Çünkü o
harama
yakındır. Burada müekked sünetten
murad, cemaatla namaz kılmak, ezan ve kamet gibi
Hûda
sünnetleridir. Çünkü bunları
terketmek, sapıklıktır ve kınanır. Tahrir'de olduğu gibi. Bu-rada
terkten
maksat, özürsüz olarak terketmek ve terkte ısrar etmektir. İşte bundan ötürü de cemaatı terk
üzerine
icma edenler ile savaşılır. Çünkü cemaatta namaz kılmak veya sünen-i Hûda dinin
alametlerindendir. Onun terkinde ısrar etmek, dini hafife almaktır. O zaman onun terki üzerine
onlarla
savaşılın. Bunu Mebsut zikretmiştir.
İşte bundan dolayı denilir ki,
onların cemaatı terki
üzerine
savaşmak onun vacib olduğuna delâlet
etmez. Bu bahsin tornamı Tahrir
şerhindedir.
Sonra
burada zikredilen «Ateşle azab
görmez ama bir mahzuru is-tihkak eder» kavli, anifen sarihin
takdim
ettiğine muhaliftir. İbnü'l-Hümam da
Tahir'de, tahrimen mekruh olanı işleyen kimsenin
ateşle
ikabı istihkak edeceğini kesinlikle söylemiştir. Ancak şu kadarı var ki, sarihin yukarıda
takdim
ettiği, Muhammed'in kavline has
olduğu söylenebilir. Çünkü mekruh İmam Muhammed'e
göre
haramdandır. Burada olan ise, imameynin «harama daha yakındır» kavli
üzerine hamledilir. O
zaman
bu ifade eder 'ki. İmam Muhammed'le imameyn arasındaki ihtilaf lafzi değildir. Bu da bizim
Tahrir'den
naklen takdim ettiğimizin aksinedir. Bun-dan dolayı Ebussuud,
Makdisî'den şunu
nakletmiştir: «Hilafın aslı şudur: Muhammed, mekruhu haram saymıştır. Çünkü onun helâlliğine
kesin
bir nas yoktur. İmameyn ise onu helâl kılmışlardır. Çünkü eşyada asıl olan helâl olmaktır.
Hem
de hürmetine dair kesin birşey de yoktur.»
Kerahet
helâlliğe münafi değildir. Nihâye'nin hulu bahsinden Kuhistânî şöyle birşey nakletmektedir:
«Her
mubah helâldir. Ama bunun aksi değildir. Meselâ, Cuma günü ezan zamanı alış-veriş helâldir
ama
mubah değildir. Çünkü
mekruhtur.»
Telvih'te
şöyle denilmektedir: «Terki evlâ olan herhangi bir fiil, ke-sin bir delil ile men edilmekle
haram
olur. Ama terki evlâ olan bir şey zannî delil ile men edilirse, tahrimen mekruh olur. Ama hiç
men
bulunmazsa, o zaman tenzihen mekruh olur. İşte bu taksim, Muhammed'in gö-rüşüne göredir.
İmameynin
görüşüne göre, terki evlâ olan bir fiil, men ile birlikte haram olur. Men olmadan ise,
tenzihen
mekruhtur. Eğer helale daha yakın ise. Eğer harama daha yakın ise, o zaman tahrimen
mekruhtur.»
Bu
ifade etmektedir ki, terki evlâ olan şeyin yapılmasını men etmek İmam Muhammed'e göredir.
İmameyne
göre değil. İşte bununla İmamey-nin görüşü üzerine, mekruhun müekked sünnet ile
şefaattan
mahrum ol-makta eşittirler. Allah daha iyisini bilir ama buradaki şefaattan murad,
derecelerin yükselmesidir veya ateşe girmemektir. Yoksa ateşten yıkmak veya muvakkat bir şekilde
mahrum
olmak değil. Veya istihkak et-tiği
birşeyden şefaatla kurtulmaktır. O zaman şefaatin
vukuuna
münafi değildir. İşte bununla suç
kebireyi işleyenen üzerine değildir diye itiraz
edilemeyeceği
anlaşılmış olur. Hazreti Peygamber «Benim şefaatim
üm-metimden kebairi işleyenler
içindir.»
Nitekim Hasan Celebi Telvîh Haşiyesi'nde bunu zikretmiştir. Bunun tamamı bizim Menâr
üzerindeki
haşiyelerimizdendir.
«Gıda
için yemek ilh...» Setri avret, soğuk ve sıcaktan koruyacak kadar elbise giymek de farzdır.
Şurunbulâliye.
«Velev
ki haram ilh...» Adam susuzluk yüzünden ölmekten korksa, onun yanında da şarap olsa,
eğer
şarabın susuzluğunu gidereceğini bil-se, susuzluğunu giderecek kadar içebilir. Bezzâziye.
Böyle susuz kalan bir kimsenin yanında idrar ve şarap olsa, o
za-man şarap idrara takdim edilir
Tatarhâniye.
Bu husustaki kelâmın ta-mamı
ileride gelecektir.
«Ona
zamin de olsa ilh...» Zira mecbur kalındığında birşeyin mu-bah oluşu, o şeyin saminiyetine
aykırı olmaz.
Bezzâziye'de
şöyle denilir: «Adam açlıktan öleceğinden korksa, ar-kadaşının yanında da bir yiyecek
olsa,
bu ölümden kurtulacak kadar kıymetiyle arkadaşından alır. Susuzluğunu giderecek kadar
fazlasıyla
değil, kıymetiyle su da alabilir. Eğer arkadaşı imtina ederek vermese, silahsız olarak
onunla
çarpışır. Eğer arkadaşının da açlık veya susuzluktan öle-ceğinden korkarsa, o zaman bir
kısmını
ona bırakır. Bir adam diğerine, elimi kes ye, dese, helâl olmaz. Çünkü insan eti mecbur
kalındığında
da mubah olmaz. Çünkü insan şereflidir.»
«Ondan
dolayı sevap da kazanır ilh...»
İhtiyâr'dan naklen Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir:
«Rasulullah
(s.a.v.), «Şüphesiz Allahu Teâlâ insanların her yaptığı şeyin karşılığında ecir verir.
Hatta
kulun ağzına gö-türeceği lokmanın
dahi sevabını verir.» buyurmuştur. Eğer ölene kadar yeme
ve
içmeyi terkederek ölse, asi olmuş olur. Çünkü yemeği terketmekte nefsi tehlikeye atmak vardır.
Hem
de muhkem ayette nefsi tehli-keye atmak
nehyedilmiştir.»
Ama
bunun aksine, hasta bir adam tedaviden kaçınmış olduğu için ölse, günahkâr olmaz. Çünkü
onun
tedavi ile şifa bulacağı yakın değil-dir. Nitekim Mülteka şerhinde de
böyledir.
«Bu
ifade ediyor ki ilh...» Yani, «bundan
dolayı sevab da kazanır» sözü ifade ediyor. Çünkü bunun
zahiri,
o kadar yemek mendubtur. Mendub oluşu da Mülteka'nın metninde tasrih edilmiştir. O
zaman
yemeği terketmenin caiz olduğunu
ifade eder.
«Nitekim
Mülteka ilh...» Mülteka'da olanı musannif yakında zikredecektir. Zira Mülteka sahibi
ibadetlerin
edasından zayıflatacak kadar ye-meği
azaltarak riyazet yapmak caiz değildir demiştir.
«Ben
derim ki ilh...» Bu kavil, sarihin «caiz değildir» sözünü teyid
etmektedir.
«Uyanık ol ilh...» Sarihin bu sözü, musannifi muaheze etmeye işaret ettiği gibi,
Mülteka'da
zikredileni
de muaheze etmektedir.
«Mubahtır
ilh...» Yani ne sevap, ne de günah
vardır. Ancak, eğer yediği helâlden olursa, bunun az
bir
hesabını verir. Zira hadiste
Rasulullah, «İnsan herşeyden görür, ancak üç şeyden hesap
görmez.
Avre-tini örtecek bir parça bez, açlığını giderecek kadar bir parça ekmek, onu yazın
sıcaktan, kışın soğuktan koruyacak bir ev.» buyurmuştur. Yine şöyle hadis de
gelmiştir:
«İnsanoğlunun
sulbünü kuvvetlendirecek lokmalar-dan da hesap sorulacaktır. Ancak nefsini
kurtaracak kadar yemesinden sorulmayacaktır.» Dürrü
Münteka.
«Doyuncaya kadar ilh...» Doymak, yani vücudunu gıdalandırmak ve bedenini
kuvvetlendirecek
kadar.
Kuhistanî.
«Haramdır
ilh...» Çünkü malı zayetmek ve nefsi hasta etmektir. Şöy-le bir hadis de gelmiştir:
«İnsanoğlunun
doldurduğu kapların en şerri
doldurduğu midesidir.» Eğer karnı doldurmak lazım
ise,
üçte birini ye-meğe, üçte birini
suya ve üçte birini de nefes almaya. Azab bakımından en uzun
azab
görecekler, en çok karnını doyuranlardır. Dürrü
Münteka.
BİR
TETİMME : Tebyînü'l-Mehârim'de, şöyle denilmektedir: «Âlim terden bazısı tarafından diğer iki
mertebe
de eklenmiştir. Bunlardan bi-risi mendub olan yemektir. Mendub
olan yemek ise, insanı
nafile
namaz-lara, ilim öğrenmeye ve ilim öğretmeye yardımcı olan yemektir. Diğeri de mekruh olan
yemektir.
Bu da, doyduktan sonra ondan bir zarar görmeyecek kadar fazla yemektir. Abidin rütbesi
mendub
olan yemekte mu-bah olan yemek arasında muhayyer kalmaktır. Ve, yediği zaman yediği
ile
ibadete kuvvetlenmeyi murad ederse, o zaman itaat etmiş olur. O yemesiyle de lezzet ve nimet
almayı
murad etmemelidir. Zira Cenab-ı
Allah kâfirleri faydalanmak ve nimetlenmek için
yediklerinden
onları zemmetmişitr. Şöyle ki Cenab-ı Allah, «Kâfirler ise zevklenirler, hayvanların
yediği
gibi yerler, yerleri ateştir.» (Muhammed : 12) buyurmuştur. Rasulullah da, «Müslüman bir
barsakla, fakat kâfir yedi barsakla yer.» buyurmaktadır. Bu hadisi Şeyheyn ve diğer kitaplar rivayet
etmişlerdir.
Bu-rada yedi rakamı mübalağa içindir. Bazı alimler tarafından da, Resulullah bunun
mümin
için bir darb-ı mesel olarak zikretmiştir, yani mümin dün-yadan züht eder, kâfir ise
dünyaya
haristir.
Öyleyse mümin yemeği ha-yatını devam ettirmek ve ibadetlerini
yapabilmek için yer. Kâfir
de
hırs, şehvet ve lezzeti taleb için yer. O zaman az da olsa mümin doyar, fakat kâfiri çok da olsa
doyurmaz.»
«Hâniye'de
kerahetle ifade edilmiştir
ilh...» Umulur ki, evceh olan
birinci görüş, yani haram
ifadesidir.
Çünkü israftır. Ki Allahu Teâlâ da «İsraf etmeyin» buyurmuştur. Allahu Teâeâ'nın bu
kavlinin
sübutu da, delâleti de kafidir.
Düşünülsün.
«Çok
yemek ilh...» Bunu Kuhistanî, Kermanî'nin eşribe bahsine isnad etmiştir. T. de diyor ki, «Sarih
bununla
ifade ediyor ki, burada doy-maktan murad, şer'i doymaktan fazla olan
değildir. Çünkü şer'i
doymak, midenin üçte birini doldurmaktır. Buradaki doymaktan murad, mideyi ifsad
kadar
yemektir.»
«Ancak orucunu sabahleyin kuvvetlendirme kastı ile ilh...» Zahir şudur ki, buradaki istisna, sarihin
de
tevilde zikrettiğine binâen müntakidir. Zira eğer midesinin ifsad edilmesi zannına galib olursa,
artık
mi-desini bozacak kadar ramazan için yemesi nasıl caiz olur? Bununla be-raber
hastalanmaktan korkmuş olsa bile onun iftar etmesi mubahtır. An-cak şöyle denilebilir: İfsattan
murad.
çok zarar vermeyi ziyadeleştirmeyen bir ifsattır. Zikredilen, bazı müteahhirin alimlerinin
istisnasıdır. Ni-tekim Tatarhâniye de böyle ifade etmiştir.
«Misafiri
utanmasın diye ilh...» Yani ihtiyacı kadar yedikten sonra gelen misafirin utanmaması için
yemesi
de haram değildir. Kuhistanî.
«Ve
bunlara benzer ilh...» Mesela adam, ihtiyacından fazla olarak istifra etmek için yerse, Hasan
diyor ki, bunda bir beis yoktur. Hasan di-yor ki, «Ben Enes bin Malik'i gördüm ki, çok çeşitli
yemeklerden ve çok yerdi. Sonra da onu istifra ederdi. Bu istifra etmesi de ona menfaat verirdi.»
Haniye.
«İbadet
yapmaktan ilh...» Yani farz olan
ibadeti ayakta kılmaktan zayıflayacak kadar yemeği
azaltmak
caiz değildir. Ama eğer onu
zayıf-latmayacak bir vecihle yemeği azaltırsa o zaman o
mubahtır.
Dürrü Münteka.
«Terketmek daha efdaldir ilh...» Ki derecesi noksanlaşmaya ve bir de «İnkâr edenler ateşe
sunuldukları
gün, (kendilerine denir ki): «Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi
zayettiniz.
bunlarla
sefa sürdünüz, tü-kettiniz.» (Ahkâf: 20} âyetinin hükmüne girmeyeler. Hasenatı çoğaltmak
için
yemeğin fazlasını tasadduk etmek
efdaldir. Dürrü
Münteka.
«Birkaç
türlü yemek yapmak israftır ilh...»
Ancak, ibadetin kuvveti için veya peşpeşe ziyafet vermesi
halinde
israf değildir.
Kuhistânî.
«Sünnet
üzere ilh...» Eğer besmeleyi yemeğe başlarken unutursa, aklına geldiğinde yemeğin başı
ve
sonuna bismillah desin. İhtiyar.
Bismillah
denildiği zaman sesini yükselt ki seninle beraber bulunan-lara da telkinatta bulunmuş
olasın.
Ama sonunda hamd getirirken onu yüksek sesle getirme. Ancak, arkadaşları yemeklerini
bitirmişlerse, o za-man yüksek sesle elhamdülillah denilebilir. Tatarhâniye.
Besmele,
ancak yemek helâl olursa çekilir. Ama sonundaki hamd. ister helâl olsun, ister hararn,
yapılır.
Kınye, T.
«Yemekten
evvel ve sonra elleri yıkamak ilh...» Yemekten evvel el-leri yıkamak fakirliği yok eder.
Mendille
eli silinmez. Yemekten sonra yıkamak da kınanmayı nefyeder. Ama yemekten sonra
yıkanmada
ye-meğin eserinin elden gitmesi
için eller kurulanır. El yıkamanın yemenin bereketi
olduğu
söylenmiştir. Un yemekle de el yıkamada bir beis yok-tur. Yemek için ağızı yıkamak
da elleri
yıkamak
gibi sünnet midir? El-Cevap: Sünnet
değildir. Şu kadarı var ki cünüp adamın ağzını
yıkamadan
yemek yemesi mekruhtur. Ama hayızlı
kadın bunun aksinedir, Dürrü
Münteka. Bunun
misli
Tatarhâniye'de de mevcuttur.
«Yemekten
evvel gençlere ilh...» Çünkü onlar
ihtiyarlardan çok yerler, ihtiyarlar ise daha az yerler.
Dürrü
Münteka.
«Yemekten
sonra ise yaşlılara ilh...» Zira Rasulullah, «Bizim yaşlı-larımıza saygı göstermeyen
bizden
değildir.» buyurmuştur. İşte bu da saygıdır. T.
BİR
TETİMME -. Tuzluk veya tabağı
ekmek üzerine koymak mekruh-tur. Eli veya bıçağı ekmekle
silmek
de mekruhtur. Ekmeği sofraya bağlamak da mekruhtur. Muhtar kavle göre, bir yere
yaslanarak veya baş açık olarak yemek yemekte de beis yoktur. Ekmeğin ortasını yemek ve
kena-rını
bırakmak veya kabaran yerlerini yemek diğer yerlerini
bırakmak is-raftır. Ancak geri
kalanını
yiyen olursa o zaman beis yoktur. Nasıl Ek-meğin içinden birisini tercih etse, mekruh
değildir.
Ekmek hazır olunca katığı beklememek, ekmeğe hürmet etmektir. Elinden yere düşen
lokma-yı
yerde bırakmak da israftır.
Layık olan onunla yemeğe başlamaktır. Yemeğin ortasından yeme-mek, kenarından yemek
sünnettir.
Aynı yerden yemek de sünnettir. Çün-kü hepsi
bir yemektir. Ama bunun aksine bir
tabakta
birkaç çeşit meyve olsa, o zaman o meyvelerden dilediğini, dilediği yerden yer. Çünkü o
birkaç
türlüdür. Buraya kadar saydıklarımızın hepsi ile asar varid olmuş-tur. Sofraya otururken, sol
bacağı
yatırmak, sağı dikmek de
sünnettir. Yemeği sıcak yememek ye koklamamak da
sünnettendir.
İkinci imamdan yemeği üflemede
kerahet olmadığı, ancak, sesli bir şekilde üflemenin
mekruh
olduğu rivayet edilmiştir. Yemek zamanında susmak mekruhtur. Çünkü yahudilere
benzemektir.
Yemekte maruf ile konuşulur. Peygamber aleyhisselatü
vesselam, «Kim bir çanaktan
yemek
yer ve sonra o çanağı İyice temizlerse, çanak ona, «Allah seni ateşten azad etsin, çünkü sen
beni
şeytandan azad ettin» der.» buyurmuştur. Ahmed'in rivayetinde «ça-nak ona istiğfar eder»
denilmiştir.
Yemeğe tuzla başlamak ve tuzla bitir-mek de sünnettendir. Hatta onda yetmiş derde şifa
vardır.
Yemekten sonra eli silmeden önce ve kâseyi yalamak da sünnettendir. Bu bahsin tamamı
Dürrü
Münteka, Bezzâziye ve diğer kitaplardadır.
METİN
Ehli
kısrak eşeğin eti mekruhtur. Malik buna muhalefet etmiştir. O eşeğin sütü ve insan pisliği yiyen
bir
hayvanın sütü de mekruhtur. Kıs-rağın sütü ve devenin sidiği
de mekruhtur. İmam Yusuf, tedavi
için
kıs-rak sütü ve deve sidiğini içmeye
icazet vermiştir. İnsan pisliği yiyen hay-van ile kısrağın
etini
yemek mekruhtur. Ancak pislik yiyen hayvan, etinden o pis koku gidinceye kadar hapsedilir,
koku
gittikten sonra yenilir. Bu temizlenme müddeti şöyle takdir edilmiştir: Ezher kavle göre, tavuk
üç
gün, koyun-keçi dört gün, deve ve
sığır on gün hapsedilir. Eğer bir
hayvan, hem necaset, hem
de
temiz yiyecekler yese ve eti de kokmasa, o zaman onun eti helâldir. Domuz sütü ile beslenen bir
buzağının
etinin helâl olması gibi. Çünkü onun
eti bozulmaz. Onun gıdalandığı şey de müstehlik
olmuştur.
Eti
yenilen bir hayvan şarap içse, aynı saatte kesilse, onun etini ye-mek helâldir ama mekruhtur.
Zeylai, Vehbaniye Şerhi'nin av bahsi.
Hem
erkek, hem de kadın için altın ve gümüş kaptan yemek
ye-mek, su içmek ve yağ sürünmek ve
kokulanmak mekruhtur. Zira hadis mutlaktır. Gümüş ve altın kaşıkla yemek veya altın ve gümüş
mille
sürme çekmek ve kullanmakta buna benzer sürme konulacak altın veya gömüş kabın, altın ve
gümüş
çerçeveli ayna, altın ve gümüşten yapılan alem ve hokkayı kullanmak da mekruhtur. Yani
halkın
örfüne göre kullanılmak üzere yapıldığı işte kullanılması mekruhtur. Yoksa, mekruh değildir.
Hat-ta
bir adam yemeği altın bir kaptan başka bir yere aktararak orada ye-se veya suyu veya yağı
altın
kaptan evvela başına değil, eline
dökmesi, eliyle başına sürmesi halinde bir beis yoktur.
Mücteba
ve diğerleri. Bu da Dürer'de tahrir
edilenin ta kendisidir. Hıfzedilsin.
Kuhistanî
ve diğer birisi şunu istisna
etmiştir: Savaşta altın ve gü-müşten
yapılmış miğfer, zırh,
kolçak
kullanılması mekruh değildir. Şim-diye kadar sayılan kerahetler bedene ait olanlardır. Ama
bedenin
gayrısında sırf süs için altın ve
gümüşten kap, veya bir sedir yapmış olsa, üzerine de ipek
sermiş
olsa, onda beis yoktur. Belki selef bunu yapmış-tır. Hülâsa. Hatta Ebû Hânife, yüzü ipek olan
yastığa
yaslanmayı, üze-rinde yatmayı mubah kabul etmiştir. Nitekim ileride gelecektir.
Bakır
ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur. Ama efdal olan, kabın toprak
olmasıdır.
Peygamber aleyhisselâtı vesselam, «Kim kaplarını topraktan yaparsa, onun evini
melekler ziyaret eder.» buyurmuştur. İhtiyar.
Bakır,
çam, billur ve akikten yapılan
mezkûr şeyler mekruh değil-dir. Şafiî buna akikte muhalefet
etmiştir.
Gümüşle süslenmiş bir kaptan su içmek, gümüşle süslenmiş eğere binmek, gümüşle
süslenmiş
bir kol-tuğa oturmak helâldir. Şu kadarı var ki, gümüşle süslenmiş bir su ka-bından su
içildiği
zaman, ağzı gümüşe temas ettirmekten kaçınmalıdır. Bazı alimler tarafından eğere
binileceği
zaman veya eline böyle bir nes-ne aldığı zaman yine gümüşle yere temas etmekten
kaçınmasının şart olduğu
söylenmiştir.
Gümüş
veya altınla çemberlenmiş bir kaptan yemek, içmek mekruh değildir. Altın veya gümüşle
çemberlenmiş bir sandalye, gümüş veya altınla çerçevelenmiş bir ayna veya gümüş veya altınla
yazılmış
bir mushafta mekruh değildir. Nasıl ki, kılıç veya bıçak gümüşten veya altın-dan yapılmış
olsa,
veya onların kabzasında altın veya gümüş olsa, ve-ya atın gemi veya üzengisi altın veya
gümüşten
olsa, elini altın veya gümüş üzerine koymazsa mekruh değildir.
Bir
kumaşın altın veya gümüşle süslenmesi de mekruh değildir.
Müctebâ'da
şöyle denilmektedir: «Gümüşle süslenmiş bir bıçak, hokka ve üzenginin
kullanılmasında beis yoktur.»
İkinci
imamdan, bu sayılanların hepsinin
mekruh olduğu rivayet edil-miştir. Bu hususta imamlar
arasındaki ihtilaf gümüşle süslenmiş herhan-gi birşeyin kulanılmasındadır. Ama gümüş
veya altın
yaldızlamaya
ge-lince, ulemanın icmaı ile bunun kullanılmasında beis yoktur. Burada gem ile
üzengi
ve diğerleri arasında fark yoktur.
Çünkü, yaldız helak olur. Onun rengine itibar edilmez. Aynî
ve
diğer kitaplar.
Kâfirin
velev mecusî de olmuş olsa, «ben şu
eti kitabi bir kimseden aldım» demesi kabul edilir ve o
et
helâldir. «Ben onu bir mecusîden al-dım» demesi de kabul edilir ve o zaman et haram olur. Bir
kimsenin
ha-beri ile de o reddolunmaz. Bu meselenin asıl kaidesi şudur: Kâfirin ha-beri fukahanın
icmaı
ile diyanetle ilgili meselelerde değil, muamelâtla ilgili meselelerde makbuldür. İşte Kenz'in
«Kâfirin
helâl veya haram hususundaki sözü makbuldür» sözü bunun üzerine hamledilir. Yani
mua-melat
hususundaki sözü makbuldür şeklinde anlaşılmalıdır. .Yoksa Zey-laî'nin zannettiği gibi
mutlak
helâl ve haramda sözü kabul edilir anla-mında değildir.
Kölenin
-velev cariye olsun- ve çocuğun
sözü de kabul edilir, he-diyede.
Burada da ister o çocuk
veya köle efendi veya velilerinin baş-kasına veya kendilerine hediye ettiğini haber versinler, hiç
farketmez.
Yine çocuğun veya kölenin izinle haber verme sözü de makbuldür. İş-te bu izin ister
ticaretle
izin olsun, ister binaya giriş izni olsun. Bunu Sirac şöyle kayıtlamıştır: «Eğer zannı galibe
göre
onlar doğru söylüyorlarsa». O zaman bir çocuk sabun veya benzeri birşey almak istese, ona
satılmasında beis yoktur. Ama Üzüm ve helva gibi şeylerde layık olan satmamaktır. Çünkü zahir
onun
yalanıdır. Bu bahsin tamamı Sirac'tadır. Kâfirin, fasıkın ve kölenin muamelâttaki sözü
makbuldür.
Çünkü bu çok vaki olmaktadır.
Meselâ bir köle, kâfir veya fasık, «ben şu şeyin satışında
falan
kimsenin vekiliyim» dese, zannı galibe göre doğru söy-lüyorsa, ondan alınması caizdir.
Nitekim
yukarıda geçti. Bu bahis hazr
bahsinin sonunda gelecektir.
İZAH
«Ehli
kısrak eşeğin eti mekruhtur ilh...» Ama yabani eşek bunun ak-sinedir. Ki, yabani eşeğin eti ve
sütü
helâldir.
«Malik
buna muhalefet etmiştir ilh...» Bu ihtilaftan dolayı musannıf burada
haramdır dememiştir.
Minâh.
Yani bu delillere murarız bir de-lildir.
«Eşeğin
sütü ilh...» Çünkü o süt etten
doğar, o zaman et haram olunca süt de haram olur. Minâh.
«İnsan
pisliği yiyen hayvanın sütü de ilh...» Yani yalnız onu yerse ve eti kokarsa.
Vehbâniye
Şerhinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da, «Mekruh olan insan pisliğini yiyen hayvan
şudur
ki ona yaklaşıldığı zaman ondan pis
koku gelir. O zaman onun eti yenilmez, sütü içilmez,
öküz
ise ça-lıştırılmaz. Bu durumda iken onu satmak veya hibe etmek de mekruh-tur.» denilmiştir.
Bakkalı, onun terinin de necis olduğunu zimretmiştir.» Biz bunu zebaih bahsinde takdim ettik.
«Kısrağın
sütü ilh...» Musanniften naklen zebaih bahsinde takdim olundu ki, en kuvvetli delile
binaen
kısrak sütü içmekte beis yoktur. Çün-kü onu içmekte cihat
aletini zayıflatma yoktur. Biz,
zebaih
bahsinde tak-dim ettik ki mutemed olan şudur ki imam, imameynin kavline dönmüş-tür. Ki
onların
kavli şudur: «At eti tenzihen
mekruhtur.»
«Ebû
Yûsuf, tedavi için kısrak sütü ve
deve sidiğini içmeye icazet vermiştir ilh...» Hindiye'de şöyle
denilir:
«İmameyn devenin idrarı ile at etinin tedavi için yenilmesinde beis
olmadığını
söylemişlerdir. Yine Ca-miü's-Sâğîr'de de böyledir.» T.
Ben
derim ki: Hâniye'de şöyle denilmiştir. «Adam tedavi için parma-ğına bir bağırsak taksa, Ebû
Hânife'den
mekruh olduğu rivayet edilmiş-tir. Ebû Yûsuf'tan da mekruh olmadığı rivayet edilmiştir.
Burada
Ebû Yû-suf eti yenilenin sidiğinin içilmesi hususunda ihtilaf üzeredir. Ki, fakiri Ebûl Leys
Ebû
Yûsuf'un kavlini tutmuştur.»
«Ezher
kavle göre ilh...» Tecnis'ten naklen Vehbâniye şerhinde za-hiri rivayet üzerine muhtar olan
da
budur, denilmiştir. Çünkü zahir bu
müddet içersinde onların temizlenmesi hasıl olur.
Bezzâziye'de:
«Tavuk sığır ve koyun
hakkındaki geçen müddetler ancak leş yerlerse şarttır Şu
kadarı
var ki, devede temizlenme müdde-ti
bir ay, sığırda yirmi gün, koyunda
ise on gün olarak
takdir
edilmiştir.»
Yine
Bezzâziye sahibi şöyle
demektedir: «Serâhsi demiştir ki, en essahı takdir edilmemesidir.
Necaseti
yiyen hayvan, o pis koku gidinceye kadar hapsedilmelidir.»
«Helâldir
ilh...» İşte bundan dolayı fukaha demiştir ki, tavuğun ye-nilmesinde beis yoktur. Çünkü
tavuk
herşeyi yer ve eti de bozulmaz. Peygamber aleyhisselatı vesselamın tavuk eti yediği rivayet
edilmiştir.
Tavuk üç gün hapsedilir rivayetine gelince, bu rivayet tenzihi bir yol-ladır. Zeylaî.
«Çünkü
onun eti bozulmaz ilh...» Keza
Zahîre'de de böyledir. Bu «muteber
olan kokudur» kaidesine
muvafıktır.
Şu kadarı var ki, Haniye' de şu zikredilmiştir: «Hasen, domuz sütü ile beslenen bir
buzağının
eti-nin yenilmesinde bir beis yoktur demiştir. İbni Mübarek de şöyle de-miştir: «Onun
manâsı
şudur: Eğer domuz sütü ile beslendikten sonra birkaç gün sonra ot yerse, o necaset yiyen
hayvan gibidir.»
Kınye'den naklen Vehbâniye şerhinde, domuz sütü ile
beslenen bir buzağının eti, eğer domuz
sütünü
içmesinden birkaç gün sonra kesilirse helâldir. Yoksa helâl değildir.»
FER'İ
BİR MESELE: Ebussuud'da, Fukahanın ekserisine göre, ne-casetlerle sulanan ekinler ne
haramdır,
ne de mekruhtur.» denilmiştir.
«Helâldir
ama mekruhtur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, burada ke-rahet tahrimendir. Bunun üzerine
şarap
içen bir hayvanla necaset yiyen bir hayvanın ve domuz sütü ile beslenen buzağı arasındaki
farka
ba-kılsın.
«Hem
erkek, hem de kadın için ilh...» Hâniye'de: «Kadınlar zinetin dışında yemekte, içmekte ve
vücuduna
yağ sürmekte erkekler menzile-sindedirler. Yalnız kadınlara atlas, ve ipek, altın, gümüş
ve
inci takmak ve giyinmekte beis yoktur.»
«Hadis
mutlaktır ilh...» Hadis şudur: Huzeyfe'den rivayet edilmek-tedir ki şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a.v.)
duydum ki, «İpek, atlas giyme-yiniz. Altın ve gümüş kaptan birşey içmeyiniz. Altın ve gümüş
sahan-da
yemek yemeyiniz. Zira altın ve
gümüş dünyada onlara, ahirette de sizedir. «Bu hadisi
Buhârî,
Müslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir. Zeylaî'nin naklettiği daha başka birçok hadis vardır.
Sonra
Zeylaî, altın ve gümüş kapta yemek ve içmenin haram olduğu sabit olduğundan o
zaman
altın
ve gümüş kaptan koku sürünmek de
haramdır. Çünkü o da kul-lanma bakımından yeme-.< ve
içmek
gibidir,
demiştir.
«Kullanmak
buna benzer ilh...» Gümüş veya altından olan sofra ve siniler veya altın veya gümüşten
bir
ibrik veya bir leğende abdest al-mak, altın ve gümüşten bir çıra yakmakta
altın ve gümüşten
yapılmış
bir sandalye üzerinde oturmak da
bunlardandır. İşte bu sayılanlarda
ka-dın ve erkek eşittir.
Tatarhâniye.
«Ayna ilh...» Ebû Hânife diyor ki, aynanın halkası gümüşten olursa, beis yoktur, ayna demir olduğu
takdirde.
Ebû Yûsuf da diyor ki, halkası
gümüşten olanda hayır yoktur.
Tatarhâniye.
«(Yani
ilh...» Bu «yani» Dürer sahibinindir.
Bu husustaki kelâm ileride gelecektir. Müctebâ ve
diğerlerinin
ibaresi ise, «Yemeği eğer altın bir kaptan başka yere naklederse» sözünden
başlamaktadır.
«Müctebâ
ve diğerleri ilh...» Nihâye ve Kifâye gibi. Nihâye ve Kifâye sahipleri, zahire sahibinin
Camiü's-Sâğîr
şerhinden aynen şunu
nakletmişlerdir: «Bazı alimler tarafından yağlanmanın sureti,
adam
bir altın veya gümüş kap alır, o altın veya gümüş kaptan yağı başından aşağıya döker. Ama
eğer
altın veya gümüş kaptaki yağa elini sokar oradan eliyle alır, sonra başından dökerse, o zaman
mekruh
olmaz.»
Tatarhâniye'de,
«Kâseden yemeği almak, ekmeği
üzerine koymak, sonra yemekte bir beis yoktur.»
cümlesi
ilave
edilmiştir.
Dürer'de
Tatarhâniye'nin bu ibaresine itiraz
edilmiştir: «Bu ibare al-tın ve gümüşten kaptan kaşıkla
alınarak yenilen yemeğin mekruh olma-masını gerektirir. Yine altın ve gümüş tabaktan eliyle alıp
yese
layık olan mekruh olmamasıdır.
Sonra da denilmiştir ki, şu kadarı var ki layık olan, bu rivayetle
fetva
verilmemesidir. Ki altın ve gümüşün kulla-nılma kapısı açılmasın.»
«Dürer'de
tahriri edilenin ta kendisidir ilh... Zira Nihâye ve Kifaye'-de olan üzerine yapılan
itiraza
Dürer
sahibi sarihin işaret ettiği şekilde cevap vermiştir. Sarihin işaret ettiği şudur: Halkın örfünde
hangi
işte kullanılmak için yapılmışsa, o işte kullanılması haramdır. Azmiye'de de bunun üzerine
ikrar
edilmiştir. Vanî'nin, Nuh Efendi'nin ve diğerlerinin kelâmlarının zahiri ise, Dürer'in vermiş
olduğu
cevabın kabul edilmeme-sidir. Remli
de şöyle demiştir: «Yemeğin altın veya gümüşten
kaptan
başka bir yere nakletmek, o altın
veya gümüş kabı ibtidaen kullanmak-tır. Yağı eliyle altın
veya gümüş kaptan eliyle alıp sonra başına dökmek de halkın arasında yaygın olan bir kullanma
şeklidir.»
Ben
derim ki: Dürer'in haramlığı yapıldığı işte kullanılmasına bağlamasında bir görüş vardır. Çünkü
eğer
Dürer'in dediği gibi kabul edil-se, yağ veya yemek kabından su içse veya yıkansa, haram
olmamasını
iktiza eder. Halbuki bununla beraber, şüphesiz bu o kabı kullanmaktır. Metinlerin
mutlak
ifadelerine dahildir. Bu husustaki deliller de varididirler. Nihâye ve diğerlerinden
naklen
takdim
ettiğimizin takririnde zahir olan şudur ki artık onun üzerine itirazlar da varid olmaz: «Altın
veya gümüş olan kaba yemeği veya yağı koymak caiz değildir. Çünkü o onu kati surette
kullanmaktır. Sonra o yağ veya yemek haram olan kaba ko-nulduktan sonra onu orada menfaatsiz
olarak
terketmek, malı zayetmeyi gerektirir. O zaman onu yiyecek bir kimsenin bulunması zaruridir.
Onu
kullanan veya yiyen adam, haram kaptan kullanma niyetiyle değil, nak-letme niyetiyle başka bir
kaba
geçirse, mesela, adam yağı evvela gü-müş veya altın kaptan eline alarak başını yağlasa veya
yemeği
altın ve-, ya gümüş kaptan ekmeğin veya başka bir kabın üzerine koysa, oradan yese, o
adam
ne şer'an ne de örfen altın veya gümüş kabı kullanmış sa-yılmaz. Ama bunun aksine, ibtidaen
yağlanma
veya yeme kastıyla o ye-meği veya. yağı oradan almış olsa, onu kullanmış olur. Onu ister
eliyle,
ister kaşıkla ister başka birşeyle kullansın. Çünkü onun kullanması, sür-meyi sürmedanlıktan
sürmenin
mili ile almaya benzer. Ama kullanılan,-aletin örfen yapıldığı işte kullanılıp
kullanılmamasında fark yoktur. Yoksa yağı almaktan maksat, yağı avuca dökmek
değildir. Çünkü
yağı
avuca dökmek belli bir kullanmaktır. Belki yağı almaktan murad, yağ kabının ağzından eliyle
almaktır.
Ki. nakil kastıyla almış olabilsin. Nitekim Nihâye'den naklen gecen ibare de bunu ifade
etmektedir.
O zaman İtabiye'den
naklen,Tatarhâniye'de olan ifadeye de münafi olmaz. Zira
Tatarhâniye
sahibi şöyle demiştir: «Gümüş bir yağdanlıkla başı yağlamak mekruhtur. Yine,
ovucuna
döker, sonra başını veya sakalını onunla meshederse, o da mekruhtur. İşte bundan gül
suyunun ibriğinden yağ-lanmanın hükmü zahir
olmaktadır. Çünkü ondan yağlanmak bazan
ibti-daen
yapılır, bazen de ele dökülür. Elden
sürülür. Bunların her ikisi de hem şer'an, hem örfen
kullanmaktır. Ama zamanımızda insanların bazı-sı bunu yanlış anlamaktadır. Ki, ovucun üzerine
dökülmüş
olsa, o kul-lanma sayılmaz. Onlar da burada sarihin kelâmının zahirinden
aldan-maktadırlar. Ben size Tatarhâniye'nin sarih ifadelerini naklettim. İşte bana zahir olan budur.
Allah
daha iyisini bilir.
T.
de kahve fincanlarının, saatin altın
ve gümüşten kaplarının
kul-lanılmasının haram olduğunu
söylemiştir. Bu da zahirdir. Biz yine T. Den naklen ileride bunu zikredeceğiz..
«Kuhistanî
ilh...» Zuhire'de: Fukaha diyor ki: Bu imameynin kavli-dir.
Çünkü savaşta ipeği
kullanmak, imama göre mekruhtur. Öyle ise buna kıyasla altın da
mekruhtur. Sonra imameyn altın
ve
gümüşten oton miğfer ile zırhın ve kılıç süsünü birbirinden ayırmışlardır. Sununla
ayır-mışlardır
ki,
ok altının üzerinden kayar. Ama kılıcın kabzası hiçbir şe-ye menfaat vermez. Ancak zinet için
olur,
o da mekruhtur.
«Kolçak
ilh...» Altın ve gümüşten yapılmış kolçak. Bu kolçak kelime-sini Kuhistanî değil,
Tatarhâniye
zikretmiştir. Umulur ki Kuhistanî
bunu zırha dahil etmiştir. Çünkü
zahir odur ki
kolçaktan
murad, savaşçının bilekleri üzerine koyduğu şeydir. Bu, zırha birlikte
olabileceği gibi
müstakil
de olabilir.
«Kerahetler
hecene ait olanlardır ilh...» Yani altın ve gümüşün ha-, ram elması insan vücudu
üzerinde
kullanılması halindedir. Yani gerek giymekte, gerek yemede gerek yazmada altın ve
gümüş
kullanmak ha-ramdır. Burada haramdan murad, bedene menfaati olandır. Şu kadarı var ki o
zaman
o kalem ve dividin kullanılmasını şamil gelmez. Burada en güzel ifade Kuhistanî'de olandır.
Zira
Kuhistanî sahibi şöyle demiştir:
«istimal kelimesi bildiriyor ki, yalnız süs için altın ve gümüşten
kap
yap-tırmakta beis yoktur.»
«Süs
için ilh...» Yani asla kullanılmayan.
«Belki
selef bunu yapmıştır ilh...» Bu, Hülasa'da zikredilmemiştir. Belki Muhit'ten naklen
Tatarhâniye'de
de zikredilmiştir.
«Hatta
Ebû Hânife mubah kabul etmiştir
ilh...» Şu anda kelâm, kul-lanılmadan altı ve gümüşten
kabın
yapılması hususundadır. Burada At-lastan yapılan da zikredilmiştir. O zaman buradan
vehmedilir
ki atlastan yapılan bir yastığın kullanılması ve üzerinde uyunması helâl değildir.
Mu-sannif
da bu vehmi def için bu ibareyi getirmiştir.
«Nitekim
ileride- gelecektir ilh...» Yani elbise giyme
faslında.
«Bakır
ve tunçtan yapılmış kaplarda yemek yemek de mekruhtur ilh...» Bu Dürrü Münteka'da Müfid
ve
Şur'a isimli eserlere nisbet edil-miştir. Bazı alimler tarafından, sufr bakırın en iyisine denilir,
denilmiş-tir.
Şur'a'nın şerhinde ise, sufr madeniyattan mürekkeb olan bir şeydir, bakır gibi,
denilmiştir.
Sonra burada mekruh olan bakır, kalaylanmamış bakır ile kaydedilmiştir. İşte bu kitap
üzerine,
yazan adamların bazısı şöyle
demiştir. Yani bakır kalaylanmazdan
önce onda yemek
mekruhtur.
Çünkü -onun içindeki pas yemeğe
girer ve çok büyük zararlara vesile olur. Ama ondan
sonra
ise artık o pasın bir zararı yoktur.
Ben
derim ki: Benim İhtiyar'da gördüğüm
şudur: «Topraktan yapı-lan kaplar daha
efdaldir. Çünkü
onda
ne israf, ne de kibir vardır.
Ha-diste, «Kim evinin kaplarını
topraktan yaparsa, melekler onu
ziyaret eder,» denilmiştir. Bakır ve kalaydan kaplar yapmak
caizdir.»
Cevhere'de:
«Altın ve gümüş haricindeki kaplarda yemek ve içmek-te, menfaat
görmekte bir beis
yoktur.
Bu kaplar ne gibi şeylerdir: De-mir,
tunç, bakır, kalay, ağaç ve
çamurdu.»
«Mezkur
şeyler ilh...» Yani yemek, içmek,
yağ ve koku
sürünmek.
«Gümüşle
süslenmiş bir kaptan ilh...» Altınla süslenmiş de gümüşle süslenmişin hükmündedir.
Kuhistânî.
«Ağzını gümüşe temas ettirmekten ilh...» O zaman o kaptan su içer-ken ağzını gümüş olmayan yere
koyması gerekir. Herne kadar kullandığı zaman eli gümüşün üzerinde de olsa, ağzı mutlaka
gümüşsüz
yer üze-rinde olacaktır. T.
«Eline
ilh...» Hidâye, Cevhere, İhtiyar, Tebyin ve diğer kitaplarda da bu şekilde tabir edilmiştir. O
zaman
musannif bu sözüyle Şurunbulâliye'nin de dikkat çektiği gibi Dürer'de olan hükmün zayıf
olduğunu
ifade etmektedir.
«Eğere
binileceği ilh...» Gurerü'l-Ahkâm'da: «Kur'an-ı Kerîm ve ben-zeri şeylerde altın ve gümüşle
süslendiği
zaman onun tutulacak yerinde altın
olmasından kaçınılmalıdır. Eğer ve benzerinde
oturma
yerinden, üzengide ayak yerinden, kapta ağzın temas edeceği yerin altın ve gü-müş
olmasından
kaçınılmalıdır. Yine tutulacak yerin altın veya gümüş olmasından da kaçınılmalıdır
denilmelidir.»
Bunun
benzeri İzahü'l-lslâh'tadır. Yakında
kılıcın demirinde, kabza-sında ve gemde elin geleceği
yerin
gümüş olmasından kaçınılması ge-rektiği de gelecektir. Velhasıl kaçınmaktan murad, hangi
aza
ile kulla-nıyorsa, onu altın ve gümüşle temas ettirmemesi gerekir. Öyle ise su kabında kullanma
ağız
ile olduğu için elin değil, ağzın gelecek yerin gümüşlü olmamasından kaçınılmalıdır. Bundan
dolayı eğer üzengiyi gü-müş yerinden eliyle tutup taşırsa haram olmaz. Çünkü üzengi elle
kul-lanılmaz.
O zaman medar ağız üzerine değildir. Zira sandalye ve eğerde ağzın geleceği yerin
altın
veya gümüş olmaması gerektiğini söylemenin bir manası yoktur. Sen
anla.
Açıktır
ki burada sözümüz gümüş veya altınla süslenmiş bir eşya hususundadır. Yoksa, doğrudan
altın
veya gümüşten yapılan nesnenin
hangi yolla olursa olsun, kullanılması haramdır. Nitekim biz
bunu
ileride takdim ettik. Velev ki
kullanan kişinin altın veya gümüş olan nesne ce-sedi ile temas
etmese
dahi. İşte bundan dolayı gümüş bir
buhurdanlık-ta koku yakmak haramdır.
Nitekim Hülasa
da
bunu tasrih etmiştir. Kah-ve
fincanları veya saatin ve
nargilenin su konulacak şişesinin altın
ve-ya gümüşten olması da buhurdanlık hükmündedir. Herne kadar el veya ağzıyla temas etmese
dahi.
Çünkü o neye yapılmışsa, onda kullanılmak-tadır. Ama bunun aksine sigara ağızlığının bir
kısmının
gümüşten olma-sı, onu gümüşle süslenmiş eşya hükmüne sokacağından onda ağzın
te-mas
edecek yerinin gümüş olmaması
yeterlidir. Bu, hepsi gümüş olana
benzemez. Nitekim
fukahanın
kelâmının sarihi de böyledir.
T.
diyor ki: «Bir cemaat şeriat üzerine cesaret getirerek zarf ve ben-zeri şeylerin kullanılmasının
mubah
olduğuna hükmetmişlerdir. O cema-at bunu ağızla kaçınmak olduğunu zametmektedirler.
Elin
değmesinin de bir zararı yoktur diyorlar. İşte bu cemaatın bu cüreti çok büyük bir ce-halettir.
Zira
sofra, yemek kabı ve benzerlerle le
tutulan cinsten değil-lerdir.
Halbuki bunların kullanılması
da
haramdır. Ebussuud'un şeyhin-den
naklettiği, «Bilinsin ki tercih
edilen «Elle tutulacak yerin altın
veya gümüş olmasından kaçınılmalıdır» sözüne göre gümüş bir tepsi üzerin-de kahve içmenin helâl
olması
uygundur» sözü de böyle bir
cür'etin ifa-desidir. Çünkü makam muhteliftir. Hakkıyla
düşünülsün.
Ben
derim ki: Sayıhanî de bunu fincanın
hararetini gidermek için kullanılan gümüş kapla zevk için
gümüşle
süslenmiş bir kap arasında büyük fark olduğu sözüyle reddetmiştir. Burada tepsiden
murad
finca-nın zarfıdır. Benim yanımdaki lügat kitaplarında «tepsi» kelimesinin ma-nâsını
bulamadım.
Sonra
T. şöyle demektedir: «Şuna bakılsın ki, kap eğer ağzın üze-rine konulmuyorsa, yani ancak
elle
kullanılıyorsa, çemberletilmiş divit gibi, onda da kullanırken elin gümüş üzerine gelmesinden
kaçınılmalı-dır? Bu araştırılsın. Fukahanın kılıç hakkında zikrettiklerinin muktezası, elin altın ve
gümüşten
korunması şarttır. Okka ve benzeri şeylerde elini gümüş yer
üzerine koymamalıdır.»
Ben
derim ki: İşte bu da sigara ağızlığı hakkında takdim edilen hükmün benzeridir.
«Gümüş
ve altınla çemberlenmiş bir kap ilh...» Bunda hüküm, gü-müşle süslenmiş bir kabın hükmü
gibidir.
«Çerçevelenmiş
bir ayna ilh...» Kifaye'de şöyle
denilmektedir: «Burada çerçeveden murad, aynanın
etrafında
olan kısımdır, yoksa kadının eliyle
tuttuğu sapı değildir. Zira o, gümüş
veya altın olursa,
fukahanın
ittifakıyla o tahrimen mekruhtur.»
«Elini
koymasa ilh...» Bu söz, üzengiye
şamil gelmez. Evlâ olan mu-sannifin
burada «ayağını da»
kelimesini ilâve etmesiydi.
«Kumaşın
süslenmesi ilh...» İleride gelecektir ki, altınla dokunan ku-maş eğer dört parmak miktarı
ise
helâldir.
«İkinci
imamdan ilh...» Bu ifadenin zahiri şudur ki, İmam Yûsuf'tan diğer bir rivayet daha vardır. O
rivayet Bezzâziye'de tasrihen zikredil-miştir. Kerahetin Muhammed'in kavli olduğu da zikredilmiştir.
Bu
da bir-çok yerlerde gördüğümün aksinedir.
Minâh'ın ibaresi de Hidâye
ve di-ğer kitapların
ibaresi
gibiydi. Ebû Yûsuf, «Bu mekruhtur» diyor. Muham-med'in hem Ebû Hânife'nin
görüşüne,
hem
de Ebû Yûsuf'un görüşüne uygun olan kavilleri olduğu rivayet edilir.
«Hepsinin
mekruh ilh...» «Yani, geçen bütün meselelerde gümüş ve altınla süslenmiş veya
çemberlenmiş şeylerin kullanılması mekruhtur. Çünkü haberler mutlaktır. Zira" bir adam bir kabı
kullandığı
zaman o ka-bın bütün parçalarını kullanmaktadır. Ebû Hânife'nin delili ise, Enes Bin
Malik'ten
rivayet edilen şu hadistir: Rasulullah (s.a.v.)'in su kabı çatladı: Rasulullah da çatlayan
yerden
ayrılmaması için gümüş bir zencir
taktı. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Ahmed'e Asım
el-Ahvel'den rivayet edilen şu hadis delildir: «Ben Enes'in yanında Rasulullah'ın kadehini gör-düm
ki
onda bir gümüş çember vardı.» Bu
bahsin tamamı
Tebyin'dedir.
«İhtilaf
gümüşle süslenmiş ilh...» Musannifin burada gümüşle süs-lenmişten muradı üzerinde bir
parça
gümüş olan eşyadır. O zaman gü-müşle
çemberlenmiş nesneyi de şamil gelir. En açık olanı,
Ayni
ve di-ğerinin ibaresidir. Ayni'nin
ibaresi şöyledir: «İmamlar arasındaki bu ih-tilaf, halis gümüş
veya altın o!ma meselesindedir. Ama yaldızlamaya ge-lince, bunun kullanılmasında icma ile beis
yoktur.
Zira yaldızlamada kullanılan altın
veya gümüş istihlak edilmiştir. Onun renginin altın veya
gümüş
kalmasına da itibar edilemez.»
«Mecusiden
aldım dese haram olur ilh...» Bunun zahiri şudur ki, haramlık yalnız meçusîden aldım
demesi
ile sabit olur. Herne kadar mecusînin kestiğini söylemese de.
Camlü's-Sâğîr'in
ibaresi de şöyledir: «Eğer bunun gayri olursa, o za-man ondan
yemek uygun
olmaz.»
Hidâye'de de denilir ki: «Bunun manâsı şudur: Adam, etin bir müslüman veya kitabî tarafından
kesilmediğini söylese, o zaman o
yenil-mez.»
Tatarhâniye'de:
«Camiü'l-Cevami'de: Kurban bahsinden
hemen önce, Ebû Yûsuf için delil
olarak
şu
vardır: Adam et almış olsa, sonra eti aldığı adamın mecusî olduğunu bilse, eti geri vermek
istese,
eti satan adam mecusî olduğunu kabul etse, ama eti bir müslüman kestiğini söylese, o eti
yemek
mekruhtur.»
Bu,
şunu ifade ediyor ki, yalnız eti
satanın mecusî olması haram olmayı isbat eder. Satanın bilahare
helâlliği
isbat etmesi halinde de eti yeme mekruhtur. O halde haber vermemesi halinde mutlaka
haramdır.
«Bir
kimsenin haberi ile de o reddolunmaz ilh...» Hâniye'de: Müslüman bir et alsa ve kabzetse,
güvenilir
müslüman ona o eti bir mecusinin
kestiğini haber verse, o eti yemesi
veya başkasına
yedirmesi
layık değildir. Çünkü adam ona onun aynının haram olduğunu haber
vermiş-tir. Haram da
Allah'ın
hakkıdır. Bir kişinin haberi ile sabit olur. Ama mül-künün batal olması,
aynın haram olması
zaruretinden
değildir. O zaman onun mülkiyeti,
haramlıkla birlikte sabit olur. O zaman o eti bayiine
reddetmek
de mümkün değildir. Olmadığı gibi etin parasını vermemesi de mümkün değildir. Çünkü
satışı
ibtal etmemiştir.» Özetle.
«Asıl ilh...» Yani, haramlık ve helâlliğin sabit olmasının aslı Musan-nifin bu kavli, Nihâye ve diğer
kitaplarda
zikredilen soru ve cevabına işaret etmektedir. Sorunun hasılı şudur: Bu mesele,
musannifin
gelecek diyanet işlerinde adalet
şarttır sözüne aykırıdır. Çünkü
helâllik ve ha-ramlık,
meselâ
şu helâldir, şu haramdır diye haber vermek diyanetle il-gilidir. Diyanetle ilgili şeylerde de
adalet
şarttır. Adaletten muradda, razı olunan bir müslümandır. Burada «Ben onu kitabîden
aldım...»
sözünün manâsı, yani bu helâldir
veya haramdır demektir. Bunda da kâfirin ha-beri mecusî
dahi
olmuş olsa
makbuldür.
Bu
sorunun cevabı: Adamın «Ben satın aldım» sözü muamelâttan-dır. Onda helâllik veya
haramlığın
sabit olması da zımnîdir. Onun satın aldığı şeklindeki sözü kabul edildiği zaman, onun
zımninde
olan da sabit olmaktadır. Ama
gelecek mesele bunun aksinedir. Birçok şey vardır ki,
kasten
sabit olmasa bile, zımnen sabit olur. Menkul olan birşeyin vakfı ve tarlanın suyunun satışı
gibi.
Bununla Kenz'e olan cevap da izah
edil-miş olmaktadır.
«Bunun
üzerine ilh...» Yani bu asıl
üzerine. Bu cevaba Ayni ve Dürer sahibi sebkat etmişlerdir.
Musannif
da Aynî ile Dürer sahibine uy-muştur. Kenz sahibinin Kâfi
ismindeki kitabındaki takriri de
buna
delâlet eder.
«Mutlak
haram ve helâlde ilh...» Kasdi olan şu helâldir veya şu ha-ramdır sözlerine şamil gelmez.
«Efendinin
başkasına veya kendisine hediye ettiğini haber versin, hiç
farketmez ilh...» Burada evlâ
olan
efendi değil, mevlâ diye tabir edil-mesiydi.
Minâh'ta
söyle denilmiştir: «Bir köle cariye
veya çocuk birisine gi-derek. «Şunu sana efendim veya
babam
hediye etti» dese, o adam on-ların
sözünü kabul eder ve
alır.»
Camiü's-Sâğîr'de: «Cariye bir erkeğe, «Efendim beni sana hediye olarak gönderdi» dese, o adam o
cariyeyi alabilir. Çünkü, cariyenin efendisinin başka birşeyi hediye ettiğini haber vermesi ile bizzat
kendi-sini
hediye ettiğini haber vermesi arasında bir fark yoktur. Hediye hu-susunda bunların
sözlerinin
kabul edilmesi, hediyelerin adeten çocuk veya cariyelerle gönderilmesindendir.»
«Binaya
giriş izni olsun ilh...» Minâh'ta
şöyle denilmiştir: «Eve gir-me iznine gelince, eğer küçük
oğluna,
kölesine giriş izni verirse, kıyasa göre kabul edilir. Ancak, halk arasında cereyan eden
adete
göre bun-ların eve girmelerine mani
olunmaz. İşte bundan dolayı da
bunların eve girmeleri
caizdir.»
«Siraç
şöyle kayıtlamıştır ilh...» Sonra da Siraç sahibi Minâh'ta olduğu- gibi, «Eğer görüşüne göre
onların
doğru söylediği galib değilse, onlardan o haberi kabul etmek uygun değildir. Çünkü adam
için
iş şüp-helidir.»
demiştir.
İtkanî:
«Çünkü asıl odur ki çocuk veya köle mahcurdurlar. Onların izni sonradan arız olmuştur. O
zaman
iznin isbatı şek ile caiz değildir. Biz ancak güvenilir olduğu takdirde kölenin selâmını kabul
ederiz.
Çün-kü bu muamelât
haberlerindendir. Muamelât haberleri de diyanet ha-berinden zayıftır.
Din
haberinde sözü kabul ettiği zaman
muamelâtla il-gili haberleri evleviyetle kabul edilir.»
«Üzüm
ve helva gibi şeyler ilh...» Yani adeten çocukların sevip ye-dikleri şey. Haniye.
Zahir
onun yalanıdır ilh...» Çocuk annesinin paralarına muttali ola-rak onları şahsî ihtiyaçları için
alsa.
Minâh.
Mebsut'tan.
Bu
husus bütün çocuklarda zahir olmaz.
Çünkü zenginlerin adeti, çocuklarına çok bol vermektir.
Hatta
onlara nefislerinin arzu ettiği
şeyi almaları için para verirler. Fakirlerin çoğu da böyledir.
T.
Ben
derim ki: Burada hükmün medarı zannın galebesi üzerinedir. O zaman böyle bir şeyle mübtelâ
olan
kimse karinelere bakmalıdır.
«Çünkü
bu çok vaki olmaktadır ilh...»
O zaman muamelâtta adale-tin şart olması çok çetinliklere
vesile
olar. Çünkü insan, iş yaptırması,
herhangi bir yerdeki vekillere göndermesi için adaletin
şartlarını
cami bir adamı çok az bulur.
Usulü
fıkıh kitaplarında beyan edildiği
gibi muamelât, üç türlüdür.
Birincisi, vekâlet, mudarebe ve
ticaretle
izin vermede olduğu gibi ken-disinde
bir ilzam olmayan muameledir. İkincisi, husumetlerin
cari
oldu-ğu haklar gibi kendisinde sırf ilzam olan muameleler. Üçüncüsü, vekilin azli, mezun
kölenin
hacri gibi bir yönden ilzam olan, bir yönden ilzam olmayan muamelelerdir. Çünkü onda
vekilin
üzerine uhdeyi ilzam edi-yorsun.
Hacrden sonra onun yaptığı akitler de fasittir. Bunda ilzam
da
yoktur. Çünkü müvekkil veya efendi kendi .halis hakkında tasarruf et-mektedir. O zaman onun
tasarrufu
izin gibi olmuş olur. O zaman birin-cisinde yalnız mümeyyizliğe itibar edilir. İkincisinde
adamda
şehâdetin şartları aranır. Üçüncüsünde ise, imama göre ya sayıları veya adaletleri aranır.
Ama
imameyn buna muhalefet etmişlerdir.
O zaman taayyün eder ki burada muameleden murat
birinci
nevidir. Nitekim Azmiye de buna
dikkat çekmiştir.
METİN
Diyanette haber veren adamın adil olması şarttır. Diyanet, insanla Allah arasında müşterek olan
işlerdir.
Mesela, suyun necasetinden ha-zer
edildiğinde, o zaman o su ile abdest alınmaz,
teyemmüm edilir. Eğer adil bir müslüman haber vermişse. Adil, haram olduğuna inandığı fiili
yapmayandır.
Velev ki bu müslüman köle veya cariye olsun. O zaman bir fâsık veya mezkûr (adalet
veya fışkı bilinmeyen) bir kimse bir suyun necaseti ile haber verse, o zaman, araştırır ve kendi galib
zannına
göre amel eder. Eğer galip reyine göre su necis ise onu dökerek teyemmüm eder. Eğer
galip
reyi adamın yalan söylediği üzerine
ise, o zaman da hem o su ile abdest alır, hem teyemmüm
eder.
Hem abdest alıp hem teyem-müm etmesi
ihtiyata daha uygundur.
Cevhere'de:
«Abdestten sonra teyemmüm edilmesi
ihtiyata daha uygundur.»
Ben
derim ki: Bu haberin kâfir tarafından verilmesine gelince, eğer kâfirin doğru söylemesi yalan
söylemesinden adamda daha galib olursa, o zaman o suyu dökmesi daha güzeldir. Kuhistanî,
Hülâsa
ve Haniye.
Ben
derim ki: Şu kadarı var ki, o suyu dökmezden evvel teyemmüm etmiş olsa, teyemmümü caiz
değildir.
Ama fasıkın haberi bunun aksine-dir.
Çünkü fasıkın haberi burada ilzam etmeye salihtir.
Ama
kâfir bunun aksinedir.
Bir
adil suyun temiz, bir diğer adil de
necis olduğu haberini verse, o
zaman o suyun temizliğine
hükmedilir.
Ama kesilen hayvan bunun
hilâfınadır.
Kapların
temiz veya pisliği, etin kesilmiş
veya ölmüş olması hususun-da muteber olan, zannın galib
olmasıdır.
Eğer galib zannı kabın temiz-liği yolunda ise o zaman yine
araştırır. Bunun aksine, eğer
galib
zannı kabın pisliği veya pislik ve temizliğinin eşitliği yolunda olursa,
o zaman araştırmaz.
Ancak,
susuzluk müstesna. Elbise, gelince, mutlaka araştı-rılır.
Bir
adam velimeye çağrılsa, orada
eğlence ve müzik olsa, oturur
ve yer. Eğer münkirat (eğlence ve
müzik)
binada ise. Eğer aynı sofrada ise,
oturması lâyık değildir, yüz çevirerek çıkar. Zira Cenab-ı
Allah,
«Şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık zulmedenlerle beraber otur-ma.» (En'am:
68)
buyurmuştur. Eğer eğlence ve müziği men etmeye gü-cü yetiyorsa, men eder. Yok eğer gücü
yetmiyorsa, sabreder. Eğer ta-nınmış, örnek alınacak bir kimse değilse. Eğer. tanınmış, örnek
alınacak bir kimse ise ve men etmeye de gücü yetmiyorsa, oturmadan çıkar. Çün-kü onun oturması
dine
hakaret anlamına gelir. İmamdan onun böyle bir sofrada
oturduğu yolunda bir hikâye
anlatılmaktadır. Fakat bu olay, onun tanınıp kendisine
uyulacak, örnek alınacak bir kimse
olmasından
önce
geçmiştir.
Davet
edilen adam önceden o yemekte eğlence ve müziğin olduğunu bilirse, orada asla bulunmaz.
İster
o örnek kimselerden olsun, ister ol-masın. Çünkü davetin hakkını yerine getirmek
ancak davet
.yerine git-tikten sonra lazım olur. İbni Kemâl.
İZAH
«Diyanette ilh...» Yani sırf diyanetten olan şeyler. Dürer. Böyle de-nilmesi, mülkün ortadan
kalkmasını zımnında tutarsa, kaydından kaçın-mak içindir. Mesela bir adil, bir karı koçanın aslında
süt
kardeşi oldu-ğunu haber verse,
haramlım sabit olmaz. Çünkü
faidelenme mülkiyeti-nin zevalini
tazammun
eder. O zaman bu haberde hem adaletin hem de sayının birlikte bulunması şarttır. İtkanî.
Ama,
birisi diğerine aldığı etin mecusî tarafından kesildiğini haber vermesi, bunun aksinedir.
Çünkü
haramın sabit olması, mülkiyetin ze-valini tazammun etmez. Nitekim biz bunu takdim ettik. O
zaman,
o şe-yin haramlığı sabit olur. Çünkü
haramla mülkiyetin bir arada cemi
cajzdir.
«Adil bir müslüman haber vermişse ilh...» Zira fasık töhmetlidir. Kâ-fir ise, hükmü kendisi kabul
etmemektedir. O nedenle onun haberi bir müslümanı ilzam için sabit sayılmaz. Hidâye.
«Velev
kî bu müslüman köle veya cariye olsun ilh...» Bu kavil, müslüman kelimesini
umumileştirmektedir.
Hülâsa'da
: «Zina iftirasından dolayı ister had uygulansın, ister uy-gulanmasın.»
«Fasık
haber verse araştırır ilh...» Ama bu haberi âdil bir kimse . vermiş olsaydı o zaman yalan
ihtimali
düşerdi. Suyu ihtiyat için dök-menin bir anlamı da kalmaz. Hidâye'de olduğu
gibi.
«Mestur
bir kimse ilh...» Bu zahiri rivayettir. Esah olan do budur. İmamdan mesturun adil gibi
olduğu
da rivayet edilmiştir. Nihâye.
<(Galib
zannına göre amel eder ilh...» Eğer zannında onun doğru söylediği galib ise, teyemmüm
eder,
suyla abdest almaz. Eğer zannın-da
onun yalan söylediği galib ise, o su ile abdest alarak
onun
sözüne iltifat etmez. Bu da hükmün
cevabıdır. Ama ihtiyata gelince,
efdal olan o su ile abdest
aldıktan
sonra yine teyemmüm etmesidir.
Tatarhâniye.
«İhtiyata daha uygundur ilh...» Çünkü
araştırma yalnız zannı ifade eder. O da hatayı ihtimal eder.
Tatarhâniye.
«Cevhere'de
ilh...» Cevhere'nin kelâmı
zannı üzere yalanın galib olması
bahsindedir. O zaman,
metinde
olandan fazla birşey ifade et-mez.
Sen anla.
«Kâfir
tarafından verilmesine gelince ilh...» Çocuk ile kıt akıllı da Tatarhâniye'de de olduğu gibi,
kâfir
gibidir.
«Dökmesi
daha güzeldir ilh...» O zaman bu vecihte kâfir de fasık ve adaleti gizli olan
gibidir.
Hâniye'de şöyle denilmiştir: «Kâfirin temiz dediği su ile abdest alsa ve namaz kılsa. namazı caizdir.»
«Ben
derim ki: Şu kadarı var ki ilh...» Musannif bu kavli ibareler arasını bulmak için kullanmıştır.
Zira
musannifin biraz evvel takdim et-tiği ifade, kâfir ile fâsıkın arasında fark olmamasını gerektirir.
Nitekim
bizde öyle dedik.
Şu
kadarı var ki Tatarhâniye'de şöyle birşey vaki olmuştur: «Adama, bir zımmî veya çocuk suyun
necis
olduğu haberini verseler, onun zannı
galibi de onların doğru söyledikleri
üzerine olsa, o
adama
teyemmüm etmek farz değildir. Belki
müstahabtır. Eğer teyemmüm etse,
evvela su-yu
dökünceye
kadar o teyemmüm ona kâfi değildir. Ama bunun aksine bir mestur suyun necasetini
haber
vermiş olsa, o adam suyu dökmezden
evvel de teyemmüm edebilir ve o
teyemmüm ona kâfi
gelir.»
Ben,
sarihin Tatarhâniye'nin hamisinde
kendi yazısı ile musannifin «Belki
müstahabtır» sözü
üzerine
şunu gördüm: «Zahir olan, o adam ab-dest aldıktan sonra teyemmüm eder. Maba'dinin
delâleti
ile, su bitinceye kadar böyle devam eder. Sen düşün. O zaman bu cihette fâsık ile mes-tur
eşit
olur. Herne kadar musannifin zikrettiği cihetten muhalif de ol-sa. Zira Haniye ve Hülâsa'nın
ibaresi
tafsilat vermeksizin suyu dökme-nin
mendub olmasını ifade eder. Ancak eğer buna
hamledilirse, o zaman araştırılsın.» Sarihin yazısı ile gördüğüm burada sona
erdi.
Sen
de görüyorsun ki, sarih mütereddid olduğu bir şey konusunda şerhinde kat'î olarak hüküm
vermektedir.
Sonra ben Zahîre'de, zımmî ile fâsıkın arasında iki cihetten fark olduğunu sarahaten
gördüm.
Bun-lardan bir tanesi yukarıda zikrettiğimizdir; ikincisi ise, fâsıkta araştırmak vacib olduğu
halde
zımmîde ise
müstahabtır.
Fâsıkın
haberi bunun aksinedir ilh...» Yani fâsıkın suyun necase-tini haber vermesinde
adamın
zannı
galibi doğru söylemesinde ise
teyemmüm eder ve o suyla abdest
almaz
«İlzam
etmeye sâlihtir ilh...» Hâniye'de:
«Zira fâsık müslüman üzerinden- şahitlik yapmakta şehâdet
ehlidir.
Kâfire gelince, o şehâdet ehli de-ğildir.»
Yani
fâsıkın müslüman üzerine şehâdetini Kadı kabul ettiği takdir-de Kadı'nın hükmü geçerli olur,
bu
hükmü vermekle Kadı günahkâr bi-le
olsa.
«Bir
âdil suyun temiz ilh...» Ben diyorum ki, «Hidâye sahibinin Kifâyetü'n-Müntehî isimli eserinden
Hidâye sarihleri şunu nakletmişlerdir: «Birisi bir yemek yiyen topluluğun yanına varsa,
topluluktakiler
onu da-vet etseler, bir adil onların
yedikleri etin bir mecusî tarafından kesildi-ğini ve
içtikleri
meşrubat içine de şarap kattıklarını haber yerse, onlarda inkâr ederek helâl olduğunu
söyleseler, adam onların haline bakar.Eğer onlar adil iseler onların sözünü tutar. Eğer onlar
töhmetli
kimseler iseler oradan ne yer, ne de içer. Eğer onların içinde iki tane doğru söy-leyen
varsa,
onların sözünü tutar. Eğer bir tane
adil varsa, o zaman ken-di reyinin
galibiyle amel eder.
Eğer
reyi yoksa, o zaman yemesinde, iç-mesinde, abdest almasında bir beis yoktur. Eğer adama iki
halden
bi-risi olduğunu doğru söyleyen iki
köle haber vermişse onların sözünü tu-tar. Çünkü dini
haberlerde
hür ile köle eşittirler. Ancak iki olan tercih edilir. Güvenilir bir köle necis olduğunu
haber
verse, bir hür de temiz olduğunu
söylese, o zaman iki söz birbiriyle çeliştiği için araştırır.
Eğer
iki işten birisine güvenilir iki
hür haber verse, iki güvenilir
köle de onla-rın tersi bir haber
verseler,
o zaman hürlerin sözünü tutar. Çünkü
diyanet ve hükümde hürlerin sözü hüccettir. Tercih
edilir.
Eğer adama iki şeyden birisine üç tane güvenilir köle
haber verse, tersini de iki gü-venilir
köle
haber verse, o zaman üç kölenin kavli ile amel eder. İkisin-den bir şeyin bir erkek iki kadın
haber
verse, tersini de iki erkek haber verse, o zaman birincisini tutar. Velhasıl bu meselelerin
cinsinde
din iş-lerinde hür ile kölenin sözü adalette ikisi de eşit oldukları takdirde ha-berleri eşittir.
O
zaman evvela, hangisinin adedi fazla
ise o tercih edilir. Sonra hangisi hükümlerde hüccet ise o
tercih
edilir, sonra da araştır-makla tercih edilir.»
Bunun
misli Zahire ve diğer kitaplardadır.
Görülüyor ki fukaha iki haber
arasında eşitlik ile muaraza
tahakkuk
ettikten sonra araştırmaya itibar etmişlerdir. Burada kesilen et ile su arasında hiçbir fark
yoktur.
Düşün.
«Muteber
olan zannın galib olmasıdır ilh...» Ben diyorum ki, Zahire-i
Burhaniye'de zikredilenin
hasılı
şudur. Kaplarda eğer temizlik galib ise, içmek ve abdest almak için zaruri ve ihtiyari hallerde
araştırılır. Yoksa, eğer necaset galib ise veya eşit ise, o zaman ihtiyari halde asla araş-tırılmaz.
Zaruri
halde de abdest için değil, içme için araştırır. Kesilmiş veya ölmüş hayvan hususlarında ise,
zaruri
halde mutlaka araştırır. İh-tiyari halde de eğer etin ölmüş olması galib ise, veya ölmüş veya
kesil-miş hali eşit ise, o zaman araştırmaz. Yine elbiselerde de zaruri hallerde mutlaka araştırır,
ihtiyari hallerde eğer temiz olması-galib ise araştırır. Yok eğer temiz tarafı galib değilse veya eşitse,
araştırmaz.
Bunun
da hasılı şudur: Eğer temizliği galib ise, her iki halde de herşeyde galibe itibarla araştırır.
Yoksa,
ihtiyari halde hepsinde araştır-maz.
Zaruri halde ise hepsinde araştırır. Ancak abdest
kafalarında değil. Çünkü abdestin halefi vardır ki bu da teyemmümdür.
Ama setri avret, yemek,
içmek
abdestin aksinedirler. Çünkü onların halefi yoktur. Bunun misli, kitabın sonunda çeşitli
meseleler bahsinde de gelecektir. Bu izah-la, musannifin kelâmında bilmece derecesine ulaşacak
kadar
veciz oldu-ğu da zahir olmaktadır.
Eğer musannif, «eğer ağleb zannı kabın temiz-liği yolunda
ise
mutlaka araştırır. Yoksa araştırmaz. Ancak abdestin dı-şında zaruri hallerde araştırır.» deseydi,
daha
kısa ve açık olurdu. Düşün. Evet
öyle ama, musannifin buradaki kelâmı, Nuru'l-lzâh'a uyarak
kita-bı
salattan hemen önce, takdim ettiğine de
muvaffıktır.
«Bir
velimeye çağrılsa ilh...» Velime düğün yemeğidir. Bazı alimler tarafından da her yemeğe velime
denilebileceği söylenmiştir. Timurtasî' den naklen Hindiye'de velime yemeğine icabet etme
hususunda
ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Ulemâdan bazısı, bu davet vacibtir, terkedilmez
de-mişlerdir.
Umumu
ise sünnet olduğunu söylemişlerdir. Efdal olan, eğer velime ise icabet etmektir. Eğer
düğün
yemeği değilse, adam muhayyer-dir. Ancak icabet efdaldir. Çünkü icabet etmekte müminin
kalbini
sevin-dirmektedir. İcabet ettiği
takdirde üzerine ne düşerse yapar. Efdali odur ki, eğer oruç
değilse,
yemeği yemelidir.
Bidaye'de: «Davete icabet etmek sünnettir. İster velime olsun ister gayrı. Ama kendisini tanıtmak ve
cömertliğini
göstermek niyetiyle yapı-lan davetlere icabet etmek ise uygun değildir. Bilhassa ilim
adamları
için. Zira denilmiştir ki, bir adam bir diğerinin çanağına elini koyduğu zaman ona karşı
zelil
olur.» T.
Özetle.
İhtiyâr'da: «Düğün yemeği kadim bir sünnettir. İcabet etmeyen gü-nahkâr olur. Zira
Peygamber
aleyhisselam,
«Her kim davete icabet et-mezse, Allah ve Rasulüne isyan etmiş olur.»
buyurmuştur.
Eğer
oruç ise, davete icabet eder, fakat yemek yemez, dua eder. Eğer oruç değilse yemeği yer ve
dua
eder. Ne icabet etse, ne de yese, günah işlemiş olur, davet edene cefa etmiş olur. Çünkü onu
çağıran
adamla istihza etmiş-tir. Peygamber aleyhisselam, «Ben eğer bir deve baldırına davet
edilmiş
olsam, ona yine icabet ederim.» buyurmuştur.»
Bunun
muktezası şudur: Velime müekked sünnettir. Ama diğer ye-mek ve davetler bunun
aksinedir. Hidâye şerhleri velimenin vacibe ya-kın olduğunu tasrih etmişlerdir. Tatarhâniye'de
Yenâbî'den
naklen: «Eğer adam bir davete çağrılmış olsa, eğer o davet yerinde günah ve bid'at
yoksa,
icabet etmek vacibtir. Ama zamanımızda en eşlem yol kaçın-maktır. Ancak yakinen bid'at ye
günahın
olmadığını yakinen bilirse, o zaman
kaçınmaz.»
Zahir
şudur ki bu kavil, velime dışındaki
yemekler için anlaşılma-lıdır.
«Oturması
layık değildir Un...» Yani onun orada oturmaması vacib-tir. İhtiyar'da: «Çünkü eğlence
haramdır.
Davete icabet etmek sünnet-tir.
Haramdan kaçınmak daha evlâdır.»
Yine
sofrada bulunanlar gıybet ediyorlarsa, layık olan
oturmamak-tır. Zira gıybet, oyun ve
müzikten
günah
bakımından daha şiddetlidir.
Tatarhâniye.
«Eğer
aynı sofrada ise ilh...» Vacib olan sarihin bunu musannifin gelecek, «eğer önceden bilirse»
sözünden
evvel zikretmesiydi. Nitekim Hidâye sahibi böyle
zikretmiştir. Zira musannifin «gücü
yetiyorsa» sözü, münkiratın sofrada değil evde olması bahsindedir. O zaman musannifin buradaki
sözünde
aşikâr bir iham
vardır.
«Men
eder ilh...» Münkiri ortadan kaldırmak için men etmeye gücü yetiyorsa, men etmeye vacibtir.
«Sabreder
ilh...» Yani kalbi ile inkâr etmekle birlikte sabreder. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Biriniz bir
münker
gördüğünde eli ile onu ortadan
kaldırsın, eğer eli ile kaldırmaya gücü yetmiyorsa, dili ile
ortadan
kaldırsın, eğer dili ile de ortadan kaldıramıyorsa, kalbi ile buğzetsin. Bu da imanın en zayıf
derecesidir.» buyurmuştur. Yani, imanın en zayıf
halidir. Yani münkeri nehyedecek kimse,
onu
ortadan
kaldırmak için hiçbir yardımcı bulamayacağı bir halde iken ancak böyle yapar. «T.
Davete
icabet, sünnettir. O zamda sünnet,
bid'atla beraber olsa da terkedilmez. Mesela ikâmesi
vacib
olan cenaze namazı gibi. Her ne kadar ağlayan kadın hazır olsa bile, yine de namaz terk
edilmez.
Musan-nif davete icabet sünnetini
vacibe kıyas etmiştir. Çünkü vacibe yakın bir sünnettir.
Zira
onun terki hakkında va'îd varid
olmuştur. Kifâye
İmamdan
hikâye ilh...» Yani, «Ben bir defa
mübtela oldum. Yani böyle bir yemeğe davet edildim,
gittim
ve sabrettim.» demiştir. İmamın söz
ettiği bu olay imamın örnek alınacak bir kimse olmadığı
vakitte
ol-muştu. Hidâye.
«Önceden
bilirse ilh...» 3u kavil ifade ediyor ki, geçen bahis, eğer yemeğin başına oturmadan önce
bid'ati
bilmemesi
hususundadır.
«Orada
asla bulunmaz ilh...» Ancak, eğlence ehlinin, kendisinin git-mesiyle, saygıdan dolayı
eğlenceyi
terkedeceklerini bilirse, o zaman git-mek üzerine vacib olur. İtken:.
«İbni
Kemal iih...» Ben bunu İbni Kemal'de görmedim. Evet, bunu Hidâye zikretmiştir.
T.
diyor ki: «Bunda görüş vardır. En açığı, Tebyin'de olan
ifade-dir. Zira tebyin sahibi eğer davet
yerinde
münkirat varsa icabet etme:< lazım değildir demiştir.»
Ben
derim ki: Şu kadarı var ki bu, davetin başına hazır olmakla son-rakinin arasındaki farkı ifade
etmemektedir. Tebyin'de, bu ifadeden son-ra İbni Mace'nin rivayet ettiği şu hadis nakledilmiştir:
«Hz.
Ali buyurur-lar ki: Ben bir yemek yaptım ve Rasulullah'ı davet ettim.
Rasulullah gel-diler, evde
suretler
gördüler, o zaman
döndüler.»
Ben
derim ki: Hadis şunu İfade etmektedir: Hazır olduktan sonra do bid'ati görürse yine rücu
edebilir.
Ve şunu ifade ediyor ki, davet edilen
yerde münkirat varsa, asla icabet
lazım değildir.
METİN
Sirâc'da: «Bu mesele delâlet ediyor ki, bütün eğlence ve
oyunlar haramdır. O münkiri ortadan
kaldırmak için de o oyunu yapanlardan izin almadan içeriye girer ve ortadan kaldırır.»
İbni
Mes'ud diyor ki: Gına kalbte nifakı
bitirir, naşı! su otu
bitirirse.»
Ben
derim ki: Bezzâziye'de: «Bütün
çalgıların sesini dinlemek, kamışa vurularak çıkan ses ve diğer
seslerin hepsini dinlemek haramdır. Zira Rasulullah (s.a.v.), «Çalgıları dinlemek günahtır. Başında
oturmak
fısktır. Ondan zevk almak ise küfürdür.» Yani küfranı nimettir. Zira uzuv-ları yaratıldığı
şeylerin
dışında kullanmak küfranı nimettir.
Vacib olan, böyle şeyleri dinlememek için çalgılardan
kaçınmaktır. Zira Peygamber (s.a.v.}'in çalgı
seslerini duyduğu zaman
parmakları ile kulaklarını
tıkadığı
rivayet edilmiştir. Ama Arap şiirlerine gelince, onda fısk varsa onu okumak ve dinlemek de
mekruhtur.
Hadisteki küfür kelimesi günahının büyük oluşunu ifade etmektedir. Nitekim -İhtiyâr'da
böyledir. Veya ünü helâl bilerek ve zevk alarak dinlediğinde kâfir olacağını ifade etmekte-dir.
Nihâyed'e olduğu gibi.»
BİR
FAYDA: Nevbet çalmak da geçen müzik aletleri gibidir. Eğer uyandırmak için çalarsa, bir beis
yoktur.
Nasıl ki mesela üç vakitte su-run üç nefhasını hatırlatmak için çalsa, çünkü aralarında
münasebet
vardır. Mesela ikindiden sonra kıyamet nefhası için çalmak, yatsıdan sonra ölüm
nemasına,
geçe yarıdan sonra da ölümden
sonra dirilme nefhasına işaret için çalsa... Bu bahsin
tamamı
benim Mültekâ üzerin-deki talikatımdadır.
İZAH
«Mesele
delâlet ediyor ki ilh...» Zira İmam Muhammed, çalgıların isimlerini mutlak zikretmiştir. O
zaman
oynamak, eğlence nas ile
haram-dır. Zira Peygamber (s.a.v.),
«Müminin eğlencesi bâtıldır.
Ancak
üç şeyde değil: Atını terbiye etmek için -bir rivayette atı ile oynamak kendi yayı ile ok atmak,
bir
de hanımı ile oynaması.]) duyurulmuştur. Kifâye.
İmamın
«mübtelâ oldum» sözü, oyun ve eğlencenin haram olduğu-na delâlet eder. İtkanî. İbni
Kemal
için bu hususta bir kelâm vardır. Ve onun kelâmında da bir kelâm vardır. Müracaat
et.
«İzin
almadan içeriye girer ilh...» Çünkü
onlar münkeri işlemekle hürmetlerini düşürmüşlerdir. O
zaman
onların o hürmetlerini atmak ca-izdir. Nasıl ki şahitler zaninin avretine bakabilirler. Zira zani
kendi
nef-sine yapılacak saygıyı yırtıp atmıştır. Bu bahsin tamamı
Minâh'tadır.
«İbni
Mes'ud ilh...» Sünen'lerde merfuen Rasulullah'tan (s.a.v.) şu lafızla rivayet
edilmiştir: «Gına
kalbte
nifakı bitirir.» Gayetü'l-Beyân'da olduğu gibi. Bazı alimler tarafından da, kafiyeler dizmek ve
fasih
konuş-mak için teganni ederse zarar yoktur, denilmiştir. Bazı alimler de eğer yalnız kaldığı
zaman
vahşeti kendinden gidermek için
teganni ederse beis yoktur demişlerdir. Serahsî bu kavli
tutmuştur.
Şeyhülislâm da Hane-fî ulemasına göre bunların hepsinin mekruh olduğunu zikretmiş,
«İnsan-lar
arasında bir bilgisi olmadığı halde Allah yolundan saptırmak için ger-çeği boş sözlerle
değişenler...» (Lokman: 6) ayetini de deli! getirmiştir. Bu ayetin tefsirinde «boş sözler»den
maksadın
gına olduğu gelmiştir. Bazı sahabilerin söyledikleri rivayet edilen şiirler de hikmet ve
mev'ize
dolu şiirler olarak yorumlanır. Zira
«gına» kelimesi nasıl bilinen isim olarak verilirse,
bilinmeyene
de ıtlak olunur. Nitekim şu hadiste
olduğu gibi: «Her kim Kur'an ile teganni etmezse,
bizden
değildir.» Bu bahsin tamamı Nihâye
ve diğer kitaplardadır.
Kuhistanî
gınayı, sesi ferdid etmek, melodi
ile ve ritmik biçimde söy-lemek
olarak tarif etmiş ve
sözlerinin
devamında, «Bu kayıtlardan biri-si olmazsa, gına tahakkuk etmez» demiştir.
Dürrü
Münteka'da: «Bunun bu şekilde tarif
etmesi bizim kitabımız-da bilinmemiştir.»
Ben
derim ki: Fethu'l-Kadîr'in Şehâdet bahsinde, bizim bundan öğ-rendiğimiz bir kelâmdan sonra
şöyle denilmektedir: «Haram olan te-ganni bir erkeğin sıfatını, hayatta olan belli bir
kadının
vasıflarını
ve in-sanı şarap içmeye tahrik
edecek biçimde şarabın vasıflarını anlatan, melodik
söyleyişler ve müslüman veya zımmiyi hicveden sözlerdir ki, bu hicvetmede de söyleyen adam
bizzat
o müslüman veya zımminin hicvini
düşünerek söylerse. Yok onu bir şiir söyletmek veya
fesahat
ve bela-gatı öğretmek için
hicvetmesi haram değildir. Veya
olmayan bir kadının vasfını
yapan
teganni de haram değildir. Veya kokuları, çiçekleri, suları anlatan bir şiir veya teganninin
men
edilmesinin bir delili yoktur. Evet, bunları bir çalgının
yanında söylerse, o zaman yine imtina
edilir.
Her ne kadar o aletleri va'z ve hikmet şeklinde anlatmış olsa da böyledir. «Özet-le. Bu bahsin
tamamı
oradadır.»
Mülteka'da: «Peygamber (s.a.v.)'den Kur'an okurken,
cenazede, sa-vaşa giderken ve vazederken
sesi
yükseltmenin mekruh olduğu rivayetedilmiştir. O zaman, vecd ve muhabbet
dedikleri türkü ve
gazelin
okun-masında sesin yükseltilmesine
ne denilir? Dinde böyle bir şeyin
aslı yok-tur.».
Şarih
diyor ki: Cevhere de şunu ilave etmiştir:
«Zamanımızın muta-savvıflarının yaptıklar: haramdır.
Oraya
gitmek ve oturmak caiz değildir.» Peygamber'den (s.a.v.) rivayet edilen onun şiir dinlediğine
dair
rivayet-ler gınanın haram olmadığına delâlet etmez. Onun hikmet ve va'zı iştimal eden mubah
bir
şiir üzerine hamletmek caizdir. Peygamber (s.a.v.) in vecdettiğini
bildiren hadise gelince, o da
sahih
değildir. Nasru'l-Bazî türkü
dinlerdi bu yüzden şöyle azarlandı: «Gıyabetten daha
hayırlıdır.»
derdi,
«Heyhat» denildi. Belki dinlemenin
zellesi halkı gıybet etmenin
zellesinden daha kötüdür.
Serî
diyor ki: «Vacidin kendini
kaybetmesinde öyte bir hadde ulaşmalıdır ki, yüzüne kılıçla
vurulmuş
olsa, yine ondan bir ağrı duymaz. O
zaman gerçek vecd
zahibidir.»
Ben
derim ki: Uyun'dan naklen Tatarhâniye'de: «Eğer dinlenilen ses Kur'ân ve mev'ıza sesi ise,
caizdir.
Eğer gına ise. ulemanın ittifakı ile haramdır. Sofilerden her kim bunu helâl ederse, şu
kimselere helâldir der: Artık eğlenceden arınmış, takva ile bezetilmiş, hastanın ilaca ihti-yacı gibi
artık
o gınaya muhtaç olana. Böyle bir gınanın altı şartı vardır: Bu gınanın yapıldığı mecliste, tüysüz
oğlan
olmaması, cemaatın hepsi erkek olması, sonra burada toplanmalarının niyeti hak rızası
olmalı,
okuyanın niyeti yoksa ücret almak veya yemek yeme olmamalı, toplantı yemek veya fetih
için
olmamalı ve yerlerinden kalktıkları zaman da an-cak mağlub olarak kakımaları lazımdır ve
ancak
doğru olması müstesna vecd de izhar etmemelidir. Velhasıl zamanımızda dinlemeye ruhsat
yok-tur.
Zira Cüneyd, kendi zamanında dahi dinlemekten tövbe etmiştir.» Bu hususta sen Feteva-yı
Hayriye'de olan ifadeye bak.
«Nifakı
bitirir ilh...» Yani amelî nifakı bitirir.
«Fısktır
ilh...» Yani taatten çıkmaktır. Aşikârdır ki eğlencenin ba-şında oturmak onu dinlemektir.
Ayrıca
dinlemek de günahtır. O zaman bu iki günah olmaktadır.
«Uzuvları
kullanmak ilh...» Sarih bu kavli küfrün küfran-ı nimet üze-rine
ıtlak olunmasının sahih
olacağını
beyan için zikretmiştir.
T.
«Parmakları ile kulaklarını tıkadığı ilh...» Benim Bezzâziye ve Minâh'ta gördüğüm ise, bu ifade, iki
kulağını
tıkadı, seklindedir.
«Mekruhtur
ilh...» ,Yani onların okunması mekruhtur. O zaman on-ların tegannisi ne olur?
Tatarhâniye'de:
Eğer şiirlerde fışkın ve bir oğlanın
zikri olmazsa, onları okumak mekruh değildir.
Zâhiriye'de:
«Şiirdeki kerahetin anlamı şudur: Eğer insanı zikir ve kıraatten alıkorsa mekruhtur. Yok
eğer
alıkoymazsa, o zaman beis yoktur.»
Tebyînü'l-Meharim «Şüphesiz bilinmelidir ki, haram olan şiir, kendi-sinde fuhuş veya bir
müslümanın
hicvi veya Allah ve peygamberi yalan-lamak veya sahabeyi yalanlamak veya nefsi
tezkiyeyi yalanlamak veya içinde yalan zannedilecek derecede övgü ve neseplere zarar getirecek ve
bir
de, bir tüysüz oğlan veya belli hayattaki bir kadının
vasıflarını ifa-de eden şiirlerdir. Zira hayatta
olan
belli bir kadını belli bir tüysüz oğla-nı, erkekler huzurunda vasfetmek haramdır. Ama ölmüş bir
kadını
veya belli olmayan bir kadını vasfetmekte bir beis yoktur. Oğlanda da hüküm
böyledir. İnsanı
tahrik
edecek bir şarabı da vasfetmek, deyriyat, mey-haneyi methetmek, zımmî bu olsa hicvetmek
haramdır.
İbni Hümam ve Zeylaî'de de böyledir. Yanak ve zülüfleri,
boyun güzelliğini ve diğer ka-dın
ye
oğlan vasıflarını söylemek mubahtır. Bazı alimler de bunda bir görüş vardır demişlerdir.
Maarifte:
«Diyanet ehline onları vasfetmek la-yık değildir. Layık olan arzu ve şehveti galib olan
kimsenin
yanında ka-dının sayılan yerlerinin
inşad edilmesi caiz değildir. Çünkü onun fikrini helâl
olmayan
birşeye tahrik eder. Mahzura sebeb olan da
mahzurdur.»
Ben
derim ki: Biz yukarıda takdim ettik ki, herhangi birşeyde-delil getirmek için şiir söylemekte
zarar
yoktur. Beliğ teşbihler, güzel istia-reler için şiir söylemek de istişhad için söylenen şiir
gibidir.
«Günahının
galiz oluşunu ilh...» Yani bu
küfran-ı nimet kelimesinin üzerine atıftır. Buna ancak küfür
demenin
manâsı günahın büyük olma-sıdır. H.
«Şurun
üç nefhasını ilh...» Bazı alimlerin görüşü budur. Halbuki meş-hur olan, iki nefha vardır.
Birisi,
kıyametin başlangıcı için,
diğeri de ye-niden dirilme için. T.
«Aralarında münasebet vardır ilh...» Yani nefhalar ile o üç vakitte birşey çalınması arasında
benzerlik
vardır.
«İkindiden
sonra ilh...» Zira halk, ikindiden sonra iş yerlerinden ev-lerine gelirler. Yatsıdan sonra
uyku vaktidir. Ki bu da küçük ölümdür. Gece yarısından sonra ise kabirleri gibi olan evlerinden iş
yerlerine
doğ-ru çıkarlar.
Ben
derim ki: Bu ifade ediyor ki, çalgı
aletinin kendisi bizzat haram değildir. Belki onunla oyun
oynandığı için haramdır. Bu da ya onu din-leyen veya onu çalan içindir. Zaten izafe de onu
bildirmektedir.
Görül-müyor mi ki, o âlete vurmak, vuranın niyetine bağlı olarak bir defasında helâl,
bir
defasında da haram olur. Zaten işlere de maksatlarına göre hükmedilir. İşte bunda onların ancak
kendilerinin
bilebileceği birçok maksatlarla aletleri kullanma konusunda tasavvuf büyüklerine delil
var-dır.
O zaman sufîlere bu işten dolayı
itiraz eden kimse onların bereke-tinden mahrum olmamak
için
acele etmemelidir. Çünkü onlar seçilmiş-lerin efendileridir. Cenab-ı Allah bizi onların
imdatlarına
erdirsin, onların salih dua ve bereketlerini bize nasib etsin.
«Bu
bahsin tamamı benim Mültekâ
üzerindeki talikatımdadır ilh...» Zira sarih, geceni İmam
Pezdevî'nin
Melaib isimli eserine isnad ettik-ten sonra, «Layık olan nevbet çalmak gibi hamam
borusunu
çalmanın da caiz olmasıdır. Hasen'den, düğünü ilan için def çalmağa beis olma-dığı
rivayet edilmiştir. Sirâciye'de de, eğer zilleri olmazsa, ve eğlence maksadıyla vurulmazsa
denilmiştir.»
Ben
derim ki: Ramazanda sahur için uyuyanları uyandırmak için da-vul çalmak
da hamamın
borusunun
çalınması gibi mubahtır.
Düşünülsün.