VAKIF BAHSİ-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Bahır'ın
ibâresinden anlaşılmıştır ki; vakıf bir hanede bulunan ağaçlar, hanenin kiraya
verilmesinin sahih olmasına mani olmaz. Çünkü hane içinde oturulmak için
kiralanır. Ağaçların ise buna bir zararı yoktur. Fakat vakıf bir arazîdeki
ağaçların gölgeleri ziraate mâni olur. Bundan dolayı fukaha önce ağaçlar için
müsâkat akdinin yapılmasını şart kılmışlardır.
"Vakfedenin şartı
şari'in nassı gibidir..." Bahır'da zikredilmiştir ki, vakıf, vakfedenin
lisânıyla söylediği şart üzerinedir. Katibin yazmasına itibar yoktur. Yani
şartlarda itibar, lisânla söylenenleredir. Yoksa söylenmeksizin vakıfnamede
yazılı olanlara değildir.
Vakfedenin meşru
şartı amel mefhum (anlam) ve delâlet itibariyle şâri'in nassı gibidir. Meselâ:
vakfeden "vakfımın geliri çocuklarımın fakirlerine verilsin" diye şart kılsa,
bunun mefhumu (anlamı) gelirin fakir olan çocuklara verilmesinden ibaret olur.
Bu şart, fakirliğin korunmaya, gelire hak kazanmaya vesile olduğuna delalet
eder.
Vakıflarda mefhum-ı
muvafakat (uygunluk mefhumu) mu'teber olduğu gibi, mefhum-ı muhalefet (söylenen
sözden onun anlamının tersine istidlâl) de muteberdir. Şöyle ki: Mefhum-ı
muvafakatta meskut-ı anhin (söylenilmeyenin) hükmü, mantuk-ı bihin
(söylenilenin) hükmüne uygun olur. Mefhum-ı muhalefette ise bilâkis meskut-ı
anhin hükmü, manluk-ı bihin hükmüne uygun olmaz. Mesela; vakfeden "vakfımın
gelirinden çocuklarına zengin olsalar bile şu kadar meblağ verilsin diye şart
kılsa, buna fakir olan çocukları öncelikle girer. Çünkü burada söylenilmeyen
fakir çocukların hükmü söylenilen zengin çocukların hükmüne uygunluk mefhumu
itibariyle muvafık bulunmuştur. Fakat vakfeden vakfımın gelirinden sahih olan
çocuklarımdan her birine şu kadar meblağ verilsin, diye şart kılmış olsa, buna
fâsık olan çocukları girmez. Çünkü fâsıkların hükmü salihlerin hükmüne uygun
olamaz. Hatta mefhum-ı muhalefet itibariyle zıt olur.
Mefhum-ı muhalefet
Şâri'in kelâmında muteber değildir. Fakat insanların örf ve âdetinde,
muamelelerinde, konuşmalar ve sözleşmelerde, kitapların rivâyetinde, fukahanın
ıstılâhında muteberdir. Bundan dolayı Şâri tarafından "sâlih olanlar şu nimete
kavuşacaklardır" diye buyurulsa, bundan fâsık olanların o nimete
kavuşmayacakları anlamı çıkmaz. Fâsıkların o nimete kavuşup kavuşmayacakları
söylenilmemiş olur. Onların buna kavuşup kavuşmayacakları başka delillerden
anlaşılır. Ama insanların örf ve âdetinden anlaşılacağına göre, vakfeden;
"vakfımın mütevelliliğini çocuklarımdan hali ve tasarrufu en iyi olana şart
kıldım" dese, mütevelliliğin çocuklarından hali ve tasarrufu en iyi olmayana
verilmemesini şart kılmış olur. Bundan dolayı vakıflarda da mefhum-ı muhalefet
muteber olmuş olur.
Şâfiîlere göre,
mefhum-ı muhalefet Şâri'in kelâmında da muteberdir. Mefhum-ı muhalefetin
mefhum-ı sıfat, mefhum-ı şart, mefhum-ı gaye, mefhum-ı aded, mefhum-ı lâkab gibi
çeşitli kısımları vardır. Hepsi de vakıflarda muteberdir. Meselâ; vakfeden:
"Vakfımın gelirini erkek çocuklarıma şart kıldım" dese, vakfın gelirinden kız
çocuklarına bir şey verilmez. Buna göre vakfeden, vakfının gelirini bir vasıf
ile muttasıf olan kimselere şart kılmış olursa, o vasıf gelirden hisse almaya
sebep olmuş olur. Kendisinde o vasıf bulunmayanlar gelirden bir şey alamazlar.
Meselâ; bir vakfın geliri âlimlere veya fakirlere veya hastalara şart kılınmış
olsa, bu vasıfları haiz olmayanlar, o gelirden hisse
alamazlar.
METİN
Câmekiyye: Vakfın
gelirinde vazife sahiplerine verilen aylıktır.
Câmekiyye, imam ve
müezzin gibi vazife sahiplerine hizmetleri vaktinde ve zenginlere helâl
olmasında ücrete, peşin olarak alan vazife sahibi ölse veya azledilse verilen
aylığın geri alınmamasında sılaya, asıl vakıf sahih olduğundan sadakaya benzer.
Çünkü vakıf, ibtidaen zenginlere sahih olmaz. Bu bahsin tamamı
Eşbâh'dadır.
Gelirinin fakirlere
verilmesi şart kılınan bir vakfın gelirinden bir fakire nisab (zekâtın farz
olduğu) mikdarı verilmesi mekrûhtur. Fakat vakfeden akrabasının fakirlerine
vakfetmiş olursa mekrûh olmaz. Bundan malûm oldu ki; gelirinin fakirlere
verilmesi şart kılınan bir vakıfdan fakir olan bir âlime verilen müretteb, nisab
mikdarı verilirse câiz olmaz. Bu mesele hıfzedilmeli.
Bir vakıfda
vakfedenin şartı bulunmaksızın kadının bir vazife takrîr ve ihdâs etmesi câiz
değildir. Kadı tarafından ihdâs edilen bir vazifeye takrîr ve tayin edilen
kimsenin ücret alması helâl değildir. Fakat mütevellinin ecr-i misil alması
câizdir. Kınye.
İmam, âlim ve
müttekî olup kendisine tahsis edilen ücret kifayet etmezse, kadı onun ücretini
artırabilir.
Eşbâh sahibi: "İki
yapraktan sonra bu hususta hatib de imama ilhak olunur. Hatib de cumanın
İmamıdır." demiştir.
Şârih der ki:
Manzûme-i Muhibbiyye sahibi: "Mutemed olan kavil budur." dedikten sonra
Mebsût'dan şunu nakletmiştir: Bir vakfın çok yerleri köyler ve mezralar olsa,
sultanın vakfedenin şartına muhalefet etmesi câizdir. Artık o vakfın aslı
beytülmala aid olduğundan sultanın emriyle -her ne kadar vakfedenin şartına
mugayir olursa da- amel edilir.
İZAH
"Hizmetleri
vaktinde..." Yani câmekiyye zenginlere helâl olduğundan ücrete benzer. Çünkü
câmekiyye, sadaka olsaydı zengine helâl olmazdı. Bir müderris sene içinde, vakıf
arazinin geliri ve mahsûlü çıkmadan ölse veya azledilse, çalıştığı müddetin
ücreti kendisine veya vârislerine verilir. Nitekim bir işçi çalışırken ölse,
çalıştığı müddetin ücreti vârislerine verilir. Eğer câmekiyye sıla olsaydı, sene
içinde ölen müderrise bir şey verilmezdi. Çünkü sıla teslim alınmadan mâlik
olunmaz. Teslim almadan önce ölenin sılası düşer. Bir kadı sene içinde ölse,
almadığı tahsisatı düşer. Zira kadının vermiş olduğu hüküm karşılığında ücret
alması câiz olmadığından onun tahsisatının ücrete benzer tarafı yoktur. Fakat
müteahhirîn-i ulema, ders okutmak ve Kur'an-ı Kerîm öğretmek için ücret
alınmasına cevaz vermişlerdir. Ama bir kimse bir akarını evladına ve nesline
vakfedip onlardan birisi hissesini almadan ölse hissesi düşer. Çünkü onun
hissesi sırf sıladır. Nitekim Tarsûsi böylece yazmıştır.
"Peşin olarak..."
Yani bir imam bir senelik câmekiyyeyi (atıyeyi) aldıktan sonra sene içinde ölse
ve azledilse, hizmet etmediği kalan müddetin hissesi geri alınmaz. Çünkü sıla
teslim alınmakla mâlik olunur. İmam fakir ise o hisse kendisine helâl olur. Eğer
imamın hizmeti karşılığında vakıfdan aldığı câmekiyye sırf ücret olsaydı hizmet
etmediği kalan müddetin hissesi kendisinden geri alınırdı.
"Vakıf iptidaen
zenginlere sahih olmaz." Çünkü vakfın iptidaen fakirlere yapılması
lâzımdır.
Bir vakfın
gelirinin muayyen bir kimseye sarf edilmesinin şart kılınması, fakirlere sarf
edilmesinden istisna edilmesi yerinde olur. O muayyen kimse, fakirlerin yerine
geçmiş olur da ona yapılan vakıf, sadaka mânâsına olur.
Bir vakfın
gelirinden nisab (zekâtın farz olduğu) mikdarı verilmesi mekrûhtur. Çünkü vakıf,
sadaka kabîlinden olduğundan zekâta benzer. Fakat vakfeden vakfının gelirini
akrabasının fakirlerine şart kılmış olursa, vasiyet kabîlinden olduğundan onlara
nisab mikdarı verilmesi mekrûh olmaz. Çünkü bu vakıf muayyen kimselere yapılmış
olduğundan bunda başkalarının hakkı yoktur. O vakfın geliri az olsun veya çok
olsun onlara aid olmuş olur.
Bir vakıfda
vakfedenin şartı bulunmaksızın kadının bir vazife ihdas etmesinin câiz olmaması
zaruret bulunmadığına göredir. Eğer bir vakıfda bir vazifenin ihdasına ihtiyaç
duyulursa kadıya müracaat edilir. Kadının yanında o vazifeye ihtiyaç olduğu
isbat edilir, kadı da o vazifeye lâyık olan bir kimse tâyin eder, tâyin edilen
kimseye ecr-i misil verilir.
Ben derim ki:
Zahîre'de diğer muteber kitablarda zikredilmiştir ki; vakfedenin şartı
bulunmaksızın kadı bir mescide ferrâş (temizlik hizmetiyle uğraşacak bir kimse)
tâyin edemez.
Bahır'da yazılı
olduğuna göre, ferrâsa ihtiyaç olursa, mütevelli ücretle bir ferrâş tutabilir.
Fakat ferrâşın hakkı olmak üzere yeni bir vazife ihdas edilmesi câiz değildir.
Bundan dolayı Hâniyye'de: "Mütevellinin mescid için hizmetçi tutması câizdir."
diye beyân edilmiştir.
"Mütevellinin ecr-i
misil alması câizdir." Bazı fukaha; "Mutevelli öşr yani vakfın gelirinin onda
birini alır." demişlerdir. Fakat vakfın gelirinin onda biriyle ecr-i misil murad
edilmiştir. Hatta vakfın gelirinin onda biri ecr-i misliden ziyade olsa,
mütevelli ziyade olan mikdarı alamaz. Çünkü mütevelli için ecr-i misli tâyin
edilmiştir. Nitekim Valvalciyye sahibi: "Kadı, mütevelli için ücret olarak
vakfın gelirinin onda birini tâyin etse, ecr-i misil tâyin edilmiş olur."
demiştir.
Ben derim ki:
Mütevellinin ecr-i misil alması, vakfedenin ona bir şey şart kılmadığına
göredir. Eğer vakfeden mütevelli için bir şey şart kılmış ise, ecr-i misilden
çok olsa bile onu alır. Şart kılınan ecr-i misilden az olursa, mütevellinin
talebiyle kadı onu ecr-i misle tamamlayabilir.
"Kadı onun ücretini
artırabilir." Kınye'den naklen Bahır'ın mescidlerin hükümleri bahsinden önce
zikredilmiştir ki; vakfeden tarafından imam için tâyin edilen ücret az olup o
ücretle imamlık yapacak bir kimse bulunmazsa mescidin diğer ihtiyaçları için
yapılan vakfın gelirinden imama sarf edilmesi câiz olur. Mescidin
ihtiyaçlarından artan gelirin kadının izniyle fakir olan imama sarf edilmesi
caiz olur.
"Bu hususta hatib
de imama ilhak olunur." Vakfeden tarafından tâyin edilen ücret kendilerine
kifayet etmeyen mütevelli, müezzin, müderris, kapıcı gibi kimseler de bu hususta
imama ilhak olunur. Yani bu adı geçen kimseler ücretleri artırılmadan
çalışmayacak olurlarsa, kadı bunların ücretlerini de
artırabilir.
Bezzâziye'de yazılı
olduğuna göre, bir mescidin imam ve müezzini için vakfeden tarafından tâyin
edilen ücret az olduğundan imam ile müezzin durmasa hâkim, mahalle ehlinden
ileri gelenlerin tasvibiyle mescidin ihtiyaçlarına ve tamirine sarf edilmek
üzere yapılan vakfın gelirinde artan mikdarı -vakfeden bir olursa- imama ve
müezzine sarf edebilir. Çünkü vakfedenin maksadı vakfının ihyâsıdır. Eğer
mescidin imamı ile müezzininin ücretlerine sarf edilmek üzere yapılan vakıf ile
mescidin diğer ihtiyaçlarına ve tamirine sarf edilmek üzere yapılan vakfın
sahipleri ayrı olsa, mescidin ihtiyaçlarından ve tamirinden artan mikdar imam
ile müezzine sarf edilemez. Eğer vakıf cihetleri ayrı olsa meselâ: Bir kimse bir
medrese, bir de mescid yaptırıp her biri için ayrı ayrı vakıf tâyin etse, bu
vakıflardan birisinin artan geliri diğer vakıf için sarf
edilemez.
Mebsût-ı
Hâherzâde'den naklen Muhıbiyye'de ve Yenbû-ı Suyûti'den naklen Eşbâh'da
zikredilmiştir ki; emîrler ile sultanların vakıfları beytülmala ait olan maldan
olursa, şer'î ilimler ile uğraşan âlimler ve talebeler gibi beytülmal da
istihkakları bulunanların bu vakıfların gelirinden şartlarına bakılmaksızın
yemeleri caizdir. Zamanımızdaki bir çok fukaha bu kavle aldanarak bu vakıflarda
vazife yapmaksızın ve şartlarına muhâlif olarak tahsisât alınmasını mubah
görmüşlerdir. Halbuki Suyûtî: "Kendi mezhebinin fukahasından bu kavil,
vakfedenin satın alma gibi bir yolla mâlik olduğu sâbit olmayan ve beytülmala
ait olan maldan yapılan vakıflar hakkındadır." diye nakletmiştir. Ama sultanın
satmış olduğu ve satışın sahih olduğuna hükmedilen bir araziyi satın olan kimse
vakfetmiş olsa, onun şartına riayet edilmesi lâzım gelir.
Sultanın beytülmala
aid bir malı beytülmal vekilinden satın alması câizdir. İbn-i Hümam'a "Bersebay
(Mısır hükümdarlarından) beytülmal vekilinden bir arazi satın alıp vakfetmiş,
bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Bu vakıf sahih olur ve vakfedenin
şartına riayet edilir." diye cevap vermiştir. Ama sultan beytül- mala aid olan
bir araziyi âmmenin menfaati için vakfetse, Hâniyye'de: "Bu vakıf câiz olur.
Fakat şartına riayet edilmez." diye zikredilmiştir. Buna göre Muhibbiyye'de
nakledilende tafsilât vardır: Eğer sultan, beytülmal vekilinden araziyi ve
mezraları satın alıp vakfederse, şartına riayet edilmesi vâcib olur. Eğer sultan
beytülmala aid olan bir araziyi vakfederse, şartına riayet edilmesi vâcib
olmaz.
Ben derim ki:
Eşbah, sahibinin kavlinden anlaşılmıştır ki; vakfedenin şartına riayet
edilmemesi, vakfedilen mal, beytülmala aid olduğuna göredir. Eğer vakfeden,
satın almak veya sultanın izniyle sahibsiz bir yeri ziraata elverişli hale
getirmek gibi bir yolla mâlik olduğu sabit olan bir araziyi vakfetmiş olursa,
şartına riayet edilir.
Ebussûud Efendi:
"Sultanların ve emirlerin vakıflarının şartlarına riayet edilmez. Çünkü onların
vakıfları beytülmaldandır." demiştir.
METİN
= Vazifelerde
takrir ve tevcihi ta'lik sahih olur =
Hâkim bir kimseye
"fülan şahıs ölürse" veya "fülan vazife boşalırsa, onu sana takrir ve tevcih
ettim" dese, bu takrir sahih olur. O şahıs ölür veya o vazife boşalırsa, takriri
yenilemeye muhtaç olmaz. Ta'likin sahih olmasının faidesi
budur.
Bir vakıf da
hakları olanların hiyânetini isbat etmeksizin sadece şikayet etmeleri üzerine
hâkimin mütevelliyi azletmesi câiz değildir. Va'sî de
böyledir.
Bir mütevelli
vakıfda çalışması için bir hizmetçi tutup hizmetçi zimmetinde vakfın malı olduğu
halde kaçsa, mütevelli vakfın malını ödemez. Fakat mütevelli vakfa aid kereste
ve ahşabda kusur ettiğinden zâyi olsa öder.
Bir vakıf namına
istidane câiz değildir. Ancak tamir ve tohum satın almak gibi vakfın menfaati
için istidaneye ihtiyaç olursa iki şartla câiz olur.
Birincisi: Hakimin
izniyle olmasıdır. Eğer hâkimin bulunduğu yer mütevelliye uzak olursa, mütevelli
kendisi istidâne eder.
"Bir mütevellinin
bir malı veresiye olarak peşin kıymetinden ziyadeye satın alıp sonra vakfın
tamiri için onu değer kıymetiyle satıp zararın vakıf üzerine olması câiz ve
meşru olur mu?" diye sorulan soruya "evet, câiz ve meşru olur" diye cevap
verilmiştîr.
Bir kimse bir
şahsın elinde bulunan bir araziye; "bu arazi vakıfdır" diye ikrar edip elinde
bulunan şahıs onu yalanladıktan sonra ikrar eden ona mâlik olsa, o arazi vakıf
olmuş olur.
Musadaka
ale'l-İstihkak ile -her ne kadar vakıfnâmeye muhâlif olsa bile - amel olunur.
Şöyle ki: Kendisine vakfedilen kimse; "benimle beraber fülan şahıs şu vakfın
gelirine" veya "nezaretine müstahiktir" yahut "o şahıs müstahiktir, ben müstahik
değilim" diye ikrar edip o şahıs da onu tasdik etse, bu ikrar yalnız ikrar eden
hakkında sahih olur. Evlâdı ve nesil hakkında sahih olmaz.
Bir vakıf da
hissesi olan kimse hissesini başkasına verse bakılır: Eğer bu vermekle hissesini
düşürmek istemişse, buna salahiyeti olmadığından sahih olmaz. Nitekim miras
düşürülmekle düşmediği gibi, Eğer bu vermekle teberru etmek istemişse, bu sahih
olur.
Bir kimsenin bir
vakfın gelirinde istihkakı olup hissedar olmasının sübutunda o vakfın
mütevellisinin kendisine vakfın gelirinden sarf etmesi kifayet etmez. Bilâkis
vakfedenin nesebinden olduğunu isbat etmesi lazım gelir. Nitekim nesebin sübutu
dâvâsında gelecektir.
İZAH
"Vazifelerde takrir
ve tevcihi ta'lîk sahih olur." Yani vakfa aid vazife tevcihlerinin hâkim
tarafından bir şarta ta'lîk edilmesidir ki sahihdir. Meselâ: Hâkimin bir şahsa
hitaben; "fülan vazifenin sahibi ölürse veya öyle bir vazife boşalırsa onu sana
takrîr ve tevcih ettim" demesi.
Vakfa aid
vazifelerin takrîr ve tevcihlerinin bir şarta ta'lîklerinin câiz olması, kadılık
ve emîrliğin talîk edilmesinin câiz olmasından alınmıştır. Vazifeyi şarta ta'lîk
eden zât ölürse, takrîr ve tevcih bâtıl olur.
Ben derim ki: Bir
vazifenin bir şarta talîk edilmesinin caiz olmasının delili Sahih-i Buharî'de
rivayet edilen hadîs-i şerifdir Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Mûte harbinde Zeyb b.
Hârise'yi emîr (komutan) tâyin edip: "Eğer Zeyd öldürülürse, Cafer b. Ebû Talib
emirdir. Cafer de öldürülürse Abdullah b. Revâha emirdir." buyurmuşlardır. Sonra
gördüm ki, İmam-ı Serahsi Siyer-i Kebîr şerhinde hadîs-i şerîfi buna delil
olarak zikrettikten sonra şöyle devam etmiştir: Yardımcı kuvvetle beraber bir
emîr (komutan) gelip birinci emîri azletse, birinci emîrin gelecek zamana aid
tenfili (gördüğü lüzumdan dolayı fazla bir sehim, bir ihsan veya belirli bir
para vermek üzere mücahitleri harbe tergib ve teşvik etmesi) bâtıl olur. Çünkü
birinci emirin azledilmesiyle velâyeti ortadan kalkmış olur. Fakat emîr ölür de
askerler onun yerine başkasını emîr tayin ederlerse birinci emîrin tenfîli bâtıl
olmaz. Çünkü ikinciemîr onun yerine geçmiştir. Ancak ikinci emîr birinci emirin
tenfîlini iptal ederse veya sultan orduya hitaben; "emiriniz ölürse fülan kimse
onun yerine emîrdir" derse, birinci emîrin tenfîli bâtıl olur. Çünkü ikinci emîr
sultan tarafından tâyin edilmiş olduğundan sultanın naibi olur. Sanki ikinci
emîr ilk baştan tâyin edilmiş olur da birinci emirin reyi, kendisinden üstün
olanın reyile ortadan kalkmış olur.
Hâsılı: Emirin
azledilmesiyle veya ölüp yerine sultan tarafından emîr tâyin edilmesiyle tenfili
bâtıl olur, ama ölüp yerine askerler tarafından emîr tâyin edilirse tenfili
bâtıl olmaz. Ancak ikinci emîr birinci emîrin tenfilini iptal ederse bâtıl
olur.
Emir: "Kim bir
kâfir öldürürse, kâfirin üzerindeki eşyası öldürenin olacaktır" kavliyle bir
kâfirin eşyasına müstahik olmayı öldürmeye talîk etmiştir. Hâkim bir şahsa:
"Filan vazifenin sahibi ölürse veya öyle bir vazife boşalırsa, onu sana takrir
ettim" dedikten sonra vazife sahibi ölmeden veya öyle bir vazife boşalmadan
sözünden geri dönebilir mi? Enfeu'l-Vesâil de beyân edildiğine göre, geri
dönemez.
"Hâkimin
mütevelliyi azletmesi câiz değildir." Şârih : "Hakim azledemez." diye
kayıdlamıştır. Çünkü vakfeden, mütevelliyi suçu olmasa bile azledebilir. Bununla
fetva verilmiştir. Fakat vakfeden tarafından mütevelli olması şart kılınan bir
mütevelliyi hıyâneti bulunmadıkça hâkim azledemez. Şayet azlederek yerine
başkasını tâyin etse, tâyin edilen mütevelli olmaz. Eğer mütevelli hâkim
tarafından tâyin edilmiş olursa, onu sebepsiz olarak azledip yerine başkasını
tâyin edebilir. Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre, hâkim tarafından
tâyin edilen bir mütevelliyi hıyâneti ortaya çıkmadıkça hâkim azledemez. Bundan
anlaşılmıştır ki; her hangi bir vazife sahibi vazifesinden azledilemez. Ancak
suçlu olursa veya vazifeye ehil olmazsa azledilebilir.
Bahır.
"Hıyânetini ispat
etmeksizin..." Yani sadece şikayet ve ayıplama mütevellinin azlini gerektirmez.
Bundan dolayı bir vakıf da hisseleri olanların mütevelliden hâkime şikayet
ettikleri halde, bu şikayetlerinde mütevellinin azlini gerektiren meşrû bir
sebep beyân edemezlerse veya beyân edip de isbat edemezlerse, bununla mütevelli
azledilemez. Fakat o mütevellinin yanına bir yardımcı verilebilir. Hâkim,
kendisinden şikayet edilen mütevellinin yanına yardımcı verdiğinde mütevellinin
ücreti olduğu gibi bırakılır. Hâkim münasib görürse, yardımcıya onun ücretinden
veya vakfın gelirinden bir şey verebilir.
"Vasi de böyledir."
Yani bir kimsenin ölürken tâyin etmiş olduğu vasîsi de sadece şîkayet edilmekle
hâkim tarafından azledilemez. Fakat hâkim tarafından tayin edilen bir vasî
sadece şikayetle azledilebilir.
"Mütevelli vakfa
aid kereste..." Yani bir mütevelli, vakıf olan bir şeyin aynında kusur ederse
onu öder; Meselâ: Mütevelli vakfa ait kereste ve ahşabı veya yıkılan bir
mescidin enkazını muhafaza etmediğinden yahut bir kütüphanenin kitaplarını veya
bir mescidin mefrûşatını silkmediğinden zâyi olsalar, onları ödemesi lâzım
gelir.
"Bir vakıf nâmına
istidâne (ödünç para almak veya veresiye bir mal satın almak) câiz değildir."
Yani vakfedenin vakıf nâmına istidâne alınması hususunda emri bulunmadığı
takdirdedir. Fakat vasînin yetim için zaruretsiz veresiye bir şey satın alması
caizdir. Çünkü borç iptidaen zimmette sâbit olur. Yetim malûm olduğundan zimmeti
sahih olup borcun yetimden talep edilmesi tasavvur edilir. Ama vakfın zimmeti
yoktur. Fakirlerin zimmeti var ise de çok olduklarından borcun onlardan talep
edilmesi tasavvur edilemez. Vakıf namına alınan bir borç mütevelli üzerine sabit
olur. Mütevelli kendi üzerine vâcib olan bir borcu fakirlere aid olan gelirden
ödemeye mâlik olamaz. Bunu Hilâl zikretmiştir. Kıyas da budur. Fakat kıyas
zaruret zamanında terk edilir. Nitekim Ebu'l-Leys: "Vakıf namına borç alınması
zaruri olup hâkim de mütevellinin bulunduğu yere uzak olmazsa, mütevelli hâkimin
emriyle borç alır. Çünkü Müslümanların menfaatları hakkında hâkimin umum
velâyeti vardır." zikretmiştir.
Bazı fukaha :
"Mütevelli vakfın tamiri için mutlak surette yani hâkimin emri olsun veya
olmasın borç alabilir." demişlerdir. Fakat mezhebin muhtar ve mutemet olan
kavli, Ebu'l-Leys'in zikrettiği kavildir.
Mütevelli, vakıf da
hisseleri bulunanlara sarf etmek üzere borç alamaz. Çünkü bunlara sarf edilmek
üzere borç alınması zaruri değildir. Ama imama, hatibe ve müezzine sarf etmek
üzere borç alabilir. Çünkü bunlar için alınan borç mescidin zaruri ihtiyacıdır.
Râcih olan kavle göre, mescide hasır ve yağ almak için de borç alabilir. Çünkü
bunlar da zaruri ihtiyaçlardandır. Bahır'da zikredilenin hülâsası
budur.
"Hâkimin izniyle
almasıdır." Mütevelli vakıf için borç alınmasına hâkimin izninin bulunduğunu
iddia etse -her ne kadar sözü kabul edilirse de- bu iddiası şahidle kabul
edilir. Çünkü sonra yapmış olduğu masrafı vakfın gelirinden alacaktır. Gerçekten
hâkim izin vermemiş olsa, mütevellinin yapmış olduğu masraf teberru
sayılacağından onu vakfın gelirinden alması haram olur. Mütevellinin sözünün
kabul edilmesi elinde bulunan mal hususundadır. Yoksa borç alma hususunda
değildir. Bahır.
"Vakfın kiraya
verilmesinin..." Yani bir mütevellinin bir vakıf namına borç alabilmesi için
vakfın kiraya verilmesi mümkün olmadığına göredir. Vakfın kiraya verilmesi
mümkün olursa borç alınması câiz olmaz
İstidâne: Ödünç
para alıp veya veresiye bir şey satın alıp vakfa sarf etmektir. Hâniyye'de:
"Istidâne: Bir vakfın geliri bulunmadığından ödünç vermeye borç almaya ihtiyaç
duyulmasıdır. Eğer vakfın geliri bulunup mütevelli kendi malından vakfın
ıslahına sarf ederse, onu vakfın gelirinden alır." diye tefsir ve tarif
edilmiştir. Bu tarifdeki "ödünç vermeye" ifadesinin mânâsı, mütevellinin kendi
malından vakfa ödünç vermesidir. Yoksa başkasının malını vakıf için ödünç alması
değildir. Çünkü başkasının malını vakıf için ödünç olmak tarifdeki "borç almaya"
ifadesinin altına girer. Sonra Fetâvây-ı Hânuti'de mezhep imamlarımızın
kavillerine mutalli oldum. Şöyle ki: Bir mütevelli vakfın tamiri için geliri
varken vakfın gelirinden almak üzere kendi malından bir mikdar meblağ sarf etse,
bu bir istidâne sayılamayacağından bunu diyâneten vakfın gelirinden alabilir.
Fakat vakfın gelirinden almak niyetiyle sarf ettiğine şahid getirmedikçe bu
husustaki iddiası kabul edilmez.
Hâvî'den naklen
Tatarhâniyye'nin İcâret bahsinde zikredilmiştir ki; bir kimse babasının
kendisine ve kendisinin evlâdına vakfetmiş olduğu bir haneyi bir şahsa kiraya
verip, kiracı o haneyi kiraya verenin emriyle tamir etse bakılır: Eğer kiraya
verenin vakıf üzerinde velâyeti varsa kiracı tamir için yapmış olduğu masrafı
vakıfdan alabilir. Eğer kiraya verenin vakıf üzerinde velâyeti yoksa, kiracının
yapmış olduğu masraf teberru olmuş olur.
"Musadaka
ale'l-istihkak..." Yani muayyen bir hakka hangisinin mâlikiyeti hususunda iki
kimsenin ittifak etmesidir. Meselâ, bir vakfiye mucibince kendisine vakfın
gelirinden şu kadar sehim verilmesi icap eden bir kimse bu sehmin hiç bir
kimseye ait olmayıp yalnız fülan şahsa ait bir hak olduğunu, karşılığında bir
ivaz almayarak, ikrar edip o şahıs da onu tasdik etse, aralarında musadaka
bulunmuş olur. Buna göre o kimsenin ikrarı yalnız kendisi hakkında sahih
olduğundan o sehim, o kimse hayatta oldukça o şahsa verilir. Fakat o kimse ile o
şahısdan hangisi önce ölürse, o sehim o kimseden sonra kendisine şart kılınan
kimselere ait olur. Bunlardan hayatta olana verilemez.
"Vakıfnâmeye
muhâlif olsa bile..." Yani o kimsenin ikrar "vakfedenin vakıfnâmedeki şartından
dönüp, ikrar edenin ikrar ettiğini şart kılmış olduğuna" hamledilir. Hassâf bunu
müstakil bir bâb da zikretmiştir.
"Yalnız ikrar eden
hakkında sahih olur." Meselâ; bir arazi Zeyd ile Zeyd'in evlâdına ve torunlarına
onların nesilleri kesildikten sonra da fakirlere vakfedilip Zeyd: "O arazi
bizimle beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar etse Zeyd'in bu ikrarı
evlâdı ve torunları hakkında tasdik edilmez. O arazinin geliri Zeyd ile Zeyd'in
evlâdı ve torunları arasında taksim edilir. Zeyd'e düşen sehim -Zeyd hayatta
oldukça- kendisiyle ikrar ettiği şahıs arasında taksim edilir. Zeyd ölürse
ikrarı batıl olur. İkrar ettiği şahsın o vakıf arazide hakkı olmaz. Eğer o arazi
Zeyd'e, Zeyd'den sonra fakirlere vakfedilip Zeyd: "O arazi benimle beraber fülan
şahsa da vakfedilmiştir" diye ikrar etse o şahıs o vakfın gelirinde Zeyd hayatta
oldukça Zeyd'e ortak olur. Zeyd ölünce o arazinin bütün geliri fakirlere aid
olur. Zeyd'in ikrarı fakirler hakkında tasdik edilmez. Zeyd hayatta iken o şahıs
ölürse arazinin gelirinin yarısı fakirlere, yarısı Zeyd'e aid olur. Zeyd ölürse,
gelirin hepsi fakirlere aid olur.
Ben derim ki: Bu
son meselede fakirler o vakfın gelirine Zeyd'in ölümünden sonra müstahik
olacaklarken o şahsın ölmesiyle gelirin yarısına müstahik olmuşlardır. Çünkü
Zeyd, o şahsın vakıfda hissesi bulunduğunu ikrar etmesiyle o vakfın gelirinin
yarısında hakkı olmadığını ikrar etmiştir. Bundan dolayı o şahıs öldükten sonra
sehmi fakirlere aid olur. Çünkü onlardan başka o sehme müstahik olacak yoktur.
Bundan anlaşılmıştır ki; birinci meselede de o şahıs ölürse, onun sehmi
fakirlere kalır. Zeyd'e kalmaz. Çünkü Zeyd onun sehminde hakkı bulunmadığını
ikrar etmiştir. O şahsın sehmi Zeyd'in evlâdına da kalmaz. Çünkü Zeyd o sehmi
kendi evlâdı için ikrar etmemiştir.
Kezâ: Bir arazi
Zeyd'e, Zeyd'den sonra Zeyd'in evladına ve torunlarına onlardan sonra fakirlere
vakfedilip yine Zeyd: "O arazi benimle beraber fülan şahsa da vakfedilmiştir"
diye ikrar ettikten sonra o şahıs ölse onun sehmi yine fakirlere kalır. Zeyd'e
ve Zeyd'in evlâdına kalmaz. Çünkü Zeyd'in evlâdı o arazinin gelirine ancak Zeyd
öldükten sonra müstahik olacaklardır. Bu mesele, ortası kesilmiş olan vakıf
hükmündedir. Nitekim ortası kesilmiş vakfın hükmü Fürû'dan önce beyân
edilmiştir.
"Veya nezaretine
müstahiktir." Şârih: "Nezareti ikrar, vakfın gelirini ikrar gibidir." diye ifade
etmiştir. Meselâ: Vakfa nezaret eden kimse, benimle beraber bu vakfın
nezaretinin yarısına fülan şahıs da müstahiktir, diye ikrar etse, ikrarıyla
muahaze edilip kendisine o şahıs vazifede ortak olur. Bunlardan birisi ölünce
bakılır: Eğer ölen ikrar eden kimse ise, ikrarı batıl olup nezaret kendisinden
sonra vakfedenin şart kıldığı zâta intikâl eder. Eğer ölen kendisine ikrar
edilen şahıs ise, yine ikrar bâtıl olur. Fakat bu kendisine ikrar edilen şahsın
hissesi, ikrar eden kimseye geri dönmez. Hakim o hisseyi ikrar eden kimseye veya
vakıf ehlinden dilediği kimseye tevcih eder. Çünkü o kimsenin ikrarı "vakfeden,
o hisseyi kendisine ikrar edilen şahsa şart kılmış olduğuna" hamledilerek sahih
görülmüştür. Nitekim bunu Hassâf zikretmiştir. Vakfeden sanki vakfının
nezaretini iki kimseye şart kılmıştır.
Eşbâh'da beyân
edildiğine göre, bir vakfın nezareti iki kimseye şart kılındığında bunlardan
birisi tek başına nezaret edemez. Bunlardan biri ölünce hakim onun yerine
başkasını tâyin eder. Hayatta kalan tek başına nezaret edemez. Ancak hakim onu
ölenin yerine de tâyin ederse nezaret eder.
"Bu sahih olmaz."
Yani vakfın geliri veya nezareti kendisine şart kılınan kimse bunu başka bir
şahsa verse, bu sahih olmaz. Çünkü o kimsenin bunu kendi tarafından yapmaya
salâhiyeti yoktur. Eğer o kimse ölüm hastalığında nezareti başka bir şahsa verse
- vakfedenin şartına muhâlif olmazsa- sahih olur. Çünkü o şahıs o kimsenin
vasisi olmuş olur.
Keza: O kimse
nezareti başka bir şahsa devredip hâkim de bunu takrir etse, yine sahih olur.
Çünkü o kimse kendisini nezaretten azletmeye mâlik olur. Nezaret kendisine
devredilen şahıs, hâkimin takrîri bulunmadan hâzır (vakıf işlerine bakan)
olamaz.
Hâniyye'nin şahâdet
bahsinde zikredilmiştir ki; bazı haklar düşürülmekle düşmez: Meselâ; bir
medresenin vakfında hakkı bulunan fakir bir talebe hakkını iptal etmekle bâtıl
olmaz. Bundan dolayı o talebe; "vakıfdaki hakkımı iptal ettim" dese, sonra yine
hakkını alabilir.
Ben derim ki: Bir
vakıfda hissesi bulunan kimse o hisseye vakfedenin şartıyla müstahik olmuştur. O
kimse: "hissemi fülan şahsa verdim" dese, vakfa vakfedenin razı olmadığı bir
şahsı sokmakla onun şartına muhalefet etmiş olur. Vakfedenin şartına muhalefet
ise caiz değildir. Çünkü fukaha: "Vakfedenin şartı şârihin nassı gibidir." diye
tasrih etmişlerdir. Buna göre, vakıfdaki bir hisse düşürülmekle düşmeyi kabul
etmemekte mirasa benzer.
"Sarf etmesi
kifayet etmez..." Yani bir kimse bir vakfedenin zürriyetinden olduğunu, vakfın
gelirinde sehmi bulunduğunu dâvâ edip buna delil olarak da o vakfın
mütevellisinin kendisine o vakfın gelirinden sehim verdiğini gösterse, bu delil
olarak kifayet etmez. Nesebini isbat etmesi lâzımdır. Çünkü mütevelli hata
edebilir.
METİN
Vakfeden
vakfiyesinde birbirine mütearız (zıd) iki şart zikretse, bizim mezhebimize göre
ikinci şart, birinci şartı neshedeceğinden sonraki şartla amel
edilir.
Birbiri üzerine
atfedilen cümlelerden sonra bir vasıf zikredilirse bakılır: Eğer atıf "vav"
edatı ile yapılmış ise Hanefi mezhebine göre, vasıf en sonraki cümleye; Şâfiî
mezhebine göre cümlelerin hepsine aid olur. Eğer atıf "sümme" edatı ile yapılmış
ise vasıf ittifakla en sonraki cümleye aid olur. Bu meselelerin hepsi Eşbâh'ın
vakıf bahsinden nakledilmiştir. Tamamı dokuzuncu kaidede
zikredil-miştir.
Bir kimse, sıhhat
halinde evlâdına vakfedip aralarında fariza-ı şer'iyye üzere taksim edilsin
dese, erkek ve kız evlâdı arasında müsavî olarak taksim edilir. Ahyâr-ı
müetehidînden muhtar ve menkûl olan budur, Nitekim bunu Dimaşk müftüsü Yahya b.
Minkar "Errisâletü'l-Marziyye Ale'l-Farizati'ş-Şer'iyye" isimli eserinde beyân
etmiştir. Musannıfın Fetâvâsı'nda da böyle yazılıdır.
Yine Eşbâh'da
zikredilmiştir ki; satılan bir yerin şer'î bir yolla vakıf olduğu sâbit olursa,
satışın bozulması vacib olur. Satan ile satın alan o yerin vakıf olduğunu
bilmeyerek alım-satım muamelesinde bulunmuşlarsa günahkâr olmazlar. Mütevelli o
yerin ecr-i mislini satın alandan taleb eder. Eğer satın alan o yere bina yapmış
veya ağaç dikmiş ise, onlar satın alanın olur. Bina ile ağaçlar hakkında vakıf
için en menfaatlı yol takip edilir.
"Cami" isimli
eserden naklen Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; satın alan yapmış olduğu binayı
yıkıp enkazını satana teslim ederse, ondan binanın yıkılmış kıymetini alır.
Enkazını ona teslim etmezse hiç bir şey alamaz. Eğer satılan bir arsanın üzerine
bina yapıldıktan sonra arsaya hak sahibi çıksa, satın alan arsayı satandan
binanın yapılmış kıymetini alır.
İZAH
"Birbirine mütearız
iki şart..." Yani vakfeden vakfiyesinin evvelinde: "Bu vakıf satılmaz, hibe
edilmez, mülk olarak kimseye verilemez" diye yazdığı halde sonunda: "Fülan kimse
bu vakfı satıp parasıyla onun yerine vakıf olacak bir yer satın almak suretiyle
onu değiştirebilir" diye yazmış olsa, o kimsenin o vakfı satıp değiştirmesi câiz
olur. Buna göre ikinci şart birinci şartı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olur.
Eğer bunun aksini yani vakfiyesinin evvelinde: "Bu vakfı fülan kimse satıp
değiştirebilir" diye yazdığı halde sonunda: "Bu vakıf satılamaz ve hibe
edilemez" diye yazmış olsa o kimsenin o vakfı satıp değiştirmesi câiz olmaz.
Çünkü vakfeden, birinci şartından dönmüştür.
İkinci şartın
birinci şartı neshetmesi, iki şart tearuz ettiği takdirdedir. Eğer iki şart
teâruz etmezse, ikisiyle de amel edilmesi vâcib olur. Nitekim bunu Bîrî
dokuzuncu kaidede zikretmiştir.
Fukahanın:
"Vakfeden birbirine muârız olan iki şart zikrettiği takdirde ikinci şartla amel
edilir." diye beyân ettikleri: "Vakfedenin şartı Şâriin nassı gibidir."
kavillerine dahildir. Çünkü iki nass teâruz ettiği takdirde onlardan sonraki
nass ile amel edilir. T.
"Cümlelerden sonra
bir vasıf zikredilirse..." Şârih bu meseleyi ilerîde beyân
edecektir.
"Dimaşk müftüsü..."
Dimaşk müftüsü Yahya'nın eserinde zikredilenin hülâsası şudur: Bir hadîs-i şerîf
de: "Çocuklarınızın arasında atıyye ve bağış hususunda müsavat yapınız. Eğer bu
hususta bir kimseyi tercih etmiş olsaydım, erkekler üzerine kadınları tercih
ederdim." buyurulmuştur. (Hadîs-i şerîfi, Saîd, Sünen'inde rivâyet
etmiştir.)
Sahih-i Müslim'de
Nu'man b. Beşir'den rivâyet edilen bir hadîs-i şerifde de: "Allah'dan korkunuz.
Çocuklarınız arasında adâlet gösteriniz." buyurulmuştur. Atiyye ve bağış
hususunda adâlet göstermek, çocukların haklarındandır.
Vakıf da bir atiyye
ve bir bağışdır. Bundan dolayı erkekle kız bir tutulur. Çünkü fukaha hadis-i
şerifdeki adâleti bir kimsenin hayatta iken çocukları arasında atiyye ve bağış
hususunda müsavât göstermesiyle tefsir etmişlerdir.
Hâniyye'de beyân
edildiğine göre bir kimse sıhhatta iken çocuklarına bir şey hibe edip birine
diğerlerinden fazla verse, İmam-ı Azam'a göre bu fazla vermesi o çocuğun
dindarlığından dolayı olursa, bunda beis yoktur. Çocuklar dindarlıkta müsavî
olurlarsa, birine fazla vermesi mekrûh olur. İmam Ebu Yusuf'a göre de bir baba
çocuklarından birine diğerlerinden fazla vermekle onlara zarar vermeyi
kasdetmezse, bunda bir beis yoktur. Eğer onlara zarar vermeyi kasdederse,
çocukları arasında müsâvât yapması vacib olur. Fetva, İmam Ebû Yusuf'un kavli
üzerinedir. İmam Muhammed'e göre; adâlet erkek çocuğa mirasda olduğu gibi iki
kız hissesi vermekle olur.
Tatarhâniyye'de
Tetimme-i Fetevâ'ya nisbet edilerek vakıf bahsinde zikredilmiştir ki; atıyye ve
bağış hususunda çocukların arası bir tutulmalıdır. Bu hususta adâlet çocukların
arasında müsâvât yapmaktır. Bu İmam Ebu Yusuf'un kavline göredir. İmam Ebu Yusuf
çocuklar arasındaki müsavatınvacip olmasının hükmünü hadis-i şerifden
almıştır.
Bazı müctehidler
İmam Ebû Yusuf'a tâbi olup: "Çocuklar arasında müsâvât yapmak vâcibdir.
Çocuklarının birisine diğerlerinden fazla veren kimse günâhkar olur."
demişlerdir.
Mezheb ehlinin
muhakkıklarına göre, vakıf bâbında bir fariza-ı şer'iyye yoktur. Ancak
zikredilen hadis-i şerifin mûcebi yani, çocuklar arasında müsâvâtın yapılması
vardır. Bir Müslüman mekrûh'dan sakınmalı, vakıf babındaki fariza-i şer'iyyeyi
çocuklarının arasında müsavâta hamletmelidir.
Örf ve adet, nassa
muâraza edemez.
Ben derim ki: Bu
mesele hakkında bir risâle yazıp ona "el'ukûdu'd-Dürriyye fi-kavli'l-vâkıf
ale'l-farizatı'ş-Şer'iyye" diye isim verdim. Orada bu meselenin kapalı olan
cihetlerini beyân ettim. Hülasası şudur: Zahîriyye sahibi "Bir kimse çocuklarına
bağış yapmak isterse, İmam Muhammed'e göre efdal olan erkek çocuğa mirasda
olduğu gibi iki kız hissesi vermesidir. İmam Ebû Yusuf'a göre efdal olan
çocukları arasında müsâvât yapmasıdır. Muhtar olan kavil de budur." dedikten
sonra şöyle devam etmiştir: Çocuklarına vakıf yapmak isteyen kimse dilerse erkek
çocuğa iki kız hissesi verir. Dilerse erkekle kızlara müsavî olarak verir. Fakat
erkek çocuğa iki kız hissesi vermesi doğruya daha yakındır ve daha fazla sevap
celbedicidir. Bu, hibe ile vakfın arasını ayırmakta sarih bir nassdır. Bundan
dolayı vakıfdaki şer'i farıza erkek çocuğa mirasda olduğu gibi iki kız hissesi
verilmesidir. Vakıf bâbında ma'hûd ve malûm olan budur. Sadaka bâbında bunun
aksi yani çocukların arasında müsâvât yapılmasıdır. Vakıfda çocukların arasında
müsâvât yapılması sahih değildir. Çünkü fukaha: "Vakfedenlerin maksadlarına ve
şartlarına riayet edilmesi vâcibdir." diye tasrih
etmişlerdir.
Usûl-ı Fıkıh
âlimleri de tasrih etmişlerdir ki; örf ve âdet tahsis etmeye elverişlidir.
Havass ile avâmın arasında olan örf-i âmm ki fariza-ı şer'iyye ile erkek çocuğa
iki kız hissesi verilmesi murad edilmiştir. Bundan dolayı vakıf bahislerinde:
"Vakfedenin bu vakfımın geliri çocuklarımın arasında fariza-i şer'iyye üzere
erkek çocuğa iki kız hissesi verilsin." diye beyân ettiği zikredildiği halde
vakfedenin: "Bu vakfımın geliri çocuklarımın arasına fariza-i şer'iyye üzere
erkek çocuğa da kız çocuğuna verilenin misli verilsin" diye beyân ettiği
zikredilmemiştir. Çünkü vakfedenler arasında bu ifade ile şart kılmak örf ve
âdet değildir.
Eşbah'ın Er-Adetü
Muhakemetün kaidesinde: "Vakfedenlerin kullandıkları tabirler. Kendi
zamanlarındaki hitablarda geçerli örf ve âdetlere bina kılınır." diye beyân
edilmiştir. Nitekim Fethü'l-Kadir'in vakıf bahsinde de böyle
yazılıdır.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de:
"İnsanlar arasındaki mutlak tabirler örf ve âdetlere hamledilir." diye beyân
edilmiştir. Nitekim yukarıda "vakfedenin şartı ile amel etmek vâcibdir" diye
geçmiştir. Buna göre vakfeden: "Vakfımın geliri çocuklarımın arasında fariza-ı
şer'iyye üzere taksim edilsin" deyip bu tabir ile erkek çocuğa iki kız sehmi
verilmesi örf ve âdet ise, örfle amel edilmesi vâcib olur. Bir lâfzı örfî
mânâsından ayırmak câiz değildir. Çünkü o lâfzın bu mânâda kullanılması örf ve
âdet olmuştur.
Lâfızlar örfde
başka bir mânâya nakil edilmemiş ise, hakikî lûgavî mânâlarına hamledilirler.
Artık "fariza-ı şer'iyye" lâfzı lûgatta veya şeriatta vakfın gelirini vakfedenin
çocukları arasında müsavi olmak taksim etmek mânâsına olup örfde erkek çocuğa
iki kız sehmi vermek mânâsına olsa, 'bu lâfzın örfî mânâsına hamledilmesi vâcib
olur.
Hibe hakkında vârid
olan nass vakıf hakkında da vârid olduğundan hibede çocuklardan birine fazla
verilmesi mekrûh olduğu gibi vakıfda da erkek çocuğa fazla verilmesinin mekrûh
olduğu sâbit ise de "Vakfeden erkek çocuğa fazla verilmesini isteyip mekrûhu
irtikâb etmiştir." denilir. Bunda örfî nass üzerine takdim yoktur. Bilâkis
burada vakfedenin yaptığında keraheti isbatla nassın lâfzını örfî mânâsına
hamlederek nass ile amel etmek vardır. Çünkü nass lafızları murad edilen
manâlarından değiştirmeyip, bilâkis lâfızları örfî mânâlarında bâki bırakır.
Nitekim "fariza-i şer'iyye" lâfzının örfî mânâsı çocuklara mirasda olduğu gibi
erkek çocuğa iki kız hissesi verilmesidir. Buna göre vakfeden: "Vakfımın geliri
çocuklarımın arasında "fariza-i şer'iyye" üzere taksim edilsin" dediğinde
vakfedenin muradı ve maksadıyla amel edilmesi vâcib olur.
Hibede olduğu gibi
vakıfda da erkek çocuğa fazla verilmesinin mekrûh olduğu teslim edildikten sonra
bu izahat verilmiştir. Fakat Zahîriyye'deki tasrih buna
muhâlifdir.
Fetâvây-ı
Hayriyye'nin vakıf bahsinin sonunda "şer'i fariza" lâfzı zikredilip erkek çocuğa
iki kız hissesi verilmesi tasrih edilmeyip erkek çocuğa fazla verilmesi
zikredilmiştir. Şârihin talebesi Dımaşk müftüsü şeyh İsmail ile şeyh Saihânî de
erkek çocuğa fazla verilmesi hakkında fetva vermiştir.
Hâsılı: "fariza-ı
şer'iyye" vakfın geliri vakfedenin erkek çocuklarıyla kız çocukları arasında
müsavi olarak taksim edilmeye veya her bakımdan miras gibi taksim edilmeye
hamledilmeyip erkek çocuklarına kız çocuklarından fazla verilmeye
hamledilmelidir.
"Bina ile ağaçlar
hakkında vakıf için en menfaatlı yol takip edilir." Yani bina ile ağaçları vakıf
için kılmak daha menfaatlı olursa, mütevelliye temlik olunurlar. Eğer onların
satın alanın elinde kira ile katması vakıf için daha menfaatlı olursa, onun
elinde kira ile bırakılır.
Fetâvây-ı
Kâriü'l-Hidâye sahibine, "Bir kimse kiraladığı vakıf bir haneyi yıkıp yerine
değirmen veya fırın veya başka bir bina yapsa kendisine ne lâzım gelir?" diye
sorulmuş. o da: "Hâkim bakar: Eğer yapmış olduğu bina vakıf için daha menfaatli
ise kendisinden kira alır. Yapmış olduğu bina vakıf olarak bırakılır. Binayı
yapmak için sarf ettiği masraf teberru sayılır. Bina için yapmış olduğu masrafı
kiradan kesemez. Eğer yapmış olduğubina vakıf için menfaatli olmaz ve yıkmış
olduğu haneden daha çok gelir getirmezse kendisine lâyık olan tazîr yapıldıktan
sonra yapmış olduğu binayı yıkması ve yıkmış olduğu haneyi eski hali üzere
yapması için cebredilir." diye cevap vermiştir.
Şârih Münye'den
naklen istihkak babında zikredecektir ki bir kimse satın aldığı bir arsa üzerine
bina yaptıktan bir müddet sonra arsaya hak sahibi çıkıp satın alanın elinde
alsa, satın alan binanın enkazını satana teslim ederse, ondan arsaya ödemiş
olduğu parayı ve teslim etmiş olduğu gündeki enkazın bina halindeki parasını
alır. Hatta satın alan o binayı yaparken on bin dirhem harcayıp içinde bir
müddet oturduktan sonra bina eskiyip bir kısmı yıkıldığı halde malzemenin
kıymeti arttığından binayı satana teslim ettiği gün binanın kıymeti yirmi bin
dirhem olsa, ondan yirmi bin dirhem alır. Satın alan binanın enkazını satana
teslim etmezse, ondan binaya yapmış olduğu masrafı alamaz.
Velhâsıl: Satın
alınan bir arsanın üzerine bina yapıldıktan sonra gerek arsa vakıf çıksın gerek
arsaya hak sahibi çıksın arasında fark olmayıp satın alan arsanın parasıyla
binanın yapılmış haldeki parasını satandan alır.
METİN
Bir vakfın sübûtu
mümkün olmazsa, hâkimlerin sicillât denilen defterlerinde o vakfın sübûtuna
delâlet eden yazıların mefhumlarıyla amel edilir. Hâkimlerin defterlerinde de
onun sübûtuna dair kayıd bulunmazsa, o vakfın kendisine aid olduğunu isbat edene
hükmedilir, isbat eden de bulunmazsa, şer'i bir yolla o vakfın bâtıl olduğu
sabit olmadıkça fakirlere sarf edilir. Bâtıl olduğu sabit olursa vakfeden
hayatta ise onun mülküne döner, ölmüşse bakılır: Eğer vârisi varsa onun mülküne,
eğer vârisi yoksa beytülmala intikal eder.
Beytülmala intikal
eden o vakfı Sultan mescid, mezarlık gibi ammenin menfaati için vakfederse câiz
olur. Eğer kendi evladı ve âzâd edilmiş köleleri gibi hass bir cihete
vakfederse, fukahanın kelâmlarının zahiri o vakfın sahih
olmamasıdır.
Bir mütevelli başka
bir kimse ile beraber "fülan yer, mütevellisi bulunduğum fülan mescidin
vakfıdır" diye şahadet etse, fukahanın kelamının zahiri şahadetinin kabul
edilmesidir.
Bir mütevelli
emânetle marûf ve meşhur olursa, hâkim ondan her sene uzun uzadıya hesab talep
etmeyip kısa bir hesapla iktifa eder. Hiyânetle müttehem olursa, yaptıklarının
teker teker hesabını vermesi için cebreder, onu hasbetmez. Fakat onu iki üç gün
tehdit eder, onu suçlu bulursa yemin ettirir. Kınye.
Şârih der ki;
şirket bahsinde beyân edildiğine göre, şerik (ortak) muzârib (muzârebe
şirketinde sermayeyi kullanan adam), vasi ve mütevelli alıp vermelerinde
tafsilâtlı hesap vermeye cebrolunmazlar. Çünkü zamane hâkimlerinin maksatları
haram mahsûle ulaşmaktan başka değildir.
Bir mütevelli
vakfın gelirini hak sahiplerine verdiğini iddia etse, sözü yeminsiz kabul
edilir. Fakat Ebussûud Efendi: "Eğer mütevelli, evlâda ve torunlara yapılmış
olan vakfın gelirini sahiplerine verdiğini iddia ederse sözü kabul edilir. Eğer
câminin imamı ve kayyımı gibi kimselere vakfın gelirini verdiğini iddia etse,
sözü kabul edilmez. Nitekim bir mütevelli, caminin binasını yapması için bir
şahsı muayyen bir ücretle tutup sonra onun ücretini kendisine teslim ettiğini
iddia etse sözü kabul edilmez." demiştir. Musannıf: "Bu tafsilât gayet güzeldir,
artık bununla amel olunur." demiştir. Musannıfın oğlu Eşbâh hâşiyesinde bu
tafsilâta itimat etmiştir. Şârih der ki: Bu tafsilât Ahîzâde'ye nisbetle Ariyet
bahsinde gelecektir.
Bir mütevelli bir
vakfı kiraya verdikten sonra azledilse, esah olan kavle göre o vakfın kirasını
yeni tâyin edilen mütevelli alır. Azledilmiş mütevelli kiracının o vakfı tamir
etmesi, yapmış olduğu masrafı kiradan kesmesi üzerine onunla anlaşmıştık
diyebilir mi? Bazı fukaha: "diyebilir" demişlerdir. Musannıf: "Tercih edilen
kavle göre diyemez." demiştir.
Mütevellinin
vakfedenin tayin ve takdir ettiği ücretten ziyade bir şey olması asla caiz
olmaz. Mütevellinin vakfın iradından elde edilen şer'i ve örfi hasılatı vakfın
şer'i masraflarına sarf etmesi vacip olur.
Hakimin şer'i
dâvâdan sonra rüşvet alanın almış olduğu rüşveti veren kimseye geri vermesini
emretmesi vacip olur. Bu meselelerin hepsi Musannıfın Fetâvâsından
nakledilmiştir.
Şârih der ki:
Vasâya bahsinde geleceğine ve yukarıda da geçtiğine göre, mütevelli için yapmış
olduğu hizmetin ecr-i misli vardır.
İZAH
"Bir vakfın sübûtu
mümkün olmazsa..." Yani bir yerin vakıf olduğu meşhur olup fakat eski
mütevellilerin o vakfın gelirini ne suretle sarf ettikleri ve kimlere sarf
ettikleri bilinmediğinden gelirinin sarf edileceği yerleri ve vakfın şartları da
bilinmese, hâkimlerin sicillât denilen defterlerine bakılır: Eğer o defterlerde
buna dair bir kayıd bulunmazsa, o vakıfda hak iddia edenlerden hiç bir kimseye
isbat etmedikçe bir şey verilmez. O vakıfda hakkı bulunduğunu isbat eden de
bulunmazsa, o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü vakıf asılda fakirler
içindir. O vakıfda hiç bir kimsenin hakkı sabit olmayınca geliri fakirlere sarf
edilir.
"Fukahanın
kelâmlarının zâhiri şahadetinin kabul edilmesidir." Nitekim bir kimse vazifeli
bulunduğu bir medresenin vakıf olduğuna şahadet etse, şahadeti kabul
edilir.
Kezâ: Bir mahalle
halkı bir vakfın kendilerine vakfedilmiş olduğuna şahadet etseler, şahadetleri
kabul edilir. Kezâ: Yolcular bir vakfın kendilerine vakfedilmiş olduğuna şahadet
etseler, şahadetleri kabul edilir. Bu şahadetler asıl vakıf hakkındadır, vakfın
geliri hakkında değildir. Asıl vakıfhakkında vakıfda hisseleri bulunanların
şahâdetleri kabul edilir. Fakat vakfın geliri hakkındaki şahadetleri kabul
edilmez.
"Sözü yeminsiz
kabul edilir." Bu kavil Bahır'da zikredilen kavle muhâliftir. Bahır'da
zikredilmiştir ki; vakfedenin kendisi veya mütevellisi veya vasîsi; "vakfı icâra
verdim, gelirini teslim aldıktan sonra elimde zâyi oldu" dese yahut "kendilerine
vakfedilmiş kimselere geliri dağıttım" deyip onlar da inkâr etseler,
mütevellinin sözü yeminiyle kabul edilir. O geliri ödemesi lâzım gelmez. Fakat
bununla hak sahiblerinin kendi haklarını almış oldukları sâbit olmaz. Onlara
vakfın malından tekrar verilmesi lâzım gelir.
Bir mütevelli:
"Vakfın gelirini hak sahiplerine verdim" dese bakılır: Eğer emniyetli bir kimse
ise sözü yeminiyle kabul edilir. Eğer emniyetli bir kimse değil ise sözü
yeminiyle kabul edilmez. İddiasını şahidle ispat etmesi lazım gelir. Bu hususta
nâzır (vakfın işlerine bakan kimse) de mütevelli
hükmündedir.
Ekseri ulemaya göre
mütevellinin sözü kendisinin berâeti için hem sıla, hem de ücret kabilinden olan
şeylerde kabul edilir. Fakat Ebussûud Efendi'ye göre, mütevellinin sözü
vakfedenin çocuklarına ve torunlarına verilmesi şart kılınmış bir gelirin o
çocuklara ve torunlara verilmesi gibi sıla kabîlinden bir hususa ait ise
yeminiyle kabul edilip kendisinin beraetini gerektirir. Fakat imam, hatip,
müderris ücretleri gibi bir şeye ait ise kabul edilmez. Mütevellinin bunu ispat
etmesi lâzımdır.
Atâullah Efendi
Mecmûa'sında zikretmiştir ki; Şeyhü'l-İslâm Zekeriyya Efendi'ye bu mesele
sorulmuş, o da: "Vakıfdan verilen hisse hizmet mukabilinde olursa o hisse
ücrettir. Mütevelli bu ücret kabilinden olan hisseyi sahibine verdiğini iddia
ederse, iddiasını ispat etmesi lâzım gelir. Vakıfdan verilen hisse hizmet
mukabilinde olmazsa, bu hisse sıla ve atiyyedir. Mütevelli bu sıla ve atiyye
kabilinden olan hisseyi sahibine verdiğini iddia ederse, sözü yeminiyle kabul
edilir." diye cevap vermiştir.
Sıkadan olan
nâzırların ve mütevellilerin sözleri nezaret ve mütevellilik zamanında kabul
edilen hususlarda azledildikten sonra da nezaret ve mütevellilik zamanına aid
olmak üzere kabul edilir. Çünkü bunlar azledilmekle emin (kendisine güvenilir)
olmaktan çıkmış olmazlar.
Bir mütevellinin
vakıf mallardaki eli bir emânet elidir, yoksa bir ödeme eli değildir. Bundan
dolayı mütevellinin elinde bulunan vakıf bir mal, kendisinin kusuru
bulunmaksızın zâyi olsa ödemesi lâzım gelmez.
Musannıfa "vakıf
olan bir köy ahalisi, vakıf sebebiyle mütevelliye tereyağı, tavuk ve ekinleri
bekleyen ve savurmaya hazırlayanlara gelirden topladıkları örfi avâidi verip
mütevelli de toplanan gelirden birazını bunlara verdikten sonra geri kalan gelir
ile tereyağı ve tavukları kendisine ücretine zâid olarak bırakıyor, bunun hükmü
nedir?" diye sorulmuş, o da: "Mütevelli vakıftan ne elde ederse, vakfın tamiri
ve müstahikleri gibi şer'i masraflarına sarf eder." diye cevap vermiştir. Fakat
Hayriyye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın gelirinde mütevellilerin çalışmalarına
karşılık olarak eskiden beri aldıkları malûm ve mahud bir avâid bulunsa, bunu
alabilirler. Çünkü örfen malûm ve mahud olan bir şey, şart kılınmış gibidir. Bu
kavil, mütevellinin örf ve âdet olan bir şeye müstahik olmasında
sarihtir.
Ben derim ki: Bunu
Bahır'da: "Bir mescide Ramazan-ı Şerîf gecelerinde yakılmak üzere verilen mumun
artanını imamın almasının örf ve âdet olduğu yerde, imamın alması câizdir." diye
zikredilen de teyîd eder. Bana öyle geliyor ki, bu musannıfın zikrettiğine
münâfi değildir. Çünkü vakfın gelirinden mütevellinin alması örf ve âdet olan
yerde, sanki vakfeden o örf ve adet olan geliri mütevelliye şart kılmış
gibidir.
Vakıf olan köy
ahalisi tarafından mütevelliye hediye edilip aldığı tavuk ve tereyağı gibi
şeyler rüşvettir, gelirden aldığı şey ise ekinleri bekleyenin hakkıdır. Fakat
almış olduğu gelir, vakfın gelirinden ise bu geliri vakfın masraflarına sarf
etmesi vâcib olur. Tavuk ve tereyağı gibi almış olduğu şeyleri sahiplerine geri
vermesi vacib olur. Nitekim buna metinde: "Hâkimin şer'î dâvâdan sonra rüşvet
alanın almış olduğu rüşveti, veren kimseye geri vermesini emretmesi vâcib olur."
diye işaret edilmiştir. Eğer mütevellinin vakıf köy ahalisinden almış olduğu
şeylerle vakfın ecr-i misli tamamlanıyorsa, onları vakfın masraflarına sarf
etmesi vâcib olur. Bu, zamanımızda pek çok vâki olmaktadır. Şöyle ki: Bir
kiracının bir dükkânda yahut bir akarda Gedik'i veya Kirdar'ı olduğunda onu
ecr-i mislinden noksana kiralıyor. O kiraya razı olsun diye mütevelliye "hizmet"
ismi altında para veriyor. Bu verilen para hakikatle vakfın ecr-i mislindendir.
Bu para kiracıya geri verilse, vakıf zarar görür. Bu para mütevelliye helâl
olmaz. Çünkü mütevelli vakfedenin veya hâkimin kendisine şart kıldığı ücretle
vakfa hizmet etmektedir.
Fukaha: "Kiracıdan
vakfına ücretini alamayan bir mütevelli o kiracının malını ele geçirse, ondan
vakfın ücreti kadar meblağı alabilir." diye tasrih etmişlerdir. Buna göre
mütevelli vakfın ecr-i mislini kiracıdan alamadığı takdirde bu hizmet ismi
verilen para rüşvet olsa bile bunun rüşvet veren kiracıya geri verilmesi vâcib
değildir. Mütevelli bu parayı vakfın masraflarına sarf eder. Bununla zamanımızda
Gedik veya Kirdâr sahibi öldüğünde mütevelliler Gedik veya Kirdâr'ın ölen
kiracının vârislerine intikal ettiğini tasdik etmeleri için vârislerden "Tasdik"
ismi, altında aldıkları paranın hükmü bilinmiştir.
Kezâ : Gedik veya
Kirdar'ı satın alan kimseden mütevelli para alsa bakılır: Eğer o Gedik veya
Kirdâr'ın bulunduğu vakfın kirası noksan olup, bu alınan para ile o vakfın ecr-i
misli tamamlanıyorsa, bu paranın alınması câiz olur. Bu para vakfın masraflarına
sarf edilir. Eğer kirası noksan değilse, bu paranın alınması câiz
değildir.
"Mütevelli için
yapmış olduğu işin ecr-i misli vardır." Yani vakfeden veya hakim mütevelli için
ücret şart ve tâyin etmemiş olursa, mütevelli ancakhizmet karşılığında ecr-i
misle müstahik olur, bundan ziyadesini alamaz.
Vakfeden tarafından
tâyin edilen ücret ecr-i misilden az olursa, hâkim mütevellinin talebiyle bunu
ecr-i misle tamamlayabilir. Enfau'l-Vesail.
METİN
Bir kimse
akrabasının fakirlerine vakfetse, vakfedenin akrabasından olduğunu dâvâ eden bir
şahıs o vakıfdan hisseye ancak akrabalık cihetini beyân ederek fakir olduğunu
isbat etmesiyle müstahik olur. Hatta dâvâ eden bir çocuğun velîsi olup onun için
dâvâ etmiş olsa bile aynı şekilde isbat etmesi lâzım gelir. Dâvâ edenin lehine
hükmedilirse, hissesine o vakfın vakfedildiği andan itibaren müstahik olur.
Fetâvây-ı İbn-i Nüceym.
Yine bu Fetâvâ'da
zikredilmiştir ki; İbn-i Nüceym'e "Bir kimse vakfetmiş olduğu hanesinde
kendisinin ölümünden sonra fülane zevcesinin evlenmedikçe oturmasını şart kılıp
artık o kimse ölüp zevcesi evlendikten sonra boşansa, evlenmekle kadının oturma
hakkı düşmüş olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet düşmüş olur." diye cevap
vermiştir.
Şârih der ki: bir
kimse "ümm-i veledlerine evlenmemeleri şartıyla vakfettim" dese, onlardan
evlenen vakıfdan bir şey alamaz.
Kezâ: Bir kimse,
"Fülanın oğullarına bu beldeden çıkmamaları şartıyla vakfettim" deyip onlardan
bazıları o beldeden çıktıktan sonra geri dönseler o vakıfdan bir şey
alamazlar.
Kezâ: Bir kimse,
"Fülanın oğullarına ilim tahsil etmeleri şartıyla vakfettim" deyip onlardan
bazısı ilim tahsil etmeyi bıraktıktan sonra tekrar ilim tahsiline dönseler,
onlara vakıfdan bîr şey verilmez. Ancak vakfeden eğer geri dönerse, kendisine
hisse verilsin diye şart kılarsa, bu takdirde hisse verilir.
Hızânetü'l-Müftin.
Vehbâniyye'de beyân
edildiğine göre, bir kimse; "evlâdımın evlâdına vakfettim" dediği takdirde kızın
evlâdı da vakfa dahil olur mu olmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bir kaç sene sonra
kızının evladının da vakfa dahil olduğuna hükmedilse, hükmedildiği seneden
itibaren kendilerine o vakıfdan hisse verilir. Geçmiş senelerin geliri
tüketilmişse ondan alamazlar.
Bir kimse:
"Benînime vakfettim" deyip halbuki bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı
oğluna, yarısı da fakirlere aid olur.
Bir kimse:
"Veledime vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona aid
olur. "Veled" lâfzı muzâf olan müfred olduğundan umum ifade
eder.
Mütevelli eğer
vakıf hakkında hayırlı olursa, icâre akdini ikale edebilir. Mütevelli vakfı
muayyen araz (altın ve gümüşten başka mal) karşılığında kiraya verse, İmam-ı
Azam'a göre sahih olur. İmameyn'e göre vakıf ancak nukud ile kiraya
verilebilir.
Vakıf bir araziye
ağaç dikmek zarar vermezse, mütevelliden izinsiz kiracının ağaç dikmesi caiz
olur. Fakat havuz kazması ancak mütevellinin izniyle olur. Havuz kazmak vakıf
hakkında hayırlı ve menfaatli olursa, mütevelli izin verir, hayırlı ve menfaatli
olmazsa izin vermez.
Vakıf bir araziye
kiracının yapmış olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç -vakıf için olmasına niyet
etmedikçe- kendisine aid olur.
Bir mütevellinin
vakıf bir araziye yapmış olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç -binayı yapmadan
veya ağacı dikmeden önce bunların kendi nefsi için olmasına şâhid tutmadıkça-
vakfa aid olur.
İZAH
"Bir kimse
akrabasının fakirlerine vakfetse..." Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir kimse
mülkünü akrabasının fakirlerine vakfetse, bir şahıs da gelip vakfedenin
akrabasından ve fakir olduğunu dâva etse, bunu ve kendisine nafaka vermesi vâcib
olan bir kimsenin bulunmadığını ve kendisine nafaka verilmediğini isbat etmesi
teklif edilir. Bu dâvâ eden şahsın hiç bir kimsenin kendisine nafaka vermediğini
isbat etmesi şart kılınmıştır. Çünkü o şahıs nafaka alıyorsa, vakıf bâbında
zengin sayılır.
Hilâl: "O şahsın
hali gizlice sorulur. Sonra ona malının olmadığına ve üzerine nafakasının vâcib
olduğu bir kimsenin bulunmadığına dair Allah'a yemin ettirilir."
Demiştir.
Dâvâ eden şahıs
kendisinden istenilenleri isbat etse, iki adâletli kimse de onun zengin olduğunu
haber verse, adaletli iki kimsenin haberi tercih edilir.
Mülkünü akrabasının
fakirlerine vakfedenin akrabasından olduğu bilinip fakir olduğu bilinmeyen bir
şahıs için iki kimse vakfın geliri geldikten sonra: "Bu şahıs fakirdir" diye
şâhidlik etseler, o şahıs o gelirden hisse alamaz. Şâhidlikten sonra hâsıl
olacak gelirlerden alır. Ancak şâhidler: "Bu şahıs eskiden beri fakirdir" diye
şâhidlik ederlerse, bu takdirde hissesine o mülkün vakfedildiği zamandan
itibaren müstahik olur. İs'af.
"Evet düşmüş olur."
Fakat şu kadar var ki; evlenmiş olduğu kocası ölüp veya boşayıp yine dul
kalırsa, hanede otursun diye şart kılınmış olursa, bu takdirde evlenmekle düşmüş
olan oturma hakkı dul kalmakla geri dönmüş olur.
Bağdat'da sakin
olmaları şartıyla akrabasının fakirlerine vakfeden kimsenin akrabasından birisi
Kûfe'ye gidip sakin olsa, vakıfdaki hakkı düşmüş olur. Sonra Bağdat'a gelip
sakin olsa, vakıfdan düşmüş olan hakkı geri dönmüş olur.
Bir kimse malını
akrabasının fakirlerine vakfetse, vakfın gelirinin taksim edildiği gündeki
halleri göz önüne alınarak fakir olanlarına verilir, zengin olanlarına verilmez.
Sonra zenginleri fakir, fakirleri de zengin olsa fakir düşenlere verilir, zengin
olanlara verilmez.
"Geçmiş senelerin
geliri tüketilmişse ondan alamazlar." Çünkü kızının evlâdının da vakfa dahil
olduğuna verilen hüküm her ne kadar vakıf vaktineistinad etse bile hüküm
vaktinde mevcud olan gelir hakkında geçerlidir. Geçmiş senelerin geliri ise
mevcud değildir. Nitekim velisiz kıyılan bir nikâhın fesadına hükmedilse, bu
hüküm daha önceki cinsi yakınlıklarda ve mehirde geçerli değildir. Eğer geçmiş
senelerin geliri mevcud olursa, kızının evlâdı o gelirden hissesini alır. Bu
meseleler hülasa olarak Kınye'den naklen Vehbâniyye Şerhinde zikredilmiştir.
Fakat yukarıda "dâvâ edenin lehine hükmedilirse, hissesine vakfın vakfedildiği
ondan itibaren müstahik olur" diye geçmiştir.
Hayriyye'nin Kazâ
Bahsinde zikredilmiştir ki; Hayriyye sahibine "Bir vakfın Zeyd ile Amr arasında
müsavi olduğu ve Zeyd'in senelerce kendisine tahsis edilenden ziyade aldığı
sâbit olsa, bunun hükmü nedir?" diye sorulmuş, o da: "Zeyd senelerce hakkında
ziyade olarak almış olduğu meblağı Amr'a verir." diye cevap
vermiştir.
Fetâvây-ı İbn-i
Nüceymde zikredilmiştir ki; İbn-i Nüceym'e "Bir kimse mülkünü zürriyetine
vakfedip mütevelli senelerce o vakfın gelirini onlardan bir cemaate taksim etse,
sonra bir şahıs vakfedenin zürriyetinden olduğunu ispat edip mütevelli üzerine
bunun hissesinin verilmesi de hükmedilse, o şahıs kendisine tahsis edilen geçmiş
senelerin hislerini mütevelliden talep etse, talep etme hakkı var mıdır?" diye
sorulmuş, o da: "Mütevelli o vakfın gelirini o cemaate hakimin hükmü olmaksızın
taksim etmişse, o şahıs geçmiş senelerin hissesini mütevelliden alır. Eğer
hâkimin hükmüyle taksim etmişse cemaatten alır." diye cevap vermiştir. Bu mesele
vasî meselesinden alınmıştır. Şöyle ki: Bir vasî ölünün borçlarını terekesinin
hepsiyle ödedikten sonra ortaya başka bir alacaklı çıksa, fukaha: "Eğer vasî
ölünün borcunu alacaklılarına hâkimin hükmü olmaksızın ödemişse sonradan ortaya
çıkan alacaklı alacağını vasîden alır. Eğer hakimin hükmü ile ödemişse,
alacaklarını ölünün terekesinden olanlardan alır."
demişlerdir.
Hâsılı: Bir kimse,
"malımı evlâdımın evlâdına vakfettim" dediği takdirde kızının evlâdı da vakfa
dahil olur mu olmaz mı? Bunda ihtilâf vardır. Bir kaç sene sonra kızının
evlâdının da vakfa dahil olduğuna hükmedilse, bunların vakfa dahil olmaları her
ne kadar vakfın vakfedildiği zamana istinat etse de vakfa dahil olup
olmamalarında ihtilâf bulunduğundan vakfa dahil olduklarına verilen hükümle o
anda mevcut gelir hususunda hakları sâbit olmuş olur. Artık vakfa dahil
olduklarına hüküm verilen senenin gelirinden ve mevcut ise geçmiş senelerin
gelirinden hisselerini alırlar. Eğer geçmiş senelerin geliri tüketilmiş olursa,
ondan hisse alamaz. Fakat vakfa dahil olmasında ihtilâf bulunmayanı bir kimsenin
bir kaç sene sonra vakfa dahil olduğuna hükmedilse, bu kimse geçmiş senelerin
geliri tüketilmiş olsa bile ondan hissesini alır. Çünkü verilen bir hüküm,
mevcut olan bir şeyi ortaya çıkarıcıdır. Yoksa ispat edici değildir. Bundan
dolayı verilen hüküm, vakfın vakfedildiği zamana istinat eder. Hüküm verilen
zamana istinat etmez.
" "Veled" lâfzı
muzâf olan müfred olduğundan umûm ifade eder." Yani veled lâfzı hem bir çocuğa
hem de birden çok çocuğa şâmil olur Bundan dolayı bir kimse "veledime vakfettim"
deyip bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. Fakat bir kimse
"beninime vakfettim" deyip halbuki bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin yarısı
ona, yarısı fakirlere ait olur. Çünkü "beninime" lâfzı cemi saygısızdır.
Vakıfda, vasiyet de cem'in en azı ise ikidir. Bundan dolayı "veledime vakfettim"
ifadesi ile ''benînime vakfettim" ifadesinin hükümleri değişiktir.
İs'af.
T E N B İ H:
Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse "evladıma vakfettim" deyip halbuki bir
çocuğu bulunsa veya "benînime vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa, o vakfın
gelirinin yarısı ona, yarısı da fakirlere aid olur. Hâniyye'de de bu ifadelerin
arası müsavî tutulmuştur. Fakat Fethü'l-Kadir'de bu ifadelerin arasında fark
olduğu beyân edilmiştir. Şöyle ki: Bir kimse "evlâdıma vakfettim" deyip halbuki
bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsine müstahik olur. Ama "benînime
vakfettim" deyip bir oğlu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsine müstahik olmaz. Bu
fark örfden ileri gelmektedir. Menkûl bunun hilâfınadır.
Ben derim ki:
Velhâsıl: "evlad" ile "benin" lâfızları arasında fark yoktur. Yani bir kimse
"evlâdıma vakfettim" deyip bir çocuğu bulunsa veya "benînîme vakfettim" deyip
bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısına müstahîk olur. Çünkü "evladıma" ile
"benînime" lâfızları cemidir. Vakıf ile vasiyette cem'in en azı
ikidir.
"İcâre akdini ikale
edebilir." Eşbâh'da beyan edildiğine göre mütevellinin icare akdini ikalesi
(bozması) câizdir. Ancak iki meselede câiz değildir.
Birincisi: Önceki
mütevellinin yapmış olduğu icare akdini sonra tâyin edilen mütevelli
bozamaz.
İkincisi: Mütevelli
kirayı peşin almışsa icare akdini bozamaz. Kınye'de de böyle beyân edilmiştir.
İbn-i Vehban da buna kail olmuştur. Fakat Şürunbulâli'nin Vehbâniyye Şerhinde
buna dair bir ifade yoktur. Çünkü kira bedelinin peşin alınıp alınmaması göz
önüne alınmayıp vakfın menfaati göz önüne alınır.
Câmiu'l-Fûsuleyn'den
naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; mütevelli vakıf hakkında hayırlı ve menfaatli
olursa, kira bedeli peşin olarak alınsın veya alınmasın isterse o vakit icareye
önceki mütevelli vermiş olsun icare akdini bozabilir. Bunu şu mesele de teyit
eder: Bir mütevelli vakfın malıyla satın almış olduğu bir haneyi satsa
kıymetinden fazlaya satmadıkça satışı bozabilir.
Kezâ: Haneyi satan
mütevelli azledilip yerine başka bir mütevelli tayin edilse, yani tâyin edilen
mütevelli ihtilâfsız hanenin satışını bozabilir.
Eşbâh'da: "Bir
mütevelli bir vakfı kiraya verdikten sonra kira akdini bozsa, halbuki akdin
bozulmasında vakfın menfaati bulunmasa, vakfın zararına kira akdinin bozulması
câiz olmaz." diye yazılıdır. Bundan dolayı Dürer'de: "Bir mütevelli veya bir
vasî bir şeyi kıymetinden ziyadeye sattığında satışı bozması caiz olmaz." diye
zikredilmiştir.
"Vakıf bir araziye
ağaç dikmek..." Yani bir vakıf arazinin kiracısı o araziye zarar vermemek
şartıyla mütevellisinin iznini almaksızın ağaç ve üzümçubuğu dikebilir. Fakat
mütevellinin izni olmaksızın orada havuz yapamaz, hafriyatta bulunamaz. Bunların
yapılmasında bir zarar yoksa mütevelli izin verebilir. Meğer ki kiracının o
arazide "meşedd-i müske" denilen bir hakk-ı kararı bulunsun. O takdirde vakfa
zarar vermemek üzere kiracı havuz vesaire vücûda
getirebilir.
Dikilecek ağaçların
kiracı ile vakıf arasında ortak olmak üzere dikilmesi vakfa daha faydalı
olacağından bazı yerlerde âdet olmuştur. Şübhe yok ki bu, kiracının kendi nefsi
için dikmesinden daha menfaatlidir.
"Vakıf bir araziye
kiracının yapmış olduğu bina veya dikmiş olduğu ağaç..." Yani bir vakıf arazinin
kiracısı o araziye mütevellisinin iznini almaksızın kendi malıyla bina yapsa
bakılır: Eğer bu binanın kaldırılması eski vakıf binalara zarar vermezse, kiracı
bu binayı kaldırır. Eğer zarar verirse, kiracı kendi malını zayi etmiş olur. Bu
bina kendi kendine yıkılıncaya kadar bekler, yıkılınca enkazını alır. Bu bina o
vakıf arazinin başkasına kiraya verilmesinin sahih olmasına mâni olmaz. Çünkü bu
binayı yapan kiracı onu kaldıramadığından yıkılıncaya kadar onda hakkı
yoktur.
Bu binayı yapan
kiracı ile mütevelli bu bina yıkılmış veya yıkılmamış olduğu halde iki
kıymetinden en azını geçmeyen bir para ile bu binanın vakfa kalması için
anlaşsalar, sahih olur. Câmiu'l-FûsuIeyn.
Hâniyye'de
zikredilmiştir ki; bir kimse vakıf bir araziyi kiralayıp üzerine gübre attıktan
ve kendisi için ağaç diktikten sonra ölse, ağaçlar vârislerine kalır, bunları
sökmeleri emredilir. Gübrenîn araziye vermîş olduğu kuvvetten dolayı vârisler
vakıfdan bir şey isteyemezler.
"Bir mütevellinin
vakıf bir araziye..." Bilmiş ol ki; vakıf bir araziye yapılan bir bina hakkında
tafsilât vardır: Binayı yapan mütevelli ise bakılır: Eğer vakfın malından
yapmışsa bu bina vakıf olmuş olur. Gerek vakıf için yapmış olsun, gerek nefsi
için yapmış olsun, gerekse mutlak olarak yapmış olsun müsavidir. Eğer kendi
malından vakıf için diyerek veya mutlak olarak yapmış ise yine bina vakıf olmuş
olur. Eğer binayı yapan, vakfeden olup mutlak olarak yapmış ise, bu bina onun
mülkü olur. Zahire. Eğer mütevelli kendi malından yapmış ve binaya başlayacağı
zaman kendisi için yaptığını söyleyerek şâhid tutmuş ise bina kendisinin olur.
Fakat binaya başlayacağı zaman şâhid tutmayıp sükût eylemişse bina vakıf
olur.
Bir mescidin
bahçesine dikilecek ağaçlar şâhid tutulsun tutulmasın mescide aid olur. Çünkü
hiç bir kimse kendisi için mescide ağaç dikemez. Hâniyye.
METİN
Bir mütevelli vakfı
oğluna kiraya verse, câiz olmaz. İmameyn için ihtilâf vardır. Kölesine kiraya
verse ittifakla câiz olmaz. Oğluna veya kölesine mütevellinin vakfı kiraya
vermesinin câiz olmaması mütevellinin kendisi verdiği takdirdedir. Eğer
mütevellinin oğluna veya kölesine vakfı kiraya hakim verirse sahih olur. Vasî de
böyledir. Vekil bunun hilâfınadır.
Bir kimse ashab-ı
hadîse vakfetse, Şâfiî mezhebinden olup hadîs-i şerif talebinde olmayan kimseler
o vakıfdan hisse olamazlar. Fakat hadîs-i şerîf talebinde bulunsun veya
bulunmasın Hanefî mezhebinden olanlar o vakıfdan hisse
alırlar.
Kabirlerin
kazılması ve ölülerin kefenlenmesi için yapılan vakıf
câizdir.
Sahih olan kavle
göre, sûfiyye ve âmalar namına yapılan vakıf câiz
değildir.
Bir kimse, vakfının
mütevelliliğini evlâdından "el'erşedü fe'l erşed"e şart kılıp evlâdından ikisi
erşediyette müsavî olsalar, mütevellilikte ortak olup vazifeye beraber müstahik
olurlar. Ebussûud Efendi:" "ef'al-i tafdil" bire ve müteaddide şâmil olur." diye
sebebini beyân ederek bu kavil ile fetva vermiştir. Zâhir olan da
budur.
İs'âf'dan naklen
Nehir'de zikredilmiştir ki; bir kimse, vakfının mütevelliliğini evlâdının efdal
olanına şart kılıp da ikisi fazilette müsavî olsalar, mütevelliliğe yaşlı olan
tâyin edilir. Eğer biri daha takva olup diğeri vakıf işlerini daha iyi bilse,
mütevelliliğe hıyanetinden emin olunursa vakıf işlerini daha iyi bilen tercih
edilir.
Kezâ :
Mütevelliliğin erşed olana şart kılınması, efdal olana şart kılınması gibidir.
Enfau'l-Mesail.
Hâkim asıl
mütevellinin yanına fahri bir mutemet tayin etse, asıl mütevelli vakıf işlerinde
tek başına tasarruf edebilir mi? Şarih: "Buna dair bir kavil göremedim."
demiştir. Şeyhü'l-Ah: "Eğer asıl mütevellinin hıyanetinden dolayı fahri
mütevelli tâyin edilmişse kendi başına tasarruf edemez. Eğer sırf mütevelliye
vakıf işlerinde yardım etmesi için tâyin edilmişse asıl mütevelli kendi başına
tasarrufda bulunabilir." demiştir. Bu tafsilât güzeldir.
Hâniyye ve diğer
muteber kitaplara nispet edilerek Fetâvay-ı Müeyyedzâde de zikredildiğine göre,
müşrif için tasarruf hakkı yoktur. Ancak vakıf malını korumak
vardır.
Mütevelli vakfın
tamiri için vakıf nâmına ancak hâkimin izniyle istidâne (ödünç para almak veya
veresiye bir mal satın almak) yapabilir.
İZAH
"Bir mütevelli
vakfı oğluna kiraya verse, câiz olmaz." Câmiu'l-Fusuleyn'de beyan edildiğine
göre, bir mütevelli vakıf bir malı lehine şahâdeti kabul edilmeyen akrabasından
birisine satsa veya kiraya verse, İmam Azam'a göre câiz değildir. Vasî de
mütevelli gibidir.
Bir mütevelli vakıf
bir haneyi bâliğ olan oğluna veya babasına kiraya verse, İmam-ı Azam'a göre câiz
olmaz. Ancak ecr-i mislinden ziyade ile kiraya vermiş olursa caiz olur. Nitekim
bir vasi yetimin malını bâliğ olan oğluna veya babasına satsa, İmameyn'e göre
kıymetiyle satmış ise sahih olur. İmam-ı Azam'a göre de satış yetim için hayırlı
ise sahih olur.
Keza: Bir mütevelli
vakfı kendi nefsi için kiralasa bakılır: Eğer vakıf için hayırlı ise sahih olur.
Eğer vakıf için hayırlı olmazsa sahih olmaz.
"Vasi de böyledir."
Yani yetimin babası tarafından tayin edilen bir vasî, yetimin malını lehine
şahadeti kabul edilmeyen, akrabasına meselâ; oğluna veya babasına satsa, bu
satış sahih olur. Fakat vekil olan bir kimse, müvekkilinin malını lehine
şahadeti kabul edilmeyen akrabasına satsa, bu satış sahih olmaz. Çünkü bu
satışta töhmet vardır.
"Sûfiyye ve âmâlar
namına yapılan vakıf câiz değildir." Bu meselede ihtilâf vardır. Örfen ihtiyaca
delâlet eden bir lâfızla yapılan vakıflar sahihtir. Yetimlere, kötürümlere,
amâlara, Kur'ân okuyanlara, fukahaya, ehl-i hadise yapılan vakıfların gelirleri
bunlar arasında muhtaç olanlara sarf edilir. Bundan dolayı sûfiyye namına
yapılan vakıflar da câizdir. Çünkü sûfiyye arasında fakirlik gâlibtir. Bazı
fukahaya göre, sûfiyye adına yapılan vakıf sahih değildir. Çünkü sûfiyye nâmı
altında itikatları meçhûl veya fâsid muhtelif zümreler vardır. Buna sûfiyye
tâbiri ile tarikat-ı marziyye ashabının kastedilmesi adettir. Kötü hal sahipleri
ise, her ne kadar kendilerine sûfiyye nâmı verseler bile hakikaten sûfiyyeden
sayılmazlar. Bu bakımdan mutlak surette sûfiyye denilince bunlar dahil olmayıp
vakıf sahih olur. Hakiki sûfiler o vakfa müstahik olur.
"Mütevelliliğin
erşed olana şart kılınması..." Yani bir vakfın mütevelliliği vakfedenin "el
erşed fel'erşed" evlâdına şart kılınmış olsa, buna vakfedenin erkek olsun kadın
olsun evlâdının en ziyade reşid olanı müstahik olur. Vakfedenin evlâdından
müteaddid kimseler erşediyet iddiasında bulunsalar, erşediyeti şâhid ile sabit
olan mütevelli tâyin edilir. Her birînin erşediyet de müsavi oldukları şâhid ile
sâbit olsa, mütevellilik kendilerine müsavî olarak verilir. Erkeklik tercihe
sebep olmaz. Rüşdden maksat halinin iyi olmasından ve tasarrufunun güzel
olmasından ibarettir.
"Müşrif için
tasarruf hakkı yoktur." Çünkü vakfın malında tasarruf etme hakkı mütevelliye
bırakılmıştır. Müşrifin vazife ve salahiyeti bulunduğu memleketin örf ve âdetine
göre değişir. Vakfın malını muhafaza eden haznedar ve ambar memuru gibi
kimselere müşrif denildiği gibi, mütevellinin tasarruflarını mürakabe altında
bulundurmak üzere tâyin edilen kimseye de müşrif denir. Buna vakıf nâzırı da
denir. Buna göre mütevelli müşrifin izni olmaksızın vakıf işlerinde tasarruf da
bulunamaz.
METİN
Vakfın câbisi
(tahsildarı) "vakfın gelirini ölmüş olan mütevelliye hayatında teslim ettim"
diye iddia edip şâhidi de bulunmasa, yeminiyle tasdik edilir. Çünkü ödemeyi
inkâr etmektedir.
Tescil edilmiş
vakıfdan dönülmesi câiz değildir. Fakat müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi
kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar her ne kadar vazifeye layık
kimseler olsalar bile bu şarttan dönülmesi câiz olur.
Cevhere.
Cevahirü'l-Fetâvâ'da
zikredilmiştir ki; vakfeden bir kimse vakfiyesinde mütevelliliği hayatta oldukça
kendi nefsine sonra hayatta oldukça fülan oğluna, sonra onun evlâdından pek afif
ve reşid olana şart kılsa bu ibâreden "sümme ba'dehû" kavlindeki zamir oğluna
raci olur, vakfedene raci olmaz. Çünkü kinaye olan zamirler vaz'ın muktezasına
göre en yakın olan mercide munsarıf ve raci olur.
Yine böyle üç
mesele vardır ki, bunların ikincisi ile üçüncüsünde her ne kadar zamir yok ise
de bunlarda da en yakın itibar edilir.
Birinci mesele: Bir
kimse "vakaftü akari hâzâ alâ Zeyd'in ve Amr'in ve nasilhî: Şu akarımı Zeyd'e,
Amr'e ve onun nesline vakfettim" dese, "neslihi" kavlindeki zamir yalnız Amr'e
raci olur.
İkinci mesele : Bir
kimse "vakaftü akari hâzâ alâ veledi ve veled-i velediye'z-zukûri: Şu akarımı
veledime ve veledimin erkek olan veledine vakfettim" dese, ibâredeki "zükûr:
Erkeklik" vasfı yalnız veledinin veledine raci olur.
Üçüncü mesele:
İkinci meselenin aksi ki; bir kimse "vakaftu akari hâzâ alâ beni Zeyd'in ve
Amr'in; şu akarımı Zeyd'in ve Amr'in oğullarına vakfettim" dese, bu vakfa Amr'in
oğulları dahil olmaz. Çünkü "beni" lafzı Zeyd'e daha yakın olduğundan ona sarf
edilir.
Zamirin en yakın
mercine raci olması sahih olan kavildir.
Şârih der ki:
Yukarıda beyân edildiği Üzere birbiri üzerine atfedîlen cümlelerden sonra
zikredilen vasıf mezhebimizin imamlarına göre son cümleye aid olur. Şâfiî
mezhebine göre "sümme" ile atfedilmiş olmazsa cümlelerin hepsine aid
olur.
Zeylai'nin
"Muharremat" bâbında beyân edildîğine göre, fukaha: "Birbiri üzerine atfedilen
cümlelerden sonra zikredilen şart cümlelerin hepsine aid olur. Asıl olan budur.
"demişlerdir" denilirse, "bu, tasrih edilen şart ile Allah-ü Teâlâ'nın
Meşiyyetine yapılan istisna hakkındadır." diye cevap verilir. Ama bizim
bahsettiğimiz sıfat ise kelâmın sonunda zikredilen sıfat olup bu sıfat ancak
kendisinden önce gelen kelimeye aid olur. Meselâ: "câe Zeydün ve Amrüni'l-âlimü:
Zeyd ve âlim olan Amr geldi" denildiğinde "el-âlimü" sıfatı Amr'e aid
olur.
Bir kimse
"beninime: Oğullarıma vakfettim" dese, bu vakfakızları da dahil olur. Fakat
"benâtıma: Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakfa oğulları dahil
olmaz.
Bir kimse bir
akarını zürriyetine vakfetse, bu vakfa oğlunun ve kızının evlâdı dahil
olur.
Bir kimse malını
batnen bâde batnin (bir kuşaktan sonraki kuşağa) gibi bir tertible beyan
etmeksizin zürriyet ve nesline vakfetse, bu vakfın geliri erkek ve kız evlâdı
ile uzak olsun yakın olsun erkek ve kız torunları arasında biri diğeri üzerine
tercîh edilmeksizin müsavî olarak taksim edilir. Hersene ölüm ve doğum olmasıyla
bu vakıfdaki hissedarlar azalıp çoğalacağından bir önceki senenin taksimi
bozulur. Her sene o vakfın geliri mevcud olan hissedarlar arasında taksim
edilir.
Bir kimse vakfının
gelirini evlâdına, sonra evlâdının evlâdına şart kılsa, fukahadan nakledildiğine
göre bu vakıfda kızının evlâdı dahil olmaz.
Bir kimse
"evladının çocuklarına" veya "akrabama" veya "kardeşlerime" veya "'babalarıma
vakfettim" dese, bu vakıfta erkekler ile kadınlar ortak olur. Vâzıh ve menkûl
olan kavil, budur.
Çok vâki olan
meselelerdendir: Bir kimse bir akarını zürriyyetine "batnen ba'de batnın"
diyerek tertibe vakfedip bunlardan birisi o vakfın gelirine müstahik olmadan
önce çocuk bırakarak ölürse, çocuğu onun yerine geçip hissesini alsın diye şart
kılmış olsa, ölen babaya verilecek olan hisse çocuğuna verilip çocuğu birinci
batna ortak olur mu olmaz mı? Bu soruya Allâme-i Sübkî: "Bir çocuk birinci batna
ortak olmaz." diye fetva vermiştir. Suyûtî bu fetvaya muhalefet etmiştir.
Eş-bâh'ın dokuzuncu kaidesinde İbn-i Nüceym'in ifadesine göre Şuyûti'nin
muhalefet edip: "O çocuk birinci batna ortak olur." diye fetva vermesinin
vechini beyân etmesi vâcibdir. Fakat İbn-i Nüceym o yerden iki yaprak sonra
zikretmiştir ki; bazı vakfedenler batınların arasında "sümme" atıf edatını
bazıları ise "vav" atıf edatını kullanırlar. Vav kullanılan cümIelerde ortak
olunur. Sümme kullanılan cümlelerde ortak olunmaz. Geniş malumat istersen
Eşbâh'la Vehbâniyye şerhine müracaat et.
Vehbâniyye şarihi
İmam Sübkî'den kendisine muhtaç olunan iki vak'a nakletmiştir. Uzun oldukları
için burada nakledilmemiştir. Alimler vakfedenlerin şartlarını anlamakta hayrete
düştüler. Fakat Allah-ü Teâlâ'nın rahmet ettiği zevat hayrete
düşmediler.
Şârih: "Bir kimse
evlad-ı zuhurun (öz evlâdın) dan erkek çocuklarına vakfedip kızlarına vakfetmese
ve o vakfa müstahik olan bir kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk
bırakarak ölse, bu çocuklar babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdan olduklarından o
kadının hissesi bu iki çocuğa intikal eder diye fetva verdim." demiştir. Nitekim
bu mânâ İs'af ve diğer muteber kitaplardan malûm olur.
İs'âf ile
Tatarhâniyye'de beyân edildiğine göre; bir kimse akibine vakfetse, bu vakfa
evlâdı ve erkek evlâdının evlâdı tenasül ettikçe ebediyyen müstahik olurlar.
Fakat kızlarının evlâdı müstahik olmazlar. Ancak kızların kocaları vakfedenin
erkek çocuğundan olurlarsa, bu takdirde onların çocukları da o vakfa müstahik
olurlar.
Nesebi baba yoluyla
vakfedende birleşenler vakfedenin akibidir.
Babası vakfedenin
erkek evlâdından olmayan bir kimse vakfedenin akibinden
değildir.
Vasiyet bahsinde
beyân edileceğine göre; bir kimse âline veya cinsine vasiyet etse, kendisine
babası cihetinden nispet edilenler bu vasiyette dahil olur. Kızlarının evlâdı
dahil olmaz.