06 Ekim 2012

VAKIF BAHSİ-DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

VAKIF BAHSİ-DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 
Bir kadın "ehl-i beytine" veya "cinsine" vasiyet etse, kendi çocuğu vasiyette dahil olmaz. Ancak çocuğunun babası kendisinin kavminden olursa dahil olur. Çünkü çocuk babaya nispet edilir, anaya nispet edilmez.
Şârih der ki: Bu izahla bir hadisenin cevabı malûm olmuştur: Bir kimse evlâd-ı zuhuruna (erkek evlâdına) vakfedip evlad-ı butununa (kız evlâdına) vakfetmese, artık o vakfa müstahik olan bir kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk bırakarak ölse, o kadının hissesi bu iki çocuğa intikal eder; diye cevap verdim. Çünkü bu çocuklar babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdandır. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ Hazretleri bilir.
İZAH
"Tescil edilmiş vakıfdan dönülmesi câiz değildir." Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir. Çünkü İmam-ı Azam'a göre, bir vakfın vakıf olduğuna dair salahiyetli bir hâkim tarafından hüküm verilip tescil edilmeden önce, o vakıf bir vakf-ı lâzım olmuş olmaz. Fakat yukarıda geçtiği üzere fetva İmameyn'in kavline göredir.
"Vazifeye lâyık kimseler olsalar bile..." Fetâvây-ı Müeyyedzâde'de: "Müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz olur." diye beyân edilmiş olduğunu gördüm.
Hulâsa'da zikredilmiştir ki; tescil edilmiş vakıftan dönülmesi caiz değildir. Fakat müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfeden bu şartına muhalefet edebilir.
Allah'ın yardımıyla derim ki: "Müezzin ve imam gibi kimselere vakfın geliri şart kılınıp bunlar lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz olur." diye zikredilen hakikatte şarttan dönmek olmayıp şarta muhalefet etmektir. Çünkü o müezzin ve imamın azledilip yerlerine vazifeye lâyık olan müezzin ve imamın tâyin edilmesi vakıf için daha menfaatlidir. Nitekim vakfeden mütevellilikten çıkarılmamasını şart kılıp da vakfa hıyanetlik etse, şartına riayet edilmeyip mütevellilikten çıkarılır, yerine başkası mütevelli tayin edilir. Nitekim bir sene müddetten ziyade kiraya verilmemesi şart kılınan bir vakıf akarın mütevellisi bu müddetle kiraya talip bulunmayınca bunu hâkimin reyiyle daha uzun bir müddetle kiraya verebilir.
Hâsılı: Vakfeden muayyen bir şahsın imam, müezzîn veya Kur'an muallimi olmasını şart kılıp şart kıldığı şahıs vazifesini ihmal eder veya başkası o vazifeye daha lâyık olursa vakfedenin bu şartından dönmesi sahih olur. Bu dönmek hakikatte şarttan dönmek olmayıp Müslümanlara ait olan bir menfaat için o muayyen şahsı başkasıyla değiştirmektir. Bu mesele musannıfın: "Muhtar olan kavle göre, mescidin bânisinin imam ve müezzinitâyin etmesi daha evlâdır. Ancak cemaatin tâyin ettiği mescidin bânisinin tâyin ettiğinden vazifeye daha lâyık olursa başka" diye geçen meselenin benzeridir. Bununla azledebilir mi? Bunun hükmünü görmedim." diye naklettiğinin cevabı zâhir olmuştur. Yani müderris ile imamın tâyinleri asıl vakıfta şart kılınsa bile azledilmeleri vakfın menfaatine olursa câiz olur. Müderris ile İmamın tâyinleri asıl vakıfta şart kılınmış olmazsa, azledilmeleri evleviyetle câiz olur.
Vakfeden vakfiyesinde hademe-i hayrattan dilediğinin ücretini artıracağını dilediğinin ücretini azaltacağını, dilediğini vakfa sokacağını dilediğini vakıfdan çıkaracağını şart kılsa câiz olur. Bunları bir defaya mahsus olmak üzere yapabilir.
Şeyh Kâsım Fetâvâsında: "Bilhassa bir vakfın vakıf olduğuna dair hüküm verildikten sonra vakfedenin o vakıfda muteber olan bir şartı değiştirmesi, o şart yerleştikten sonra onu tahsis etmesi caiz değildir." diye beyan etmiştir. Artık sabit oldu ki; vakfedenin şartlarından dönmesi sahih değildir. Mütevellilik bu şartlardan müstesnadır. Vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılmadıkça mütevellilik hakkındaki şartları istediği zaman değiştirebilir. Bunu vakfiyesinde zikretmiş olması icab etmez. Ama diğer şartları değiştirebilmesi için vakıf yaparken vakfiyesinde zikretmesi lâzımdır. Vakfiyesinde zikrettiği takdirde de bunları bir kereye mahsus olmak üzere değiştirebilir, bir daha değiştiremez. Fakat bu şartları her istediği zaman değiştirebilmek salahiyetini kendi elinde bulunmak üzere şart etmiş olursa, bunları defalarca değiştirmesi sahih olur. Yoksa bir defa değiştirmekle salahiyeti sona ermiş olmaz. Bir de vakfın menfaati şartın değiştirilmesini gerektirirse şart değiştirilir.
"Kinaye olan zamirler vaz'ın muktezasına göre..." Yani zamirler zikredilen en yakın mercie râci olur.
Ben derim ki: Zamirler uzağa irca edilmesine bir karina bulunmadıkça vaz'ın muktezasına göre en yakına râci ve munsarıf olur. Bundan dolayı Hayriyye'de beyân edildiğine göre bir kimse bir akarını oğlu Hasan'a vücuda gelecek evladına sonra onların erkek evlâdına, sonra kız evlâdına ve kızların evlâdına vakfettikten sonra Muhammed isminde bîr oğlu olsa, daha sonra Hasan ismindeki oğlu ölse, "yahdüsü lehu" kavlindeki zamir Hasan'a râci olup Muhammed vakfın gelirinden mahrum olur mu? Çünkü zamirin en yakın mercii Hasan'dır. Yoksa "yahdüsü le-hu" kavlindeki zamir vakfedene râci olur da, Muhammed vakfa dahil olur mu? diye sorulmuş, Hanefî mezhebinden olan Mısır müftüsü Hasan Şürunbulali: "Zamir vakfedene râci olur." demiştir. Zamirin vakfedene râci olmasında basîret sahipleri şüphe etmez. Çünkü bu, vakfedenin garazına daha yakındır, lâfzın buna salahiyeti de vardır. Vakfedenlerin şartlarında beyân edildiğine göre, bir lâfız için iki ihtimal bulunduğu takdirde hangisi garaz ve maksada uygun ise, o teayyün eder. Eğer "yahdüsü lehû" kavlindeki zamir Hasan'a irca edilirse, vakfedenin öz evlâdının vakıfdan mahrum olması ve kızlarının evlâdının evlâdı vakfa müstahik olması lâzım gelir. Bu ise, vakfedenin maksadına son derece uzaktır. Bundan dolayı zamir Hasan'a değil, vakfedene icra edilir.
"Neslihi kavlindeki zamir, yalnız Amr'e râci olur." Yani vakfa Zeyd, Amr ve Amr'in nesli dahil olur, Zeyd'in nesli dahil olmaz.
İmam Hassaf: "Bir kimse "vakaftü malî hâzâ alâ Abdillâhi ve Zeyd'in ve Amr'in ve neslihimâ: şu akarımı Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve ikisinin nesline vakfettim" dese, o vakfın geliri Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve Zeyd ile Amr'in nesillerine aid olur. Abdullah'ın nesline aid olmaz." ifadesini de ziyade etmiştir.
"Erkeklik vasfı yalnız veledinin veledine râci olur." Yani cümle-i izafiyedeki vasıflar ve zamirler muzafün ileyhe ve matufun aleyhe değil, muzafa aid olur. Asıl olan budur. Çünkü kendisinden asıl bahsolunan muzaftır. Metindeki "veledime" kavli vakfedenin öz evlâdından hem erkek hem de kız çocuklarına şâmil olur. Yani bunlar vakfa dahil olurlar. "Veledimin erkek evlâdına" kavli ise vakfedenin erkek ve kız evlâdının erkek çocuklarına aid olur. Yani o vakfa erkek torunları dahil olurlar.
Vasıflar kendisini takip eden kelimeye aid olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü akarî hâzâ alâ fukara-i evlâdı ve cîranî: Şu akarımı evlâdımın fakirlerine ve komşularıma vakfettim" dese, fakirlik yalnız evlâdda şart kılınmış olur. Komşularda şart kılınmış olmaz. Birbiri üzerine atfedilen cümleler arasındaki vasıf kendi üstündeki cümleye aid olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü mâlî hâzâ alâ evladiye'z-zükuri ve evlâd-i evlâdî: şu malımı erkek evlâdıma ve evlâdımın evlâdına vakfettim" dese, erkeklik vasfı vakfedenin öz evlâdına mahsus olur Evlâdının evlâdına şâmil olmaz. Bundan dolayı öz evlâdının yalnız erkekleri, evlâdının evlâdının ise hem erkekleri hem de kızları vakfa dahil olurlar.
"Bu, tasrih edilen şart..." Meselâ; bir kimse, "fülanetü tâlikun ve fülanetü indahaltü'd-dâre: Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de haneye girersem" dese, haneye girmek iki zevcesinin talâklarına şart olmuş olur. Yalnız matufa şart olmuş olmaz.
"Allah-ü Teâlâ Hazretlerinin meşiyetine istisna..." Buna örfen istisna denilse de hakikatte şarttır. Bununla "illâ" ile istisnadan ihtiraz edilmiştir. Burada istisna ile murad "İnşaallâh" tâbiridir. Meselâ; bir kimse "fülanetü tâlikun ve fülanetü inşaallâh: Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de inşaallâh" dese, iki zevcesinin talakını Allah'ın meşiyyetine tâlik etmiştir. Allah'ın meşiyyeti bizce malûm olmadığı için zevceleri boş olmaz.
Hâsılı: Birbiri üzerine atfedilen cümlelerden sonra zikredilen şart istisna, vasıf İmam Şâfiî'ye göre; cümlelerin hepsine ait olur. Mezhebimizin imamlarına göre de şart ile istisna cümlelerin hepsine ait olur. Vasıf ise muttasıl olduğu son cümleye ait olur. Diğer bir rivâyete göre; cümlelerin hepsine ait olur.
"Çok vâki olan meselelerdendir." Bir kimse bir akarını evladına, sonra evlâdının bu minval üzere batınlar arasında tertiple vakfedip evlâdından çocukbırakarak ölenin hissesinin çocuğuna verilmesini, çocuksuz ölenin hissesinin derecesinde bulunanlara verilmesini, vakfın hissesine müstahik olmadan ölüp çocuğu bulunursa, onun yerine geçip onun hissesini almasını şart kıldıktan sonra on çocuk bırakarak ölse, sonra bu on çocuktan biri ölüp bir çocuk bıraksa, vakfedenin şartıyla amel edilerek ölenin sehmi çocuğuna verilir. Sonra bu on çocuktan diğer birisi ölüp bir çocuk ile kendisi hayatta iken ölmüş olan oğlunun çocuğu kalsa, bu çocuk amcasıyla beraber dedesinin hissesini alıp -çünkü vakfeden bu çocuğun derecesini babasının derecesinde kılmıştır- birinci batna yani amcasının batnına ortak olur mu? Yoksa bu çocuğa bir şey verilmez mi?
Allame-i Sübkî şöyle cevap vermiştir: Bu çocuk birinci batna ortak olmaz. Amcası kendi babasının hissesini tek başına alır. Çünkü bu çocuğun babası kendi babasının hayatında ölmüş olduğundan vakıf ehlinden değildir. Vakfedenin birinci şartıyla amel edilir. Yani bu on evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi çocuğuna verilir. Vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez. Bu şekildeki taksimat birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder. Onuncu evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilir. Vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez. Bu şekildeki taksimat birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder. Onuncu evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilmez. Artık bu taksimat bozulur. Bu vakfın geliri ikinci batında bulunan evlâda taksim edilir. Yine ikinci batındaki evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi çocuğuna verilir. Bu batındaki son evlâdın hissesi çocuğuna verilmez. Bu taksimat bozulur. Bu vakfın geliri üçüncü batında bulunan evlâda taksim edilir. Bütün batınlarda bu şekilde taksimat yapılır. Nitekim Hassaf da böyle tasrîh etmiştir. Fakat Allâme-i Sübkî bu vakfın gelirini taksimat başlarken her batnın ölülerine taksim eder. Her ölünün hissesini çocuğuna verir. Hassaf ise bu vakfın gelirini taksimat başlarken batında mevcut olanların adedine göre taksim eder. Bu batındakilerin usulünü göz önüne almaz. Allâme-i Sübkî'nin söylediğinin hülasası budur.
Celâli Suyutî, Allâme-i Sübkîye muhalefet edip şöyle demiştir: Vakfedenin şartıyla amel edilerek vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğu babasının yerine geçip amcasıyla beraber dedesinin sehmine müstahik olur. Amcalarından birisi çocuksuz öldüğünde onlarla beraber onun sehmine de müstahik olur. Çünkü bu çocuğun vakıf ehlinden olmadığı kabul edilmez. Bilâkis vakfın gelirine müstahik olmadan ölen kimse vakıf ehlindendir. Zira vakıf ehli hem vakfa müstahik olana hem de vakfa müstahik olma sadedinde bulunana şâmildir. Her batındaki son evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna verilir.
Hâsılı: Celâlî Suyûtî, Allâme-i Sübkî'ye iki meselede muhalefet etmiştir. Birincisi babasının hayatında ölenin çocuğu birinci batınla beraber vakfın gelirine müstahik olur. İkincisi bir batın münkariz olunca taksimat bozulmaz. Nitekim her batındaki son evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna verilir. işin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.



EVLÂDA YAPILAN VAKIF HAKKINDA FASIL


METİN
Mevahib'de beyan edildiğine göre; bir kimse bir akarını kendi nefsine, veledine (çocuğuna), nesline ve akibine vakfetmiş olsa bu vakfın gelirini hayatta oldukça kendi nefsine, sonra veledine, sonra nesline, sonra akibine şart kılmış olur. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir. Bu kaville fetva verilir. Nitekim bir kimse kendi vakfının gelirini veledi için şart kılsa câiz olur.
Vakıflarda bir defa zikredilen "veled" tabiri yalnız sulbi (öz) velede mahsustur.
Veled tâbiri erkekle kayıdlanmadıkça kıza da şâmil olur.
"Şu akarımı veledime vakfettim" diyen kimsenin bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi ona ait olur. Veledine vakfeden kimsenin sulbi çocukları ölünce o vakıf fakirlere ait olur. Torunlarına ait olmaz. Fakat vakfettiği zaman sulbi çocuğu olmazsa o vakıf oğlunun çocuğuna -isterse kız olsun- ait olur. Sahih olan kavle göre; kızının çocuğuna ait olmaz. İkinci batından aşağıdaki batınlara da ait olmaz. Vakfeden "veled-i veledi: Veledimin veledine" kavlini ziyade etse, bu vakıf birinci batınla ikinci batına ait olur. Eğer üçüncü batını ziyada ederse nesline şâmil olur. Bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar müsavî olarak ortak olurlar. Nitekim vakfeden ilk defa cemi lâfzıyla "şu akarımı evladıma" veya "veledime ve evlâd-ı evlâdıma vakfettim" dediğinde bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar ortak olur. Ancak tertibe delâlet eden bir şey zikredip mesela: "el'akrebü fel'akreb: En yakına ondan sonra gelen yakına" veya "veledime sonra veledimin veledine" veya "bir batına ondan sonraki batına vakfettim" dese, bu takdirde o vakfın geliri vakfedenîn tâyin ettiği sıraya göre taksim edilir.
Bir kimse "şu malımı evlâdıma vakfettim" deyip isimlerini teker teker söylese onlardan biri ölünce hissesi fakirlere sarf edilir.
Bir kimse vakfının gelirinin önce zevcesine, onun ölümünden sonra evlâdına şart kılıp sonra zevcesi ölse, eğer evlâdından ölenin hissesinin veledine verilmesini şart kılmamışsa ölen zevcenin hissesi vakfedenden doğan kendi oğluna mahsus olmayıp vakfedenin bütün evlâdına ait olur.
Bir kimse, "şu akarımı beninime: Oğullarıma" veya "ihvetime: Kardeşlerime vakfettim" dese, evceh olan kavle göre bu vakıfta kızlar da dahil olur. Fakat "benâtıma: Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakıfta oğulları dahil olmaz.
Bir kimse, "şu akarımı benînime: Oğullarıma vakfettim" dediği halde yalnız kızları bulunsa veya "benâtıma: Kızlarıma vakfettim" demiş olduğu halde yalnız oğulları bulunsa, bu vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü kendilerine vakfedilenler mevcut değildir. Eğer, "oğullarıma vakfettim" diyenin sonradan oğulları, "kızlarıma vakfettim" diyenin sonradan kızları olsa, vakfın geliri onlara ait olur.
Gelirin meydana gelmesinden altı aydan az müddette doğan çocuk gelirin taksiminde dahil olup hisse alır. Eğer altı ayda veya daha ziyade müddette doğarsa hisse alamaz. Ancak çocuğu, vakfedenin cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmayan talâk-ı bâinle boşanmış karısı veya âzâd olmuş ümmi veledi, boşanma ve âzâd edilme vaktinden itibaren az müddette doğurmuş olursa, çocuğun nesebi vakfedenden sâbit olacağından o çocuk vakfın taksiminde dahil olup hisse alır. Çünkü iddette cinsî yakınlık haram olduğundan şer'î şerif, gebeliğin talâk ve âzâd-dan önce olduğuna hükmeder de gelirin meydana geldiği vakitte çocuk mevcut olmuş olur. Eğer kadın talâk-ı ric'î iddetinde veya âzâd olmamış ümmi veled olmakla cinsî yakınlığı helâl olursa çocuk, gelirin meydana gelmesinden sonra mevcut olma ihtimalinden dolayı taksimde dahil olmaz. Eğer vakfeden batınlar arasında tertibe delâlet eder bir tâbir kullanmazsa, vakfın geliri yakın ve uzak batınlar arasında müsavî olarak taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" derse, dediği gibi taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" kavli vakıfta olmayıp vasiyette olur, erkek evlâtla kız evlât karışık olmayıp yalnız erkek evlât veya yalnız kız evlât olursa, erkek evlât kız evlâtla beraber, kız evlât erkek evlâtla beraber var kabul edilir, vasiyet aralarında erkek için dişinin iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir de mevcut olan erkek evlât veya kız evlât hissesini alır. Var kabul edilen evladın hissesi vârislerine aid olur. Mevcut olmayan evlâda vasiyet câiz değildir. Fakat mevcut olan vârislerin alacakları hisseler bilinsin diye mevcut olmayan evlât, erkek veya kız kabul edilmiştir.
Bir kimse "şu malımı veledime, neslime, ebediyyen tenasül ettikçe vakfettim; her ne zaman onlardan biri ölürse hissesi veled ve nesline verilsin" dese o vakfın geliri vakfedenin ölü ve diri veled ve neslinin hepsine müsavî olarak taksim edilir. Vakfedenin şartıyla amel edilerek onlardan ölenin hissesi de miras olarak veledine verilir. Eğer vakfeden "evlâdından çocuksuz ölenin hissesi kendinin üstünde bulunan kimseye verilsin" deyip halbuki kendinin üstünde bir kimse bulunmasa veya bu hususta bir şey söylemese, çocuksuz ölenin hissesi asıl gelire ait olur. Vakfedenin nesil bâki oldukça fakirlere sarf edilmez.
Nesil: Bir kimsenin erkek olsun kız olsun evladına ve torunlarına denilir.
Akib: Bir kimsenin sulbi evlâdına ve sulbî erkek evlâdının evlâdına verilen isimdir. Fakat kız evlâdının evlâdı kendisinin akibi değildir. Ancak kızlarının kocaları kendi kavminden olursa onların evlâdı da akib olur.
Bir kimsenin âlî, cinsi ve ehl-i beyti kendisine babası cihetinden İslâmiyet devrine ilk yetişmiş olan cedd-i âlâsına kadar neseb cihetiyle birleşen insanlardır. Bu cedde-i alânın Müslüman olup olmaması müsavîdir.
Bir kimsenin karabeti, erhâmı ensâbı kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet olunan akrabasıdır. Fukahaya göre ana baba ile sulbî evlada ittifakla karâbet ismi verilmez. Keza İmam A'zam'la İmam Ebû Yusuf'a göre; anneyle babayaher ne kadar yukarı çıkarsa çıksın, evlâda her ne kadar aşağı inerse insin karabet ismi verilmez. İmam Muhammed'e göre; bunlar karabetten sayılırlar.
Vakfeden, "Şu vakfımın geliri, evlâdımın ve torunlarımın fakirlerine verilsin" diye kayıdlasa, o vakfın gelirinin meydana gelme zamanındaki fakirler itibar edilir. Buna göre, gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o vakfın gelirine müstahik olur. Burada fakir ile zekât alması câiz olan fakir murad edilmiştir.
Her hangi bir sebebden dolayı mütevelli vakfın gelirini hisse sahiblerine sarf etmeyi tehir etmekte onların zengin olanı fakir, fakir olan zengin olsa gelirin taksim edildiği zaman fakir olan gelirin meydana geldiği zamanda fakir olana ortak olur. Çünkü sıla kabîlinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur. Vakıfda hissesi olanın zengin olması veya ölmesi daha önce müstahik olduğu hakkını iptal etmez. Ama gelir meydana geldikten sonra altı aydan az bir müddette doğan çocuğun o gelirde hakkı yoktur. Çünkü bu çocuk gelirin meydana geldiği zamanda cenin olduğundan zengin gibi oldu da vakfın gelirine ihtiyacı olmadı.
Bazı fukaha ise, "bu çocuk o gelire müstahik: olur. Çünkü fakir; bir şeyi olmayan kimsedir. Ceninin de bir şeyi olmadığından fakir sayılır" demişlerdir.
Vakfeden, "şu akarımın geliri, evlad ve torunlarımın sahih olanlarına" veya "el' akrebü fel'akrebe" veya "el'ahvecü fel'ahvece" veya "evlâdıma komşu olanlara" veya "şehirde sakin olanlara verilsin" diye şart kılsa şartıyla amel edilerek o vakfın gelirine bu zikredilen şartları haiz olanlar müstahik olur. Bu vakıf meselelerinin tamamı İs'âf isimli kitap dadır. Zamanın hadiseleri kendisini vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse Hilâl ile Hassaf'ın kitaplarından kısaltılan vakıf hükümlerine mahsus İs'âf isimli kitabı mütalaaya devam etsin. Yine bu şekilde izah, önce Dımeşk'te, sonra Kahire'de bulunan Hicrî 921 tarihinde vefat eden Hanefî mezhebinden aslen Trabluslu şeyh İbrahim b. Musa b. Ebubekir'in "Mevahibü'r-Rahman şerhi Bürhan" isimli eserinde de mevcuddur. Bu Şeyh İbrahim İs'âf isimli kitabında sahibi ve müellifidir.
İZAH
"Kendi nefsine..." Metinde geçtiği üzere İmam Ebû Yusuf'a göre; bir kimsenin vakfının gelirini kendi nefsi için şart kılması câizdir.
"Vakıflarda bir defa zikredilen "veled" tâbiri yalnız sulbî (öz) velede mahsustur." Yani veledi (çocuğu), bulunursa, birinci batına mahsus olur. Diğer batınlar bu vakıfa dahil olmaz. Çünkü veled lâfzı -mânâ itibarıyla umumî olsa bile - müfreddir.
"Kıza da şâmil olur." Yani veled tâbiri oğula da kıza da şâmildir. Çünkü veled, velâdeten (doğmaktan) alınmıştır. Velâdet ise her ikisinde de mevcuddur. Dürer, İs'af.
"Bir çocuğu bulunsa..." Yani vakfedenin vakfettiği zaman bir çok çocuğu bulunup bunlar ölür, bir tanesi kalırsa veya vakfettiği zaman bir tek çocuğu bulunursa, bu iki surette bu vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. Çünkü veled lâfzı muzaf olan müfred olduğundan umum ifade eder. Fakat vakfeden "şu malımı beninime: Oğullarıma vakfettim" dediği halde bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısı ona diğer yarısı ise fakirlere aid olur. Zira cem'i sigası kullanılmıştır. Vakıfta, vasiyette cem'in en azı ikidir. İs'âf'ta da böyledir. Füru bahsinde geçmiştir.
"Torunlarına aid olmaz." Çünkü bu vakfın geliri birinci batına mahsustur. Torunlar şartsız o vakfın gelirine müstahik olmazlar. Birinci batında kimse kalmayınca o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Buna "mun-katıu'l-Vasat: Ortası kesilmiş vakıf" adı verilir. Nitekim yukarıda geçmiştir.
"Oğlunun çocuğuna - İsterse kız olsun - aid olur." Yani o vakfın gelirinde oğlunun çocuğuna daha aşağıdaki batınlar ortak olmaz. Çünkü vakfedenin sulbi (öz) çocuğu bulunmadığında çocuğunun çocuğu Sulbi çocuğu gibidir. Zira çocuğunun çocuğu da kendisine nisbet edilir. Evkâf-ı Hassaf'ta beyân edildiğine göre vakfedenin sulbî çocuğu ve çocuğunun çocuğu da bulunmayıp çocuğunun çocuğu bulunsa o vakfın geliri ona ve daha aşağıdaki batınlara aid olur.
Birinci batınla ikinci batın arasındaki fark; vakfedenin sulbi evlâdı bulundukça daha aşağıdaki batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. İkinci batında çocuk bulundukça daha aşağıdaki batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. Vakıf üçüncü batına inerse, bütün batınlar o vakfın gelirine müstahik olur.
"Vakfeden" veledimin veledine "kavlini ziyade etse, bu vakıf birinci batınla ikinci batına aid olur." Yani vakfeden "şu malımı veledime ve veledimin veledine vakfettim" dese, bu vakfın geliri birinci batınla ikinci batına aid olur. Dürer'de beyân edildiğine göre o vakfın gelirinde birinci batınla ikinci batın ortak olur. Sulbî evlâd torunlar üzerine tercih edilmez. Çünkü vakfeden sulbî evlâdı ile torunları arasını müsavî kılmıştır. Yani vakfederken tertibe delâlet eder bir şey zikretmemiştir. Bir vakıf birinci batına vakfedilir de birinci batından kimse kalmazsa o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Birinci ile ikinci batına vakfedilir de bu batınlardan da kimse kalmazsa yine fakirlere sarf edilir. Üçüncü batına sarf edilmez. Çünkü veled cem'i kullanılmamıştır.
"Eğer üçüncü batını ziyade ederse..." Yani vakfeden "şu malımı veledime, veledimin veledine ve veledimin veledinin veledine vakfettim" dese, evlâdı, evlâdının evlâdı tenasül ettikçe ne kadar aşağı inerse insin onlardan bir kişi bûlundukça o vakfın geliri onlara sarf edilir, fakirlere sarf edilmez.
"Evlâdıma..." Yani bir kimse cem'i lâfzıyla "şu malımı evlâdıma vakfettim" dese bu vakıfta yakın ve uzak batınlar müsavî olarak ortak olur. Çünküevlâd tâbiri, torunlara da şâmildir. Dürer.
Bu kavil Hâniyye'de zikredilene muhâliftir. Şöyle ki: Bir kimse "şu arazimi evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim" deyip sonra evlâdından biri ölse, Hilâl'a göre onun hissesi diğer kardeşlerine sarf edilir. Bu birinci batında bulunanların hepsi ölünce o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Vakfedenin torunlarına sarf edilmez. Dürer'de zikredilen kavil, Hulâsa'da Bezzâziye'de Hızanetü'l Fetâvâ'da, Hızanetü'l Müftîn'de zikredilen kavle muvafıktır.
Evet, Muhtar'ın şerhli el-ihtiyar'da zikredilmiştir ki; bir kimse "şu akarımı evlâdıma vakfettim" dese evlâd ismi umumî olduğundan dolayı bu vakıfta batınların hepsi dahil olur. Fakat birinci batın takdim edilir. Birinci batında kimse kalmayınca ikinci batına sarf edilir. İkinci batında kimse kalmayınca bundan sonraki yakın ve uzak batınların hepsi o vakıfta müsavî olarak ortak olurlar.
"İsimlerini teker teker söylese..." Bir kimse "şu arazimi fülan, fülan ve fülan oğullarıma, sonra fakirlere vakfettim" dese, ben derim ki: Vakfedenin dört evlâdı olup bunlardan üçünün ismini söylese, ismini söylemediği çocuğu vakıfta dahil olmaz. Vakfeden "sonra bunların evlâdına vakfettim" dese, ismini söylemediği çocuğunun çocuğu o vakıfta dahil olmaz. Fakat vakfeden "sonra evlâdımın evlâdına vakfettim" derse, ismini söylemediği çocuğunun evlâdı da vakfa dahil olur.
İs'âf'ta beyân edilen de buna delalet eder. Şöyle ki: Bir kimse "şu akarımı veledime, onların evlâdına ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" deyip onun bir çok çocukları bulunup onlardan bazısı vakfedilmeden önce ölmüş olsa, o vakıf hayatta olan evladıyla onların evlâdına yapılmış olur. Vakıftan önce ölmüş olan evlâdına yapılmış olmaz. Çünkü vakıf ancak hayatta olanlara ve sonra vücuda geleceklere yapılır, ölülere yapılmaz. Eğer vakfeden "şu akarımı veledime, veledimin veledine ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" dese, vakıftan önce ölmüş olan evladının çocukları da o vakfın gelirine müstehik olur.
Muhim füru: Bir kimse "şu malımı mevcud olan veledime ve neslime vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, "neslime" kavil ile bu veledi de bu vakıfta dahil olur.Fakat "şu malımı mevcud olan veledime ve onların nesline vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu takdirde bu veled ve bunun evlâdı bu vakıfta dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime onların nesline ve vücuda gelecek her veledime vakfettim" deyip sonra sulbi bir veledî vücuda gelse, bu veledi vakfa dahil olur. Fakat bunun evladı vakfa dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime, onların nesline, sonra vücuda gelecek veledimin nesline vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu veledin evlâdı vakfa dahil olur, fakat kendisi dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime onların evlâdının evladına ve nesillerine vakfettim" dese, "nesillerine" kavliyle evlâdının evlâdı -her ne kadar bir batın geçse bile- o vakfa dahil olur. Evkâf-ı Hassaf.
"Hissesi fakirlere sarf edilir." Çünkü bu vakıf onlardan her birine vakfedilmiştir. Eğer vakfeden evlâdının isimlerini söylemeyerek "şu evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim" deyip de onlardan biri ölse, onun hissesi diğer kardeşlerine sarf edilir. Çünkü bu vakıf evlâdın hepsine yapılmıştır. Her birine yapılmamıştır.
"Gelirin taksiminde dahil olup hisse alır." Fetih'de zikredilmiştir ki; vakfın gelirinin çıktığı zamanda, annesinin karnına düşmüş olan her çocuk o gelire müstahik olur. Hatta vakfın geliri çıktıktan sonra altı aydan az müddette vücuda gelen bir çocuk o gelire müstahik olur. Vakfın geliri çıktıktan sonra altı ayın tamamında veya daha ziyade müddetle vücuda gelen bir çocuk o gelire müstahik olmaz. Çünkü vakfın geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette doğan çocuğun annesinin karnında bulunduğu kesinlikle bilindiği için o gelire müstahik olur. Hatta o gelir taksim edilmeden önce o çocuk ölse hissesi varislerine intikal eder.
Gelirin meydana geldiği zamandan itibaren altı aydan az müddette vücuda gelen çocuğun o gelire müstahik olması için zevceden doğması şarttır. Eğer vakfedenin cariyesi vakfın geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette bir çocuk dünyaya getirip vakfeden o çocuğun kendisinden olduğunu itiraf ve ikrar etse, o çocuk o vakfa müstahik olmaz. Çünkü vakfeden başkalarının aleyhine yani o vakfın gelirine müstahik olanların aleyhine ikrarda bulunduğundan müttehemdir. Fakat zevcenin çocuğu dünyaya gelince nesebi sâbit olur.
"Gelirin meydana gelmesinden..." Yani gelirin meydana gelmesi vakfına göre değişir. Şöyle ki: Ekilen cinsten olan gelirin meydana gelmesi ekinlerin yetişip tane tutması veya kıymet eder bir hale gelmesi ile olur. Meyvelerden ibaret olan bir gelirin meydana gelmesi, meyvelerin yetişip âfetten emin bir hale gelmesi ile olur. Kira bedellerinden ibaret bulunan bir gelirin meydana gelmesi, bu bedellere aid taksit zamanlarının gelmesiyle olur.
"Erkek için dişinin iki hissesi vardır." İs'âfda beyan edildiğine göre; bir kimse "şu akarımı batnen bade batnın: Bir batından sonraki batına erkek için dişinin iki hissesi olmak üzere vakfettim" deyip o vakfın geliri meydana geldiği zaman birinci batında erkek ile kız evlad karışık olursa, vakfın geliri aralarında erkek için dişinin iki hissesi olmak üzere taksim edilir. Eğer birinci batında yalnız erkek veya yalnız kız evlad bulunursa, kız evladla beraber erkek evladın bulunduğu veya erkek evladla beraber kız evladın bulunduğu farz edilmeksizin gelir aralarında müsavi olarak taksim edilir. Fakat vasiyet böyle değildir. Şöyle ki: Bir kimse "malımın üçte birini Zeyd'in evladına aralarında erkek için dişinin iki hissesi olmak üzere vasiyet ettim" deyip Zeyd'in yalnız erkek evladı veya yalnız kız evladı bulunsa, erkek evladla beraber kız evladı, kız evladla beraber erkek evladı varmış gibi kabul edilip malın üçte biri aralarında erkek için dişinin iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir de mevcud olan erkek evlad veya kız evlad hissesini alır. Var kabul edilen evladın hissesi vasiyet edenin varislerine ait olur.
Vakıf ile vasiyet arasındaki fark: Vasiyet edilen üçte birin bâtıl olan miktarı vasiyet edenin varislerine miras olarak kalır. Vakıftan batıl olan miktar ise vakfedenin varislerine miras olarak kalmayıp ikinci batına intikal eder. Birinci batında bir kimse bulundukça o vakfın geliri başkasına verilmez.
"Ölenin hissesi de miras olarak veledine verilir," Yani ölen kimseye düşen hisseyi çocuğu kendi hissesi ile birlikte alır. Çünkü bu çocuk o vakfın gelirine kendi hissesi ile babasının hissesi olmak üzere iki cihetten müstahik olur.
Batınlara yapılan vakıflarda tertibe delâlet eder bir tâbir bulunursa, birinci batın münkariz olmadıkça ikinci batına o vakıftan hisse verilmez. Fakat tertibe delâlet eder tâbirden sonra vakfeden "onlardan biri çocuk bırakarak ölürse hissesi çocuklarına verilsin" diye şart kılmış olursa, bu takdirde ölenin hissesi çocuğuna - her ne kadar ikinci batında ise de - verilir. Eğer vakfeden onlardan ölenin hissesinin kime ait olacağını beyan etmese, onun hissesi çocuğuna verilmeyip asıl gelire aid olur ve o vakfa müstahik olanlara taksim edilir.
Kezâ : Onlardan çocuksuz ölenin hissesinin kime verileceği beyân edilirse, meselâ vakfeden onlardan çocuksuz ölenin hissesinin kendisinin üstündeki batna veya kendi derecesinde veya kendi derecesinden aşağıda olanlara verilmesini şart kılarsa, şartına riayet edilir. Eğer vakfeden böyle bir şart kılmazsa, onlardan çocuksuz ölenin hissesi de asıl vakfa aid olur ve o vakfa müstehik olanlara taksim edilir, fakirlere verilmez. Çünkü vakfeden birinci batının ikinci batın üzerine takdim edilmesini şart kılmıştır. Birinci batında bir ferd bulundukça o vakfın geliri ikinci batına verilmez.
Ben derim ki: Vakfeden onlardan çocuksuz ölenin hissesinin derecede ona sırayla yakın olanlara verilmesini şart kılsa -nitekim vakıflarda galip olan budur- halbuki onun derecesinde bir kimse bulunmasa hissesi asıl gelire aid olur, ölenin üstündeki batna aid olmaz. Nitekim bir çok fukaha bununla fetva vermişlerdir. Remli de onlardandır. Hangi batından olursa olsun ölene yakın olana verilmez. Nitekim diğer bir çok fukaha da bununla fetva vermiştir. Remlî yine bunlarla beraberdir. Çünkü vakfeden ölenin derecesini şart kılmıştır. Derece ehlinden da yakın olanı şart kılmıştır. O derecede bir kimse bulunmayınca şart bulunmamış olur. Artık yakınlık da lağv olmuş olur. Şartın bulunmadığı yerde ölenin hissesi asıl gelire aid olur. Çünkü vakfedenin "onlardan çocuksuz ölenin hissesinin üstündeki batna verilmesini şart kılması" kavliyle "ölenin derecesinde olanlara verilmesini şart kılması" kavli arasında fark yoktur. Kim bunun hilâfına fetva verirse Hassaf'ın nassına muhalefet etmiş olur. Bu hususta İs'âf sahibi de Hassaf'a tâbi olmuştur. Fukahadan hiç bir kimse buna muârız olan bir nakle istinad etmemiştir. Bundan dolayı mansusu aleyhe rücu etmek taayyün etmiştir. Nitekim bunu Tenkihu'l-Hâmidiyye isimli eserimde izah ettim. Bu meseleyi yazdıktan bir kaç gün sonra bana Trablus-i Şam'dan bir soru soruldu. Muhtevası şudur: Ölenin derecesinde amcasının çocukları, aşağıdaki derecede kız kardeşinin çocukları bulunuyor. Bu asırdaki fukahadan bir cemaat Fetâvâ-i Hayriyye isimli eserdeki kavle tâbi olarak "ölenin hissesi kız kardeşinin çocuklarına verilir. Çünkü bunlar her ne kadar derece itibariyle ise de, neseb itibariyle yakındır" diye fetva vermişlerdir. Ben Hamidiyye'de beyân edilene tâbi olarak: "ölenin hissesi amcasının çocuklarına verilir. Çünkü vakfeden kendilerine vakfedilenlerden çocuksuz ölenin hissesinin derece ehlinden yakın olana verilmesini şart kılmıştır. Yoksa mutlak surette yakın olana verilmesini şart kılmamıştır." diye fetva verdim.
"Karabet..." Yani bir kimsenin karabeti,erhamı, ensabı kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet edilen insanlardır. Bunda mahrem olanlarla olmayanlar erkeklerle kadınlar, Müslüman olanlarla Müslüman olmayanlar, yakın olanlarla uzak bulunanlar müsavîdir. Ana-baba ile sulbî (öz) evlâda karabet ismi verilmez. Dedeler ile torunlar İmam Muhammed'e göre ve İmam-ı Azam'a İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre karabetten sayılırlar. Zahîr rivâyette de böyledir. Ama İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivâyete göre; karabetten sayılmazlar.
Akraba namına yapılan vakıflara vakıf zamanında mevcud olan yakınlar dahil olabilecekleri gibi vakıftan sonra vücuda gelecek yakınlar da dahil olurlar.
Bir kimse, "şu akarımı karabetime vakfettim" dese, bu vakfa bütün akrabası müsavî olarak dahil olurlar. Bu, İmameyn'e göredir. İmam-ı Azam'a göre; bunda mahremiyet aranır ve akrabalıkta yakınlık derecesine riayet edilmesi lazım gelir. Bundan dolayı mahrem olan akrabadan en yakın bulundukça onun aşağısındaki yakınına gelirden hisse verilmez.
Cem'î sıygasıyla "akrabama" veya "erhamıma" veya "ensabıma vakfettim" diye yapılan vakıfta "el akrebü fel akrab" denilmezse o vakfın geliri İmam Azam'a göre: ikiden az kimseye aid olmaz. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası bulunsa gelirin yarısı ona yarısı da fakirlere aid olur. Çünkü cem'î ve tesniye sıygaları vahid için kullanılmaz. Fakat cem'î sıygası tesniye için kullanılabilir.
İmameyn'e göre ise bu vakfın geliri bir kimseye de aid olur. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası bulunsa, gelirin tamamına müstahik olur. Çünkü İmameyn'e göre böyle sınırsız olan cemi'ler cins için olduğundan vahide de şâmil olur. Eğer "el akrebü fel akreb" tâbiri ilâve edilerek "şu malımı el akrebü fel akreb akrabama vakfettim" denilse, cem'i sıygası ittifakla göz önüne alınmaz. Çünkü "akreb" lâfzı müfreddir, "akrabama" tâbirini değiştirmiştir. Bundan dolayı vakfedenin en yakını bir kişi de olsa gelirin tamamına müstahik olur.
Bir kimse, "şu vakfımın geliri evlâdım ve torunlarımdan muhtaç olanlara verilsin" dese, gelirin meydana geldiği vakit onlardan muhtaç olanlara verilir. Gerek önce zengin olup sonra muhtaç olsun, gerek aslında muhtaç olsun müsavidir. Miskin ile fakire yapılan vakfın hükmü de böyledir.
"Zekat alması câiz olan fakir murad edilmiştir." İs'âf''ta beyan edildiğine göre; nafakası üzerine vacib olan zengin bir çocuğu bulunan bir kimsevakıfta dahil olmaz. Füru bahsinde geçtiği üzere bir kimse vakfının gelirini akrabasının fakirlerine verilmesini şart kılsa, onlardan fakir olanın bu vakfın gelirinden hisse alabilmesi için nafakası üzerine vâcib olan bir kişinin bulunmaması lâzımdır. Çünkü nafakası verilen bir fakir vakıf bâbında zengin sayılır. Bu hususta asıl ve kaide şudur: Küçük bir çocuk ana ve babasının veya dede ve ninesinin zengin olmasıyla zengin sayılır. Bir erkek ve bir kadın çocuklarının ve torunlarının zengin olmasıyla zengin sayılır. Bir kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılır. Mezhebimizin muhtar olan kavli budur. Hassaf: "Bana göre doğru olan kendilerine vakfedilen fakirlerin nafakaları başkaları üzerine farz olsa bile bunlara vakfın gelirinden verilmesidir." demiştir. Hilâl bunu reddetmiştir. Bu bahsin tamamı İs'âf'tadır.
Bir kimse, "şu akarımı evlâdıma vakfettim" dese, amme-i meşayihin kavline göre o vakfın gelirine müstahik olmada vakfedildiği güne değil gelirin meydana geldiği güne itibar edilir. Buna göre gelirin meydana geldiği günde mevcud olan çocuklar -ister vakfın yapıldığı günde mevcud olsunlar, isterse sonra dünyaya gelsinler- o vakfın gelirine müsavî olarak müstahik olurlar.
Kezâ bir kimse "şu arazimi akrabamın fakirlerine vakfettim" dese, gelirin meydana geldiği günde fakir olan -ister sonra zengin olsun, isterse daha önce zengin olsun- o vakfın gelirine müstahik olur.
Tatarhâniyye'de: "Hilal'a göre, gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o gelire müstahik olur. Bu kavil ile amel ederiz." diye beyân edilmiştir. Hâniyye'de: "Fetva bu kavil üzerinedir." denildikten sonra: "Hassaf, gelirin meydana geldiği güne değil taksim edildiği güne itibar etmiştir." diye zikredilmiştir.
Fetih'de: "Evkâf-ı Hassaf'ta: "Her hangi bir sebepten dolayı vakfın geliri taksim edilmeksizin bir kaç senenin geliri toplanıp, onlardan fakir olanlar zengin, zengin olanlar fakir olduktan sonra o gelir taksim edilse, taksim gününde fakir olana verilir. Gelirin meydana geldiği günde fakir olup daha sonra zengin olana verilmez" diye yazılı olduğu "zikredilmiştir. Buna göre metinde geçen "gelirin taksim edildiği zamanda fakir olan, meydana geldiği zamanda fakir olana ortak olur" ifadesi "ortak olur" ifadesi "ortak olamaz" şeklinde olmalıdır. Çünkü fetva Hilâl'in kavline göredir.
"Sıla kabilinden olan..." Vakfın geliri her hangi bir sebepten dolayı bir kaç sene taksim edilmeyip bu senelerde gelirin meydana geldiği vakitlerde fakir olan kimse, bu senelerin hepsinin gelirine müstahik olur. Müstahik olduğu geliri almakla da zengin sayılmaz. Çünkü sıla kabilinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur. Gelirin taksim günü gelince zengin olsa, geçmiş senelerdeki istihkâkını fakirlik sıfatıyla alır. Zira sonradan zengin olması daha önce müstahik olduğu hakkını iptal etmez. Nitekim vakfedilenlerden birisi geliri meydana geldikten sonra ölse, hissesi ölmesiyle bâtıl olmayıp varislerine miras olarak intikal eder.
"El'akrebü fel'akreb..." Yani "el'akrebü fel'akreb" diye yapılan vakıflara, akrabalık cihetinden müsavi ve müteaddid kimseler bulunursa -meşhur ve amel edilen kavile göre- akrabalığı kuvvetli olan kimse tercih edilir. Meselâ; ana - baba bir kardeş ile baba veya ana bir kardeş bulunsa, ana baba bir kardeş tercih edilir. Fakat diğer bir kavile göre; yakınlıkta akrabalığın kuvvetli ve zayıf olmasına değil yakınlık derecesine itibar edilir. Bundan dolayı geliri vakfedenin akrabasının en yakınına şart kılınmış bir vakıfta vakfedenin akrabasından ana baba bir kardeşi ile ana bir kardeşi bulunsa her ikisi müsavi olarak bu gelire müstahik olurlar. Yoksa ana baba bir kardeş tercih olunmaz. Çünkü ana baba bir kardeş her ne kadar yakınlığı kuvvetli ise de vakfedene yakınlık derecesi itibarıyla ana bir kardeş ile müsavîdir.
Vakfının gelirini kendisine insanların en yakın olanına, sonra fakirlere şart kılan bir kimsenin evlâdı ve ana babası bulunsa, evlâdı kız olsa bile vakfın geliri ona aid olur. Çünkü bir kimsenin çocuğu kendisine ana ve babasından daha yakındır. Evlâdı ölünce o vakfın geliri fakirlere sarf edilir, ana babasına sarf edilmez. Çünkü vakfeden "el'akreb fel'ak-reb" tâbirini kullanmamıştır. Eğer vakfedenin yalnız anası babası bulunsa, o vakfın geliri bunlar arasında yarı yarıya taksim edilir. Eğer vakfedenin anası ile ana bir kardeşleri bulunsa, o vakfın geliri anasına aid olur.
Eğer vakfedenin babasının babası ile kardeşleri bulunsa, gelir bir kavile göre babasının babasına bir kavile göre de, kardeşlerine aid olur. Eğer vakfedenin babası ile oğlunun oğlu bulunsa, o vakfın geliri babasına aid olur. Çünkü baba torundan daha yakındır. Eğer vakfedenin kızının kızı ile oğlunun oğlunun oğlu bulunsa o vakfın geliri kızının kızına aid olur. Çünkü oğlunun oğlunun oğlu her ne kadar asabeden olduğu cihetle vâris ise de, rahim ve derece bakımından kızının kızı daha yakındır. Vakıf ise miras kabilinden değildir. Vakfının gelirini kendisine karabet cihetinden en yakın olana şart ve tahsis eden kimsenin ana babasıyla evlâdı bulunsa, vakıfta bunların hiç biri dahil olmaz. Çünkü bunlara karabet denilmez.
"Şu vakfımın gelirini önce bana neseb veya rahim cihetinden yakın olanlara, sonra bunları takib edenlere şart kıldım" diyen kimsenin iki erkek kardeşi veya iki kız kardeşi bulunsa, o vakfın geliri ana baba bir kardeşine, sonra baba bir kardeşine sarf edilir. Bu kardeşlerden biri baba bir kardeş, diğeri ana bir kardeş olsa, İmam-ı Azam'a göre; gelir baba bir kardeşe, İmameyn'e göre; her ikisine müsavi olarak sarf edilir.
Vakfedenin ana baba bir dayısı veya teyzesi ana bir veya baba bir amcasından yakındır. Ana baba bir amcası, ana veya baba bir teyzesi veya dayısından yakındır.
Vakfedenin ana baba bir amcası veya halası ile ana baba bir dayısı veya teyzesi bulunsa, gelir İmam-ı Azam'dan bir kavile göre; yalnız amca veya halaya aid olur. Diğer bir kavile göre; bu gelire müsavî olarak ortak olurlar. İmameyn'e göre ise; bu gelire müsavî müstahik olurlar.
T E N B İ H : Yukarıda beyân edilenden malum oldu ki: "Akreb" lâfzı "akreb-i karabeti" diye kayıdlanmadıkça karabete mahsus olmaz. Meselâ: Birkimse "vakaftü akari hâzâ alâ akrabi'nnâsi minni: Şu akarımı insanların bana en yakın olanına vakfettim" dese, "akreb" lâfzı karabete de başkasına da şamil olur. Bundan dolayı bu vakıfta vakfedenin ana babası da dahil olur. Halbuki bunlar karabetten değildir. Buna göre bir kimse "şu malımı insanların bana en yakın olanına vakfettim, onlardan çocuksuz ölenin hissesi kendi derecesinde olana verilsin" dese, derecesi yakın olanlar takdim edilir. Çocuksuz ölenin derecesinde amcasının çocukları aşağı derecede kız kardeşlerinin oğlu bulunsa, o vakfın geliri amcasının çocuklarına sarf edilir. Kız kardeşinin oğluna sarf edilmez. Fakat Fetâva-i Hayriyye sahibi: "O vakfın geliri kız kardeşinin oğluna sarf edilir. Çünkü o daha yakındır. Amcasının çocukları mahrem olan rahim değildir." diye fetva vermiştir. Ama bunun hata olduğu açıktır. Çünkü akreb lâfzı karabetten daha umumî olduğundan mahrem olan rahme mahsus değildir. Nitekim daha önce geçmiştir.
"El-ahvecü fel ahvece..." Hasan b. Ziyad: "Bir kimse: malımın üçte birini karabetimden en çok ihtiyacı olandan başlanıp sırasıyla ihtiyacı olanlara verilsin, diye vasiyet edip onlar arasında meselâ yüz dirheme mâlik olan ile yüz dirhemden daha aza malik olan bulunsa, vasiyeten yüz dirhemden aza mâlik olana yüz dirheme mâlik oluncaya kadar verilir. Sonra vasiyet hepsinin arasında müsavî olarak taksim edilir." demiştir. Hassaf: "Vakıf bana göre vasiyet gibidir." demiştir. İs'âf.
"Evlâdıma komşu olanlara..." Bir kimse "şu akarımı komşularımın fakirlerine vakfettim" dese, bu vakıf İmam-ı Azam'a göre; haneleri vakfedenin hanesine bitişik olan fakirlere vakfedilmiş olur. Nitekim bir kimse malının üçte birini komşularına vasiyet etse, bu vasiyet İmam-ı Azam'a göre, haneleri vasiyet edenin hanesine bitişik olanlara yapılmış olur. Vakıf da vasiyet gibidir. Züfer'de böyle söylemiştir. Buna göre komşular namına yapılan bir vakfa vakfedenin hanesine bitişik hanelerde sakin olan hürler, köleler, erkekler, kadınlar, Müslümanlar ve olmayanların hepsi müsavî olarak dahil olurlar. Vakfedenin hanesine hanelerinin kapılarının uzak ve yakın olması müsavîdir. Mütevelli onlardan bazısına verip bazısına vermemezlik edemez. Bilâkis vakfın gelirini onların sayısına göre taksim eder. İmameyn'e göre ise bir mahallenin topladığı kimselerin hepsi komşu sayılarak o vakfa dahil olurlar. Bu bahsin tamamı İs'âf'tadır.
"Zamanın hadiseleri kendisine vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse..." Buradan büyu (alış-veriş) bahsine kadar olan meseleler bazı nüshalarda mevcud değildir. Bilhassa gelecek meselelerin asıl nüshada bulunmaması gerekir. Çünkü bu meselelerin vakıf bahsiyle alakası yoktur. Galiba şarih buraya kadar gelince elindeki cüz'ün sonunda bir kaç tane boş varak (yaprak) kalmış olduğundan bu meseleleri o varaklara yazmıştır. Fakat bunları kitaptan olarak yazmamıştır. Kitabı istinsah eden bu meseleleri kitaptan zannederek kitaba katmıştır.
Şârihin dâvâ bahsinde inkâr edene yemin ettirilmeyen bir kaç meseleleri zikrettikten sonra: "Uzatma korkusu olmasaydı bunları daha fazla uzatırdım." demesi ve dâvâ bahsinden önce de buna benzer bir takım meseleleri zikretmesi, bu meselelerin kitaptan olmadığına delâlet eder. Eğer bu meseleler kitaptan olsaydı şârih: "Bu meseleleri fülan mahalde zikrettim." diye beyân ederdi. Fakat şârihin kitabın sonunda: "Bu meselelerin izâhını ganimet bil. Bu, kitabın cevherlerindendir." kavil ise bu meselelerin kitaptan olduğunu gerektirir. Şu kadar var ki, bu ibâreler Zevâhirü'l-Cevahir'den nakledilmiştir. Şârihin kelâmından değildir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
METİN
= İstitrâd: Vakıf bahsiyle ilgisi bulunmayan meseleler beyânında=
Eşbâh sahibi: "Şâhidlerin şahadetlerindeki ihtilafları şahadetlerinin kabulüne manidir. Fakat kırk iki yerde mani değildir." demiştir.
Musannıfın oğlu Şeyh Salîh'in hâşiye yazdığı Zevahirü'l-Cevahir isimli kitabın müellifine havale olunan şerh (Bahır) da şâhidlerin ihtilâfının zararı olmayan meseleler zikredilmiştir. İşte o meseleler şunlardır:
Birincisi: Şâhidlerden biri "dâvâlı üzerinde bin dirhem vardır" diye şahâdet ettiği halde diğeri "dâvâlı bin dirhem borcu bulunduğunu ikrar etmiştir" diye şahâdette bulunsa, şahâdetleri kabul edilir.
İkincisi: Bir kimse bir şahıstan iyi cinsten bir kilo buğday dâvâ edip şahidlerden biri buğdayın iyi cinsten olduğuna, diğeri iyi cinsten olmadığına şahâdet etseler, iyi cinsten olmadığına yapılan şahâdet kabul edilip onunla hükmedilir.
Üçüncüsü: Bir kimse bir şahıstan yüz altın dâvâ edip şahitlerden biri "o altın Nisaboriyyedir" diye şahâdet ettiği halde diğeri "o altın Buhariyyedir" diye şahâdette bulunup dâvâcı da "o altın Nisaboriyyedir, ayarı yüksektir" diye iddia etse, ihtilâfsız o altının Buhariyye olduğuna hükmedilir.
Dördüncüsü: Şâhidlerin hibe ile atıyye lâfızlarındaki ihtilâfları şahadetlerine zarar vermez.
Beşincisi: Şahidlerin nikâh ve tezvic lâfızlarındaki ihtilâfları da şahadetlerine zarar vermez.
Altıncısı: Şâhidlerden biri "fülan kimse arazisini gelirinin üçte biri Zeyd'in olmak üzere ebediyyen sadaka-i mevkûfe kıldı" diye şahadet ettiği halde diğeri "yarısını Zeyd için kıldı" diye şahadette bulunsa, üçte biri üzerine şahadet kabul edilir.
Yedincisi: Bir kimse bey bi'l-vefa (satan parayı iade ettiği takdirde satın alanın da malı geri vermesi üzerine yapılan satış) ile satmış olduğunu dâvâ edip şâhidlerden biri buna şahadet ettiği halde diğeri satın alanın onu ikrar ettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülân kadın fülan kimsenin cariyesidir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o kadın o kimsenindir" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Dokuzuncusu: Bir kimse bir şahıstan mutlak surette yani ödünç veya emânetle kayıtlamayarak bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri, dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar ettiğine şahadet ettiği halde diğeri bin dirhemin emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Onuncusu: Bir kimse "fülan şahıs bende olan alacağını ibra etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri ibraya şahadet ettiği halde diğeri "alacaklı alacağını hibe veya tasadduk veya helâl etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
On birincisi: Bir kimse "fülan şahıs bende olan alacağını hibe etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri; borçlunun borçtan berî olduğuna şahadet ettiği halde diğeri alacaklının alacağını borçluya helâl ettiğine şahadette bulunsa, şâhidlikleri câiz olur.
On ikincisi: Kefil, alacaklının alacağını borçlusuna hibe ettiğini dâvâ edip şahidlerden biri hibeye şahadet ettiği halde diğeri ibraya şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur. İbra sabit olur.
On üçüncüsü: Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan fülan köle benimdir" diye dâvâ edip dâvâlı inkâr etse, şahid getirildiğinde şâhidlerden biri "dâvâlı köleyi ondan aldığını ikrar etmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "davâcı o köleyi dâvâlıya emânet bırakmıştır" diye şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul edilir.
On dördüncüsü: Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan köle benimdir" diye dâva edip şâhidlerden biri dâvâlı bu köleyi davâcıdan gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "dâvâcı bu köleyi dâvâlıya emânet etmiştir" diye şahadette bulunsa, köle dâvâcıya hükmedilir.
On beşincisi: Bir kimse zevcesinin talâkını hâmile kalmasına tâlik edip şahidlerden biri kadının doğurduğuna şahadet ettiği halde diğeri kadının hâmile olduğuna şahadet etse, şahadetleri kabul edilip kadın boş olur.
On altıncısı: Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan hâne benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden biri dâvâlının "o hane dâvâcınındır" diye ikrar ettiğine şahadet ettiği halde diğeri dâvâcının o hanede sakin olduğuna şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
On yedincisi: Bir kimse zevcesinin talâkını doğurmasına tâlik edip şahidlerden biri zevcesinin erkek doğurduğuna, diğeri kız doğurduğuna şahadette bulunsalar, şâhidlikleri kabul edilir.
On sekizincisi: Bir kimse kölesine ticaret için izin verdiğini inkâr edip şahidlerden biri elbise ticaretine şahâdet ettiği halde diğeri gıda ticaretine şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul edilir.
On dokuzuncusu: Bir kimsenin bir malı ikrar etmesi hususunda şâhidlerden biri o ikrarın Arapça ile yapıldığına şahadet ettiği halde diğeri Farsça ile yapıldığına şahadette bulunsa, şahâdetleri kabul edilir. Talakta böyle ihtilaf kabul edilmez.
Yirmincisi: İki şâhidden biri "fülan kimse kölesine: Hürsün, dedi" diye şahadet ettiği halde, diğeri "azadsın" dedi diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Yirmi birincisi: Bir kimse zevcesine "fülanla konuşursan boş ol" deyip sonra şâhidlerden biri "kuşluk zamanında konuştu" diye şahadet ettiği halde diğeri "akşam vaktinde konuştu" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilip kadın boş olur.
Yirmi ikincisi: Bir kimse zevcesine "seni boşarsam kölem hür olsun" deyip şâhidlerden biri "bugün boşadı" diye şahadet ettiği halde diğeri "dün boşadı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilip kadın boş olur ve köle âzâd olur.
Yirmi üçüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse, zevcesini elbette üç talâkla boşadı" diye şahadet ettiği halde diğeri "elbette iki talâkla boşadı" diye şahadette bulunsa, "iki talâk boş olur" diye hükmolunur ve o kimse ri'cate mâlik olur
Yirmi dördüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse kölesini Arapçayla âzâd etti" diye şahadet ettiği halde, diğeri "Farsçayla âzâd etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Yirmi beşincisi: Şâhidler mehrin miktarında ihtilaf etseler, az ile hükmolunur.
Yirmi altıncısı: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan hanede fülan adamla olan husumet ve dâvâsına vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "o hanede hem bu hususta hem de başka hususta onu vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, her ikisi de aynı hanede vekil tâyin edildiği hususunda ittifak ettikleri için şahadetleri kabul edilir.
Yirmi yedincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan arazisini sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "hastalığında vakfetti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Yirmi sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse perşembe günü vasiyet etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "cuma günü vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
Yirmi dokuzuncusu: Zeyd, Amr'den yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "Amr havale yoluyla borçludur" diye şahadet ettiği halde diğeri "kefâlet yoluyla borçludur" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuzuncusu: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malı şu kadar meblâğa bir vade ile sattı" diye şahadet ettiği halde diğeri "vadeyi söylemeksizin yalnız sattı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz birincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malı üç gün muhayyerlik şartıyla fülan şahsa sattı" diye şahadet ettiği halde diğeri "muhayyerlik şartını söylemeksizin yalnız sattı" diye şahadette bulunsa, şahadetler kabul edilir.
Otuz ikincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı şu hane hususunda Kûfe kadısı huzurunda husumet ve dâvâya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "Basra kadısı huzurunda vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
Otuz üçüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "olmaya musallat kıldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz dördüncüsü: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "alacağını almaya musallat kıldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz beşincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "hayatta iken hakkını almasını vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz altıncısı: Şahidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını taleb etmeye vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "ödeşmeye vekil tayin etti" diye şahadet etse şahadetleri kabul edilir.
Otuz yedincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını teslim almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "taleb etmeye vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz sekizincisi: Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "teslim almasını emretti veya teslim alması için gönderdi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz dokuzuncusu: Şâhidler vakfedenin vakfettiğini ikrar ettiği zamanda ihtilâf etseler, şahadetleri kabul edilir.
Kırkıncısı: Şâhidler vakfedenin vakfettiğini ikrar ettiği mekânda ihtilâf etseler, şehâdetleri kabul edilir.
Kırk birincisi: Şâhidlerden biri vakfedenin sıhhat halinde vakfettiğine şahadet edip diğeri hasta halinde vakfettiğine şahadet etse, şahadetleri kabul edilir.
Kırk ikincisi: Şâhidlerden biri Zeyd'e vakfettiğine şahadet ettiği halde diğeri Amr'e vakfettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Şahıs tayin etmeleri batıl olup fakirlere vakfedilmiş olur. Bahır'da zikredilen meseleler burada sona ermiştir.
Musannıfın oğlu şeyh Salih der ki; Allah-ü Teâlâ'nın fazl-ü keremiyle Bahır'da istisna edilen meselelerin üzerine bir takım meseleler de ben ziyade ettim. Onlardan bazıları şunlardır:
Şâhidler rehinin tarihinde ihtilâf edip biri "Perşembe gününde rehin verilmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "Cuma gününde rehin verilmiştir" diye şahadette bulunsa, İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre bu şahadet kabul edilir. İmam Muhammed'e göre kabul edilmez. Cevahirü'l-Fetâvâ.
Şâhidler bir kimsenin bir şahısa mal ikrar ettiğinde ittifak edip fakat biri "o kimse malı ikrar ettiğinde hepimiz fülan yerde idik", diğeri "o kimse mal ikrar ettiğinde hepimiz başka bir yerde idik" diye ihtilaf etseler şahadetleri kabul edilir.
Şâhidlerden biri bu geçen meselede "o kimse o şahsa malı kuşluk vaktinde ikrar etmîştir" diye şahadet ettiği halde, diğeri "akşam vaktinde ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Bu iki suret Valvalciyye'de yazılıdır.
Nikâhı altında yalnız bir zevcesi olan bir şahıs hakkında "zevcesini boşadı" diye iki kimse şahadet edip fakat biri "fülanın kızı olan zevcesini boşadı" diye tâyin ettiği halde diğer onu tâyin etmeyip "fakat ben bilirim ve şahadet ederim ki o şahıs hâlâ nikahı altında olan fülanın kızı zevcesinden başka olan zevcesini bu boşamasından önce boşayıp hanesinden çıkarmıştır" dese, Fahruddin: "Şâhidler bir kadının talâkına şahadet edip biri kadını tâyin edip ismini söylese, diğer kadını tâyin etmese boşayan şahsın nikâhında da bir kadınları başka kadın bulunmasa, bu şahadet sahih olur." demiştir. Bu mesele Cevâhirü'l-Fetavâ'da yazılıdır.
Bir kimse bir hanenin mülkü olduğunu dâvâ ettiğinde şâhidlerden biri "bu hane onundur" veya "Onun mülküdür" diye şahadet ettiği halde diğeri "bu hane onun mülkü oldu" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Münyetü'l-Müfti.
Bir kimse bir şahıştan iki bin veya bin beş yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "o kimsenin o şahısda bin dirhem alacağı vardır" diye şahadet ettiği halde diğeri bin beş yüz dirhem alacağı vardır" diye şahadette bulunsa, ittifakla bin dirhemle hükmolunur.
Şâhidler "fülan kimsenin fülan şahısta bin dirhem hakkı vardır" deyip biri "o şahıs borcunun beş yüz dirhemini ödedi" diye şahadet ettiği halde alacaklı kimse bunu inkâr etse, artık şâhidlerin bin dirheme olan şahadetleri kabul edilir. Valvalciyye.
Bir kimse "fülan şahsın elinde bulunan cariye benimdir" diye dâvâ edip şâhid getirdiğinde şâhidlerden biri "bu cariye dâvâcınındır. Dâvâlı bu cariyeyi dâvâcıdan gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri gasbtan bahsetmeksizin "bu cariye dâvâcınındır" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Mecmau'l-Fetâvâ.
Şahidler bir sığırın çalınmış olduğuna şahadet edip fakat renginde ihtilâf etseler, İmam-ı Azam'a göre şahadetleri kabul edilir. İmameyn'e göre kabul edilmez.
Şâhidlerden biri borcun kefalet yoluyla, diğeri havale yoluyla olduğuna şahadet etseler, kefalet az olduğundan onun hakkındaki şahadet kabul edilir. Câmiu'l-Fusuleyn.
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülane zevcesinin talâkına vekil tayin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "onunla beraber fülane zevcesinin de talâkına vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa o şahıs talâkında ittifak ettikleri kadının talâkında vekil olmuş olur.
Şâhidler, bir kimsenin vekil olduğuna şahadet edip fakat biri, "vekillikten azledildi" diye şahadette bulunsa, vekil olduğuna dair yaptıkları şahadetleri kabul edilir. Azle dair olan şahadet kabul edilmez. Ancak o şâhidle beraber başka bir şâhid de azle dair şahadet ederse, kabul edilir. Bu meseleler de Câmiu'l-Fûsuleyn'den nakledilmiştir.
Bir kadın, "şu arazi benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden biri "o arazi bu kadınındır. Çünkü kocası onu mehrine bedel olarak vermiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o arazi bu kadının mülküdür. Çünkü kocası o arazinin karısının mülkü olduğunu ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Zira her satan satmış olduğu malın müşterisinin mülkü olduğunu ikrar eder. Bundan dolayı zevc, satıcı gibi olduğundan şâhidler "zevc o araziyi zevcesine mülk olarak verdi" diye şahadet etmiş gibi olurlar. Bazı fukaha "şahidlerden biri; zevc o araziyi zevcesine mehrine bedel olarak verdi, diye akit ile şahadet edip diğeri: Zevc o arazinin zevcesine mülkü olduğunu ikrar etti diye şahadet edince meşhudünbih (şahidle isbat edilen hak) muhtelif olduğundan bu şahadet reddolunur" demişlerdir.
Bu suretle şâhidin biri "zevci, zevcesine mehri yerine bu araziyi bedel verdi" diye şahadet ettiği halde diğeri "zevci, zevcesine bu araziyi mehrine bedel verdiğini ikrar etti" diye şahadette bulunsa, meşhudünbih'de ittifak ettiklerinden şahadetleri kabul edilir. Nitekim şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsa bu araziyi sattı" diye ikrar edip diğeri "sattığını ikrar etti" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Bu mesele de Câmiu'l-Fûsuleyn'den nakledilmiştir. Şeyh Saim'in kelâmı burada sona ermiştir.
İZAH
"O altın Buhariyye'dir." Metinde zikredilen mesele gibidir: Bir kimse bir şahıstan bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "dirhemler beyazdı" diye şahadet ettiği halde diğeri "dirhemler siyahdı" diye şahadetle bulunsa, dâvâcı ayarı yüksek olan dirhemi dâvâ etse ayarı düşük olan dirhem hakkındaki şahadetleri kabul edilir. Metinde zikredilen üç mesele hakkında şahadetlerin kabul edilmesinin vechi şâhidlerin meşhudü bihin mikdarında ittifak etmeleridir. Onlardan birinin bir vasıf ziyade etmesi ise şahadete zarar vermez. Eğer dâvâcı ayarı düşük olan dirhemi davâ etse, şahadet kabul edilmez. Ancak dâvâcı, davâlıyı ayarı yüksek olan dirhemden beri kılmış olursa, şahadet kabul edilir. Bu meselenin tamamı Fethü'l-Kadîr'dedir. Bahır.
"Dördüncüsü..." Şahadetler arasında mutabakatın lâfzen bulunması şart değildir. Mutabakatın mânen bulunması kâfidir. Bundan dolayı bir şahadet lâfzî, diğer şahadet lâfzının müradifi olabilir. Meselâ; dâvâcı, bir malın kendisine hibe edildiğini dâvâ edip şâhidlerden biri " o mal dâvâcıya hibe edilip teslim edilmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "atiyye olarak teslim edilmiştir" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Çünkü, hibe ile atiyye müradif lâfızlardandır.
"Üçte biri üzerine şahadet kabul edilir." Hüküm yine böyledir. Şâhidlerden biri "fülan kimse arazisini gelirinin hepsi Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "yarısı Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadette bulunsa, üzerinde ittifak ettikleri yarı ile hükmolunur. Bu, dâvâcı daha çoğu iddia ettiğine göredir. Dâvâya şâhid getirildiği takdirde dâvâlının vakfı ikrar etmesi veya Zeyd'in vakıfta hakkı olduğunu inkâr etmesi veya hem vakfı hem de Zeyd'in vakıftaki hakkını inkâr etmesi arasında fark yoktur.
"Mutlak surette..." Bahır'da beyân edildiğine göre, şâhitlerden biri alacağın ödünç olduğuna, diğeri emânet olduğuna şahadet ettiği halde dâvâcı iki sebepten birini yani alacağının ödünç veya emânet olduğunu dâvâ etse, şâhitlerden birini yalanlamış olacağından bu şahadet kabul edilmez.
Keza şâhitlerden biri bin dirhemin ödünç olduğuna şahadet ettiği halde diğeri emânet olduğuna şahadette bulunsa, yine şahadetleri kabul edilmez. Zira ödünç ve emânet ayrı ayrı şeylerdir. Fakat şâhidlerden biri "dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar ettiğine, diğeri emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadet etseler şahadetleri kabul edilir. Çünkü şâhidlerden her biri ikrara şahadet etmektedir. İkrar ise bir cinstir.
"Şahadetleri câiz olur." Çünkü alacağı borçluya hibe etmek veya tasadduk etmek helâl etmek onu borçtan berî kılmaktır. Fakat şahitlerden biri dâvacının bin dirhemi dâvalıya hibe ettiğine, diğeri tasadduk ettiğine şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez.
"İki talâk boş olur, diye hükmolunur." Çünkü üç talâkla boşamada "elbette" kavline ihtiyaç duyulmaz. Bunun izahı şöyledir: Üç talâk, talâk-ı bâin olduğundan "elbette" kavli geçersizdir. Bundan dolayı "elbette" kavli söylenmemiş gibi olur. Elbette kavlini ikinci şâhid söylemiş olduğundan iki şahid arasındaki ihtilâf yalnız talâkın adedi hususunda olmuştur. Buna göre şâhidlerin ikisi de zevcin zevcesini iki talâkla boşamış olduğunda ittifak etmiş olduklarından iki talâkla hükmedilir. Üçüncü talâkı şahitlerden birisi iddia ettiğinden üçüncü talâk geçersiz olur. Elbette lâfzının geçersiz olduğu gibi. Bundan dolayı talâk, talâk-ı ric'î olur. Bu şahadetin kabul edilmesi İmam Muhammed'e göredir. İmam-ı Azam'a, asla kabul edilmez. Çünkü Kâfî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; bir kimse bir şahıstan iki bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri bin dirheme, diğeri iki bin dirheme şahadette bulunsa, İmam-ı Azam'a göre şahadetler kabul edilmez. İmameyn'e göre bin dirhem üzerine şahadetleri kabul edilir. Buna göre şâhidlerden biri zevcin birtalâk diğeri iki talâk boşadığına veya biri bir talâk, diğeri üç talâk boşadığına şahadet etseler, İmam-ı Azam'a göre hiç boş olmaz. İmameyn'e göre bir talâk boş olur.
Bahır'da bir yaprak sonra "Kâfi'de beyan edilen mezhebin muhtar olan kavlidir." diye zikredilmiştir.
"Mehrin miktarında ihtilâf etseler..." Câmiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; şâhidler satış, icâre, talâk, mal üzerine âzâdda bedelin mikdarında ihtilaf etseler, şahadetleri kabul edilmez. Ancak nikâhta kabul edilir. Mehirde, mehr-i misle müracaat edilir. İmameyn'e göre nikâhta da kabul edilmez.
Ben derim ki: Bu mesele zevc asıl nikahı inkâr ettiğine göredir. Satış ve benzerleri de böyledir. Şârihin zikrettiği ise şâhidlerin nikâhta ittifak edip mehrin mikdarında ihtilâf etmeleri hakkındadır. Satış ve benzerlerinde şâhidlerin şahadetlerinin kabul edilmemesinin vechi: Bin lira ile yapılan akit iki bin lira ile yapılan akitten başkadır. İmameyn'e göre, nikâh da böyledir. İmam-ı Azam'a göre, nikâh bunlardan müstesnadır. Çünkü nikâhta mal (mehir) maksud değildir. Bundan dolayı mal (mehir) söylenmeksizin nikâh sahih olur. Fakat satış ve benzerleri sahih olmaz.
"Hastalığında vakfetti." Bir kimse ölüm hastalığında bir malını vakfetse, malının üçte birinden muteber olur. O vakıf terekenin üçte birinden çıkarsa, hepsi vakıf olmuş olur. Varislerin izinlerine bakılmaz. Eğer o vakıf terekenin üçte birinden çıkmayıp varislerde izin vermezlerse vakıf yalnız terekenin üçte biri mikdarı hakkında câiz olur, ziyadesi mirasa katılır, şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malını sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "şu malım ben öldükten sonra vakfolsun dedi" diye şahadette bulunsa -her ne kadar bu vakfettiği malı terekesinin üçte birinden çıksa bile -bu şahadet kabul edilmez. Çünkü ikinci şahid bunun vasiyet olduğuna şahadet etmiştir. Vakıf ile vasiyet ise ayrı ayrı şeylerdir.
"Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ edip..." Yani Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ edip iki şâhid getirdiğinde şâhidlerden biri "Amr'in alacaklısı olan Bekir Zeyd'i Amr'deki olan yüz dirhemine havale etti. Havale yoluyla Zeyd'in Amr'de yüz dirhemi vardır" diye şahadet ettiği halde diğeri "Amr Zeyd'in borçlusundan dolayı bu yüz dirheme kefil olduğundan Zeyd'in kefalet yoluyla Amr'de yüz dirhem hakkı vardır" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Hâsılı yüz dirhem Amr üzerine lâzımdır. Şu kadar var ki, şahidlerden biri "yüz dirhemin Amr üzerine havale yoluyla lâzım geldiğine, diğeri kefâlet yoluyla lâzım geldiğine şahadet etmektedirler.
Câmiu'l-FûsuIeyn'de beyân edildiğine göre, şâhidler meşhudün-bih ile ilgili bir şeyde ihtilâf edince bakılır: Eğer bu ihtilâfları meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirirse, şahadetleri kabul olunmaz. Bundan dolayı gasb, cinayet, borcu ödeme gibi sırf fiilden ibaret olan yahut nikâh gibi kavil ile münakid olup sahih olmasında -iki tarafın ve şâhidlerin hazır bulunmaları gibi- fiilin şart bulunduğu hususlarda şahidlerden biri muayyen bir zamanda veya mekândaki fille, diğeri de diğer bir muayyen zamanda veya mekândaki fiille şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez. Çünkü bu ihtilâfları, meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirir. Meselâ: Şâhidlerden biri "davâlı, dâvâcının şu malını bir sene evvel gasbetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "bir ay önce gasbetti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilmez.
Kezâ bir kimse, borcunu ödediğini iddia edip şâhidlerden biri "bu borcu hanesinde ödedi" diye şahadet ettiği halde, diğeri "dükkânında ödedi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilmez.
Şâhidler sırf kavil kabilinden olan alış - veriş, icâre, kefâlet, havale, vekâlet, ikrar, sulh, hibe, rehin, borç, ödünç, ibra, vasiyet, talâk, âzâd etme gibi bir muamelenin mekân ve zamanında ihtilâf etseler, bu ihtilâf meşhudün-bihin ihtilâfını gerektirmeyeceğinden şahadetlerinin kabulüne mani olmaz. Meselâ: Bir kimse bir şahıstan şu kadar dirheme bir mal satın almış olduğunu dâvâ edip teslimini taleb ettiğinde şâhidlerden biri "fülan dükkânda satın aldı" diye şahadet ettiği halde diğeri "fülan hanede satın aldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Çünkü satma ve satın almanın akdine aid sözler tekrar edilebilir. Fiil ise böyle değildir.
METİN
Eşbah'da beyân edildiğine göre, sükût (susmak), nutuk (söylemek) gibi değildir. Fakat birtakım meselelerde sükût nutuk gibidir. Eşbah sahibi bunlardan otuz yedisini saymıştır.
Şârih der ki; Tenvirü'l-Besâir sahibi bu otuz yedinin üzerine iki mesele daha ziyade etmiştir. Evvelki mesele icarede sükût, rıza ve kabul sayılmasıdır. Meselâ; bir kimse hanesinde iare veya gasb yoluyla sakin olan şahsa "şu kadar kira bedeliyle hanemde otur, yoksa hanemi tahliye et" dediğinde o şahıs sükût etse, kendisine hane sahibi tarafından söylenen meblağ lâzım gelir. Musannıf bu meseleyi icare bahsinde de zikretmiştir.
İkinci mesele emânetçinin sükûtu delâleten kabul sayılır. Nitekim Bahır sahibi: "Emânetçinin yanına emânet bir mal konduğunda sükût etmesi delâleten rıza ve kabul sayılır." demiştir.
Zevahirü'l-Cevahir sahibi otuz yedi mesele üzerine birtakım meseleler ziyade etmiştir. Eşbah sahibinin "Yirmi dördüncü mesele zevcenin satması zamanında zevcin sükut etmesi o malın kendisine aid olmadığını ikrardır." dediği yerde Zevahirü'l-Cevahir sahibi de: "Zevc, bir malı satarken zevcesinin sükût etmesi ve rıza ve kabuldür." meselesini ziyade etmiştir. Çünkü Bezzâziye'de zikredilmiştir ki, bir kimse yakınının veya zevcesinin huzurunda bir akar salıp bunlar sükût etseler, sonra bunlar o akarın kendilerine aid olduğunu davâ etseler, fetva dâvâlarının kabul edilmemesi üzerinedir. Kâdîhân'da: "Sahih olan kavil, bu dâvânın kabul edilmesidir." diye beyân edilmiştir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil bulunduğunda müftünün fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır.
Şarih der ki; zikredilen meseleler üzerine Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde şu mesele de ziyade edilmiştir: Satın alan bir kimsenin, satın aldığı bir mülkte ekin ekme veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût ettikten sonra o mülkün kendisine aid olduğunu dâvâ etse, dâvâsı kabul edilmez. Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde beyan edilen mesele de Bezzaziye'ye nisbet edilmiştir. Cevâhirü'z-Zevâhir sahibine taaccüb olunur. Bezzâziye'nin kelâmının evveli olan zevcin satışı zamanında zevcesinin sükût etmesi kavlini zikretmiştir. Âhiri olan müteferrikattan nakledilen meseleyi terk etmiştir.
Yine Zevahirü'l-Cevâhir'de zikredilmiştir ki; bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenip çocuk doğurana kadar velisi sükût etse, sükûtu rıza ve kabul sayılır. Bu, zâhiri rivâyete göredir. Ama müftabih olan Hasan b. Ziyad'ın rivâyetine göre, nikâh mün'akid olmaz.
Muhît'te beyân edilmiştir ki; bir kimse, bir şahsı onun emri olmaksızın evlendirip insanlar o şahsı tehniye ve tebrik ettiklerinde sükûtuyla tehniye ve tebriği kabul etse, bu rıza ve kabul sayılır. Çünkü tehniye ve tebriki kabul etmesi, nikâha icazet ve izin vermesinin delilidir.
Vekâlet, sarahaten "vekil ettim" demekle sabit olduğu gibi sükûtla da sâbit olur. Bundan dolayı Zahîriyye'de: "Büyük bir kızın amcasının oğlu ona: Seni kendi nefsime tezvic edeceğim dediğinde sükût edip o do onu tezvic etse, câiz olur." diye zikredilmiştir. Bu meseleyi Bahır sahibi evliya bahsinde zikretmiştir. Vekilin sükûtu da böyledir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa "Seni vekil tâyin ettim" deyip o da sükût etse, kabul etmiş olur.
Şâhidleri ta'dil ve tezkiyede, ilim ve salâh sahiblerinin sükûtu da müstesna olan meselelerdendir. Bahır'ın şahadet bahsinde: "şâhidleri tezkiye hususunda ilim ve salah sahiblerinin sükûtuyla iktifa olunur. Onların sükûtları şahidleri tezkiye olur." diye beyân edilmiştir. Çünkü Mültekat isimli eserde beyân edildiğine göre, Leys b. Musavir isimli bir kadı, bir şâhidi tezkiye edecek olduğunda tezkiye edecek zât keyifsiz olduğundan onu ziyarete gidip şâhidin halinden sorduğunda o zât sükût etmiş, tekrar sorduğunda yine sükût etmiş, kadı: "Ben sana soruyorum, sen cevap vermiyorsun" demiş, o da: "Bizim gibilerden sizlere tezkiye hususunda sükût kifâyet etmez mi?" Yani kifâyet eder, demiştir.
Şârih der ki; bu meseleyi Eşbah sahibi kendi şerhi olan Bahır'ın şahadet bahsine nisbet ederek müstesna olan meselelerden saymıştır. Buna göre Şeyh Salîh'in tezkiye edenin ilim ve salah ehlinden olmasını kayıdlamasıyla, bu mesele zâid meselelerden olamaz.
Bir köle cuma namazı için çıktığında onu efendisi görüp sükût etse, kölenin cuma namazına çıkması helâl olur. Çünkü efendisinin sükût etmesi, razı olması demektir. Nitekim Bahır'ın cuma bahsinde de böylece zikredilmiştir.
Kınye'de beyan edilip Kadı Abdülcebbar ile Alâuddin Tercümanîden nakledilmiştir ki; bir kadın zevcine çeyizsiz zifaf olunsa, zevc çeyiz mukabilinde zevcesinin babasına göndermiş olduğu altınları taleb edebilir. Eğer çeyiz az olursa, zevc örf ve adetlerinde göndermiş olduğu altına münasib çeyiz taleb edebilir. Bu takdirde gönderilen altına münasib çeyiz gelmezse, zevc göndermiş olduğu altını gelir alabilir diye fetva verilir. İtibar zevc için yapılan çeyizedir. Kadın için yapılan çeyize bakılmaz. Eğer zevc zifaftan sonra bir müddet sükût etse, bundan razı olduğu anlaşılmış olur. Bundan sonra kendisine çeyizden bir şey yapılmamış olsa bile dâva edemez.
Bir kimse bir şahsı ibra ettiğinde ibra olunan şahıs sükût etse, bu ibra sahih olur. O şahsın kabulüne muhtaç olunmaz.
Rehin alanın rehini satarken rehin verenin sükûtu, iki rivâyetin birinde rehini iptal eder. Bunu Zeylâi ve diğer müellifler beyân etmişlerdir ve Eşbah'ın "sükût edene kavil nisbet edilmez" kaidesinin evvelinden malum olur.
Bu gibi meseleleri cem ve telif etmek sırf Hak Teâla Hazretlerinin tevfik ve inayetiyledir. Hamd-ü senâ mutlak galib ve ihsanı bol olan Allah'a mahsustur.
İZAH
"Bir takım meselelerde sükût (susmak) nutuk (söylemek) gibidir." Sükûtun nutuk gibi olduğu otuz yedi mesele şunlardır:
1 - Baliğa olan bâkire bir kızdan velisi evlendirmek için izin istediğinde kız sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
2 - İzinsiz evlendirilen bâliğa bir kız mehrini alırken sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
3 - Bâliğâ olmayan bir kız çocuğunu babası ve dedesinden başka velisi evlendirse, baliğa olunca nikahı bozma hakkı vardır. Bu kız bâkire olarak bâliğ olunca sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır. Bundan sonra nikâhı bozma hakkı yoktur.
4 - Evlenmeyeceğine yemin eden bir kadını babası evlendirdiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.
5 - Kendisine sadaka verilenin sükûtu kabul sayılır. Fakat kendisine hibe edilenin sükûtu kabul sayılmaz.
6 - Hibe verilen hibeyi sadaka verilen sadakayı aldığında, hibe eden ve sadaka veren görüp sükût etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
7 - Bir kimse bir şahsa "seni vekil tâyin ettim" deyip o da sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Reddetmesiyle vekâlet reddedilmiş olur.
8 - Bir kimse bir şahsa hitaben "senin bende bin dirhem alacağın vardır" dediğinde o şahıs sükût etse, sükûtu kabul sayılır. Reddetmesiyle alacak reddedilmiş olur.
9 - Bir kimse, kadı veya vali tâyin edildiğinde sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Bu kimsenin bu vazifeyi reddetme hakkı vardır.
10 - Bir kimse bir malını bir şahsa vakfettiğinde o şahıs sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Reddetmesiyle vakıf reddedilmiş olur. Bazı fukaha "reddedemez" demişlerdir.
11 - Beyü't-telciede, satıcı ile alıcıdan birisi diğerine "ben bu satışı sahih kılıyorum" dediğinde diğeri sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır.
Beyü't-telcie: İki kimsenin insanların huzurunda alım-satım kastetmeksizin alış - veriş yapar görünmesinden ibarettir.
12 - Gâziler arasında malı taksim edilirken eski mâliki sükût etse, sükûtu rıza sayılır.
13 - Bir köleyi muhayyer olarak satın alan kimse, o kölenin alış-veriş yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini düşürür. Fakat bir köleyi muhayyer olarak satan kimse, o kölenin alış - veriş yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini düşürmez.
14 - Satmış olduğu malını hapsetme hakkı bulunan satıcı, satın alanın o malı aldığını görüp sükût etse, sükûtu -satış sahih olsun veya fâsid olsun - izin sayılır.
15 - Şüf'a sahibi şüf'a hakkı bulunan bir malın satıldığını bildiği zaman sükût etse, sükûtu şuf'a hakkını düşürür.
16 - Bir efendi kölesini alış - veriş yaparken görüp sükût etse, sükûtu bu alış verişinden sonraki ticaretlerde izin sayılır. Bu alış verişine izin sayılmaz.
17 - Bir efendi kölesine ticaret için izin vermeyeceğine yemin edip kölesinin alış - veriş yaptığını görüp sükût etse zahirir-rivâyete göre yemini bozulmuş olur.
18 - Bir köle, satılırken veya rehin verilirken veya bir cinayete karşılık verilirken boyun büküp sükût etse, eğer kölenin aklı eriyorsa, sükûtu köleliğini ikrar sayılır. Fakat köle icareye verilirken veya satışa arzedilirken veya evlendirilirken sükût etse, sükûtu köleliğini ikrar sayılmaz.
19 - Bir kimse "fülan şahsı hâneme indirmeyeceğim" diye yemin edip o şahıs onun hanesine indiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur. Eğer o şahıs onun hanesine inince ona "hanemden çık" deyip o da çıkmayı kabul etmese, bunun üzerine yemin eden kimse sükût etse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü inme fiili, devam eden fiillerdendir. Bundan dolayı inme fiilinin devamı için ibtida hükmü vardır. Çıkma fiili böyle değildir. Çünkü çıkma fiili evin içinden dışına ayrılmaktan ibarettir.
20 - Zevc, zevcesi doğurduğunda çocuktan dolayı kendisini tebrik ettiklerinde sükût etse, sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılır. Sonra o çocuğun nesebini nefyetmeye mâlik olamaz.
21 - Efendi, ümmi veledi doğurduğunda sükût etse, sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılır. Fakat cariyesi doğurduğunda sükût etse, bu sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılmaz.
22 - Bir kimse bir malı satın almadan önce o malın kusurlu olduğu kendisine haber verildiğinde sükût etse, bakılır: Eğer haber veren adâletli ise sükûtu kusura rıza sayılır. Eğer haber veren fâsık ise, sükûtu kusura rıza sayılmaz. Bu İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre haber veren fâsık olsa bile sükûtu kusura rıza sayılır.
23 - Bâliğa olan bâkire bir kıza velisinin kendisini evlendirdiği haber verildiğinde sükût etse bakılır: Eğer haber veren adâletli ise sükûtu nikaha rıza sayılır. Haber veren fâsık ise sükûtu nikâha rıza sayılmaz. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e göre, haber veren fâsık olsa bile sükûtu nikâha rıza sayılır.
24 - Bir kimse, zevcesi veya yakını bir akar satarken sükût etse, sükûtu bu akarın kendisine aid olmadığını ikrar sayılır. Semerkant âlimleri bununla fetva vermişlerdir. Buhara âlimleri buna muhalefet etmişlerdir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil bulunduğunda müftinin fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır. Nitekim şârih bunu zikredecektir. Fakat metinler, Semerkant âlimlerinin kavline göredir.
25 - Bir kimse akrabası olmayan bir şahsın bir malı veya bir haneyi sattığını gördüğünde sükût ettiği gibi o malı satın alanın o mal veya o hanede tasarruf ettiğini görüp sükût etse, sükûtu o malın veya o hanenin kendisine aid olduğunu dâvâ etme hakkını düşürür. Fakat bir kimse zevcesini veya yakınını bir mal satarken görüp sükût etse, bu sükûtundan sonra o malın kendisine aid olduğunu dâvâ edemez.
26 - İnan ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız nefsim için satın alıyorum" dediğinde ortağı sükût etse, bu cariye ortak olmayıp satın alanın olur. Ama mufavaza ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız kendi nefsim için satın alıyorum" dediğinde ortağının mutlaka sözle kabul etmesi lâzımdır.
27 - Muayyen bir şeyi satın almaya vekil olan bir kimse müvekkiline "o malı kendi nefsim için satın almak istiyorum" deyip o malı satın alsa, kendi nefsi için satın almış olur.
28 - Aklı eren küçük bir çocuğun velisi onun alış - veriş yaptığını görüp sükût etse sükûtu izin sayılır.
29 - Bir kimse tulumunun başkası tarafından delinip içinde olanın aktığını gördüğü halde sükût etse, sükûtu rıza sayılır. Fakat bu meseleye yine Eşbah'ta olan şu mesele ile itiraz edilmiştir: Bir kimse malının başkası tarafından telef ve zâyi edildiğini görüp sükût etse, sükûtu malının telef ve zâyi edilmesine izin sayılmaz.
30 - "Köleme hizmet ettirmeyeceğim" diye yemin eden kimse, kölesine hizmet etmesi için emir etmeksizin ve onu hizmetten nehyetmeksizin kölesi kendiliğinden ona hizmet ettiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.
31 - Bir kadın kızının çeyizine babasının eşyalarından bazı şeyler koyarken kızın babası sükût etse, o verilen şeyleri geri alamaz.
32 - Bir ana kızının çeyizi için mutad olan şeyi harcayıp kızın babası sükût etse, ana harcadığını ödemez.
33 - Bir kimse üzerinde zinet bulunan bir cariyeyi satıp bu zinetin müşterinin olmasını şart kılmayıp, müşteri bu cariyeyi teslim alıp götürürken satan kimse sükût etse, sükûtu bu zineti teslim gibi olur da zinet müşterinin olur.
34 - Bir talebe hocasına ders okurken hocası sükût etse, sükûtu esah olan kavle göre takriri yerindedir.
35 - Dâvâlı, 'bir özrü bulunmadığı halde sükût etse, sükûtu inkar sayılır. Bazı fukaha: "Dâvâlının sükûtu inkâr da ikrar da sayılmayacağından hapsedilir." demişlerdir. Bu kavil, İmam Ebû Yusuf'un kavlidir. Nitekim bir davâlı "ikrar da etmiyorum, inkar da etmiyorum" dediği zaman hapsedilir. Bahır sahibi bu kavil ile fetva vermiştir.
36 - Tezkiye edenden şâhidin hali sorulduğunda sükût etse, sükûtu şâhidin âdil olduğunu itiraf sayılır.
37 - Rehin veren kimse, kendisine rehin verilen şahsın rehin aldığını görüp sükût etse, sükûtu rıza sayılır.
Rehin alan, rehin verenin rehni sattığını görüp sükût etse, sükûtu bir rivâyete göre rehni iptal etmediği gibi rıza da sayılmaz. Diğer rivâyete göre rehni iptal ettiği gibi rıza da sayılır.
Bilmiş ol ki; Eşbah'ın ibâresinde: "Rehin veren rehni" satsa" diye zikredildiği halde, şârihin ibaresinde: "Rehni alan rehni satsa" diye zikredilmiştir. Bilindiği gîbi hangisi satarsa satsın hüküm değişmez. Çünkü rehin veren ile rehin alandan birisi diğerinin rızası olmaksızın rehni satamaz.
T E T İ M M E: Fukahadan bazıları: "Vasîlerden biri veya varislerden biri cenazeyi kabire kadar taşıyacak bir kaç kimseyi ücretle tuttuğunda diğer vasîlerin veya varislerin bunu önlemeye kudretleri bulunduğu halde sükût etseler, bid'at ve münker üzerine sükût etmeleri rıza sayılır." demişlerdir.
Bir kimse bir şahsı vasî tâyin edip o şahıs o kimsenin hayatında sükût edip o kimse ölünce o şahıs onun terekesinin bir kısmını satsa veya onun borcunu ödese, bu hareketi vasîliği kabul sayılır.
Bir kadın zevcinin pamuğunu eğirirken veya onun ipini dokurken zevci görüp sükût etse, sükûtu rıza sayılacağından zevcesine pamuğun veya ipliğin kıymetini ödettiremez.
Kezâ: Yoğrulmuş bir hamuru veya yatırılmış bir koyunu bir kimse gelip sahîbinin huzurunda hamuru ekmek yapsa veya koyunu kesse, sahîbinin sükûtu delâleten emir sayılır.
METİN
= İnkar edene yemin ettirilmeyen yerler beyânındadır =
Eşbâh'ta: "Otuz bir meselede inkar edene yemin ettirilmez." diye zikredilmiştir. Musannıf inkâr edene yemin ettirilmeyen yerleri dokuz meseleye kısaltmıştır.
Hâniyye'de beyân edilmiştir ki; bu otuz bir meselenin bazısında ihtilâf bazısında ittifak vardır. Onlardan dokuzu kıza olarak beyân edilmiştir.
"Bir kimse küçük veya büyük kızını evlendirdi" diye dâvâ edildiğinde o kimseye yemin ettirilmez. İmameyn'e göre, küçük kız hakkında babaya yemin ettirilir.
"Fülan efendi fülane cariyesini evlendirdi" diye dâva edildiğinde efendiye yemin ettirilmez.
Alacaklı bir kimse bir şahsa "sen ölen falan adamın vasîsisin. O sana borcunun ödenmesini vasiyet etti. Terekesinden benim alacağımı ver" diye dâvâ edip o da inkar etse, yemin ettirilmez.
Şahidi bulunmayan alacaklı bir kimse, vasiliği sâbit olan bir vasiye "seni vasî tayin edip ölen fülan adamda şu kadar meblâğ alacağım vardır" diye dâvâ ettiğinde vasî, ölen adamın borçlu olduğunu inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez.
Bir vekil aleyhine dâvâ açıldığında vekil, vekil olduğunu inkâr etse veya dâvâ edilen şeyi inkâr etse, bu iki meselede -vasi gibi - kendisine yemin ettirilmez.
Bir şahsın elinde bulunan bir şeyi iki kimseden her biri ondan satın almış olduğunu dâvâ edip o şahıs da onlardan birine sattığını ikrar edip diğerine sattığını inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü o şahıs o şeyi onlardan birine sattığını ikrar edince o şey ikrar ettiği kimsenin olur. Yemin ettirildiği takdirde yemin etmese, o şey diğer kimseye verilemez. Buna göre yemin ettirilmekte bir fayda yoktur. Eğer o şahıs o şeyi onlara sattığını inkâr edip kadı onlardan fülana satmadığına dair yemin etmesini teklif ettiğinde yemin etmese, aleyhine hükmedilip o şey elinden alınır ve diğeri için tekrar yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir şahsın elinde bulunan bir şeyi kendisine hibe edip teslim ettiklerini dâvâ ettiklerinde o şahıs onlardan biri için ikrar etse, diğeri için yemin ettirilmez. Eğer "onlardan fülanın hibe etmediğine dair yemin et" denildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir şahsın kendilerinden bir şeyi rehin olarak aldığını dâvâ edip o şahıs da birinden rehin aldığını ikrar etse veya birinden rehin almadığına dair yemin etmesi teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.
Bir şahsın elinde bulunan bir şeyi iki kimseden biri ona rehin olarak teslim ettiğini, diğeri ondan satın aldığını dâva edip o şahıs da rehni ikrar edip satmayı inkâr etse, kendisine müşteri için yemin ettirilmez. Eğer bu rehinle satın almayı dâva edenlerden biri icareyi, diğeri satın almayı davâ edipdâvalı icareyi ikrar edip satmayı inkâr etse, kendisine satın almayı dâvâ eden için yemin ettirilmez. Satın almayı dâva edene "dilersen icare müddeti bitinceye kadar veya rehin kurtuluncaya kadar sabret, dilersen satışı feshet" denir.
Bir malı iki kimseden biri sadaka olarak teslim aldığını diğeri satın aldığını dâvâ edip, dâvâlı bunlardan birini ikrar etse, kendisine diğeri için yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir akarın kendisine kiraya verildiğini davâ edip dâvalı bunlardan birine ikrar etse veya bunlardan birine kiraya vermediğine dair yemin etmesi teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez. Fakat iki kimseden her biri bir şahsın elinde bulunan bir malı kendisinden gasbettiğini dâva edip o da birine ikrar etse veya bunlardan birinden gasbetmediğine dair yemin teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilir. Nitekim onlardan her biri o malı o şahsa emânet verdiğini dâvâ edip dâvâlı birinin emâneti olduğunu ikrar etse, diğerinin emâneti olmadığına dair yemin ettirilir. İâre de böyledir. Yemini şöyle yapar: "Vallâhi zimmetimde şu cinsten bir mal veya o malın kıymeti yoktur." der.
Satan bir kimse sattığı bir malın kusuruna "müvekkil razı olmuştu" diye dâvâ etse, vekiline yemin ettirilmez. Dâvâlı, dâvâcıyı nikâha vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez.
Sanatkâr ile iş yaptıran, anlaştıkları işde ihtilâf etseler hiç birine yemin lâzım gelmez.
Bir sanatkâr bir kimseyi "bana şu işi yaptırdın" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez.
Otuz birinci mesele: Bir kimse bir şahsı "ben senin fülan gaib adama olan borcunu almaya ve husumete onun tarafından vekilim" diye dâvâ edip o da inkâr etse, İmam-ı Azam'a göre borçluya yemin ettirilmez. İmameyn'e göre ettirilir. Bazı fukaha böyle beyân etmişlerdir. İmam-ı Hulvanî: "Bütün fukahanın kavilleri üzere yemin ettirilir." demiştir. Hâniyye'den nakledilen burada son bulmuştur.
Bahır'ın otuz birinci meselesinde "yemin ettirilmez" diye zikredilenden mâlum oldu ki Hulâsa'nın: "Herhangi bir yerde dâvâlı bir şeyi ikrar ederse, o şey kendisine lâzım olur. O şeyi inkâr ederse kendisine yemin ettirilir. Ancak üç yerde ettirilmez." beyânı kusurludur. Çünkü Hulâsa sahibi yemin ettirilmeyen yeri üçe kısaltmıştır.
Üçten birincisi: Satın almaya vekil olan bir kimse, satın aldığı malda bir kusur bulup kusuru sebebiyle onu geri vermek istediğinde satıcı, vekile "müvekkilinin bu ayıba razı olmadığına Allah-ü Teâlâ'ya yemin et" diye yemin arz edemez. Eğer vekil müvekkilin o kusura rızasın ikrar ederse, o şey kendisine lâzım gelir ve geri verme hakkı da bâtıl olur.
İkincisi: Satıcı müvekkile "o kusura razı oldun" diye dâvâ etse, müvekkile yemin ettirilmez. Eğer müvekkil ikrar ederse, o şeyi kusuruyla kabul etmesi kendisine lâzım gelir.
Üçüncüsü: Bir alacağa vekil olan kimseye, borçlu "senin müvekkilin benim zimmetimi alacağından berî kıldı" diye iddia edip vekile mâlumu olmadığına dair yemin arz edecek olsa, vekile yemin ettirilmez. Eğer vekil müvekkilinin borçlunun zimmetini alacağından berî kıldığını ikrar ederse, kendisine o ikrarın muktezası lâzım gelir ki, onunla muhasama edemez. Yoksa müvekkile vekilin ikrar ettiği şey sâbit olmaz. Hulâsa'nın kelâmı burada sona ermiştir.
Bahır sahibi. "Zikredilen otuz bir mesele üzerine ben de ziyade ettim." demiştir:
Satıcı kusurun o anda mevcud olduğunu inkâr etse, İmam-ı Azam'a göre yemin ettirilmez. Eğer kusurun hâla mevcud olduğunu ikrar ederse, hıyar-ı ayıbda geçtiği üzere kendisine lazım gelir.
Şâhid şehâdetinden döndüğünü inkâr ederse, yemin ettirilmez. Eğer döndüğünü ikrar ederse, şehâdeti sebebiyle telef olan malı öder. Hırsız hırsızlığını inkâr ederse elinin kesilmesi için yemin ettirilmez. Fakat çalınan malın isbatı için yemin ettirilir. Eğer hırsızlığı ikrar ederse eli kesilir. Bundan dolayı İsbîcabî: "Baba sabînin malına vasî yetimin malına, mütevelli mescidin ve evkafın malına hıyanet etti diye dâvâ edilirse bunlara yemin ettirilmez. Ancak bunların aleyhine akid dâvâ edilirse bu takdirde kendilerine yemin ettirilir." demiştir. Bahır'ın kelâmı burada sona ermiştir.
Eşbah sahibinin zikrettiği meseleler üzerine şu meseleler da ziyade edilmiştir:
Birincisi: Bir kimse bir şahıstan bir şey dâvâ edip yemin etmesini istediğinde dâvâlı, "o şey benim küçük oğlumundur" dese, yemin ettirilmez.
Fetâvây-ı Fazli'de zikredilmiştir ki; bütün fukahanın kavilleri üzerine, o şahısa yemin lâzım gelir. Artık yemin teklif edildiğinde yeminden çekinirse, davâ edilen şey arazi olduğu takdirde arazi davâcıya hükmedilir. Sonra çocuk baliğ olduğunda dâvâcıyı tasdik ederse, onun dediği gibi olur. Eğer onu yalanlarsa, baba arazinin kıymetini dâvâcıya öder. Arazi dâvâcıdan alınıp çocuğa verilir. Bu mesele, bir şahsın inkâr edeceği veya tasdik edeceği bilinmeyen gâib bir kimse için bir şey ikrar etmesi gibidir. İkrar eden şahsa yemin arz edilir. Yeminden çekinirse, aleyhine hükmedilir. Gaib olan kimsenin gelmesi beklenir. Gelince ikrar edeni tasdik ederse ne alâ; tasdik etmezse o şey kendisine verilir. O şeyin kıymetini davâ edene öder. Bu mesele Bahır'da: "Küçük çocuğun malı hususunda babaya yemin ettirilmez." meselesine râcidir. Çünkü baba arazinin küçük çocuğa aid olduğunu ikrar edince arazinin çocuğun malı olduğu ortaya çıkmış olur. Fakat bunda teemmül vardır. Musannıfın yukarıda geçen kavli muhakkak küçük çocuğun malı olduğuna göredir. Bu meselede ise küçük çocuğun malı olduğu ancak babanın ikrarıyla sâbit olur. Zira ikrarı dâvâyı kendinden defetmeye çare olabilir.
İkincisi: Bir kimse bir hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar etse yemin ettirilmez.
Nevâzil'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar edip hanenin küçük oğluna aid olduğunu ikrar etse, şuf'a dâvâ edenin o hanenin satılmış olduğuna dair şâhidi bulunmasa, satın alan kimseye yemin ettirilmez. Çünkü oğluna ikrarı kendisine lâzım geldiğinden bundan sonra başkasına ikrarı câiz değildir.
Üçüncüsü: Bir kimsenin elinde bir köle veya bir cariye veya bir elbise bulunup bir şahıs onun kendilerine aid olduğunu iddia edip o kimseyi hâkimin huzuruna çıkarttıklarında onu dâvâcılardan birine ikrar etmekle diğeri yemin ettirmek istese bakılır: Eğer yemin ettirmek isteyen şahıs o şeyin kendisine nereden kaldığını söylemeksizin kendisinin mülkü olduğunu dâvâ etse veya o kimseden satın aldığını dâvâ etse, o kimseye yemin ettirilmez. Eğer yemin ettirmek isteyen şahıs o kimsenin o şeyi kendisinden gasbettiğini iddia ederse, o kimseye yemin ettirilir. Çünkü o kimse yemin etmeyip gasbı ikrar ederse, kendisine o şeyi ödemesi lâzım gelir.
Dördüncüsü: Bir baba küçük oğlu için bir hane satın alıp sonra paranın mikdarında şüf'a sahibiyle ihtilâf etseler, babanın sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim mezhebin kitablarının çoğunda böyle beyân edilmiştir.
Beşincisi: Bir hırsız eli kesildikten sonra çalınan malın telef ve zâyi olduğunu, mal sahibi ise onun yanında mevcud olduğunu iddia etseler hırsızın sözü yeminsiz kabul edilir. Ebu'l-Leys Nevâzil'inde zikretmiştir ki; Ebu'l-Kasım'a "Bir hırsız eli kesildikten sonra çalınan mal telef ve zâyi olsa öder mi?" diye sorulmuş, o da: "Ödemez o mal gerek el kesilmeden önce telef ve zâyi olsun, gerekse kesildikten sonra telef ve zâyi olsun hüküm birdir." demiştir. Yine Ebu'l-Kasım'a "Hırsız, çaldığı malı; telef ve zâyi ettim, deyip mal sahibi; telef ve zâyi etmedin, mal senin yanında mevcuddur, diye iddia etse hırsıza yemin ettirilir mi?" diye sorulmuş, o da: "Hırsızın sözü yeminsiz kabul edilir." diye cevap vermiştir.
Altıncısı: Bir kimse bir şahsa bir şey hibe edip sonra hibesinden dönmek istediğinde o şahıs hibenin telef ve zâyi olduğunu iddia etse, sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim Hâniyye'de ve diğer mu'teber kitablarda böyle beyân edilmiştir.
Yedincisi: Bir kimse bir şahsa, "Sen fülan ölünün vasîsisin" diye dâvâ ettiğinde o şahıs inkâr etse yemin ettirilmez.
Sekizincisi: Bir kimse bir şahsa, "sen fülanın vekilisin" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez. Bu iki mesele Bezzâziye'de zikredilmiştir.
Dokuzuncusu: Hibe eden, "ıvazı şart kıldım" deyip kendisine hibe edilen "şart kılmadın" diye iddia etse kendisine hibe edilenin sözü yeminsiz kabul edilir.
Onuncusu: Bir köle bir şey satın aldığında satıcı "senin ticaret için iznin yoktur" deyip köle de, "benim iznim vardır" dese, kölenin sözü yeminsiz kabul edilir.
On birincisi: Bir köle başka bir köleden bir şey satın alıp biri, "benim ticaret için iznim yoktur" deyip diğeri, "senin ve benim ticaret için iznimiz vardır" dese izin iddia edenin sözü yeminsiz kabul edilir.
On ikincisi: Bir hakim yetimin malını sattığında müşteri kusurundan dolayı malı hâkime geri verecek olduğunda hakim "sen beni malın kusuru dâvâsından berî kıldın" dese, hâkimin sözü yeminsiz kabul edilir. Keza; bir kimse, hâkim tarafından yetimin arazisinin kendisine icareye verildiğini dâvâ ettiğinde, hâkime yemin ettirecek olsa ettiremez. Çünkü, hâkimin sözü hüküm olduğundan hâkime yemin ettirilmez. Kezâ hâkimin aleyhine dâvâ edilen her şeyde hâkime yemin ettirilmez.
On üçüncüsü: Bir baba kızının mehrini kocasından taleb etse, eğer kızı küçük veya büyük olup bâkire ise onun mehrini taleb edebilir. Baba ile zevc kızın bekâretinde ihtilâf edip zevc "duldur" diye iddia edip delili bulunmadığından hâkimden babasından kızının dul olduğunu bilmediğine dair yemin etmesini istese, İmam Ebû Yusuf'a göre; yemin ettirilir. Hassaf "yemin ettirilmez" diye zikretmiştir. Nitekim bir alacağı almaya vekil olan kimseye borçlu, alacaklı kendisini berî kıldığını dâvâ edip vekil inkar etse, yemin ettirilmez. Bu meselede de hüküm aynıdır. Zahiriyye.
İZAH
"Dokuz meseleye kısaltmıştır." Dâvâ bahsinde gelecektir ki; zevcin veya zevcenin inkâr ettikleri nikâhda, iddetten sonra inkâr ettikleri ric'atta, müddetten sonra iladan inkâr ettikleri fey ve rücu'da, cariyenin ümmi veled dâvâsında, bir kimsenin meçhûl olan bir şahsa, "bu benim kölemdir" veya "oğlumdur" diye dâvâsında had ve lianda yemin yoktur. Fakat müftâbih olan kavle göre; bunların hepsinde yemin vardır. İmam-ı Azam'ın kavline göre bu dokuz yerde yeminin olmaması müftâbih olan kavle muhâliftir.
"Müvekkil razı olmuştu." Yani bir kimse satın almaya vekil olan bir şatışa mal satıp sonra vekil satın aldığı malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı vekile, "müvekkilin bu kusura razı olmuştu" diye iddia etse, vekil yemin ettirilmez. Bu meselenin şöyle olma ihtimali de vardır: Müvekkil satın alınan malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı müvekkile, "sen bu kusura razı olmuştun" diye iddia etse, müvekkile yemin ettirilmez. Layık olan bunun başka bir sûret sayılmasıdır. Çünkü Hulâsa'da bunlar iki sûret kılınmışlardır. Nitekim gelecektir.
"Nikâha vekil tâyin ettiğini..." Bir kimse bir şahsı evlendirdiğinde o şahıs o kimseyi kendisini evlendirmesi için vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez. Çünkü bu, hakikatte nikâhı inkârdır.
"Hiç birine yemin lâzım gelmez: Çünkü selâm bahsinin sonunda beyân edildiğine göre; sanatkâr, işi anlaştıkları gibi yapmış olsa bile iş yaptıran onualıp almamakta muhayyerdir. İhtilâf ettikleri takdirde evleviyetle olmayabilir.
"Borçluya yemin ettirilmez." Çünkü borçluya yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, borcunu vekile vermesi lâzım gelir. Bu ise zararlıdır. Çünkü müvekkil gelince vekili tasdik etmezse ve vekile verilen borç onun yanında kusuru olmaksızın zâyi ve telef olmuş olsa aleyhine zâyi olmuş olur.
"Bunların aleyhine akid dâvâ edilirse..." Mesela: "mütevelli vakfın malını" veya "baba küçük çocuğun malını kiraya verdi" diye dâvâ edilip bunlar da inkâr ederse, kendilerine yemin verilir.
"Gâib bir kimse için bir şey ikrar etmesi gibidir." Yani bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir malın kendi mülkü olduğunu davâ edip dâvâlı o malın inkâr edeceği veya tasdik edeceği bilinmeyen gaib bir adamın malı olduğunu ikrar etse, kendisine yemin ettirilmez.
Hâsılı; Bir dâvâcı, dâvâsını şâhid ile isbattan aciz olunca onun talebiyle dâvâlıya yemin ettirilir. Bu, bir yemin ettirme meselesidir ve bir kâide-i esasiyyedir. Fakat bu kâideden bazı meseleler müstesnadır: Bir kimse bir şahıstan, "sen fülanın vekilisin" diye dâvâ edip o şahıs da inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü bu yeminde bir fâide yoktur. Zira vekil kendisini vekaletten azledebilir. Bu inkar ise bir azil ve istifa demektir. Eğer yeminden çekinmesi ikrar sayılsa, onun bu ikrarı başkası hakkında muteber olmaz.
Kezâ: İki kimseden her biri bir şahsın elindeki bir malı o şahıstan satın alınış olduğunu dâvâ edip o şahıs bu malı bunlardan birine sattığını ikrar edip diğerinin dâvasını inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü kendisine yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, bu bir ikrar olacaktır. Halbuki bu ikrar evvelki ikrar ettiği kimsenin aleyhine muteber olmaz.
İki kimseden her biri bir haneyi kiraladığını dâvâ edip hane sahibi bunlardan birinin dâvâsını ikrar ve tasdik etse, artık diğerinin dâvâsını inkardan dolayı kendisine yemin ettirilmez. Çünkü bu yeminden çekinse bu, diğerinin aleyhine ikrar olacaktır. Bu ikrar ise muteber olmadığından bir faide yoktur.
Satıcı ile alıcı satılan malın parasının vadeli olup olmamasında veya şart-ı hıyarda yani satıcının şu kadar gün muhayyer olup olmadığından paranın tamamen veya kısmen ödenip ödenmediğinde ihtilâf etseler, bu üç surette inkar edene yemin ettirilir.
METİN
On dördüncüsü: Bir cariye satın alan kimse cariyenin zevci bulunduğunu iddia edip satıcı da, "bunun zevci benim kölemdi, fakat satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, sözü yeminsiz kabul edilir. Siraciyye'de de böyle beyân edilmiştir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir. Bu izah bu kitabın hâssasındandır. Bunun gibi Şerefü'd-dini Gazzi'nin Eşbah üzerine olan hâşiyelerinde de zikredilmiştir.
Şârih der ki; Şeyh Salih Eşbah hâşiyesinde yedi mesele daha ziyade etmiştir, biz onları da beyân ederiz :
On beşincisi: Dâvalı şâhid hakkında ta'n edip, "bu şâhid bu haneyi şahadetinden önce kendi nefsi için dâvâ etmiştir" deyip şâhid de inkâr edip dâvâlı şâhide yemin verilmesini istese, yemin verilmez. Mecmau'l-Fetâvâ.
On altıncısı: Bir cemaatin alacakları bir ölünün terekesini kaplamış iken başka bir alacaklı gelip kendisinin de ölüden bir mikdar alacağı bulunduğunu iddia etse, hasım ancak vâris olur. Fakat vârise yemin verilmez. Çünkü vârise yemin verildiği takdirde yeminden çekinmekle ikrar etmiş olsa kabul edilemeyeceğinden yemin ettirilmez.
On yedincisi: Bir kimse bir şahısta bin dirhem hakkı bulunduğunu o şahsın önce ikrar edip sonra inkâr ettiğini iddia etse, o şahsa, "ikrar etmedin mi? diye yemin ettirilir mi? Fukahadan İmam Debbusî: "Yemin ettirilir." demiş, Saffar ise: "Yemin ettirilmez, ancak asıl hak üzerine yemin ettirilir." demiştir. Mecmau'l-Fetâvâ.
On sekizincisi: Bir kimse bir şahsa bir mikdar mal verip sonra aralarında ihtilâf edip malı alan şahıs "ben o malı emânet olarak almıştım" deyip malı veren kimse ise, "o malı sen nefsin için almıştın" dese, dâvâlıya yemin ettirilmez. Hâkim, "dâvâlı, ödemenin sebebi olan başkasının malını almış olduğunu ikrar ettiğinden mal sahîbinin sözü kabul edilir" der.
On dokuzuncusu: Bir kimse bir şahsı hâkimin huzuruna götürüp, "fülan oğlu fülanca ölmüştür, ben onun oğluyum. Benden başka vârisi yoktur, babamın bu şahsın üzerinde şu kadar malı vardır. Tahsil edilmesini istiyorum" diye dâvâ edip o şahıs da bu dâvâyı inkâr etse, bunun üzerine dâvâcı hâkime "babamın öldüğüne, benim onun oğlu olduğuma, bilgisi olmadığına dair kendisine yemin ettirmeni istiyorum" dese, yemin ettirilmez. Ancak dâvâcı bu dâvâyı isbat ettikten sonra yine o şahıs dâvâ edilen malı inkâr ederse, kendisine yemin ettirilir. Bazı fukaha: "O şahsa dâvâcının ölenin oğlu olduğunu ve onun öldüğünü bilmediğine dair yemin ettirilir" demişlerdir. Birinci kavil İmam-ı Azam'ın, ikinci kavil İmameyn'indir. İmam Hulvânî: "Sahih olan ikinci kavildir, yani yemin ettirilir." demiştir. Valvalciyye.
Yirmincisi; Bir kimse bir şahsı, "benim sende bin dirhem hakkım vardır" diye dâvâ ettiğinde dâvâlı hâkime, "bu kimse bu dâvâyı benden fülan beldenin hâkiminin huzurunda dâvâ edip dâvâdan çıkınca beni bu dâvâdan berî kıldı, artık benim zimmetimi bu dâvâdan beri kılmadığına kendisine yemin ettir. Eğer yemin ederse ben de yemin ederim ki, onun bende bir şeyi yoktur." dese bu mesele ulema arasında ihtilâflıdır. Sahih olan kavle göre dâvâcıya dâvâlıyı ondan beri kılmadığına yemin ettirilir.
Bir kimse bir şahsı, "elbisemi yırttın" diye dâvâ edip elbiseyle beraber hâkimin huzuruna gidip hâkimden o şahsa ödemenin sebebi olan yırtmaüzerine yemin vermesini istese yemin ettirilmez.
FAİDE : Şârih der ki; yemin edilmeyen meseleler elli iki olmuştur. Bu meseleler hıfzedilmelidir. İmam Hulvânî: "Bir haneden muayyen olmayan bir hisseyi dâvâ gibi bir cehalet şâhidin kabulüne mâni olduğu gibi yemin verilmesine de mani olur. Ancak hâkim yetimin vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle ittiham ettiğinde kendilerinden muayyen bir şey dâvâ etmezse de vakıf ile yetimin hakkını korumak için yemin ettirir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
= Bir kâdı'nın bir kaç mesele müstesna müctehedünfih olan bir me-selede vermiş olduğu hüküm geçerlidir =
Eşbah'ta bir kadı müctehedün-fih olan bir meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak bir kaç meselede geçerli olmayıp onlarda hâkimin hükmü bozulur. Musannıfın oğlu şeyh Salih b. Muhammed b. Abdullah Eşbah üzerine olan Zevâhirü'l-Cevâhir fi't tefsiri ale'l-Eşbah ve'n-Nezâir isimli hâşiyesinde demiştir ki; Eşbâh sahibinin istisna ettiği bozulan meseleler üzerine birtakım meselelere de ben zafer-yab oldum da fâideyi tamamlamak için onları da ben ziyade edip üç kısım üzerine taksim ettim.
Birinci kısım: Meşayıhımızın bozulmasında ihtilaf etmedikleri meselelerdir.
İkinci kısım: Meşayıhımızın bozulmasında ihtilâf etmiş oldukları me-selelerdir.
Üçüncü kısım: Bozulması hakkında İmam-ı Azam'dan nass ve tasrih olmayıp kendisinde ashabımızın ihtilâf edip tasniflerinde tearuz bulunan meselelerdir.
İZAH
"Cariyenin zevci bulunduğunu iddia edip..." Yani bir cariye satın alan kimse cariyenin zevci bulunduğunu ve bu yüzden cariyeden menfaatlanmanın noksan olacağını ileri sürüp cariyeyi geri vermek istediğinde satıcı, "bunun zevci benim kölemdi, fakat satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, satıcının sözü yeminsiz kabul edilir.
"Ancak asıl hak üzerine yemin ettirilir." Çünkü o şahıs yalan olarak ikrar etmiş olur da yeminle ikrar üzerine ilzam edilmesinde kendisine zarar verilmiş olur. Bilenler için bu meselenin zikredilmesinde bir faidenin olmadığı gizli değildir. Çünkü bu meselede dâvâlıya ittifakla yemin ettirilir. Ancak ihtilâf ne üzerine yemin ettirileceği hususundadır.
"O malı sen nefsin için almıştın." Yani o malı sen ödünç veya gasb olarak almıştın, bundan dolayı o malı ödemen lâzımdır.
"Ödemenin sebebi olan yırtma üzerine yemin vermesini istese, yemin ettirilmez." Yani dâvâlıya, "Vallâhi ben bu elbiseyi yırtmadım" diye yemin ettirilmez. Çünkü dâvâlı o elbiseyi o kimsenin izniyle yırtmış olabilir veya elbise dâvâlının olur da kendi mülkünde iken yırtıp sonra yırtık olarak satmış olabilir. Bundan dolayı davâlıya, "Vallâhi bu elbiseyi bu yırtık sebebiyle ödemek benim üzerime lâzım değildir" diye yemin ettirilir. T.
"Yemin edilmeyen meseleler elli iki olmuştur." Ben derim ki: Yemin verilmeyen meseleler elli sekizdir. Bunların otuz biri Hâniyye'de, altısı Bahır'da, on dördü Tenvîru'l-Besâir'de, yedisi de Zevâhir'de zikredilmiştir. H.
Ben derim ki: Yukarıda beyân edildiği üzere Hulâsa'da yemin verilmeyen meseleler üçe kısaltılmıştır. Bunlardan ikinci ile üçüncü meselelerin de ziyade edilmesiyle yemin edilmeyen meseleler altmış olmuş olur. Metinde beyân edilen cehâlet meselesinin de ziyade edilmesiyle yemin verilmeyen meseleler altmış bir olmuş olur. Ben Camiu'l-Fûsuleyn'den naklen bu meseleler üzerine sekiz mesele daha ziyade ettim :
Bir şâhid şahadeti inkâr ettiğinde kendisine yemin ettirilmez.
Dâvalı, "şâhid yalan söylüyor, dâvâcıya şâhidin yalan söylediğini bilmediğine dair yemin ettirilsin" dese yemin ettirilmez.
Fülan kimse cariyesini âzâd etti veya zevcesini boşadı diye dâvâ edilip o da inkâr etse, bazı fukahaya göre yemin ettirilir, bazı fukahaya göre ise yemin ettirilmez. Böyle bir mesele hakkında fetva verirken iyi düşünmek lâzım gelir.
İki kimseden her biri bir kadınla evlenmiş olduğunu iddia edip o kadın onlardan biriyle evlenmiş olduğunu ikrar etmekle diğerinin iddiasını inkâr etse, ittifakla kendisine yemin ettirilmez. Eğer o kadın evlendiğini hiç ikrar etmese, kendisine, "onlardan fülan ile evlenmediğine yemin et" denildiğinde yemin etmekten çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.
Bâliğa bir kız velisi evlendirdiğinde zevc kızın razı olduğunu iddia edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez. Kezâ: Bir kadını bir kimse bir şahısla evlendirdikten sonra kadın o şahısta evlendiğini iddia edip o da inkâr etse, yemin ettirilmez.
İki kimseden her biri bir malın kendi elinde bulunduğunu iddia edip hiç birinin şâhidi de bulunmadığından bunlardan biri diğerine "bu malın benim elimde olduğunu bilmediğine dair yemin etmeni istiyorum." dese bazı fukahaya göre yemin ettirilir, bazı fukahaya göre ettirilmez. Bunlarla birlikte yemin verilmeyen meseleler altmış dokuz olmuştur. Hamd Alemlerin Rabbine mahsustur.
"Ancak hâkim yetimin vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle it-tiham ettiğinde..." Eşbah'da bu iki meseleden başka dört mesele daha ziyade edilmiştir:
Birincisi: Emânet veren emânetçinin mutlak surette hıyanetini iddia etse yemin ettirilir.
İkincisi: Meçhûl rehinde yemin ettirilir.
Üçüncüsü : Gasb dâvâsında yemin ettirilir.
Dördüncüsü : Hırsızlık dâvâsında yemin ettirilir.
"Eşbâh'da bir kadı..." Eşbah'ın ibâresi izahla şöyledir: Bir kadı müc-tehedün-fiha olan bir meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak ashabımızın geçerli olmadığına dair nassı bulunan meseleler müstesnadır. Meselâ; bir kimse bir hanede olan hakkını Mısır'da sâkin olduğu halde üç sene davâ etmese, hakkı bâtıl olur diyen bazı fukahanın zayıf kavillerine göre bir kadı bu müddetin uzun olmasından dolayı hakkının iptaliyle hükmetse hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu kavil terkedilmiştir. Bu dâva başka bir kadıya götürülse ikinci kadı birinci kadının hükmünü iptal edip dâvâcıya hükmeder. Hâniyye.
Ben derim ki: Bazı fukahanın : "Uzun zaman dâvâ etmeyenin hakkı bâtıl olur." kavillerinden âhiretteki hakkının bâtıl olması murad edilmeyip dâva etme hakkının bâtıl olması murad edilmiştir.
"Bu kavil terkedilmiştir" İfadesi mutlak surette terkedilmiş mânâsına değildir. Çünkü bizim Hanefî mezhebine göre dâvânın butlanı üzerine karine bulunduğu yerde bu kavil ile amel edilir. Nitekim sükût edildiğinde dâva kabul edilmez meselelerinde geçtiği üzere bir kimse yakını bir şey satarken görüp sükût etse veya zevc ile zevceden biri bir şey satarken diğeri sükût etse veya satın alan bir kimse satın aldığı mülkde ekin ekme veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût etse veya bir kimse bir şahsın bir mülkde otuz üç sene tasarruf ettiğini görüp sükût etse, sonra bunlar o şeylerin kendilerine aid olduğunu davâ etseler, dâvâları kabul edilmez.
Bir kadı, gaib olan bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten aciz olduğunu ileri sürüp ayrılmalarına hükmetse, sahih olan kavle göre hükmü geçerli olmaz. Hazır olan zevc böyle değildir. Yani Şâfii mezhebinden olan bir hâkim, zevcesinin nafakasını vermekten aciz olan hazır bir zevcin nikâhının feshine hükmetse, bizim Hanefî mezhebine göre hükmü geçerli olur. Fakat gaib olan bir zevcin nikâhının feshine hükmetse, sahih kavle göre hükmü geçerli olmaz. Çünkü gaib olan bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten aciz olduğu malûm değildir. Nafaka bahsinde bu hususta geniş malûmat vardır.
Bir kâdı, babasının zina etmiş olduğu bir kadının nikâhının oğluna sahih olduğuna veya oğlunun zina etmiş olduğu bir kadının nikâhının babasına sahih olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre bu hüküm geçersizdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bunun haram olduğuna dair nass vardır. Zira nikah lûgatta vaty (cinsî yakınlık) mânâsınadır. İmam Muhammed'e göre; kâdının bu hükmü geçerlidir. Çünkü bu nass zâhirdir. Bunda te'vil câizdir.
Bir kadı, bir kimseye zina etmiş olduğu kadının anasının veya kızının nikâhının sahîh olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre; bu hüküm geçersizdir. İmam Muhammed'e göre; bu hüküm geçerlidir.
İkinci kısımda Zevâhir'in ibâresinde gelecektir ki; bir kadı, nikâh-ı müt'a (temettu veya istimta gibi bir tâbir ile bir müddet için yapılan nikâhdır) nın sahih olduğuna hükmetse, bu hüküm geçersizdir. Çünkü nikah-ı müt'anın cevazına kail olmaktan dönmüş olduğu sahihtir.
Bir kâdı, zamanın uzamasıyla mehrin düşmesine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bir kadın zevcini mehir hususunda uzun zaman dâvâ etmeyip sonra dâvâ etse, kadının mehir hakkı bâtıl olur. Kâdı, kadının davâsına bakmaz. Şerh-i Ede'bi'l-Kazâ'da zikredilmiştir ki; uzun zaman dâvâ etmeyen bir kadının mehrinin düşmesiyle hükmedilse, bu hüküm geçersiz olur.
Bir kadı, bir innîne (erkeklik tenasül uzvu bulunduğu halde bir hastalıktan dolayı cinsî yakınlıkta bulunamayan kimseye) bir sene mühlet verilmeyeceğine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bu hüküm başka bir kâdıya götürüldüğünde ikinci kâdı birinci kâdının hükmünü iptal edip innîne bir sene mühlet verir.
Bir kâdı, talâk-ı ric'îyle boşanmış bir kadına kocasının iddet içinde kadının rızası olmaksızın dönüp nikâhını devam ettirmesi sahih değildir diye hükmetse, bu hükmü geçersiz olur. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Kocaları bekleme müddeti içinde barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten çok lâyıktırlar." (Bakara sûresi, Ayet: 228) kavl-i kerimine muhaliftir.
Bir kâdı, hamile bir kadın üç talâkla boşandığında veya kendisine cinsi yakınlıkta bulunulmayan bir kadın üç talâkla boşandığında veya hayızlı (âdet gören) bir kadın üç talâkla boşandığında veya bir kadın bir talâktan ziyade boşandığında veya bir kadın bir kelimeyle üç talâk birden boşandığında üç talak vâki olmaz diye hüküm verse, hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Yine erkek, zevcesini boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikâhlanıp varıncaya kadar ona (birinci zevcine) helal olmaz." (Bakara Sûresi âyet : 230) kavl-i kerîmine muhâliftir. Bu âyet-i kerimede birinci zevcinin boşamasıyla üçüncü talâkı boşaması murad edilmiştir. Buna göre fukahadan her kim bu kadınların hiç boş olmayacağını veya bir talâk boş olacağını söylerse, üç talâkla boşanan hürre bir kadın iki talâkla boşanan bir cariye iddetlerini bitirdikten sonra sahih nikâhla başka bir adamla evlenmeden birinci zevcine helal olacağını isbat etmiş olur. Bu ise ayet-i kerîmeye muhâliftir.
Ben derim ki: İbn-i Kemal Paşa'ya nisbet edilen Fetava'da : "Bir kadın bir kelimeyle üç talak birden boşandığında bir talâk vaki olur." diye zikredilen kavle itimad edilmez. Asrımızda kim bu kavil ile fetva verirse, o cahilin tâ kendisidir. Nitekim ben bunu uzun bir fetvada izah ettim.
Bir kâdı, bir zevc zevcesini cinsi yakınlıkta bulunmuş olduğu temizlikte boşarsa, talâk vâki olmaz diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, "bir zevc, cinsî yakınlıkta bulunmadığı zevcesini mehrini ve çeyizini verdikten sonra boşasa, vermiş olduğu çeyizin yarısını geri alır" diyehükmetse, hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hüküm nassa muhaliftir. Zira Hak Teâlâ Hazretleri kendilerine cinsî yakınlıkta bulunulmadan önce boşanan kadınlara akidde tayin edilen mehrin yarısının verilmesini emretmiştir. Çeyiz ise akidde tâyin edilmiş olmadığından yarıya bölünmez.
Bir kadı bir çocuğun babasının hattına dayanarak yapmış olduğu şahadetiyle hükmetse, yani ölen bir kimsenin oğlu babasının hattını bir defterde bulup babasının hattı olduğunu kesin olarak bildikten sonra bu defter sebebiyle bir şeye şahitlik yaptığında kadı ölen bir kimsenin çocuğu her hususta babasının yerine geçmektedir diyerek bu çocuğun şahadetiyle hükmetse, bu hükmü sahih olmaz. Çünkü hat, hatta benzediğinden dolayı hatta dayanılarak yapılan şahadetin câiz olduğuna dair olan kavil terkedilmiştir.
Ben derim ki; Bahır'da bu meseleden sonra şu meseleler de ziyade edilmiştir:
Bir kâdı, bir şahid ve yeminle hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, hadlerde ve kısasda bir erkekle iki kadının şahadetiyle hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, sicillât denilen defterdeki hattın kendisine aid olduğunu unutmuş olduğu halde ona dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, bir şâhidin sicillât defterinde yazılı olan hadiseye şehâdet edip kendisi o hadiseyi hatırlamayıp ancak hattın ve mührün kendisine aid olduğunu bilip bunlara dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, huzurunda okunmaksızın mühürlü bir dâvâ üzerine yapılan bir şahâdete dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, kâdı olan bir kadının had veya kısas hususunda vermiş olduğu hüküm sahîhtir diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de bu yerlerde verilen hüküm geçerlidir. Ancak birinci meselede ihtilaf vardır, diye tasrîh edilmiştir. Galiba bundan dolayı bu meseleler Eşbah'da beyân edilmemiştir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
Bir kadı kasâme (katili bilinmeyen ve üzerinde öldürülme eseri bulunan bir kimsenin bulunduğu mahalle halkından elli kişiye yemin ettirme) de kısasla hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Şerh-i ede'bi'l-kazâ'da beyân edildiğine göre, sureti mesele şöyledir: Bazı ulema: "Dâvâlı ile öldürülen kimsenin arasında açık bir düşmanlık bulunup öldürülen kimsenin dâvâlıdan başka düşmanı bilinmeyip öldürülen kimsenin o mahalleye girmesiyle öldürülmesi arasında az bir zaman bulunduğu takdirde kâdı, öldürülen kimsenin velisine dâvâsı üzerine yemin teklif eder. Yemin ederse dâvâlının kısasına hükmeder." demişlerdir. Fakat bu hüküm sünnete ve sahabenin icma'ına muhâliftir. Bizim Hanefî mezhebine göre böyle bir cinayette diyet ve kasâme lazımdır.
Bir kâdı, şu zevc ile zevceyi emzirdim diye şahadet eden bir kadının şahadetiyle o çiftin arasının ayrılmasına hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, kendi çocuğunun lehine hükmetse, hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hüküm bir bakıma kâdının lehine hüküm olmuş olur. Ama bir kâdı bir oğulun babasının lehine yapmış olduğu şahâdetle veya bir babanın oğlunun lehine yapmış olduğu şahadetle hükmetse, bu hükmün sahih olup olmamasında sahabe arasında ihtilâf vardır. Sonra bu hükmün butlanı üzerine icma vâki olmuştur. İmam Ebu Yusuf'a göre; bu hüküm sahihtir. Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırmış olacağından bu hüküm müctehedünfih olan bir meselede verilmiş değildir.
Bir kâdıya bir çocuğun veya bir kölenin veya bir kâfirin hükmü götürülüp onların vermiş olduğu hükümle hükmetmiş olsa, hükmü sahih olmaz. Çünkü bunların hükmü geçerli değildir.
Bir kâdı, bir sefihi (malını faydasız yere sarf eden kimseyi) malında tasarrufdan men ettiğinde diğer bir kadı ona malında tasarruf etmeye icazet ve izin verse, birinci kadının vermiş olduğu hüküm bâtıl olur. Bu hüküm üçüncü bir kadıya götürülse bu hükmü tenfiz etmesi lâzım gelir.
Bir kâdı, bir kısmı âzâd edilmiş bir kölenin âzâd edilmeyen kısmının satılmasının sahih olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir köle iki kimse arasında ortak olup bunlardan biri fakir olduğu halde o köleyi âzâd edip diğeri sükût etse, sonra sükût eden köledeki hissesini satsa, bunlar muhakeme için bir kadıya müracaat ettiklerinde kadı satışın sahih olduğuna hükmetse, sonra bunlar başka bir kâdıya muhakeme için müracaat etseler, ikinci kâdı birinci kâdının vermiş olduğu hükmü iptal eder. Çünkü Ashab-ı Kiram bir kısmı azâd edilmiş bir kölenin köleliğinin devam edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Bir kâdı amden besmele-i şerife terk edilerek kesilmiş bir hayvanın etinin satılmasının câiz olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre, bu hüküm sahih olmaz. İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'e göre bu hüküm sahih olur. Hızânetü'l-Ekmel.
Bir kâdı, ummi veledin satılmasının câiz olduğuna hükmetse, zâhir olan kavle göre bu hüküm sahih olmaz. Bazı fukaha: "Bu hüküm sahih olur." demişlerdir. İmam Muhammed'e göre; bu hüküm sahih olmaz. Çünkü ümmi veledin satılıp satılmamasında Ashab-ı Kiram arasında ihtilâf vardır. Sonra ümmi veledin satılmasının câiz olmayacağına dair icma vaki olmuştur. İmam Muhammed'e göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırır. İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilafı kaldırmaz. Bundan dolayı ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya göre ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya göre ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli değildir." diye zikretmiştir. Bu mesele ile ilgili malûmat Tedbîr bâbında geçmiştir. Oraya müracaat edile.
Bir kadı, kadınların kısası affetmelerinin butlanına hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir kadının zevci veya babası amden öldürüldüğünde kadınkatili affetse, kadınların kısasda hakları olmadığına inanan bir kadı afvı ibtal etse, sonra kısas yapılmadan bu dâvâ başka bir kadıya götürülse, ikinci kadı birinci kadının hükmünü ibtal edip afvın sahih olduğuna ve kısas edilemeyeceğine hükmeder. Çünkü birinci kâdının vermiş olduğu hüküm Cumhuru Ulema'nın reyine muhâliftir. Eğer kısas yapıldıktan sonra bu dâvâ başka bir kadıya götürülse, ikinci kâdı hiç bir şeye temas etmez. Fakat Şerh-i Edebi'l-Kazâ'da beyân edildiğine göre bu tafsilât doğru değildir. Doğrusu şöyledir: Bir katili öldürülenin velîlerinden biri affettiği halde diğeri amden öldürecek olsa bakılır: Eğer bu öldüren veli, affedilen bir katilin öldürülemeyeceğini bildiği halde onu amden öldürmüş olursa hakkında kısas lâzım gelir. Çünkü bu velî, öldürülmesi lâzım olmayan bir şahsı öldürmüştür. Eğer bu öldüren veli, katilin affedildiğini bilmiyorsa veya af ile kısasın düşeceğini bilmiyorsa, hakkında kısas lâzım gelmeyip diyet lazım gelir.
Bir kadı daman-ı halasın sahih olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz. Daman-ı halâs: Bir satıcının veya yabancı bir kimsenin bir müşteriye "satın almış olduğun haneye bir hak sahibi çıkıp elinden alacak olursa ben onu satın alma veya hibe yoluyla kurtarıp sana teslim etmeye kefilim" demesinden ibarettir. Böyle bir kefalet ise bâtıldır. Çünkü böyle bir şeye kefil olan kimse gücü yetmeyeceği bir şeye kefil olmuştur. Daman-ı halâs sahih olduğunu söyleyen kimse sahih bir kıyasa dayanmamaktadır. Bundan dolayı daman-ı halasın sahih olduğuna hükmetmek bâtıldır.
İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed daman-ı halâsı, "bir kimsenin bir müşteriye" satın almış olduğun şu mala bir hak sahibi çıkıp elinden alacak olursa, senin vermiş olduğun parayı ödemeye kefilim" demesidir" diye tefsir etmişlerdir. Artık İmameyn'e göre, halâsın derekin ve uhdenin mânâları birdir. Bu takdirde daman-ı halâsın sahih olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. Bu hüküm, başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı, birinci kadının vermiş olduğu hükmü iptal edemez. Bu bahsin tamamı Şerh-i Edebi'l-Kazâ'dadır.
Bir kadı bir mahalle halkı mescidin vakfından imamın ücretini sebepsiz olarak artırdıklarında bu artırmanın caiz olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Vakıf bahsinin birinci faslının fürû'unda beyân edildiğine göre; İmamın ücreti artırılmadığında mescid imamsız kalacak olursa veya imam fakir olursa veya imam âlim ve mütteki olursa, bu takdirde kâdı imamın ücretini artırabilir.
Bir kâdı, üç talakla boşanmış bir kadın başka bir kimseyle evlenip ikinci zevci kadına cinsî münasebette bulunmadan onu boşadığında birinci zevcine helâl olur diye hükmetse, hükmü sahih olmaz. İkinci zevcin cinsi yakınlıkta bulunması şart değildir diyen Saîd b. Müseyyeb'dir. Said b. Müseyyeb'in kavli cumhurun kavline muhalifdir.
Bir kadı bir kâfir, Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürmekle mâlik olamaz diye hükmetse hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hususta sahabe arasında ihtilâf sabit değildir. Bundan dolayı bir kâfir Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürdüğünde mâlik olamaz diye hükmetmek sahabenin icma'ına muhâlifdir.
Bir kadı bir dirhemin iki dirheme peşin olarak satılması sahihdir diye hükmetse, hükmü geçerli olmaz. Bu İbn-i Abbas'ın kavlidir. Bu hususta İbn-i Abbas'a muvafakat eden bulunmamıştır.
Abdestsizin namazının sahih olduğuna hükmedilse, yani bir kimse zevcesine hitaben, "ben şu namazı sahih olarak kılarsam senin işin kendi elinde olsun" deyip namaz esnasında burnu kanasa bir kadı namazın sahih zevcenin işinin elinde olduğuna hükmetse, Hanefî mezhebinden olan bir kâdı bu hükmü iptal eder. Çünkü şart bulunmamıştır. Zira bir hadîs-i şerifte; "Her kim namazda kusar veya burnu kanarsa, hemen namazı bırakıp abdest alsın. Konuşmadıkça namaza kaldığı yerden devam etsin." diye buyurulmuştur. Nitekim Tenvirü'l-Ezhan'dan naklen Eşbah haşiyesinde böylece yazılıdır.
Bir kadı, telef olan bir maldan dolayı bir mahalle halkına kasâme ile hükmetse, yani bir mahallede bir kimsenin malı telef olduğunda telef olan malı öldürülen insana kıyas ederek kasâme (elli kişiye yemin ettirme) ile malın ödenmesine hükmetse, hükmü bâtıl olur. Çünkü bu hüküm icma'a muhâlifdir. Bu hüküm başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı birinci kadının hükmünü bozar. Nitekim şerh-i Edebi'l-Kaza'da böyle beyan edilmiştir.
Bir kadı, ta'rîz (çıtlatma) ile kazf haddine hükmetse, yani bir şahsa hitaben "ben zina edici değilim" diyen kimseye kazf haddiyle hükmetse, hükmü geçersiz olur. Ta'rîz ile kazf haddinin lâzım geleceği Hz. Ömer'in kavlidir. Bu kavil ise terkedilmiştir. Hz. AIi bu hususta Hz. Ömer'e muhalefet etmiştir. Ta'rîz ile kazf haddi lâzım gelir, diye hükmeden bir kadının hükmü başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci kadı birinci kadı'nın vermiş olduğu hükmü bozar ve ta'rîz ile kendisine kazf haddi vurulmuş kimsenin şahadetini makbul kılar.
Bir kadı, bir kadın kocasından izinsiz kendi malında tasarruf edemez diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.
"Ashabımızın geçerli olmadığına dair nassı bulunan meseleler müstesnadır" İfadesinden buraya kadar zikredilen meselelerde bir kadı'nın vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Bu meseleler Bezzâziye, İmâdiyye, Sayrafiyye Tatarhaniyye, Eşbah ve Bahır isimli eserlerden alınmıştır. Sübkî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Hanefî mezhebine göre, bir hüküm delilsiz olarak verildiğinde bozulur. Vakfedenin şartına muhâlif olarak verilen hüküm, nassa muhâlif olacağından delilsiz hüküm olmuş olur. Vakfedenin şartı gerek sarih olsun gerek zahir olsun müsavîdir. Sübkî'nin kavil bizim meşayıhımızın: "Vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir." ifadesine muvafıktır. Buna göre vakfedenin şartı şeriata muhâlif olmadıkça ona tabi ve riayetetmek vâcib olur. Nitekim bu mesele mu-sannıfın Şerh-i Mecma adlı eserinde tasrih edilmiştir.
"Meşayıhımızın..." Meşâyih ile İmam-ı Azam ve talebeleri İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed murad edilmiştir.
Metinde "Kendisinden ashabımızın ihtilâf edip..." diye geçen ashabımız ile İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed murad edilmiştir.
Ben derim ki: "Ashâbımız" ile üç imamımız olan İmam-ı Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed murad edilir. "Meşâyıh" ile de İmam-ı Azam'a yetişemeyen âlimler murad edilir. Şerh-i Vehbâniyye, Nehir.
"Tasnıflarında teâruz bulunan meselelerdir." Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre, kadıların vermiş oldukları hüküm üç kısma ayrılır:
Birincisi: Nass ve icma'a muhâlif olarak verilen hüküm olup ittifakla bâtıldır. Böyle bir hüküm her hangi bir kadıya götürüldüğünde derhal bozar. Böyle bir hükme hiç bir kadı cevaz veremez.
İkincisi: Muhtelefunfiha olan meselede verilen hüküm olup geçerlidir. Bu hükmü hiç bir kadı bozamaz.
Üçüncüsü: Bir kâdının bir şeyde hükmünden sonra o şeyde ihtilâf taayyün ve tahakkuk eden hükmüdür. Yani hükmün kendisinde ihtilâf edilir. Bazı fukaha: "Bu hüküm geçerlidir." dediler; bazı fukaha ise: "Bu hükmün geçerli olması başka bir kâdının hüküm ve icazetine bağlıdır. Eğer başka bir kadı bu hükmü yürürlüğe koyarsa, muhtelefünfihâ'da ikinci kadı'nın hükmü gibi olur da üçüncü kadı onu bozamaz. Eğer ikinci kadı o hükmü iptal ederse batıl olur da başka bir kadı bu hükme izin ve icazet veremez. Bu üç hükmün tamamı inşaallah kaza bahsinde gelecektir.
METİN
Birinci kısmın meseleleri şunlardır: Bir kimse, bir hane satıp müşteri aldıktan sonra o hanede başkasının hakkı olduğu ortaya çıkıp satıcının o haneyi müşteriye teslim etmesi mümkün olmasa, o binanın benzeri bir binayı müşteriye vermesiyle hükmolunur. Sonra bu hüküm başka bir kâdıya götürülür. İkinci kâdı birinci kâdının hükmünü iptal eder, satıcının müşteriye parasını vermesiyle hükmeder. Eğer müşteri binada ilâve yapmış veya ağaç dikmiş olursa, satıcıya hanenin parasıyla beraber kıymetini de vermesi lâzım gelir. Bu kavli Osman-ı Büstî'nindir.
Bir hâkim, ortağın şüf'a hakkının bâtıl olduğuna hükmetse, bu hüküm başka bir hakime götürülür. İkinci hakim birinci hâkimin hükmünü iptal edip ortağa şüf'a hakkını ispat eder. Çünkü şüf'a hakkının bâtıl olduğuna hükmetmek, hadîs-i şerîfe muhâlifdir.
Kazf haddi vurulmuş bir kadı, tevbe etmeden önce bir şeyde hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz görmeyen bir kadıya götürülse, o hükmü iptal eder.
Bir âma kadı bir şeyle hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz görmeyen başka bir kadıya götürülse onu bozar. Çünkü âma şahadet ehlinden değildir. Hüküm vermek ise şahadetin üstündedir.
Bir kadı küçük çocukların şahadetiyle hükmetse, sonra bu hüküm başka bir kadıya götürülse onu bozar. Çünkü küçük çocuk mecnun gibidir.
Kezâ : Uyuyan kimsenin uyku halinde eda ettiği şahadetiyle veriler hüküm de böyledir.
Bir kadı, kadınlar hamamında yarılmış başa yalnız kadınların şahadetiyle hükmetse, bu hüküm başka bir kadıya götürüldüğünde bunu imza etmez.
Bir borçlunun, borcu için icaresiyle hükmedilse, bu hüküm geçerli olmaz.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...