VAKIF BAHSİ-DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Bir kadın "ehl-i
beytine" veya "cinsine" vasiyet etse, kendi çocuğu vasiyette dahil olmaz. Ancak
çocuğunun babası kendisinin kavminden olursa dahil olur. Çünkü çocuk babaya
nispet edilir, anaya nispet edilmez.
Şârih der ki: Bu
izahla bir hadisenin cevabı malûm olmuştur: Bir kimse evlâd-ı zuhuruna (erkek
evlâdına) vakfedip evlad-ı butununa (kız evlâdına) vakfetmese, artık o vakfa
müstahik olan bir kadın babaları evlâd-ı zuhurdan olan iki çocuk bırakarak ölse,
o kadının hissesi bu iki çocuğa intikal eder; diye cevap verdim. Çünkü bu
çocuklar babaları itibariyle evlâd-ı zuhurdandır. İşin hakikatini Allah-ü Teâlâ
Hazretleri bilir.
İZAH
"Tescil edilmiş
vakıfdan dönülmesi câiz değildir." Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir. Çünkü
İmam-ı Azam'a göre, bir vakfın vakıf olduğuna dair salahiyetli bir hâkim
tarafından hüküm verilip tescil edilmeden önce, o vakıf bir vakf-ı lâzım olmuş
olmaz. Fakat yukarıda geçtiği üzere fetva İmameyn'in kavline
göredir.
"Vazifeye lâyık
kimseler olsalar bile..." Fetâvây-ı Müeyyedzâde'de: "Müezzin, İmam, Kur'an
muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında bunlar vazifeye lâyık
olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi câiz
olur." diye beyân edilmiş olduğunu gördüm.
Hulâsa'da
zikredilmiştir ki; tescil edilmiş vakıftan dönülmesi caiz değildir. Fakat
müezzin, İmam, Kur'an muallimi gibi kimselere vakfın geliri şart kılındığında
bunlar vazifeye lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfeden bu
şartına muhalefet edebilir.
Allah'ın yardımıyla
derim ki: "Müezzin ve imam gibi kimselere vakfın geliri şart kılınıp bunlar
lâyık olmazlar veya vazifelerini ihmal ederlerse, vakfedenin bu şarttan dönmesi
câiz olur." diye zikredilen hakikatte şarttan dönmek olmayıp şarta muhalefet
etmektir. Çünkü o müezzin ve imamın azledilip yerlerine vazifeye lâyık olan
müezzin ve imamın tâyin edilmesi vakıf için daha menfaatlidir. Nitekim vakfeden
mütevellilikten çıkarılmamasını şart kılıp da vakfa hıyanetlik etse, şartına
riayet edilmeyip mütevellilikten çıkarılır, yerine başkası mütevelli tayin
edilir. Nitekim bir sene müddetten ziyade kiraya verilmemesi şart kılınan bir
vakıf akarın mütevellisi bu müddetle kiraya talip bulunmayınca bunu hâkimin
reyiyle daha uzun bir müddetle kiraya verebilir.
Hâsılı: Vakfeden
muayyen bir şahsın imam, müezzîn veya Kur'an muallimi olmasını şart kılıp şart
kıldığı şahıs vazifesini ihmal eder veya başkası o vazifeye daha lâyık olursa
vakfedenin bu şartından dönmesi sahih olur. Bu dönmek hakikatte şarttan dönmek
olmayıp Müslümanlara ait olan bir menfaat için o muayyen şahsı başkasıyla
değiştirmektir. Bu mesele musannıfın: "Muhtar olan kavle göre, mescidin
bânisinin imam ve müezzinitâyin etmesi daha evlâdır. Ancak cemaatin tâyin ettiği
mescidin bânisinin tâyin ettiğinden vazifeye daha lâyık olursa başka" diye geçen
meselenin benzeridir. Bununla azledebilir mi? Bunun hükmünü görmedim." diye
naklettiğinin cevabı zâhir olmuştur. Yani müderris ile imamın tâyinleri asıl
vakıfta şart kılınsa bile azledilmeleri vakfın menfaatine olursa câiz olur.
Müderris ile İmamın tâyinleri asıl vakıfta şart kılınmış olmazsa, azledilmeleri
evleviyetle câiz olur.
Vakfeden
vakfiyesinde hademe-i hayrattan dilediğinin ücretini artıracağını dilediğinin
ücretini azaltacağını, dilediğini vakfa sokacağını dilediğini vakıfdan
çıkaracağını şart kılsa câiz olur. Bunları bir defaya mahsus olmak üzere
yapabilir.
Şeyh Kâsım
Fetâvâsında: "Bilhassa bir vakfın vakıf olduğuna dair hüküm verildikten sonra
vakfedenin o vakıfda muteber olan bir şartı değiştirmesi, o şart yerleştikten
sonra onu tahsis etmesi caiz değildir." diye beyan etmiştir. Artık sabit oldu
ki; vakfedenin şartlarından dönmesi sahih değildir. Mütevellilik bu şartlardan
müstesnadır. Vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılmadıkça
mütevellilik hakkındaki şartları istediği zaman değiştirebilir. Bunu
vakfiyesinde zikretmiş olması icab etmez. Ama diğer şartları değiştirebilmesi
için vakıf yaparken vakfiyesinde zikretmesi lâzımdır. Vakfiyesinde zikrettiği
takdirde de bunları bir kereye mahsus olmak üzere değiştirebilir, bir daha
değiştiremez. Fakat bu şartları her istediği zaman değiştirebilmek salahiyetini
kendi elinde bulunmak üzere şart etmiş olursa, bunları defalarca değiştirmesi
sahih olur. Yoksa bir defa değiştirmekle salahiyeti sona ermiş olmaz. Bir de
vakfın menfaati şartın değiştirilmesini gerektirirse şart
değiştirilir.
"Kinaye olan
zamirler vaz'ın muktezasına göre..." Yani zamirler zikredilen en yakın mercie
râci olur.
Ben derim ki:
Zamirler uzağa irca edilmesine bir karina bulunmadıkça vaz'ın muktezasına göre
en yakına râci ve munsarıf olur. Bundan dolayı Hayriyye'de beyân edildiğine göre
bir kimse bir akarını oğlu Hasan'a vücuda gelecek evladına sonra onların erkek
evlâdına, sonra kız evlâdına ve kızların evlâdına vakfettikten sonra Muhammed
isminde bîr oğlu olsa, daha sonra Hasan ismindeki oğlu ölse, "yahdüsü lehu"
kavlindeki zamir Hasan'a râci olup Muhammed vakfın gelirinden mahrum olur mu?
Çünkü zamirin en yakın mercii Hasan'dır. Yoksa "yahdüsü le-hu" kavlindeki zamir
vakfedene râci olur da, Muhammed vakfa dahil olur mu? diye sorulmuş, Hanefî
mezhebinden olan Mısır müftüsü Hasan Şürunbulali: "Zamir vakfedene râci olur."
demiştir. Zamirin vakfedene râci olmasında basîret sahipleri şüphe etmez. Çünkü
bu, vakfedenin garazına daha yakındır, lâfzın buna salahiyeti de vardır.
Vakfedenlerin şartlarında beyân edildiğine göre, bir lâfız için iki ihtimal
bulunduğu takdirde hangisi garaz ve maksada uygun ise, o teayyün eder. Eğer
"yahdüsü lehû" kavlindeki zamir Hasan'a irca edilirse, vakfedenin öz evlâdının
vakıfdan mahrum olması ve kızlarının evlâdının evlâdı vakfa müstahik olması
lâzım gelir. Bu ise, vakfedenin maksadına son derece uzaktır. Bundan dolayı
zamir Hasan'a değil, vakfedene icra edilir.
"Neslihi kavlindeki
zamir, yalnız Amr'e râci olur." Yani vakfa Zeyd, Amr ve Amr'in nesli dahil olur,
Zeyd'in nesli dahil olmaz.
İmam Hassaf: "Bir
kimse "vakaftü malî hâzâ alâ Abdillâhi ve Zeyd'in ve Amr'in ve neslihimâ: şu
akarımı Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve ikisinin nesline vakfettim" dese, o vakfın
geliri Abdullah'a, Zeyd'e, Amr'e ve Zeyd ile Amr'in nesillerine aid olur.
Abdullah'ın nesline aid olmaz." ifadesini de ziyade
etmiştir.
"Erkeklik vasfı
yalnız veledinin veledine râci olur." Yani cümle-i izafiyedeki vasıflar ve
zamirler muzafün ileyhe ve matufun aleyhe değil, muzafa aid olur. Asıl olan
budur. Çünkü kendisinden asıl bahsolunan muzaftır. Metindeki "veledime" kavli
vakfedenin öz evlâdından hem erkek hem de kız çocuklarına şâmil olur. Yani
bunlar vakfa dahil olurlar. "Veledimin erkek evlâdına" kavli ise vakfedenin
erkek ve kız evlâdının erkek çocuklarına aid olur. Yani o vakfa erkek torunları
dahil olurlar.
Vasıflar kendisini
takip eden kelimeye aid olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü akarî hâzâ alâ fukara-i
evlâdı ve cîranî: Şu akarımı evlâdımın fakirlerine ve komşularıma vakfettim"
dese, fakirlik yalnız evlâdda şart kılınmış olur. Komşularda şart kılınmış
olmaz. Birbiri üzerine atfedilen cümleler arasındaki vasıf kendi üstündeki
cümleye aid olur. Meselâ; vakfeden, "vakaftü mâlî hâzâ alâ evladiye'z-zükuri ve
evlâd-i evlâdî: şu malımı erkek evlâdıma ve evlâdımın evlâdına vakfettim" dese,
erkeklik vasfı vakfedenin öz evlâdına mahsus olur Evlâdının evlâdına şâmil
olmaz. Bundan dolayı öz evlâdının yalnız erkekleri, evlâdının evlâdının ise hem
erkekleri hem de kızları vakfa dahil olurlar.
"Bu, tasrih edilen
şart..." Meselâ; bir kimse, "fülanetü tâlikun ve fülanetü indahaltü'd-dâre:
Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de haneye girersem" dese, haneye girmek
iki zevcesinin talâklarına şart olmuş olur. Yalnız matufa şart olmuş
olmaz.
"Allah-ü Teâlâ
Hazretlerinin meşiyetine istisna..." Buna örfen istisna denilse de hakikatte
şarttır. Bununla "illâ" ile istisnadan ihtiraz edilmiştir. Burada istisna ile
murad "İnşaallâh" tâbiridir. Meselâ; bir kimse "fülanetü tâlikun ve fülanetü
inşaallâh: Fülane zevcem boş olsun fülane zevcem de inşaallâh" dese, iki
zevcesinin talakını Allah'ın meşiyyetine tâlik etmiştir. Allah'ın meşiyyeti
bizce malûm olmadığı için zevceleri boş olmaz.
Hâsılı: Birbiri
üzerine atfedilen cümlelerden sonra zikredilen şart istisna, vasıf İmam Şâfiî'ye
göre; cümlelerin hepsine ait olur. Mezhebimizin imamlarına göre de şart ile
istisna cümlelerin hepsine ait olur. Vasıf ise muttasıl olduğu son cümleye ait
olur. Diğer bir rivâyete göre; cümlelerin hepsine ait
olur.
"Çok vâki olan
meselelerdendir." Bir kimse bir akarını evladına, sonra evlâdının bu minval
üzere batınlar arasında tertiple vakfedip evlâdından çocukbırakarak ölenin
hissesinin çocuğuna verilmesini, çocuksuz ölenin hissesinin derecesinde
bulunanlara verilmesini, vakfın hissesine müstahik olmadan ölüp çocuğu
bulunursa, onun yerine geçip onun hissesini almasını şart kıldıktan sonra on
çocuk bırakarak ölse, sonra bu on çocuktan biri ölüp bir çocuk bıraksa,
vakfedenin şartıyla amel edilerek ölenin sehmi çocuğuna verilir. Sonra bu on
çocuktan diğer birisi ölüp bir çocuk ile kendisi hayatta iken ölmüş olan oğlunun
çocuğu kalsa, bu çocuk amcasıyla beraber dedesinin hissesini alıp -çünkü
vakfeden bu çocuğun derecesini babasının derecesinde kılmıştır- birinci batna
yani amcasının batnına ortak olur mu? Yoksa bu çocuğa bir şey verilmez
mi?
Allame-i Sübkî
şöyle cevap vermiştir: Bu çocuk birinci batna ortak olmaz. Amcası kendi
babasının hissesini tek başına alır. Çünkü bu çocuğun babası kendi babasının
hayatında ölmüş olduğundan vakıf ehlinden değildir. Vakfedenin birinci şartıyla
amel edilir. Yani bu on evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi
çocuğuna verilir. Vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey
verilmez. Bu şekildeki taksimat birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar
devam eder. Onuncu evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna
verilir. Vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğuna bir şey verilmez.
Bu şekildeki taksimat birinci batındaki onuncu evlâdın ölümüne kadar devam eder.
Onuncu evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi çocuğuna verilmez. Artık bu
taksimat bozulur. Bu vakfın geliri ikinci batında bulunan evlâda taksim edilir.
Yine ikinci batındaki evlâddan her biri çocuk bırakarak öldüğünde hissesi
çocuğuna verilir. Bu batındaki son evlâdın hissesi çocuğuna verilmez. Bu
taksimat bozulur. Bu vakfın geliri üçüncü batında bulunan evlâda taksim edilir.
Bütün batınlarda bu şekilde taksimat yapılır. Nitekim Hassaf da böyle tasrîh
etmiştir. Fakat Allâme-i Sübkî bu vakfın gelirini taksimat başlarken her batnın
ölülerine taksim eder. Her ölünün hissesini çocuğuna verir. Hassaf ise bu vakfın
gelirini taksimat başlarken batında mevcut olanların adedine göre taksim eder.
Bu batındakilerin usulünü göz önüne almaz. Allâme-i Sübkî'nin söylediğinin
hülasası budur.
Celâli Suyutî,
Allâme-i Sübkîye muhalefet edip şöyle demiştir: Vakfedenin şartıyla amel
edilerek vakfın gelirine müstahik olmadan önce ölenin çocuğu babasının yerine
geçip amcasıyla beraber dedesinin sehmine müstahik olur. Amcalarından birisi
çocuksuz öldüğünde onlarla beraber onun sehmine de müstahik olur. Çünkü bu
çocuğun vakıf ehlinden olmadığı kabul edilmez. Bilâkis vakfın gelirine müstahik
olmadan ölen kimse vakıf ehlindendir. Zira vakıf ehli hem vakfa müstahik olana
hem de vakfa müstahik olma sadedinde bulunana şâmildir. Her batındaki son evlât
çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna
verilir.
Hâsılı: Celâlî
Suyûtî, Allâme-i Sübkî'ye iki meselede muhalefet etmiştir. Birincisi babasının
hayatında ölenin çocuğu birinci batınla beraber vakfın gelirine müstahik olur.
İkincisi bir batın münkariz olunca taksimat bozulmaz. Nitekim her batındaki son
evlât çocuk bırakarak öldüğünde onun hissesi de çocuğuna verilir. işin
hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
EVLÂDA YAPILAN
VAKIF HAKKINDA FASIL
METİN
Mevahib'de beyan
edildiğine göre; bir kimse bir akarını kendi nefsine, veledine (çocuğuna),
nesline ve akibine vakfetmiş olsa bu vakfın gelirini hayatta oldukça kendi
nefsine, sonra veledine, sonra nesline, sonra akibine şart kılmış olur. Bu, İmam
Ebû Yusuf'a göre caizdir. Bu kaville fetva verilir. Nitekim bir kimse kendi
vakfının gelirini veledi için şart kılsa câiz olur.
Vakıflarda bir defa
zikredilen "veled" tabiri yalnız sulbi (öz) velede
mahsustur.
Veled tâbiri
erkekle kayıdlanmadıkça kıza da şâmil olur.
"Şu akarımı
veledime vakfettim" diyen kimsenin bir çocuğu bulunsa, o vakfın gelirinin hepsi
ona ait olur. Veledine vakfeden kimsenin sulbi çocukları ölünce o vakıf
fakirlere ait olur. Torunlarına ait olmaz. Fakat vakfettiği zaman sulbi çocuğu
olmazsa o vakıf oğlunun çocuğuna -isterse kız olsun- ait olur. Sahih olan kavle
göre; kızının çocuğuna ait olmaz. İkinci batından aşağıdaki batınlara da ait
olmaz. Vakfeden "veled-i veledi: Veledimin veledine" kavlini ziyade etse, bu
vakıf birinci batınla ikinci batına ait olur. Eğer üçüncü batını ziyada ederse
nesline şâmil olur. Bu vakfın gelirinde uzak ve yakın batınlar müsavî olarak
ortak olurlar. Nitekim vakfeden ilk defa cemi lâfzıyla "şu akarımı evladıma"
veya "veledime ve evlâd-ı evlâdıma vakfettim" dediğinde bu vakfın gelirinde uzak
ve yakın batınlar ortak olur. Ancak tertibe delâlet eden bir şey zikredip
mesela: "el'akrebü fel'akreb: En yakına ondan sonra gelen yakına" veya "veledime
sonra veledimin veledine" veya "bir batına ondan sonraki batına vakfettim" dese,
bu takdirde o vakfın geliri vakfedenîn tâyin ettiği sıraya göre taksim
edilir.
Bir kimse "şu
malımı evlâdıma vakfettim" deyip isimlerini teker teker söylese onlardan biri
ölünce hissesi fakirlere sarf edilir.
Bir kimse vakfının
gelirinin önce zevcesine, onun ölümünden sonra evlâdına şart kılıp sonra zevcesi
ölse, eğer evlâdından ölenin hissesinin veledine verilmesini şart kılmamışsa
ölen zevcenin hissesi vakfedenden doğan kendi oğluna mahsus olmayıp vakfedenin
bütün evlâdına ait olur.
Bir kimse, "şu
akarımı beninime: Oğullarıma" veya "ihvetime: Kardeşlerime vakfettim" dese,
evceh olan kavle göre bu vakıfta kızlar da dahil olur. Fakat "benâtıma:
Kızlarıma vakfettim" dese, bu vakıfta oğulları dahil
olmaz.
Bir kimse, "şu
akarımı benînime: Oğullarıma vakfettim" dediği halde yalnız kızları bulunsa veya
"benâtıma: Kızlarıma vakfettim" demiş olduğu halde yalnız oğulları bulunsa, bu
vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Çünkü kendilerine vakfedilenler mevcut
değildir. Eğer, "oğullarıma vakfettim" diyenin sonradan oğulları, "kızlarıma
vakfettim" diyenin sonradan kızları olsa, vakfın geliri onlara ait
olur.
Gelirin meydana
gelmesinden altı aydan az müddette doğan çocuk gelirin taksiminde dahil olup
hisse alır. Eğer altı ayda veya daha ziyade müddette doğarsa hisse alamaz. Ancak
çocuğu, vakfedenin cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmayan talâk-ı bâinle
boşanmış karısı veya âzâd olmuş ümmi veledi, boşanma ve âzâd edilme vaktinden
itibaren az müddette doğurmuş olursa, çocuğun nesebi vakfedenden sâbit
olacağından o çocuk vakfın taksiminde dahil olup hisse alır. Çünkü iddette cinsî
yakınlık haram olduğundan şer'î şerif, gebeliğin talâk ve âzâd-dan önce olduğuna
hükmeder de gelirin meydana geldiği vakitte çocuk mevcut olmuş olur. Eğer kadın
talâk-ı ric'î iddetinde veya âzâd olmamış ümmi veled olmakla cinsî yakınlığı
helâl olursa çocuk, gelirin meydana gelmesinden sonra mevcut olma ihtimalinden
dolayı taksimde dahil olmaz. Eğer vakfeden batınlar arasında tertibe delâlet
eder bir tâbir kullanmazsa, vakfın geliri yakın ve uzak batınlar arasında müsavî
olarak taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" derse, dediği
gibi taksim edilir. Eğer "erkek için dişinin iki hissesi vardır" kavli vakıfta
olmayıp vasiyette olur, erkek evlâtla kız evlât karışık olmayıp yalnız erkek
evlât veya yalnız kız evlât olursa, erkek evlât kız evlâtla beraber, kız evlât
erkek evlâtla beraber var kabul edilir, vasiyet aralarında erkek için dişinin
iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir de mevcut olan erkek evlât veya
kız evlât hissesini alır. Var kabul edilen evladın hissesi vârislerine aid olur.
Mevcut olmayan evlâda vasiyet câiz değildir. Fakat mevcut olan vârislerin
alacakları hisseler bilinsin diye mevcut olmayan evlât, erkek veya kız kabul
edilmiştir.
Bir kimse "şu
malımı veledime, neslime, ebediyyen tenasül ettikçe vakfettim; her ne zaman
onlardan biri ölürse hissesi veled ve nesline verilsin" dese o vakfın geliri
vakfedenin ölü ve diri veled ve neslinin hepsine müsavî olarak taksim edilir.
Vakfedenin şartıyla amel edilerek onlardan ölenin hissesi de miras olarak
veledine verilir. Eğer vakfeden "evlâdından çocuksuz ölenin hissesi kendinin
üstünde bulunan kimseye verilsin" deyip halbuki kendinin üstünde bir kimse
bulunmasa veya bu hususta bir şey söylemese, çocuksuz ölenin hissesi asıl gelire
ait olur. Vakfedenin nesil bâki oldukça fakirlere sarf
edilmez.
Nesil: Bir kimsenin
erkek olsun kız olsun evladına ve torunlarına denilir.
Akib: Bir kimsenin
sulbi evlâdına ve sulbî erkek evlâdının evlâdına verilen isimdir. Fakat kız
evlâdının evlâdı kendisinin akibi değildir. Ancak kızlarının kocaları kendi
kavminden olursa onların evlâdı da akib olur.
Bir kimsenin âlî,
cinsi ve ehl-i beyti kendisine babası cihetinden İslâmiyet devrine ilk yetişmiş
olan cedd-i âlâsına kadar neseb cihetiyle birleşen insanlardır. Bu cedde-i
alânın Müslüman olup olmaması müsavîdir.
Bir kimsenin
karabeti, erhâmı ensâbı kendisine babası veya anası tarafından ilk İslâm'a
yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet olunan akrabasıdır. Fukahaya göre ana
baba ile sulbî evlada ittifakla karâbet ismi verilmez. Keza İmam A'zam'la İmam
Ebû Yusuf'a göre; anneyle babayaher ne kadar yukarı çıkarsa çıksın, evlâda her
ne kadar aşağı inerse insin karabet ismi verilmez. İmam Muhammed'e göre; bunlar
karabetten sayılırlar.
Vakfeden, "Şu
vakfımın geliri, evlâdımın ve torunlarımın fakirlerine verilsin" diye kayıdlasa,
o vakfın gelirinin meydana gelme zamanındaki fakirler itibar edilir. Buna göre,
gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o vakfın gelirine müstahik olur.
Burada fakir ile zekât alması câiz olan fakir murad
edilmiştir.
Her hangi bir
sebebden dolayı mütevelli vakfın gelirini hisse sahiblerine sarf etmeyi tehir
etmekte onların zengin olanı fakir, fakir olan zengin olsa gelirin taksim
edildiği zaman fakir olan gelirin meydana geldiği zamanda fakir olana ortak
olur. Çünkü sıla kabîlinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik olunur.
Vakıfda hissesi olanın zengin olması veya ölmesi daha önce müstahik olduğu
hakkını iptal etmez. Ama gelir meydana geldikten sonra altı aydan az bir
müddette doğan çocuğun o gelirde hakkı yoktur. Çünkü bu çocuk gelirin meydana
geldiği zamanda cenin olduğundan zengin gibi oldu da vakfın gelirine ihtiyacı
olmadı.
Bazı fukaha ise,
"bu çocuk o gelire müstahik: olur. Çünkü fakir; bir şeyi olmayan kimsedir.
Ceninin de bir şeyi olmadığından fakir sayılır"
demişlerdir.
Vakfeden, "şu
akarımın geliri, evlad ve torunlarımın sahih olanlarına" veya "el' akrebü
fel'akrebe" veya "el'ahvecü fel'ahvece" veya "evlâdıma komşu olanlara" veya
"şehirde sakin olanlara verilsin" diye şart kılsa şartıyla amel edilerek o
vakfın gelirine bu zikredilen şartları haiz olanlar müstahik olur. Bu vakıf
meselelerinin tamamı İs'âf isimli kitap dadır. Zamanın hadiseleri kendisini
vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden kimse Hilâl ile
Hassaf'ın kitaplarından kısaltılan vakıf hükümlerine mahsus İs'âf isimli kitabı
mütalaaya devam etsin. Yine bu şekilde izah, önce Dımeşk'te, sonra Kahire'de
bulunan Hicrî 921 tarihinde vefat eden Hanefî mezhebinden aslen Trabluslu şeyh
İbrahim b. Musa b. Ebubekir'in "Mevahibü'r-Rahman şerhi Bürhan" isimli eserinde
de mevcuddur. Bu Şeyh İbrahim İs'âf isimli kitabında sahibi ve
müellifidir.
İZAH
"Kendi nefsine..."
Metinde geçtiği üzere İmam Ebû Yusuf'a göre; bir kimsenin vakfının gelirini
kendi nefsi için şart kılması câizdir.
"Vakıflarda bir
defa zikredilen "veled" tâbiri yalnız sulbî (öz) velede mahsustur." Yani veledi
(çocuğu), bulunursa, birinci batına mahsus olur. Diğer batınlar bu vakıfa dahil
olmaz. Çünkü veled lâfzı -mânâ itibarıyla umumî olsa bile -
müfreddir.
"Kıza da şâmil
olur." Yani veled tâbiri oğula da kıza da şâmildir. Çünkü veled, velâdeten
(doğmaktan) alınmıştır. Velâdet ise her ikisinde de mevcuddur. Dürer,
İs'af.
"Bir çocuğu
bulunsa..." Yani vakfedenin vakfettiği zaman bir çok çocuğu bulunup bunlar ölür,
bir tanesi kalırsa veya vakfettiği zaman bir tek çocuğu bulunursa, bu iki
surette bu vakfın gelirinin hepsi ona aid olur. Çünkü veled lâfzı muzaf olan
müfred olduğundan umum ifade eder. Fakat vakfeden "şu malımı beninime:
Oğullarıma vakfettim" dediği halde bir oğlu bulunsa o vakfın gelirinin yarısı
ona diğer yarısı ise fakirlere aid olur. Zira cem'i sigası kullanılmıştır.
Vakıfta, vasiyette cem'in en azı ikidir. İs'âf'ta da böyledir. Füru bahsinde
geçmiştir.
"Torunlarına aid
olmaz." Çünkü bu vakfın geliri birinci batına mahsustur. Torunlar şartsız o
vakfın gelirine müstahik olmazlar. Birinci batında kimse kalmayınca o vakfın
geliri fakirlere sarf edilir. Buna "mun-katıu'l-Vasat: Ortası kesilmiş vakıf"
adı verilir. Nitekim yukarıda geçmiştir.
"Oğlunun çocuğuna -
İsterse kız olsun - aid olur." Yani o vakfın gelirinde oğlunun çocuğuna daha
aşağıdaki batınlar ortak olmaz. Çünkü vakfedenin sulbi (öz) çocuğu
bulunmadığında çocuğunun çocuğu Sulbi çocuğu gibidir. Zira çocuğunun çocuğu da
kendisine nisbet edilir. Evkâf-ı Hassaf'ta beyân edildiğine göre vakfedenin
sulbî çocuğu ve çocuğunun çocuğu da bulunmayıp çocuğunun çocuğu bulunsa o vakfın
geliri ona ve daha aşağıdaki batınlara aid olur.
Birinci batınla
ikinci batın arasındaki fark; vakfedenin sulbi evlâdı bulundukça daha aşağıdaki
batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. İkinci batında çocuk bulundukça daha
aşağıdaki batınlar o vakfın gelirine müstahik olmaz. Vakıf üçüncü batına inerse,
bütün batınlar o vakfın gelirine müstahik olur.
"Vakfeden"
veledimin veledine "kavlini ziyade etse, bu vakıf birinci batınla ikinci batına
aid olur." Yani vakfeden "şu malımı veledime ve veledimin veledine vakfettim"
dese, bu vakfın geliri birinci batınla ikinci batına aid olur. Dürer'de beyân
edildiğine göre o vakfın gelirinde birinci batınla ikinci batın ortak olur.
Sulbî evlâd torunlar üzerine tercih edilmez. Çünkü vakfeden sulbî evlâdı ile
torunları arasını müsavî kılmıştır. Yani vakfederken tertibe delâlet eder bir
şey zikretmemiştir. Bir vakıf birinci batına vakfedilir de birinci batından
kimse kalmazsa o vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Birinci ile ikinci batına
vakfedilir de bu batınlardan da kimse kalmazsa yine fakirlere sarf edilir.
Üçüncü batına sarf edilmez. Çünkü veled cem'i
kullanılmamıştır.
"Eğer üçüncü batını
ziyade ederse..." Yani vakfeden "şu malımı veledime, veledimin veledine ve
veledimin veledinin veledine vakfettim" dese, evlâdı, evlâdının evlâdı tenasül
ettikçe ne kadar aşağı inerse insin onlardan bir kişi bûlundukça o vakfın geliri
onlara sarf edilir, fakirlere sarf edilmez.
"Evlâdıma..." Yani
bir kimse cem'i lâfzıyla "şu malımı evlâdıma vakfettim" dese bu vakıfta yakın ve
uzak batınlar müsavî olarak ortak olur. Çünküevlâd tâbiri, torunlara da
şâmildir. Dürer.
Bu kavil Hâniyye'de
zikredilene muhâliftir. Şöyle ki: Bir kimse "şu arazimi evlâdıma, sonra
fakirlere vakfettim" deyip sonra evlâdından biri ölse, Hilâl'a göre onun hissesi
diğer kardeşlerine sarf edilir. Bu birinci batında bulunanların hepsi ölünce o
vakfın geliri fakirlere sarf edilir. Vakfedenin torunlarına sarf edilmez.
Dürer'de zikredilen kavil, Hulâsa'da Bezzâziye'de Hızanetü'l Fetâvâ'da,
Hızanetü'l Müftîn'de zikredilen kavle muvafıktır.
Evet, Muhtar'ın
şerhli el-ihtiyar'da zikredilmiştir ki; bir kimse "şu akarımı evlâdıma
vakfettim" dese evlâd ismi umumî olduğundan dolayı bu vakıfta batınların hepsi
dahil olur. Fakat birinci batın takdim edilir. Birinci batında kimse kalmayınca
ikinci batına sarf edilir. İkinci batında kimse kalmayınca bundan sonraki yakın
ve uzak batınların hepsi o vakıfta müsavî olarak ortak
olurlar.
"İsimlerini teker
teker söylese..." Bir kimse "şu arazimi fülan, fülan ve fülan oğullarıma, sonra
fakirlere vakfettim" dese, ben derim ki: Vakfedenin dört evlâdı olup bunlardan
üçünün ismini söylese, ismini söylemediği çocuğu vakıfta dahil olmaz. Vakfeden
"sonra bunların evlâdına vakfettim" dese, ismini söylemediği çocuğunun çocuğu o
vakıfta dahil olmaz. Fakat vakfeden "sonra evlâdımın evlâdına vakfettim" derse,
ismini söylemediği çocuğunun evlâdı da vakfa dahil olur.
İs'âf'ta beyân
edilen de buna delalet eder. Şöyle ki: Bir kimse "şu akarımı veledime, onların
evlâdına ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" deyip onun bir çok çocukları
bulunup onlardan bazısı vakfedilmeden önce ölmüş olsa, o vakıf hayatta olan
evladıyla onların evlâdına yapılmış olur. Vakıftan önce ölmüş olan evlâdına
yapılmış olmaz. Çünkü vakıf ancak hayatta olanlara ve sonra vücuda geleceklere
yapılır, ölülere yapılmaz. Eğer vakfeden "şu akarımı veledime, veledimin
veledine ve onların evlâdının evlâdına vakfettim" dese, vakıftan önce ölmüş olan
evladının çocukları da o vakfın gelirine müstehik olur.
Muhim füru: Bir
kimse "şu malımı mevcud olan veledime ve neslime vakfettim" deyip sonra sulbî
bir veledi vücuda gelse, "neslime" kavil ile bu veledi de bu vakıfta dahil
olur.Fakat "şu malımı mevcud olan veledime ve onların nesline vakfettim" deyip
sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu takdirde bu veled ve bunun evlâdı bu
vakıfta dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan veledime onların nesline ve
vücuda gelecek her veledime vakfettim" deyip sonra sulbi bir veledî vücuda
gelse, bu veledi vakfa dahil olur. Fakat bunun evladı vakfa dahil olmaz. Eğer
"şu malımı mevcud olan veledime, onların nesline, sonra vücuda gelecek veledimin
nesline vakfettim" deyip sonra sulbî bir veledi vücuda gelse, bu veledin evlâdı
vakfa dahil olur, fakat kendisi dahil olmaz. Eğer "şu malımı mevcud olan
veledime onların evlâdının evladına ve nesillerine vakfettim" dese,
"nesillerine" kavliyle evlâdının evlâdı -her ne kadar bir batın geçse bile- o
vakfa dahil olur. Evkâf-ı Hassaf.
"Hissesi fakirlere
sarf edilir." Çünkü bu vakıf onlardan her birine vakfedilmiştir. Eğer vakfeden
evlâdının isimlerini söylemeyerek "şu evlâdıma, sonra fakirlere vakfettim" deyip
de onlardan biri ölse, onun hissesi diğer kardeşlerine sarf edilir. Çünkü bu
vakıf evlâdın hepsine yapılmıştır. Her birine
yapılmamıştır.
"Gelirin taksiminde
dahil olup hisse alır." Fetih'de zikredilmiştir ki; vakfın gelirinin çıktığı
zamanda, annesinin karnına düşmüş olan her çocuk o gelire müstahik olur. Hatta
vakfın geliri çıktıktan sonra altı aydan az müddette vücuda gelen bir çocuk o
gelire müstahik olur. Vakfın geliri çıktıktan sonra altı ayın tamamında veya
daha ziyade müddetle vücuda gelen bir çocuk o gelire müstahik olmaz. Çünkü
vakfın geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette doğan çocuğun
annesinin karnında bulunduğu kesinlikle bilindiği için o gelire müstahik olur.
Hatta o gelir taksim edilmeden önce o çocuk ölse hissesi varislerine intikal
eder.
Gelirin meydana
geldiği zamandan itibaren altı aydan az müddette vücuda gelen çocuğun o gelire
müstahik olması için zevceden doğması şarttır. Eğer vakfedenin cariyesi vakfın
geliri çıktığı zamandan itibaren altı aydan az müddette bir çocuk dünyaya
getirip vakfeden o çocuğun kendisinden olduğunu itiraf ve ikrar etse, o çocuk o
vakfa müstahik olmaz. Çünkü vakfeden başkalarının aleyhine yani o vakfın
gelirine müstahik olanların aleyhine ikrarda bulunduğundan müttehemdir. Fakat
zevcenin çocuğu dünyaya gelince nesebi sâbit olur.
"Gelirin meydana
gelmesinden..." Yani gelirin meydana gelmesi vakfına göre değişir. Şöyle ki:
Ekilen cinsten olan gelirin meydana gelmesi ekinlerin yetişip tane tutması veya
kıymet eder bir hale gelmesi ile olur. Meyvelerden ibaret olan bir gelirin
meydana gelmesi, meyvelerin yetişip âfetten emin bir hale gelmesi ile olur. Kira
bedellerinden ibaret bulunan bir gelirin meydana gelmesi, bu bedellere aid
taksit zamanlarının gelmesiyle olur.
"Erkek için dişinin
iki hissesi vardır." İs'âfda beyan edildiğine göre; bir kimse "şu akarımı batnen
bade batnın: Bir batından sonraki batına erkek için dişinin iki hissesi olmak
üzere vakfettim" deyip o vakfın geliri meydana geldiği zaman birinci batında
erkek ile kız evlad karışık olursa, vakfın geliri aralarında erkek için dişinin
iki hissesi olmak üzere taksim edilir. Eğer birinci batında yalnız erkek veya
yalnız kız evlad bulunursa, kız evladla beraber erkek evladın bulunduğu veya
erkek evladla beraber kız evladın bulunduğu farz edilmeksizin gelir aralarında
müsavi olarak taksim edilir. Fakat vasiyet böyle değildir. Şöyle ki: Bir kimse
"malımın üçte birini Zeyd'in evladına aralarında erkek için dişinin iki hissesi
olmak üzere vasiyet ettim" deyip Zeyd'in yalnız erkek evladı veya yalnız kız
evladı bulunsa, erkek evladla beraber kız evladı, kız evladla beraber erkek
evladı varmış gibi kabul edilip malın üçte biri aralarında erkek için dişinin
iki hissesi vardır kaidesine göre taksim edilir de mevcud olan erkek evlad veya
kız evlad hissesini alır. Var kabul edilen evladın hissesi vasiyet edenin
varislerine ait olur.
Vakıf ile vasiyet
arasındaki fark: Vasiyet edilen üçte birin bâtıl olan miktarı vasiyet edenin
varislerine miras olarak kalır. Vakıftan batıl olan miktar ise vakfedenin
varislerine miras olarak kalmayıp ikinci batına intikal eder. Birinci batında
bir kimse bulundukça o vakfın geliri başkasına verilmez.
"Ölenin hissesi de
miras olarak veledine verilir," Yani ölen kimseye düşen hisseyi çocuğu kendi
hissesi ile birlikte alır. Çünkü bu çocuk o vakfın gelirine kendi hissesi ile
babasının hissesi olmak üzere iki cihetten müstahik olur.
Batınlara yapılan
vakıflarda tertibe delâlet eder bir tâbir bulunursa, birinci batın münkariz
olmadıkça ikinci batına o vakıftan hisse verilmez. Fakat tertibe delâlet eder
tâbirden sonra vakfeden "onlardan biri çocuk bırakarak ölürse hissesi
çocuklarına verilsin" diye şart kılmış olursa, bu takdirde ölenin hissesi
çocuğuna - her ne kadar ikinci batında ise de - verilir. Eğer vakfeden onlardan
ölenin hissesinin kime ait olacağını beyan etmese, onun hissesi çocuğuna
verilmeyip asıl gelire aid olur ve o vakfa müstahik olanlara taksim
edilir.
Kezâ : Onlardan
çocuksuz ölenin hissesinin kime verileceği beyân edilirse, meselâ vakfeden
onlardan çocuksuz ölenin hissesinin kendisinin üstündeki batna veya kendi
derecesinde veya kendi derecesinden aşağıda olanlara verilmesini şart kılarsa,
şartına riayet edilir. Eğer vakfeden böyle bir şart kılmazsa, onlardan çocuksuz
ölenin hissesi de asıl vakfa aid olur ve o vakfa müstehik olanlara taksim
edilir, fakirlere verilmez. Çünkü vakfeden birinci batının ikinci batın üzerine
takdim edilmesini şart kılmıştır. Birinci batında bir ferd bulundukça o vakfın
geliri ikinci batına verilmez.
Ben derim ki:
Vakfeden onlardan çocuksuz ölenin hissesinin derecede ona sırayla yakın olanlara
verilmesini şart kılsa -nitekim vakıflarda galip olan budur- halbuki onun
derecesinde bir kimse bulunmasa hissesi asıl gelire aid olur, ölenin üstündeki
batna aid olmaz. Nitekim bir çok fukaha bununla fetva vermişlerdir. Remli de
onlardandır. Hangi batından olursa olsun ölene yakın olana verilmez. Nitekim
diğer bir çok fukaha da bununla fetva vermiştir. Remlî yine bunlarla beraberdir.
Çünkü vakfeden ölenin derecesini şart kılmıştır. Derece ehlinden da yakın olanı
şart kılmıştır. O derecede bir kimse bulunmayınca şart bulunmamış olur. Artık
yakınlık da lağv olmuş olur. Şartın bulunmadığı yerde ölenin hissesi asıl gelire
aid olur. Çünkü vakfedenin "onlardan çocuksuz ölenin hissesinin üstündeki batna
verilmesini şart kılması" kavliyle "ölenin derecesinde olanlara verilmesini şart
kılması" kavli arasında fark yoktur. Kim bunun hilâfına fetva verirse Hassaf'ın
nassına muhalefet etmiş olur. Bu hususta İs'âf sahibi de Hassaf'a tâbi olmuştur.
Fukahadan hiç bir kimse buna muârız olan bir nakle istinad etmemiştir. Bundan
dolayı mansusu aleyhe rücu etmek taayyün etmiştir. Nitekim bunu
Tenkihu'l-Hâmidiyye isimli eserimde izah ettim. Bu meseleyi yazdıktan bir kaç
gün sonra bana Trablus-i Şam'dan bir soru soruldu. Muhtevası şudur: Ölenin
derecesinde amcasının çocukları, aşağıdaki derecede kız kardeşinin çocukları
bulunuyor. Bu asırdaki fukahadan bir cemaat Fetâvâ-i Hayriyye isimli eserdeki
kavle tâbi olarak "ölenin hissesi kız kardeşinin çocuklarına verilir. Çünkü
bunlar her ne kadar derece itibariyle ise de, neseb itibariyle yakındır" diye
fetva vermişlerdir. Ben Hamidiyye'de beyân edilene tâbi olarak: "ölenin hissesi
amcasının çocuklarına verilir. Çünkü vakfeden kendilerine vakfedilenlerden
çocuksuz ölenin hissesinin derece ehlinden yakın olana verilmesini şart
kılmıştır. Yoksa mutlak surette yakın olana verilmesini şart kılmamıştır." diye
fetva verdim.
"Karabet..." Yani
bir kimsenin karabeti,erhamı, ensabı kendisine babası veya anası tarafından ilk
İslâm'a yetişmiş olan büyük dedesine kadar nisbet edilen insanlardır. Bunda
mahrem olanlarla olmayanlar erkeklerle kadınlar, Müslüman olanlarla Müslüman
olmayanlar, yakın olanlarla uzak bulunanlar müsavîdir. Ana-baba ile sulbî (öz)
evlâda karabet ismi verilmez. Dedeler ile torunlar İmam Muhammed'e göre ve
İmam-ı Azam'a İmam Ebû Yusuf'tan bir rivâyete göre karabetten sayılırlar. Zahîr
rivâyette de böyledir. Ama İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivâyete
göre; karabetten sayılmazlar.
Akraba namına
yapılan vakıflara vakıf zamanında mevcud olan yakınlar dahil olabilecekleri gibi
vakıftan sonra vücuda gelecek yakınlar da dahil olurlar.
Bir kimse, "şu
akarımı karabetime vakfettim" dese, bu vakfa bütün akrabası müsavî olarak dahil
olurlar. Bu, İmameyn'e göredir. İmam-ı Azam'a göre; bunda mahremiyet aranır ve
akrabalıkta yakınlık derecesine riayet edilmesi lazım gelir. Bundan dolayı
mahrem olan akrabadan en yakın bulundukça onun aşağısındaki yakınına gelirden
hisse verilmez.
Cem'î sıygasıyla
"akrabama" veya "erhamıma" veya "ensabıma vakfettim" diye yapılan vakıfta "el
akrebü fel akrab" denilmezse o vakfın geliri İmam Azam'a göre: ikiden az kimseye
aid olmaz. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir akrabası bulunsa gelirin yarısı
ona yarısı da fakirlere aid olur. Çünkü cem'î ve tesniye sıygaları vahid için
kullanılmaz. Fakat cem'î sıygası tesniye için
kullanılabilir.
İmameyn'e göre ise
bu vakfın geliri bir kimseye de aid olur. Bundan dolayı vakfedenin yalnız bir
akrabası bulunsa, gelirin tamamına müstahik olur. Çünkü İmameyn'e göre böyle
sınırsız olan cemi'ler cins için olduğundan vahide de şâmil olur. Eğer "el
akrebü fel akreb" tâbiri ilâve edilerek "şu malımı el akrebü fel akreb akrabama
vakfettim" denilse, cem'i sıygası ittifakla göz önüne alınmaz. Çünkü "akreb"
lâfzı müfreddir, "akrabama" tâbirini değiştirmiştir. Bundan dolayı vakfedenin en
yakını bir kişi de olsa gelirin tamamına müstahik olur.
Bir kimse, "şu
vakfımın geliri evlâdım ve torunlarımdan muhtaç olanlara verilsin" dese, gelirin
meydana geldiği vakit onlardan muhtaç olanlara verilir. Gerek önce zengin olup
sonra muhtaç olsun, gerek aslında muhtaç olsun müsavidir. Miskin ile fakire
yapılan vakfın hükmü de böyledir.
"Zekat alması câiz
olan fakir murad edilmiştir." İs'âf''ta beyan edildiğine göre; nafakası üzerine
vacib olan zengin bir çocuğu bulunan bir kimsevakıfta dahil olmaz. Füru bahsinde
geçtiği üzere bir kimse vakfının gelirini akrabasının fakirlerine verilmesini
şart kılsa, onlardan fakir olanın bu vakfın gelirinden hisse alabilmesi için
nafakası üzerine vâcib olan bir kişinin bulunmaması lâzımdır. Çünkü nafakası
verilen bir fakir vakıf bâbında zengin sayılır. Bu hususta asıl ve kaide şudur:
Küçük bir çocuk ana ve babasının veya dede ve ninesinin zengin olmasıyla zengin
sayılır. Bir erkek ve bir kadın çocuklarının ve torunlarının zengin olmasıyla
zengin sayılır. Bir kadın kocasının zengin olmasıyla zengin sayılır.
Mezhebimizin muhtar olan kavli budur. Hassaf: "Bana göre doğru olan kendilerine
vakfedilen fakirlerin nafakaları başkaları üzerine farz olsa bile bunlara vakfın
gelirinden verilmesidir." demiştir. Hilâl bunu reddetmiştir. Bu bahsin tamamı
İs'âf'tadır.
Bir kimse, "şu
akarımı evlâdıma vakfettim" dese, amme-i meşayihin kavline göre o vakfın
gelirine müstahik olmada vakfedildiği güne değil gelirin meydana geldiği güne
itibar edilir. Buna göre gelirin meydana geldiği günde mevcud olan çocuklar
-ister vakfın yapıldığı günde mevcud olsunlar, isterse sonra dünyaya gelsinler-
o vakfın gelirine müsavî olarak müstahik olurlar.
Kezâ bir kimse "şu
arazimi akrabamın fakirlerine vakfettim" dese, gelirin meydana geldiği günde
fakir olan -ister sonra zengin olsun, isterse daha önce zengin olsun- o vakfın
gelirine müstahik olur.
Tatarhâniyye'de:
"Hilal'a göre, gelirin meydana geldiği günde fakir olanlar o gelire müstahik
olur. Bu kavil ile amel ederiz." diye beyân edilmiştir. Hâniyye'de: "Fetva bu
kavil üzerinedir." denildikten sonra: "Hassaf, gelirin meydana geldiği güne
değil taksim edildiği güne itibar etmiştir." diye
zikredilmiştir.
Fetih'de: "Evkâf-ı
Hassaf'ta: "Her hangi bir sebepten dolayı vakfın geliri taksim edilmeksizin bir
kaç senenin geliri toplanıp, onlardan fakir olanlar zengin, zengin olanlar fakir
olduktan sonra o gelir taksim edilse, taksim gününde fakir olana verilir.
Gelirin meydana geldiği günde fakir olup daha sonra zengin olana verilmez" diye
yazılı olduğu "zikredilmiştir. Buna göre metinde geçen "gelirin taksim edildiği
zamanda fakir olan, meydana geldiği zamanda fakir olana ortak olur" ifadesi
"ortak olur" ifadesi "ortak olamaz" şeklinde olmalıdır. Çünkü fetva Hilâl'in
kavline göredir.
"Sıla kabilinden
olan..." Vakfın geliri her hangi bir sebepten dolayı bir kaç sene taksim
edilmeyip bu senelerde gelirin meydana geldiği vakitlerde fakir olan kimse, bu
senelerin hepsinin gelirine müstahik olur. Müstahik olduğu geliri almakla da
zengin sayılmaz. Çünkü sıla kabilinden olan şeylere ancak teslim alınmakla mâlik
olunur. Gelirin taksim günü gelince zengin olsa, geçmiş senelerdeki istihkâkını
fakirlik sıfatıyla alır. Zira sonradan zengin olması daha önce müstahik olduğu
hakkını iptal etmez. Nitekim vakfedilenlerden birisi geliri meydana geldikten
sonra ölse, hissesi ölmesiyle bâtıl olmayıp varislerine miras olarak intikal
eder.
"El'akrebü
fel'akreb..." Yani "el'akrebü fel'akreb" diye yapılan vakıflara, akrabalık
cihetinden müsavi ve müteaddid kimseler bulunursa -meşhur ve amel edilen kavile
göre- akrabalığı kuvvetli olan kimse tercih edilir. Meselâ; ana - baba bir
kardeş ile baba veya ana bir kardeş bulunsa, ana baba bir kardeş tercih edilir.
Fakat diğer bir kavile göre; yakınlıkta akrabalığın kuvvetli ve zayıf olmasına
değil yakınlık derecesine itibar edilir. Bundan dolayı geliri vakfedenin
akrabasının en yakınına şart kılınmış bir vakıfta vakfedenin akrabasından ana
baba bir kardeşi ile ana bir kardeşi bulunsa her ikisi müsavi olarak bu gelire
müstahik olurlar. Yoksa ana baba bir kardeş tercih olunmaz. Çünkü ana baba bir
kardeş her ne kadar yakınlığı kuvvetli ise de vakfedene yakınlık derecesi
itibarıyla ana bir kardeş ile müsavîdir.
Vakfının gelirini
kendisine insanların en yakın olanına, sonra fakirlere şart kılan bir kimsenin
evlâdı ve ana babası bulunsa, evlâdı kız olsa bile vakfın geliri ona aid olur.
Çünkü bir kimsenin çocuğu kendisine ana ve babasından daha yakındır. Evlâdı
ölünce o vakfın geliri fakirlere sarf edilir, ana babasına sarf edilmez. Çünkü
vakfeden "el'akreb fel'ak-reb" tâbirini kullanmamıştır. Eğer vakfedenin yalnız
anası babası bulunsa, o vakfın geliri bunlar arasında yarı yarıya taksim edilir.
Eğer vakfedenin anası ile ana bir kardeşleri bulunsa, o vakfın geliri anasına
aid olur.
Eğer vakfedenin
babasının babası ile kardeşleri bulunsa, gelir bir kavile göre babasının
babasına bir kavile göre de, kardeşlerine aid olur. Eğer vakfedenin babası ile
oğlunun oğlu bulunsa, o vakfın geliri babasına aid olur. Çünkü baba torundan
daha yakındır. Eğer vakfedenin kızının kızı ile oğlunun oğlunun oğlu bulunsa o
vakfın geliri kızının kızına aid olur. Çünkü oğlunun oğlunun oğlu her ne kadar
asabeden olduğu cihetle vâris ise de, rahim ve derece bakımından kızının kızı
daha yakındır. Vakıf ise miras kabilinden değildir. Vakfının gelirini kendisine
karabet cihetinden en yakın olana şart ve tahsis eden kimsenin ana babasıyla
evlâdı bulunsa, vakıfta bunların hiç biri dahil olmaz. Çünkü bunlara karabet
denilmez.
"Şu vakfımın
gelirini önce bana neseb veya rahim cihetinden yakın olanlara, sonra bunları
takib edenlere şart kıldım" diyen kimsenin iki erkek kardeşi veya iki kız
kardeşi bulunsa, o vakfın geliri ana baba bir kardeşine, sonra baba bir
kardeşine sarf edilir. Bu kardeşlerden biri baba bir kardeş, diğeri ana bir
kardeş olsa, İmam-ı Azam'a göre; gelir baba bir kardeşe, İmameyn'e göre; her
ikisine müsavi olarak sarf edilir.
Vakfedenin ana baba
bir dayısı veya teyzesi ana bir veya baba bir amcasından yakındır. Ana baba bir
amcası, ana veya baba bir teyzesi veya dayısından
yakındır.
Vakfedenin ana baba
bir amcası veya halası ile ana baba bir dayısı veya teyzesi bulunsa, gelir
İmam-ı Azam'dan bir kavile göre; yalnız amca veya halaya aid olur. Diğer bir
kavile göre; bu gelire müsavî olarak ortak olurlar. İmameyn'e göre ise; bu
gelire müsavî müstahik olurlar.
T E N B İ H :
Yukarıda beyân edilenden malum oldu ki: "Akreb" lâfzı "akreb-i karabeti" diye
kayıdlanmadıkça karabete mahsus olmaz. Meselâ: Birkimse "vakaftü akari hâzâ alâ
akrabi'nnâsi minni: Şu akarımı insanların bana en yakın olanına vakfettim" dese,
"akreb" lâfzı karabete de başkasına da şamil olur. Bundan dolayı bu vakıfta
vakfedenin ana babası da dahil olur. Halbuki bunlar karabetten değildir. Buna
göre bir kimse "şu malımı insanların bana en yakın olanına vakfettim, onlardan
çocuksuz ölenin hissesi kendi derecesinde olana verilsin" dese, derecesi yakın
olanlar takdim edilir. Çocuksuz ölenin derecesinde amcasının çocukları aşağı
derecede kız kardeşlerinin oğlu bulunsa, o vakfın geliri amcasının çocuklarına
sarf edilir. Kız kardeşinin oğluna sarf edilmez. Fakat Fetâva-i Hayriyye sahibi:
"O vakfın geliri kız kardeşinin oğluna sarf edilir. Çünkü o daha yakındır.
Amcasının çocukları mahrem olan rahim değildir." diye fetva vermiştir. Ama bunun
hata olduğu açıktır. Çünkü akreb lâfzı karabetten daha umumî olduğundan mahrem
olan rahme mahsus değildir. Nitekim daha önce geçmiştir.
"El-ahvecü fel
ahvece..." Hasan b. Ziyad: "Bir kimse: malımın üçte birini karabetimden en çok
ihtiyacı olandan başlanıp sırasıyla ihtiyacı olanlara verilsin, diye vasiyet
edip onlar arasında meselâ yüz dirheme mâlik olan ile yüz dirhemden daha aza
malik olan bulunsa, vasiyeten yüz dirhemden aza mâlik olana yüz dirheme mâlik
oluncaya kadar verilir. Sonra vasiyet hepsinin arasında müsavî olarak taksim
edilir." demiştir. Hassaf: "Vakıf bana göre vasiyet gibidir." demiştir.
İs'âf.
"Evlâdıma komşu
olanlara..." Bir kimse "şu akarımı komşularımın fakirlerine vakfettim" dese, bu
vakıf İmam-ı Azam'a göre; haneleri vakfedenin hanesine bitişik olan fakirlere
vakfedilmiş olur. Nitekim bir kimse malının üçte birini komşularına vasiyet
etse, bu vasiyet İmam-ı Azam'a göre, haneleri vasiyet edenin hanesine bitişik
olanlara yapılmış olur. Vakıf da vasiyet gibidir. Züfer'de böyle söylemiştir.
Buna göre komşular namına yapılan bir vakfa vakfedenin hanesine bitişik
hanelerde sakin olan hürler, köleler, erkekler, kadınlar, Müslümanlar ve
olmayanların hepsi müsavî olarak dahil olurlar. Vakfedenin hanesine hanelerinin
kapılarının uzak ve yakın olması müsavîdir. Mütevelli onlardan bazısına verip
bazısına vermemezlik edemez. Bilâkis vakfın gelirini onların sayısına göre
taksim eder. İmameyn'e göre ise bir mahallenin topladığı kimselerin hepsi komşu
sayılarak o vakfa dahil olurlar. Bu bahsin tamamı
İs'âf'tadır.
"Zamanın hadiseleri
kendisine vakıf meselelerinden gizli ve ince olanları bilmeye muhtaç eden
kimse..." Buradan büyu (alış-veriş) bahsine kadar olan meseleler bazı nüshalarda
mevcud değildir. Bilhassa gelecek meselelerin asıl nüshada bulunmaması gerekir.
Çünkü bu meselelerin vakıf bahsiyle alakası yoktur. Galiba şarih buraya kadar
gelince elindeki cüz'ün sonunda bir kaç tane boş varak (yaprak) kalmış
olduğundan bu meseleleri o varaklara yazmıştır. Fakat bunları kitaptan olarak
yazmamıştır. Kitabı istinsah eden bu meseleleri kitaptan zannederek kitaba
katmıştır.
Şârihin dâvâ
bahsinde inkâr edene yemin ettirilmeyen bir kaç meseleleri zikrettikten sonra:
"Uzatma korkusu olmasaydı bunları daha fazla uzatırdım." demesi ve dâvâ
bahsinden önce de buna benzer bir takım meseleleri zikretmesi, bu meselelerin
kitaptan olmadığına delâlet eder. Eğer bu meseleler kitaptan olsaydı şârih: "Bu
meseleleri fülan mahalde zikrettim." diye beyân ederdi. Fakat şârihin kitabın
sonunda: "Bu meselelerin izâhını ganimet bil. Bu, kitabın cevherlerindendir."
kavil ise bu meselelerin kitaptan olduğunu gerektirir. Şu kadar var ki, bu
ibâreler Zevâhirü'l-Cevahir'den nakledilmiştir. Şârihin kelâmından değildir.
İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
METİN
= İstitrâd: Vakıf
bahsiyle ilgisi bulunmayan meseleler beyânında=
Eşbâh sahibi:
"Şâhidlerin şahadetlerindeki ihtilafları şahadetlerinin kabulüne manidir. Fakat
kırk iki yerde mani değildir." demiştir.
Musannıfın oğlu
Şeyh Salîh'in hâşiye yazdığı Zevahirü'l-Cevahir isimli kitabın müellifine havale
olunan şerh (Bahır) da şâhidlerin ihtilâfının zararı olmayan meseleler
zikredilmiştir. İşte o meseleler şunlardır:
Birincisi:
Şâhidlerden biri "dâvâlı üzerinde bin dirhem vardır" diye şahâdet ettiği halde
diğeri "dâvâlı bin dirhem borcu bulunduğunu ikrar etmiştir" diye şahâdette
bulunsa, şahâdetleri kabul edilir.
İkincisi: Bir kimse
bir şahıstan iyi cinsten bir kilo buğday dâvâ edip şahidlerden biri buğdayın iyi
cinsten olduğuna, diğeri iyi cinsten olmadığına şahâdet etseler, iyi cinsten
olmadığına yapılan şahâdet kabul edilip onunla hükmedilir.
Üçüncüsü: Bir kimse
bir şahıstan yüz altın dâvâ edip şahitlerden biri "o altın Nisaboriyyedir" diye
şahâdet ettiği halde diğeri "o altın Buhariyyedir" diye şahâdette bulunup dâvâcı
da "o altın Nisaboriyyedir, ayarı yüksektir" diye iddia etse, ihtilâfsız o
altının Buhariyye olduğuna hükmedilir.
Dördüncüsü:
Şâhidlerin hibe ile atıyye lâfızlarındaki ihtilâfları şahadetlerine zarar
vermez.
Beşincisi:
Şahidlerin nikâh ve tezvic lâfızlarındaki ihtilâfları da şahadetlerine zarar
vermez.
Altıncısı:
Şâhidlerden biri "fülan kimse arazisini gelirinin üçte biri Zeyd'in olmak üzere
ebediyyen sadaka-i mevkûfe kıldı" diye şahadet ettiği halde diğeri "yarısını
Zeyd için kıldı" diye şahadette bulunsa, üçte biri üzerine şahadet kabul
edilir.
Yedincisi: Bir
kimse bey bi'l-vefa (satan parayı iade ettiği takdirde satın alanın da malı geri
vermesi üzerine yapılan satış) ile satmış olduğunu dâvâ edip şâhidlerden biri
buna şahadet ettiği halde diğeri satın alanın onu ikrar ettiğine şahadette
bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Sekizincisi:
Şâhidlerden biri "fülân kadın fülan kimsenin cariyesidir" diye şahadet ettiği
halde diğeri "o kadın o kimsenindir" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Dokuzuncusu: Bir
kimse bir şahıstan mutlak surette yani ödünç veya emânetle kayıtlamayarak bin
dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri, dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu ikrar
ettiğine şahadet ettiği halde diğeri bin dirhemin emânet olduğunu ikrar ettiğine
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Onuncusu: Bir kimse
"fülan şahıs bende olan alacağını ibra etti" diye dâvâ edip şâhidlerden biri
ibraya şahadet ettiği halde diğeri "alacaklı alacağını hibe veya tasadduk veya
helâl etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
On birincisi: Bir
kimse "fülan şahıs bende olan alacağını hibe etti" diye dâvâ edip şâhidlerden
biri; borçlunun borçtan berî olduğuna şahadet ettiği halde diğeri alacaklının
alacağını borçluya helâl ettiğine şahadette bulunsa, şâhidlikleri câiz
olur.
On ikincisi: Kefil,
alacaklının alacağını borçlusuna hibe ettiğini dâvâ edip şahidlerden biri hibeye
şahadet ettiği halde diğeri ibraya şahadette bulunsa, şahadetleri câiz olur.
İbra sabit olur.
On üçüncüsü: Bir
kimse "fülan şahsın elinde bulunan fülan köle benimdir" diye dâvâ edip dâvâlı
inkâr etse, şahid getirildiğinde şâhidlerden biri "dâvâlı köleyi ondan aldığını
ikrar etmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "davâcı o köleyi dâvâlıya
emânet bırakmıştır" diye şahadette bulunsa, şâhidlikleri kabul
edilir.
On dördüncüsü: Bir
kimse "fülan şahsın elinde bulunan köle benimdir" diye dâva edip şâhidlerden
biri dâvâlı bu köleyi davâcıdan gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri
"dâvâcı bu köleyi dâvâlıya emânet etmiştir" diye şahadette bulunsa, köle
dâvâcıya hükmedilir.
On beşincisi: Bir
kimse zevcesinin talâkını hâmile kalmasına tâlik edip şahidlerden biri kadının
doğurduğuna şahadet ettiği halde diğeri kadının hâmile olduğuna şahadet etse,
şahadetleri kabul edilip kadın boş olur.
On altıncısı: Bir
kimse "fülan şahsın elinde bulunan hâne benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden
biri dâvâlının "o hane dâvâcınındır" diye ikrar ettiğine şahadet ettiği halde
diğeri dâvâcının o hanede sakin olduğuna şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
On yedincisi: Bir
kimse zevcesinin talâkını doğurmasına tâlik edip şahidlerden biri zevcesinin
erkek doğurduğuna, diğeri kız doğurduğuna şahadette bulunsalar, şâhidlikleri
kabul edilir.
On sekizincisi: Bir
kimse kölesine ticaret için izin verdiğini inkâr edip şahidlerden biri elbise
ticaretine şahâdet ettiği halde diğeri gıda ticaretine şahadette bulunsa,
şâhidlikleri kabul edilir.
On dokuzuncusu: Bir
kimsenin bir malı ikrar etmesi hususunda şâhidlerden biri o ikrarın Arapça ile
yapıldığına şahadet ettiği halde diğeri Farsça ile yapıldığına şahadette
bulunsa, şahâdetleri kabul edilir. Talakta böyle ihtilaf kabul
edilmez.
Yirmincisi: İki
şâhidden biri "fülan kimse kölesine: Hürsün, dedi" diye şahadet ettiği halde,
diğeri "azadsın" dedi diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Yirmi birincisi:
Bir kimse zevcesine "fülanla konuşursan boş ol" deyip sonra şâhidlerden biri
"kuşluk zamanında konuştu" diye şahadet ettiği halde diğeri "akşam vaktinde
konuştu" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilip kadın boş
olur.
Yirmi ikincisi: Bir
kimse zevcesine "seni boşarsam kölem hür olsun" deyip şâhidlerden biri "bugün
boşadı" diye şahadet ettiği halde diğeri "dün boşadı" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilip kadın boş olur ve köle âzâd olur.
Yirmi üçüncüsü:
Şâhidlerden biri "fülan kimse, zevcesini elbette üç talâkla boşadı" diye şahadet
ettiği halde diğeri "elbette iki talâkla boşadı" diye şahadette bulunsa, "iki
talâk boş olur" diye hükmolunur ve o kimse ri'cate mâlik
olur
Yirmi dördüncüsü:
Şâhidlerden biri "fülan kimse kölesini Arapçayla âzâd etti" diye şahadet ettiği
halde, diğeri "Farsçayla âzâd etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Yirmi beşincisi:
Şâhidler mehrin miktarında ihtilaf etseler, az ile
hükmolunur.
Yirmi altıncısı:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan hanede fülan adamla olan husumet
ve dâvâsına vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "o hanede hem bu
hususta hem de başka hususta onu vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, her
ikisi de aynı hanede vekil tâyin edildiği hususunda ittifak ettikleri için
şahadetleri kabul edilir.
Yirmi yedincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan arazisini sıhhatında vakfetti" diye şahadet
ettiği halde diğeri "hastalığında vakfetti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri
kabul edilir.
Yirmi sekizincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse perşembe günü vasiyet etti" diye şahadet ettiği
halde diğeri "cuma günü vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri câiz
olur.
Yirmi dokuzuncusu:
Zeyd, Amr'den yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "Amr havale yoluyla
borçludur" diye şahadet ettiği halde diğeri "kefâlet yoluyla borçludur" diye
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuzuncusu:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malı şu kadar meblâğa bir vade ile sattı"
diye şahadet ettiği halde diğeri "vadeyi söylemeksizin yalnız sattı" diye
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz birincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan malı üç gün muhayyerlik şartıyla fülan şahsa
sattı" diye şahadet ettiği halde diğeri "muhayyerlik şartını söylemeksizin
yalnız sattı" diye şahadette bulunsa, şahadetler kabul
edilir.
Otuz ikincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı şu hane hususunda Kûfe kadısı
huzurunda husumet ve dâvâya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri
"Basra kadısı huzurunda vekil tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri
câiz olur.
Otuz üçüncüsü:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil
tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "olmaya musallat kıldı" diye
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz dördüncüsü:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını almaya
vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "alacağını almaya musallat
kıldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Otuz beşincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil
tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "hayatta iken hakkını almasını
vasiyet etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Otuz altıncısı:
Şahidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan alacağını taleb
etmeye vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "ödeşmeye vekil tayin
etti" diye şahadet etse şahadetleri kabul edilir.
Otuz yedincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını teslim
almaya vekil tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "taleb etmeye vekil
tâyin etti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Otuz sekizincisi:
Şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsı fülan adamda olan hakkını almaya vekil
tâyin etti" diye şahadet ettiği halde diğeri "teslim almasını emretti veya
teslim alması için gönderdi" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir.
Otuz dokuzuncusu:
Şâhidler vakfedenin vakfettiğini ikrar ettiği zamanda ihtilâf etseler,
şahadetleri kabul edilir.
Kırkıncısı:
Şâhidler vakfedenin vakfettiğini ikrar ettiği mekânda ihtilâf etseler,
şehâdetleri kabul edilir.
Kırk birincisi:
Şâhidlerden biri vakfedenin sıhhat halinde vakfettiğine şahadet edip diğeri
hasta halinde vakfettiğine şahadet etse, şahadetleri kabul
edilir.
Kırk ikincisi:
Şâhidlerden biri Zeyd'e vakfettiğine şahadet ettiği halde diğeri Amr'e
vakfettiğine şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Şahıs tayin etmeleri
batıl olup fakirlere vakfedilmiş olur. Bahır'da zikredilen meseleler burada sona
ermiştir.
Musannıfın oğlu
şeyh Salih der ki; Allah-ü Teâlâ'nın fazl-ü keremiyle Bahır'da istisna edilen
meselelerin üzerine bir takım meseleler de ben ziyade ettim. Onlardan bazıları
şunlardır:
Şâhidler rehinin
tarihinde ihtilâf edip biri "Perşembe gününde rehin verilmiştir" diye şahadet
ettiği halde diğeri "Cuma gününde rehin verilmiştir" diye şahadette bulunsa,
İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre bu şahadet kabul edilir. İmam Muhammed'e
göre kabul edilmez. Cevahirü'l-Fetâvâ.
Şâhidler bir
kimsenin bir şahısa mal ikrar ettiğinde ittifak edip fakat biri "o kimse malı
ikrar ettiğinde hepimiz fülan yerde idik", diğeri "o kimse mal ikrar ettiğinde
hepimiz başka bir yerde idik" diye ihtilaf etseler şahadetleri kabul
edilir.
Şâhidlerden biri bu
geçen meselede "o kimse o şahsa malı kuşluk vaktinde ikrar etmîştir" diye
şahadet ettiği halde, diğeri "akşam vaktinde ikrar etmiştir" diye şahadette
bulunsa, şahadetleri kabul edilir. Bu iki suret Valvalciyye'de
yazılıdır.
Nikâhı altında
yalnız bir zevcesi olan bir şahıs hakkında "zevcesini boşadı" diye iki kimse
şahadet edip fakat biri "fülanın kızı olan zevcesini boşadı" diye tâyin ettiği
halde diğer onu tâyin etmeyip "fakat ben bilirim ve şahadet ederim ki o şahıs
hâlâ nikahı altında olan fülanın kızı zevcesinden başka olan zevcesini bu
boşamasından önce boşayıp hanesinden çıkarmıştır" dese, Fahruddin: "Şâhidler bir
kadının talâkına şahadet edip biri kadını tâyin edip ismini söylese, diğer
kadını tâyin etmese boşayan şahsın nikâhında da bir kadınları başka kadın
bulunmasa, bu şahadet sahih olur." demiştir. Bu mesele Cevâhirü'l-Fetavâ'da
yazılıdır.
Bir kimse bir
hanenin mülkü olduğunu dâvâ ettiğinde şâhidlerden biri "bu hane onundur" veya
"Onun mülküdür" diye şahadet ettiği halde diğeri "bu hane onun mülkü oldu" diye
şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Münyetü'l-Müfti.
Bir kimse bir
şahıştan iki bin veya bin beş yüz dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "o kimsenin
o şahısda bin dirhem alacağı vardır" diye şahadet ettiği halde diğeri bin beş
yüz dirhem alacağı vardır" diye şahadette bulunsa, ittifakla bin dirhemle
hükmolunur.
Şâhidler "fülan
kimsenin fülan şahısta bin dirhem hakkı vardır" deyip biri "o şahıs borcunun beş
yüz dirhemini ödedi" diye şahadet ettiği halde alacaklı kimse bunu inkâr etse,
artık şâhidlerin bin dirheme olan şahadetleri kabul edilir.
Valvalciyye.
Bir kimse "fülan
şahsın elinde bulunan cariye benimdir" diye dâvâ edip şâhid getirdiğinde
şâhidlerden biri "bu cariye dâvâcınındır. Dâvâlı bu cariyeyi dâvâcıdan
gasbetmiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri gasbtan bahsetmeksizin "bu cariye
dâvâcınındır" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul edilir.
Mecmau'l-Fetâvâ.
Şahidler bir
sığırın çalınmış olduğuna şahadet edip fakat renginde ihtilâf etseler, İmam-ı
Azam'a göre şahadetleri kabul edilir. İmameyn'e göre kabul
edilmez.
Şâhidlerden biri
borcun kefalet yoluyla, diğeri havale yoluyla olduğuna şahadet etseler, kefalet
az olduğundan onun hakkındaki şahadet kabul edilir.
Câmiu'l-Fusuleyn.
Şâhidlerden biri
"fülan kimse fülan şahsı fülane zevcesinin talâkına vekil tayin etti" diye
şahadet ettiği halde diğeri "onunla beraber fülane zevcesinin de talâkına vekil
tâyin etti" diye şahadette bulunsa o şahıs talâkında ittifak ettikleri kadının
talâkında vekil olmuş olur.
Şâhidler, bir
kimsenin vekil olduğuna şahadet edip fakat biri, "vekillikten azledildi" diye
şahadette bulunsa, vekil olduğuna dair yaptıkları şahadetleri kabul edilir. Azle
dair olan şahadet kabul edilmez. Ancak o şâhidle beraber başka bir şâhid de azle
dair şahadet ederse, kabul edilir. Bu meseleler de Câmiu'l-Fûsuleyn'den
nakledilmiştir.
Bir kadın, "şu
arazi benimdir" diye dâvâ edip şâhidlerden biri "o arazi bu kadınındır. Çünkü
kocası onu mehrine bedel olarak vermiştir" diye şahadet ettiği halde diğeri "o
arazi bu kadının mülküdür. Çünkü kocası o arazinin karısının mülkü olduğunu
ikrar etmiştir" diye şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Zira her satan
satmış olduğu malın müşterisinin mülkü olduğunu ikrar eder. Bundan dolayı zevc,
satıcı gibi olduğundan şâhidler "zevc o araziyi zevcesine mülk olarak verdi"
diye şahadet etmiş gibi olurlar. Bazı fukaha "şahidlerden biri; zevc o araziyi
zevcesine mehrine bedel olarak verdi, diye akit ile şahadet edip diğeri: Zevc o
arazinin zevcesine mülkü olduğunu ikrar etti diye şahadet edince meşhudünbih
(şahidle isbat edilen hak) muhtelif olduğundan bu şahadet reddolunur"
demişlerdir.
Bu suretle şâhidin
biri "zevci, zevcesine mehri yerine bu araziyi bedel verdi" diye şahadet ettiği
halde diğeri "zevci, zevcesine bu araziyi mehrine bedel verdiğini ikrar etti"
diye şahadette bulunsa, meşhudünbih'de ittifak ettiklerinden şahadetleri kabul
edilir. Nitekim şâhidlerden biri "fülan kimse fülan şahsa bu araziyi sattı" diye
ikrar edip diğeri "sattığını ikrar etti" diye şahadette bulunsa şahadetleri
kabul edilir. Bu mesele de Câmiu'l-Fûsuleyn'den nakledilmiştir. Şeyh Saim'in
kelâmı burada sona ermiştir.
İZAH
"O altın
Buhariyye'dir." Metinde zikredilen mesele gibidir: Bir kimse bir şahıstan bin
dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri "dirhemler beyazdı" diye şahadet ettiği halde
diğeri "dirhemler siyahdı" diye şahadetle bulunsa, dâvâcı ayarı yüksek olan
dirhemi dâvâ etse ayarı düşük olan dirhem hakkındaki şahadetleri kabul edilir.
Metinde zikredilen üç mesele hakkında şahadetlerin kabul edilmesinin vechi
şâhidlerin meşhudü bihin mikdarında ittifak etmeleridir. Onlardan birinin bir
vasıf ziyade etmesi ise şahadete zarar vermez. Eğer dâvâcı ayarı düşük olan
dirhemi davâ etse, şahadet kabul edilmez. Ancak dâvâcı, davâlıyı ayarı yüksek
olan dirhemden beri kılmış olursa, şahadet kabul edilir. Bu meselenin tamamı
Fethü'l-Kadîr'dedir. Bahır.
"Dördüncüsü..."
Şahadetler arasında mutabakatın lâfzen bulunması şart değildir. Mutabakatın
mânen bulunması kâfidir. Bundan dolayı bir şahadet lâfzî, diğer şahadet lâfzının
müradifi olabilir. Meselâ; dâvâcı, bir malın kendisine hibe edildiğini dâvâ edip
şâhidlerden biri " o mal dâvâcıya hibe edilip teslim edilmiştir" diye şahadet
ettiği halde diğeri "atiyye olarak teslim edilmiştir" diye şahadette bulunsa
şahadetleri kabul edilir. Çünkü, hibe ile atiyye müradif
lâfızlardandır.
"Üçte biri üzerine
şahadet kabul edilir." Hüküm yine böyledir. Şâhidlerden biri "fülan kimse
arazisini gelirinin hepsi Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadet ettiği
halde diğeri "yarısı Zeyd'in olmak üzere vakfetti" diye şahadette bulunsa,
üzerinde ittifak ettikleri yarı ile hükmolunur. Bu, dâvâcı daha çoğu iddia
ettiğine göredir. Dâvâya şâhid getirildiği takdirde dâvâlının vakfı ikrar etmesi
veya Zeyd'in vakıfta hakkı olduğunu inkâr etmesi veya hem vakfı hem de Zeyd'in
vakıftaki hakkını inkâr etmesi arasında fark yoktur.
"Mutlak surette..."
Bahır'da beyân edildiğine göre, şâhitlerden biri alacağın ödünç olduğuna, diğeri
emânet olduğuna şahadet ettiği halde dâvâcı iki sebepten birini yani alacağının
ödünç veya emânet olduğunu dâvâ etse, şâhitlerden birini yalanlamış olacağından
bu şahadet kabul edilmez.
Keza şâhitlerden
biri bin dirhemin ödünç olduğuna şahadet ettiği halde diğeri emânet olduğuna
şahadette bulunsa, yine şahadetleri kabul edilmez. Zira ödünç ve emânet ayrı
ayrı şeylerdir. Fakat şâhidlerden biri "dâvâlının bin dirhemin ödünç olduğunu
ikrar ettiğine, diğeri emânet olduğunu ikrar ettiğine şahadet etseler
şahadetleri kabul edilir. Çünkü şâhidlerden her biri ikrara şahadet etmektedir.
İkrar ise bir cinstir.
"Şahadetleri câiz
olur." Çünkü alacağı borçluya hibe etmek veya tasadduk etmek helâl etmek onu
borçtan berî kılmaktır. Fakat şahitlerden biri dâvacının bin dirhemi dâvalıya
hibe ettiğine, diğeri tasadduk ettiğine şahadet etseler, şahadetleri kabul
edilmez.
"İki talâk boş
olur, diye hükmolunur." Çünkü üç talâkla boşamada "elbette" kavline ihtiyaç
duyulmaz. Bunun izahı şöyledir: Üç talâk, talâk-ı bâin olduğundan "elbette"
kavli geçersizdir. Bundan dolayı "elbette" kavli söylenmemiş gibi olur. Elbette
kavlini ikinci şâhid söylemiş olduğundan iki şahid arasındaki ihtilâf yalnız
talâkın adedi hususunda olmuştur. Buna göre şâhidlerin ikisi de zevcin zevcesini
iki talâkla boşamış olduğunda ittifak etmiş olduklarından iki talâkla
hükmedilir. Üçüncü talâkı şahitlerden birisi iddia ettiğinden üçüncü talâk
geçersiz olur. Elbette lâfzının geçersiz olduğu gibi. Bundan dolayı talâk,
talâk-ı ric'î olur. Bu şahadetin kabul edilmesi İmam Muhammed'e göredir. İmam-ı
Azam'a, asla kabul edilmez. Çünkü Kâfî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki;
bir kimse bir şahıstan iki bin dirhem dâvâ edip şâhidlerden biri bin dirheme,
diğeri iki bin dirheme şahadette bulunsa, İmam-ı Azam'a göre şahadetler kabul
edilmez. İmameyn'e göre bin dirhem üzerine şahadetleri kabul edilir. Buna göre
şâhidlerden biri zevcin birtalâk diğeri iki talâk boşadığına veya biri bir
talâk, diğeri üç talâk boşadığına şahadet etseler, İmam-ı Azam'a göre hiç boş
olmaz. İmameyn'e göre bir talâk boş olur.
Bahır'da bir yaprak
sonra "Kâfi'de beyan edilen mezhebin muhtar olan kavlidir." diye
zikredilmiştir.
"Mehrin miktarında
ihtilâf etseler..." Câmiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; şâhidler satış,
icâre, talâk, mal üzerine âzâdda bedelin mikdarında ihtilaf etseler, şahadetleri
kabul edilmez. Ancak nikâhta kabul edilir. Mehirde, mehr-i misle müracaat
edilir. İmameyn'e göre nikâhta da kabul edilmez.
Ben derim ki: Bu
mesele zevc asıl nikahı inkâr ettiğine göredir. Satış ve benzerleri de böyledir.
Şârihin zikrettiği ise şâhidlerin nikâhta ittifak edip mehrin mikdarında ihtilâf
etmeleri hakkındadır. Satış ve benzerlerinde şâhidlerin şahadetlerinin kabul
edilmemesinin vechi: Bin lira ile yapılan akit iki bin lira ile yapılan akitten
başkadır. İmameyn'e göre, nikâh da böyledir. İmam-ı Azam'a göre, nikâh bunlardan
müstesnadır. Çünkü nikâhta mal (mehir) maksud değildir. Bundan dolayı mal
(mehir) söylenmeksizin nikâh sahih olur. Fakat satış ve benzerleri sahih
olmaz.
"Hastalığında
vakfetti." Bir kimse ölüm hastalığında bir malını vakfetse, malının üçte
birinden muteber olur. O vakıf terekenin üçte birinden çıkarsa, hepsi vakıf
olmuş olur. Varislerin izinlerine bakılmaz. Eğer o vakıf terekenin üçte birinden
çıkmayıp varislerde izin vermezlerse vakıf yalnız terekenin üçte biri mikdarı
hakkında câiz olur, ziyadesi mirasa katılır, şâhidlerden biri "fülan kimse fülan
malını sıhhatında vakfetti" diye şahadet ettiği halde diğeri "şu malım ben
öldükten sonra vakfolsun dedi" diye şahadette bulunsa -her ne kadar bu
vakfettiği malı terekesinin üçte birinden çıksa bile -bu şahadet kabul edilmez.
Çünkü ikinci şahid bunun vasiyet olduğuna şahadet etmiştir. Vakıf ile vasiyet
ise ayrı ayrı şeylerdir.
"Zeyd Amr'den yüz
dirhem dâvâ edip..." Yani Zeyd Amr'den yüz dirhem dâvâ edip iki şâhid
getirdiğinde şâhidlerden biri "Amr'in alacaklısı olan Bekir Zeyd'i Amr'deki olan
yüz dirhemine havale etti. Havale yoluyla Zeyd'in Amr'de yüz dirhemi vardır"
diye şahadet ettiği halde diğeri "Amr Zeyd'in borçlusundan dolayı bu yüz dirheme
kefil olduğundan Zeyd'in kefalet yoluyla Amr'de yüz dirhem hakkı vardır" diye
şahadette bulunsa şahadetleri kabul edilir. Hâsılı yüz dirhem Amr üzerine
lâzımdır. Şu kadar var ki, şahidlerden biri "yüz dirhemin Amr üzerine havale
yoluyla lâzım geldiğine, diğeri kefâlet yoluyla lâzım geldiğine şahadet
etmektedirler.
Câmiu'l-FûsuIeyn'de
beyân edildiğine göre, şâhidler meşhudün-bih ile ilgili bir şeyde ihtilâf edince
bakılır: Eğer bu ihtilâfları meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirirse, şahadetleri
kabul olunmaz. Bundan dolayı gasb, cinayet, borcu ödeme gibi sırf fiilden ibaret
olan yahut nikâh gibi kavil ile münakid olup sahih olmasında -iki tarafın ve
şâhidlerin hazır bulunmaları gibi- fiilin şart bulunduğu hususlarda şahidlerden
biri muayyen bir zamanda veya mekândaki fille, diğeri de diğer bir muayyen
zamanda veya mekândaki fiille şahadet etseler, şahadetleri kabul edilmez. Çünkü
bu ihtilâfları, meşhudün-bihte ihtilâfı gerektirir. Meselâ: Şâhidlerden biri
"davâlı, dâvâcının şu malını bir sene evvel gasbetti" diye şahadet ettiği halde
diğeri "bir ay önce gasbetti" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilmez.
Kezâ bir kimse,
borcunu ödediğini iddia edip şâhidlerden biri "bu borcu hanesinde ödedi" diye
şahadet ettiği halde, diğeri "dükkânında ödedi" diye şahadette bulunsa,
şahadetleri kabul edilmez.
Şâhidler sırf kavil
kabilinden olan alış - veriş, icâre, kefâlet, havale, vekâlet, ikrar, sulh,
hibe, rehin, borç, ödünç, ibra, vasiyet, talâk, âzâd etme gibi bir muamelenin
mekân ve zamanında ihtilâf etseler, bu ihtilâf meşhudün-bihin ihtilâfını
gerektirmeyeceğinden şahadetlerinin kabulüne mani olmaz. Meselâ: Bir kimse bir
şahıstan şu kadar dirheme bir mal satın almış olduğunu dâvâ edip teslimini taleb
ettiğinde şâhidlerden biri "fülan dükkânda satın aldı" diye şahadet ettiği halde
diğeri "fülan hanede satın aldı" diye şahadette bulunsa, şahadetleri kabul
edilir. Çünkü satma ve satın almanın akdine aid sözler tekrar edilebilir. Fiil
ise böyle değildir.
METİN
Eşbah'da beyân
edildiğine göre, sükût (susmak), nutuk (söylemek) gibi değildir. Fakat birtakım
meselelerde sükût nutuk gibidir. Eşbah sahibi bunlardan otuz yedisini
saymıştır.
Şârih der ki;
Tenvirü'l-Besâir sahibi bu otuz yedinin üzerine iki mesele daha ziyade etmiştir.
Evvelki mesele icarede sükût, rıza ve kabul sayılmasıdır. Meselâ; bir kimse
hanesinde iare veya gasb yoluyla sakin olan şahsa "şu kadar kira bedeliyle
hanemde otur, yoksa hanemi tahliye et" dediğinde o şahıs sükût etse, kendisine
hane sahibi tarafından söylenen meblağ lâzım gelir. Musannıf bu meseleyi icare
bahsinde de zikretmiştir.
İkinci mesele
emânetçinin sükûtu delâleten kabul sayılır. Nitekim Bahır sahibi: "Emânetçinin
yanına emânet bir mal konduğunda sükût etmesi delâleten rıza ve kabul sayılır."
demiştir.
Zevahirü'l-Cevahir
sahibi otuz yedi mesele üzerine birtakım meseleler ziyade etmiştir. Eşbah
sahibinin "Yirmi dördüncü mesele zevcenin satması zamanında zevcin sükut etmesi
o malın kendisine aid olmadığını ikrardır." dediği yerde Zevahirü'l-Cevahir
sahibi de: "Zevc, bir malı satarken zevcesinin sükût etmesi ve rıza ve
kabuldür." meselesini ziyade etmiştir. Çünkü Bezzâziye'de zikredilmiştir ki, bir
kimse yakınının veya zevcesinin huzurunda bir akar salıp bunlar sükût etseler,
sonra bunlar o akarın kendilerine aid olduğunu davâ etseler, fetva dâvâlarının
kabul edilmemesi üzerinedir. Kâdîhân'da: "Sahih olan kavil, bu dâvânın kabul
edilmesidir." diye beyân edilmiştir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil
bulunduğunda müftünün fetva verirken iyi düşünmesi
lâzımdır.
Şarih der ki;
zikredilen meseleler üzerine Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde şu mesele
de ziyade edilmiştir: Satın alan bir kimsenin, satın aldığı bir mülkte ekin ekme
veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini komşusu görüp sükût ettikten sonra o
mülkün kendisine aid olduğunu dâvâ etse, dâvâsı kabul edilmez.
Tenvirü'l-Besâir'in müteferrikat bahsinde beyan edilen mesele de Bezzaziye'ye
nisbet edilmiştir. Cevâhirü'z-Zevâhir sahibine taaccüb olunur. Bezzâziye'nin
kelâmının evveli olan zevcin satışı zamanında zevcesinin sükût etmesi kavlini
zikretmiştir. Âhiri olan müteferrikattan nakledilen meseleyi terk
etmiştir.
Yine
Zevahirü'l-Cevâhir'de zikredilmiştir ki; bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir
erkekle evlenip çocuk doğurana kadar velisi sükût etse, sükûtu rıza ve kabul
sayılır. Bu, zâhiri rivâyete göredir. Ama müftabih olan Hasan b. Ziyad'ın
rivâyetine göre, nikâh mün'akid olmaz.
Muhît'te beyân
edilmiştir ki; bir kimse, bir şahsı onun emri olmaksızın evlendirip insanlar o
şahsı tehniye ve tebrik ettiklerinde sükûtuyla tehniye ve tebriği kabul etse, bu
rıza ve kabul sayılır. Çünkü tehniye ve tebriki kabul etmesi, nikâha icazet ve
izin vermesinin delilidir.
Vekâlet, sarahaten
"vekil ettim" demekle sabit olduğu gibi sükûtla da sâbit olur. Bundan dolayı
Zahîriyye'de: "Büyük bir kızın amcasının oğlu ona: Seni kendi nefsime tezvic
edeceğim dediğinde sükût edip o do onu tezvic etse, câiz olur." diye
zikredilmiştir. Bu meseleyi Bahır sahibi evliya bahsinde zikretmiştir. Vekilin
sükûtu da böyledir. Meselâ: Bir kimse bir şahsa "Seni vekil tâyin ettim" deyip o
da sükût etse, kabul etmiş olur.
Şâhidleri ta'dil ve
tezkiyede, ilim ve salâh sahiblerinin sükûtu da müstesna olan meselelerdendir.
Bahır'ın şahadet bahsinde: "şâhidleri tezkiye hususunda ilim ve salah
sahiblerinin sükûtuyla iktifa olunur. Onların sükûtları şahidleri tezkiye olur."
diye beyân edilmiştir. Çünkü Mültekat isimli eserde beyân edildiğine göre, Leys
b. Musavir isimli bir kadı, bir şâhidi tezkiye edecek olduğunda tezkiye edecek
zât keyifsiz olduğundan onu ziyarete gidip şâhidin halinden sorduğunda o zât
sükût etmiş, tekrar sorduğunda yine sükût etmiş, kadı: "Ben sana soruyorum, sen
cevap vermiyorsun" demiş, o da: "Bizim gibilerden sizlere tezkiye hususunda
sükût kifâyet etmez mi?" Yani kifâyet eder, demiştir.
Şârih der ki; bu
meseleyi Eşbah sahibi kendi şerhi olan Bahır'ın şahadet bahsine nisbet ederek
müstesna olan meselelerden saymıştır. Buna göre Şeyh Salîh'in tezkiye edenin
ilim ve salah ehlinden olmasını kayıdlamasıyla, bu mesele zâid meselelerden
olamaz.
Bir köle cuma
namazı için çıktığında onu efendisi görüp sükût etse, kölenin cuma namazına
çıkması helâl olur. Çünkü efendisinin sükût etmesi, razı olması demektir.
Nitekim Bahır'ın cuma bahsinde de böylece zikredilmiştir.
Kınye'de beyan
edilip Kadı Abdülcebbar ile Alâuddin Tercümanîden nakledilmiştir ki; bir kadın
zevcine çeyizsiz zifaf olunsa, zevc çeyiz mukabilinde zevcesinin babasına
göndermiş olduğu altınları taleb edebilir. Eğer çeyiz az olursa, zevc örf ve
adetlerinde göndermiş olduğu altına münasib çeyiz taleb edebilir. Bu takdirde
gönderilen altına münasib çeyiz gelmezse, zevc göndermiş olduğu altını gelir
alabilir diye fetva verilir. İtibar zevc için yapılan çeyizedir. Kadın için
yapılan çeyize bakılmaz. Eğer zevc zifaftan sonra bir müddet sükût etse, bundan
razı olduğu anlaşılmış olur. Bundan sonra kendisine çeyizden bir şey yapılmamış
olsa bile dâva edemez.
Bir kimse bir şahsı
ibra ettiğinde ibra olunan şahıs sükût etse, bu ibra sahih olur. O şahsın
kabulüne muhtaç olunmaz.
Rehin alanın rehini
satarken rehin verenin sükûtu, iki rivâyetin birinde rehini iptal eder. Bunu
Zeylâi ve diğer müellifler beyân etmişlerdir ve Eşbah'ın "sükût edene kavil
nisbet edilmez" kaidesinin evvelinden malum olur.
Bu gibi meseleleri
cem ve telif etmek sırf Hak Teâla Hazretlerinin tevfik ve inayetiyledir. Hamd-ü
senâ mutlak galib ve ihsanı bol olan Allah'a mahsustur.
İZAH
"Bir takım
meselelerde sükût (susmak) nutuk (söylemek) gibidir." Sükûtun nutuk gibi olduğu
otuz yedi mesele şunlardır:
1 - Baliğa olan
bâkire bir kızdan velisi evlendirmek için izin istediğinde kız sükût etse,
sükûtu izin ve rıza sayılır.
2 - İzinsiz
evlendirilen bâliğa bir kız mehrini alırken sükût etse, sükûtu izin ve rıza
sayılır.
3 - Bâliğâ olmayan
bir kız çocuğunu babası ve dedesinden başka velisi evlendirse, baliğa olunca
nikahı bozma hakkı vardır. Bu kız bâkire olarak bâliğ olunca sükût etse, sükûtu
izin ve rıza sayılır. Bundan sonra nikâhı bozma hakkı
yoktur.
4 - Evlenmeyeceğine
yemin eden bir kadını babası evlendirdiğinde sükût etse, yemini bozulmuş
olur.
5 - Kendisine
sadaka verilenin sükûtu kabul sayılır. Fakat kendisine hibe edilenin sükûtu
kabul sayılmaz.
6 - Hibe verilen
hibeyi sadaka verilen sadakayı aldığında, hibe eden ve sadaka veren görüp sükût
etse, sükûtu izin ve rıza sayılır.
7 - Bir kimse bir
şahsa "seni vekil tâyin ettim" deyip o da sükût etse, sükûtu kabul ve rıza
sayılır. Reddetmesiyle vekâlet reddedilmiş olur.
8 - Bir kimse bir
şahsa hitaben "senin bende bin dirhem alacağın vardır" dediğinde o şahıs sükût
etse, sükûtu kabul sayılır. Reddetmesiyle alacak reddedilmiş
olur.
9 - Bir kimse, kadı
veya vali tâyin edildiğinde sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır. Bu
kimsenin bu vazifeyi reddetme hakkı vardır.
10 - Bir kimse bir
malını bir şahsa vakfettiğinde o şahıs sükût etse, sükûtu kabul ve rıza sayılır.
Reddetmesiyle vakıf reddedilmiş olur. Bazı fukaha "reddedemez"
demişlerdir.
11 -
Beyü't-telciede, satıcı ile alıcıdan birisi diğerine "ben bu satışı sahih
kılıyorum" dediğinde diğeri sükût etse, sükûtu kabul ve rıza
sayılır.
Beyü't-telcie: İki
kimsenin insanların huzurunda alım-satım kastetmeksizin alış - veriş yapar
görünmesinden ibarettir.
12 - Gâziler
arasında malı taksim edilirken eski mâliki sükût etse, sükûtu rıza
sayılır.
13 - Bir köleyi
muhayyer olarak satın alan kimse, o kölenin alış-veriş yaptığını görüp sükût
etse, sükûtu muhayyerliğini düşürür. Fakat bir köleyi muhayyer olarak satan
kimse, o kölenin alış - veriş yaptığını görüp sükût etse, sükûtu muhayyerliğini
düşürmez.
14 - Satmış olduğu
malını hapsetme hakkı bulunan satıcı, satın alanın o malı aldığını görüp sükût
etse, sükûtu -satış sahih olsun veya fâsid olsun - izin
sayılır.
15 - Şüf'a sahibi
şüf'a hakkı bulunan bir malın satıldığını bildiği zaman sükût etse, sükûtu şuf'a
hakkını düşürür.
16 - Bir efendi
kölesini alış - veriş yaparken görüp sükût etse, sükûtu bu alış verişinden
sonraki ticaretlerde izin sayılır. Bu alış verişine izin
sayılmaz.
17 - Bir efendi
kölesine ticaret için izin vermeyeceğine yemin edip kölesinin alış - veriş
yaptığını görüp sükût etse zahirir-rivâyete göre yemini bozulmuş
olur.
18 - Bir köle,
satılırken veya rehin verilirken veya bir cinayete karşılık verilirken boyun
büküp sükût etse, eğer kölenin aklı eriyorsa, sükûtu köleliğini ikrar sayılır.
Fakat köle icareye verilirken veya satışa arzedilirken veya evlendirilirken
sükût etse, sükûtu köleliğini ikrar sayılmaz.
19 - Bir kimse
"fülan şahsı hâneme indirmeyeceğim" diye yemin edip o şahıs onun hanesine
indiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur. Eğer o şahıs onun hanesine inince
ona "hanemden çık" deyip o da çıkmayı kabul etmese, bunun üzerine yemin eden
kimse sükût etse, yemini bozulmuş olmaz. Çünkü inme fiili, devam eden
fiillerdendir. Bundan dolayı inme fiilinin devamı için ibtida hükmü vardır.
Çıkma fiili böyle değildir. Çünkü çıkma fiili evin içinden dışına ayrılmaktan
ibarettir.
20 - Zevc, zevcesi
doğurduğunda çocuktan dolayı kendisini tebrik ettiklerinde sükût etse, sükûtu
çocuğun kendisinden olduğunu ikrar sayılır. Sonra o çocuğun nesebini nefyetmeye
mâlik olamaz.
21 - Efendi, ümmi
veledi doğurduğunda sükût etse, sükûtu çocuğun kendisinden olduğunu ikrar
sayılır. Fakat cariyesi doğurduğunda sükût etse, bu sükûtu çocuğun kendisinden
olduğunu ikrar sayılmaz.
22 - Bir kimse bir
malı satın almadan önce o malın kusurlu olduğu kendisine haber verildiğinde
sükût etse, bakılır: Eğer haber veren adâletli ise sükûtu kusura rıza sayılır.
Eğer haber veren fâsık ise, sükûtu kusura rıza sayılmaz. Bu İmam-ı Azam'a
göredir. İmameyn'e göre haber veren fâsık olsa bile sükûtu kusura rıza
sayılır.
23 - Bâliğa olan
bâkire bir kıza velisinin kendisini evlendirdiği haber verildiğinde sükût etse
bakılır: Eğer haber veren adâletli ise sükûtu nikaha rıza sayılır. Haber veren
fâsık ise sükûtu nikâha rıza sayılmaz. Bu, İmam-ı Azam'a göredir. İmameyn'e
göre, haber veren fâsık olsa bile sükûtu nikâha rıza
sayılır.
24 - Bir kimse,
zevcesi veya yakını bir akar satarken sükût etse, sükûtu bu akarın kendisine aid
olmadığını ikrar sayılır. Semerkant âlimleri bununla fetva vermişlerdir. Buhara
âlimleri buna muhalefet etmişlerdir. Bir mesele hakkında sahih iki kavil
bulunduğunda müftinin fetva verirken iyi düşünmesi lâzımdır. Nitekim şârih bunu
zikredecektir. Fakat metinler, Semerkant âlimlerinin kavline
göredir.
25 - Bir kimse
akrabası olmayan bir şahsın bir malı veya bir haneyi sattığını gördüğünde sükût
ettiği gibi o malı satın alanın o mal veya o hanede tasarruf ettiğini görüp
sükût etse, sükûtu o malın veya o hanenin kendisine aid olduğunu dâvâ etme
hakkını düşürür. Fakat bir kimse zevcesini veya yakınını bir mal satarken görüp
sükût etse, bu sükûtundan sonra o malın kendisine aid olduğunu dâvâ
edemez.
26 - İnan
ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız nefsim için satın alıyorum"
dediğinde ortağı sükût etse, bu cariye ortak olmayıp satın alanın olur. Ama
mufavaza ortaklarından biri diğerine "şu cariyeyi yalnız kendi nefsim için satın
alıyorum" dediğinde ortağının mutlaka sözle kabul etmesi
lâzımdır.
27 - Muayyen bir
şeyi satın almaya vekil olan bir kimse müvekkiline "o malı kendi nefsim için
satın almak istiyorum" deyip o malı satın alsa, kendi nefsi için satın almış
olur.
28 - Aklı eren
küçük bir çocuğun velisi onun alış - veriş yaptığını görüp sükût etse sükûtu
izin sayılır.
29 - Bir kimse
tulumunun başkası tarafından delinip içinde olanın aktığını gördüğü halde sükût
etse, sükûtu rıza sayılır. Fakat bu meseleye yine Eşbah'ta olan şu mesele ile
itiraz edilmiştir: Bir kimse malının başkası tarafından telef ve zâyi edildiğini
görüp sükût etse, sükûtu malının telef ve zâyi edilmesine izin
sayılmaz.
30 - "Köleme hizmet
ettirmeyeceğim" diye yemin eden kimse, kölesine hizmet etmesi için emir
etmeksizin ve onu hizmetten nehyetmeksizin kölesi kendiliğinden ona hizmet
ettiğinde sükût etse, yemini bozulmuş olur.
31 - Bir kadın
kızının çeyizine babasının eşyalarından bazı şeyler koyarken kızın babası sükût
etse, o verilen şeyleri geri alamaz.
32 - Bir ana
kızının çeyizi için mutad olan şeyi harcayıp kızın babası sükût etse, ana
harcadığını ödemez.
33 - Bir kimse
üzerinde zinet bulunan bir cariyeyi satıp bu zinetin müşterinin olmasını şart
kılmayıp, müşteri bu cariyeyi teslim alıp götürürken satan kimse sükût etse,
sükûtu bu zineti teslim gibi olur da zinet müşterinin
olur.
34 - Bir talebe
hocasına ders okurken hocası sükût etse, sükûtu esah olan kavle göre takriri
yerindedir.
35 - Dâvâlı, 'bir
özrü bulunmadığı halde sükût etse, sükûtu inkar sayılır. Bazı fukaha: "Dâvâlının
sükûtu inkâr da ikrar da sayılmayacağından hapsedilir." demişlerdir. Bu kavil,
İmam Ebû Yusuf'un kavlidir. Nitekim bir davâlı "ikrar da etmiyorum, inkar da
etmiyorum" dediği zaman hapsedilir. Bahır sahibi bu kavil ile fetva
vermiştir.
36 - Tezkiye
edenden şâhidin hali sorulduğunda sükût etse, sükûtu şâhidin âdil olduğunu
itiraf sayılır.
37 - Rehin veren
kimse, kendisine rehin verilen şahsın rehin aldığını görüp sükût etse, sükûtu
rıza sayılır.
Rehin alan, rehin
verenin rehni sattığını görüp sükût etse, sükûtu bir rivâyete göre rehni iptal
etmediği gibi rıza da sayılmaz. Diğer rivâyete göre rehni iptal ettiği gibi rıza
da sayılır.
Bilmiş ol ki;
Eşbah'ın ibâresinde: "Rehin veren rehni" satsa" diye zikredildiği halde, şârihin
ibaresinde: "Rehni alan rehni satsa" diye zikredilmiştir. Bilindiği gîbi hangisi
satarsa satsın hüküm değişmez. Çünkü rehin veren ile rehin alandan birisi
diğerinin rızası olmaksızın rehni satamaz.
T E T İ M M E:
Fukahadan bazıları: "Vasîlerden biri veya varislerden biri cenazeyi kabire kadar
taşıyacak bir kaç kimseyi ücretle tuttuğunda diğer vasîlerin veya varislerin
bunu önlemeye kudretleri bulunduğu halde sükût etseler, bid'at ve münker üzerine
sükût etmeleri rıza sayılır." demişlerdir.
Bir kimse bir şahsı
vasî tâyin edip o şahıs o kimsenin hayatında sükût edip o kimse ölünce o şahıs
onun terekesinin bir kısmını satsa veya onun borcunu ödese, bu hareketi vasîliği
kabul sayılır.
Bir kadın zevcinin
pamuğunu eğirirken veya onun ipini dokurken zevci görüp sükût etse, sükûtu rıza
sayılacağından zevcesine pamuğun veya ipliğin kıymetini
ödettiremez.
Kezâ: Yoğrulmuş bir
hamuru veya yatırılmış bir koyunu bir kimse gelip sahîbinin huzurunda hamuru
ekmek yapsa veya koyunu kesse, sahîbinin sükûtu delâleten emir
sayılır.
METİN
= İnkar edene yemin
ettirilmeyen yerler beyânındadır =
Eşbâh'ta: "Otuz bir
meselede inkar edene yemin ettirilmez." diye zikredilmiştir. Musannıf inkâr
edene yemin ettirilmeyen yerleri dokuz meseleye
kısaltmıştır.
Hâniyye'de beyân
edilmiştir ki; bu otuz bir meselenin bazısında ihtilâf bazısında ittifak vardır.
Onlardan dokuzu kıza olarak beyân edilmiştir.
"Bir kimse küçük
veya büyük kızını evlendirdi" diye dâvâ edildiğinde o kimseye yemin ettirilmez.
İmameyn'e göre, küçük kız hakkında babaya yemin ettirilir.
"Fülan efendi
fülane cariyesini evlendirdi" diye dâva edildiğinde efendiye yemin
ettirilmez.
Alacaklı bir kimse
bir şahsa "sen ölen falan adamın vasîsisin. O sana borcunun ödenmesini vasiyet
etti. Terekesinden benim alacağımı ver" diye dâvâ edip o da inkar etse, yemin
ettirilmez.
Şahidi bulunmayan
alacaklı bir kimse, vasiliği sâbit olan bir vasiye "seni vasî tayin edip ölen
fülan adamda şu kadar meblâğ alacağım vardır" diye dâvâ ettiğinde vasî, ölen
adamın borçlu olduğunu inkâr etse, kendisine yemin
ettirilmez.
Bir vekil aleyhine
dâvâ açıldığında vekil, vekil olduğunu inkâr etse veya dâvâ edilen şeyi inkâr
etse, bu iki meselede -vasi gibi - kendisine yemin
ettirilmez.
Bir şahsın elinde
bulunan bir şeyi iki kimseden her biri ondan satın almış olduğunu dâvâ edip o
şahıs da onlardan birine sattığını ikrar edip diğerine sattığını inkâr etse,
kendisine yemin ettirilmez. Çünkü o şahıs o şeyi onlardan birine sattığını ikrar
edince o şey ikrar ettiği kimsenin olur. Yemin ettirildiği takdirde yemin
etmese, o şey diğer kimseye verilemez. Buna göre yemin ettirilmekte bir fayda
yoktur. Eğer o şahıs o şeyi onlara sattığını inkâr edip kadı onlardan fülana
satmadığına dair yemin etmesini teklif ettiğinde yemin etmese, aleyhine
hükmedilip o şey elinden alınır ve diğeri için tekrar yemin
ettirilmez.
İki kimseden her
biri bir şahsın elinde bulunan bir şeyi kendisine hibe edip teslim ettiklerini
dâvâ ettiklerinde o şahıs onlardan biri için ikrar etse, diğeri için yemin
ettirilmez. Eğer "onlardan fülanın hibe etmediğine dair yemin et" denildiğinde
yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez.
İki kimseden her
biri bir şahsın kendilerinden bir şeyi rehin olarak aldığını dâvâ edip o şahıs
da birinden rehin aldığını ikrar etse veya birinden rehin almadığına dair yemin
etmesi teklif edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin
ettirilmez.
Bir şahsın elinde
bulunan bir şeyi iki kimseden biri ona rehin olarak teslim ettiğini, diğeri
ondan satın aldığını dâva edip o şahıs da rehni ikrar edip satmayı inkâr etse,
kendisine müşteri için yemin ettirilmez. Eğer bu rehinle satın almayı dâva
edenlerden biri icareyi, diğeri satın almayı davâ edipdâvalı icareyi ikrar edip
satmayı inkâr etse, kendisine satın almayı dâvâ eden için yemin ettirilmez.
Satın almayı dâva edene "dilersen icare müddeti bitinceye kadar veya rehin
kurtuluncaya kadar sabret, dilersen satışı feshet" denir.
Bir malı iki
kimseden biri sadaka olarak teslim aldığını diğeri satın aldığını dâvâ edip,
dâvâlı bunlardan birini ikrar etse, kendisine diğeri için yemin
ettirilmez.
İki kimseden her
biri bir akarın kendisine kiraya verildiğini davâ edip dâvalı bunlardan birine
ikrar etse veya bunlardan birine kiraya vermediğine dair yemin etmesi teklif
edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilmez. Fakat iki kimseden
her biri bir şahsın elinde bulunan bir malı kendisinden gasbettiğini dâva edip o
da birine ikrar etse veya bunlardan birinden gasbetmediğine dair yemin teklif
edildiğinde yeminden çekinse, diğeri için yemin ettirilir. Nitekim onlardan her
biri o malı o şahsa emânet verdiğini dâvâ edip dâvâlı birinin emâneti olduğunu
ikrar etse, diğerinin emâneti olmadığına dair yemin ettirilir. İâre de böyledir.
Yemini şöyle yapar: "Vallâhi zimmetimde şu cinsten bir mal veya o malın kıymeti
yoktur." der.
Satan bir kimse
sattığı bir malın kusuruna "müvekkil razı olmuştu" diye dâvâ etse, vekiline
yemin ettirilmez. Dâvâlı, dâvâcıyı nikâha vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin
ettirilmez.
Sanatkâr ile iş
yaptıran, anlaştıkları işde ihtilâf etseler hiç birine yemin lâzım
gelmez.
Bir sanatkâr bir
kimseyi "bana şu işi yaptırdın" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin
ettirilmez.
Otuz birinci
mesele: Bir kimse bir şahsı "ben senin fülan gaib adama olan borcunu almaya ve
husumete onun tarafından vekilim" diye dâvâ edip o da inkâr etse, İmam-ı Azam'a
göre borçluya yemin ettirilmez. İmameyn'e göre ettirilir. Bazı fukaha böyle
beyân etmişlerdir. İmam-ı Hulvanî: "Bütün fukahanın kavilleri üzere yemin
ettirilir." demiştir. Hâniyye'den nakledilen burada son
bulmuştur.
Bahır'ın otuz
birinci meselesinde "yemin ettirilmez" diye zikredilenden mâlum oldu ki
Hulâsa'nın: "Herhangi bir yerde dâvâlı bir şeyi ikrar ederse, o şey kendisine
lâzım olur. O şeyi inkâr ederse kendisine yemin ettirilir. Ancak üç yerde
ettirilmez." beyânı kusurludur. Çünkü Hulâsa sahibi yemin ettirilmeyen yeri üçe
kısaltmıştır.
Üçten birincisi:
Satın almaya vekil olan bir kimse, satın aldığı malda bir kusur bulup kusuru
sebebiyle onu geri vermek istediğinde satıcı, vekile "müvekkilinin bu ayıba razı
olmadığına Allah-ü Teâlâ'ya yemin et" diye yemin arz edemez. Eğer vekil
müvekkilin o kusura rızasın ikrar ederse, o şey kendisine lâzım gelir ve geri
verme hakkı da bâtıl olur.
İkincisi: Satıcı
müvekkile "o kusura razı oldun" diye dâvâ etse, müvekkile yemin ettirilmez. Eğer
müvekkil ikrar ederse, o şeyi kusuruyla kabul etmesi kendisine lâzım
gelir.
Üçüncüsü: Bir
alacağa vekil olan kimseye, borçlu "senin müvekkilin benim zimmetimi alacağından
berî kıldı" diye iddia edip vekile mâlumu olmadığına dair yemin arz edecek olsa,
vekile yemin ettirilmez. Eğer vekil müvekkilinin borçlunun zimmetini alacağından
berî kıldığını ikrar ederse, kendisine o ikrarın muktezası lâzım gelir ki,
onunla muhasama edemez. Yoksa müvekkile vekilin ikrar ettiği şey sâbit olmaz.
Hulâsa'nın kelâmı burada sona ermiştir.
Bahır sahibi.
"Zikredilen otuz bir mesele üzerine ben de ziyade ettim."
demiştir:
Satıcı kusurun o
anda mevcud olduğunu inkâr etse, İmam-ı Azam'a göre yemin ettirilmez. Eğer
kusurun hâla mevcud olduğunu ikrar ederse, hıyar-ı ayıbda geçtiği üzere
kendisine lazım gelir.
Şâhid şehâdetinden
döndüğünü inkâr ederse, yemin ettirilmez. Eğer döndüğünü ikrar ederse, şehâdeti
sebebiyle telef olan malı öder. Hırsız hırsızlığını inkâr ederse elinin
kesilmesi için yemin ettirilmez. Fakat çalınan malın isbatı için yemin
ettirilir. Eğer hırsızlığı ikrar ederse eli kesilir. Bundan dolayı İsbîcabî:
"Baba sabînin malına vasî yetimin malına, mütevelli mescidin ve evkafın malına
hıyanet etti diye dâvâ edilirse bunlara yemin ettirilmez. Ancak bunların
aleyhine akid dâvâ edilirse bu takdirde kendilerine yemin ettirilir." demiştir.
Bahır'ın kelâmı burada sona ermiştir.
Eşbah sahibinin
zikrettiği meseleler üzerine şu meseleler da ziyade
edilmiştir:
Birincisi: Bir
kimse bir şahıstan bir şey dâvâ edip yemin etmesini istediğinde dâvâlı, "o şey
benim küçük oğlumundur" dese, yemin ettirilmez.
Fetâvây-ı Fazli'de
zikredilmiştir ki; bütün fukahanın kavilleri üzerine, o şahısa yemin lâzım
gelir. Artık yemin teklif edildiğinde yeminden çekinirse, davâ edilen şey arazi
olduğu takdirde arazi davâcıya hükmedilir. Sonra çocuk baliğ olduğunda dâvâcıyı
tasdik ederse, onun dediği gibi olur. Eğer onu yalanlarsa, baba arazinin
kıymetini dâvâcıya öder. Arazi dâvâcıdan alınıp çocuğa verilir. Bu mesele, bir
şahsın inkâr edeceği veya tasdik edeceği bilinmeyen gâib bir kimse için bir şey
ikrar etmesi gibidir. İkrar eden şahsa yemin arz edilir. Yeminden çekinirse,
aleyhine hükmedilir. Gaib olan kimsenin gelmesi beklenir. Gelince ikrar edeni
tasdik ederse ne alâ; tasdik etmezse o şey kendisine verilir. O şeyin kıymetini
davâ edene öder. Bu mesele Bahır'da: "Küçük çocuğun malı hususunda babaya yemin
ettirilmez." meselesine râcidir. Çünkü baba arazinin küçük çocuğa aid olduğunu
ikrar edince arazinin çocuğun malı olduğu ortaya çıkmış olur. Fakat bunda
teemmül vardır. Musannıfın yukarıda geçen kavli muhakkak küçük çocuğun malı
olduğuna göredir. Bu meselede ise küçük çocuğun malı olduğu ancak babanın
ikrarıyla sâbit olur. Zira ikrarı dâvâyı kendinden defetmeye çare
olabilir.
İkincisi: Bir kimse
bir hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse satın almayı inkar etse
yemin ettirilmez.
Nevâzil'de
zikredilmiştir ki; bir kimse bir hane satın alıp şuf'a sahibi geldiğinde o kimse
satın almayı inkar edip hanenin küçük oğluna aid olduğunu ikrar etse, şuf'a dâvâ
edenin o hanenin satılmış olduğuna dair şâhidi bulunmasa, satın alan kimseye
yemin ettirilmez. Çünkü oğluna ikrarı kendisine lâzım geldiğinden bundan sonra
başkasına ikrarı câiz değildir.
Üçüncüsü: Bir
kimsenin elinde bir köle veya bir cariye veya bir elbise bulunup bir şahıs onun
kendilerine aid olduğunu iddia edip o kimseyi hâkimin huzuruna çıkarttıklarında
onu dâvâcılardan birine ikrar etmekle diğeri yemin ettirmek istese bakılır: Eğer
yemin ettirmek isteyen şahıs o şeyin kendisine nereden kaldığını söylemeksizin
kendisinin mülkü olduğunu dâvâ etse veya o kimseden satın aldığını dâvâ etse, o
kimseye yemin ettirilmez. Eğer yemin ettirmek isteyen şahıs o kimsenin o şeyi
kendisinden gasbettiğini iddia ederse, o kimseye yemin ettirilir. Çünkü o kimse
yemin etmeyip gasbı ikrar ederse, kendisine o şeyi ödemesi lâzım
gelir.
Dördüncüsü: Bir
baba küçük oğlu için bir hane satın alıp sonra paranın mikdarında şüf'a
sahibiyle ihtilâf etseler, babanın sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim mezhebin
kitablarının çoğunda böyle beyân edilmiştir.
Beşincisi: Bir
hırsız eli kesildikten sonra çalınan malın telef ve zâyi olduğunu, mal sahibi
ise onun yanında mevcud olduğunu iddia etseler hırsızın sözü yeminsiz kabul
edilir. Ebu'l-Leys Nevâzil'inde zikretmiştir ki; Ebu'l-Kasım'a "Bir hırsız eli
kesildikten sonra çalınan mal telef ve zâyi olsa öder mi?" diye sorulmuş, o da:
"Ödemez o mal gerek el kesilmeden önce telef ve zâyi olsun, gerekse kesildikten
sonra telef ve zâyi olsun hüküm birdir." demiştir. Yine Ebu'l-Kasım'a "Hırsız,
çaldığı malı; telef ve zâyi ettim, deyip mal sahibi; telef ve zâyi etmedin, mal
senin yanında mevcuddur, diye iddia etse hırsıza yemin ettirilir mi?" diye
sorulmuş, o da: "Hırsızın sözü yeminsiz kabul edilir." diye cevap
vermiştir.
Altıncısı: Bir
kimse bir şahsa bir şey hibe edip sonra hibesinden dönmek istediğinde o şahıs
hibenin telef ve zâyi olduğunu iddia etse, sözü yeminsiz kabul edilir. Nitekim
Hâniyye'de ve diğer mu'teber kitablarda böyle beyân
edilmiştir.
Yedincisi: Bir
kimse bir şahsa, "Sen fülan ölünün vasîsisin" diye dâvâ ettiğinde o şahıs inkâr
etse yemin ettirilmez.
Sekizincisi: Bir
kimse bir şahsa, "sen fülanın vekilisin" diye dâvâ edip o da inkâr etse, yemin
ettirilmez. Bu iki mesele Bezzâziye'de zikredilmiştir.
Dokuzuncusu: Hibe
eden, "ıvazı şart kıldım" deyip kendisine hibe edilen "şart kılmadın" diye iddia
etse kendisine hibe edilenin sözü yeminsiz kabul edilir.
Onuncusu: Bir köle
bir şey satın aldığında satıcı "senin ticaret için iznin yoktur" deyip köle de,
"benim iznim vardır" dese, kölenin sözü yeminsiz kabul
edilir.
On birincisi: Bir
köle başka bir köleden bir şey satın alıp biri, "benim ticaret için iznim
yoktur" deyip diğeri, "senin ve benim ticaret için iznimiz vardır" dese izin
iddia edenin sözü yeminsiz kabul edilir.
On ikincisi: Bir
hakim yetimin malını sattığında müşteri kusurundan dolayı malı hâkime geri
verecek olduğunda hakim "sen beni malın kusuru dâvâsından berî kıldın" dese,
hâkimin sözü yeminsiz kabul edilir. Keza; bir kimse, hâkim tarafından yetimin
arazisinin kendisine icareye verildiğini dâvâ ettiğinde, hâkime yemin ettirecek
olsa ettiremez. Çünkü, hâkimin sözü hüküm olduğundan hâkime yemin ettirilmez.
Kezâ hâkimin aleyhine dâvâ edilen her şeyde hâkime yemin
ettirilmez.
On üçüncüsü: Bir
baba kızının mehrini kocasından taleb etse, eğer kızı küçük veya büyük olup
bâkire ise onun mehrini taleb edebilir. Baba ile zevc kızın bekâretinde ihtilâf
edip zevc "duldur" diye iddia edip delili bulunmadığından hâkimden babasından
kızının dul olduğunu bilmediğine dair yemin etmesini istese, İmam Ebû Yusuf'a
göre; yemin ettirilir. Hassaf "yemin ettirilmez" diye zikretmiştir. Nitekim bir
alacağı almaya vekil olan kimseye borçlu, alacaklı kendisini berî kıldığını dâvâ
edip vekil inkar etse, yemin ettirilmez. Bu meselede de hüküm aynıdır.
Zahiriyye.
İZAH
"Dokuz meseleye
kısaltmıştır." Dâvâ bahsinde gelecektir ki; zevcin veya zevcenin inkâr ettikleri
nikâhda, iddetten sonra inkâr ettikleri ric'atta, müddetten sonra iladan inkâr
ettikleri fey ve rücu'da, cariyenin ümmi veled dâvâsında, bir kimsenin meçhûl
olan bir şahsa, "bu benim kölemdir" veya "oğlumdur" diye dâvâsında had ve lianda
yemin yoktur. Fakat müftâbih olan kavle göre; bunların hepsinde yemin vardır.
İmam-ı Azam'ın kavline göre bu dokuz yerde yeminin olmaması müftâbih olan kavle
muhâliftir.
"Müvekkil razı
olmuştu." Yani bir kimse satın almaya vekil olan bir şatışa mal satıp sonra
vekil satın aldığı malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde
satıcı vekile, "müvekkilin bu kusura razı olmuştu" diye iddia etse, vekil yemin
ettirilmez. Bu meselenin şöyle olma ihtimali de vardır: Müvekkil satın alınan
malı kusurundan dolayı satıcıya geri vermek istediğinde satıcı müvekkile, "sen
bu kusura razı olmuştun" diye iddia etse, müvekkile yemin ettirilmez. Layık olan
bunun başka bir sûret sayılmasıdır. Çünkü Hulâsa'da bunlar iki sûret
kılınmışlardır. Nitekim gelecektir.
"Nikâha vekil tâyin
ettiğini..." Bir kimse bir şahsı evlendirdiğinde o şahıs o kimseyi kendisini
evlendirmesi için vekil tâyin ettiğini inkâr etse, yemin ettirilmez. Çünkü bu,
hakikatte nikâhı inkârdır.
"Hiç birine yemin
lâzım gelmez: Çünkü selâm bahsinin sonunda beyân edildiğine göre; sanatkâr, işi
anlaştıkları gibi yapmış olsa bile iş yaptıran onualıp almamakta muhayyerdir.
İhtilâf ettikleri takdirde evleviyetle olmayabilir.
"Borçluya yemin
ettirilmez." Çünkü borçluya yemin arz edildiğinde yeminden çekinse, borcunu
vekile vermesi lâzım gelir. Bu ise zararlıdır. Çünkü müvekkil gelince vekili
tasdik etmezse ve vekile verilen borç onun yanında kusuru olmaksızın zâyi ve
telef olmuş olsa aleyhine zâyi olmuş olur.
"Bunların aleyhine
akid dâvâ edilirse..." Mesela: "mütevelli vakfın malını" veya "baba küçük
çocuğun malını kiraya verdi" diye dâvâ edilip bunlar da inkâr ederse,
kendilerine yemin verilir.
"Gâib bir kimse
için bir şey ikrar etmesi gibidir." Yani bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir
malın kendi mülkü olduğunu davâ edip dâvâlı o malın inkâr edeceği veya tasdik
edeceği bilinmeyen gaib bir adamın malı olduğunu ikrar etse, kendisine yemin
ettirilmez.
Hâsılı; Bir dâvâcı,
dâvâsını şâhid ile isbattan aciz olunca onun talebiyle dâvâlıya yemin ettirilir.
Bu, bir yemin ettirme meselesidir ve bir kâide-i esasiyyedir. Fakat bu kâideden
bazı meseleler müstesnadır: Bir kimse bir şahıstan, "sen fülanın vekilisin" diye
dâvâ edip o şahıs da inkâr etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü bu yeminde
bir fâide yoktur. Zira vekil kendisini vekaletten azledebilir. Bu inkar ise bir
azil ve istifa demektir. Eğer yeminden çekinmesi ikrar sayılsa, onun bu ikrarı
başkası hakkında muteber olmaz.
Kezâ: İki kimseden
her biri bir şahsın elindeki bir malı o şahıstan satın alınış olduğunu dâvâ edip
o şahıs bu malı bunlardan birine sattığını ikrar edip diğerinin dâvasını inkâr
etse, kendisine yemin ettirilmez. Çünkü kendisine yemin arz edildiğinde yeminden
çekinse, bu bir ikrar olacaktır. Halbuki bu ikrar evvelki ikrar ettiği kimsenin
aleyhine muteber olmaz.
İki kimseden her
biri bir haneyi kiraladığını dâvâ edip hane sahibi bunlardan birinin dâvâsını
ikrar ve tasdik etse, artık diğerinin dâvâsını inkardan dolayı kendisine yemin
ettirilmez. Çünkü bu yeminden çekinse bu, diğerinin aleyhine ikrar olacaktır. Bu
ikrar ise muteber olmadığından bir faide yoktur.
Satıcı ile alıcı
satılan malın parasının vadeli olup olmamasında veya şart-ı hıyarda yani
satıcının şu kadar gün muhayyer olup olmadığından paranın tamamen veya kısmen
ödenip ödenmediğinde ihtilâf etseler, bu üç surette inkar edene yemin
ettirilir.
METİN
On dördüncüsü: Bir
cariye satın alan kimse cariyenin zevci bulunduğunu iddia edip satıcı da, "bunun
zevci benim kölemdi, fakat satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, sözü
yeminsiz kabul edilir. Siraciyye'de de böyle beyân edilmiştir. İşin hakikatini
Hak Teâlâ Hazretleri bilir. Bu izah bu kitabın hâssasındandır. Bunun gibi
Şerefü'd-dini Gazzi'nin Eşbah üzerine olan hâşiyelerinde de
zikredilmiştir.
Şârih der ki; Şeyh
Salih Eşbah hâşiyesinde yedi mesele daha ziyade etmiştir, biz onları da beyân
ederiz :
On beşincisi:
Dâvalı şâhid hakkında ta'n edip, "bu şâhid bu haneyi şahadetinden önce kendi
nefsi için dâvâ etmiştir" deyip şâhid de inkâr edip dâvâlı şâhide yemin
verilmesini istese, yemin verilmez. Mecmau'l-Fetâvâ.
On altıncısı: Bir
cemaatin alacakları bir ölünün terekesini kaplamış iken başka bir alacaklı gelip
kendisinin de ölüden bir mikdar alacağı bulunduğunu iddia etse, hasım ancak
vâris olur. Fakat vârise yemin verilmez. Çünkü vârise yemin verildiği takdirde
yeminden çekinmekle ikrar etmiş olsa kabul edilemeyeceğinden yemin
ettirilmez.
On yedincisi: Bir
kimse bir şahısta bin dirhem hakkı bulunduğunu o şahsın önce ikrar edip sonra
inkâr ettiğini iddia etse, o şahsa, "ikrar etmedin mi? diye yemin ettirilir mi?
Fukahadan İmam Debbusî: "Yemin ettirilir." demiş, Saffar ise: "Yemin ettirilmez,
ancak asıl hak üzerine yemin ettirilir." demiştir.
Mecmau'l-Fetâvâ.
On sekizincisi: Bir
kimse bir şahsa bir mikdar mal verip sonra aralarında ihtilâf edip malı alan
şahıs "ben o malı emânet olarak almıştım" deyip malı veren kimse ise, "o malı
sen nefsin için almıştın" dese, dâvâlıya yemin ettirilmez. Hâkim, "dâvâlı,
ödemenin sebebi olan başkasının malını almış olduğunu ikrar ettiğinden mal
sahîbinin sözü kabul edilir" der.
On dokuzuncusu: Bir
kimse bir şahsı hâkimin huzuruna götürüp, "fülan oğlu fülanca ölmüştür, ben onun
oğluyum. Benden başka vârisi yoktur, babamın bu şahsın üzerinde şu kadar malı
vardır. Tahsil edilmesini istiyorum" diye dâvâ edip o şahıs da bu dâvâyı inkâr
etse, bunun üzerine dâvâcı hâkime "babamın öldüğüne, benim onun oğlu olduğuma,
bilgisi olmadığına dair kendisine yemin ettirmeni istiyorum" dese, yemin
ettirilmez. Ancak dâvâcı bu dâvâyı isbat ettikten sonra yine o şahıs dâvâ edilen
malı inkâr ederse, kendisine yemin ettirilir. Bazı fukaha: "O şahsa dâvâcının
ölenin oğlu olduğunu ve onun öldüğünü bilmediğine dair yemin ettirilir"
demişlerdir. Birinci kavil İmam-ı Azam'ın, ikinci kavil İmameyn'indir. İmam
Hulvânî: "Sahih olan ikinci kavildir, yani yemin ettirilir." demiştir.
Valvalciyye.
Yirmincisi; Bir
kimse bir şahsı, "benim sende bin dirhem hakkım vardır" diye dâvâ ettiğinde
dâvâlı hâkime, "bu kimse bu dâvâyı benden fülan beldenin hâkiminin huzurunda
dâvâ edip dâvâdan çıkınca beni bu dâvâdan berî kıldı, artık benim zimmetimi bu
dâvâdan beri kılmadığına kendisine yemin ettir. Eğer yemin ederse ben de yemin
ederim ki, onun bende bir şeyi yoktur." dese bu mesele ulema arasında
ihtilâflıdır. Sahih olan kavle göre dâvâcıya dâvâlıyı ondan beri kılmadığına
yemin ettirilir.
Bir kimse bir
şahsı, "elbisemi yırttın" diye dâvâ edip elbiseyle beraber hâkimin huzuruna
gidip hâkimden o şahsa ödemenin sebebi olan yırtmaüzerine yemin vermesini istese
yemin ettirilmez.
FAİDE : Şârih der
ki; yemin edilmeyen meseleler elli iki olmuştur. Bu meseleler hıfzedilmelidir.
İmam Hulvânî: "Bir haneden muayyen olmayan bir hisseyi dâvâ gibi bir cehalet
şâhidin kabulüne mâni olduğu gibi yemin verilmesine de mani olur. Ancak hâkim
yetimin vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle ittiham ettiğinde
kendilerinden muayyen bir şey dâvâ etmezse de vakıf ile yetimin hakkını korumak
için yemin ettirir. İşin hakikatini Hak Teâlâ Hazretleri
bilir.
= Bir kâdı'nın bir
kaç mesele müstesna müctehedünfih olan bir me-selede vermiş olduğu hüküm
geçerlidir =
Eşbah'ta bir kadı
müctehedün-fih olan bir meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak bir kaç
meselede geçerli olmayıp onlarda hâkimin hükmü bozulur. Musannıfın oğlu şeyh
Salih b. Muhammed b. Abdullah Eşbah üzerine olan Zevâhirü'l-Cevâhir fi't tefsiri
ale'l-Eşbah ve'n-Nezâir isimli hâşiyesinde demiştir ki; Eşbâh sahibinin istisna
ettiği bozulan meseleler üzerine birtakım meselelere de ben zafer-yab oldum da
fâideyi tamamlamak için onları da ben ziyade edip üç kısım üzerine taksim
ettim.
Birinci kısım:
Meşayıhımızın bozulmasında ihtilaf etmedikleri
meselelerdir.
İkinci kısım:
Meşayıhımızın bozulmasında ihtilâf etmiş oldukları
me-selelerdir.
Üçüncü kısım:
Bozulması hakkında İmam-ı Azam'dan nass ve tasrih olmayıp kendisinde ashabımızın
ihtilâf edip tasniflerinde tearuz bulunan meselelerdir.
İZAH
"Cariyenin zevci
bulunduğunu iddia edip..." Yani bir cariye satın alan kimse cariyenin zevci
bulunduğunu ve bu yüzden cariyeden menfaatlanmanın noksan olacağını ileri sürüp
cariyeyi geri vermek istediğinde satıcı, "bunun zevci benim kölemdi, fakat
satmadan önce onu boşadı" veya "öldü" dese, satıcının sözü yeminsiz kabul
edilir.
"Ancak asıl hak
üzerine yemin ettirilir." Çünkü o şahıs yalan olarak ikrar etmiş olur da yeminle
ikrar üzerine ilzam edilmesinde kendisine zarar verilmiş olur. Bilenler için bu
meselenin zikredilmesinde bir faidenin olmadığı gizli değildir. Çünkü bu
meselede dâvâlıya ittifakla yemin ettirilir. Ancak ihtilâf ne üzerine yemin
ettirileceği hususundadır.
"O malı sen nefsin
için almıştın." Yani o malı sen ödünç veya gasb olarak almıştın, bundan dolayı o
malı ödemen lâzımdır.
"Ödemenin sebebi
olan yırtma üzerine yemin vermesini istese, yemin ettirilmez." Yani dâvâlıya,
"Vallâhi ben bu elbiseyi yırtmadım" diye yemin ettirilmez. Çünkü dâvâlı o
elbiseyi o kimsenin izniyle yırtmış olabilir veya elbise dâvâlının olur da kendi
mülkünde iken yırtıp sonra yırtık olarak satmış olabilir. Bundan dolayı
davâlıya, "Vallâhi bu elbiseyi bu yırtık sebebiyle ödemek benim üzerime lâzım
değildir" diye yemin ettirilir. T.
"Yemin edilmeyen
meseleler elli iki olmuştur." Ben derim ki: Yemin verilmeyen meseleler elli
sekizdir. Bunların otuz biri Hâniyye'de, altısı Bahır'da, on dördü
Tenvîru'l-Besâir'de, yedisi de Zevâhir'de zikredilmiştir.
H.
Ben derim ki:
Yukarıda beyân edildiği üzere Hulâsa'da yemin verilmeyen meseleler üçe
kısaltılmıştır. Bunlardan ikinci ile üçüncü meselelerin de ziyade edilmesiyle
yemin edilmeyen meseleler altmış olmuş olur. Metinde beyân edilen cehâlet
meselesinin de ziyade edilmesiyle yemin verilmeyen meseleler altmış bir olmuş
olur. Ben Camiu'l-Fûsuleyn'den naklen bu meseleler üzerine sekiz mesele daha
ziyade ettim :
Bir şâhid şahadeti
inkâr ettiğinde kendisine yemin ettirilmez.
Dâvalı, "şâhid
yalan söylüyor, dâvâcıya şâhidin yalan söylediğini bilmediğine dair yemin
ettirilsin" dese yemin ettirilmez.
Fülan kimse
cariyesini âzâd etti veya zevcesini boşadı diye dâvâ edilip o da inkâr etse,
bazı fukahaya göre yemin ettirilir, bazı fukahaya göre ise yemin ettirilmez.
Böyle bir mesele hakkında fetva verirken iyi düşünmek lâzım
gelir.
İki kimseden her
biri bir kadınla evlenmiş olduğunu iddia edip o kadın onlardan biriyle evlenmiş
olduğunu ikrar etmekle diğerinin iddiasını inkâr etse, ittifakla kendisine yemin
ettirilmez. Eğer o kadın evlendiğini hiç ikrar etmese, kendisine, "onlardan
fülan ile evlenmediğine yemin et" denildiğinde yemin etmekten çekinse, diğeri
için yemin ettirilmez.
Bâliğa bir kız
velisi evlendirdiğinde zevc kızın razı olduğunu iddia edip o da inkâr etse,
yemin ettirilmez. Kezâ: Bir kadını bir kimse bir şahısla evlendirdikten sonra
kadın o şahısta evlendiğini iddia edip o da inkâr etse, yemin
ettirilmez.
İki kimseden her
biri bir malın kendi elinde bulunduğunu iddia edip hiç birinin şâhidi de
bulunmadığından bunlardan biri diğerine "bu malın benim elimde olduğunu
bilmediğine dair yemin etmeni istiyorum." dese bazı fukahaya göre yemin
ettirilir, bazı fukahaya göre ettirilmez. Bunlarla birlikte yemin verilmeyen
meseleler altmış dokuz olmuştur. Hamd Alemlerin Rabbine
mahsustur.
"Ancak hâkim
yetimin vasisini veya vakfın mütevellisini hıyanetle it-tiham ettiğinde..."
Eşbah'da bu iki meseleden başka dört mesele daha ziyade
edilmiştir:
Birincisi: Emânet
veren emânetçinin mutlak surette hıyanetini iddia etse yemin
ettirilir.
İkincisi: Meçhûl
rehinde yemin ettirilir.
Üçüncüsü : Gasb
dâvâsında yemin ettirilir.
Dördüncüsü :
Hırsızlık dâvâsında yemin ettirilir.
"Eşbâh'da bir
kadı..." Eşbah'ın ibâresi izahla şöyledir: Bir kadı müc-tehedün-fiha olan bir
meselede hükmetse, hükmü geçerli olur. Ancak ashabımızın geçerli olmadığına dair
nassı bulunan meseleler müstesnadır. Meselâ; bir kimse bir hanede olan hakkını
Mısır'da sâkin olduğu halde üç sene davâ etmese, hakkı bâtıl olur diyen bazı
fukahanın zayıf kavillerine göre bir kadı bu müddetin uzun olmasından dolayı
hakkının iptaliyle hükmetse hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu kavil terkedilmiştir.
Bu dâva başka bir kadıya götürülse ikinci kadı birinci kadının hükmünü iptal
edip dâvâcıya hükmeder. Hâniyye.
Ben derim ki: Bazı
fukahanın : "Uzun zaman dâvâ etmeyenin hakkı bâtıl olur." kavillerinden
âhiretteki hakkının bâtıl olması murad edilmeyip dâva etme hakkının bâtıl olması
murad edilmiştir.
"Bu kavil
terkedilmiştir" İfadesi mutlak surette terkedilmiş mânâsına değildir. Çünkü
bizim Hanefî mezhebine göre dâvânın butlanı üzerine karine bulunduğu yerde bu
kavil ile amel edilir. Nitekim sükût edildiğinde dâva kabul edilmez
meselelerinde geçtiği üzere bir kimse yakını bir şey satarken görüp sükût etse
veya zevc ile zevceden biri bir şey satarken diğeri sükût etse veya satın alan
bir kimse satın aldığı mülkde ekin ekme veya bina yapma gibi tasarruf ettiğini
komşusu görüp sükût etse veya bir kimse bir şahsın bir mülkde otuz üç sene
tasarruf ettiğini görüp sükût etse, sonra bunlar o şeylerin kendilerine aid
olduğunu davâ etseler, dâvâları kabul edilmez.
Bir kadı, gaib olan
bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten aciz olduğunu ileri sürüp
ayrılmalarına hükmetse, sahih olan kavle göre hükmü geçerli olmaz. Hazır olan
zevc böyle değildir. Yani Şâfii mezhebinden olan bir hâkim, zevcesinin
nafakasını vermekten aciz olan hazır bir zevcin nikâhının feshine hükmetse,
bizim Hanefî mezhebine göre hükmü geçerli olur. Fakat gaib olan bir zevcin
nikâhının feshine hükmetse, sahih kavle göre hükmü geçerli olmaz. Çünkü gaib
olan bir zevcin zevcesinin nafakasını vermekten aciz olduğu malûm değildir.
Nafaka bahsinde bu hususta geniş malûmat vardır.
Bir kâdı, babasının
zina etmiş olduğu bir kadının nikâhının oğluna sahih olduğuna veya oğlunun zina
etmiş olduğu bir kadının nikâhının babasına sahih olduğuna hükmetse, İmam Ebû
Yusuf'a göre bu hüküm geçersizdir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bunun haram olduğuna
dair nass vardır. Zira nikah lûgatta vaty (cinsî yakınlık) mânâsınadır. İmam
Muhammed'e göre; kâdının bu hükmü geçerlidir. Çünkü bu nass zâhirdir. Bunda
te'vil câizdir.
Bir kadı, bir
kimseye zina etmiş olduğu kadının anasının veya kızının nikâhının sahîh olduğuna
hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre; bu hüküm geçersizdir. İmam Muhammed'e göre; bu
hüküm geçerlidir.
İkinci kısımda
Zevâhir'in ibâresinde gelecektir ki; bir kadı, nikâh-ı müt'a (temettu veya
istimta gibi bir tâbir ile bir müddet için yapılan nikâhdır) nın sahih olduğuna
hükmetse, bu hüküm geçersizdir. Çünkü nikah-ı müt'anın cevazına kail olmaktan
dönmüş olduğu sahihtir.
Bir kâdı, zamanın
uzamasıyla mehrin düşmesine hükmetse, hükmü geçersiz olur. Yani bir kadın
zevcini mehir hususunda uzun zaman dâvâ etmeyip sonra dâvâ etse, kadının mehir
hakkı bâtıl olur. Kâdı, kadının davâsına bakmaz. Şerh-i Ede'bi'l-Kazâ'da
zikredilmiştir ki; uzun zaman dâvâ etmeyen bir kadının mehrinin düşmesiyle
hükmedilse, bu hüküm geçersiz olur.
Bir kadı, bir
innîne (erkeklik tenasül uzvu bulunduğu halde bir hastalıktan dolayı cinsî
yakınlıkta bulunamayan kimseye) bir sene mühlet verilmeyeceğine hükmetse, hükmü
geçersiz olur. Yani bu hüküm başka bir kâdıya götürüldüğünde ikinci kâdı birinci
kâdının hükmünü iptal edip innîne bir sene mühlet verir.
Bir kâdı, talâk-ı
ric'îyle boşanmış bir kadına kocasının iddet içinde kadının rızası olmaksızın
dönüp nikâhını devam ettirmesi sahih değildir diye hükmetse, bu hükmü geçersiz
olur. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Kocaları bekleme müddeti içinde
barışmak isterlerse, onları geri almaya herkesten çok lâyıktırlar." (Bakara
sûresi, Ayet: 228) kavl-i kerimine muhaliftir.
Bir kâdı, hamile
bir kadın üç talâkla boşandığında veya kendisine cinsi yakınlıkta bulunulmayan
bir kadın üç talâkla boşandığında veya hayızlı (âdet gören) bir kadın üç talâkla
boşandığında veya bir kadın bir talâktan ziyade boşandığında veya bir kadın bir
kelimeyle üç talâk birden boşandığında üç talak vâki olmaz diye hüküm verse,
hükmü geçerli olmaz. Çünkü bu hüküm Allah-ü Teâlâ'nın: "Yine erkek, zevcesini
boşarsa, ondan sonra kadın kendinden başka bir ere nikâhlanıp varıncaya kadar
ona (birinci zevcine) helal olmaz." (Bakara Sûresi âyet : 230) kavl-i kerîmine
muhâliftir. Bu âyet-i kerimede birinci zevcinin boşamasıyla üçüncü talâkı
boşaması murad edilmiştir. Buna göre fukahadan her kim bu kadınların hiç boş
olmayacağını veya bir talâk boş olacağını söylerse, üç talâkla boşanan hürre bir
kadın iki talâkla boşanan bir cariye iddetlerini bitirdikten sonra sahih nikâhla
başka bir adamla evlenmeden birinci zevcine helal olacağını isbat etmiş olur. Bu
ise ayet-i kerîmeye muhâliftir.
Ben derim ki: İbn-i
Kemal Paşa'ya nisbet edilen Fetava'da : "Bir kadın bir kelimeyle üç talak birden
boşandığında bir talâk vaki olur." diye zikredilen kavle itimad edilmez.
Asrımızda kim bu kavil ile fetva verirse, o cahilin tâ kendisidir. Nitekim ben
bunu uzun bir fetvada izah ettim.
Bir kâdı, bir zevc
zevcesini cinsi yakınlıkta bulunmuş olduğu temizlikte boşarsa, talâk vâki olmaz
diye hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, "bir
zevc, cinsî yakınlıkta bulunmadığı zevcesini mehrini ve çeyizini verdikten sonra
boşasa, vermiş olduğu çeyizin yarısını geri alır" diyehükmetse, hükmü sahih
olmaz. Çünkü bu hüküm nassa muhaliftir. Zira Hak Teâlâ Hazretleri kendilerine
cinsî yakınlıkta bulunulmadan önce boşanan kadınlara akidde tayin edilen mehrin
yarısının verilmesini emretmiştir. Çeyiz ise akidde tâyin edilmiş olmadığından
yarıya bölünmez.
Bir kadı bir
çocuğun babasının hattına dayanarak yapmış olduğu şahadetiyle hükmetse, yani
ölen bir kimsenin oğlu babasının hattını bir defterde bulup babasının hattı
olduğunu kesin olarak bildikten sonra bu defter sebebiyle bir şeye şahitlik
yaptığında kadı ölen bir kimsenin çocuğu her hususta babasının yerine
geçmektedir diyerek bu çocuğun şahadetiyle hükmetse, bu hükmü sahih olmaz. Çünkü
hat, hatta benzediğinden dolayı hatta dayanılarak yapılan şahadetin câiz
olduğuna dair olan kavil terkedilmiştir.
Ben derim ki;
Bahır'da bu meseleden sonra şu meseleler de ziyade
edilmiştir:
Bir kâdı, bir şahid
ve yeminle hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, hadlerde
ve kısasda bir erkekle iki kadının şahadetiyle hükmetse, hükmü sahih
olmaz.
Bir kâdı, sicillât
denilen defterdeki hattın kendisine aid olduğunu unutmuş olduğu halde ona
dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, bir
şâhidin sicillât defterinde yazılı olan hadiseye şehâdet edip kendisi o hadiseyi
hatırlamayıp ancak hattın ve mührün kendisine aid olduğunu bilip bunlara
dayanarak hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, huzurunda
okunmaksızın mühürlü bir dâvâ üzerine yapılan bir şahâdete dayanarak hükmetse,
hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, kâdı olan
bir kadının had veya kısas hususunda vermiş olduğu hüküm sahîhtir diye hükmetse,
hükmü sahih olmaz.
Câmiu'l-Fûsuleyn'de
bu yerlerde verilen hüküm geçerlidir. Ancak birinci meselede ihtilaf vardır,
diye tasrîh edilmiştir. Galiba bundan dolayı bu meseleler Eşbah'da beyân
edilmemiştir. İşin hakikatını Hak Teâlâ Hazretleri bilir.
Bir kadı kasâme
(katili bilinmeyen ve üzerinde öldürülme eseri bulunan bir kimsenin bulunduğu
mahalle halkından elli kişiye yemin ettirme) de kısasla hükmetse, hükmü sahih
olmaz.
Şerh-i
ede'bi'l-kazâ'da beyân edildiğine göre, sureti mesele şöyledir: Bazı ulema:
"Dâvâlı ile öldürülen kimsenin arasında açık bir düşmanlık bulunup öldürülen
kimsenin dâvâlıdan başka düşmanı bilinmeyip öldürülen kimsenin o mahalleye
girmesiyle öldürülmesi arasında az bir zaman bulunduğu takdirde kâdı, öldürülen
kimsenin velisine dâvâsı üzerine yemin teklif eder. Yemin ederse dâvâlının
kısasına hükmeder." demişlerdir. Fakat bu hüküm sünnete ve sahabenin icma'ına
muhâliftir. Bizim Hanefî mezhebine göre böyle bir cinayette diyet ve kasâme
lazımdır.
Bir kâdı, şu zevc
ile zevceyi emzirdim diye şahadet eden bir kadının şahadetiyle o çiftin arasının
ayrılmasına hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Bir kâdı, kendi
çocuğunun lehine hükmetse, hükmü sahih olmaz. Çünkü bu hüküm bir bakıma kâdının
lehine hüküm olmuş olur. Ama bir kâdı bir oğulun babasının lehine yapmış olduğu
şahâdetle veya bir babanın oğlunun lehine yapmış olduğu şahadetle hükmetse, bu
hükmün sahih olup olmamasında sahabe arasında ihtilâf vardır. Sonra bu hükmün
butlanı üzerine icma vâki olmuştur. İmam Ebu Yusuf'a göre; bu hüküm sahihtir.
Çünkü İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilâfı kaldırmış olacağından
bu hüküm müctehedünfih olan bir meselede verilmiş
değildir.
Bir kâdıya bir
çocuğun veya bir kölenin veya bir kâfirin hükmü götürülüp onların vermiş olduğu
hükümle hükmetmiş olsa, hükmü sahih olmaz. Çünkü bunların hükmü geçerli
değildir.
Bir kâdı, bir
sefihi (malını faydasız yere sarf eden kimseyi) malında tasarrufdan men
ettiğinde diğer bir kadı ona malında tasarruf etmeye icazet ve izin verse,
birinci kadının vermiş olduğu hüküm bâtıl olur. Bu hüküm üçüncü bir kadıya
götürülse bu hükmü tenfiz etmesi lâzım gelir.
Bir kâdı, bir kısmı
âzâd edilmiş bir kölenin âzâd edilmeyen kısmının satılmasının sahih olduğuna
hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir köle iki kimse arasında ortak olup
bunlardan biri fakir olduğu halde o köleyi âzâd edip diğeri sükût etse, sonra
sükût eden köledeki hissesini satsa, bunlar muhakeme için bir kadıya müracaat
ettiklerinde kadı satışın sahih olduğuna hükmetse, sonra bunlar başka bir kâdıya
muhakeme için müracaat etseler, ikinci kâdı birinci kâdının vermiş olduğu hükmü
iptal eder. Çünkü Ashab-ı Kiram bir kısmı azâd edilmiş bir kölenin köleliğinin
devam edemeyeceği hususunda ittifak etmişlerdir.
Bir kâdı amden
besmele-i şerife terk edilerek kesilmiş bir hayvanın etinin satılmasının câiz
olduğuna hükmetse, İmam Ebû Yusuf'a göre, bu hüküm sahih olmaz. İmam-ı Azam'la
İmam Muhammed'e göre bu hüküm sahih olur.
Hızânetü'l-Ekmel.
Bir kâdı, ummi
veledin satılmasının câiz olduğuna hükmetse, zâhir olan kavle göre bu hüküm
sahih olmaz. Bazı fukaha: "Bu hüküm sahih olur." demişlerdir. İmam Muhammed'e
göre; bu hüküm sahih olmaz. Çünkü ümmi veledin satılıp satılmamasında Ashab-ı
Kiram arasında ihtilâf vardır. Sonra ümmi veledin satılmasının câiz olmayacağına
dair icma vaki olmuştur. İmam Muhammed'e göre; sonraki icma önceki ihtilâfı
kaldırır. İmam-ı Azam'la İmam Ebû Yusuf'a göre; sonraki icma önceki ihtilafı
kaldırmaz. Bundan dolayı ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen
hüküm geçerli olur. İmam Serahsî: "Ekseri fukahaya göre ümmi veledin
satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. İmam Serahsî:
"Ekseri fukahaya göre ümmi veledin satılmasının câiz olduğuna dair verilen hüküm
geçerli değildir." diye zikretmiştir. Bu mesele ile ilgili malûmat Tedbîr
bâbında geçmiştir. Oraya müracaat edile.
Bir kadı,
kadınların kısası affetmelerinin butlanına hükmetse, hükmü sahih olmaz. Yani bir
kadının zevci veya babası amden öldürüldüğünde kadınkatili affetse, kadınların
kısasda hakları olmadığına inanan bir kadı afvı ibtal etse, sonra kısas
yapılmadan bu dâvâ başka bir kadıya götürülse, ikinci kadı birinci kadının
hükmünü ibtal edip afvın sahih olduğuna ve kısas edilemeyeceğine hükmeder. Çünkü
birinci kâdının vermiş olduğu hüküm Cumhuru Ulema'nın reyine muhâliftir. Eğer
kısas yapıldıktan sonra bu dâvâ başka bir kadıya götürülse, ikinci kâdı hiç bir
şeye temas etmez. Fakat Şerh-i Edebi'l-Kazâ'da beyân edildiğine göre bu tafsilât
doğru değildir. Doğrusu şöyledir: Bir katili öldürülenin velîlerinden biri
affettiği halde diğeri amden öldürecek olsa bakılır: Eğer bu öldüren veli,
affedilen bir katilin öldürülemeyeceğini bildiği halde onu amden öldürmüş olursa
hakkında kısas lâzım gelir. Çünkü bu velî, öldürülmesi lâzım olmayan bir şahsı
öldürmüştür. Eğer bu öldüren veli, katilin affedildiğini bilmiyorsa veya af ile
kısasın düşeceğini bilmiyorsa, hakkında kısas lâzım gelmeyip diyet lazım
gelir.
Bir kadı daman-ı
halasın sahih olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz. Daman-ı halâs: Bir satıcının
veya yabancı bir kimsenin bir müşteriye "satın almış olduğun haneye bir hak
sahibi çıkıp elinden alacak olursa ben onu satın alma veya hibe yoluyla kurtarıp
sana teslim etmeye kefilim" demesinden ibarettir. Böyle bir kefalet ise
bâtıldır. Çünkü böyle bir şeye kefil olan kimse gücü yetmeyeceği bir şeye kefil
olmuştur. Daman-ı halâs sahih olduğunu söyleyen kimse sahih bir kıyasa
dayanmamaktadır. Bundan dolayı daman-ı halasın sahih olduğuna hükmetmek
bâtıldır.
İmam Ebû Yusuf ile
İmam Muhammed daman-ı halâsı, "bir kimsenin bir müşteriye" satın almış olduğun
şu mala bir hak sahibi çıkıp elinden alacak olursa, senin vermiş olduğun parayı
ödemeye kefilim" demesidir" diye tefsir etmişlerdir. Artık İmameyn'e göre,
halâsın derekin ve uhdenin mânâları birdir. Bu takdirde daman-ı halâsın sahih
olduğuna dair verilen hüküm geçerli olur. Bu hüküm, başka bir kadıya
götürüldüğünde ikinci kadı, birinci kadının vermiş olduğu hükmü iptal edemez. Bu
bahsin tamamı Şerh-i Edebi'l-Kazâ'dadır.
Bir kadı bir
mahalle halkı mescidin vakfından imamın ücretini sebepsiz olarak artırdıklarında
bu artırmanın caiz olduğuna hükmetse, hükmü sahih olmaz.
Vakıf bahsinin
birinci faslının fürû'unda beyân edildiğine göre; İmamın ücreti artırılmadığında
mescid imamsız kalacak olursa veya imam fakir olursa veya imam âlim ve mütteki
olursa, bu takdirde kâdı imamın ücretini artırabilir.
Bir kâdı, üç
talakla boşanmış bir kadın başka bir kimseyle evlenip ikinci zevci kadına cinsî
münasebette bulunmadan onu boşadığında birinci zevcine helâl olur diye hükmetse,
hükmü sahih olmaz. İkinci zevcin cinsi yakınlıkta bulunması şart değildir diyen
Saîd b. Müseyyeb'dir. Said b. Müseyyeb'in kavli cumhurun kavline
muhalifdir.
Bir kadı bir kâfir,
Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürmekle mâlik olamaz diye hükmetse hükmü sahih
olmaz. Çünkü bu hususta sahabe arasında ihtilâf sabit değildir. Bundan dolayı
bir kâfir Müslüman'ın malını dar-ı harbe götürdüğünde mâlik olamaz diye
hükmetmek sahabenin icma'ına muhâlifdir.
Bir kadı bir
dirhemin iki dirheme peşin olarak satılması sahihdir diye hükmetse, hükmü
geçerli olmaz. Bu İbn-i Abbas'ın kavlidir. Bu hususta İbn-i Abbas'a muvafakat
eden bulunmamıştır.
Abdestsizin
namazının sahih olduğuna hükmedilse, yani bir kimse zevcesine hitaben, "ben şu
namazı sahih olarak kılarsam senin işin kendi elinde olsun" deyip namaz
esnasında burnu kanasa bir kadı namazın sahih zevcenin işinin elinde olduğuna
hükmetse, Hanefî mezhebinden olan bir kâdı bu hükmü iptal eder. Çünkü şart
bulunmamıştır. Zira bir hadîs-i şerifte; "Her kim namazda kusar veya burnu
kanarsa, hemen namazı bırakıp abdest alsın. Konuşmadıkça namaza kaldığı yerden
devam etsin." diye buyurulmuştur. Nitekim Tenvirü'l-Ezhan'dan naklen Eşbah
haşiyesinde böylece yazılıdır.
Bir kadı, telef
olan bir maldan dolayı bir mahalle halkına kasâme ile hükmetse, yani bir
mahallede bir kimsenin malı telef olduğunda telef olan malı öldürülen insana
kıyas ederek kasâme (elli kişiye yemin ettirme) ile malın ödenmesine hükmetse,
hükmü bâtıl olur. Çünkü bu hüküm icma'a muhâlifdir. Bu hüküm başka bir kadıya
götürüldüğünde ikinci kadı birinci kadının hükmünü bozar. Nitekim şerh-i
Edebi'l-Kaza'da böyle beyan edilmiştir.
Bir kadı, ta'rîz
(çıtlatma) ile kazf haddine hükmetse, yani bir şahsa hitaben "ben zina edici
değilim" diyen kimseye kazf haddiyle hükmetse, hükmü geçersiz olur. Ta'rîz ile
kazf haddinin lâzım geleceği Hz. Ömer'in kavlidir. Bu kavil ise terkedilmiştir.
Hz. AIi bu hususta Hz. Ömer'e muhalefet etmiştir. Ta'rîz ile kazf haddi lâzım
gelir, diye hükmeden bir kadının hükmü başka bir kadıya götürüldüğünde ikinci
kadı birinci kadı'nın vermiş olduğu hükmü bozar ve ta'rîz ile kendisine kazf
haddi vurulmuş kimsenin şahadetini makbul kılar.
Bir kadı, bir kadın
kocasından izinsiz kendi malında tasarruf edemez diye hükmetse, hükmü sahih
olmaz.
"Ashabımızın
geçerli olmadığına dair nassı bulunan meseleler müstesnadır" İfadesinden buraya
kadar zikredilen meselelerde bir kadı'nın vermiş olduğu hüküm geçerli değildir.
Bu meseleler Bezzâziye, İmâdiyye, Sayrafiyye Tatarhaniyye, Eşbah ve Bahır isimli
eserlerden alınmıştır. Sübkî'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki; Hanefî
mezhebine göre, bir hüküm delilsiz olarak verildiğinde bozulur. Vakfedenin
şartına muhâlif olarak verilen hüküm, nassa muhâlif olacağından delilsiz hüküm
olmuş olur. Vakfedenin şartı gerek sarih olsun gerek zahir olsun müsavîdir.
Sübkî'nin kavil bizim meşayıhımızın: "Vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir."
ifadesine muvafıktır. Buna göre vakfedenin şartı şeriata muhâlif olmadıkça ona
tabi ve riayetetmek vâcib olur. Nitekim bu mesele mu-sannıfın Şerh-i Mecma adlı
eserinde tasrih edilmiştir.
"Meşayıhımızın..."
Meşâyih ile İmam-ı Azam ve talebeleri İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed murad
edilmiştir.
Metinde
"Kendisinden ashabımızın ihtilâf edip..." diye geçen ashabımız ile İmam Ebû
Yusuf ile İmam Muhammed murad edilmiştir.
Ben derim ki:
"Ashâbımız" ile üç imamımız olan İmam-ı Azam, İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed
murad edilir. "Meşâyıh" ile de İmam-ı Azam'a yetişemeyen âlimler murad edilir.
Şerh-i Vehbâniyye, Nehir.
"Tasnıflarında
teâruz bulunan meselelerdir." Câmiu'l-Fûsuleyn'de beyân edildiğine göre,
kadıların vermiş oldukları hüküm üç kısma ayrılır:
Birincisi: Nass ve
icma'a muhâlif olarak verilen hüküm olup ittifakla bâtıldır. Böyle bir hüküm her
hangi bir kadıya götürüldüğünde derhal bozar. Böyle bir hükme hiç bir kadı cevaz
veremez.
İkincisi:
Muhtelefunfiha olan meselede verilen hüküm olup geçerlidir. Bu hükmü hiç bir
kadı bozamaz.
Üçüncüsü: Bir
kâdının bir şeyde hükmünden sonra o şeyde ihtilâf taayyün ve tahakkuk eden
hükmüdür. Yani hükmün kendisinde ihtilâf edilir. Bazı fukaha: "Bu hüküm
geçerlidir." dediler; bazı fukaha ise: "Bu hükmün geçerli olması başka bir
kâdının hüküm ve icazetine bağlıdır. Eğer başka bir kadı bu hükmü yürürlüğe
koyarsa, muhtelefünfihâ'da ikinci kadı'nın hükmü gibi olur da üçüncü kadı onu
bozamaz. Eğer ikinci kadı o hükmü iptal ederse batıl olur da başka bir kadı bu
hükme izin ve icazet veremez. Bu üç hükmün tamamı inşaallah kaza bahsinde
gelecektir.
METİN
Birinci kısmın
meseleleri şunlardır: Bir kimse, bir hane satıp müşteri aldıktan sonra o hanede
başkasının hakkı olduğu ortaya çıkıp satıcının o haneyi müşteriye teslim etmesi
mümkün olmasa, o binanın benzeri bir binayı müşteriye vermesiyle hükmolunur.
Sonra bu hüküm başka bir kâdıya götürülür. İkinci kâdı birinci kâdının hükmünü
iptal eder, satıcının müşteriye parasını vermesiyle hükmeder. Eğer müşteri
binada ilâve yapmış veya ağaç dikmiş olursa, satıcıya hanenin parasıyla beraber
kıymetini de vermesi lâzım gelir. Bu kavli Osman-ı
Büstî'nindir.
Bir hâkim, ortağın
şüf'a hakkının bâtıl olduğuna hükmetse, bu hüküm başka bir hakime götürülür.
İkinci hakim birinci hâkimin hükmünü iptal edip ortağa şüf'a hakkını ispat eder.
Çünkü şüf'a hakkının bâtıl olduğuna hükmetmek, hadîs-i şerîfe
muhâlifdir.
Kazf haddi vurulmuş
bir kadı, tevbe etmeden önce bir şeyde hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz
görmeyen bir kadıya götürülse, o hükmü iptal eder.
Bir âma kadı bir
şeyle hükmetse, sonra bu hüküm onu câiz görmeyen başka bir kadıya götürülse onu
bozar. Çünkü âma şahadet ehlinden değildir. Hüküm vermek ise şahadetin
üstündedir.
Bir kadı küçük
çocukların şahadetiyle hükmetse, sonra bu hüküm başka bir kadıya götürülse onu
bozar. Çünkü küçük çocuk mecnun gibidir.
Kezâ : Uyuyan
kimsenin uyku halinde eda ettiği şahadetiyle veriler hüküm de
böyledir.
Bir kadı, kadınlar
hamamında yarılmış başa yalnız kadınların şahadetiyle hükmetse, bu hüküm başka
bir kadıya götürüldüğünde bunu imza etmez.
Bir borçlunun,
borcu için icaresiyle hükmedilse, bu hüküm geçerli olmaz.